Ahval i angara

Page 1

YOLUNDA A.Ş./ÇİNÇİN’İN BAĞLARI

ALTINDAĞ’DA DOLMUŞÇU OLMAK

GENÇLERİ OYNATMAK CESARET İSTER

Asıl amaçları bir Çinçin filmi çekmekti ekibin ve bu amaçlarına çabalayarak ulaştılar. Kentsel dönüşümün, metropolleşen kentlerin yaşattıklarını tüm boyutlarıyla farklı bir üslupla an-

Ankara’nın ulaşım derdi, her gün çileden çıkaran, başlı başına bir stres trafiği ve bunun içinde dolmuşçu olmak... Tabi en büyük sıkıntı yine geçim sıkıntısı, işsizlik.

Süper Lig’de kadrosunda en fazla altyapıdan futbolcu oynatan takım Gençlerbirliği. Altyapıların yetersizliği Türk futbolunun en temel sorunlarının başında geliyor. Süper Lig’de birçok takım kendi altyapısından futbolcu yetiştirmekte zorlanıyor.

latmışlar vizyon tarihi beklenen filmde de.

Sayfa 10

Sayfa 4

Sayfa 11

Ankara talan ediliyor. Onlar hepimize düşman; ağaca, suya, tarihe, insana… Her şeye ve hepimize. En ufak bir yaşam kırıntısı bırakmayacak şekilde boğuyorlar kentimizi. Ankara’da en temel kamusal ihtiyaçlar bile sorun haline geliyor ama birilerinin cebi fena halde dolduğu için bu durum olağan karşılanıyor. Yapılaşma, su, ulaşım ve daha birçok kent sorunun temelinde, belediyelerin kentte yaşayanları bir özne olarak görmekten uzak, rant odaklı ve sorunları çözümleyici değil sorunlar yaratıcı politikalar izlemesidir mesele. Ankara’da Dikmen Vadisi, Mühye Köyü, Pursaklar ve daha birçok yer kentsel dönüşüm projeleriyle; AOÇ tam bir rant savaşı ile talan ediliyor. Pis içme suyunun temiz olduğunu kanıtlamak için bakın

ben içiyorum diyen bir Büyükşehir Belediye Başkanı var. Ve bunların yanında Ankara’daysanız ve toplu taşıma kullanacaksanız vay başınıza gelenler… Sayfa 3

Türkiye’den Haberler

Kadın

IŞİD Ankara’da, Yanıbaşımızda

Kadın Katillerini Kim Azmettirdi?

Önceki sayılarımızda yazdığımız gibi, IŞİD Ankara’da. Küçük yaşta çocukları çeşitli dernek faaliyetleri ile savaşa götürüyor ve burada savaş fikriyatını yaymaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde ise MİT’ten, Emniyet ve Jandarma’ya IŞİD’le ilgili uyarı bilgisi gönderildi. Uyarıda 3 bin IŞİD çetesinin Türkiye’ye sızdığı bilgisi yer alıyor. Bunların, başta Ankara olmak üzere değişik illerde sansasyonel eylemler yapabileceği de uyarıda belirtiliyor. Bunun yanında Dışişleri bakanı Eğit-Donat anlaşmasının imzalandığını sevinçle açıklıyor. Peki bu anlaşma ile kimler eğitilecek ve bunlar kime saldırtılacak? Sayfa 6

Kadınlara Karşı Savaş İlanı! Ahval-i Kadın Sayfa 2

Türkiye’den Haberler

2015’in ilk iki ayında 49 kadın erkekler tarafından katledildi. Devletliler toplumda yaratmaya çalıştıkları kutuplaştırma ve tedirginlik havasını kadınlara daha fazla saldırarak körüklüyorlar. Kadına yönelik devlet söylemleri ile eş zamanlı olarak kadına şiddetin katlanarak artması faillerin esas adresini bizlere gösteriyor. Özgecan kadınların öfkesinin son damlası oldu ve o öfkenin ateşi ülkenin her yanını sardı. “Devlet büyükleri” de korktular yaptıklarının neticesinden. Paniklediler. Dikkat: “Üzüntülü” değiller , “telaşlı”lar. Çünkü bütün kadın cinayetlerine söylemleriyle, duruş ve tavırlarıyla birer azmettirici olduklarını biliyorlar. En tepeden en aşağıya fikriyatlarıyla günde beş kadının öldürülmesinin sorumlusu olduklarını biliyorlar. Sayfa 2

Ayıplı (Arızalı) Mal Satın Aldığımızda Ne Yapabiliriz? Sayfa 5 Haklarımız

3 Milyon Kişi İş Arıyor

Hükümet “her şey yolunda, yola devam” derken, Koç Holding “çocuklarımın geleceğinden endişeliyim” deyiverdi. 2014 Kasım ayı verilerine göre, işsizlik oranı artarak yüzde 10,70 oldu. Buna göre, yasal olarak çalışabilecek olan, 15 ve yukarı yaştaki yaklaşık 30 milyon insanın 3 milyonu iş bulamıyor. 1524 yaş arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 20’ye vurdu. İşsizlik gün gün artarken, çalışan kesim için de durum hiç iç açıcı değil. Koç Holdingin çocuklarının bile geleceğinin “garanti olmadığı, endişeli olduğu” bu hükümet zamanında, asgari ücretli ve işsiz insanların çocuklarının geleceğinin nasıl olacağı merak konusu. Sayfa 7

Cumhurbaşkanı’na Hakaret Suçu Av. Murat Yılmaz Sayfa 6

Neredeyiz? Ahval-i Umumiye Sayfa 7


Kadın

Mart - 2015

2

Ahval-i Kadın Fatma Güleç fatmagulec06@gmail.com

Kadınlara Karşı Savaş İlanı! Özgecan Aslan’ı ve ona ne yapıldığını herkes biliyor. Tecavüze kalkışan katili ile ilgili herkes bir şeyler söylüyor; sövenler, vahşice diyenler çok. Kabuslar gördüğü, korktuğu için duymak istemeyenler de, “Ama kadın da şöyle durmalı yahu” beylik laflarıyla hala erkek şiddetini meşrulaştıranlar da çok. Sonra peki. Bitmedi kadın cinayetleri. Özgecan’dan önce de katledildik. Sonra Manisa’da bir kadın daha yakılarak öldürüldü, mahallemizden, sokağımızdan bir kadın daha dövüldü kocası tarafından, birimiz daha taciz edildik, lafımız ezildi, yok sayıldık, irademiz alındı. Adeta savaş açılmışken kadınlara, kadının taşıdığı değerlere, yaşamına, varlığına, kadınlar olarak en aşağılık zamanı yaşıyorsak kim bunun sorumlusu?

Devletliler toplumda yaratmaya çalıştıkları kutuplaştırma ve tedirginlik havasını kadınlara daha fazla saldırarak körüklüyorlar gibi görünüyor. Kadınlara yönelik devlet söylemleri ile eş zamanlı olarak kadına şiddetin katlanarak artması faillerin esas adresini bizlere gösteriyor. Öyle ki 2015’in ilk iki ayında 49 kadın erkekler tarafından katledildi. Ama kadınları ezmenin bu kadar büyük bir tepki yaratacağını düşünemediler. Özgecan kadınların öfkesinin son damlası oldu ve o öfkenin ateşi ülkenin her yanını sardı. “Devlet büyükleri” de korktular yaptıklarının neticesinden. Paniklediler. RTE ilan ediyor: “Davanın çok yakından takipçisi olacağım” Herhalde Yargı’yı yönlendirme yetkisini kullanacak! Bazı bakanlar, kitleleri tatmin için, sanki geçmişe uygulanabilirmiş gibi bir hava yaratarak, idamı geri getirmekten bahsediyorlar. Bazıları hadımlaştırma istiyor. AKP iktidarı hiç bu kadar telaşlı olmadı. Dikkat: “Üzüntülü” değiller, “telaşlı”lar. Sakın, bu suçluluklarının telaşı olmasın? Egemenler tarafından kadınlara yönelik saldırının en aşağılık, en ikiyüzlüsünün yapıldığı bu ortamda her tecavüzcü önce hadım sonra idam edilse ne yazar. Erkekliği teşvik edenler sussun, yeter. Çünkü biliyoruz her söylem yeni bir kılıf uyduruyor erkekliğe. Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız: Çalışan kadın fuhşa hazırlık yapıyor demektir. 6 yaşındaki kız çocuğu 25 yaşındaki erkekle evlenebilir.

17 Şubat: 45 yaşındaki Gülşen Süzen, erkek arkadaşı Abbas K. tarafından otomobilde boğularak öldürüldü ve cesedi bir dereye atıldı.

Cumhurbaşkanı RTE: Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır.

15 Şubat: 42 yaşındaki Kübra Kart 17 yıllık eşi Tahir kart tarafında ekmek bıçağıyla defalarca bıçaklanarak öldürüldü. Katil koca, eşi Kübra’nın cesedini 40 parçaya böldü ve ceset parçalarını ayrı ayrı çöp konteynerlarına attı.

En tepeden yanı başımızdaki erkeğe kadar aynı zihniyet içinde yaşamak zorunda bırakılmıyor muyuz, Özgecan’ın katline giden yol her gün yeniden örülmüyor mu en ufağından en şiddetlisine yapılanlarla? Cumhurbaşkanı

diyor

‘Kadınlar,

Allah’ın

biz

erkeklere emanetidir’. Sonra başka biri okulda, yanımızda tekrar ediyor bunu. Kadın akılsız mıdır, bedenden mi ibarettir, sahip olunan mıdır, hep bir erkeğin midir? Annesini öldüren gence ‘Namusunu temizlemiş’ diye indirim talep eden savcılar, ‘Kot pantolon giyiyormuş o zaman tecavüz yoktur rızası vardır’ di-

22 Şubat: Nuriye S., dini nikahlı olarak yaşadığı Tahsin B. tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün: Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.

22 Ocak: 21 yaşındaki Nuran Dutlu’nun cesedi elleri kesilmiş olarak bulundu. Kezban Doğan aidat nedeniyle çıkan tartışmada kapıcı Adem çıracı tarafından başına bir poşet geçirilip, mutfak tüpü hortumu ağzına dayanarak öldürülmüştü. Katil zanlısı Adem Çıracı’ya verilen ömür boyu hapis cezası, mahkemedeki saygılı tutumu gerekçe gösterilerek 25 yıla indirildi.

İ. Melih Gökçek: Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün.

yen yargıçlar, erkekler gözü dönünce onlarca bıçak darbesiyle ya da kurşunla kadınları öldürürken haksız tahrik indirimi ile katili rahatlatan mahkemeler var. Karakola gidip şiddet gördüğü erkeği şikayet edince, hadi ama barışın kocandır diyen polisler, uzaklaştırma kararı varken öldürülen, polisin ‘koruyamadığı’ kadınlar var. İç güvenlik paketiyle kendimizi korumak adına yanımızda taşıdığımız biber gazını silah kabul edip

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölümü Prof. Orhan Çeker: Dekolte giyene tecavüz ederler. Bülent Arınç: Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak.

1 Mart: Şölen Doğan adlı genç kadın, evinde elleri ve ayakları bağlanmış, başına poşet geçirilmiş bir şekilde ölü bulundu. 23 Şubat: 32 yaşındaki Sabiha Teskiricioğlu’nu 8 yıl önce evlediği kocasının oğlu Yılmaz Teskiricioğlu(22) tarafından ekmek bıçağı ile öldürüldü.

tacizciye biber gazı taşıyandan daha az ceza veren yasa koyucular var. Elektronik kelepçe, uzaklaştırma kararı, panik butonu, adeta hapishaneye dönüştürülmüş sığınma evleri hiçbiri engel olamadı öldürülmemize, tecavüze uğramamıza, tacize. Yaşamak için nere var kadınlara, hangi mekan, hangi zaman? Tüm bu sonuçları yaratan zihniyete göre kadın

Akp İl Genel Meclis üyesi Erhan Ekmekçi: Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor. Fatma Şahin: Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek. Ömer Tuğrul İnançer: Hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir. Ahmet Çakar: Kadın istemezse tecavüze uğramaz.

