Ahvalsayi01

Page 1

ZAM, ZAMA ZAM, ZAMLARA ZAM Yine zam, zama zam, zamlara zam geldi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın açıklaması ile Ekim ayından itibaren geçerli olmak üzere doğalgaz ve elektriğe %9 zam yapıldığı duyuruldu. Bu zamla birlikte son üç yılda doğalgaza yapılan zam oranı yüzde 57,9’a, elektriğe ise yüzde 39’a çıkmış oldu. İlk zamlı faturaların şoku atlatılamamışken kış öncesi doğalgazla başlayan zam furyası elektriğe ve sonrasında faydalanılan tüm mal ve hizmetlere yansıdı. Halka ise Ortadirek Şaban gibi zama zam, zamlara zam diye baygınlık geçirerek,eldeki az parayı bölme, çıkarma işlemi yaparak kıt kanaat geçinmek için matematiğini kuvvetlendirmek kaldı. Bakanlar zammın gerekçelerini açıklamaya çalışırken, cefasını çeken yine halk oldu. Sayfa 8

İŞÇİ CİNEYETLERİNİN ÖNÜNE GEÇİLEMİYOR (MUŞ)!

Seda Sayan ve Botokslu Medya

Daha 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma ve 10 işçinin yaşamını yitirdiği Torunlar facialarının acısı içimizdeyken, 28 Ekim 2014 tarihinde Karaman’ın Ermenek ilçesinde bu kez 18 işçi, maden ocağını su basması nedeniyle yeraltında çamur içerisinde kaldı. Her kazadan sonra bu son olacak, gerekli tedbirler alınacak, sorumlular cezalandırılacak gibi açıklamalar yapılmasına rağmen; ülkemizi “ucuz emek cehennemi”ne dönüştürmenin adı olan taşeron sisteminde işçi sağlığı ve güvenliğine maliyet artırıcı unsur olarak bakıldığı için kaza adı altındaki iş cinayetlerinin önüne geçilmiyor.

Programına iki kadını öldüren bir adamı çıkarmasının ardından başlayan tartışmalar ile Seda Sayan’ın programı yayından kaldırıldı. Bundan kısa süre sonra ise başka bir kanalda evlilik programı ile ekranlara geri döneceği duyurulan Seda Sayan ekranlarda görünmeye devam ededursa da tartışmalar bitmedi. Sayfa 11

Ankara Simurg Oyuncuları Tiyatrosuyla Röportaj

Sayfa 6

Ankara’da Ulaşamamak

Balık istifi binebildiğimiz metro veya otobüsler, o araçtan bu araca aktarma çilesi, her sabah ve akşam iş-okul çıkışı beklenilen kuyruklar ve aktarmaya yetişemediğimiz için ekstra ödediğimiz yol parası ve işine ya da dersine geç kalmak istemeyen birinin özel ulaşıma yönelmesinin bütçeye ve ruh haline etkileri Ankaralıların ulaşamama çilesinin sadece görünen yüzü. Ankara’da 20 yılda 1 km ray döşeyemeyen ve metroyu kendisinin keşfettiğini zanneden İ. Melih Gökçek’in Çayyolu metrosunu kullanmak için daha zor ve niteliksiz bir ulaşıma katlanıyoruz. SincanBatıkent hattı ise tam bir facia, sanki cehenneme Sayfa 3 yolculuk yapıyoruz.

Oyunda otelin içindeki son 8 saati anlatıyorduk. Bu da bir ilkti çünkü Sivas dışarıdan çok anlatılmıştı ama içerden anlatılmamıştı hiç. Bunlar bizim insan olarak yapmamız gereken şeylerdi. İnsan olarak nasıl duruyorsak bunun sanatımıza da yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Sayfa 14


Ahval-i Angara - Aralık

2

Merhaba

EDİTÖRDEN

Adına Başkent denilen bu kentte, hapsedilmeye çalışıldığımız o kahredici rutinlikten ve devlet griliğinden kurtulup kentin ırmak olup akan bin bir rengine uzanalım, yaşamın gerçekliğine dönelim, oradan söz edelim istedik. “Söz uçar yazı kalır” diyenlere kulak verip; söz yetmez yazalım dedik. Kâğıda dökülen sözlerimiz yaşayanların hikâyelerine karışsın, yeni sözlerle buluşsun, türkülere dem olsun diye aldık kâğıdı kalemi elimize... Her yeni başlangıçta olduğu gibi biraz acemi ama bu daha başlangıç diyen o güzel gözlü çocukların cesareti ve inancıyla başladığımız bu yolda herkese “Cân ü gönülden, ferah ve emin” bir merhaba… “Kirvem hallarımı aynı böyle yaz, Rivayet sanılı belki…” diyen Ankara sevdalısı Ahmet Arif’in dizelerine nazire olsun dedik gazetenin adı. Şairin Karanfil Sokağı şiirinde anlattığı Ankara varoşlarında yaşayanların yani Angara’lıların hallerini yazalım istedik bu gazetede. Başkentin o çok sükseli resmi törenlerinde veya televizyonların sahte dünyalarında görünmeyen insanların halleri yazılsın diye çıktı Ahval-i Angara… Yani, çocuklarına ekmek götürmek için ölümü dahi göze alarak çoğu zaman kölelik koşullarında çalışmaya mecbur kalan emekçilerin; dili, inancı veya etnik kökeni nedeniyle kabul edilmeyip varlığı dahi inkâr edilmeye çalışılanların; evde yok sayılan, sokakta veya işyerinde ise yok edilmeye çalışılan kadınların; geleceksizlik ve çıkışsızlık girdabında çetelere ve ya uyuşturucu bataklığa sürüklenen gençlerin; yıllardır yaşadıkları evleri birileri rant elde edecek diye başlarına yıkılanların, enerji için, yol için veya altın için yaşam alanları işgal edilenlerin ve burada sayamadığımız bu sistemden mağdur olan daha nicelerinin, yani ezilenlerin halleri yazılsın diye çıktı Ahval-i Angara… Yazılsın ki unutulmasın, unutturulmasın hiçbir acı, hiçbir baskı, hiçbir zulüm, hiçbir haksızlık. Çabuk kabuk bağlamasın yaralar, öfke kolay dinmesin. Çünkü hatırlamak umudun kaynağıdır. Ezilenler unutmasın ki geleceği kuracak umutla atan yürekleri hiç durmasın, her türlü zorluğa rağmen her daim canlı kalsın. İşte bu yüzden sadece birilerinin değil; köklerini ve geleceğini Angara’da arayan; unutturmanın mekânı olarak tasarlanmış bu kentte acılarını ve öfkesini unutmayıp, umudun peşinden koşan herkesin gazetesidir Ahval-i Angara… Büyük medya imparatorluklarının plazalarından çıkan bol reklamlı, çok boyalı yalan tefrikaları sözde gazetelerin karşısında; gecekonduların kömür karasını gökkuşağına dolayanların, tek başına kral çıplak diye bağıran çocuktan öğrendiği cüretle, sadece gerçekleri yazacağı bir gazete Ahval-i Angara. Ama sadece bir gazete değil Ahval-i Angara: uzun bir yolun bazılarına göre başlangıcı, bazılarına göre ise ortası bir nevi. Sözünü başkalarının sözleriyle çoğaltmak, kendi suretini bir başkasında görmek isteyenlerin, haktan, adaletten, barıştan ve özgürlüklerden yana ortak bir geleceği kurmak için kendini ve bir birini tanıyıp bir olacağı bir yol… Bizler “ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız” diyenlerin inadı ve kararlılığı ile çıkıyoruz bu yola. Yolu, elimize tutuşturulan hazır haritalara göre üzerinden geçilen zemin değil; yürüdükçe keşfedeceğimiz ve bütünleşeceğimiz hiç bitmeyen bir sevda kabul ediyor; varıp durmayı değil her daim yolun yolcusu olmayı düstur ediniyoruz. Biliyoruz ki bu yolda yalnız değiliz. Duyuyoruz, görüyoruz ve biliyoruz ki bizler gibi nicesi yürüdü, yürüyor ve yürüyecek bu yolda. Dün yürüyenlerin ayak izlerini rehber, bugün yürüyenleri ise yoldaş, bu yürüyüşü büyüterek yarınlara taşıyanları ise mürşit kabul ediyoruz. Bu nedenle, Ahval-i Angara’nın her sayısı bir çağrı olarak da okunabilir. Acının en somut yaşandığı yaşam alanlarından yansıyan gizli veya açık, bilinçli veya bilinçsiz her türlü öfkeye, yan yana gelip tanışık olma, farklılıklarımızın zenginliği ile bir olma, umudu büyütme birlikte yürüme çağrısı… Kulak verenler şimdiden hoş gelmiş sefalar getirmiş…..

TEOG

Neyi Değiştiriyor? Bu yıl ki eğitim öğretim döneminin ilk aylarında bir dilekçe trafiği yaşandı. Yerleştikleri okuldan bir başka okula gitmek isteyen öğrenciler, okullarına dilekçe vererek başka okullardaki kontenjan açıklarına göre nakil gitmek istediler. Veliler bir sürü dilekçe verip haftalarca beklediler, ne için? Çocuklarının daha iyi bir lisede okuması için. “Daha iyi eğitim” ve dolayısıyla daha iyi bir gelecek arayışı böyle bir şeydir. Bu uğurda yıllarca emek verilebilir ve tonla para harcanabilir. Bu kadar emek ve harcamanın karşılığında çocukların daha iyi eğitim alıp almadığı sorusunu sizlere bırakıyorum. İyi eğitim adına birçok yenilik yapıldı ama on yıllardır aynı eğitim sorunlarını tartışıyoruz. Yapılan reformlar eğitim sisteminin sorunlar yumağı olmasını engellemiyor. Yapboz oyununa dönen eğitim sisteminde sorunlar üzerinden yapılan değişikliklerin daha büyük sorunları ortaya çıkardığını görüyoruz. Kısacık eğitim hayatlarında neler görmediler ki 5-10 yıl öncesinin çocukları olan bugünün gençleri? 4+4+4’ler, eğitim yaşının düşürülmesi sonra biraz yükseltilmesi, öğrencileri zorlayarak uygulanmaya çalışılan ek dersler, sürekli kapatılan, saati düşürülen veya yükseltilen, değiştirilen ana dersler, tek iken üçe çıkarılan, sonra tekrar teke düşürülen ve sonra tekrar çoğaltılarak aylara yayılan liselere giriş sınavları; LGS, OKS, SBS ve TEOG’lar. Emin olun nice farklı sınav uygulamaları da gelecektir. Peki bu karmaşık gibi gözüken değişimler rastgele mi yoksa bir plan dahilinde mi uygulanmaktadır? Diğer sınavlardan farklı olarak TEOG gerçekten yeni bir şey getirdi mi? TEOG uygulamasını dönüştürülen düz liselerle, kapatılan öğretmen liseleriyle, arttırılan İmam Hatip Liseleriyle ve özel meslek liseleriyle birlikte düşünmek gerekiyor. Tabi eleştiri yaparken dönemin iktidar ya da hakim muhalif havasına kapılmamak için “neden?” sorusunu sormak zorundayız. Bu soru doğru sorulursa paketlenerek sunulan reformların üzerindeki örtüyü kaldırabilir. Ve aslında yeninin eski olandan ne kadar farklı olduğunu, sorunlarımıza çare olup olamayacağını ortaya koyabilir. Neden 134 bin öğrenci tercih yapmadığı halde meslek liselerine ya da imam hatip liselerine yerleştirildi? Neden binlerce öğrenci evlerinden uzak okullara gitmek zorunda kaldı? Neden devlet, özel okulları tercihe teşvik ediyor? Ve neden özel okullarda ve özel okulları tercihlerde önceki yıllara nazaran patlama yaşanıyor? Bu sorulara verilecek sağlıklı cevaplar bir süredir devam eden eğitim reformları silsilesini ve TEOG’u doğru anlamamıza yardımcı olur. Yeterli puan alırsan bir fen ya da anadolu lisesine

yoksa meslek ya da imam hatip liseline yerleştirilsin dayatmasının birinci ayağını düz liselerin kapatılması oluşturmaktadır. Sınav başarısına göre “vasat altı” olan öğrencilerin önünü lisede kesmek için; yani kendilerince üniversite kapılarında birikmenin önlenebilmesi için; öğrenciler, lise girişlerinde seçeneksiz tercihe zorlanmaktadır. Düz liselerin kapatıldığı da düşünülürse, TEOG sınavlarında başarısız olan öğrencilerin teknik meslek ve imam hatip okullarından başka okullara gidebilme şansları ortadan kaldırılmıştır. Tabi bir de tonla para döküp iyi bir özel okula gitme durumları yoksa. İkinci olarak devlet tarafından desteklenen, okul ve öğrenci sayıları artan özel anadolu ve özel fen liseleri göz önünde bulundurulmalıdır. Orta kesim aileler eğer çocukları “iyi” bir okulu kazanamamışsa maddi koşullarını zorlayıp, on binler harcayıp çocuklarını özel okula göndermek zorundalar. Dersanelerin kapatılması ve özel okullara teşvik burada önem kazanmaktadır. Diğer koşullardan bağımsız bir şekilde düşünüldüğünde olumlu bir uygulama olan dersanelerin kapatılması meselesi; özel okullara yönlendirme ve teşvik ile ele alındığında kafaları karıştırmaktadır. Diğer bütün reformlarla birlikte düşünüldüğünde iktidar şunu demektedir: Standart testlerde başarılı olamıyorsan artık dershane gibi ek eğitim alamayacaksın. Ya parasını verip özel okula gideceksin, ya da tıpış tıpış kalifiye işçi olarak eğitileceksin.” Bu yüzden özel okul kayıtlarında patlama yaşanmaktadır. Hangi toplumsal kesimin çocuklarının hangi okullara gittiklerine iyi bakmak gerekir. Varlıklı ailelerin çocukları bir şekilde iyi eğitim alabiliyorlar, peki ya yoksul çocukları? Kaderlerini zorlayıp sınav sisteminde başarılı olan istisnalar dışında yoksul çocuklara biçilen tek rol teknik bilgiye sahip işçi olmak mı? Ya da işletmelerle anlaşmış meslek liselerinde ucuz emek gücü olarak çalışmak mı? Dini eğitim isteğe bağlı mı veriliyor, yoksa özellikle alt sınıfların çocuklarını seçeneksiz imam hatip okullarına göndererek bir dayatmaya mı dönüşüyor? Eğitim, gelecekteki, toplumun inşasında önemli bir etkiye sahiptir. Toplumsal sistem eğitimle kendisini yeniden üretir. 10 yıl, 20 yıl sonraki işçi, mühendis, müdür, patron gibi toplumsal roller eğitim ile şekillenir ve meşruiyet kazanır. Bu günlerde son eğitim reformları gösteriyor ki sistemin ihtiyaçlarının belirleyici olduğu bir eğitim planlaması yapılmaktadır. Bireylerin tercih ve ihtiyaçlarının gözetilmemesi, özellikle yoksul çocuklarının seçeneksiz bırakılması bu günkü sınav ve tercih sisteminin en büyük açığıdır ve daha büyük sorunlara yol açacaktır.

UÇURTMA ALTINDAĞ’DAN SALINIYOR

Dünyada Güzel Şeyler De Oluyor

Her şeyin çıkarlarla, parayla ve almak üzerinden kurgulandığı bir dünyada akşam haberlerini izleyip üzülmekten başka işler yapmalı diyen Altındağ Aydınlıkevlerde bir avuç genç üzülmeyin dünyada güzel şeyler de oluyor dedirtiyor. Mahalle dayanışmasının bir parçası olmak için ilk ortaokul ve lise öğrencilerine ücretsiz kurslarla birlikte uçurtmalarını gökyüzüne salalı bir seneyi devirdiler ve bugünlerde bu dayanışmayı bir adım daha öteye taşıyarak Uçurtma Ortak Yaşam Derneğini kurdular. Mahallemizde Ortak Yaşamı Kuralım Mahallelinin ve Ankara’da okuyan

üniversitelilerin desteği ile yaşayan Uçurtma Ortak Yaşam Derneği, temasa geçtiği herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya, bulunduğu yerde yalnızlaştırılmış çocukların, gençlerin, kadınların, ailelerin, esnafın yalnızlığına, yalnızlığımıza deva olmaya çalışıyor. Mahalleler yaşayan bir organizmadır, dernek de bunun bir parçası olarak yaşadığımız sıkıntıların ortak olduğunu ve ancak birlikte üstesinden gelinebileceğini söylüyor varlığıyla.

çası olmak ve ortak yaşamı alternatif alanlarda kurmak. Uçurtma Derneği, ortak yaşam temelinde bu dayanışmanın somutlaşmış hali olmayı amaçlıyor.

Mahalleler her şeye rağmen bizi biz yapan değerlerin, ortaklaşmanın, dayanışmanın var olmaya devam ettiği, hayatın gerçekliğinin can damarlarının aktığı yerler. Derneğin temel fikriyatı bu değerlerin bir par-

Dernek, kurslar dışında mahalledeki gençlerin ve mahallelinin, okuma salonu ve kütüphanesiyle üretimde bulunabilecekleri bir alan açıyor.

de göz yummuyor dernek elinden geldiğince. Bunun için kurulan diğer bir komisyon olan Mülteci Komisyonu ile Altındağ’ın en büyük sorunlarından olan Eğitim komisyonu ilk-ortaokul, lise Suriyeli Mültecilerle yardımlaşma öğrencilerine Matematik, İngilizce, çalışmalarını sürdürüyor. Türkçe gibi okul derslerine yardım- Havalan Uçurtmam… cı olmak yanında bilim, edebiyat, Uçurtma Derneği Aydınlıkevler’de felsefe ve değerler eğitimi, atölye ve mahallelerde ortak yaşamı kurçalışmaları, bağlama, gitar ve resim maya çağırıyor. Biliyoruz ki ortak kurslarını ücretsiz olarak vererek yaşam hep birlikte, küçüğünden, mahalleliye kapılarını açıyor. büyüğüne herkesin desteği ile kuru-

lacak, çok olduğumuz kadar güçlü oluruz ve daha çok derde deva oluruz. İşte bu yüzden destek olmak isteyenleri her zaman çay içmeye, bir Yanımızda, yöremizde yaşanan hoş sohbete bekliyor dernek. toplumsal sıkıntıların hiçbirine

Uçurtma Ortak Yaşam Derneği Aydınlıkevler mah. Duygulu sok. No: 16/1-A Altındağ 312 318 83 18 www.ucurtmadernegi.com


Ankara

Ahval-i Angara - Aralık

3

İNSANI HASTA EDER

ŞU ANKARA’NIN SULARI Geride bıraktığımız Ağustos ayı içinde Ankara halkından musluk sularının kokulu ve bulanık aktığı yönünde yakınmalar gelmeye başladı ve bu yakınmalar giderek daha yüksek sesle dillendirilir oldu. Aynı dönemde Ankara’da ishal vakalarında tabiri caizse bir ‘patlama’ yaşanmıştı. Verilere göre, 2014 Ağustos ayı içerisinde tanı konulan ishal vakalarının sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre 2,5 kat artış gösteriyordu. Tüm bunlar yaşanırken yetkililer sessiz kaldı, hem su sorunu hem de salgınla ilgili herhangi bir çalışma yapmadıkları gibi halka açıklama yapma zahmetine bile katlanmadılar. Bu durum bazı meslek örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının harekete geçmelerine sebep oldu, su ve salgın sorunu ile ilgili verileri halka duyurup yetkilileri üzerlerine düşeni yapmaya davet etmeleri ile eylül ayından itibaren büyük bir tartışmanın fitili ateşlenmiş oldu. Sağlık Bakanı: “Kokusu ve rengi dışında sularda sorun yok” Ankara halkından musluk sularının kokulu ve bulanık aktığı yolunda gelen yakınmalara Bakan Müezzinoğlu bir demecinde “Kokusu ve rengi dışında Ankara suyunda sorun olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.” yanıtını verdi. Su kokuyorsa ve bulanıksa, sorun olmadığı nasıl söylenir ki? Müezzinoğlu aynı demecinde çeşme suyu değil, damacana suyu tükettiğini kamuoyuna duyurdu. Suda sorun yoksa Sağlık Bakanı neden musluk suyu yerine kapalı su tercih ediyor ve neden Sağlık Bakanlığı kantinlerinde çay ve kahve yapımında kaynatılarak kullanılmasına

Alt yapı henüz bitmediğinden güvenliksiz bir yolculuk yaptığımızı, bir tarafa bırakırsak; tek ulaşım aracımız olan “Uzay Mekiği Metrolarımız” hem sayısı az olduğu için hem de talep etmek zorunda bırakılmamızdan kaynaklı insanların birbirini zorla taciz ettiği ve birbirini ezmek zorunda kaldığı ve güne kötü başlamasına ya da kötü bitirmesine sebep olan birer ulaşım aracı haline gelmiş durumda. Üstelik öğrencinin 1.50 kuruş ve tam kullananların 2.00 lira verdiği son model teknolojik bir ulaşım hizmeti alıyoruz. Tüm bunların yanı sıra otobüsler bazı semtlere akşam son

rağmen şebeke suyu değil kapalı su kullanılıyor? Kamuoyu Yanlış Bilgilendiriliyor Meslek örgütleri ayrıca Ankara’nın içme sularında sülfat oranının son aylarda giderek yükseldiği verilerini ortaya koydular ve bunun şebeke suyuna Kızılırmak suyunun bağlandığının göstergesi olduğunu iddia ettiler. Gökçek bunun üzerine Kızılırmak suyunun 6 aydır %20-30 oranında şebeke suyuna karıştırdığını itiraf etmek zorunda kaldı. Öyle ki, hala ASKİ’nin web sayfasında 2009 yılından bu yana Kızılırmak suyunun verilmediği yazıyor. Kamuoyu içtiği suyun nereden geldiği konusunda aylarca eksik ve yanlış olarak bilgilendirildi. Gökçek’in Foyası Meydana Çıktı Her ne kadar Gökçek Kızılırmak suyunun tek dezavantajının yüksek sülfat içeriği olduğunu iddia edip, kameralar önünde şebeke sularının paketlenmiş halini içerek, hiçbir risk taşımadığını aklınca kanıtlamış(!) olsa da Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı’nın Ankara Valiliğine gönderdiği 19 Eylül 2014 tarihli yazının ortaya çıkmasıyla Gökçek’in foyası da meydana çıktı. Bu yazı oldukça açık; Ankara’da çok sayıda su numunesi içme ve kullanma suyu için kabul edilemez özelliklere sahiptir. Ankara halkı tam 18 ilçede kimyasal ve bakteriyolojik olarak kirli suları tüketmek zorunda bırakılmıştır. Her şey bu kadar net iken Gökçek, bu yazının “rutin” bir yazı olduğunu ileri sürerek olayın ciddiyetini örtmeye çalıştı. Bu, halkın aklıyla alay etmektir. Aslında rutin yani olağan görülen Halk

seferlerini 22:00 de sonlandırırken, metro ise 23:00 de son seferini yapıyor. Yani bu durumda İ. Melih Gökçek bizleri kent yaşamından izole edip, galiba sadece özel taşıtları olan vatandaşların kent yaşamında hakkı olduğunu hatırlatıyor. Örnekleyecek olursak; Mamak’ta oturan bir vatandaş işten-güçten vakit bulabildiğince yaptığı akraba ve dost ziyaretlerini de artık bu saatler sebebiyle yapamayacak. Kentin dışına inşa edilmiş uzak bir yurtta kalmak zorunda olan bir öğrenci ise akşamları arkadaşları ile Kızılay’da bir kafede oturamayacak ya da sinema tiyatro gibi kültürel etkinlilere katılamayacaktır. Tüm bunları sıraladığımızda akşam kent merke-