18 Şubat: Hüsne Aslan sevgilisi Şahin Koçar tarafından önce darp edildi, ardından da arabayla sürüklenip öldürüldü. Şahin Koçar, kasten insan öldürme suçundan değil ölüme sebebiyet verme suçundan tutuklandı.

kendisi dışında herkesindir, yönetilendir, yönlendirilendir, kendi yaşamına dair karar alacak iradeye, idrak yetkinliğe sahip değildir, her bakımdan eksik olandır. Bu yüzden, kadınlar erkeklere emanettir hep. O emanet edildiğimiz yerde de yaşmak yoktur bizim için. Evimizin içinden, sokağa attığımız ilk adıma ve sonrasına her yerde yaşatılan da bu bize. Çok basit yaşamak istiyoruz. Oluşturulan bu zihniyetle yok edilen değerlerimizi bulabilmek, kendimiz olabilmek, hayatta kalmak istiyoruz aslında ama bu bile sorgulanabilir, amalarla üstü çizilebilir olmuş. Belli bir rol verilmiş, makbul olan belirlenmiş onun sıfatları dışında bir şey olmamız, istememiz yasaklanmış. Tüm bunların karşısında ne yapmamız gerekir? Sokağa mı çıkmayacağız, en vahşice kadın katliamlarını görüp, daha da mı kapanacağız olduğumuz yere, evimizi mi taşıyacağız? Daha çok mu korunacağız bizi öldürenler, aşağılayanlar tarafından? Yasalara, devletlilere, polise kime güveneceğiz, kime bakacağız? Bu soruyu önce kendimize, sonra çevremizdeki tüm kadınlara sormamız gerekiyor. Çünkü olanların hepsi bütün kadınlara bir saldırı, adeta bir savaş ilanı bunlar. Ancak biz üretebiliriz buna cevabı ve biz uygulayabiliriz çözümleri. Başkalarına muhtaç olmadan yapabilmeliyiz. Bu yüzden önce kadınların bir araya gelişi, birlikteliği değil mi öncelik? En çok kadınların konuşması gerekmiyor mu artık bu zıvanadan çıkmışlığa karşı? Her yerde birlik beraberliği sağlayıp yan yana durması gerekmiyor mu kadınların?

Giyim kültürünün temel işlevi insanı doğa koşullarından korumaktır. Şimdi ise giyim moda demek ve sadece bir tüketim, gösteriş malzemesi, bunun yanında kadınları aşağılayan bir araç olmuş. Moda sadece kişinin neleri giyeceğini değil o kıyafeti giyerken nasıl giyeceğine; duruşunun, bakışının, yürüyüşünün nasıl olacağına da karar veriyor, “kıyafetin ruhunu yansıtamadın” diyor TV’deki moda duayenleri. Sanki insanın değil de kıyafetin ruhu, kişiliği var. Toplumsal tabakalaşmanın baskısını iki kat yaşayan kadınlar da moda baskısının hem tüketileni hem de tüketicisi olarak en yoğun yaşayanlardan. Moda her sene bir kadın bedeni kurar, ürettikleri ürün ile birlikte bir kimlik sunar. Bundan birkaç yıl önce gazetede çıkan bir haberde; Kadın asgari ücretle çalışan bir işçi, dişinden tırnağından artırdığı parayla kendine bir kürk almış, yan kesici onu zengin sanıp çalıp kaçmış ama çantanın içi boş. Kreşe giden kızların sohbetlerine şahit olmuştum. Daha o yaştaki kızlar bile “bunun altına bu olmamış” diye kıyafetler konusunda birbirlerini ağlatacak derecede ağır eleştirilerde bulunuyorlar, boylarından, kilolarından memnuniyetsiz bir halde dolaşıyorlar. Toplumdan dışlanmama adına, önemsenme ve kendini fark ettirme

adına takip edilen modanın aslında sanıldığı kadar masum, kadını önemseyen bir görevi yok. Modaya uyacağım diye bedensel sakatlıklara varacak kadar vücudu deforme etmeler, sıfır beden olmak için bıçak altına yatmalar bize bir şey kazandırmıyor. Aksine kadın olarak bizi kalıplara sokuyor ve aslında ihtiyacımız olmayan şeylere yöneltiyor en küçüğünden, en büyüğümüze. Her şeyi tüketilmesine karşı durmak gerekir, çünkü insan tükettikleri ile değil ürettikleri ile var olur. Ege Mah./Güler


Mart - 2015

Kentsel dönüşüm projeleri, içme suyu sorunu, toplu ulaşım, AOÇ, AKSARAY ve daha nice uygulama ile Ankara talan ediliyor kent ve çevre sorunu var Ankara’da… Bu talanlara bakıldığında o kentte yaşayanların yaşamını kolaylaştırmak için yapılması gereken kent politikalarının nasıl sadece belli bir zümrenin rant elde etmesine yönelik belirlendiğini görüyoruz.

Kentimiz İçin Mücadele Etmeliyiz! Yapılaşma, su, ulaşım ve daha birçok kent sorunun temelinde, belediyelerin kentte yaşayanları bir özne olarak görmekten uzak, rant odaklı ve sorunları çözümleyici değil sorunlar yaratıcı politikalar izlemesidir. Bizlere yaşam alanı bırakmadıkları gibi yaşam alanlarımızı çoğalttıkları sanrısı ile boy boy ilanlarda kendi reklamlarını yapmaktadırlar; ancak durum ortadadır bugün Ankara’da kentsel politika zenginlerin ihtiyaçlarına ve modern yaşamın kurgusuna göre şekillenmektedir. Yoksullar ise şehrin dışına itilmekte ve ötekisi haline getirilmektedir. Bizler yaşam alanlarımıza sahip çıkmazsak ve bize hizmet getirme görevi olan bu belediyelerden hesap sormazsak bir dahaki sefere bu sorunları tartışacağımız bir kent yaşamımız kalmayabilir. Rant için yapılaşmaya, toplumculuktan uzaklaşan hizmetlere karşı mücadele ettiğimiz noktada bizler kentte nasıl üretici ve özne olacağımızı tartışır hale geliriz, gelmeliyiz. Kentimiz için, doğamız için, yaşamımız için mücadele etmeliyiz.

Kentsel Dönüşüm Kentsel dönüşüm projeleri sadece Ankara’da değil İstanbul, İzmir, Diyarbakır gibi birçok büyükşehirde gerçekleştirilmektedir. Ankara’da ise Dikmen Vadisi, Mühye Köyü, Pursaklar ve daha birçok yere kentsel dönüşüm projeleriyle karşı karşıya. Kentsel dönüşüm projeleri ile amaçlanan gecekondularda yaşayan insanların hayatını kolaylaştırıcı bir mesken edinebilmesini sağlamak değil şehrin merkezinin kaydığı bu zamanda merkezileşen bu mahallelerin ranta uygun olarak yeniden dizayn edilmesi söz konusudur. Kentsel dönüşüm ile yüksek duvarlar ardında “steril” binalarda

Ankara’dan Haberler

bir yaşam herkese dayatılmaya çalışılmakta. Bu ise komşuluk ilişkilerini tümden yok ettiği gibi beynimize de korku duvarları çekerek insanlardan soyutlanıp çekirdek aile olarak yaşamımızı toplumsallıktan uzaklaşmamızı beraberinde getiriyor. Bununla birlikte Ankara’ya zorunlu göçle gelen insanların zorunlu göçe tabi tutulduğu kentsel politikalar izlenmekte. Aslında kentsel dönüşüm ve bununla birlikte izlenen politikalar şehrin merkezinden yoksulların uzaklaştırılması amacını taşımaktadır. En yakın örneğini Ağustos sonunda evleri yıkılan Atık Kağıt İşçileri örneğinde gördük. Çankaya Belediyesi görevlisi yıkım esnasında” çevredeki apartmanlarda oturan insanların dünya kadar para verip ev aldığını ve siz pislik içinde yaşadığınız için rahatsız olduklarını” söylemişti. Çankaya Belediyesi aslında burada sadece kendi politikasını yansıtmıyordu. Bugün birçok yerde gerçekleştirilen yıkımlar, yapılan dönüşümler soylulaştırma projesinin bir parçası ve aslında kenti birlikte yönetmekten anladıkları da kenti zenginlere göre yönetmek. Çünkü kent politikası ne kenti birlikte yönetmeye açık ne de yoksulun yararına bir politika üretmeye. Yoksulun payına düşen ise milyarlık borçlarla TOKİ’nin çatlayan, duvarları dökülen evlerinde yaşamaya çalışmak.

Yeşil Alan Örneği; Atatürk Orman Çiftliği AOÇ Ankara için önemli bir dinlenme yeri olmasının yanında planlanışı bakımından da halkı üretime dâhil etmeyi amaçladığı varsayılıyor. Ancak Ankara’da yaşayan halkın bu çiftlikte üretici konumda olması mümkün olmamıştır. Bugün AOÇ’de izlenen politika ise tam bir rant savaşıdır. İmara açılmak istenen bu Ankara’nın yeşil alanı büyük ekolojik kent sorunlarını da beraber-

Ankara; vadilerini, bağlarını, derelerini ve çaylarını ve tarihsel çevresinin büyük bir kısmını 90 yıldır devam eden sözde modernleşme aslında ise tarihsizleştirme ve betonlaştırma süreciyle kaybetti. Angara’nın Bağları

Ankara tarihi üzerine yazılan makale ve kitaplardan öğrendiğimize göre eskiden kışın Eski Ankara’da, Tahtakale, Kaleiçi ve çevresini aşmayan sınırlar içinde oturulur, bahar geldiğinde, nisan sonu mayıs ayı başında bağ evlerine göç edilir, ekim ayının sonuna kadar buralarda kalınırmış. Ankara’da bağa göçme geleneği 1950’li yılların sonlarına kadar sürmüş. Bağa göçme adetinin unutulduğu hızlı çağdaş (!) yaşam içerisinde bu bağlar konut ihtiyacının karşılanması ve sözüm ona gecekonduların yerine modern binaların yapılması (!) amacıyla gerçekleştirilen adı “ıslah” olan ama asıl amacı sermayeye rant alanı açmak olan imar planlarıyla çok katlı yapılaşmaya açıldı. Böylece yerleşilmesi sakıncalı olan vadi içlerine kadar inen çok katlı yapılaşma, müteahhit yap sat düzeni ile zaten azalmış olan yeşil dokunun tamamını silip süpürerek yoğunlaşmış, bir beton yığınına dönüşmüştür.

Beton Havuzlar Değil Derelerin Kenti

Günümüzden 70-80 yıl öncesine kadar, Ankara’yı çevreleyen kırsal alanda, doğal mecralarında akan irili ufaklı çok sayıda akarsu bulunmaktaydı. Ankara akarsuları, dereleri, çayları; Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen Deresi, Bentderesi, İncesu Deresi, Bülbülderesi, Bademlik Deresi, Kıbrısköyü Deresi, Hacı Kadın Deresi ve diğerleri çevre duyarsızlığı içinde çarpık ve plansız kentleşmeye nedeni ile önce kirletilmiş, daha sonra üstleri kapatılarak birer kanalizasyon toplama ağına dönüştürüldü. Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu beş yüzyıldan fazla bir süredir bu günkü adlarıyla anılmışlar. Yüzyıllarca bu akarsulardan çevresindeki bahçelerin, bostanların sulanmasında yararlanılmış, bazı kesimleri ise dinlenme ve mesire olarak kullanılmış. Her üç dere üzerinde, en çok da Bendderesi üzerinde su değirmenleri kurulmuş, hububat öğütülmüş, yani dereler hem sosyal ve kültürel olarak hem de ekonomik olarak toplumsal yaşamın belirleyici birer parçası olmuş. 1950’li yılların sonundan itibaren Hatip Çayı ve İncesu’nun kent işinden geçen bölümleri etaplar halinde menfezler içine alınmış, çeşitli bahanelerle dolgu yapılarak derelerin akacağı yatak bırakılmamış. Günümüzde de sadece Akköprü altından açıkta akan Hatip Çayı tamamen kirlidir, kentin lağımının bağlanmış olması nedeni ile mikrop saçmaktadır, çevre sağlığı açısından büyük sorun yaratmaktadır, özellikle yazın kötü kokular salmaktadır. İvedik Küçük Sanayi Sitesi’nin güneyinde Karşıyaka ile arasında akan Macun Deresi de benzer kirlilikler taşımaktadır.

3

inde getiriyor. Bunca yapılaşma ve hava kirliliğinin olduğu kentte tek bir yeşil alan kalmadı denebilir. Ve bizlere yeşil alan adı altında beton parklar sunuluyor. Kentte yaşayan yurttaşların nasıl yaşamak istediğinin hiçbir önemi yok bu projelerde. Hepimizin çocukları Ankapark’ta oynayacak, tabi imkânınız varsa… Tüm bunlar ise hep yurttaşı ve kent sakini hiçe sayan çalışmalarken hem de daha fazla beton daha fazla şehir anlayışının ürünüdür.