Sağlığı Kurumunun bu yazısı değil, salgın boyutuna gelmiş bir durum olağan görülüyor, sıradanlaştırılıyor. Tartışmalara Son Verecek Bir Belge Daha Etekleri iyice tutuşan Gökçek’in belediye dışındaki kamu kurumlarını da alet ederek durumu ört bas etme çabalarını boşa çıkaracak ve tüm tartışmaları sonlandıracak başka bir resmi belge de Ekim ayında ortaya çıktı. Solfasol Gazetesi’nin ortaya çıkardığı belgeye göre Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi 10 Temmuz 2014 tarihinde aldığı 1133 numaralı kararla çok önceden Halk Sağlığı Kurumu’nun yazısında yöneltilen suçlamaları kabul etmiş oluyor. Kararda “Sincan İlçesi Akçaören Mahallesi su tahlillerinde arsenik oranı yüksektir. Mevcut su da kullanıma yeterli değildir. Mahallemiz su ihtiyacının karşılanması ve su deposunun yenilenmesi gereklidir. Kanalizasyon depolama tesisi yoktur. Bu sorunların giderilmesi için gerekli inceleme ve araştırmaların yapılmasına ilişkin Altyapı hizmetleri Komisyonu raporu oylanarak oybirliği ile kabul edildi” yazıyor. Bu karar ile Gökçek ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclisi tüm bu süregelen tartışmaların çok öncesinde Ankara suyunda yüksek oranda arsenik olduğunu kabul etmiş bulunuyorlar. Öte yandan çok daha vahim olarak 10 Temmuz 2014 tarihinden bu yana konu

ile ilgili en ufak bir çalışma yapılmadığı ve halkın sağlığı ile göz göre göre oynandığı ortaya çıkmış bulunuyor. Halk Daha Fazla Oyalanmadan Sorunlar Giderilmeli Tüm bu tartışmalar, ortaya çıkarılan belgeler Türkiye’de su ve kanalizasyon alt yapısında çok ciddi sorunların bulunduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Kuraklığın somut bir gerçek olduğu ülkemizde, dereler kururken, yer altı suları tükenirken, kirlilik parametrelerinde daha fazla artış ortaya çıkıyor. Uzmanlara göre, ülkemizde kuraklığın en etkili olduğu yerlerden olan İç Anadolu Bölgesi’nde ve burada en fazla nüfusu barındıran Ankara’da su yönetiminde çok daha hassas davranılması gerekiyor. Kentin yeraltı sularını da besleyen ve tarımsal sulamada kullanılan yüzey sularının bir an önce kirlilikten arındırılması ve bu alanlara yapılan atık su deşarjlarının engellenmesi gerekiyor.

Ankara’da Ulaşamamak

zinin kimlere kaldığını biz de çok merak etmekteyiz. Bunlar sadece buradan görebildiklerimiz. Yapılan aktarma çilesi, her sabah ve akşam iş-okul çıkışı beklenilen kuyruklar ve aktarmaya yetişemediğimiz için ekstra ödediğimiz yol parası ve işine ya da dersine geç kalmak istemeyen birinin özel ulaşıma yönelmesinin bütçeye ve ruh haline etkileri Ankaralıların ulaşamama çilesinin sadece görünen yüzü. ANKARA BELEDİYESİNİN HİZMET ANLAYIŞI Bunların yanında bize gayet teknolojik ve nitelikli bir ulaşım sunduğunu iddia eden İ. Melih Gökçek hatta lütfedercesine “yeni otobüsler ihraç ettiğini, bunların klimalı, engelli binişi kolay olan ve GPS sistemi ile takip edilen araçlar olması” ile övünürken Ankaralıların

Ankara’da ulaşamamasını görmek istememektedir. Örneğin yürüme engelli bir Ankaralı zaten balık istiflermişçesine dolan otobüslere binememektedir. Oysa etkin ve teknolojik bir hizmet sunduğunu, geniş bir araç filosu olduğunu iddia eden Ankara Belediyesi özel halk otobüsleri, belediye otobüsleri ve metro olmak üzere Ankara ulaşımının sadece %20’sini sağlamaktadır. Dolmuşlar ise Ankara ulaşımının %35’ini sağlamaktadır. Anlaşılan o ki Ankara dolmuşları belediyeden daha fazla hizmet sunmaktadır. Ankara’yı katlı yollarla, hayatı hiç de kolaylaştırmayan üst ve alt geçitlerle cehenneme çeviren İ. Melih Gökçek toplu ulaşımda hayata geçirdiği sözde devrim uygulamalarıyla adeta aklımızla dalga geçmektedir.


Ankara

4

Ethem ve Direniş… Av. Murat YILMAZ Bazen insan nereden nasıl başlayacağını gerçekten bilmiyor. Ethem üzerine bir şey yazılacağı zaman veya konuşulacağı zaman da aynen böyle oluyor. Çaresizlikten başka bir şey bu. Biz gezi direnişinin başlangıç günlerinde ne oluyor diye anlayamamışken, Ethem mücadelenin en önünde direnirken polis tarafından katledildi. Ethem’i katleden kahraman polis elbette yalnız değildi. Arkasında koskocaman başbakan vardı. Ne demişti dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan; “emri ben verdim” “polis kahramanlık yarattı”. Elbette başbakan da yalnız değildi. Bu şehrin belediye başkanı İ. Melih Gökçek ise utanmadan sıkılmadan Ethem’in katledildiği parka “kahraman polisimize teşekkür ediyoruz” pankartı astırmıştı. Pervasızca davranıyorlardı. Pervazsız olmakta haklıydılar. Yıllardır polis sokak ortasında insan öldürürken, siyasal iktidar kolluyor, yargı aklıyordu. Bizler ise birkaç basın açıklaması ile yetiniyorduk. Yunanistan’da polis tarafından bir genç öldürüldüğünde tüm ülke halkı sokağa dökülürken, bakanlar istifa ederken, Amerika’da günler süren sokak eylemleri olurken; bizim topraklarımızda halkımız insanların sokak ortasında öldürülmesini kanıksamış ve tepki vermez hale gelmiştir. Suçluyuz. Her öldürülen kişi de olduğu gibi Ethem’in öldürülmesinden de sorumluyuz. Bizler sokak ortasında öldürülen her genç için sokakları işgal etmiş olsaydık, ne siyasal iktidar bu kadar pervazsız ne de yargı bu kadar rahat olabilirdi. Yeni yasalaşacak “iç güvenlik” yasa tasarısı ile, artık her sokak eyleminde polis birini katledecek. Toplu katliamların önünü açan siyasal iktidarı durduracak tek şey direniştir, sokaktır. Amaç sokağı muhaliflere yasaklamaktır. Tek çaremiz sokağı terk etmemek ve direnmektir. Bugüne kadar nasıl bedel ödendiyse ödenmeye devam edilecek. Asla korkmuyoruz. Asla yılmayacağız. Ethem korkmadı, mücadele etti. Ethemin mücadelesi, direnişi bizlere yol gösteriyor. Bu ülkede katledilen her Kürt, devrimci, yoksul, işçi bizlere bu gücü veriyor. Hukuktan, yargıdan, adaletten hiç birimizin bir beklentisi yok. Mücadele, direniş bizleri özgürlüğe, hayata bağlayacaktır. Ethem ve diğer yoldaşlarımız umutlarını anla atmak için direndiler. Dün direndiğimiz gibi, bugün de direneceğiz. Direnmekten başka çaremiz yok. Katil ve katilleri kollayanlara vereceğimiz tek cevap direnmektir. Şimdi Ethem’i mücadelemizde yaşatmak için tek yol sokak ve direniştir.

Ethem Sarısülük Davası’nda Karar Açıklandı Gezi olayları sırasında Ankara’da polisin silahından çıkan kurşunla yaşamını yitiren Ethem Sarısülük davasında yargılanan polis memuru Ahmet Şahbaz, hakkında karar çıktı. Sanık polis Şahbaz, “Olası kastla adam öldürme” suçundan 7 yıl 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırıldı, Sanık polis, Ceza İnfaz Yasası ve denetimli serbestlik hükümlerine göre cezaevinde sadece 4 yıl 10 gün kalacak. Kararın açıklanmasının ardından mahkeme salonunda arbede çıktı. Ethem’in annesi karara isyan edip gözyaşlarına boğuldu.

Ostim’de Yine

Ahval-i Angara - Aralık

PATLAMA!

Ankara OSTİM’de buz üreten “Buz Buz” adlı bir şirketin imalathanesinde tankerden depoya karbonmonoksit gazının dolumu sırasında aktarım yapılan hortumun yerinden çıkması nedeniyle patlama meydana geldi. Patlama sonrası basınçlı karbonmonoksit gazı çevreye yayıldı. Yayılan gazdan 2’si ağır 13 kişi yaralandı. Söz konusu patlamanın yaşanmaması için hortum bağlantılarının sağlam olması, boşaltım sırasında az sayıda kişinin işyeri içerisinde bulunması gibi çok basit tedbirler alınabilecekken hortumun dişlerinin deforme olmasına dahi dikkat edilmemesi tartışma yarattı. Ankara OSTİM Organize Sanayi Bölgesi’nde 3 Şubat 2011 tarihinde Şubat 2011’de iki patlama olmuş ve 20 işçi yaşamını yitirmişti. İlk patlama saat 11.00’de Ostim OSB’deki Özkanlar Hidrolik İmalat’ta olmuş, bundan

dokuz saat sonra 1,5 kilometre uzaklıkta İvedik OSB’deki Metsan’da patlama ve yangın meydana gelmişti. Halen yargılaması süren bu iş cinayetlerinde ihmaller zincirinin bakanlıklardan işverene doğru uzandığı kamuoyunun bilgisine sunulmuştu.

IŞİD NE ARAR HASKÖY’DE

Adem Demir

Hasköy ya da Yüncüler kentsel dönüşüm öncesi Doğantepe, Site-yıldız, Güneşevler dâhil daha çok toplumun alt kesimlerinin yaşadığı ve özellikle Sitelerden dolayı işçi ailelerin mesken edindiği bir yer, ancak bugün daha farklı bir görünümle öne çıkmaya başladılar… Ankara’nın eski yerleşim yerlerinden olmakla birlikte bugün Behzat Ç.’den öğrendiklerimiz dışında görebileceğiniz şahinciliğin, kabadayılığın, paçalı kuş piyasasının, tiki kültürünün yeşerdiği yerlerden. Tiki kültürünü özellikle söylüyorum; tarif edilemez saç biçimleri dar paça düşük belleriyle öfkeyi ve itirazı hayat biçimi haline getirmiş insanlardan, gençlerden bahsediyorum. Bugünlerde Ankara’da bu öfkeyi bu itirazı gören, gençlerin yaşamlarındaki boşluğu aslında hiç de uzak olmadıkları bir şey üzerinden İslam üzerinden ancak büyüdükleri mahallenin hiçbir değeriyle bağdaşmayan bir canilik söylemiyle kullananları görüyoruz. Kendilerini Selefi Müslümanlar, İslam devletinin sancaktarı olarak tanımlayan IŞİD ve el-Nusra’dan bahsediyorum. Selefi İslamcı örgütlerden bahsederken bir şeye dikkat etmek gerekiyor. Bu yapılanmaları biz yeni görsek de uzun zamandır buradalar. Sadece bağlantılar ya da örgütsel iletişim ağlarıyla değil, selefi düşüncenin ya da bu düşünceyi sığ-cihad mantığına indirgeyen fikriyatın kendisi otuz senedir mahallenin can damarlarını zaten kemirmeye devam ediyor. IŞİD yokken de IŞİD kafası ya da fikriyatı sistem tarafından hep beslendi. Bu sayede bugün mahallelerde IŞİD örgüt evleri düzeyinde çalışma yapabilir halde. Özellikle Hacıbayram, İsmetpaşa ve Hasköy’de. Fakat örgütsel iletişim buralardan çok, her yerde olduğu gibi, internet ve bazı dernekler üzerinden yürüyor. Bugün neredeyse her hafta ölüm haberleri alınıyor bu mahallerde. Bunun dışında kayıplar, haber alınamayanlar var. Ancak iletişim ilginç şekilde açık yollardan sürüyor. Neredeyse meslek edinme haline gelmiş. Birkaç somut örnek verirsem, Türkiye’yi, kimsenin sesini çıkarmadığı hatta korundukları güvenli kendi bölgeleri olarak gördükleri daha iyi anlaşırı sanırım. Cemaat içi evlilikler yapılıyor, gelenek mi şiar mı bilmiyorum. Evli oldukları eşlerini burada bir eve bırakıp belli periyotlarla, dört-altı ay arayla gidip gelenler var. Özellikle Önder Mahallesi tarafı şuan Arap mahalleri haline gelmiş durumda, seyyar satıcıları dahi Arapça bağırırken duyabilirsiniz. Aynı oranda olmasa da Hasköy tarafında mültecileri de görebilirsiniz. Bu örgütler bundan faydalanıyor, böylece örgüt evleri ile mültecilerinki birbirinden ayırma imkânınız kalmıyor. Ancak bugün Hasköy’de dahi bilinen iki IŞİD örgüt evi var. Yaralı gelenler var. Ailelerin Suriye sınırında, Kilis’te, Hatay’daki bağlantılar yoluyla geri getirdiği çocuklar var. Çocuk diyorum çünkü henüz daha 18 yaş civarında. Hatta geçen 14

ve 16 yaşında iki kardeş IŞİD saflarında savaşmak için Suriye’ye gitti. Ölümle dans ediyorlar ve bunun farkında bu çocuklar. Çok farklı motive kaynakları olabiliyor ama temelde İslam anlayışıyla ilgili bir mesele ve pek tabi onlara burada sunulan amaçsızlık ve geleceksizlikle. Konuştuğum IŞİD üyelerinin anlattıklarından daha rahat bir hayat imkânı olduğu anlaşılıyor ancak temel sebebin bu olduğunu söylemek çok kestirmec bire sonuç olur. Çünkü farklı sınıfsal yapılardan katılımlar var ve oradaki maddi desteğin harçlıktan öte gidecek miktarlar olmadığı anlaşılıyor ya da benim araştırdığım kadarıyla böyle anlıyorum. İlginç bir şey, IŞİD, ilk defa itaat kültürünü ya da ikbalin deyimiyle koyunluğu Anadolu’ya yayan devletçi Sufi gelenek içinde de çok büyük çatışmalara sebep oluyor. Bugün mahallemizde savaşa karşı duran ya da genel olarak kendi postlarından başka hiçbir şey için savaşmayacak tarikatlardan IŞİD’e katılımlar yoğun. En çok katılımın olduğu ve Sünniliğin merkezi yerlerinden Adıyaman, aynı zamanda menzil cemaatinin merkezidir Ancak Bingöl ve Adıyaman’da IŞİD üyelerinin ölülerine kitlesel cenaze merasimleri düzenlendiğini görüyoruz. IŞİD’in Süleyman şah türbesini tehdidi, konsolosluk olayı ve Türkmenler de dâhil mazlum halklara yönelik katliamlar, milliyetçi muhafazakâr toplumsal yapıdaki insanları dahi iğreti etmesine rağmen halen mahallelerimizden yoğun katılımların yaşanması; artık bu konuda bir şeyler yapılmasını zorunlu kılıyor. Artık bu örgütlenmeler, bu sığ selefi cihad mantığı mahallelerimizde bu kadar rahat kol gezememeli. Bu gençlerin yaşamsal boşlukları artık dert edinilmelidir. Müslümanlar acı tecrübelerle ve büyük veballerle yaşadıkları 28 Şubat sonrası “ne yapmalı” sorusuna verdikleri cevapları sorgulayarak başlamalı. Bugün birbirlerini ötekileştirerek kurdukları dernek sohbetlerinin IŞİD fikriyatının can damarları olduğunu ve siyasal İslam olarak gördükleri ya da artık halifelikten neredeyse peygamberliğe terfi ettirecekleri sistemin baş aktörlerinin dün adalet savaşı vermiş kardeşlerinin kanları üzerinde oturduklarını fark etmelidirler. Masum bir insanın kanı eline bulaşanın asla mazlumlardan olamayacağı ve bu yüzden böylelerinin, asıl adalet savaşı olan, ezilenlerin ezenlere karşı sürdürdüğü savaşta, ezilenlerin müttefiki olamayacağını unutulmamalıdır. Eğer samimi bir şekilde yeniden asr-ı saadet ise arzulanan; gerçek bir adalet için halkların barış içinde kardeşçe bir arada yaşamasından yana taraf olunmalıdır. Aksi taktirde bugün sadece Ezidilerin, Rojava’nın ve Halep’in ayaklarımızın ucunda hissettiğimiz kanı, yarın mahallelerimizde bizi boğacaktır.


Ahval-i Angara - Aralık

Ankara’nın Ötekileri

5

TAHAMMÜL EDİLEN MİSAFİRLER;

Suriye’li Mülteciler

Altındağ biz bize yaşamaya alışık olduğumuz yerlerden biri. Biz bizeliğimizi ilk bozanlar Somalililerdi. Bundan dokuz-on sene evvel İsmetpaşa’da daha sonra Önder Ulubey civarında görmeye başladığımız bu “yabancıların” burada ne yaptığını pek anlayamamıştık. Soramıyorduk da zira sadece tenlerinin rengi değil dilleri de garipti. Soracak pek bir şey de yoktu gerçi buralarda herkes ekmeğindeydi. Onlar da öyleydi. O günlerde utana sıkıla kapılarını çaldığımızda gördüklerimizi hiç unutamadık. Yıkılmaya terk ettiğimiz evlere yerleştirilmişlerdi. Bu kapılar ardında sımsıcak, biraz da alaycı gülümsemeleri, orta yerde bir tencere ve birkaç minderi görmüştük. Karınca misali bir umut girip çıktığımız evlerde hep aynı resim vardı. Aynı yokluk, yoksulluk ve bizde de hep aynı sessizlik. İnsanlığımızı, tokluğumuzu, kardeşliğimizi sorgulatan bir sessizlik. Bugün de Suriye’den son üç buçuk yıl içinde ülkesini terk etmek zorunda kalıp Türkiye’ye iltica edenlerin sayısının iki milyona yaklaştığı tahmin ediliyor. Mülteciler için kurulmuş 22 kampta kalanların sayısı ise yalnız iki yüz yirmi bin civarı. Geriye kalan yaklaşık bir buçuk - bir milyon yedi yüz bin Suriyeli mülteci ise, büyükşehirler yoğunlukta olmak üzere, Türkiye’nin değişik illerine dağılmış durumda. En revaçta illerden Ankara’da

da durum yüz binlerle ifade ediliyor. Altındağ ucuz barınma imkânları ve iş olanaklarından dolayı mülteci sayısının her gün arttığı yerlerden yine. Özellikle Önder, Ulubey, İsmetpaşa ve Yıldız civarı. Aradan geçen on seneden sonra bugün Önderde dolaşırken arkadaşlarımızla, o sessizliği tekrar ve daha şiddetli duyuyoruz. Artık Suriye sokaklarından farkı kalmamış Önder sokaklarının da. Evlere girip çıktıkça, her seferinde bin bir hüznü, umudu ve acıyı birden yaşıyoruz. Tüm yoksulluğa, sefalete rağmen insanların telaşından ve koşuşturmasından bayram arifesinde olduğumuzu ancak hatırlayabiliyoruz. Kentsel dönüşüm kapsamında boşaltılmış gecekondulardan birine girdiğimizde anne ve babalarını Suriye’de bırakıp gelmek zorunda kalmış iki kız kardeş ve iç içe odalardan fırlayan on kadar çocukla karşılaşıyoruz. Yeni gelen ailelerden kız kardeşlerden birinin dört ay on gün evden çıkamayacağını, eşinin şehit olduğunu bu yazıyı yazdığım günün akşamı görüştüğüm Meryem abladan öğreniyorum. Mahalleliden özellikle kadınlar adeta seferber olmuşlar bu beklenmedik misafirler için. Ancak nereye kadar diyor bir alt komşu, sınırları açmanın ve yapılan yardımların yeterli olmadığını söylüyor. Sitelerde çalışarak aldıkları yarı yevmiyeleri dahi olmayan aileler, kapıdaki ka-

rakışı düşünüyor şimdi. Girip çıktığımız onlarca evin içerisinde bir döşek ve bir halı bulduğumuzu zengin sayıyoruz artık. Her şeye rağmen kuru betonda dolanan çocukların gülüşmelerini, oynayışını izliyoruz. Bir odalı yuvasında, bir halısı, gündüz altına, akşama üstüne aldığı battaneyisinden başka birşey olmayan teyzeyi yuvasında bulamıyoruz. Aynı akşam bin üç yüz elli lira istenilen lösemi ilacını almak için Suriye’ye gittiğini öğreniyoruz. Mahalleliyle sohbet ediyoruz. Ne halleri varsa görsünler diyor biraz da ekmek kaygısıyla bir esnaf. Yanı başıma dükkân açmış herif daha ne olsun, üstelik kaçak diyor. Bir diğeri ilk geldiklerinde elimizden ne gelir diye düşünüyorduk şimdi hangi birine yetişeceğimizi şaşırıyoruz diyor. Bir sıkıntımız yok onlar da biz gibi oğlum, iyisi var kötüsü var diyor mısırcı abla.