Su Haktır Ankara’da temiz içme ve kullanma suyu sorunu var. Ve çok acıdır ki pis içme suyunun temiz olduğunu kanıtlamak için bakın ben içiyorum diyen bir Büyükşehir Belediye Başkanı var. Musluktan akan su pas rengindeyken, ishal vakaları artarken bu sular temizdir içebilirsiniz denilerek sorumluluktan kaçılmıştır. Sadece suyun pas renginde akması ya da bizlerin kullanma suyu olarak bile bunu kullanamaması değildir sorun. Öncesinde de bizleri damacanalara, pet şişelerdeki sulara mecbur bırakan bir sistem var olması esas sorundur. Bir belediye eğer kendi sınırları içerisindeki insanlara temiz içme suyu götür(e)miyorsa burada sorgulanması gereken bu belediyelerin ne kadar halkçı, toplumcu olduğudur.

Ulaşım Hakkı Ankara’daysanız ve toplu taşıma kullanacaksanız vay başınıza gelenler… Trafik probleminin İstanbul’a göre daha az olması toplu ulaşımı mükemmel kılmıyor ne yazık ki. Saatlerce beklediğimiz duraklarda Özel halk otobüslerinin 5 dakikada bir gelmesi egoların ise yarım saatte bir gelmesi belediyelerin ne kadar halkçı olduğunu gösterir. Yine Metro saatlerinin 22.30 ve 23.00 olması da yine kentin idarecilerin kendi ideolojik politikalarına göre şekillendirilmek istenildiğinin göstergesidir. Şehirde belli bir saatten sonra sadece belli kesimler yaşayabilir onlar da toplu taşıma kullanmayanlardır. Normalde yirmi dört saat olması gereken bir hizmetin neredeyse memur çalışma saatleriyle eş olacak şekilde düzenlenmesi kent sakinlerine “ taksi paranız yoksa sokağa çıkmayın” demekten başka bir şey değildir. HÜLYA YILDIRIM

Ankara Büyükşehir Belediyesi akıl dışı projelerle Ankara’nın vadileri yani doğal yaşam alanları, su havzalarını ve hava koridoru yok ediliyor. Mimar Odası Ankara şubesi konuya ilişkin yaptığı basın açıklamalarıyla Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen “rantsal dönüşüm” projeleriyle kentin doğal ve tarihsel dokusu olan vadilerin hızla ranta açıldığını vurguladı. Mimarlar, Mavi göl ile birleşen Kıbrıs Köy vadisi alanlarına ilişkin alınan kararlarla, Mavi Göl’ün bulunduğu Mamak bölgesinde 442 hektarlık alanın konut ve ticaret inşasına açıldığına dikkat çekti. Mavi Göl’ün yanı sıra Büyük Esat vadisinde, Gazi Osmanpaşa’nın hemen arkasından İmrahor Vadisi’ni kesen alanda İlbank’ın Mesa konutlarının başladığını vurgulayan Mimarlar, burada başlatılan çok katlı yapılaşmalarla hem İmrahor vadisi tehdit ediliyor hem de Büyük Esat Vadisi’ni ortadan kaldıran bir sürece doğru gidildiği ifade edildi.

Çeperden Merkeze Gelen Rant Paylaşımı Mimar Odası açıklamasında, “Kıbrıs köyü Vadisi taş ocakları ile birlikte florasını ve faunasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Kalker kırma tesisleri açmaya başladılar. İmrahor Vadisi’nde doğal gölet alanlarına molozlar dökülüyor. Göletler yok edilmek isteniyor. Özellikle Çankaya bölgesi kente yakın olması nedeniyle ciddi bir rant aracı olmaya başladı. Nefes aldıran yerler yapılaşmaya açılıyor.” belirtilerek, rantın ne kadar büyük ölçekte örüldüğünü ve çeperden merkeze doğru geldiğini vurguladı.

İmrahor Vadisi hepimiz için yaşam kaynağıdır Gözlerini kar hırsı bürümüş yöneticiler insanların doğayla bağ kuracağı ender alanlardan olan İmrahor Vadisi dahi ranta uğruna betonlaşmaya açılarak Ankara’da her yeri yaşanmaz hale getiriliyor İmrahor Vadisi heyelan bölgesinde yargı kararlarına rağmen devam eden Altın Oran’ın beton duvarları ile yapılaşmaya başlamış, atıkların atılmasıyla, vadi tabanında kirlilik oluşturularak bakımsız bırakılmıştır. Ankara’nın son vadilerinden olan İmrahor Vadisi bu planla birlikte hepimize ait olan bir vadi olmaktan öte, yüksek gelir gruplarının arka bahçesi olacaktır.


Kent ve Yaşam

Mart - 2015

4

Ankara’nın ulaşım derdi, her gün çileden çıkaran, başlı başına bir stres trafiği ve bunun içinde dolmuşçu olmak... Tabi en büyük sıkıntı yine geçim sıkıntısı, işsizlik. Hayat telaşesi içinde in-bin yaptığımız “kaptan müsait yerde” den başka muhabbete pek de fırsat bulamadığımız dolmuşçu abilerimizle Ankara’da ulaşımı, her gün çileden çıkaran Ankara trafiğini ve burada dolmuşçu olmayı konuştuk. Ankaralılar bilir, Ankara’da trafik başlı başına stres. En büyük sıkıntı geçim sıkıntısı, işsizlik.. Ankara’da dolmuşçuların eski tadı yok. Sanatoryum – Keçiören – Ostim hattı en canlı hatlar. Onlar da aynı polis ve ceza sıkıntısını çekiyor. Ayakta yolcu alamıyorlar, yolcu binmek istiyor. Misal Kazım Karabekir köşede alamıyoruz. Almasan yolcu küsüyor diyor bir dolmuşçu abimiz. Arkadan ceza yazıyorlar. Bir de ceza puanı sıkıntısı var. Altındağ’da kıdemli dolmuşçularından biri anlatıyor; “Ben muavinlikten geldim. Yapılacak iş değil bakma. Bu iş insanı çok yıpratıyor. Çok kaza yaptım, kaç kere frenim patladı. Ankara’da trafik sıkıntı ama hiç bugünlerdeki kadar olmadı.” diyor. Minibüsçüler Odası’ndan yakınıyor yine dolmuşçu abilerimiz; Oturup bizim adımıza karar alıyorlar. Bir liralık tarife kağıt parçasından yüz elli lira para alıyor. Binlerce dolmuş var, rantı siz düşünün.

Bunlar sözde temsilciler. Dolmuşa bu kadar zam olur mu diyorlar. Mazota bu kadar zam olur mu peki. İki lira kırk kuruştan iki yirmi beşe çektik sırf rekabetten. EGO ile haksız rekabet var, 2 lira basıyor beni de iki ye çek o zaman. Otobüsler elli kişi alıyor ona bir şey diyen yok. Ulaşım sıkıntısı bugün nüfusla orantılı çözülemiyor. Dolmuşçuların isminin bugünlerde Özgecan olayıyla anılmasını soruyoruz. Özgecan olayı hepimizi çok üzdü. Ancak trafikte temiz kaydı alınması lazım, adli sicil kaydı gerekiyor diyorlar bunların kontrolünün iyi yapılması gerekiyor.

Yalnızca Ankara’da Kasım verilerine göre belediyenin parsellediği 5.312 araç kapasiteli otoparklar bulunuyor. Bunların bir bölümü şehir merkezleri ve hastane önlerinden bir bölümü de evlerimizin önündeki alanlardan oluşuyor. Geçmiş zamanlarda belediye tarafından değnekçiliği bitirmek adına oluşturulan otopark projesi hala işler durumda ama nasıl?

Ankara’da, Türkiye’de engelli olarak yaşamak çok zor. Biz de doğuştan görme engelli Cafer Abi’ye sorduk ne sıkıntılar yaşadığını. Tüm o reklamlara rağmen engellemeler devam ediyor ancak hayata tutunanlar da var.

Mevcut düzenin normal şartlarında bu alanlar daha çok kar elde etmek amacıyla ihale usulüyle özel şirketlere kiralanması gerekiyor ancak yaşadığımız yerde işler bu şekilde yürümüyor. Büyükşehir Belediyesi bu alanları ihale yapmaksızın önce kendi kuruluşu olan ANFA’ya daha sonra onun üzerinden 3. şahıslara yani otopark mafyalarına komik rakamlar karşılığında 25 yıl gibi sürelerle kiralıyor. Ödemek zorunda bırakıldığımız otopark parasının yalnızca 1/10 i belediyenin kasasına giriyor. Yani belediye önce bu şahıslara insanları soymaları için fırsat veriyor daha sonra araya girerek bu soygunu yasal hale getiriyor hiç değişmeyen otoparkçılar ve otopark mafya babaları ise sadece isim değiştirmiş ve legalleşmiş oluyor. Sürekli sosyal devlet vurgusu yapan yöneticilerin “gözünden kaçan” bir ayrıntı da bu uygulamanın en çok vatandaşa ve esnafa zarar verdiğidir. Evimizin önüne aracımızı park edemiyoruz, hastaneye gittiğimizde doktordan önce otoparkçıyla görüşmek zorundayız, alışveriş için gittiğimiz esnafın dükkânının önüne park ettiğimizde otopark parası ödemek zorundayız. Dolayısıyla o bölgenin esnafının işleri düşecek, halkın tercih sıralamasında bir hayli gerileyecek zarar edecek, uygulamayı hayata geçirenler, aracılar ve mafyalar ise “legal” yollarla zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecekler. Hasköy/Cihad

Aydınlıkevler/Bekir

Engellerin engelleyemediği insanlardan Cafer Abi. Cafer Abi doğuştan görme engelli, Elazığ’da doğmuş, 25 yıldır da Ankara’da yaşıyor. Kendisi gibi görme engelli olan eşi için gelmiş Ankara’ya. Yani sevdası uğruna düşmüş Ankara yollarına. Bir gelmiş bir daha da gidememiş. Tüm engellere, engellemelere rağmen sımsıkı tutunmuş hayata. Şimdilerde Keçören’de yaşıyor Cafer Abi. Biz Kızılay’da bir kafede buluşuyoruz onunla ve başlıyoruz sohbete. Türkiye’de, Ankara’da engelli olmaktan, engelli insanların yaşadığı sorunlardan söz açıyor Cafer Abi. Evden çıktığı anda zorlukların başladığını, engelliler düşünülmeden inşa edilen yapılardan, kaldırımlardan bahsediyor. Otobüs duraklarında yeterli elektronik donanımın olmadığını ve hangi otobüsün geldiğini tek başına anlamalarının mümkün olmadığını söylüyor. Doğru otobüsü bulduklarında da bitmiyor tabi, otobüs merdivenlerinin engelliler için uygun olmadığının altını çiziyor. O anlatırken beni sıkıntı basıyor ama o gülümsüyor ısrarla. Her gün bu zorlukları yaşasa da kopmuyor hayattan. Engeller onu engellemeye yetmiyor. Devam ediyor o yaşamaya, sokağa çıkmaya, kendi deyimiyle mücadele etmeye. İşçi emeklisi Cafer Abi. Geride bıraktığı iş hayatından, engelli insanların iş hayatında karşılaştığı zorluklardan bahsediyor. Bin bir zorlukla işe alınan engellilere İş Kanunu’na ve engelli Hukuku’na aykırı işler yaptırıldığını söylüyor. Sağır ve dilsiz olan bir insana danışmanlık ve halkla ilişkiler görevi verildiğine şahit olmuş bir keresinde. Kendi yaşadığı deneyim de bir o kadar enteresan. Görme engelli olan Cafer Abi’yi bir dönem abone güncelleme ve sayaç servisine atamışlar. Gülümseyerek, çok sakin anlatıyor bunları, alışmış belli ki bu çarpıklıklara, daha doğrusu alıştırılmış. Çok şey anlatıyor Cafer Abi ve ne kadar anlatırsa anlatsın eksik kalacağını, yetmeyeceğini söylüyor. Ve ekliyor daha az eksik kalsın diye: engellilerin yaşama ve hak arama mücadelesi diğer halk kesimlerinin mücadelesinden bağımsız düşünülemez diyor. Kızılay / İlker