Suriyeli esnaflarla konuştuğunuzda biz bizeliği bozmanın bedelini ırkçı bakışlarla, şiddetle ve evleri yakılarak ödemiş, Türk misafirperverliğiyle tanışmış tedirgin gözleri görebiliyorsunuz. Tüm malzemesini bir tezgâh üstüne sermiş Halepli bakkal Mümtaz, diyor elhamdülillah. Devlet yardımlarını soruyoruz. Yine babasını Suriye’de bırakmış Muhammed “vallah yalan” diyor “devlet para yok” diyor. Son olarak karakışı iliklerimizde hissettiğimiz bugünlerde acil olarak battaniye, soba, yakacak, kışlık elbise ve kuru gıda temel ihtiyaçlar olarak sıralanabilir. Tabii ki her şeyden önce biz: bilincimizi gözden geçirerek, insanlığımızı hatırlama zamanı. Ankara Mültecilerle Dayanışma İnisiyatifi ankaramulteci@gmail.com

AHVAL-İ İSMETPAŞA

Çok zengin ve varlıklı aileleriyle değil, kendi yağında kavrulan insanların oturduğu Ankara’nın küçük bir semti İsmetpaşa. Bazı söylemlere göre asimile olmuş Alevilerin, Sünnilerin, Şiilerin, ve diğerlerinin yani Poşaların diyarı. İnşaat işçilerinin, seyyar satıcıların, öteki hissettirilenlerin yeri. Bir dönem tarihi evleriyle anılan; evlerinde et mi kaynar, dert mi kaynar tahmin etmek zor olmayanların mahallesi. Bir dönem yanı başında devlet erkanın bulunduğu ama dertleri bitmeyenlerin İsmetpaşasını şimdi de “Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi” adı altında canlılığını

alıp ölü bir bedene dönüştürmeye çalışıyorlar. 80’lerde Afganlara, 90’lar da Iraklılara ve son yıllarda da Suriyeli göçmenlere ev sahipliği yapan İsmetpaşa bugün kimliksizleştirilme ve kalan tarihi ve kültürel dokusunun tamamen bozulmasıyla karşı karşıya. YASAL KILIFA UYDURULUYOR Kentsel dönüşüm altında mahalle itibarsızlaştırılıp rahatça yıkılmasına yönelik kamuoyu yaratmaya çalışan Melih Gökçek ve onun rantçıları, yasal her türlü yola başvurarak İsmetpaşa halkını uyutmaya çalışıyor. Metre karesine 650 tl vererek çok az bir paraya mahalle halkın

kandırmaya çalışıyorlar. Olmadığı takdirde mahallenin elektriğini suyunu kesiyorlar veya bilinçli bir şekilde mahalleyi uyuşturucu merkezi haline getirtiyorlar ki mahalleli kaçsın. Bununla yetinmiyorlar, 1952’den kalma Yahya Galip okulunu yasal kılıfına uydurarak yıktıran belediye önce bir sene servis vererek çocukları Bentderesi civarında bir okula götürüp sonraki sene servisi de keserek başınızın çaresine bakın diyor ki aileler iyice mağdur olsun ve kendi mahallesini terk etmek zorunda kalsın. ZENGİN ZENGİNLİĞİNİ BENİM İNŞAATIM ÜSTÜNDEN ARTTIRCAK

“Altı dairelik eve 150 bin veriyor, bizimkisi alınteri değil mi? Bu evleri ellerimizle yaptık, dedelerimizden bizlere kaldı. Zengin zenginliğini benim inşaatımın üstünden arttıracak bir de benim mahallemden gençleri toplayıp işçi olarak 40 tl ye çalıştıracak. Biz garibanlar daha da garibanlaşalım diye oluyor bunlar’’ diyen mahalle sakinlerinden bazıları kendilerinin söz ve karar haklarının olduğunu, kendilerine uygun olmayan şeyleri yapmayacaklarını belirtiyor. BİLİNÇİ OLARAK YAPILIYOR Mahallenin eski sakinlerinden bir kişinin değimine göre; mahalle içinde belediyeyle anlaşan ve anlaşmayan aileler arasına soğukluk girmiş. Belediyeyle anlaşan aileler gittikten sonra yıkımlar başlamış, ancak binaların duvarlarını yıkıp bırakmışlar. Boş alanlara önce uyuşturucu sonra da Suriyeli mülteciler yerleşmiş. “Kimseye düşman değiliz” diyor mahalledeki abi. Duvarı olmayan bu viraneleri göstererek hem buralara yerleşen Suriyelilerin şartlarının yaşamaya uygun olmadığını hem de mahallenin bu insanları ağırlayabilecek kadar zengin olmadığını vurguluyor. Sağlık koşullarının hep daha kötüye gittiğini belirtiyor. Evlerimizin önüne bilinçli olarak moloz yığınları ve çöpler dökülüyor” diyor ve bütün bunların fiziken ve psikolojik olarak kendilerini yıldırmak için yapıldığını ama yılmayacaklarını vurguluyor yüksek sesle. Bütün bu insanlık dışı uygulamaların rant için yapıldığını bildiklerini ve yaşam haklarını savunmak için her türlü mücadeleyi yürüteceklerini ve İsmetpaşa’nın kültürünü yok ettirmeyeceklerini belirtiyor.


Emek

6

İşçiler ölmeye devam ediyor?

Ahval-i Angara - Aralık

Kaza mı? Cinayet mi?

Daha 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma ve 10 işçinin yaşamını yitirdiği Torunlar facialarının acısı içimizdeyken, 28 Ekim 2014 tarihinde Karaman’ın Ermenek ilçesinde bu kez 18 işçi, maden ocağını su basması nedeniyle yeraltında çamur içerisinde kaldı. İşçilerin bir çoğunun ölülerine dahi ulaşılamayan Ermenek’teki bu cinayet aynı diğer iş cinayetlerinde olduğu gibi göz göre göre geldi. O madenin çalıştırılmasının güvensiz olduğuna dair var olan ve Bakanlığa sunulmuş raporlar dikkate alınmadığı gibi, güncel denetimlerde de görülen eksikler tamamlanmadan üretimin sürdürülmesine göz yumuldu. Ermenek’te 18 maden işçisi yerin altından çıkartılmamış, umutların tükenmesi acımızı ve öfkemizi daha da artır-

mışken, bir kara haber de Isparta’dan geldi. Isparta’nın Yalvaç ilçesinde 27 yolcu kapasiteli midibüste 45 yolcu taşınması nedeniyle freni boşalan midibüsün devrilmesi sonucu 18 tarım işçisi yaşamını yitirdi. Hayatını kaybeden ve

Yas Bile Tutamamak Su ve çamura boğulan 18 işçinin bir kısmının ölülerine ulaşma çalışmalarının sürdüğü Ermenek’te kadınlar gözyaşları içinde Kömür toplamaya devam ediyor.

Maden faciasının yaşandığı Güzelyurt beldesi yakınlarında oturan 50-60 yaşlarındaki kadınlar “Hâlâ 16 evladımız orada ama bizim de yakacağa ihtiyacımız var” dediler.

yaralanan işçilerin çoğu kadın. En temel güvenlik önlemlerini dahi masraf olarak gören ve maliyetleri kısmak adına işçileri servise tıka basa dolduran patronlar ile hiçbir denetleme yapmayıp caydırıcı cezalar vermeyen

AKP iktidarının ortak faili olduğu bu cinayet maalesef ki ne ilk ne de son. Güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışmanın adı olan taşeron sisteminin hemen her sektörde temel istihdam biçimi haline getirildiği ülkemizde iş güvenliği önlemi alınmadığı için her gün en az 5 işçi yaşamını yitiriyor. Yani maliyetlerden kaçınmak ve sermayenin kar hırsını tatmin etmek amacıyla her gün 5 işçi bile bile ölüme gönderiliyor. Her kazadan sonra bu son olacak, gerekli tedbirler alınacak, sorumlular cezalandırılacak gibi açıklamalar yapılmasına rağmen; ülkemizi “ucuz emek cehennemi”ne dönüştürmenin adı olan taşeron sisteminde işçi sağlığı ve güvenliğine maliyet artırıcı unsur olarak bakıldığı için kaza adı altındaki iş cinayetlerinin önüne geçilmiyor.

Türkiye Çocuk İşçiliğinde

Dünya “Birinci Liginde”

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi’nin kabul edildiği 20 Kasım 1959’dan beri tüm dünyada 20 Kasım Çocuk Hakları Günü olarak anılırken, çocuk hakları gününde dahi çocukların hakları ihlal ediliyor. Dünya ülkelerinde çalışan çocuk sayısı 168 milyonu bulurken, Türkiye’de 2014 itibarı ile çalışan çocuk sayısı 893 bin. ISİG verilerine göre, sadece 2014 yılının ilk 9 ayında 42 çocuk işçi yaşamını yitirdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenli Meclisi›nin (İSİG) raporunda çocukların çalışma nedenleri, “Ailelerin yoksulluğu, köyden kente göç, eğitime ulaşamama, 4+4+4 eğitim sistemi ve sermayeleştirme süreci ile birlikte kapitalizmin duyduğu ucuz emek gücü ihtiyacı” olarak sıralanıyor. Bu nedenlerle çalışmak zorunda kalan çocuk işçilerin yüzde 20’si zorunlu eğitime devam edemiyor.

Yoğun olarak mevsimlik tarım alanlarında çalıştırılan çocuk işçilerin yaş ortalamaları 11. Uzun saatler boyunca ve ağır şartlarda sigorta, güvenlik, sağlık gibi en temel insan haklarından bile mahrum bir şekilde çalışmak zorunda bırakılan çocuk işçilerini koruyan her hangi bir yasal güvence yok. ‘DÜNYADA 168 MİLYON ÇOCUK İŞÇİ BULUNUYOR’ Dünyada, pek çoğu tam zamanlı çalışan, eğitim hayatından tümüyle koparılmış 168 milyon çocuk işçi bulunuyor. Bu çocukların 85 milyonunu, sağlıksız ortamlarda çalışma, kölelik ya da diğer çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerini yerine getiren çocuklar oluşturuyor. Çocuk işçiliğinin yoğun olarak rastlandığı ülkeler arasında ise Türkiye, Mali, Bhutan, Burundi, Uganda, Nijer, Burkina, Etiyopya, Nepal, Ruanda, Kenya ve Pakistan gibi ülkeler yer alıyor.

TOPLUM İÇİN SIRADAN BİR KÂĞIT İŞÇİSİ Bizim İçin Ve Pek Çok Kâğıt İşçisi İçin Benzer Yaşanmışlıklardan Gerçek Bir Öykü

Kâğıt İşçilerimizden olan, bizim ismini deşifre etmeyeceğimiz yazıda Mehmet olarak kullanacağımız ve pek çok aynı kaderi taşıyan Kürt halkı nezdinde zorunlu göç ve koruculuk dayatılmış bir kağıt işçisi ailesinin gerçek öyküsü. Bundan yaklaşık 11 ay evveldi ilk merhabamızı diyemediğimizde. Diyemediğimiz diyorum çünkü kılığımızı kıyafetimizi, kendinden olmadığımızı gördüğünde ürkmüştü Mehmet ağabey. Ortalama insanların yaşayamayacağı türden ama kâğıt işçilerinin ise büyük bir keyifle yaşadıkları 10’ar kişilik barakalardan birinde kalıyordu. Bir avuç cennet misali buna da şükür deyip hiç sığınacak yerleri olmayanlar ne yapsın diyorlardı. Baraka sahibi ve sorumlusu beni oldukça sıcak karşılamıştı, içerdeki diğer kâğıt işçileri de. Ama Mehmet abi, kürt geleneklerinin kendine has güzelliği içerisinde hoş geldin demiş gelmemden hoşnut olmasa da bunu ifade etmeden bir kenara geçip oturmuştu. Sohbet ilerlemiş kâğıt işçiliği ve kâğıt işçilerinin temel sorunlarına dair konuşup dernekleşme çalışmasını anlatırken bir gözüm sürekli ondaydı. Diğer kâğıt işçileri sürekli sorular sorup hatta bu iş bizim sonumuz olur ağabey derlerken, Mehmet abi sesini çıkarmadan öylece beni süzüyor

ve her söylediğimi dikkatlice dinliyordu. Sohbeti sonlayıp yine geleceğimi belirttiğimde herkesten önce ayağa kalkıp gayet ölçülü bir şekilde güle güle demiş toplam konuşmamız bu kadardan ibaret olmuştu. Aradan 1 hafta geçmiş yine aynı yerin yolunu tutmuştum, geleceğimi bildikleri için çayları demleyip otlu peynir, kaymak ve tereyağından oluşan güzel soframızı hazırlamışlardı. Mehmet abi yine sadece hoş geldin demiş ve aynı köşeye geçip oturmuştu. Ben ısrarla geri dönüşüm üzerine yasaların çıkacağını ve bu yasaların kâğıt işçileri için oldukça zor dönemleri haberdar edeceğini anlatırken yine sadece dinliyordu. Arada O’na doğru bakıp anlatırken hiç oralı olmuyor gibi

davranıyor, başımı çevirdiğimde ise pür dikkat dinliyordu. Yine giderken sadece bir güle güle demişti. Aradan epey haftalar geçti ısrarla aynı barakaya gidiyor, bu adamı merak ediyordum. Bir arkadaşım deşme Dinçer elbet vardır anlatamadıkları dese de, kendime bir türlü hâkim olamıyordum. Neredeyse tüm o bölgedeki kâğıt işçilerini tanıyordum ama Mehmet abiye dair bir şey yok. Sadece ben değil diğer baraka yaşayanları da bilmiyordu. İşini yapar kimseye karışmaz ve bir şeyler bulursa okur diyorlardı. Aradan yaklaşık 3 ay kadar geçti sadece diyalogumuz merhaba ve güle güleydi, olmuyor konuşmuyor hatta bazen öfkeli bakıyordu. Dünyasına girmeye çalışarak iyilik mi ediyorum kötülük mü ediyorum arasında kalarak anlamlı bulduğumuz dernek çalışmasına devam ediyordum. 3 ay sonunda ilk defa konuşmuş; depo sorumlusunun olmadığını söylemiş buyur gel bir çay içelim demişti. İnsan egosu mudur adına ne dersek diyelim o an yaşadığım mutluluğu halen kendime dahi tarif edemiyorum. Elbette gelirim ama çaylar açık olsun demiş ve gülüşmüştük. İlk sohbetimiz diye biranda onlarca şey sormak yerine kendimi anlatmaya çalıştım. Neden kâğıt işçileri neden pek çok insan

varken onların yaşamlarına dair bir şeyler yapmak sorularını o sormadan kendim anlattım. Memleketi hariç hiçbir soru sormadım, Şırnaklıydı tek bunu öğrenmiş ve bu öğrendiğimle oradan kalkmıştım. Giderken bana gayet beni mahcup edecek bir şekilde yaşı benden çok fazla olmasına rağmen Dinçer Bey lütfen bu sohbetimizi kimse bilmesin demişti. Mehmet abi depoda kantarcıydı, depocunun bir yerde eli ayağı misali. Aradan haftalar geçiyor, ben Mehmet abi ile iyice kaynaşmaya başlıyordum. Sadece Mehmet ağbi değil tüm kağıt işçilerinin benim için destansı hayatları beni oranın bir parçası yapıyordu. Yavaş yavaş her şeyi konuşur azcık hayatı çekiştirir, bazen depocuya sallar, bazen de kadınları, anlayamam.


Emek

Ahval-i Angara - Aralık

7

12 Yıllık AKP İktidarında En Az 14 Bin 455 İşçi Yaşamını Yitirdi İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisinin ilk dokuz yılı resmi rakamlardan son üç yılı ise kendi derlediği verilere dayanarak hazırladığı iş cinayetleri raporuna göre AKP’nin tek başına iktidar olduğu 2002 yılından bu yana en az 14 bin 455 işçi işyerinde yaşadığı “kaza” nedeniyle yaşamını yitirdi. Sadece 2014 yılının 10 ayında 1600 işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Tuzla’da tersane işçileri; Çağlayan’da kot kumlama işçileri; Davutpaşa ve Ostim’de kimya işçileri; Soma, Kozlu, Karadon ve Ermenek’te maden işçileri; Esenyurt ve Torunlar’da inşaat işçileri; Isparta ve Düzce’de mevsimlik tarım işçileri ve daha nice işçi cinayeti son 12 yıllık dönemin en açık sonucu. Binlerce ailenin ocağının sönmesine, çocukların açlık ve yoksulluğa terk edilmesine neden olan bu işçi cinayetleri bizzat Erdoğan tarafından “ölüm bu işin fıtratında var” denilerek sanki bir kadermiş gibi doğallaştırılmaya, sıradanlaştırılmaya çalışılıyor. Ancak ISİG raporunda da dile getirilen nedenler yaşanan bu cinayetlerin hiç de kader olmadığını gösteriyor.

Diğer yandan devlet de bu süreçte patronlarla işçiler arasında bir hakemmiş gibi gösteriliyor. Oysa ki birçok işletme elinde olduğu için zaten devlet de işveren konumunda. Diğer yandan denetim işlevini yerine getirmemesi ve giderek artan iş cinayetleri de devletin aslında hangi tarafın bir parçası-aracı olduğunu ortaya koyuyor. Sonuçta patronların karları her geçen gün daha da artsın diye en ufak bir güvenlik önlemini bile gereksiz görüp, emekçileri kölelik koşullarında çalışmaya mahkum edenlerin sözünün geçtiği bu sistem değişmediği müddetçe işçilerin kaza adı altında cinayetlerde katledilmesi maalesef kader olmaya devam edecek…

Göstermelik ‘İş Güvenliği’ Paketi

Soma, Torunlar ve en yakın Ermenek’te yaşanan kitlesel iş cinayetleri ardından AKP hükümet iş güvenliği paketi açıkladı. Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından oldukça büyük iddialarla açıklanan paket yandaş medyanın bütün reklamlarına rağmen iş cinayetlerini engellemeye yönelik hemen hiçbir yapısal değişiklik içermiyor. İş cinayetleri sorununu teknik bir sorun olarak ele alan paket, iş cinayetlerinin işçi ve işverenlerin eğitimsizliğinden kaynaklandığı yaklaşımı ile işçiler ve patronlara bilinçlenme çağrısı yapıyor. Yapısal olarak önlemler almak yerine soruna makyajlı çözümler öngörüdüğü pakette, binlerce madenciye mezar olan rödövans sistemi de tamamen kaldırılmayarak göstermelik bazı düzenlemelerle sanki yeniden yapılandırılıyormuş gibi sunuldu.

Patronlar işçi sağlığı önlemlerini almıyorlar. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi işçi sağlığı önlemlerinin bir maliyet unsuru olması ve bunun kar oranını düşürmesi. Yani patron için para kazanmak işçilerin canının önünde tutuluyor. İkincisi ise işçi sağlığı önlemlerinin alınması, işçinin üretim sürecinde söz sahibi olması gerekiyor. Ancak işçilerin örgütlenmesini, işyerlerinde keyfiliklerinin önüne geçtiği ve iktidarını sınırladığı için yasal-yasa dışı her türlü yolla engelliyor.

HAKLARIMIZ…

İŞ CİNAYETLERİNDE ÖLMEME HAKKIMIZ VAR! Ülkemizde patronların ve yasaların iş kazaları olarak nitelendirdikleri ancak gerekli güvenlik önlemleri alınmadığı, çalışma koşulları insanca düzenlenmediği için gerçekleşen işçi ölümlerine İŞ CİNAYETLERİ diyoruz. Araştırmalar da söylediklerimizi doğruluyor; iş kazalarının %98’i ÇOK BASİT ÖNLEMLERLE ortadan kaldırılabilir ancak patronlar bu çok basit önlemleri dahi maliyet unsuru olarak gördüğü için; bir türlü uygulanmıyor. En çok iş cinayeti küçük işletmelerde gerçekleşiyor. Gerçi adı çok bilenen büyük firmaların işyerlerinde yaşanan cinayetlere bakıldığında görüleceği gibi hemen hemen bütün işyerlerinde güvenlik sadece göstermelik. Kayıtsızlığın ve güvencesizliğin çok yaygın olduğu ve esnek-kuralsız çalışmanın hakim olduğu küçük işletmeler hem sayıca çok oluşu hem de senede bir kez dahi denetleme geçirmeden faaliyet sürdürmesi nedeniyle cinayetler en çok buralarda gerçekleşiyor. Bu işletmelerde sayıca az işçinin çalışılıyor oluşu cinayetlerin tekil olaylar gibi görünüp üzerinin kapatılmasına neden oluyor. Her ne kadar mevcut yasal düzenlemeler çoğunlukla sadece kağıt üzerinde kalıyor olsa bile emekçilerin çalışırken ölmeme hakkı var. Peki çalışırken “ölmeme” hakkımız nedir, nasıl kullanabiliriz? 1- Her işçinin insanca koşullarda ve yaşam hakkını güvenceye alacak biçimde çalışma hak-

kı vardır. Bu hak dolayısıyla işçi, patronundan ve devletten işyerinde işçi sağlığı-güvenliği önlemlerinin gerekli-yeterli düzeyde alınmasını isteyebilir. 2- Mevcut yasal mevzuata göre; 50 den fazla işçinin çalıştığı ve 6 aydan fazla süreyle çalışılan işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği kurulu oluşturulması zorunludur. 3- Bu gibi işyerlerinde çalışan işçiler işyerinde sağlık ve güvenlik açısından tehlike yaratacak bir durum tespit ederlerse durumu bu kurula yazılı olarak bildirip tedbir alınmasını isteyebilirler. 4- Kurul kendisine gelen başvuruları kayda almak ve inceleme yapmakla yükümlüdür. Ancak ağırlıklı olarak patron temsilcilerinden oluşturulan bu kurulların tehlikenin önlenmesine yönelik gerekli düzenlemeleri hayata geçirmesi pratikte pek görünen bir şey değildir. 5- Yine de işçilerin yazılı başvuru yapması önemlidir. 6- Bu kurulun bulunmadığı işyerlerinde işçi doğrudan patronuna başvurmalıdır. Bu noktada başvurunun ispatlanabilecek yollardan yapılması önemlidir. ( noter kanalı, iadeli taahhütlü posta vb.) 7- Patron gerekli önlemleri almadığında eğer tehlike ağır ve yakın bir tehlike ise işçinin

Gülşen UZUNER çalışmaktan kaçınma yani iş bırakma hakkı vardır. (Ağır ve yakın tehlike; işçinin vücut bütünlüğünü, sağlığını tehlikeye düşürecek boyutta bir tehlikenin var olması demektir.) 8- İşyerinde sağlık ve güvenlik açısından ağır ve yakın tehlike bulunduğunu bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmadığı için çalışmaktan kaçınan işçi, patrondan ücret ve diğer haklarını talep edebilir. Çünkü patron yasadan kaynaklanan önlem alma görevini yerine getirmemiş, işçiye güvenli bir çalışma ortamı sunmamıştır. 9- İşçi gerekli tedbirler alınmadığı için iş sözleşmesini tek taraflı olarak feshedebilir. Bu durumda kıdem tazminatına hak kazanır. 10- Sağlıklı çalışmak için gerekli tedbirler alınmadığında işçi Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na da şikayette bulunabilir. Bakanlık denetim yükümlülüğünü teftiş kurulları aracılığıyla yerine getirir. İşyerinde yakın bir tehlike varsa idari para cezası ile yetinilir. Eğer hayati tehlike mevcutsa ya da risk değerlendirmesi yapılmamışsa Bakanlığın işi durdurma yetkisi vardır. Çok yakın ve hayati tehlike varsa işyerini kapattırır. Bakanlığın işi durdurduğu ya da işyerini mühürlediği süre boyunca işçi çalışmadığı halde ücretini alır.


Türkiye

8

Ahval-i Angara - Aralık

ZAM, ZAM, ZAM, UCUZLUK NE ZAMAN ise hem sanayide hem de konutlarda hala en ucuz ülke konumunda” demiş olsa da hükümetin elektrik ve doğalgaza %9 zam yapma kararı aldığı iki yıllık sürede küresel piyasalarda doğalgaz fiyatları %22,1 düştü. alışan ekli ve ç m E Ocak Zamların Cefası Bize Kaldı, Midemize lerinin l i k e v t e tlinin mill De Oturdu ari ücre una g s a i k i or. B zammı Bakanlar her ne gerekçe söylerse söylenk geliy larak e d a n ı ş ığı a maa sin zamların cefası geçim derdinde olanlara ekli ayl göre Em a devam eden kaldı.Elektrik Mühendisleri Odası’nın yapy 200 çalışma Zam haberlerinin ardından tığı hesaplamalara göre dört kişilik ailenin, ı 23 bin ş a a m n i l i k . e k v maaşlara da zam yapılacağı kulakdoğalgaz tüketimi için ödeyeceği faturanın ıkaca liraya ç tan kulağa yayıldı. Emekçiler, ayda ortalama 15 lira artması bekleniyor. “belki asgari ücretlerimiz artar da Doğalgaz sektörü yetkililerinden edinilen en azından faturaları öderiz” diye beklerken; cumhurbaşkanı bilgilere göre, 100 metrekarelik bir konutun ödeneği ve milletvekili maaşlarına zam geldi. yıllık tüketimi bin 500 metreküp civarında. Cumhurbaşkanı’nın aylık ödeneği brüt 39 bin 950 liradan Buna göre 100 metrekarelik konut, zammın 43 bin 750 liraya yükseldi. Vergi kesintileri düşüldükten sonra ardından yılın son çeyreğinde yaklaşık 638 Cumhurbaşkanı’nın aylık net ödeneği yaklaşık 29 bin lira metreküp doğalgaz tüketmiş olacak ve bu olacak. miktar için 848 lira ödeme yapacak. Böylece Memurlara zam yapılmazken hem normal maaş, hem de son üç ayda zam nedeniyle 45 lira civarında emekli aylığını bir arada alan milletvekillerinin maaşlarına artı maliyet çıkmış olacak. yılbaşından itibaren bin 700 lira zam yapılacağı duyuruldu. Diğer mal ve hizmetlere yansıyan zamlar Bütçenin TBMM’ye sunulduğu haliyle kabul edilmesi durugıdayı da vurdu. Sebep tek başına don ve munda milletvekillerinin emekli aylıkları yüzde 9.5, maaşları kuraklık olarak adlandırılsa da, enflasyon da yüzde 7 zamlanacak. Emekli aylığı da alan yaklaşık 400 hedefleri ve rakamlarıyla aslında iyiyiz, milletvekili yeni bütçenin yürürlüğe girmesi ile birlikte 1 Ociyiyiz dense de ne pazar hesabı ne de ihtiak’tan itibaren net bin 700 lira zamlı maaş alacaklar. yaçların karşılanması denkliği sağlanamıyor bizim için. Geçtiğimiz günlerde aşurelerimizi yapsak da malzemeleri alırken geçen yılla farklara baktığımızda 10 kişilik aşure 19 TL’ye mal olurken, bu yıl fiyat 30 TL’ye yaklaştı. Aşure bir yılda yüzde 57 zamlanmış olduğunu gördük.

Cumhurbaşkanına 44.000 TL, Milletvekiline 23.000TL Maaş

Elektriğe %39, Doğalgaza %57,9 Zam Yıldız’ın açıklamalarına göre doğalgaz ve elektriğe yapılan zammın önemli sebeplerinden biri dolar fiyatındaki artış. Enerji maliyetlerinin çok fazla arttığını, doların 2,28-2,29’ları gördüğünü ifade eden Yıldız, enerji sektörü için doların değerinin artmış olmasının önemli dezavantaj olduğunu söyledi. Yapılan zamlarda dar gelirli kesim düşünülmeden hem bütçeye gelir sağlamak hem de dağıtım özelleştirmeleri kapsamında şirketlerin taleplerini karşılamak ve yeni dağıtım özelleştirmelerini cazip hale getirmek için yapıldığını elbette ki söylemedi. Doğalgaz ve elektriğe en son 1 Ekim 2012’de zam yapılmıştı. Son yapılan %9’luk zam ile birlikte son üç yılda doğalgaza yapılan zam oranı yüzde 57,9’a, elektriğe ise yüzde 39’a çıkmış oldu. Yıldız, “Türkiye, elektrik ve doğalgazdaki yüzde 9’luk fiyat artışına rağmen elektrik fiyatında konutta AB üyesi ülkeler arasında en ucuz 4’üncü, sanayide en ucuz; doğalgazda

ERDOĞAN’IN SARAYI NİHAYET BİTTİ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım” dediği “Ak Saray” nihayet bitti. Başladığı günden bu yana usulsüzlük örnekleri ile dolu olan Ak Saray inşaatı, ormanlık alana imar izni çıkmaması ve mahkemelerin durdurma kararlarına rağmen devletin bütün olanakları seferber edilerek bitirildi. İmar belgesi devlet sırrı denilerek gösterilmeyen saray, gösterilecek bir imar belgesi dahi olmamasıyla Türkiye’de yapılmış

en büyük kaçak yapı unvanını, hem de devlet tarafından yapılarak, kazanmış oldu. “Yeni Türkiye’nin” Simgesi Erdoğan’ın iktidar gücünün ve ‘Yeni Türkiye’sinin simgesi olsun diye bütün mahkeme kararları hiçe sayılarak inşa edilen saray tam bir hukuksuzluk ve usulsüzlük abidesi olması yanında abartı şatafatı ile de tam bir görgüsüzlük örneği. Dinlenmesi imkansız toplantı salonları ve odaları, nükleer saldırıya dayanıklı kontrol mekanları, helikopter kalkış alanı ve tavan yüksekliği tam 5 metre odalarıyla toplamda 300 bin metrekare alana kurulan sarayın duvarları

1 metrekaresinin maliyeti 250 doların üzerinde olan özel “yeşil granitlerle” kaplanmış. Maliye Bakanı Kemal Şimşek’in TBMM’de açıkladığı resmi rakamlara göre bu zamana kadar 963,4 milyon lira harcanan sarayın toplam maliyeti 1 milyar 370 milyon lira. Maden ocakları başta olmak üzere hiçbir alanda işçi sağlığı, iş güvenliği, denetim ve önlemler için yatırım yapmayan AKP hükümeti 935 bin maden işçisinin bir aylık ücretine, iki bin yaşam odasına eşdeğer bir kamu kaynağını Erdoğan’ın sarayına harcamış. İşçiler Yaralanmış veya Ölmüş Önemli mi?

YETER Kİ SARAY YETİŞSİN Erdoğan’ın isteği üzerine 29 Ekim törenlerine yetişsin diye gece gündüz demeden sürdürülen çalışmalarla bitirilen “Ak Saray” ‘da bir işçi cinayeti, onlarca da işçi yaralanması yaşandı. 3 Mart 2014 tarihinde akşam 18.55’de yaşanan iş cinayetinde 28 yaşındaki taşeron firma işçisi Savaş Oğuz, iskelede korkuluk ve gece çalışması için yeterli aydınlatma olmadığından düşerek can verdi.

Kaçak Saray’da Yok Yok Maliyeti 1,37 milyar TL olarak açıklanan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın içerisinde hamamdan saunaya, havuzdan jakuziye, spa merkezinden sinema salonuna kadar birçok mekânın yer aldığı ortaya çıktı. Duvarlar ve tavanları ise varak süslemeli, pirinç kaplama. Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan’ın verdiği bilgilere göre saraycığın toplam inşaat alanı 15 bin metrekare civarında. Mimar Odası Kent İzleme biriminin edindiği bilgilere göre Konutta bulunan havuz birimi 400 metrekare. Yani 100 metrekarelik bir havuzdan bahsediliyor. Havuzun sadece mekanik aksamının 75 bin Euro olduğunu söyleyebiliriz. Hamam, spa ve buhar odaları ve jakuzilerin birim metrekare maliyeti 3000 Euro.


Ahval-i Angara - Aralık

Türkiye

Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmaları

“AK’LANDI”

2013 yılı sonunda başlatılan aralarında AKP’li bakanların çocuklarının da olduğu birçok kişinin gözaltına alınıp tutuklanması ile devam eden 17 Aralık ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarında takipsizlik kararı verilerek, dosyalar kapatıldı. Fetullah Gülen Cemaatinin daha düne kadar kol kola yürüdüğü ve bu kapsamda içerde ve dışarda birçok kirli işi birlikte yürüttüğü AKP’yi iktidardan düşürmek için başlattığı bu soruşturmalar bakan çocuklarının evlerinde çıkan paralar, yolsuzluk ve rüşvet belgeleri ile telefon kayıtlarıyla siyasi iktidarın ve onunla ortaklık kuran güçlerin nasıl bir pisliğe bulaştığını ortaya saçmıştı. Ayakkabı kutularında ve yatak odalarındaki kasalarda çıkan milyonlarca dolarlardan trilyonluk hediyelere kadar bir çok somut kanıtla teşhir olmasına rağmen soruşturmanın kapatılarak Aklanması sonrasında, soruşturmada el konan, para dahil tüm malların sahiplerine iadesine karar verildi. Hükümete darbe girişimi olarak kamuoyuna yansıtılan bu soruşturmalara takipsizlik kararı verilmesi için devletten cemaati temizliyoruz sahte söylemi üzerinden soruşturma savcıları, adli kolluk işleyişi, hatta HSYK yapısı ve üyeleri dahi değiştirildi.

TBMM’ye de Aklama Gerekçesi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın verdiği takipsizlik kararları, ortaya çıkan ciddi kanıtlar üzerine istifa etmek zorunda kalan AKP’li dört bakanın Yüce Divan’a gönderilme olasılığını da neredeyse sıfırlayacak. Meclis’te kurulan sözde “Soruşturma Komisyonu”, savcılığın takipsizlik kararını esas alarak AKP’li bakanların Yüce Divan’a sevk edilmemeleri yönünde rapor yazabilecek ve meclis genel kurulundaki AKP çoğunluğu da bu tartışmalı gerekçeyle daha rahat biçimde bakanlarını aklayabilecek. Meclis komisyon başkanın talebiyle ilgili soruşturmaya yönelik medyaya sansür konulması da bu işin kamuoyunda fazla yankı bulmadan çarçabuk bitirilmek istediğinin kanıtı adeta. Üstüne Para Alacaklar Savcılığın 17 Aralık’ı aklama kararının çarpıcı bir başka sonucu da oldu: Rıza Sarraf ve eski bakan çocukları dahil onlarca dokunulmaz kişi, üstüne devletten alacaklı hâle geldi. Soruşturmanın takipsizlik verilerek kapatılması ile soruşturma kapsamında tutuklananlar devletten “haksız tutuklama” tazminatı almaya hak kazandı. Mahkemenin belirleyeceği bu tazminatlar, maliye hazinesinden, başka ifadeyle vatandaşın cebinden çıkacak.

Alevilere Bir Kez Daha Açılım Geliyormuş AKP hükümeti önümüzdeki genel seçimleri de düşünerek uzun süredir rafa kalkmış gibi görünen Alevi açılımını tekrar gündeme sürdü. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dersim ziyaretinde ayrıntılarını açıklayacağı beklenen “açılım”dan Tunceli Üniversitesi’nin adının ‘Munzur Üniversitesi’ olarak değiştirilmesi ile kentteki eski kışlanın müzeye dönüştürülerek ‘Dersim Müzesi’ adını alması dışında somut hiçbir şey çıkmadı. Çevre illerden getirilen 1500 polis ile adeta bir koruma ordusuyla kente gelen Davutoğlu, söz konusu bu iki adıma ilişkin dahi her hangi bir detay açıklamayarak aynı kendisinden önceki başbakandan devraldığı sözde açılım geleneğine devam etmiş oldu. Önceki Açılımlarda Ne Yapıldı ki? Yaklaşık 5 yıl önce büyük tantanalarla AKP tarafından Alevi açılımı ilan edilmiş, kimine Alevi katillerinin de çağrıldığı 7 çalıştay düzen-

lenmişti. Süreç ancak 1 yıl sürdü ve iktidarın AKP’lileştirme stratejisine teşne olan kimi katılımcıların dahi masada duramadığı bir hiçlikle sonuçlandı. Ardından AKP böl parçala yönet taktiğine başvurdu. Yandaş Alevi örgütleri, sahte Aleviler yaratmaya soyundu, Aleviliğe ilişkin ‘teolojik tartışmalar’ AKP saflarında boy gösterdi. Bu arada Sivas katliamı davasına verilen zamanaşımı kararına “hayırlı olsun” diyen Erdoğan, ucube olarak nitelendirmekten çekinmediği cemevlerinin ibadethane olmadığını ilan etti. AKP, Gülen’le iyi günlerinde Cami-Cemevi gibi asimilasyon projelerini destekledi. Suriye savaşı ile birlikte tırmandırılan mezhepçi politikalar eşliğinde ise seçim meydanlarında Alevileri yuhalatan Erdoğan, diline doladığı “Alisiz Alevilik” söylemi ile Alevileri kendince şeytanlaştırmaya devam etti.

9

ahval-i umumiye

Hayri Baba

2014 BİTERKEN... 2013’ten devralınan bir sürü olayla 2014’e başlangıç yapmıştık. En başta Gezi olayları ve unutulmayan yaşananları olmak üzere, Çözüm Süreci ve görüşmeleri, Reyhanlı patlaması, 17 – 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları ile yılı kapatıp 2014’e kucağımızda bir dolu konuyla, “Vira Bismillah” demiştik. 2014 daha gözlerini açmadan, yerel seçimler, ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi ile “yeni” Başbakan ve “yeni” hükümet hayhuyu, oyalanması ile koca bir yılın doldurulup şişirileceği görülür gibiydi. E, biraz yukarıdan, yüksek mevki ve makamların gözünden bakınca biraz da öyle oldu ve hatta bazı ikbal sahipleri için “körün istediği bir göz” misali fazlası bile oldu diyebiliriz. Peki ya aşağıdan, buradan, bizlerin durduğu yerden bakınca ne oldu; Yolsuzluğun gırla gidip, yoksulluğun, yokluğun da kat be kat arttığı ülkemizde, iş kazası denilen işçi cinayetleriyle yüzlerce insanımız, emekçimiz toprağa verildi, ağıtlar yakıldı. İşten çıkarılıp açlıkla terbiye etme, haddini bildirme tüm işçiler için bilindik tehlike ve korku olarak varlığını sürdürdü. Ölen işçilerimiz soğuk mezarlarına konulurken, geriye kalanlarımıza ise, kış günü ayağında delik kara lastikleriyle yaşamak layık görüldü. Toplumdaki kadının yeri, değeri ve anlamı her gün, her an ve her yerde konuşulup, tartışılırken, yine namus, yine kıskançlık ve yine “sessiz” kadın bahaneleri ile yüzlerce kadın ölüme “mahkûm” edilerek öldürüldü. Enerji çılgınlığı ve şantajı için, HES’ler için, Termik Santraller için, duble yollar için, doğa katledilip, ekolojik dengeyle alabildiğine oynanırken; O, doğayla yaşayan, can bulan insanların yaşam hakkı, yaşam alanları hiçe sayıldı, ağaçları kesildi, suları kurutuldu. Eğitim, 4+4+4’lerle, erken okula başlatmalarla, SBS, TEOG, YGS, LGS’lerle iyice içinden çıkılmaz, anlaşılmaz ve baş edilemez hale getirildi. Başta öğrenciler olmak üzere, ailelerin de başını kaldıramadığı, koca bir sorun yumağı haline getirilip, eğitim bir çözüm ve geleceğe umut besleme yeri değil, başa bela çıkışı ve çözümü olmayan bir labirent oldu. Kentsel dönüşüm şirinliği altında, yoksulun, garibanın başını soktuğu evleri ellerinden alınıp yıkıldı. Yıkılan evlerin sahipleri, bir sürü dalga dubarayla, söz cambazlığıyla insanları dümene getiren müteahhitlerin merhametine terkedildi. Tekrar ev sahibi olmak isteyen, evini kaybetmiş ev sahipleri, bankacı denilen tefecilerin kredi labirentlerinde, bellerini doğrultamayacakları borçlara imza attırıldılar. Ortaya çıkan arsaların rantlarıyla müteahhitler, satılan kredi paralarının faizleriyle de bankalar paralarına para katarken, ev sahipleri neye uğradıklarını anlamadan borca battılar. Sağlık sistemi, insandan ve insanlıktan alabildiğine uzak, hastaların para sağmak için birer kobay olarak görülüp her türlü tahlilin denendiği ve tüm bunların lokanta hesabı gibi adisyonlara yazılıp fatura edildiği bir dükkan işletmeciliğine çevrildi. Hastahaneler, artık yaptığı tedavilerle, insan hayatı kurtarmakla değil, kazandığı paralarla anılıp bilinen bir dükkan oldu. En iyi doktor, hastayı iyileştirip hayata katan değil, tahlille, filmle hastanın parasını en iyi söğüşleyen doktor oldu. Bizlerin durduğu yerden, her gün karşı karşıya geldiğimiz, maruz bırakıldığımız daha bir çok olay, sorun ve sıkıntı saymak mümkün. Bunları saymakla bitiremeyiz. Peki tüm bu sorunları çözmek veya azaltmak için, görev, yetki, oy isteyen etkili yetkili makam mevki sahipleri, neden bu sorunların bir tanesini bile çözmüyorlar da, her dönem her gün derdimize, sıkıntımıza bir tane daha ekliyorlar? Neden güç, iktidar, imkan sahipleri, güçlerini, imkanlarını dertleri azaltmak yönlü kullanmayıp, hayatı her gün daha içinden çıkılmaz, baş edilemez bir hale getirmek için canla başla çalışıyorlar? Neden ki? Belki, önceki iktidar ve güç sahipleri, hükümetler de, sorunları çözmek yerine çoğaltmak ve karmaşık hale getirmek için uğraşmışlardır. Belki sözü fazla, hepsi böyle yapmışlardır. Ancak, 12 yıldır hükümet, iktidar olan AKP gibi hiçbiri kurnazlık, oyunbazlık, madrabazlık gösterememişlerdir. Hani derler ya, “falanca marifetini söylerken hırsızlığıyla övünür”, tam da öyle. AKP 12 yıllık hükmetmesini anlatırken, anlatılanları alt alta not etsek, her defasında sorunların, sıkıntıların, dertlerin nasıl çoğalıp, içinden çıkılmaz hale geldiğini bir şekliyle söylemek zorunda kalıyor, ama ardından, sanki dertleri çoğaltan kendisi değilmiş gibi, kurnazlıkla, hileyle, madrabazlıkla bunları sanki çözüyormuş gibi, çözecekmiş gibi yaparak hükümetini sürdürdüğünü görüyoruz. “Gibi” yapmak, oyalamak, zaman kazanmak ve bir şans daha demek AKP’nin 12 yıllık hükümet formülü olmuş durumda. AKP tarafından, her gün ağırlaştırılıp, içinden çıkılmaz, altından kalkılmaz hale getirilen sorun, dert dağlarıyla uğraşmaktan; artık gözümüzün önünü göremez, kafamızı kaldırıp etrafımıza bakamaz, düşünemez, anlayamaz, abandone durumuna sokulmuşuz. Bizler bu duruma sokulmuş ve bir çıkışsızlık içinde boğulmaya tabi edilmişken, kurnazlığı, hileyi, madrabazlığı kullanan AKP, her defasında gözlerimize, bizi tüm bu dertlerden kurtaracak olan iyilik meleği gibi görünüyor, görülmeyi o göz boyama sihirleriyle, el çabukluğuyla sağlıyor. Ama bizler, yukarıda saydığımız, başımıza gelen her musibetle, her dertle işin hiç de öyle olmadığını, 12 yıldır başımıza gelmeyenin kalmadığını yaşayarak öğreniyoruz. Sonrası, tam bir kısır döngü! Yeniden dertle, tasayla uğraşırken, tünelin sonunda bir çıkış umudu görememe, sorunların, dertlerin arasına sıkıştırılmış halimizle, tefecilerin eline düşmüş esnaf gibi, kurnazların oyunlarının oyuncağı olmaya devam ediyoruz. Peki ama, bu gösteri nereye kadar sürecek? Yeter artık diyebilecek gücü, takati bulamayacak mıyız kendimizde? AKP ve AKP benzeri hile ve madrabazlığı durdurup, alın terimizin emeğimizin hakkı için, haktan, adaletten, iyiden, güzelden, demokrasi ve özgürlüklerden yana bir yol, yöntem bulmanın zamanı gelmedi mi? Her alanda, her yerde güçlerimizi, imkânlarımızı birleştirip, çoğaltarak kendi seçimimizi yapmak zamanı gelmedi mi? Ne dersiniz?


10

Dünya

Ahval-i Angara - Aralık

ABD HERKESİ ÖLDÜRÜYOR!

ABD dünyanın her yerinde olduğu gibi, kendi ülkesinde de, muhalif gördüğü, kendisinin “kudretine” itaat edip boyun eğmeyen tüm kesimlere karşı silahlarını doğrultup öldürmeye devam ediyor. ABD’de Ağustos ayında silahsız siyahi genç Michael Brown’ı öldüren beyaz polis, geçtiğimiz günlerde mahkeme jürisi tarafından aklandı. Jürinin bu kararının ardından Missiouri eyaleti Ferguson kasabasında başlayan, “Adalet ve Eşitlik” protestoları “Eller Yukarı, Ateş Etme” sloganlarıyla ABD’nin yüzlerce şehriyle birlikte, Avrupa şehirlerine yayıldı. Eylemlerde çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı.

ABD’nin Cleveland şehrinde oyun parkındaki 12 yaşında bir çocuk, sonradan gerçek olmadığı anlaşılan bir silah taşıdığı için polis tarafından vurularak öldürüldü.