Bu sayımızda Mamak Natoyolu’nda açtığı Müzik Merkezi’nde, orada doğup büyüyen kendi kültürünü yaşatmaya çalışan Emrah Metin ile Mamak’ta hala halk müziğinin ve halk kültürünü nasıl yaşatılmaya çalıştığını konuştuk. Okul olarak kurulan Emrah Metin Müzik Merkezi 2013 Temmuzunda açılmış. O günden bugüne faaliyetlerine devam etmekte. Emrah Metin’in müzik hayatı ise daha eskilere dayanmakta 13 yaşında müzikle tanışmış ve onun hayatı olmuş. Kendini sanatından var eden ve çevresine sanatıyla bir şeyler anlatmaya çalışan, Türkiye’nin birçok yerinde halk konserlerine katılarak sanatını gerçekleştiren ve bunu kurduğu müzik merkeziyle 7 den 70’e herkese anlatmaya ve paylaşmaya çalışan bir sanatçı… Halk Müziği kültürünün Mamak’ta daha çok yaşatıldığını öğrendik. Emrah Metin, burada hala 15 yaşında gençlerin Neşet Ertaş’ı dinlendiğini söylüyor. Buradaki kültürel yapının da ister istemez olumsuz etkilendiğini söylemeden de geçemiyor. “İnternetin insanların hayatına girmesiyle insanların müzikal açıdan da yoğun bir tahribata uğradığını belirtiyor.” Emrah Metin Ankara müziğinin pavyonlara düşmesiyle daha da çok yozlaştığını düşünüyor. Bunda da daha çok maddiyatın, şehirleşmenin ve devletin el atmasının etkili olduğunu belirtiyor. “Büyük halk sanatçılarının kendi yörelerinde eserlerini orayı samimi ve doğal bir biçimde yansıtarak, para amacı gütmeden yapıyorlar ve Aşık Veysel, Feyzullah Çınar, Mahsuni şerif gibi halk sanatçılarının halk için sanatlarını ürettiklerini.” söylüyor. Günümüz Ankara sanatçılarını ise daha çok maddi amaç güttüğünü örneğin “Angara’nın Bağları” gibi eski bir türküyü yazdığı yeni dörtlükle piyasaya süren sanatçıların tahribata uğrattığını ve bunun da bir karşılık bulduğunu belirtiyor. Emrah Metin Müzik Merkezi 200-250 kadar öğrencisiyle halk müziğini ve onun kültürel dokusunu korumaya ve yaşatmaya çalışan bir kurum. Bu çağrı birçok insanda karşılık buluyor. Gelişen tüketim sistemine karşı kendi değerlerini koruyan ve bunu üretmeyen çalışan bir sanat anlayışı ile Emrah Metin çalışmalarını sürdürmektedir… Tuzluçayır/Turgut


Mart - 2015

Emek

5 Haklarımız

Çankaya Belediyesine bağlı işyerinde çalışırken işten çıkarılan 141 günlük direnişten sonra işine dönmeyi başaran Güvenlik İşçileri Sendikası ( Güvenlik-Sen ) üyesi Ömür TEKİN ile sendikayı ve özel güvenlik işçilerinin sorunlarını konuştuk. Ahval-i Angara: Güvenlik-Sen nedir, nasıl kuruldu, ne amaçlıyor? Güvenlik-Sen 20.01.2013 tarihinde 19 no’lu iş kolunda kuruldu. Genel Merkezi İzmir’de. 14 Temmuz 2013 tarihinde ilk Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi. Güvenlik-Sen Umut-Sen ilkelerini benimsemiş, bütün üye güvenlik işçilerinin komite, konsey örgütlenmeleri ile sendikalarını kendi kendilerine yönetmelerini sağlamak, sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmek üzere kurulmuş bir sendikadır. Haziran 2014’te DİSK’e katılma kararı almıştır. Örgütlü mücadelemizle kazanmayı hedeflediğimiz; bütün özel güvenlik işçilerinin çalıştıkları şirket ve kurumlarda kadroya alınmaları, haksız yere işten çıkarmaların son bulması, uzun mesai saatlerinin düzenlenmesi, hayati tehlike ile burun buruna çalışan özel güvenlik işçilerinin risk tazminatı ve yıpranma payı alması, özel güvenlik işçiliğinin ağır iş olduğuna dair yasal düzenleme, özel güvenlik işçilerinin toplumun ezilen sömürülen kesimlerine karşı bir silah gibi kullanılmasının önüne geçmek. AA: Özel Güvenlik işçilerinin sorunları nelerdir? Özel güvenlik mesleği kamu kolluğuna yardımcı kolluk kuvveti olarak bekçi statüsünün yerine getirildi. 5188 no’lu özel güvenlik yasasıyla görev tanımlaması, yetkiler ve sorumlulukları belirlendi. Özel Güvenlik işçisi olabilmek için Özel Güvenlik Eğitim Merkezlerinde iki haftalık eğitimden sonra sertifika alınır, kimlik için başvurulur. En geç iki aylık Güvenlik Soruşturmasından sonra Özel Güvenlik Kimlik Kartı alırsınız. Bu kartlar her beş yılda bir aynı süreç izlenerek yenilenir. Bu da işe başlamadan önce ve başladıktan sonra her beş yılda bir yoksul işçinin cebinden yüzlerce liranın eksilmesi anlamına gelir. Neredeyse günlük yaşamın her alanında özel güvenlik işçilerini görebilirsiniz. AVM’ler, bankalar, fabrikalar, belediyeler, üniversiteler, hastaneler, şantiyeler vb. birçok alanda taşeron ve güvencesiz olarak çalıştırılmaktalar. Özel güvenlik işçileri, görev alanlarında adli ve idari durumlardan da sorumludur. İş ve yaşam koşulları aynı olmamasına rağmen aleyhinde işleyen yasal süreçlerde kamu kolluk görevlisi gibi yargılanır. Diğer yasal süreçlerde ise muhatap sorunuyla yüz yüzedir, sahipsiz ve yalnızdır. İş tanımının esnek tutulması özel güvenlik işçilerinin gerek kamu kolluğunun gerek patronun ve amirlerin emir komutasıyla toplumsal reflekslerin bastırılmasında da kullanılmasına zemin hazırlamaktadır. Özel güvenlik işçileri güvencesizliğin getirdiği iş ve geçim kaygısıyla konusu suç teşkil eden kanunsuz emirlere kayıtsız şartsız itaat etmeye zorlanıyorlar. Keyfi işten çıkarmalar, sürgünler, mobbing, sık sık değişen vardiya saatleri, uzun mesai saatleri, ödenmeyen mesai ücretleri, verilmeyen maaş bordroları, kullandırılmayan istirahat saatleri, kalitesiz üniformalar ve teçhizatlar sıkça karşılaştığımız sorunlardandır. Bütün bunların çözümü örgütlü ve birleşik sendikal mücadeledir. AA: Ankara Güvenlik işçileri Meclisi Nasıl Kuruldu, işleyişi, amaçları nelerdir? Bugünün klasik sendikacılık anlayışı bize göre işçi sınıfının can yakıcı sorunlarına bir çözümden çok daha fazla sorunu getirmektedir. İşçi sınıfı bugün grev yapamıyor, grevleri egemenler tarafından yasaklanıyor, her gün sefalete gömülüyor, en acısı da madenlerde, tershanelerde, inşaatlarda topluca can veriyorsa bürokratizmin batağında sürekli batmakta olan uzlaşmacı sendikal anlayışın sorumluluğudur. İşçi sınıfının ödediği bedellerin üzerinde inşa edilmiş bürokratik ve uzlaşmacı sendikal anlayışı bugün yıkamayız belki ama bunun bir parçası olmadan işçi sınıfının kendi kaderinin belirleyicisi bir özne olması için farklı bir örgütlenmeyi, sınıf sendikacılığını var edebiliriz. Böyle bir fikriyatla yaşam bulmuş Umut-Sen kolektifi ve onun zemininde kurduğumuz Güvenlik-Sen; Özel Güvenlik İşçilerinin her birinin gerek iş yerinde gerek sendika içerisinde karar mercii olması için çaba sarf eder. Bunu sağlamak için meclis, komite ve konseyleri örgütlü olduğumuz her yerde hayata geçirmeye başladık. İzmir, İstanbul, Tekirdağ ve Diyarbakır da Güvenlik İşçileri Meclisleri kuruldu ve işleyişini belirleyecek olan yine oranın daimi unsurları olan özel güvenlik işçileridir.

Mahallelerde her daim bir kokulu ıhlamurun, bir demlik çayın koyu sohbetle kaynadığı yerler vardır. Hasköy’de ise mahallenin kalbinin attığı birkaç yerden biri kundura ustası Hikmet Abi’nin yeri. Hikmet Abi 1977’de ayakkabıcılığa başladığında on bir yaşında. Askerden gelip Allah utandırmasın dükkânını açalı otuz senelik Hasköylü. O zaman emek para ediyor. Her şey el işçiliğinde. Çok şey değişti diyor. İnsanlar değişti. Buranın ekmeğini yiyorlar. Buradan Aydınlıkevler’e, Aydınlıkevler’den Çayyolu’na gitme düşlerini görüyorlar diyor Hikmet Abi. Düne kadar her şeyin kıymeti vardı, şimdi her şey kıymetsiz. İktisat yok artık. Afrika’daki kabileyi bile vuran kriz bizi teğet geçmiş! Kriz var, iş yok. IMF yokmuş, 400 milyar dolar dış borcu ne yapacağız. Bir paralel yapı tutturmuşlar gidiyor. Benim şaştığım sokaktaki insan da bunları dinliyor. Allah’ı dillerinden düşürmüyorlar ama şiddeti, çatışmayı besliyorlar diyor. Her zamanki gülümsemesiyle uğurluyor Hikmet Abi bizi emek kokan ellerini sıkıp “Eyvallah!” diyoruz. Hasköy/Bekir

DİSK’e bağlı Nakliyat-İş üyesi 4 taşeron işçisi, Ankara Çankaya Belediyesi’ne bağlı Norm Altaş adlı temizlik şirketi tarafından, örgütlenme faaliyetleri nedeniyle işten çıkarıldı. İşlerine tazminatsız son verilen işçiler için arkadaşları, Çankaya Belediyesi önüne gelerek oturma eylemi başlattı. İşgal kazanım getirdi Mücadeleyi büyüten taşeron işçiler belediye binasını işgal etti. İşçilerin, sendika hakları için başlattıkları işgal kısa sürede kazanım getirdi. İşgal sürerken Nakliyat İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun Belediye Başkanı Alper Taşdelen ile görüşmesinin ardından, belediye geri adım attı. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, sendikalı oldukları gerekçesiyle işten atılan 4 işçinin işe geri alındığı ifade edildi. İşgalin kısa sürede başarı kazanıp işçilerin işe geri alınması, işçileri sevindirdi. İşçiler, CHP’nin özelleştirmeye karşı açıklama yapmasına karşın, CHP’li Çankaya Belediyesi’nin tutumunu anlamakta zorluk çektiklerini söylediler. Çankaya/Şükrü