IŞİD CAMİYİ HAVAYA UÇURDU! Suriye ve Irak’ta hiçbir değer kıymet tanımayıp, halklar adına, inançlar adına, insanlık adına ne var ne yok imha edip yok eden IŞID camileri, türbeleri, tüm kutsal mekanları yakıp yıkmaya devam ediyor. Hacı Reşit Camii’nde üstlenip, camiyi savaş karargahı olarak kullanarak içerisini tahrip eden IŞİD, geri çekilmek zorun-

İSRAİL MESCİD-İ AKSAYI BASTI! da kalması üzerine, üst olarak kullandığı camiyi havaya uçurdu ve bölgeden ayrılıp, geri çekildi.

İngiltere’de öğrenciler sokaklarda

İsrail zulmünün sınırı, insafı yok. Halklara, inançlara ve onların değerlerine karşı hiçbir saygısı olmayan İsrail birkez daha gerçek yüzünü, zalimliğini ortaya serdi. Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya 100’lerce asker girerek, içerideki cami avlusunu ve camiyi darmadağın ederek savaş alanına çevirirken, direnen Filistinlilerden yaralananlar oldu.

İngiltere’de binlerce öğrenci, yükseköğretimin parasız olması için Londra’da parlamento binasına yürüdü. Gösteriler, 2010’dan bu yana yapılan en büyük öğrenci eylemi olarak tarihe geçti İngiltere’nin başkenti Londra’da artan okul ücretlerini protesto etmek için Parlamento Binası’na ve Mezuniyetlerine kadar kredi çekerek binlerce sterlin ödeyen ve iş hayatına atıldıklarında çok daha fazlasını geri ödemek zorunda kalan öğrenciler parasız eğitime geçilmesi ve bütçe kesintilerine son verilmesini talep ettikleri eylemde polis saldırısı gerçekleşti. Bu sistemin artık çalışır bir yanının kalmadığını, bu durumun eğitim alanında da bir devrimin ne kadar gerekli olduğunun göstergesi olduğunu söyleyen öğrenciler, “Banka gibi çek yazamayız, öğrenciyiz!” dövizleri taşıdılar.

805 Milyon İnsan Açlık Çekiyor 805 milyon insanın açlık çektiği dünyada, BM istatistiklerine göre açlık ve yetersiz beslenmeden en çok kadınlar ve beş yaşın altındaki çocuklar etkileniyor. Yanlış beslenme sorun yaratıyor İkinci Uluslararası Beslenme Konferansında konuşan BM Gıda ve Tarım Örgütü beslenmeden sorumlu direktörü Anna Lartey, milyonlarca insanın yanlış ve tek taraflı beslendiği için yeterli vitamin ve mineral alamamanın sonucunda ya kör oluyor ya da kansızlık çektiğini belirterek, teorik olarak herkesin doğru beslenmesini sağlayacak miktarda gıda maddesi üretildiğini, bütün sorun ihtiyaç duyulan yerlerde üretimin düşük olması ve gıda maddelerinin dağıtımındaki dengesizliklerden kaynaklandığını vurguladı. En mağdur kesim çocuklar BM Gıda, Tarım ve Sağlık Örgütleri bu konferansta öncelikle çocukların durumunu ön planla çıkarıyor. Beslenme açısından çocuğun geleceği iki yaşına kadar kesinlik kazanıyor. Hamilelik de dahil olmak üzere ilk bin gün içinde yeterli gıda alamayan çocuklar bunun acısını hayatları boyunca çekiyorlar.

MEKSİKA HALKI ÖĞRENCİSİNİ SORUYOR!

Meksika’da 26 Eylül 2014 tarihinde yapılan protestolar sonrası, 43 öğrenci polisler tarafından gözaltına alınıp kaçırılarak, uyuşturucu karteli çeteye teslim edilip kaybedilmişti. Tutuklanan polisler ve uyuşturucu çete üyelerinin verdikleri ifadelere göre; öğrenciler, polisler tarafından çeteye teslim edildikten sonra, çeteciler tarafından yakılarak katlediliyorlar. Kaybedilen öğrencilerin ailelerinin de içinde bulunduğu kalabalık kitle, 21 Kasım’da Başkanlık sarayının etrafını kuşatarak, bu konuda bir şey yapmayan Devlet Başkanının istifasını istedi. Aileler ve göstericilerin polislerle çatışması, başta ABD olmak üzere çevre ülkelerden de destek buldu ve oralarda da benzer protestolar gerçekleşti.

BU KIŞ 30 YIL MI SÜRECEK? Dünya küresel ısınma ve çarelerini tartışa dursun, eski NASA çalışanı Casey, önümüzdeki 30 yıl küresel soğuma yaşanacağını iddia ediyor. İddiaya göre, önümüzdeki dönem güneşin aktiviteleri düşecek ve güneşteki alevlenme ve patlamaların azalması ile birlikte dünya soğuk bir döneme girecek. Bu durumun başta tarımsal üretim olmak üzere, gıda ve beslenme sorununu daha da büyüterek, küresel ve bölgesel düzeyde yiyecek gıda için çatışmalar yaşanması riskini artırması yanında; depremler, enerji sıkıntısı, barınma gibi temel sorunların daha da büyümesine neden olabileceği uyarısında bulunuluyor.


Kadın

Ahval-i Angara - Aralık

Seda Sayan ve Botokslu Medya

11

ahval-i kadın

Canına Tak Eden Kadınlar Programına iki kadını öldüren bir adamı çıkarmasının ardından başlayan tartışmalar ile Seda Sayan’ın programı yayından kaldırıldı. Bundan kısa süre sonra ise başka bir kanalda evlilik programı ile ekranlara geri döneceği duyurulan Seda Sayan ekranlarda görünmeye devam ededursa da tartışmalar bitmedi. “Güler Yüzlü Katiller” !!! Bir evlilik programına çıkarak beş kez evlendiğini, iki karısını öldürdüğünü söyleyen Sefer Çalınak adlı adam, oradan kovulmasının ardından Seda Sayan tarafından kendi programına davet edildi. Seda Sayan, Çalınak’ı “Böyle güler yüzlü bir katil görebilir misiniz?” diyerek ağırladı ve düzdüğü methiyelerle adamın bütün şiddetini ve cinayetlerini masumlaştırmaya girişti. Sayan programında , “Aslında kadın da kim bilir ne yaptı da adam da öldürdü” gibi sorulara cevap arayarak, kendince kadın cinayetlerinin “meşru” sebeplerini sorgulamış oldu. Öldürülen annelerden birinin oğlu yayına bağlanınca azarlanarak hattan alındı. Bunun sebebi ise, oğlun, bu adam neden bu kadar çok çıkıyor ekranlara, çıkartmayın, görmek istemiyorum, bu adam annemi öldürdü demesiydi. Evlilik programında kader olarak öldürdüm, ne yapalım diyen bir adamın bu kez sen biliyor musun annen ne hareketler yaptı bana diyerek kendini kanıtlamaya çalışmasına izin verildi. Bunların ardından kavga gürültü eksik olmayan, Sayan’ın sinirlenip istediği herkese küfredebildiği, hatta çalışanına ayakkabısından daha az değer verdiğini açıkça söyleyebildiği programı yayından kaldırıldı ve kanal da para cezası aldı. Seda Sayan’ın şimdiye kadar yaptığı programlar, söyledikleri, davranışları için pek de şaşırtıcı olmuyor belki bu tutumu. Daha önce de tecavüzden suçlanan yoga hocası Akif Manaf hakkında da “yıllardır tanıyorum asla öyle bir şey yapmaz” demişti. Kocası tarafından dördüncü kattan aşağı atılan Fatma Şen ve kocasını canlı yayına çıkartmış ve kadına “Neden kocana bir şans daha vermedin” diye anlamayarak sormuştu. Seda Sayan’ın programında olan yeni bir şey değildi aslında. Bundan kısa bir süre önce Songül Karlı programına eşini tornavida ile 43 yerinden yaralayan Yakup Kara’yı, aman çok kibar, çok iyi diyerek konuk etmişti.

Selülit, Bikini, Dekolte, Frikik, Sıfır Beden, Yemek, Evlilik, Dizi, Magazin Botokslu Medya Çok Gergin Botokslu medya akadursun televizyonlarda, hayatlarımızla bağdaştırdığımız birçok dizi, film, program aslında ne kadar biziz diye sorgulatıyor insana. En kadırgalıları, en dobraları para için sadece kendilerine dürüstken, reytingler yerine kadınların ne yaşadığı ne kadar umurlarında diye merak ediliyor. Yaşanılan acılar var ekranlarda evet, ama ne için, nasıl var? Mağduriyet hikâyeleriyle birileri zengin oluyor ama mağduriyetlerin sorumluları nerde, bunlar nasıl çözülüyor, çözülecek? Birçok yerde kadın cinayetlerinden, kadına yönelik şiddetten veya toplumsal olarak kadının ne durumda olduğundan bahsedilse de bunun nereden kaynaklandığı, nasıl olduğu açıklanmadı, belki de kimsenin işine gelmedi. Bunlara çözüm olunsa anlatacak hikâyeleri kalmazdı. Çoğu program özellikle kadın programı diye adlandırılanlar, kadınlar olarak ne kadar da mağduruz demekten öteye gitmedi, gerçek dertlerimizden bahsetmedi, bizlere söz hakkı vermedi. Güzel olun, şöyle giyinin, rüküş olmayın, şunları yiyin, kocanıza tapın, kendinizi boş verin, siz başkaları için yaşıyorsunuz zaten ne anlamınız var ki mesajlarıyla donatılarak kadını aşağılayan her program bugün evinde maddi, fiziki, psikolojik şiddet gören kadının, sokakta tacize, tecavüze uğrayan kadının durumunu onaylamakta. Botokslarının, estetikli dünyalarının ardından gerçekle yüzleşmeyen, yüzleşmek istemeyen, parasının, takısının derdinde olanlar bizlerden uzak stüdyolarında göbek atarken, kadın katilleri sokakta elini kolunu sallayarak dolaşmaya, ekranlara çıkmaya devam etti. Kadına yönelik şiddet normalleşti ve bunlar kendilerini sorumlu görmedi, görmek istemedi. Ama sözde, göstermelik duyarlılıkların, vicdanların sonu gelmiş gibi gözüküyor. Çok gerginler belli reytingler düşmesin, paramız gitmesin, kadınlar her gün hayatı yeniden kurduklarının farkına varmasın, botokslu medyanın düzenimiz bozulmasın gerginliği.

ANKARA’DA KADIN CİNAYETİ Ankara Keçiören’de 27 Ekim pazartesi günü bir kadın daha katledildi. Eşinden boşanmak isteyen 23 yaşındaki Tuğba Demir bir süredir ayrı yaşadığı eşi Tamer Demir tarafından barışma bahanesiyle buluşmaya çağırıldı. Konuşmak için buluşmaya giden Tuğba, eşinin, yanında getirdiği pompalı tüfek ile ateş etmesi sonucunda hayatını kaybetti. Bundan daha bir ay önce de Yenimahalle’de TRT sanatçısı olan Hatice Kaçmaz evlilik teklifini kabul etmediği için sokak ortasında Orhan M. Tarafından kalbinden altı defa bıçaklanarak öldürülmüştü. Hatice Kaçmaz’ın ağabeyi, katil zanlısının kendi babasını ve abisini bıçakladığı için 20 yıl ceza aldığını fakat Haziran ayında denetimli serbestlik kapsamında cezaevinden çıktığını söylemişti. Kısa bir süre önce açıklanan eylül ayı raporlarında da ayın neredeyse her gününde bir kadının, eşi, sevgilisi veya bir yakını tarafından öldü-

rüldüğü açıklanmıştı. Resmi olmayan rakamlara göre, 2013’te 237 kadının öldürüldüğü Türkiye’de, bu sayı 2014’ün ilk 10 ayında 255’e yükseldi. Ankara’daki gecekondularda yaşayan kadınlar arasında yapılan bir araştırma, kadınların % 97’sinin kocalarının saldırısına uğradığını ortaya koydu. Yine orta ve yüksek gelir gruplarında yer alan ailelerle yapılan bir araştırmada, soruların başlangıcında kadınların % 23’ü kocalarının kendilerine karşı şiddet kullandığını söylemiş, fakat belirli şiddet tipleriyle ilgili sorular sorulduğunda bu oran %71’e yükselmişti.

Geçtiğimiz günlerde “Kadın ve Adalet Zirvesi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabii tutamazsınız” dedi.” Devlet adamlarının kadınla ilgili açıklamalarının hiçbirine şaşırmıyor insan artık. Hele ki eleştiri geliyorsa onlar anne olmak istemeyenler diyerek işin içinden çıkılıyor. Annelik kutsalından yola çıkarak kadınlara bugün gerçekten neler yaşatıldığının üstünü örtüyorlar. Bir fıtrat deniliyor ki kadının kaderi ezilmekmiş gibi gösteriliyor, kadın olduğu yere çivi gibi çakılıyor. Bizim topraklarımızda Kibele vardı, İnanna vardı; bereket demekti. O zamanlar kadının emeği değerliydi. Doğurganlığının bilinmezlikleri, üretimi, hayatı her gün düzenleyişi, yeniden var edişi için değerliydi. Kurulan yaşamın bir parçasıydı, küçük görülmezdi yaptıkları. Haritaların ve de sınırların, sular, dağlar ve denizler yerine, kanla çizilmeye başlanmasının tarihi bir hayli eski. Sınırlar kanla çizilmeye başladığında, ne yaptığımızın, ne söylediğimizin değeri, ne de bize bunların bereketi kaldı ve en çok kanı dökülen kadın olmaya başladı. Fıtratımız öldürülmek mi? Devlet ‘adamları’ bizlere istediği rolü biçmeye çalışırken her geçen yıl daha fazla ölüyoruz kadınlar olarak. 2013’te 237 kadının öldürüldüğü Türkiye’de, bu sayı 2014’ün ilk 10 ayında 255’e yükseldi, 88 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi, 499 kadına şiddet uygulandı, 75 kadın ve kız çocuğuna tacizde bulunuldu. Kadına yönelik şiddet ise çok boyutlu; fiziki, psikolojik, ekonomik olmak üzere çok yönlü bir “erkek” şiddeti görüyor kadınlar. Aileyi koruyalım derken sadece erkeği koruyan yasaların, böyle bir devlet, adalet algılayışının olduğu toplumumuzda kadının boşanması da suç oluyor. Boşanmış bir kadının çocuklarının sorumluluğunu da alarak hayata devam etmesi toplumsal olarak güçleşiyor. Buna rağmen mahallelerde, şehir merkezlerinde tek başına güçlü duran, diğer kadınlarla dayanışma içinde kendini var etme çabasında kadınlar da var ne mutlu ki. Canına tak eden kadınlar kendi dayanışmalarını, küçük veya büyük ölçüde yaratıyor ve mücadele ediyor. Kanla Çizilen Sınırlar: Kadın Ve Savaş Savaşta bu kadar ölmüyoruz deniyor bazen. Savaş adı ne olursa olsun insanın insanlığına, doğanın doğallığına bilcümle mahlûkatın yaşamına bir yerden izinsiz giren, izinsiz değiştiren, alt üst eden bir olgu. Haberlere biraz bakınca sırayla görüyor insan; Afrika’da Boko Haram diye bir örgüt 150 kadını kaçırıyor, Işid Ortadoğu’da geçtiği her yerdeki kadınlara tecavüz ediyor, öldürüyor, esir olarak aldığı kadınları köle pazarlarında satıyor, Ukrayna’da 268 kadın tecavüz edilmiş ve öldürülmüş bir halde bulunuyor. Sıcak çatışmaların yaşandığı birçok yerde kadınlar taciz, tecavüz, karın deşme, cinsel organların tahribi gibi cinsel şiddetin birçok biçimine maruz kalıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ve Kore’de kadınlar “cinsel tutsaklığa” mahkûm edilmişti.1971 de Bangladeş’te savaş sırasında 250 - 400 bin kadına tecavüz edilmiş, buna bağlı 25 bin gebelik oluşmuştu. Bosna Hersek’te 20 binden fazla kadın tecavüze uğramıştı. Savaş ve iç karışıklığın devam ettiği Ruanda’da bir yıl içinde tecavüze uğrayan kadın sayısı 15 binin üzerindedir. Bazı ülkelerde kadınlar, o ülkelerin kanunlarına göre taşlanmaya, kırbaçlanmaya, öldürülmeye devam ediyor. Şiddet cezasının nedenleri olarak Sudan’da pantolon giymek, İran’da erkeklerle birlikte müzik dinlemek, Suudi Arabistan’da tek başına araba kullanmak gibi gerekçeler gösteriliyor. Bugün ise IŞİD saldırıları sonucunda tutsak edilen binlerce kadın halen köle pazarlarında satılıyor, tecavüze uğruyor. Ankara’da da yakından gördüğümüz mülteci kadınlar savaştan kaçıp gelmişken başka bir savaşla karşılaşıyor. Bunlara karşı duranlar en çok yine kadınlar oluyor. IŞİD’in en çok korktuğu onlara karşı insanlık için savaşan, topraklarını koruyan kadınlar oluyor. Canına Tak Eden Kadınlar Cumhurbaşkanı’nın ağzından ne çıkarsa çıksın. Kadınlar için farklı bir dünya var. Bu dünyanın üzerinden kimsenin kimseye hükmetmediği bir dünya düşü var akıllarımızda. Kadın ve erkeğin birbirine benzemediği ama ilişkilerimizin karşılıklılık esasına dayandığı bir dünyanın düşü var. Fıtrat denilerek kadına yönelik şiddetin meşrulaştırılmadığı, sıkıntılarımızı kadınlar olarak konuşup, çözüm üretebildiğimiz, sözümüzün, varlığımızın, emeğimizin görünmez olmadığı bir toplumun düşü. Canına tak eden kadınlar her gün bu düşü yaşatmak için çalışıyor.


Forum

12

Ahval-i Angara - Aralık

Cami - Cemevi Projesi Üzerine Düşünceler “Bizler ancak bir inanç veya dinin, başka bir inanç veya dinin üzerinde baskı kurmasını engelleyen bir tutum geliştirmeliyiz.” Mamak, Tuzluçayır Mahallesi’nde yapımı sonlandırılmış bir projeye dair hiç yapılmamış bir tartışma yapmanın ne gereği var diye düşünülebilir. Aslında cevap ilk cümlenin içindedir, “hiç yapılmamış tartışma”… Dar da olsa yapılmış tartışmalardan arta kalan sonuç ise aşağı yukarı şöyledir; “bizler bu projeye değil, cemaate karşıyız”. “Bizler Cemaate Karşı” değiliz. Cemaate veya cemaatlere karşı olmak gibi bir saçmalık düşünülemez. Cemaat demek topluluk demektir. Herhangi bir kişi bilir ki kendisi bir topluluk yani cemaat üyesidir. Ama bu ifade ile söylenmek istenen şudur herhalde; “bizler Fetullah Gülen cemaatine karşıyız”… Ama bu bile saçmalık olarak ortada durmaktadır. Demokratik ve laik bir devlet hiçbir cemaati desteklemediği gibi kendisini bir cemaate karşı olarak da konumlandıramaz. Laik ve demokratik bir devlet bütün cemaatlere eşit mesafede durur ve onların düşünce ibadet özgürlüklerini savunduğu kadar, propaganda yoluyla tüm topluluğu etkileme hakkını da savunmalıdır. Bilindiği gibi, projenin sahipliğini Fetullah Gülen ve İzzettin Doğan yapmaktadır ve hükümetin de devletin de belediyenin de desteklediği bu proje; her şeyden önce bir prensibin yokluğu ile açıklanabilir veya bu prensiple eleştirilebilir; LAİKLİK… O zaman ilk önce “laiklik nedir?” diye soralım ve laikliği tanımlamaya çalışalım; “Laiklik, devletin din ve inanç işlerine karışmamasıdır” tanımı en yaygın kabul gören tanımdır. Yaygın olduğu kadar da yanlış aktarılan ve öğretilen bir tanımdır. Aslında devlet, din ve inanç işlerine karışmak zorundadır zaten karışmaktadır da… a. Laiklik, insanların din ve inanç özgürlüklerini, dilediği şekilde ibadet etme özgürlüğünü anayasal bir yurttaşlık hakkı olarak kabul eden ulusçuluktur. Bu hakkın her türlü ihlalinde ise devlet bu işlere karışmak zorundadır. Yani diyelim ki bir inanç mensubu olanlar ile başka bir inanç mensubu olanlar arasında bir husumet veya olay oldu. Veya bir inanç mensubu olan kesim, başka inanç mensuplarının fiziki şiddet veya tacizine uğradı veya baskı altında olduğunu ifade etti… İşte bu zamanlarda devlet gerçekten laik ise; o baskı uygulayan, taciz eden veya şiddet uygulayan inanç sahiplerini cezalandırmak zorundadır. Laik devletin görevi de budur zaten… b. Laiklik, insanların ırkı, dili, cinsi, kültürü, tarihi, vs. ne olursa olsun, devletin veya ulusun bu kriterlerle tanımlanmaması ve kendisini bu kriterlerle tanımlayan (gerici ulusçuluk) topluluklar karşısında olması demektir de… “a” şıkkıyla tanımladığımız laiklik yalnızca devletin din ve inançlar karşısındaki tarafsızlığına dair düşünceler veya prensiplerdir. Ama bu tanım bile kendi içinde eksiktir. Bu eksiklik “b” şıkkıyla birlikte düşünüldüğünde gerçekten laik bir tanıma ulaşırız. O halde devletimiz veya hükümetimiz her iki bağlamda da laik değildir. Birinci bağlamda “devlet din ve inançlar konusunda tarafsız olmalıdır” konusunda ezelden beri laik olmamaktadır. Hani şu CHP geleneği denilen devlet geleneği tüm tarihi boyunca laik olma-

mıştır. İlk önce din işlerini kontrol altında tutmak için Diyanet gibi bir kurum yaratmıştır. Ve bunlar her adımda da “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” nden yana olmakla böbürlenip durmaktadır. “İştir kişinin ainesi lafa bakılmaz” diye bir söz vardır, yani biz birini anlamak istediğimizde onun kendisi hakkında söylediklerine değil, işlerine bakarız. Bu prensip bizler için de geçerlidir. Devletin ve hükümetin ilkesizlikleri; a. Belli bir inançtan olanları (sünni Müslüman) savunmak. Bu inançtan olanlara her türlü devlet yardımı yapmak, onların ibadethanesini tanımak ve din adamlarını tanımak, yetiştirmek, maaş vermek, okullarda o dinin veya mezhebin derslerini okutmak, camiler için imar planlarında arsa veya devlet bütçesinden ödenek ayırmak… Bu devlet sadece sünni Müslümanların devleti veya ulusu değildir. Din veya inancı ne olursa olsun tüm yurttaşlardan alınan vergiler vasıtasıyla oluşturulan bütçeden hiçbir dine veya inanca yardım edilmemeli, ödenek veya bütçe ayrılmamalıdır. b. Semavi dinleri (Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik) tanımak ama birinci yanlışı da aşmadan tanımak. Şehir imar planları yapılırken, “ibadethane” olarak ayrılan yerler, genellikle cami olarak kabul görmekte ve desteklenmektedir. Yani aslında semavi dinler de tanınmasına rağmen, devlet diğer semavi dinlerine uygun bir ibadethane yapmamaktadır. c. Devlet ya da hükümet semavi