Av. Sevilay Özkurt haklarimiz06@gmail.com

Ayıplı (Arızalı) Mal Satın Aldığımızda Ne Yapabiliriz? Gazetemizin bu sayısında bir tüketici olarak alışveriş yaptıktan sonra ayıplı (arızalı) mal ile karşı karşıya kalmamız halinde nasıl bir yol izleyeceğimize değineceğiz. Tüketicinin mal ve hizmetleri satın alırken ve aldıktan sonra karşılaşacağı sorunlar karşısında ne yapabileceği, hangi yasal yollar ile hangi hakkı ne şekilde kullanacağı TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN ile düzenlenmiştir. Ayıplı Mal Nedir? Taraflarca karşılaştırılmış örneğe ya da modele uygun olmayan ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan mal ayıplı (arızalı) maldır. Yani ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda, internet portalında ya da reklam ve ilanlarında yer alan özelliklerinden bir veya birden fazlasını taşımayan; satıcı tarafından bildirilen veya teknik düzenlemesinde tespit edilen niteliğe aykırı olan; muadili olan malların kullanım amacını karşılamayan, tüketicinin makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mallar da ayıplı olarak kabul edilmektedir. Yasaya göre bir malın ayıplı olup olmadığı teslim anına göre belirlenir. Sözleşmeye konu olan malın, sözleşmede kararlaştırılan süre içinde teslim edilmemesi veya montajının satıcı tarafından veya onun sorumluluğu altında gerçekleştirildiği durumlarda gereği gibi monte edilmemesi sözleşmeye aykırılık olarak değerlendirilir. Montaj talimatındaki yanlışlık veya eksiklik nedeniyle montaj tüketici tarafından hatalı yapılmışsa bu da aykırılık kapsamındadır. Satıcının Ayıplı Maldan Sorumluluğu Nedir? Satıcının, malı satış sözleşmesine uygun olarak tüketiciye teslim etme zorunluluğu vardır. Teslim tarihinden itibaren altı ay içinde ortaya çıkan ayıpların, teslim tarihinde var olduğu kabul edilir. Bu durumda malın ayıplı olmadığının ispatı satıcıya aittir. Satışa sunulan mal ayıplı ise; satıcı, ayıplı mal üzerine, ambalajına; üretici, ithalatçı veya satıcı tarafından tüketicinin kolaylıkla okuyabileceği şekilde malın ayıbına ilişkin açıklayıcı bilgiyi içeren bir etiket koymak zorundadır. Bu etiketin tüketiciye verilmesi veya ayıba ilişkin açıklayıcı bilginin tüketiciye verilen fatura, fiş veya satış belgesi üzerinde açıkça gösterilmesi zorunludur. Ayıplı Mal Satın Alan Tüketici Ne Yapacak? Ayıplı mal satın alan tüketiciye yasa seçimlik haklar tanımıştır. Tüketici; a) Satın aldığı malı geri vermeye hazır olduğunu bildirerek sözleşmeden dönmek, b) Satın aldığı malı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinden indirim istemek, c) Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bütün masrafları satıcıya ait olmak üzere satın aldığı ayıplı malın ücretsiz onarılmasını istemek, ç) İmkân varsa, satın aldığı ayıplı malın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini istemek, olan seçimlik haklarından birini kullanabilir. Satıcı, tüketicinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmek zorundadır. Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi hakları üretici veya ithalatçıya karşı da kullanılabilir. Hakların yerine getirilmesi konusunda satıcı, üretici ve ithalatçı birlikte sorumludur. Yönelttiğimiz andan itibaren azami otuz iş günü içinde talebimizin yerine getirilmesi zorunludur. Aksi hâlde tüketici olarak diğer seçimlik haklarımızı kullanmak konusunda serbestliğimiz bulunmaktadır. Yine; tüketici olarak sözleşmeden dönme veya ayıp oranında bedelden indirim hakkını seçtiğimiz durumlarda ise, ödemiş olduğumuz bedelin tümünün veya bedelden yapılan indirim tutarının derhâl tarafımıza iadesi gerekmektedir. Seçimlik hakların kullanılması nedeniyle ortaya çıkan tüm masraflar satıcı tarafça karşılanır. Bu seçimlik haklarını kullanan tüketici olarak aynı zamanda şartları varsa Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca tazminat da talep etmek hakkımız da saklıdır. Ayıplı Mal ile İlgili Talebimiz Satıcı Tarafından Kabul Edilmez ise Ne Yapacağız? Satıcıya başvurarak seçimlik haklarımız kullanmak istediğimizi beyan etmemize rağmen satıcı sorumluluğunu yerine getirmedi. Ayıplı mal ile ‘el elde el başta’ kaldık. Ne yapacağız? İşte bu durumda yerleşim yerimizdeki kaymakamlıklarda bulunan Tüketici Hakem Heyetine bir dilekçe ile müracaat ederek ayıplı mal satımından kaynaklı olarak mağduriyetimizin giderilmesini talep edeceğiz. Dilekçemizde satın aldığımız üründeki ayıptan bahsederek, aynı zamanda satın aldığımız ürünün fiş ya da faturasının örneğini dilekçe ekinde sunmalıyız. Tüketici Hakem Heyetine Başvuru Süresi Nedir? Ayıplı maldan sorumluluk, ayıp daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, malın tüketiciye teslim tarihinden itibaren iki yıllık zamanaşımına tabidir. Sözleşme ile veyahut yasadan kaynaklı daha uzun bir süre belirlememişse bu süre geçerli olacaktır.


Türkiye’den Haberler

Mart - 2015

6

Av. Murat Yılmaz

Cumhurbaşkanı’na Hakaret Suçu başkanına hakaret suçu” isnadıyla yapılan tu-

Geçtiğimiz günlerde MİT’in 3 bin IŞİD’linin Türkiye’de olduğu uyarısı ve Dışişleri bakanı’nın sevinçle duyurduğu Eğit-Donat anlaşması kafaları karıştırdı.

tuklamamalar

Son aylarda hukuk gündemimize “Cumhurdam-

Geçtiğimiz günlerde, MİT’ten, Emniyet ve Jandarma’ya IŞİD’le ilgili uyarı bilgisi

gasını vurdu. Cumhurbaşkanına hakaret edildiği

ve

açılan

soruşturmalar

gönderiliyor. Uyarı da, Kobani yenilgisinden sonra yaklaşık 3 bin IŞİD çetesinin

gerekçesiyle savcıların “şüpheli” olarak belirl-

Türkiye’ye sızdığı bilgisi yer alıyor. Uyarıda ayrıca, bunların, başta Ankara olmak

edikleri muhalifler, kolluk kuvvetleri tarafından

üzere değişik illerde sansasyonel eylemler yapabileceği belirtiliyor.

gözaltına alınarak olağandışı bir şekilde tutuk-

Yine aynı günlerde, Hükümet sözcüsü Bülent Arınç bir konuşmasında, “Türki-

lamaya sevk ediliyor ve maalesef tutuklanarak

ye’den 1000 den fazla kişinin IŞİD’e katıldığını söylemekteydi.

cezaevine gönderiliyor.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise, Türkiye ile ABD arasında “Eğit-Donat”

Ceza yasamızın 3. bölümünde “Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar” düzenlenmiştir. Bunlardan biri Cumhurbaşkanına hakaret suçudur. Bir diğeri ise pek çok tartışmalara yol açan 301. Madde olarak kamuoyunda bilinen Türk Milletini Devletini ve Devletin kurumlarını aşağılama suçudur.

anlaşması imzalandığını, “Suriye muhaliflerine Türkiye’de eğitim verilerek, donatılacağını” sevinçle ilan ediyordu. Türkiye’ye son 4-5 yıldır yerleştirilen Çeçen ve Libya’lıların sayısı ile değişik yerlerdeki kamplarda kalan IŞİD’lilerin sayınının on binleri bulduğu yazılıp çizilmekte. Tüm bunları okuyunca, insanların aklına, kimlerin “Eğitilip-Donatılacağı” ve bu eğitilip donatılanların kimlerin üstüne saldırtılacağı sorusu takılıyor. Sayıları binleri bulan ve yerlerinin “bilinmediği” iddia edilen Türkiye’li IŞİD’lilerin eğitime alınıp alınmayacağı ise merak ediliyor haliyle. Eğitilip donatılan bu kişilerin, Suriye veya başka güçlere saldırması durumunda, Türkiye’nin savaşa girmiş olması yine düşündüren ve ürküten başka bir nokta.

Neden böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyul-

Ahval-i Angara önceki aylarda IŞİD’in Ankara’da olduğunu sayfalarına taşımıştı. Ankara’da faaliyet gösteren bazı dernekler aracılığıyla, ma-

muştur? Kamu görevlisine görevinden dolayı

hallelerden çocuk yaşta insanların toparlanarak gönderildiğini yazmıştı. Mahallelerden ulaştığımız insanlardan aldığımız bilgiler ve tanıklıklar

eleştiri yapılamaması, devleti ve kurumlarını çok

bunları kanıtlamaktaydı.

mu saygı değer yapmaktadır? Cumhurbaşkanının ülkedeki diğer yurttaşlardan hakaret suçu kapsamında bir farkı olmamalıdır. Ancak buradaki asıl mesele basit bir hukuk tartışması değil eleştiriye tahammül edememektir. Muhaliflerin söylediği tek bir şey var; “Katil, Hırsız Recep Tayyip Erdoğan”... Yani

muhalifler

bugün

Cumhurbaşkanlığı

makamında oturan kişinin izlediği politikanın toplumda meydana getirdiği sonuçlar üzerinden sert bir eleştiride bulunmaktadırlar. Kaldı ki ülke gündemini son birkaç yıl üzerinden tarasak katillik sözüne ve hırsızlık fiili olgusuna dair oldukça fazla isnat görmemiz mümkündür.

Hükümet çıkaracağı kanun ile BEDAŞ’a kol kanat gerecek. Daha önce, kredilerden, kredi kartlarından, bankacılık işlemlerinden bankaların aldığı haksız adaletsiz paralar konusunda, bankaların yanında durup bankaları kollayan hükümet, şimdi de elektrik şirketlerini kollama, koruma peşinde.

Türkiye yüksek elektrik faturaları ve faturalardaki kayıp-kaçak soygunuyla uğraşırken, Ak Saray’ın hiç mi hiç böyle bir derdinin ve tasasının olmadığı görülüyor.

Yargıtay’ın aldığı kararlar üze-

Ceza Kanunun 299. maddesine göre, “Cumhur-

rine, son 10 yıllık elektrik fatu-

başkanına hakaret eden kişi bir yıldan dört yıla ka-

ralarındaki kayıp-kaçak paraları

dar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçtan dolayı

tüketiciye iade edilecekti. Mah-

kovuşturma yapılması Adalet bakanının iznine

keme kararlarıyla da, bu kayıp-

Basına sızan Ak Saray elektrik faturasına göre; 18 Aralık 2014 ile

bağlıdır.”

kaçak paralarının haksız ve

21 Ocak 2015 dönemini kapsayan 33 günlük elektrik faturasının

Teknik olarak daha Adalet Bakanı’nın kovuşturma izni verip vermeyeceği belli olmayan bir suçtan dolayı tutuklama kararı verilmesinde amaç, hukukla alay etmek değilse akıl tutulmasıdır. Ayrıca hakaret suçuna tutuklama tedbiri uygulamakla elde edilecek fayda nedir? Temel cezası bir yıl olan suçtan dolayı tutuklama kararı verilmesi, verilen tutuklama kararlarının başlı başına siyasi kararlar olduğunu işaret etmektedir. Ancak buradaki siyaset, egemenin siyasetidir.

hukuksuz olduğu sabitlenmişti.

tutarı 1 milyon 140 bin 567 lira. Yaklaşık 3 milyar kilowat saat el-

Buna göre, 2006-2014 yılları arasında kayıp-kaçak bedeli olarak

ektrik kullanılmış. “Ak Saray”ın akıllı tarifeden de yararlanmadığı

tahsil edilen 33 milyar TL iade edilecekti.

dikkat çeken başka bir nokta. Faturada dikkat çeken bir başka

Ancak, Enerji Bakanı bu paraların iade edilmesine karşı çıktı.

nokta ise, “Ak Saray”ın borcuna sadık olmadığı veya bir önceki

Kayıp-kaçak paralarının vatandaşa geri ödenmemesi için kanun

faturayı ödeyebilecek durumunun olmadığı.

tasarısı hazırlandı. Hükümet tarafından Meclise sunulan bu kanun

Bu faturaya göre, “Ak Saray”ın tek başına tükettiği elektrik 15 bin

çıktığında, kayıp-kaçak paraları iade edilmeyecek. Yeni kanuna

ailenin elektriğine denk. “Ak Saray” tek başına, Meclis Başkanı

göre, elektrik tarifeleri kayıp-kaçakları da kapsayacak şekilde

Cemil Çiçek’in memleketi Yozgat kadar elektrik tüketiyor.

yükseltilecek. Böylece faturada kayıp-kaçak parası görülmese

Faturada görülen “kayıp-kaçak” bedeli için ise “Ak Saray”ın iade

bile, kayıp-kaçak başka kılıfla alınmış olacak.

davası açıp açmayacağı merak konusu olurken, bir diğer merak konusu ise, faturasını ödeyemeyen “Ak Saray”ın elektriğinin ke-

Ülkeyi yönetenlere yönelik eleştiriler doğası gereği, sert, incitici, acımasız, kırıcı olmak durumundadır. Eleştiri içeriği itibariyle rahatsız edici nitelikte olmalıdır. İfade özgürlüğü kapsamında yer alan bu açıklamalara yargı eliyle müdahale edilmeye çalışılması hem Uluslararası Sözleşmelere, AİHM kararlarına, hem de iç hukuktaki uygulamalara aykırıdır. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişi, makamın korumasını kullanarak kendini eleştiriden muaf tutmak istemekte, bütün bir ülkeye gözdağı vermektedir. Ancak bu gözdağı işe yaramamış olacak ki;

İngiliz Financial Times gazetesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikasının Türkiye’yi yalnızlaştırdığını yazdı. “Türkiye’nin büyük güç olma emelleri buraya kadarmış” yorumu yapan gazete, üç yıl önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Yeni Orta Doğu’nun sahibi, öncüsü, hizmetkârı olacağız” dediği, ancak bugün Ortadoğu’da yalnız kaldığı ifade ediliyor.

hakkında tutuklama kararı verilen Onur KILIÇ’a gazeteciler “Cumhurbaşkanına hakaret mi etti-

‘Orta Doğu’da azalan dostlar’

niz” diye sorunca “Hayır, gerçekleri söyledim.”