Büyük ihtimal proje sahipleri olan vakıflar (İzzettin doğan ve Fetullah Hoca) arsa bedelinin çok çok altında bir değerle bu arsayı sahiplenmiş olabilirler. Bu durum da açığa kavuşmayı bekliyor. Genel İlkeler Biz laiklere göre, her hangi bir inanç sahibi veya dinsel topluluk parasını ödediği bir arsada dilediği projeyi hayata geçirebilir ve geçirmelidir. Yani bu proje sahipleri uygun gördükleri bir arsada devletin hiçbir yardımına başvurmadan, arsa satın alıp bütün giderlerini cemaat veya cemaatlerin karşılamasıyla, dilediği bir tapınak veya imarethaneyi, vs. bina edebilirler. Demokratik ve laik bir devlet bu hakkı bütün cemaat mensuplarına tanımak zorundadır ve bu özgürlük bakidir. Öyleyse bu projeye karşı çıkanlar neden karşı çıkıyorlar, gerekçeleri nelerdir, şimdi bunlara bakalım! Aleviler, “bizi yozlaştırıyorlar” diyerek karşı çıkmaktadırlar. Haklı olabilirler ki haklıdırlar ama bu gerekçe demokratik ve laik bir ulus-devlette “yozlaştırma hakkı” biçiminde olmasa da bütün yurttaşlar için bir hak olarak var olmalıdır. Yani bir topluluk başka bir topluluğu etkilemek için yayın yapabilir, düşüncelerini açıklayabilir velev ki bu düşünceler yanlıştır veya bir başkası için yozlaştırıcıdır. O zaman nasıl karşı çıkılacak, yasaklarla mı? Hayır! Bizler demokrasi ve laikliği, düşünceleri yasaklayarak koruyamayız. Bizler ancak bir inanç veya dinin, başka bir inanç veya dinin üzerinde baskı kurmasını engelleyen bir tutum geliştirmeliyiz. Bir cami veya kilise diğer

dinler harici dinleri veya inançları tanımadığından dolayı onlara ibadethaneler açma gibi bir sorunu, bir sorun olarak dahi görmemektedir. Bir ulus içinde yetmiş iki millet yaşamaktadır sözü gerçekten her toplum veya ulus için geçerli bir sözdür. Şu anda hareket halinde olan Aleviler en göze batan inanç veya mezhep olarak öne çıkmaktadır ama gerçekten yetmişe varan inanç mensubu topluluk da var olan bir gerçekliktir. Devlet bütün ibadethanelerden elini desteğini kösteğini çekmelidir. Projenin sorunları a. Projenin hayata geçirildiği mekan eski çöplük olduğundan imara kapalı bir bölgedir. Yani yasadışı olarak Mamak Belediyesi tarafından imara açılmıştır. Bu mekanda eskiden var olan gecekondular yıkılmış ve başka bir yerde arsalar tahsis edilmiştir. Yapılaşmaya müsait olmayan bir yer imara açılarak usülsüzlük yapılmıştır. Bu usülsüzlük eskiden var olan gecekondu sahipleri içinse önemli bir adaletsizlik olmaktadır. b. Mamak Belediyesi bu projenin neresindedir, ne gibi yardımları olmuştur? Bu sorular da cevapsızdır. Yani imarda bir usulsüzlük yapıldığı ortadır, daha ne kadar usulsüzlük olmuştur, bu bilinmiyor.

din ve inançlar üzerinde baskı oluşturuyorsa o zaman devleti göreve çağırırız. Diyelim ki bir mahallede on kişi başına bir cami düşüyor, bu diğer inanç veya dinler üzerinde görsel bir baskı yaratabilir, ama buna karşı çıkılamaz. Bu camiler devlet tarafından yapıldığında veya hükümet bütçesiyle desteklendiğinde karşı çıkılır. Yani bin kişilik bir cemaat on kişi başına bir cami gelecek şekilde, toplam yüz cami inşa edebilir. Bizler buna karşı çıkmayız. Ama bu camiler, cemaat mensupları tarafından finanse edilmişse karşı çıkmayız. Bu nokta bizim temel prensibimiz olmalıdır. Bu camilere görevli kılınan din mensupları da o cemaat tarafından o mevkiye getirilmelidir. Yani maaşları o cemaat tarafından karşılanmalı ve o cemaat tarafından yetiştirilmelidir. Zaten hakiki cemaat mensupları kendi içinden çıkan, din önderlerine veya inanç önderlerine saygı duyar. Bizim ulus devletimiz ise sadece sünni-hanefi din adamını yetiştiren okullar açmakta, bu okulları desteklemekte ve onları maaşla ödüllendirmektedir. Laik bir devlette bu işler yasaklanmalıdır! Düşüncenin açıklanması başka bir düşünce üzerinde baskı demek değildir veya pek çok ibadethanenin olması veya bir

17.09.2014 Ali Ekber Güler aliekberguler@gmail.com

partinin pek çok şubesinin olması, diğer partiler üzerinde bir baskı demek değildir. Sosyal veya bir tür mahalle baskısı türünde bir baskı olabilir ama bu kabul edilebilir bir baskıdır. Sosyal eşitlik konusu ise ancak ve ancak pozitif ayrımcılık prensibi ile düzeltilebilir. Yani şimdiye dek ezilen, hor görülen, aşağılanan veya yok sayılan din ve inançlar, tarihten gelen adaletsizlik (laiksizlik) nedeniyle bu haldedirler, o zaman bu cemaatlerden özür dilenmeli ve adaleti sağlamak için çoğunluk, bir diyet ödemelidir. Yani Sunni Hanefi cemaatlerin gönül rızasına bakılmaksızın, devlet; oluşturduğu bütçeden bu kesimlere belirli bir payı diyet olarak ödemelidir! Ve bu adalet ancak ezilen cemaatlerin sayıları oranında sağlanan bir diyetle sağlanabilir. Camiler Aleviler için ve diğer inanç veya dinler için nasıl bir baskı oluşturmaktadır? İfade ettik, sayılarının çokluğu değil, seslerin çokluğu veya seslerin baskısı ile… İşte karşı çıkılması gereken en önemli yer burasıdır. Günde beş vakit en yüksek sesle propaganda yapma hakkı başka hiçbir topluluğa bahşedilmemiştir. Bir ateist günde beş vakit en yüksek sesle “allah yoktur” şeklinde propaganda yapamaz. Oysa demokratik ve laik bir devlette bu hak da baki olmalıdır. Aynı şekilde bir Alevi dedesi günde beş vakit en yüksek desibel sesle cem yapamaz. Oysa bu hak da bakidir. Ama sorun da tam olarak burada başlıyor. Bir ulus-devlette herkes aynı din ve inancı paylaşsaydı sorun olmazdı ama dünyanın hiçbir topluluğunda böyle bir durum yoktur, olamaz da… O zaman laik bir devlet işte bu propaganda hakkını sınırlar. Yani yüksek bir sesle ezan okunamaz, laik ve demokratik bir ulus-devlette… O cemaat sahipleri hiç kimseyi rahatsız etmeden bu işleri yapmalıdır. Bir cemaat her gün beş vakit miting düzenlememelidir. Bu yapıldığında ortalığın nasıl karışacağını bir düşünün! Günde beş vakit, çanlar çalıyor, üstelik en yüksek sesle! Veya en yüksek sesle her gün beş saat cem ayini yapılıyor! Bu durum hiç çekilmez! Bu durum tam bir ıstırap haline gelir, bütün yurttaşlar için… Akim kalan proje nasıl demokratik bir projeye dönüşebilir? Mamak Belediyesi, Fetullah Gülen cemaati ile ilişkisini bitirmek istiyor. Tuzluçayır Mahallesi sakinleri için bu yapı nasıl kullanışlı bir mekana dönüşebilir? Şimdilik tartışılan konular bunlardır. Mahallede iki adet cemevi halihazırda bulunmakta olduğundan ve çoğunluğun ödemesi gereken diyet nedeniyle, bu yapı, Alevi önderlerinin kullanımına açılmalıdır! Pir Sultan Kültür Derneği ve Cemevi öncülüğünde bu yapı bir Kültür Merkezi olarak çalışabilir. Bütün inisiyatif bu Alevi Önderliğine bırakılmalıdır. Mal sahipliği elbette değişmeyecek ama kira, aidat benzeri hiçbir ödenti olmadan bu Kültür Merkezi tüm halka açılabilir. Toplantılar için uygun salonlar mevcuttur. Bu salonlarda toplantı yapmak isteyen kurumlar, cüzi bir maddi katkı ile Kültür Merkezi’ni yaşatabilirler. Bu katkılar ve bağışlar Alevi Önderlerinin uhdesine verilmeli ortak bir kasada toplanmalıdır. Elektrik, su, doğal gaz, vb. giderler bu şekilde karşılanabilir. Her iki Alevi derneği işletmeci veya idareci olarak ortak bir yönetim oluşturabilir ve yönetim isteyen insanlara veya kurumlara da açık olmalıdır.


Ahval-i Angara - Aralık

Forum

13

İslam’ın amacını yani “makasıdı şeria”yı yeniden sorgulamak gerekmektedir. MAZLUMDER eski Başkanı, HDP Eş Başkan Yardımcısı gazeteci, yazar ve düşün insanı Ayhan Bilgen İslam Dünyasının Sorunları Nasıl Çözülür konusunda şunları belirtti.* IŞİD ve benzeri yapıları önleme konusunda İslam dünyasındaki aydınların ve düşünce adamlarının rolü ne olur, ne gibi adımlar atmalılar? Öncelikle köklü bir yüzleşme sürecinin cesur düşünsel adımları atılmalıdır. İslam’ın amacını yani “makasıdı şeria” yı yeniden sorgulamak gerekmektedir. Bugün içine düşülen durumun sorumluluğunu başkasını suçlayarak örtmeden sorgulamak, muhasebesini yapmak gerekmektedir. Şiddet bir sonuçtur. Bu sonuca götüren sebepleri bir bütün olarak ele almak gerekmektedir. Özellikle aydınların siyasetin baskısından uzak, uyarı ve itirazı toplumla paylaşması hayati öneme sahiptir. Müslümanların yeniden insanlığa örnek olması mümkün mü? Bunu sağlamanın yolu ve süresi nedir? Tarihi başa çevirmek ve hiç bir şey olmamış gibi davranmak mümkün değildir. Kimse peşinen suçlu değil yine kimse ebedi masum değildir. Ortadoğu’da bu tablonun ortaya çıkmasında Batı’nın da payı bulunmaktadır. Medeniyetlerin, inançların beşiği olan bu topraklarda tuval beyazmış gibi resim çizmek mümkün değildir. Karanlığın en yoğun olduğu dahası dibe vurulduğu anda yeniden insanlığa dönüşün kapısı açılacaktır.

İslam toplumlarındaki mezheplerin, ırkların, anlayışların birbiriyle çatışması gittikçe büyüyen bir sorun, bu sorunu engellemenin yolu nedir? Müslüman ahlakı tevazuu gerektirir. Kendini egemen güç sanmak bir noktadan sonra şirke kadar uzanır. Farklılıklar varlığın gerçeği yani fıtrattır, eğer inanıyorsanız yaratılışın eseridir. Tek tipleştirme iddiası bir hastalıktır. Zenginliği tehdit olarak algılama ancak bir korkunun eseri olabilir. Teslim olanlar ümit ile korkuyu birlikte yaşayanlar farklılıkları tehdit olarak ele alamazlar. Bunu önlemenin en kolay yolu tanışma ve anlama zeminlerini güçlendirmek farklı olan öteki ile empati yapma becerisini geliştirecek ortamlar, platformlar geliştirmektir. Devletlerin sınırlarını kutsallaştırmaktan çıkarıp iletişim ve buluşmaları insani zemine taşımaktır. Eleştirel düşünme becerilerinin gelişmesi sizce İslam dünyasının önündeki yolu aydınlatır mı? Eleştirel düşünce gelişimin anahtarıdır. İki günün birbirine denk olmaması için dün ve bugünü eleştirmeyi becermek gerekir. Eleştiri kendine haksızlık etmek değildir. Elbette olumlu ve olumsuz boyutları birlikte ele almayı bilmek gerekir. Sorun günah

işlemek değil günahların farkına varıp vazgeçmeyi bilmemektir. Bir daha işlememeyi kararlılık haline getirmek aynı hatayı tekrarlamamaktır. Eleştirel düşünceye tahammülü olmayan otorite hata yapma riskini kendi elleri ile pekiştirir, güçlendirir. Sultanlara doğruyu söylemek nasıl bir emirse, kendilerini uyaran ulemayı dikkate almak da idarecilere yapılan net bir ikazdır. İslam dünyasında Batı’ya gelişmişlik kriterleri açısından alternatif bir ülke ya da bir anlayışın ortaya çıkması mümkün mü? Alternatif inşasının yolu hem kendi olmak hem bütün insanlığın birikiminin farkında olmaktır. Dünyada ortaya çıkan ortak kazanımları komplekssizce sahiplenmek ve kendi dağarcığındakini alemlere rahmet için sunmayı bilmektir. Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir güç olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer öyle değilse Davutoğlu’nun çabaları bunu sağlayacak mı? Ortadoğu’da güç olmak elbette mümkün hatta zorunludur. Ancak bunun gerçekçi temellere dayanması gerekir. Hayalleriniz gerçekmiş gibi davranırsanız hayal kırıklıklarına mahkûm olursunuz. Yüzyılların tahribatı bir kaç yılda tüketilemez. Özellikle Ortadoğu’da İslam dünyasının iç rekabet-

lerine taraf olmak bu noktada en tehlikeli durumdur. Türkiye’de siyasi olarak bir tıkanmışlık, alternatifsizlik hali olduğunu düşünüyor musunuz, yeni bir siyasi hareket ve oluşum mümkün mü? Siyasetin tıkanmasının sonuçları ne olur? Toplumda bir yeni arayışın olduğu açıktır. Eski ezberleri aşan yeni iddialar buna uygun muhalefet dilini gerektirir. Bu açıdan tüm ezilmiş kimlikleri kuşatan ama toplumun büyük çoğunluğunun vicdanına da hitap eden yani kırılmalar doğurabilen bir muhalefet tarzı geliştirilmelidir. Sadece kendi mahallesine hapsolmamış ama içeriden özeleştiri yapabilen bir siyaset dili iktidara değil topluma talip olmalıdır. * www.genişufuk.com internet sitesinin “İslam dünyasının sorunları nasıl çözülür?” başlıklı özel dosya araştırması kapsamında yapılan röportajdan alıntı yapılmıştır.

İNSANLIĞIN YOK EDİLDİĞİ BATAKLIK

Hüsamettin Özdem

İnsanların gün be gün daha da yoksullaşması, gençlere dayatılan geleceksizlik ve toplum genelinde yaşanan amaçsızlık ve sadece güne hapsolma durumu, çoğunluğu genç olmak üzere her gün daha fazla insanın uyuşturucu batağına doğru sürüklenmesine neden oluyor. Son yıllarda ilköğretim seviyesine kadar inen uyuşturucu bağımlılığı hemen hemen her gün bir ya da birkaç gencimizi aramızdan çekip alıyor. Daha dün, 12 Kasım tarihinde, Ankara’da bir genç daha bonzai’den dolayı hayatını yitirdi. Ailelerin ve toplumun bir türlü çözüm üretemediği bu rezalet her gün bir genci aramızdan alırken; toplum çaresiz ailelerin yarasına merhem olmaktan uzak. Sokaklarda her gün insanlar hayatını yitirirken; Gültepe Caddesi “Bu taraf komple eroin, kokain, bonzai, burada binlerce çocuk ölüyor, daha çok çocuk ölecek, korkumuzdan devlete haber veremiyoruz çünkü kolluk güçleri bu işin ortağı” diyor. Bir annenin ‘oğlumu uyuşturucudan kurtarmak için onu polise ihbar edeceğim’ diyerek feryat ettiği günümüz Ankara’sında uyuşturucu ve madde bağımlılığı hızla artıyor. Sistem koruyucularının toplumsal muhalefeti etkisiz kılmak amacıyla piyasaya sürdüğü, insanların düşünmeden değer yaratmadan yok olup gitmesine neden olan uyuşturucu maddeler gün be gün çe-

şitlendirilerek toplumu yok etmeye devam ediyor. Özelikle maliyeti ve piyasa değeri ucuz olan sentetik uyuşturucu maddeler köşe başlarında polis destekli torbacılar tarafından şeker satar gibi satılmakta geleceksizliğe terk edilmiş yoksul gençler bir bir uyuşturucu şebekelerinin ağlarına düşürülmektedir. Bu yaşananlar karşısında yalnızlaşan ve toplumsal dayanışma yanını yitirmiş bölge sakinleri ise ne yapacaklarını bilemeden çaresizce beklemektedir. Özellikle 12 Eylül faşist diktatörlüğün politikacılarıyla geliştirilen ve günümüzde de yoğun olarak uygulanan yalnızlaştırma politikaları ve toplumsal değerleri yok etme çabaları her gün bir insanın uyuşturucudan hayatını yitirdiği bir Ankara ve Türkiye yaratmış durumda. Kimi yerlerde ailesinden uzakta okuyan öğrenciyi kimi yerde yoksul bir emekçiyi örümcek ağı gibi sararak yok ediyor. Uyuşturucu Niye En Çok Varoşlarda ABD’nin siyahların direnişini kırmak için Harlem’i bizzat polis tarafından uyuşturucu bataklığına dönüştürmesini örnek alan Türkiye egemenleri de yaşam biçimleri, kültürü ve öfkeleriyle sisteme isyan biriktiren varoş mahalleri uyuşturucu ile hedef seçiyor. İstanbul, İzmir, Diyarbakır gibi Ankara’nın da varoş mahalleri bizzat polis gözetiminde merkez seçilerek, buraları her köşe başında bir torbacının olduğu uyuşturucu cehennemlerine dönüştürülüyor ve gençler bir bir uyuşturucu bağımlısı hale getiriliyor. Özellikle Mamak ve Altındağ’ın emekçi mahallelerinde her köşe başında torbacı denilen uyuşturucu satıcıları, oluşturdukları mekânlarda toplumu zehirlemeye devam ederken devletin kolluk güçleriyle iç içe koyun koyuna hareket ediyor. Son bir yıl içinde, özelikle alevi top-

lumun yoğun olarak yaşadığı Tuzluçayır, General Zeki Doğan, Şirintepe, Şahintepe ve Ege Mahallelerinde torbacıların hızla artışı da güncel olarak bu mahallerinin yani buralardaki kültürün ve sisteme az çok direnen yaşam biçimlerinin hedeflendiğini gösteriyor. Yapacağımız Bir Şey Yok Mu? Peki gençlerimizi bu illetten korumanın bir yolu yok mu? Yani polisin de desteklediği bu uyuşturucu bataklığını buralarda yaşayan halk olarak kurutmak mümkün mü? Evet toplumu bu illetten korumak için yapabileceğimiz bir şeyler var… Bunların başında yaşadığımız alanlarda mahalle, sokak meclisleri oluşturarak uyuşturucu bağımlısı gençler ve diğer gençleri bilgilendirme çalışması yapılması geliyor. Gençleri bu bataklıktan uzak tutmak için kurulan bu meclisler aynı zamanda satıcılara karşı kendi öz güçlerini kullanarak onlara yaşam hakkı tanımayarak mahalleden kovulmasını da sağlayacaktır. Kolluk güçlerine haber vermek, satıcıları ihbar etmek onların mahallemizden atılması için bir araç olamıyor. Çünkü çürümüş sistemin kolluk güçleri o satıcılardan nemalanarak, aynı çanaktan yal yiyerek varlıklarını sürdürmektedir. (Bu noktada çanaktan yal yemek deyiminde köpekleri aşağılamıyoruz, onlar her iki kesimden de değerli varlıklardır.) Bu yüzden yaşadığımız mahallelerin asıl sahibi olarak kendi işimizi kendimiz görmeli, bunun için ortaklaşa öz güç yaratmalıyız. Oluşturulan semt, sokak, mahalle komite ve meclisleri bütün ilçe ve il genelinde oluşturulacak diğerleri ile ilişki kurması sağlanırsa mahalleden başlayarak bütün kentin uyuşturucu illetinden kurtulması yönünde satıcılara karşı daha güçlü bir duruş

sağlanır. Ancak bu noktada unutmamak gerekir ki sadece satıcılarla veya onların işbirlikçileri ile mücadele ederek uyuşturucu sorununu çözemeyiz. Gençleri uyuşturucuya yönelten toplumsal sorunlar yani yoksulluk, yalnızlık, işsizlik, geleceksizlik sorunlarına da ortak çözümler yaratmalı veya bu yönde mücadele etmeliyiz. Geleceğimiz olan gençliği bataklığa sürükleyen bu sorunların çözümünü bizlerin dışında bir yerlerden bekler halden çıkmalı; oluşturacağımız mahalle ve semt meclisleri veya komiteleri üzerinden bu sorunların çözümüne yönelik kolektif irade yaratmalıyız. Bugünü ve geleceği nasıl yaşayacağımızı başkalarının insafına bırakmaktan çıkıp; kendi irademize belirlemeye yönelik böylesi kurumsallaşmalar birer öz yönetim alanları olarak da değerlendirilebilir. Tarihsel köklerimiz ve geleneklerimizden hareketle oluşturacağımız bu alanlarda hem toplum genelinde ortak yaşam algısının kuvvetlenmesi, dayanışma ve birliktelik kültürünün hâkim olmasını sağlanacak; hem de gençlerimiz toplumsal sorunların çözümüne ortak edilerek geleceksizlik, yalnızlık, çaresizlik ve umutsuzluk nedeniyle uyuşturucu batağına sürüklenmekten kurtulacaktır. Böylece bugünün gençleri aynı kendinden önceki kuşlaklar gibi tarihsel ve toplumsal rolü olan toplumun geleceğine sahip çıkma iradesi haline geleceklerdir.


Kültür Sanat

14

UNUTMAYAN SANAT 2006 yılında Ankara Simurg Oyuncuları olarak yola çıkmışlar. İlk oyunları Sivas Katliamının belgesel oyunu “Simurg”. Bu isim aynı zamanda topluluğun da ismi olmuş. Kurumsallaşma sürecinde; “Canlar Tiyatrosu” olarak isimlerini değiştirip; “Yangın Yeri Maraş”, “Aladağlı Mıho”, “ Dersim”, “12 Eylül”, “Hayyam” ve dört çocuk oyunu ile seyirci karşısına çıkmışlar. Yeni oyunları “İnsanlarım ; ( Doğum, Düğün, Ölüm)” adlı çalışma ile yeni sezona başlamışlar. Yakın tarihimizin çok acı katliamlarını sahneye taşıyan ilk ekiplerden. Biz de unutmayanları görmek ve paylaşmak için ürettiklerini ASOT’da yazar ve dramaturg olan Serdar Doğan ile röportaj yaptık. Serdar Doğan kardeşi Serkan’ı Madımak Katliamında kaybetmişti. Yangından çıktığında kendini bir morgda buldu; öldü sanılarak morga koymuşlar. Onun duygu ve düşüncelerinden dinledik, sanatı, yazdığı oyunları… Ahval-i Angara: Simurg nasıl bir araya geldi ve bu bir araya gelişte amacınız nedir? Serdar DOĞAN: Simurg bizim Sivas katliamını anlattığımız oyunumuz ve bu oyun için bir araya geldik. Sivas’ı, adını ve o görüntüyü kullanmadan anlatmak istedik. Oyun metnini yazdıktan sonra bu işin duayenleriyle görüştüm ama kimse oynamaya yanaşmadı. Oyunu yazmadan önce on yıl Sivas’ı tiyatroyla anlatmanın birinin aklına gelmesini bekledim. Sivas sadece türkü ve semahla anlatıldı ama bunun heykeli yapılmadı, şiiri yazılmadı, tiyatrosu yapılmadı düşüncesindeydim. En sonunda genel sanat yönetmenimiz Cengiz Sezgin, o zaman Ankara Sanat Tiyatrosu’nda(AST) idi ve ekibi biz kuralım dedi. 2 Temmuz 2006’da Sivas ilk kez AST’de sahneye taşındı. Oyunda otelin içindeki son 8 saati anlatıyorduk. Bu da bir ilkti çünkü Sivas dışarıdan çok anlatılmıştı ama içerden anlatılmamıştı hiç. Dersim ve Maraş’ın da anlatılmasını istedi izleyenler bizden. O yüzden Maraş katliamını anlattı ikinci oyunumuz. Dersim’i ve Maraş’ı tiyatroda anlatan da ilk biz olduk. Bizden bir yıl sonra başbakan Dersim katliamdır, özür

Son yıllarda düğünlerde, eğlence mekânlarında çalınan müziklere ve ona eşlik eden oyunlara baktığımızda kendilerini Ankaralı olarak nitelendiren Ankaralı Turgut, Ankaralı Ayşe, Ankaralı Namık, Ankaralı Yasemin, Ankaralı Coşkun ve bunlara benzer birçok sanatçının ortaya çıktığını görüyoruz.

dileriz demeye başladı. Bize kadar Dersim demek bile suçtu. Ardından 12 Eylül oyunu geldi. Bunlar bizim insan olarak yapmamız gereken şeylerdi. İnsan olarak nasıl duruyorsak bunun sanatımıza da yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Sivas’ı, Maraş’ı, Dersim’i sadece Alevi katliamı olarak görmek katliamın kendisi kadar acı. Ben Dersimli Kızılbaş bir Kürdüm ama ben Alevi tiyatrosu yapmıyorum; insanlık tarihi kadar eski acıları anlatmaya çalışıyoruz biz. Dünya faşizmine verilen tepkiyi yerelde niye vermiyoruz? Bu ülkede de Alevilerin kapılarına işaret kondu tıpkı Yahudilerin evlerine konulduğu gibi. Faşizmin dili değişiyor ama biçimi değişmiyor. AA: Sanatın ya da sanatçının muhalif duruşu nedir sizce? S.D.:Sanatın özünde muhaliflik vardır zaten. Siz var olanı yapmazsınız, var olmasını istediğinizi yaparsınız. Devletin sanatçısı ya da partinin sanatı olmaz. Sanata akla karanın arkasındaki görünmeye gerçeği anlatmaya çalışırsınız. Gülmenin bile bir altyapısı olmalı, o bile politik olmalı. Oysa bugün gülmek belden aşağı bir şey oldu. Acı anlatılmıyor bizde, daha birinin toprağı kurumadan insanlar ölüyor. Bu ülkede bunları anlatmadan sanatçılığı bırak insan olunmaz. AA: Belgesel tiyatro diye adlandırdığınız oyunlarınızı nasıl yazıyorsunuz? Ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorsunuz? S.D.:Belgesel tiyatronun en zor yanı da bu aslında. Örneğin 1. Dünya Savaşı ile ilgili ya da Balkan Savaşlarıyla ilgili bir oyun yazacaksınız. Onunla ilgili kaynak olmayabilir. Bize bu savaşlar hep bir Sırp gencin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdını öldürmesi ile başladı şeklinde anlatılır. Ama 1. Dünya Savaşının bir paylaşım savaşı olduğu anlatılmaz, tarih kitaplarımız da yazmaz bunu. Bu nedenle önce var olan bütün kaynakların, kitapların, fotoğrafların ciddi bir şekilde taranması, tanıklar varsa, tanıklarla konuşulması gerekiyor. Buradan süzdükten sonra kurgumuzu koyup oyunlaştırıyoruz. Tanıklarını dinledikten sonra uzun bir okuma süreci oldu, yazılı bütün kaynakları neredeyse okudum. Diğer bir zorluk ise sahnenin olanaklarının çok elverişli olmayışı. Dağ koyacaksanız burada olacak, at gelecekse buraya gelecek, 100 kişi varsa bu sahneye sığdıracaksınız. Örneğin Seyit Rıza’nın torunu, Seyit Rıza’nın askerlerinden biri olan Mirza’yı gördüm, oyundaki

gibi bıyığı yoktu demişti. Ben de haklısın dedem ama biz altı kişiyle bir dönemi anlatmaya çalışıyoruz, bıyığı takıp Mirza oluyor, çıkartıp Türk askeri oluyor, sonra sakal takıyor Seyit Hüseyin oluyor demiştim. Mesela Sivas’ı oynarken orada saz çalıp, türkü söyleyen biri vardı. Tüm ozanlar adına bir ozanı simgeleştirdik. Böyle fiziksel eleştirilerin de geldiği oldu. Biz eldeki imkânlarımızla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama araştırma kısmı önemli orada hata yapma şansınız yok. AA: Yazdığınız oyunlara sizin yaşadıklarınızın, deneyimlerinizin etkisi var mı? S.D.:Fazlasıyla var. Maraş, Dersim, Sivas zaten benim yaşadığım, içinden olduğum yerler. Maraş’daki, Dersim’deki acıları anlatırken orada bir babanın, abinin kaybedilişini anlatırken böyle bir kaybı yaşamış olmaktan kaynaklı, bu nasıl bir acıdır, buna nasıl bir ifade gerekir biliyorsunuz. Ama Sivas’ı yaşamadan önce de ben Maraş’ın, Dersim’in öyküleriyle büyüdüm. 78’de Sivas’ta yaşanan, Malatya’da yaşanan benzer acılar babam, amcam, dayılarım tarafından bizim evde hep anlatılırdı. Kulak dolgunluğu var, evde hep böyle büyüyoruz. Sürekli tetiktesin, kimliğini saklamak zorundasın. Biz Keçiören’de oturuyorduk. Sürekli tehdit altındasınız, babam taksiciydi, arabanızı, evinizi yakarız tehditleri geliyordu. Dikmen’e kaçarak geldik Keçiören’den. Biz bu acıları içinde, birebir yaşadık. “Bunu anlatabilmek bizim için daha kolay”. Orada bir ilişki kurabiliyorsunuz, kalem oynatabilmek bu anlamda biraz daha kolay ama bunları anlatmak çok zor. Oyuncularımız için de öyle. Biz her oyunda Sivas’ı tekrar yaşadık. Koray Kaya’nın, 12 yaşında bir çocuğun ölümünü anlatıyorsun misal onu anlatan oyuncunun sözcükler boğazına takılıyordu, yutkunamıyordu. Konuşurken o kadar doğal, rol yapmadan ağlıyor ki hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan seyirci o duyguyu alıyor. AA: Seyirciden, çevreden oyunlarınıza dair aldığınız tepkiler nasıl? S.D.:O kadar garip bir ülkeyiz ki acıya endeksli bir toplumuz ve belki de akıllanmadık yaşananlardan. İki tane komedi yaptık tutmadı hatta neredeyse döveceklerdi bizi. Evet, bunları anlatmak bir ödev, çünkü genç kuşak bunların hiçbirine tanıklık etmedi, en azından tiyatrosu ve sinemasıyla tanıklık etsin. Fakat bunun aylarca provası oluyor, yazarken aylarca uğraşıyorum, tek tek öyküleri dinliyorsunuz

Ahval-i Angara - Aralık yüreğiniz kaldırmıyor artık üstüne her sahnede tekrar tekrar yaşıyoruz. Hollanda’da bir amca Sivas’ı oynarken kalp krizi geçirdi, ambulansla çıkarıldı salondan. Dersim’i oynarken bir seyircimiz “Şu an sizin sayenizde Dersim tartışılmıyor. Herkes bir sürü kılıf buluyordu Ama bir kötülük yaptınız babam dedi bir haftadır uyumuyor.” demişti. Düne kadar onlar da devlete başkaldırmasın diyen Alevi ve Kürtler bile bu oyundan sonra bu acının bir tarifi olmadığını anladılar. Bir taraftan da iyi bir şey uyumayalım artık, yüzleşelim. Talepleri ne olursa olsun bu insanların üzerine böyle gidemezsin demek gerek. Hangi anne çocuğunu sesine asker gelecek diye memesine bastırarak susturmaya çalışsın. Öyle ki sütten kesilmiş, o kadar bastırıyor ki çocuk havasızlıktan ölüyor. Yani sen bir anneye bunu yaptırıyorsun. Sadece bu çocuğun katili olması sebebiyle bile Dersim Katliamı’nın ne olduğu anlaşır. AA: Oyunların sergilenmesi kısmında yaşadığınız sıkıntılar nedir? S.D.: Gişesi olsun diye iş yapmıyoruz ki biz. Kaygımız var ve bu kaygı sadece bizi tutuyor. Bunu yaptığımız için salon bulamıyoruz, polis geliyor çekim yapıyor, metni istiyor. Üzerimizde bir sürü baskı var. Salon için arıyoruz, oynayacağız diyoruz 500 lira kira, afişi gönderin deniyor. Gönderdikten sonra tekrar telefon geliyor o gün doluyuz, üç gün sonra olsun dersek yine doluyuz deniyor. On gün sonra olsun yine dolu. Sonra 1500 liraya çıkıyor kira, tamam diyorsun kabul, yine yok, o da yasak. Müdür başımızı yakmayalım, emekliliğime az kaldı benim başımı yakacaksınız diyor sonra. Salon bile tutamıyoruz oyunlarımızdan kaynaklı. AA: Şu an provasını yaptığınız oyun hangisiydi? S.D.:İnsanlarım diye politik güldürü bir oyun. Gündem o kadar çok değişiyor ki bunu yazdığımda İçişleri Bakanı Muammer Güler’in iş isteyen birine, takla attırması meselesi vardı. Onun üstüne üç tane bakan değişti sonra kızlı erkekli, kürtaj mevzuları vardı onların hepsi gitti, espriler eskidi. Cnn’deki tartışma üzerine kuruyordum oyunu. Nagehan Alçı, Altan Öymen, Nazlı Ilıcak Onlar üzerinden anlatacaklarımızı anlattırıyorduk. Programdaki ekip dağıldı, kurgumuz da ona göre değişmek zorunda kaldı. Bu da ciddi politik bir oyundu. Çocuk gelinler, çocuk ölümleri, cinsel kimlikler üzerine kara güldürü bir oyun. Dört tane belgesel tiyatro türünde oyunla gidince seyirci de bunlar çok ciddi işler yapıyor gülsek ayıp olur mu diye düşünüyorlar. Kendini tutan seyirciler vardı. İkinci perdede uyardık gülebilirsiniz, gülmeniz için yaptık biz bu oyunu diye. Sonra gülenler oldu. Komedi beceremiyoruz sanırım, dram gidiyor hep bakalım böyle devam edecek sanırım.

Oyunları ve Türküleri Üzerinden Değiş(tiril)en Ankara

da uymasa da bir araya getirilip kullanılıyor; uyum, kafiye aranmıyor. Zaten çoğu zaman müzik aynı kalıyor, üstüne farklı sözler eklenerek yeni gibi piyasaya sunuluyor. İnsanlar oynamaya hazır oldukları için farkına bile varmıyor, oyunu olsun yeter. Hacı hacıyı tekkede Gavur hoca gelir üç dakkada Otuz senedir bu yolda Bir il olamadın Polatlı ‘Ankara’ unvanını kullanan günümüz Sözlerdeki zihniyet çok farklı, çünkü sanatçıları Ankara’nın geleneksel oyun toplumda umursamazlık, insani değerlerin ve müzik kültürüne hiç benzemeyen, yok olması, beyinlerin belden aşağıya çalışTürk Halk Müziği formatından çok farklı ması adeta tarz haline gelmiş. Şarkıda küfür arabesk demenin de uygun düşmediği yeni de edilse oynanıyor, bir tarzı yarattılar. Ankara bölgesine özgü Hamam tası gümüşten ama ulusal ölçekte de kabul görmüş adeta Yeni gelmiş o işten marka haline gelmiş bir tarz. Kimileri ona Beni bu işe alıştıran pavyon havası diyor kimileri damar. Yerel Senin yavşak enişten gibi görünse de Küresel kültürün özellikleKüfür kültürünün Türkiye toplumunda rinden birçoğunu içinde barındırmaktadır: yeri inkâr edilemez. Ancak kullanmanın Hayatı ciddiye alamama. Örneğin: belli geleneksel kuralları vardır. Ulu orta Sevgiliye duyulan aşkı en derinden, en gü- söylenmez, söylenmişse de kınanır. Ama zel biçimde ifade etmek yerine aşkını bile bugün ulu orta söylenmesi çok normalmiş gayri ciddi bir biçimde dile getirmekte, gibi, onaylarcasına kalça kıvırarak kadın seviyor mu alay mı ediyor belli değil: erkek eşlik etmekte. Yoldan geldim yorgunum ‘Arabada beş evde on beş’ , ‘Kobrayı Kız ben sana vurgunum dolarım boynuna.’ Gene nerden geliyonda Bu sözlerin eşlik ettiği müziklere küçük Benim maykıl cordınım büyük herkes hatta türbanlı kadınlar, muhaAnlamlı anlamsız sözler, konular uysa fazakâr erkekler bile kıvıra kıvıra oynuyor.

Ankara’nın caddelerinde en eski arabadan da en son model arabadan da bu müziği duyuyoruz. Şarkılarda işlenen konular; Alkol, hovardalık, pavyon, kızın kalça sallaması çekilen aşk acısının deliliğe varan sözler ile ifade edilmesi, tespih… Ne oldu da bu ifadeler toplum içinde yer buldu, toplum bundan zevk duyar hale geldi ve bu oyunlara eşlik edip kıvıra bildiği kadar kıvırma gayretine girdiler… Her yerde her durumda oynar olduk İnsan oynar… İnsan rahatlamak için oynar. Oyunun kültürel işlevi budur. Türkiye toplumu gibi Ankaralı da daha bir mutsuz ve kendini çok fazla baskı altında hissediyor, bunalımını hafifletmek, rahatlamak istiyor. Bunalımın aşırısı bazı durumlarda toplumsal cinneti getirir, bazı durumlarda ise kendinden geçecek kadar aşırı neşeyi getirir. Buradaki neşe mutluluktan gelen neşe değil, hissedilen baskının ters dönüşümünden kaynaklı neşedir. Bundan dolayıdır, Kadın erkek oynayacak yer arıyor, bulamazsa otobanda arabayı sağa çekip yol kenarında oynuyor, oyunlarında abartılı hareketler sergiliyor. Her şey Tüketim Nesnesi Eskiden toplumun başka fikirleri, başka düşünceleri, ilgilendikleri başka konular vardı. Dünyaya bakış farklı idi, değer yargıları farklı idi. Örneğin kadın candı,

kadın yardı, kadın yoldaştı… Kadınlar sosyal hayatın her alanında adeta mal gibi piyasaya sürülür de hiç türkülerde değer kazanır mı? Sosyal yapıdaki tüm değişiklikler olduğu gibi üst kültürü de etkiliyor. Ne kadınlar ne de erkekler müzikteki bu sözleri dinleyip ‘ben neye eşlik ediyorum’ diye düşünmüyor, kıvıra bildiği kadar kıvırma gayretine giriyorlar. Toplum duyduğunu anlayamayan, ya da ne söylerse söylensin sal gitsin mantığını güden toplum haline gelmiş durumda. Kültür endüstrisi, geleneği altüst etmiş, şu an baskın olan popüler kültür halkların kendilerine ait olan yüzlerce yıllık kültürlerinin içini boşaltmış, kalitesizleştirmiştir. Ama Sokrates’in de dediği gibi “Sorgulanmamış hayat, hayat değildir.”. Halk Kültürü mü? Kurgulanmış Kültür mü? Bir söz vardır: “İnsan çeşit çeşit, yer damar damar.” İnsan çeşit çeşitse kültürü de çeşit çeşittir. Bunu kabul etmek gerekir. Kültürün doğasına aykırı müdahalelerin var olduğu yerde halk kültürü değil kurgulanmış kültür vardır. Kurgulanmış kültür ise toplumların hiç bir ihtiyacına cevap vermez tam tersi toplumu tüketir.


Spor

Ahval-i Angara - Aralık

15

Av. Cem CİHAN / TARAFDER

PASSOLİG = FAŞŞOLİG

Ankara Cebeci İnönü Stadı’na AVM

OLMAZ

Cebeci İnönü Stadyumu’nun yerine AVM-rezidans inşa edilebilmesi için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yaptığı imar planı değişikliğine TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi dava açtı. Ankara 6. İdare Mahkemesi Başkanlığı’na 1 Eylül’de sunulan raporda bilirkişi, başkentin en büyük stadyumunun yerinde korunması gerektiğini savunarak plan değişikliğinin kamu yararına aykırı olduğu yönünde görüş bildirdi. Bilirkişi, stadın zaten son derece yoğun bir yapılaşma olan bir mahalledeki nadir açık alanlardan olduğunu, mahallenin buraya yapılacak bir AVM-rezidansın getireceği ek nüfusu ve trafik yükünü kaldıramayacağını belirtti. YARGIYA BYPASS Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri Deniz Kimyon, dava konusu imar planlarının mahkemece iptal edileceğini öngö-

ren bakanlığın projeye devam edebilmek için yeni iki plan daha geçirdiğini söyledi. Kimyon, “İptali ile sonuçlanması muhtemel planlarla aynı içerikli planların tekrar tekrar onaylanması yargı kararlarını atlatmak üzere izlenen, planlama hukukuna aykırı bir taktik. Bu taktiği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Ankara Büyükşehir Belediyesi özellikle büyük rantın oluştuğu alanlarda sıkça uygulamakta” diye konuştu. KAMPANYA BAŞLATILDI 1967’de inşa edildikten sonra binlerce spor müsabakasına ev sahipliği yapan Cebeci İnönü Stadı’nın mevcut kiracıları Sportoto 3. Lig’de Hacettepe ve Ankara Demirspor. Stadın korunmasını isteyen sporseverler, “Cebeci İnönü Stadı’nı, tarihinde yaşanmışlığı olan statları seviyoruz ve şehrin dışındaki arenaları istemiyoruz” diyerek sosyal medyada #Cebeciyesahipcik adında bir kampanya yürütüyor.

000153 kodu ile TFF’ ye kayıtlı kulüp Kimin hangi niyetle neler yaptığını sorgulamak gibi bir derdimiz hiç olmadı...

Serdar KADIOĞLU

Son 17 yılda günlük gelişmelere dalıp geleceği şekillendirme adına hiçbir olgun adım atamadık... Kulübü yönetenler de taraftarın SORGULAMA mekanizmasının önüne hep set çekmiş ve uyguladığı uygun fiyatlı bilet ve SIFIR bilet mantığıyla taraftarı vermemeye alıştırmıştır... Son 5 yönetim tribünden gelen insanlardı, yapacakları da belli sınırlar içinde kalacaktı... Giden yönetimlerin ortak görüşü bu kulübü bu hale getiren AYDIN VE GÖKÇEKLERİN kulübü kurtarması gerçekliğine inanmış olmalarıdır... Sorgulamaktan uzak olan tribünlerimiz gelen yönetimleri de es geçmiştir... Bu işi yapamayacağını anlayan ve 200.000,00 TL civarı harcayarak pili bittiğinde kongre kararı aldı. Çare aramaya başlayanların hiçbiri KOLTUK sevdalısı değildi.2012’nin sonunda taraftar için delegelik yolu da açılmıştır. Gücü ve kudreti olan herkes başkan adayı olabilir... Kukla, ceket olmayanların gelme zamanıdır. Bu yolu açanda Atilla Süslü yönetimidir... Mehmet Yiğiner ANKARAGÜCÜ için son şans gibi lanse edildi. Kimin başkan olduğundan ziyade, tek adama bağlı kalmak maalesef Türk futbolunun çıkmazı haline gelmiş olmasıdır. Eğer başkan kendi delege yapısını sağlamlaştırmışsa hiçbir kuvvet onu o koltuktan alamıyor, çözümsüzlüklerin çıkar yolu hiçbir zaman çözümsüzlüğü dayatan yapılar olamaz… Yaptığı transferlerle bir şehrin umudu olacağı Ankara’nın artık eski Ankara olmayacağı düşünülerek, destek olunmuştu. DİRİLİŞ reklamlarıyla görkemli bir hava katmıştı. Skor taraftarı değiliz ancak, skor üzerine kurulan bir takımdan skor beklemekte en doğru biçimde hakkımızdı. Geçmişin özeti yaz yaz bitmez!. Ankaragücü içinde bulunduğu şu zor günlerde birilerinin Ankaragücü için güçlerini birleştirmeleri Ankaragüçlülüğün ne olduğunun anlatılması bakımından çok yararlı olacaktır… Başarısızlıklar sonucu yıllardır üstü örtülen zaafların, bugün çok acımasız şekilde karşımıza çıkması hepimizin alışık olmadığı bir durumdur. Sahada kazanılmış olsa masa da kaybediliyorsa, icra dairelerine tüm gelirler gidiyorsa, nedenlerin hukuki boyutta

araştırılamamasıdır. Mahkemeler, Yargıtaylar süreci uzatmaktadır. Son çare Açlık Grevi; Aslında spor camiası hiç alışkın olmadığımız bir durumu taraftarlarımız başlatmış, ilk 5 gün beklenmedik düzeyde ilgi toplamış, tüm Türkiye taraftarlarının destek mesajları Ankaragücü sosyal medya sayfalarına akmıştır. Direniş bir şehri yeniden gündeme getirmiş, taraflı tarafsız insanlar da neden böyle olduğuna dair sorular sormaya başlamıştır. Ankaragücü gecekonduların, pazarların, taksi duraklarının, yani halkın kendisinin tribünde ifade edilmesidir. Kenan Evren’in takımı benzetmesinin yıllarca bilinçsizce lanse edilmesi sorunu, İmalat-ı Harbiye işçilerinin üretimden

gelen güçlerine yapılmış en büyük hakarettir. Aslında okunması, öğrenilmesi, anlatılması kolay olan bir dilin elitleştirilmiş, soyuta yönelmiş camialar tarafından pompalanması Ankaragücü’ne yapılmış tarihi haksızlıktır. Ankaragücü kimseden ödül istememiş, kimseden AF dilememiştir. Vergi afları ile ayakta duran merkez takımları eleştirmeyenlerin söz söylemeye de hakkı yoktur. Melih Gökçekler üzerinden Ankaragücü eleştirisi de aynı ölçekte mesnetsiz ve haksız bir yaklaşımdır. Diğer kulüp başkanlarının kazanımlarının Gökçeklerden farkı nedir? Endüstriyelleşen dünya düzeninden futbolun, sanatın etkilenmemesi beklenemezdi. Kar-zarar ilişkilerinin sonucu tarihi kurumların zarar görmesini engellemek iktidarıyla, muhalefetiyle herkesin görevidir. TFF’de 000153 kod’lu kulübün varlığı Ankara için önemlidir.