Türkiye’nin komşuları ve müttefikleriyle ilişkilerinin gerildiği belirtilen

demiştir. Nitekim yüzlerce, binlerce kişi bizde aynı

yazıda “Bunun sebebi, Erdoğan’ın diplomasi yöntemleri, Ankara’nın

suçu işliyoruz diyerek “Katil, Hırsız Recep Tayyip

radikal İslamcı örgütlere desteği ve ülke içindeki farklı dini gruplarla

Erdoğan” sözünü slogan yapmış ve paylaşmıştır.

çatışması” deniyor. “Ankara’nın Mısır’da, İsrail’de ve Suriye’de büyükelçisi yok. Kahire,

Düşünce suçu, yasak suçtur. Hiç kimse bir

Türk tırlarının Afrika ve Körfez ülkelerine taşınmasını kapsayan çok

düşünceyi açıklamaktan kaynaklı cezalandırıl-

değerli bir anlaşmayı askıya alıyor. Libya, Türk şirketlerinin ihalelere

mamalıdır. Ama bilinmelidir ki egemenler ceza

sokulmayacağını açıklıyor. Geçtiğimiz ay ise Yemen Büyükelçiliği’ni

veriyor diye ezilenler düşüncelerini açıklamaktan

kapatarak vatandaşlarına ülkeyi terk etme çağrısı yapıyor”

vazgeçmeyecektir.


Mart - 2015

Türkiye’den Haberler

7 Ahval-i Umumiye Hayri Baba hayribaba0606@gmail.com

Hükümet “herşey yolunda, yola devam” derken, Koç Holding “çocuklarımın geleceğinden endişeliyim” deyiverdi. 2014 Kasım ayı verileri yeni açıklandı. Verilere göre, işsizlik oranı artarak yüzde 10,70 oldu. Buna göre, yasal olarak çalışabilecek olan, 15 ve yukarı yaştaki yaklaşık 30 milyon insanın 3 milyonu iş bulamıyor. 15-24 yaş arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 20’ye vurdu. Bu durum gençliğin işsizlikle boğuştuğunu gösterir nitelikte. İşsizlik gün gün artarken, çalışan kesim için de durum hiç iç açıcı değil. 2015 yılı asgari ücret 950 TL olurken, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı, 1.038 TL olarak açıklandı. Hükümet açıkladığı asgari ücretle, toplumu “açlıkla terbiye edeceğini” bir kez daha ilan etmiş oldu. İşsizlik ve açlık bu durumdayken “herşey yolunda yola devam” deyip olanlara gözlerini yuman hükümetin, gelecekte halk için ne tür “kıyametler” hazırladığı düşünülüyor. Koç Holding Ali Koç

ise aynı günler de, “Reel ücretlerin düşüklüğü ve işsizliğin artışı gibi pek çok sorun yaşanıyor. Dünya kat be kat daha zenginleşirken, gelir dağılımı eşitsizliği büyüyor, orta sınıf yok olurken, zengin ile fakirin arasındaki uçurum derinleşiyor” diyordu. Ayrıca, “6 ve 8 yaşında iki çocuk sahibi baba olarak çocuklarımın geleceğinden endişe ediyorum” diyerek, kıyamet alametlerini haber veriyordu sanki. Koç Holdingin çocuklarının bile geleceğinin “garanti olmadığı, endişeli olduğu” bu hükümet zamanında, asgari ücretli ve işsiz insanların çocuklarının geleceğinin nasıl olacağı merak konusu.

İç Güvenlik Paketi’nin ilk Meclis görüşmeleri 17 Şubat’ta başladı. Beş Bölüm halinde toplam 132 maddeden oluşan İç Güvenlik Paketi’nin neleri içerdiği ve neler getirdiği, Hükümet üyeleri tarafından da tam bilinmiyor. Tekmelerin, yumrukların eksik olmadığı, milletvekillerinin birlerine tokmakla saldırdığı, merdivenlerden yuvarlandığı Meclis görüşmeleri devam ediyor. AKP, iktidara geldiği günden beri, icat ettiği “Tombala Kanun” yönteminde ısrar ediyor. Tombala Kanun içerisindeki maddelerin hangi kanunu (Ceza kanunu, Medeni Kanun, İş kanunu vs.) değiştirdiği tombala yöntemiyle belirleniyor. Çünkü, maddeleri herkes kendi meşrebince değerlendirip savunuyor veya eleştiriyor. AKP İl veya İlçe yöneticisi iseniz veya cebinizde onların bir kartı, numarası varsa korkmanıza gerek yok. Zira onların “vicdanı” veya “merhameti” sizleri kurtarabilir. Çünkü, artık gözaltı veya aramalar doğrudan Vali, Kaymakam veya polis şefinin keyfine göre olacak. Asli görev alanı dış istihbarat olan MİT’in fişlemeleri veya raporları da Vali, Kaymakam ve polis için gözaltı talimatnamesi olacak. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “tartışmaya açığız” açıklaması sonrasında, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, tasarı üzerinde çalışma komisyonu kurulmasını gündeme taşıdı. Ancak, “AKP’nin Güvenliğini Koruma Kanunu” maddeleri Meclis’ten geçmeye devam ediyor.

Bir özelleştirme hilesi daha. Elektrik ve doğalgaz dağıtımlarının özelleştirilmesiyle rekabet ortamının oluşacağı, ucuz ve iyi hizmetin geleceği söyleniyordu. Ancak, özellikle son dönemlerde gelen faturalarla işin aslının hiç de öyle olmadığı görüldü. Özellikle, masrafların zaten arttığı bu kış mevsiminde, faturaların yüksek gelmesine tepki ve öfke daha fazla. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Aralık 2007 ve Ocak 2015 konut tarifelerini dikkate alarak elektrik faturalarını değerlendirdi. Buna göre; aylık 230 kilowatt saatlik tüketimi olan 4 kişilik bir ailenin elektrik faturası, 8 yıl içinde 36 TL’den 90 TL’ye çıktı. Son 8 yıllık enflasyon yüzde 70 olurken, elektrik faturaları yüzde 150 artmıştır. Aralık 2007’de ödenen 36 TL’lik fatura enflasyon oranında artsa 62 TL olması gerekirdi. Oysa 230 kilowatt saatlik enerji için Ocak 2015 itibarı ile 90 TL’ye varan fatura bedeli ödenmiştir. Bu yüksek faturalar ve elektrik şirketlerinin adaletsiz kazançları yetmezmiş gibi, kayıp-kaçak gibi değişik kalemlerden de şirketlere büyük kazançlar sağlanmaktadır. Perakende hizmet bedeli, dağıtım bedeli, sayaç okuma bedeli gibi kalemlerle toplamda çok yüksek paralar şirketlerin kasasına akmaktadır.

İranlı ve Batılı diplomatik kaynakların verdiği bilgiye göre, sadece 2014 Mart ayından beri İran’a 1 milyar dolardan fazla para kaçırıldı. Reuters’in haberine göre, İran’a, ambargoyu delerek sokulan paralar, havayoluyla Türkiye ve Dubai’den aktarılıyor. Kuryelerin genellikle uçakta işadamı görüntüsüyle seyahat ettikleri belirtiliyor. Bu büyük dolar kaçakçılığının basında yer aldığı günlerde, İran’da Mahmud Ahmedinejad döneminin Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle cezaevine konuldu. İran Resmi haber ajansı IRNA’ya göre, gayrimeşru yollarla servet edinmekten suçlu bulunan Muhammed Rıza Rahimi’ye mahkeme 5 yıl hapis cezası verilmişti. Rahimi, yolsuzlukla mücadele kurumunun başkanlığını yapmış ve Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dan şeref madalyası almıştı. Muhammed Rıza Rahimi’nin, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarında tutuklanan Reza Zarrab’ın ortağı olarak bilinen, halen tutuklu yargılanan İranlı milyarder Babek Zencani ile bağlantısı olduğu iddia ediliyor. Babek Zenca’nin 2.7 milyar doları verdiği yer halen aranıyor.

Neredeyiz? 2015 yılına girdik, zaman hızla geçti. Hani derler ya, ilk çeyrek, ilk dönem sonundayız. Peki geriye dönüp şöyle bir baktığımızda, iyiden güzelden yana bir şeyler var mı? Gönül isterdi ki, bu soruya olumlu bir cevap, umutlu bir cevap verebilelim. Nerede heyhat! İyiyi güzeli kim kaybetmiş ki biz bulalım diyoruz öyle değil mi? Siyasete şöyle göz ucuyla bakarsak ne diyebiliriz ki? İçeride bir yığın sorun üst üste birikmiş, katmerleşmiş, el aman diyor, bir çare bekliyor. Çare bulması gereken devacılar, hükümet ise köşe kapmaca oynuyor. Gündemi saptırmaya çalışıp, oyalamaca, kandırmaca ile zaman geçiriyor, asıl sorunları ise “halı altına süpürüyor”, erteliyor. Dış siyasette ise, “ne dediyse tersi” çıkan ve eli ayağına dolaşan hükümet paniklemiş ve neyi nasıl yapacağının şaşkınlığı içinde, herşeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bu durumu gören, gemiyi ilk terk eden fareler misali, bürokratların imdadına ise seçim yetişiyor. Sorumluluktan kaçmak ve paçayı kurtarmak isteyen bürokratlar bir bir istifa edip aday olma yarışına giriyorlar. Ve belki de, “yoruldum” diyen Hakan Fidan’ın istifası ve aday olması da böyle bir kenar çizme, “sırdaşından” kaçma girişimidir, kim bilir? Hükümetteki, AKP’deki bu panik ve karmaşa hali sürer iken, kutuplaştıran dille “yavuz hırsız evsahibini bastırır” misali, herşeyi örtbas edip, çarpıtma hali devam ediyor. Öyle ki; Geçtiğimiz ay, bir düğmeye basılmış veya zembereğinden boşalmış gibi, erkekler tarafından kadınlara öyle vahşi, öyle hunharca cinayetler ve saldırılar oldu ki, insanım diyen herkesin kanı dondu. Soma madenci faciası, Ermenek madenci faciası, İstanbul asansör faciası, Ostim işçi faciaları… Yasaklanan grevler… Yolsuzluklar, rüşvetler…. Ve tüm bunları seyredip görüp hiçbir şey yapmayan, adalet denen o kurumun “adaletsiz, haksız, hukuksuz” tutumu. IŞİD’in, Boko Haram’ın hezeyan uyandıran, katliamları, vahşilikleri. Peki ya, tüm bunlar ve daha niceleri için en başta harekete geçmesi gereken, iki çift laf söylemesi gereken kim ya da kimlerdi? Harekete geçmesi gereken “fıtratcı” o AKP ne yaptı ya da ne yapıyor? Ne yapmıyor ki? Kadın tecavüzlerinden, kadın katliamlarından, işçi ölümlerinden, IŞİD’den, Boko Haram’dan hemen herşeyden, herkesi herkesle kutuplaştıran, herkesi herkesle düşmanlaştıran bir dil kullanıyor. Bu kutuplaştırma haliyle kimsenin kimseye güvenmediği, kimsenin kimseyle yan yana gelemediği bir durum, bir toplum oluşturmaya çalışıyor, oluşturuyor. Hatta öyle ki, kendi Başbakanını, Bakanlarını, bürokratlarını, askerini, polisini kendi içlerinde bile kutuplaştırıp, kendi kendileriyle kavgalı hale getirmekten hiç çekinmiyor. “Türk tipi başkanlık olmaz. İç Güvenlik kanununu gözden geçirmek lazım” diyen önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bile, “Olur olur bal gibi olur” diyerek “açık ve net” cevabını veriyor. Ali Babacan’ı, Merkez Bankasını, Başbakanı, Bülent Arınç’ı, Beşir Atalay’ı konuştuklarına bin pişman edip, konuşamaz, düşünemez hale getiriyor. Niye böyle yapıyor ki? Anlaşılan o ki, bu kutuplaştırma ve düşmanlaştırmadan tek murat, tek beklenti var: Herkes herkesle kavgalı olsun, herkes herkesle düşman olsun, kimse kimseye güvenmesin, tek bana muhtaç, bana köle, teba olsunlar. Büyük kurtarıcı, büyük insan edalarıyla en üstte en tepede ben olayım. Kızılsa da, öfkelenilse de “başka çare yok” denilerek, efendiye biat edilmeye devam edilsin. İstenilen, arzu edilen durum bu. Peki, bu kutuplaşmanın bizlere, fakire fukaraya bir faydası var mı? Bu kutuplaştıran, düşmanlaştıran dilin, tavrın oyuncağı olmanın bizlere bir getirisi, kazancı var mı? Kutuplaşınca, düşmanlaşınca, kadın tecavüzleri, kadın cinayetleri, işçi ölümleri, açlık yoksulluk, işsizlik bitiyor mu, bitti mi? Ülkenin sorunları çözülüp, memleket güllük gülüstanlık oldu mu? Öyle ise, o kutuplaştıranların, düşmanlaştıranların ekmeğine yağ sürmek yerine, haktan, adaletten yana güçlerimizi birleştirerek bir yola girmek gerekmez mi? Birbirimizle kutuplaşıp, kavga edip, düşmanlık besleyerek güçlerimizi tüketmiyor muyuz? Bu güç tükenmesinden sonra, kendi halimizi görecek, kendi hakkımızı koruyacak mecalimiz kalıyor mu? Yoksa asıl gücümüzü, gayretimizi yanlış yerlerde heba mı ediyoruz? Kutuplaşma için, birbirimizle kavga için harcadığımız güç ve zamanımız, birilerinin rahatını, birilerinin saltanatını, Sarayını koruması ve yaşatmasına mı yarıyor? Kendimize faydamız hiç mi olmayacak, faydasızlar olarak mı yaşayacağız? Ne dersiniz?