E-Bilet, 6222 Sayılı Yasa ile 2011 yılında hayatımıza girdi. 6222 Sayılı Yasa, mevcut meclisteki 4 partinin tamamının anlaşarak çıkardığı tek yasa olma özelliğini taşıyor. Yasa yapılırken ne taraftarlara danışıldı, ne eleştiriler dikkate alındı, ne de tribünleri bilen insanlar bu yasayı yaptı. Böylece neresinden tutarsanız elinizde kalan bir yasa karşımıza çıktı. Şike sürecinde birçok maddesi süratle değiştirildi. Ancak özü değişmediği gibi çarpıklığı daha da arttı. PassoLig tartışmasız bir banka kartıdır ve ilgili bankanın müşteri portföyünü artırmak amaçlanmaktadır. Yeni Tüketicinin Korunması Kanunu’nun 6. maddesi, bir hizmetten yararlanmak amacıyla, başka bir ürünün satın alınmaya zorlanmasını yasaklamıştır. Kanuna açıkça aykırı olmasına rağmen taraftarlar tribüne girmek istiyorlarsa ilgili bankanın müşterisi olmak zorundadır. Bu nedenle PassoLig her şeyden önce, taraftarın üzerinden bir büyük rant projesidir PassoLig adı verilen banka kartı, 6222 Sayılı Yasa’da bahsedilen elektronik kart değildir. Oysaki, PassoLig’den önce yürürlükte olan kâğıt biletler ve kombine kartları da zaten elektronik bilet özelliğini taşımaktaydılar. Elektronik bilet en basit anlamıyla, sistemin okumasıyla turnike kapısının açılmasını sağlayan bilettir. Karşı olmakla birlikte daha önce kullanılan kombinelere kanunda öngörülen TC no, ad soyad ve fotoğraf yerleştirilerek passolig olmadan da e-bilet sistemine geçilebilinirdi. Ancak yukarıda da vurguladığımız gibi rant alanı sağlamak hedeflenmiştir. PassoLig uygulamasında taraftarlığın yerini, TFF ve bankanın tabiriyle “izleyici” alıyor. Arma sevdasının, futbol sevgisinin yerini koltuklarda oturup, daha fazla tüketen, bağırmayan, makul ve muhalif olmayan ve ne satılırsa alan seyircilerin alması isteniyor. Hiçbir zaman aykırı seslerin yükselmediği, terbiye edilecek kitleler öngörülüyor. PassoLig uygulamasına gerekçe olarak, futbolda şiddet ve düzensizliğin önlenmesi ile karaborsanın bitirilmesi gösteriliyor. Ancak şimdiden görülmekte olan passoligle birlikte karaborsanın el değiştirmesidir. Passoligin alınmasını teşvik eden bir çok kulüp bazı taraftar gruplarına üye olan taraftarın kombinesini ücretsiz doldurmaktadır. Karaborsa, PassoLig sistemiyle, başkaları adına kart başvurusu yapılabilirken, kombine yahut bilet aktarımı yapılırken bitmesi mümkün değildir. Halen derdest olan ve Ankara 16. Tüketici Mahkemesi’ndeki davayı açmadan önce, PassoLig’in kullanma koşulları açıkça tüketici taraftarların aleyhineydi ve gerçekten akıllara zarar hükümler içeriyordu. Davadan sonra web sitesinden kullanım koşullarını tümüyle kaldırdılar ancak bu yeterli bir kazanım değildir. Kişisel verilerin kullanımıyla ve saklanmasıyla ilgili ciddi hukuksuzlar söz konusu. 6222 Sayılı Yasa’da, kişisel verilerin TFF bünyesinde saklanacağı belirtilmiş ise de, PassoLig kart sahiplerinin kişisel verilerinin ilgili Banka merkezinde tutulduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuda yasada bir devirden bahsedilmiş durumda ise de buradaki devir Anayasa amir hükmü gereği, kişisel verileri kapsamayacağı açıktır. Kişisel verilerin süresi belirsiz ve şekli belirsiz saklanma ve pazarlanması söz konusu. Üstelik taraftar kişisel verilerinin çalınması ihtimaline karşı güvende değildir. PassoLig uygulaması çökmüş bir projedir. Taraftarların örgütlü gücü en az 1 milyon adet satılması beklenen PassoLig kartını, bugünkü rakamlar itibariyle 280 binlerde tutmuştur. Taraftarlar gerçekten bireysel olarak ciddi bir karşı duruş göstermektedir. Ancak kirli propaganda da karşımızda tüm maddi gücüyle durmaktadır. Özellikle Süper Lig’deki Anadolu kulüpleri ve PTT 1. Lig takımlarının tamamı olumsuz etkileneceklerdir. İtalya’daki uygulamada da benzer sonuçlarla karşılaşılmış ve önemli oranda geri dönülmüştür, keza Polonya’da da aynı sorunlarla karşılaşılmış ve geri dönülmesi kararlaştırılmıştır. Bu bir siyasi proje olmasının ötesinde ciddi bir rant projesidir. Onların reklamlarında da gösterdikleri ve inandıkları gibi taraftarlar cahil vandallar değildir ve gücünü dayanışma ve örgütlenme yeteneği ve birikiminden almaktadır. Taraf-Der passolige karşı hukuki mücadeleyi başlatmış örgüt olmasının ötesinde taraftarın örgütlü ve kararlı mücadelesi ile passoligi yenebileceğini inanan bir örgüttür ve ülkemizde önemli sayıda taraftar grubu passolige karşı mücadele ve boykot başlatmıştır. Mücadele araçları her geçen gün zenginleşmektedir. Taraftarın direnişi karşısında passoligin dayanması mümkün değildir.

“Passolig” İptali Anayasa Mahkemesinde Taraftar Hakları Derneği’nin “Passolig” adlı banka kartının iptal edilmesi talebiyle açtığı davanın 19 Kasım 2014 tarihindeki duruşmasında Mahkeme Passolig’in yasal dayanağı olan maddeleri temel insan haklarına aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, duruşmadan önce “Passolig uygulamasından vazgeçilemez” açıklaması yaparak mahkeme üzerinde siyasi baskı kurmasa idi, Tüketici Mahkemesi, Passolig’i tümüyle iptal edebilirdi. Yine de mahkemenin kararı, Passolig’in insan haklarına aykırı bir uygulama olduğunun tescili bakımından önemli bir adımdır. Bu kazanımı yaratan, taraftar gruplarının örgütlü mücadelesi olmuştur.


AHVAL-İ ANGARA Aylık Siyasi Yerel Gazete Ahval-i Angara adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Merve Keskin Yönetim Yeri: Güneşevler mah. Güneşevler Pazar yeri no: 9/A Altındağ / ANKARA Tel no: 0312 317 0778 Hesap No: 1262 55144557 5001 Türkiye Ziraat Bankası Merve Keskin Baskı: Hermes Ofset Büyüksanayi 1. Cad. No:105 İskitler / Ankara Tel: 0312 384 34 32

www.ahvaliangara.com

ahvaliangara@gmail.com

www.facebook.com/ahvaliangara

(BİZİM) MAHALLE: DİKMEN Burcu TUNAKAN Gülşen UZUNER

“Nerde Benim Komşum, Dostum, Nerde Onunla Paylaştığımız Ekmek?” Ankara. Soğuk, bürokrat, gri şehir… Öyle mi gerçekten? Ne kadar tanıyoruz, ne kadar biliyoruz bu şehri; bu şehrin semtlerinin, mahallelerinin hikâyelerini, dününü, bugününü? Ankara’nın adını çokça duyduğumuz, sokaklarında gezdiğimiz bir mahallesine düştü yolumuz. Dikmen’de Metin Akkuş Mahallesi. Beton blokların orta yerinde sanki saklanmış bir cennet. Meyve ağaçları, bahçeli küçük evler. İnsana ısrarla “acaba şehrin içinde değil miyiz” sorusunu sorduran bir yer. 70’ler göç hareketlerinin yoğunlaşması ile birlikte Dikmen Köyü’nün bir parçası olan Mahalle’de gecekondu yerleşimleri başlamış. 90’larda kentin bu kadar merkezinde kalan ve dolayısıyla rantı çok yüksek olan vadi için “dönüşüm” adı altında yıkım ve yerinden etme projeleri gündeme gelmiş. Vadi halkının yaşam alanlarını tahrip etmek üzere kurulan ve ranta dayalı dönüşüm projeleri, baskı ve yıldırma politikaları da devreye sokularak uygulanmaya çalışılmış. Metin Akkuş Mahallesi’nin güzel insanlarından Veysi Özel ile kentsel dönüşüm, yıkımlar ve değişen hayatlar üzerine sohbet ettik. Hem kendisine hem de Dikmen’in geçmişine dair pek çok hikâyeyi bizlerle paylaşan Veyis Özel’in anlattıklarını el değmemiş hali ile aktarmaya çalıştık. Zira Veyis Abi bizleri bugünün “Dikmen”inden alıp, 70’lerde başlayan göç ile her tuğlasında emek olan mahallesi “Dikmen”e götürüyor. Buraların hikâyesini anlatır mısınız? Burası Metin Akkuş Mahallesi, eskiden de ismi bu idi. Yozgatlı, Tokatlı, Sivaslı, Malatyalı insanlar vardı buralarda. Buralar hep dolu dolu evlerdi. Bir karış boş yer yoktu. Her ağacın altı bir evdi. Üzüm bağları, asmalar, meyve bahçeleri, havuzlu evler vardı. Vadi Dikmen köyü zaten, sarı evler var, onlar köyün evleri hâlâ bir kısmı duruyor. Yani bulunduğumuz yer köyün parçasıydı. Şu an boş olan yerler, iyi komşuluk ilişkilerinin olduğu, çok şirin yerlerdi. Aileler iç içe yaşardı. Kadınlar toplanır beraber yufka yapar, kısır yaparlardı. Komşuluk ilişkileri çok yakındı. Birbirinin acısını tatlısını paylaşan aileler vardı. Sen ne zaman geldin buraya? Benim gelişim çok eski. Ben demiryolu işçisiyim. Sonra askere gittim, yedek subay oldum. Askeri lisede teknik öğretmen oldum. Sonra 12 Eylül geldi hapse atıldık, işimizden atıldık. 1978’di buraya geldiğimde. Evimi kondurduğum yerin etrafında köylülerin ekin tarlaları vardı, bağları, bahçeleri vardı. 1978’den itibaren buraya insanlar göç

etmeye başladı. Köylülerin tapulu arsaları dışındaki yerlere ev yapılmaya başlandı. Evi olmayan, kirada oturmaya gücü yetmeyen insanlar buralarda ev yapmaya başladılar. Ben önceden Oleyis bloklarında kirada oturuyordum. Kiraya param yetmiyordu, burası boş diye duyduk, geldik buraya kazmayı vurduk, evimizi yaptık. Elimizde avucumuzda ne varsa inşaata harcadık. Elektrik yok, su yok, derelerden su getirdik. O zaman yapılan evlerin hemen hepsi çamur ve briketten yapıldı. Para yok ki beton olsun. Bu inşaatlarda dolaşırdım o zamanlar, sofralarda en çok yenenler bulgur pilavı ve ayran. Salata dahi yok. Domates para ile tabi. İnsanlar ellerinde avuçlarındaki bütün parayı inşaata verdikleri için başka bir şeye para yok. İlk Karayalçın’la başladı. Karayalçın birkaç şey yaptı, siyasi ömrü yetmedi. Daha sonra Gökçek geldi, karşıya büro kurdu. Vadi projesini uygulamaya başladı. Karayalçın’ınki de vadi projesiydi. Ama onun projesinde altyapı, üst yapı giderleri yoktu. Evini yıktığı insanlara ya para ya yeni bir ev veriyordu. Ama daha sonraki Gökçek zamanında insanlara dayatmalar başladı. Buna karşı da mitingler, eylemler yapıldı. Asıl yıkımlar Gökçek zamanında başladı. Yani yerleşimler 70’lerin sonu 80’lerde, yıkımlar 90’larda. Gökçek geldi “Ne diye böyle sürünüyorsunuz, kiminizin elektriği yok, kiminizin suyu yok. Ben size siteler kuracağım. Gelin güzel apartman dairelerinde oturun,” dedi. İnsanlar inandı.Vekalet verip, evlerini kendileri yıktı gitti. Başlarda bireysel mücadele vardı, sonra bu örgütlü hale geldi. Barınma bürosu gibi, vadi dayanışma derneği gibi yerler kuruldu. Bu gibi oluşumlar topluca mücadele ettiler. Üç dört tane avukat, halktan bir kuruş almadan insanlara destek verdi. İnsanlardan hiçbir şey beklemeden onların haklarını savundu. Sonrasında iş yargıya taşındı. Davalar açıldı. Benim de evim var, ama Gökçek’in de Karayalçın’ın da amacı rant elde etmek olduğu için yıkmadım. Bizim evlerimiz aslında gecekondu değil. Özal zamanında çıkan imar affı sayesinde meşru mesken haline geldiler. Eskiden burası nasıldı, insan ilişkileri nasıldı, türküleri, hikâyeleri var mıdır? İnsanlar beraber gün yaparlardı, yufka yapıyorlardı, kısır yapıyorlardı, bahçelerinden otları toplarlardı. Birlikte oturur, yer içerdik. Müthiş yakın ilişkiler, dayanışma, ortaklık vardı. Birinin sıkıntısı olunca birlikte destek olurduk. En önemlisi asimilasyon yoktu, insanlar kendi kültürlerini, geleneklerini birlikte yaşatabiliyorlardı. Yıkımlardan önce, burada yaşayan çocuklar okula gidiyordu. Ama insanlar evlerini boşalttıktan sonra çocukların pek çoğunun boynunda boya sandığı gördüm. Ekmek pa-

rası için okullarını bırakıp çalışmaya başladılar. Neden? Çünkü zaten yoksul insanlar, paraları yok. Bir de kira masrafı çıkınca, okutamadılar çocuklarını. Çok büyük cinayetler işlendi, eğitim cinayetleri! Çocukların geleceklerini öldürdüler. Bütün bu işlerde muhtarların da payı var tabi. Muhtarlar halkın temsilcisi değil de, devletin buradaki adamları gibi çalıştılar. Halktan değil de, ranttan yana tavır aldılar; onların muhtarlığını yaptılar. Halka “Size ev verecekler, boşverin buraları; sitelerde, apartman dairelerinde, kaloriferli evlerde oturacaksınız,” dediler. Böylece insanların kandırılmasına, evlerini boşaltmalarına yıkmalarına destek oldular. Gökçek “buraları ıslah ettik çamur, pislik vardı” diyor ya. Yalan! Esas, şimdi pislik, çöplük haline geldi. Eskiden buralar güllük gülistanlıktı. Pislik sonra oldu, evleri, bahçeleri yıkmaya başladılar, çöp getirdiler veya getirilmesine göz yumdular. Böyle bakımsız viran bıraktılar, çöplük pislik haline getirdiler ki insanlar terk etsin. Niye insanlar buraları bırakıp, kendi elleriyle evlerini yıkıp gittiler? Apartmanda oturma hevesi mi? Bizim toplumumuz yalana inanır. Çabuk kanmaya meyillidir. Doğru söylediğin zaman kabul etmezler. “Sobadan kurtulacağız, apartmanda oturacağız, doğru dürüst evimiz olacak, dairemiz olacak, odun kömür derdinden soba pisliğinden kurtulacağız,” diye inandılar. Böyle bir algı yaratıldı. Bu toplumda devlete güven var; onu güçlü, her şeyi bilen, doğru söyleyen olarak görür. Devletin kendisini kandıracağını düşünmez. Belediyeyi de devletin birimi olarak gördükleri için, Gökçek’in söylediği yalanlara çabucak inandılar. Gökçek’in yarattığı algı operasyonuna dâhil oldular, ona inanıp, daha güzel yaşayacağız vb. diyerek teslim oldular, kendi elleriyle evlerini yıktılar ama maalesef per perişan oldular, ellerine tutuşturulan üçbeş kuruş kısa zamanda bitince, sokaklarda kaldılar. Biz o zaman söyledik, gerçekleri anlatmaya çalıştık, hak hukuk dedik ama bize ateist, komünist, anarşist dediler. Soruyorum şimdi. Ben buradayım, peki benim Balalı komşum, Yozgatlı komşum, Tokatlı komşum nerede? Gökçek gelip de beni çıkarabildi mi? Gelemez ki, yasalar izin vermiyor ki. Ama bilmeyenlere sanki yasalar böyle diyormuş gibi söylediler ve insanları korkuttular, kandırdılar. Söylenenlerin bir kısmı uygulansa, içim gam yemeyecek. Hiçbir şey yapılmadı yıllardır. Kimseye bir şey verilmedi. Hiç bir çivi çakılmış mı, inşaatlardan önce kanalizasyon yapılmalı; var mı, görüyor musunuz herhangi bir inşaat vb.? Kaç sene geçti bir düşünün… Velhasıl kelam, buralarda yok yere katliam yapıldı. Yoksul katliamı yapıldı. Aynı maden ocaklarında yapıldığı gibi, yoksul katliamı yapıldı. İnsanların yoksulluğundan faydalanarak, üç beş kuruşa kandırdılar, ranta yöneldiler ve daha da büyük bir yoksulluğa, yokluğa terk ettiler. Peki buralarda yaşayanların daha çok Alevi olduğu söylenir. Öyle mi? Öyle değil, aleviler vardı ama herkes alevi değil. İç Anadolu’dan her inançtan, kimlikten insan vardı. Hep birlikte kardeşçe yaşardık. Yoksul, emekçi insanlar vardı. Eğer burada yaşayanlara bir ortak nokta bulacaksan emekçi olmaları, yoksul olmalarıdır. 1978’den beri aynı evde mi yaşıyorsun? Evet. Hiç ayrılmadım buradan. Öndeki de

kardeşimin. Şimdi oğlum oturuyor, kardeşim İstanbul’da. Bakın bahçesinde sebzeler, karalahana falan var. Çocuklarım burada büyüdü. 5 çocuğum da üniversite mezunu. Hepsi buralarda yaşadı, oynadı, okula gitti. Birisi yüksek hemşire oldu, birisi mühendis, birisi bankada müdür oldu. Ben çocuklarımın kınasını ve düğünlerini hep burada evin arkasındaki bahçede yaptım. Karakazanlar kurulurdu, pilav kazanları. Bütün ağaçlar ışıklandırılırdı. O zaman burası açıktı, şimdi bahçe yaptıkları için bölündü. Masalar sıralanırdı. Mahsun-i Şerif otururdu, rakı masası olurdu. Çok güzel muhabbetler, eğlenceler yaptık. Burası çok önemli yani, anısı öyle unutulacak tükenecek yer değil. Buralarda gezdikçe, hep o günler gelir aklıma, mutlu olurum. Yukarıda Kırıkkaleli komşularımın evi vardı. İnandılar Gökçek’e, yıktılar evlerini. Şimdi muhabbet yeri. Bağlamam var benim, çalıp söylüyoruz işte. Akşamları dostlar gelir, sazımızla sözümüzle muhabbet ederiz. Mangalımız var, kendimiz pişirir kendimiz yeriz. Buraları solcular, devrimciler kurdu. Komitemiz vardı, planlamayı, malzeme ayarlamalarını onlar yapardı. Önce insanları yerleştirdik, en son kendi evimi yaptım. Yani devrimciler öyle kendilerine, yakınlarına değil halk için buraları yerleşime açtı, insanları yerleştirdi. Hiçbir devrimci akrabasını, sülalesini getirmedi buraya. Sanki kocaman bir aile gibi yaşanırdı buralarda. Komşumun balkonunda otururduk, şimdi hep viran olmuş. Kimsecikler yok. Nerde benim komşum, kardeşim kadar sevdiğim dostum, nerde onunla paylaştığımız ekmek, ettiğimiz muhabbet, birlikte gülmelerimiz, ağlamalarımız.

Bir adamcağız evini yıktı gitti. Emekli maaşını kiraya yatırdı. Sonra dava açmış ne kadar almış biliyor musun? 24 bin lira para vermişler; adam 10-15 senedir kirada oturuyor, kiraya verdiği para 40-50 bin olmuştur. Adamın ekonomik sıkıntısına, yoksulluğuna mı yanalım, yaşadığı perişanlığa mı yanalım, yalnızlaşmasına mı? Hemen herkes için geçerli bu, gidenler çok perişan oldu çok… Çoğunun izini kaybettik. Bazılarını görüyorum. Ne yapacağız diyorlar, ama iş işten geçti. NOT: Yazıyı yayına hazırladığımız sırada Ankara Büyükşehir Belediyesi Dikmen Vadisi’ndeki gecekonduların bulunduğu alanın bir bölümünü satmaya karar verdi. Buna göre Dikmen Vadisi’nde 9 parça arsa satılacak. Satışa çıkarılan arsalardan biri “bölgesel ticaret alanı”, diğerleri ise konut alanı statüsünde. İhale 27 Kasım 2014 tarihinde, Belediye Encümeni tarafından belediye hizmet binasında yapılacak. Bölgenin belediye tarafından riskli alan ilan edilmesine rağmen ihale ile satışa sunulan arsalara yüksek inşaat hakkı verilmesi dikkat çekiyor. Esas meselenin rant olduğu bir kez daha gözler önüne seriliyor.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.