Mart - 2015

Forum

8 İlker Gündoğdu

Kimileri onları bütün kötülüklerden sorumlu tutuyor, bütün olumsuzlukları onlara mal ediyor. Başkaları ise duyarsız kalıyor. Bir kaçı onları bir zenginlik kaynağı olarak sayıyor ve onlarla ilişki kurmak için çaba gösteriyor. Fakat onlara karşı gerçekten ilgi duyan kimlerdir? O insanların sorunları, mutlulukları ve korkuları hakkında ne bilgileri vardır? Zira bulundukları ülkelerde göçmenler çok nadir söz sahibi olmuşlardır. Kimisi için 20 yaşlarındaki delikanlıların dayanılmaz acısını bir düşünün… Bunlar çoğu zaman arkalarında gencecik bir hanım bırakıyorlardı ve hatta bazen daha iyi tanımaya vakit bulamadıkları bir bebek bile vardı. Bu delikanlıları ülkelerinin dışına iten ne eğlence dileğidir, ne macera tadı. Ülkelerindeki zor ekonomik durumun getirdiği yoksulluğa karşı direnişleridir; mademki öyle gerekiyordu, aileleri için başka yerlerde doğru dürüst bir hayat kurma dileğidir. Hatta kimileri için tek iki seçenek bulunuyordu; ya hapse girmek ya da sürgüne gitmek: haksızlıkları alenen ifşa etmek her zaman iyi olmayabiliyordu. Kalpleri elem ve umut ile dolu yola çıkıyorlar… Koyuldukları yolda gönüllerini korku kemiriyor... Köylerinden o vakte kadar ayrılmamış ve ilk kez büyük şehrin girdabında bulunacak olanlar için meçhulden korku var. O kadar uzun ve rahat olmayacak olan yolculuktan korkuyorlar… Yol ucunda onları bekleyenden veya bulamayacaklarından korku var… Ya varışlarındaki yaşadıkları karışıklık nasıl tanımlanır? Belki siyah bir gökyüzü ve istasyonun hoparlörlerindeki yabancı bir dildeki garip tonlar… “Acaba bana mı sesleniyorlar? En azından şu levhalardaki yazıları okuyabilseydim…” Peki, ilk konutlarının karşısındaki hayal kırıklığından, yeni ve bitkin düşürücü bir işin ilk günlerinden de bahsetmem gerekir mi? Bir de özyurtları işgal edilenler, oğullarını, kocasını bırakıp küçük çocuklarını kurtarmaya çalışan kadınlar, Feride Haydar’ın çığlığında daha fazla hissediliyor mu? “Suriye’deki savaşta önce kocasını sonra oğlunu kaybetti. Çatışmalar yaşadıkları kasabaya sıçrayınca uzun ve zorlu bir yolculuğun ardından çocukları ve torunlarıyla Diyarbakır’a geldi. Feride Haydar, sığındıkları evde de her günün eziyetle geçtiğini söylüyor.” “Ölseydik kurtulurduk’’ diyen Feride Haydar’ı bu hale getirenlere…

Barış kavramı, hak temelli yaklaşımlar ekseninden baktığınızda son derece dinamik bir kavramdır. Üzerine oturduğu temel evrensel değerler yanında, içinden geçilen zaman dilimi ya da hakkında konuşulan bölgenin özgün koşullarından bağımsız ele alınamaz. Barış konusunu kültür, ekonomi, hukuk, siyaset boyutları ile bir bütün olarak ele almak gerekir. Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede konu öncelikle güvenlik politikaları bağlamında ele alınmakta ve devletin çıkarları ekseninde tartışılmaktadır. Bizim yazıda önceliğimiz İslam barış ilişkisi olduğu için diğer boyutları saklı tutarak bir çerçeve oluşturmamız gerekiyor. Çatışmalı süreç yaşayan birçok ülkede barışın inşasında din adamları ve örgütleri aktif rol üstlenmişlerdir. İrlanda’da kilise bu açıdan son derece müdahil tavır geliştirmiştir. Din görevlileri ve kanaat önderlerinin nüfuzlarını barış lehinde kullanması kolaylaştırıcı, hızlandırıcı bir sonuç doğurmaktadır. Özellikle barış sürecine katılım ve barışın toplumsallaşmasında din görevlileri belirleyici etki oluşturabilmektedir. Ne yazık ki günümüz Türkiye’si ve özellikle İslami duyarlılık taşıyan çevreleri açısından tartışma çok daha farklı bir noktadadır. Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi alanlarda farklı dozlarda da olsa İslami çevreler istisnaları dışında sorunlu bir pozisyonda kalmışlardır. Alevilerin sorununu bir hak ihlali ya da adaletsizlik sorunu olarak ele almak yerine itikadi sorun olarak ele almak peşinen farklı bir konumlanmayı beraberinde getirmektedir. Tıpkı devletin, egemenlerin inanç alanını tanımlama çabası gibi dindar çevreler de Aleviliğin ne kadar hak inanç olup olmadığını tartışmaya odaklanmışlardır. Kürt sorunu bu açıdan daha kolay ele alınabilir gibi gözükse de çatışmanın taraflarından kaynaklı mesafeli duruş ya da önyargılar çoğu kez iktidarlar ile aynı safta durmayı beraberinde getirmiştir. Kürt hareketinin çıkış konsepti üzerinden dışlayıcı yaklaşımlar geliştirmek, Kürt halkı ile dayanışma ve empati yapabilmenin önüne geçmiştir. Son dönemde devletin soruna yaklaşımındaki zorunlu değişim kimi muhafazakâr çevrelerin de duruşunu değiştirme eğilimini güçlendirmiştir. Elbette Kürt halkı tüm renkleri ve inançsal ideolojik eğilimleri ile birlikte bir gerçekliğe sahiptir. Bu farklılıkların görmezlikten gelinmesi tek yanlı beklentilere odaklanılmasına neden olur. Çözüm sürecinde İslami çevrelerin daha aktif sorumluluk üstlenmesi iki farklı bağlamda ele alınmalıdır. Bir tarafta Kürt kamuoyu dışında sorunun doğru algılanması açısından İslami çevrelerin çıplak gerçeği kamuoyu ile paylaşması son derece önemlidir. Diğer yandan Kürtlerin iç gerilim ve çatışmalarla oyalanıp talepleri etrafında ortaklaşmasını engelleme hesaplarının boşa çıkarılmasında İslami çevreler olumlu katkı sunabilir. Her iki sorumluluğu da taşıyabilmek için doğru, sağlıklı bir İslami okumanın yapılması gerekir.

Gerek doğrudan taleplere yönelik yaklaşım, gerekse diyaloga dayalı çözüm konseptinin geliştirilmesi, İslam düşüncesinin bu konulara dair sözünün netleşmesi ile ilişkilidir. Ulus devlet paradigmasının egemenlikçi yaklaşımı içinden, evrensel bir barış mesajı içeren İslam yorumu çıkarmak mümkün değildir. Ortadoğu’da mezhebi taassup ve din adına şiddetle etkin ve kapsamlı yüzleşmenin yaşanması, Türkiye barışı açısından da hayati öneme sahiptir. Silahlı isyan hareketlerine nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda, iktidarcı din okuması ile muhalif toplumsal eksenli tarih okuması arasında taban tabana zıt yaklaşımlar çıkar. Anadil hakkı gibi son derece net tutum alınması gereken konularda bile doğru yerde duramayan İslami çevrelerin, bu tür alanlarda ezber bozacak yaklaşımlar geliştirmesi elbette kolay olmayacaktır. Artık, İslam zaten barış dinidir gibi kolaycı ve genellemeci söylemleri aşıp, gereğini yapacak somut tartışmaların yapılması gerekmektedir. Bu da adalet olmadan barışın olmayacağı paradigması üzerine oturur. Adaletin nasıl sağlanabileceği ve adaletin neyi gerektirdiği konusunda netleşebilmek için, İslami çevrelerin Medine sözleşmesi, Hudeybiye barışı gibi konularda daha güncele cevap üretebilecek tartışmalar yapması kaçınılmazdır. İslam, insanlığın barışa duyduğu ihtiyaca cevap üretebildiği kadar anlam ifade edecek, barış projeleri toplumların inanç dünyalarından destek bulduğu ölçüde kalıcılaşacaktır.


Kadın

Mart - 2015

9

Sağlığın Ahval-i Dr. Cemil

19. Milli eğitim MEB şurasında alınan kararlara göre artık 3-6 yaş çocukları anaokuluna geldiklerinde ölüm ve ötesini öğrenecekler.

Diyaliz Hasta Pazarı -1 Utanılacak yaşama mahkum bırakılınca, utanmadan gerçekleri haykırmak teslim alınmış ruhumuzda ne denli etki bırakır, utancımızla kendimizi ne ölçüde baş başa hesaplaşma sürecine sokar belki de bir muamma?!

Değerler eğitimi adı altında alınan kararlarda anaokullarında soyut kavramlar verilecek. Çocukları her şeyden uzak ve sıfır bir hayata başlatmak yerine onlar adına bir seçim yapıyoruz. Küçücük yaşamların ölümü, ahireti düşünmelerini bekliyoruz halbuki önlerinde uzun bir yaşam varken.

Ama yine de bu çirkin pazarda olup bitenleri anlatmak bir insanlık borcudur.

Peki bu sistem çocukların gelişimine ne kadar uygun ve doğru bir eğitim? Anaokulundaki çocuğa kavramların neyi ifade ettiğini, daha çok kavramı nasıl anlatabilirim diye somut şeyler üzerinde yoğunlaşmak varken ölüm ve ötesi o yaş grubunda ki çocuklar için çok fa-

diklerinde iyi sonuçlarla karşılaşılabilir. Öğretilmesi gereken ve

zla soyut ve anlaması güç konular. Çocuklar sağını solunu öğren-

üstünde konuşulması gereken o kadar çok konu var ki. Çocuklar

mekte zorlanırken bu tür konuların öğretilmesi onlar için karışık

sıfırdan bilgi öğrenmeye başlıyorlar ve her şeyi öğretmek zorun-

olacaktır. Aynı zamanda da işin psikolojik boyutu var. Çocuklar

dayız güneşi, geceyi,b üyük,küçük ağır, hafif tüm bu kavramlar

çok meraklı yapıya sahip bu tür konuları merak edip görmek iste-

yetişmezken bir ölüm ve ötesinin getirilmesi şaşırtıcı doğrusu. Cebeci/Ebru

taşınınca öğretmenler kurulu toplantısında gündeme geliyor ve tutanaklara geçiyor. Tabi yine öğretmenler sayesinde de basına yansıyor. Milli Eğitim Müdürlüğü, başlattığı soruşturma ile müdür yardımcısını başka bir okula gönderiyor. Ama Milli Eğitim Bakanlığı’nın asıl tavrını tutanakları sızdıran öğretmen için soruşturma açtığı zaman anlıyoruz. Evet! Tacizle eğitim olur mu? Ya da bir eğitimci tacizi eğitim yöntemi olarak kullanın şakasını dahi yapabilir mi? Kızların etek boylarının, saçlarının kontrol edilmesi, erkeklerin uzun saçlarının okul girişlerinde makaslanması gibi uygulamalar bizim eğitim geleneğimizde zaten var. Ama öğrencilerin kılık Unutmayı başaranlar için hatırlatalım; Antalya Kepez Atatürk

kıyafetlerine müdahale olayının bu derece çirkinleşmesi bi-

Anadolu Lisesi’nde sınıf başkanı öğrencilerle yaptığı toplantı-

zlere günümüz eğitim uygulamalarımız hakkında ipuçları veri-

da Müdür Yardımcısı Filiz G.,

kısa etek giyen öğrencileri

yor. Bu sadece bir okulda ortaya çıkan münferit bir olay değil.

hizaya sokmak amacıyla erkek öğrencilerden oluşan taciz timi

Siyasal söylem ve tercihlerin okullarda yarattığı atmosferle de

kuracağını söylediğine yönelik haberler bir süredir gündem-

ilgili bir durum.

de. Müdür yardımcısının sözleri öğrencilerden öğretmenlerine

di kamu okullarını dönüp bir görmüyor? Kamu okulları velilerin eline bakar olmuş, bağışlarla işler yürüyor. Niye kimsenin aklına nitelikli kamusal eğitim gelmiyor? Piyasa politikalarına uymuyor da ondan mı? Aslanda meselenin özünü iktidar sözcüleri “kamusal eğitimin devletin sırtında bir yüktür” diyerek defalarca ifade ettiler. Dershane bu yükü hafifletmiyordu. Çünkü dershaneye giden öğrencinin devam ettiği bir kamu okulu da vardı. Bunun yanında dershane temel eğitimde özelleştirmenin de önünde engel oluşturuyordu. 2000 liraya dershane destekli eğitim alan orta sınıf ailesi niçin öğrencisini 10.000’lerce liralık özel okula mı göndersindi? Düz liseler de kapatıldığına göre TEOG’a göre yetersiz olan Dershaneler hakkında düzenleme yapan kanun geçen yıl yayımlanmıştı. Ortaöğretime ve yükseköğretime giriş sınavlarına yönelik dershane ve kurs açmak artık kanunen yasak. Var olan dershanelere de 1 Eylül 2015 tarihine kadar fiziki ve kurumsal yapısı müsaitse özel okullara dönüşebilmeleri imkanı ve teşviki verilmektedir. Son cümlesi olmazsa yukarıdaki haber olumlu olabilirdi. Üstüne basa basa tekrarlamak lazım: Dershanelerin kapatılması, eğitim politikalarındaki diğer değişikliklerden bağımsız değerlendirilemez. Dershanelerin kapatılmasını olayını üniversite ve lise giriş sınavlarının devam etmesi, kapatılan düz liseler, dershaneden dönüşen özel okullara arsa ve bina desteği ve tabi ki de özel okulu tercih eden öğrencilere özel okul teşviki ile birlikten düşünmek gerekiyor. Bunun yanına kaderine terk edilen ve itibarsızlaştırılan kamu-devlet okullarını ekleyin. Devletin, özel okullara akıtacak bu kadar parası var da niye ken-

öğrenci, ücretsiz kamusal eğitime devam edebilmek için meslek veya imam hatip okullarından birine gitmek zorunda. Ya da veli

öğrencisini

kendince daha iyi eğitim alabilmesi için paraya kıyıp özel okula gönderecek. Gönderiyor da; özel okullardaki

öğrenci

sayısı patlaması bunu gösteriyor. Dershanelerin savunulacak bir tarafı yok. Ama şimdilik kapatılmaları iyi bir şeye hizmet etmiyor. “Dershane mi? Özel okul mu?” ikileminde kalmak da doğru değil. Biri öğrenciyi makineleştiren,

Kronik böbrek yetmezliği (KBY); şeker hastalığı, hipertansiyon, böbrek iltihabı rahatsızlıkları (Nefrit), ilaç zehirlenmeleri, ağır metal zehirlenmeleri ve birçok sistemik hastalıkların böbrekler üzerindeki ilerleyici hasarı sonucunda böbrek fonksiyonlarının yetersizliği ile ortaya çıkan geriye dönüşümsüz kalıcı bir hastalıktır. Hastalığın tek tedavisi böbrek nakli olmak veya yaşam boyu diyaliz makinesine bağlı olarak yaşamaktır. Ülkemizde sağlığın piyasalaştırılması ile başlayan, sağlık alanındaki harcamaların son 10-15 yılda %1000 – 1500 oranındaki artış, tüm ülke insanının maddi manevi sorunlarını büyüttüğü gibi, kronik böbrek yetmezliği ve diyalize bağımlı yaşayan hastaların da yaşamını olumsuz etkilemektedir. Haftada 3 (üç) gün diyaliz makinesine bağlı olarak yaşamını sürdüren hastaların sayısının 45 bini aştığı göz önüne alındığında, resmi verilere göre tedavi maliyeti yıllık 600 milyon doları aştığı hesaba katıldığında pazarın büyüklüğü herkesin iştahını kabartacak düzeyde olduğu görülür. 90’lı yıllarda kamu hastanelerinde oluşturulan merkezlerde diyaliz tedavi hizmetleri verilirken giderek artan hasta sayısına göre yeterli planlamanın yapılmaması, diyaliz hekim, hemşire, personel ve araçlarının (makinelerinin) yetersiz istihdamı ile hızlı bir özelleştirme furyasının başlamasıyla birlikte yaygınlaştırılan özel merkezlerde hemodiyaliz tedavisi sürdürülmeye başlandı. 600 milyon doları bulan bu pazarda alınan-satılan meta ne yazık ki insanın kendisi ve hastalığı olmuştur. Öyle ki, Böbrek hastalığı sürecinde takip edilen hastaları böbrek yetmezliğinin ilerleyen aşamalarında, Diyaliz tedavisine yaklaştığı süreçte alınıp-satılan meta haline dönüşüp özel merkezlere pazarlanma aşamasına gelirler. Başlangıçta Nefroloji klinikleri hekimleriyle özel merkezler arasında hasta, hastanın haberi olmadan belli bir fiyat karşılığında satılır. Ne kadar hasta o kadar para ilişkisi kurulmasıyla sağlıkta piyasalaşmanın ilk adımları atılmaya başlandı. İlerleyen süreçte kamu hastanelerinde diyaliz tedavisi gören hastalar yaygınlaşan özel merkezlere hızla pazarlanıp, kamu hastanelerindeki sayı gittikçe eritilip özel merkezlere kaydırılmıştır. Hastalık sayesinde kendini imtiyaz sahibi gören bazı hekimler bu pazar pastasından azla yetinmeyip bizzat pazarın pastasından daha fazla nasıl pay alırımın hesabını yaparak başlangıçta bu pazarın büyük bölümüne sahip çok uluslu ve yerli firmalarla (Fbesenius-gaubio-Eczacıbaşı) anlaşarak danışman hekimlik adı altında birçok merkezle anlaşıp pazarlama elemanlığına soyunmuştur. İlerleyen süreçte bununla da yetinmeyip elindeki kliniğin imkanlarıyla merkez kurup, kurduğu merkezi hastasıyla birlikte büyük firmalara satıp tüccar hekimlik rolleri oynamaya başlamışlardır. Tüccarlık bu ya hastanın zorunlu olan hekime bağımlılığı sayesinde hastayı her zaman elinde tutmasıyla sattığı merkezlerdeki hastaları yeni açtığı merkezlere çağırıp satılan merkezin içini boşaltmaktan da geri durmamak hünerlerini de sergilemeye başladılar.

diğeri süsleyip püsleyip servis eden; ikisi de ticarethane kuruluşu. Yok birbirinden farkları.

(Not: Yazının devamı gazetemizin sonraki sayısında yer alacaktır.)


Kültür Sanat

Mart - 2015

10

İhtiyaçtan... Ali Sağ

Çerçeve Bilinci Açığa Çıkarır Hak dostum hak... Dört başı mamur çerçeve. O çerçevede hayat bulur sözler. O çerçevede ağlar ve dahi güler insan. Belki yıllardır içinizde düğümlenip de söyleyemediğiniz cümleler ku-

Angara’dan, Angaralılar’dan çıkmış en samimisinden bir dizi olan Yolunda AŞ. Çinçin’i hayatın gerçeğinden doğan kara mizah ile anlatmışlar dizide. Asıl amaçları bir Çinçin filmi çekmekti ekibin ve bu amaçlarına çabalayarak ulaştılar. Kentsel dönüşümün, metropolleşen kentlerin yaşattıklarını tüm boyutlarıyla farklı bir üslupla anlatmışlar vizyon tarihi beklenen filmde de.

laklarınıza çalınır, içinizi acıtır. Belki de kahkahaya boğar sizi bir minik mimik… “Bozuk düzen de sağlam çark olmaz” On altıncı yüzyıl. Anadolu. İçinde azıcık adalet duygusu taşıyan bu cümleyi duyduğunda tüyleri diken diken olduğunu, damarlarında akan kanın coştuğunu hissetmez mi? Hisseder hissetmesine ya Banaz’lı Koca Haydar el yetimi kul bitimi bir garip özge candır. Çıkıp gelmiştir köyünden Pirinin hizmetine. Öyle nefesler eylemektedir ki bütün civar köylerin ağzında bu nefesler vardır. Günün birinde çıkagelir Hızır. O da dergâha katılmak diler. Pir postunda Koca Haydar çoktan Pir Sultan ola durmuş ikrarını ister Hızır’dan. Verir ikrarını Hızır. Dergâh’a Hızır gelince, Köylüye de Osmanlı’nın Hınzırlarından gına gelmiştir. Yoksul Anadolu köylülerini canından bezdirir aşarcılar. Harmanından pay alır Osmanlı aşarları, garip köylüye dövülecek çorbası bal olur. Köylü çareyi Pir Sultan’da arar, halleşirler Pir Sultan’la. Bir çıkar yol aranırken Hızır Osmanlı sarayına gitmek diler. Gidip Osmanlı’dan vezirlik kapmaktır derdi. Vezir olursa yoksul köylünün derdine derman olacağını umar. Buruk yolculanır Osmanlı sarayına Hızır. “Yârin yanağından gayrı her şey ortak” On üçüncü yüzyıl sonları. Anadolu. Çelebi Musa ile Çelebi Mehmet’in taht kavgası. Bataklıkta açan bir gül gibi göğeren Si-

Ahval-i Angara: Yolunda A.Ş. sadece 8 bölüm sürdü ve dizi ile film arasına epey zaman girdi, bunun sebebi nedir? Hasan: Biz en başta sinema filmi çekmek istiyorduk. Fakat bu çok maliyetliydi ve on tane tiyatrocunun yapabileceği bir şey değildi. Biz de gerekli koşulları yaratabilmek amacıyla internet dizisi yaptık. Çinçin’in mahremiyetine zarar vermeden orada yaşayanların hayatlarını anlatmak istiyorduk ve esas gaye de sinema filmi olunca diziyi tadında bıraktık. 2014 Ağustos’unda tamamlayabildik filmi. Şimdi vizyon tarihini bekliyoruz. AA: Film işinde dağıtımcılar vs. pek çok etken var, benzer etkenler Tv için de geçerli. Bunlar tavizler vermenize sebep oldu mu?

mavna Kadısı Şeyh Bedreddin aklındadır Musa Çelebi’nin. İster ki Bedreddin Kethüdası olsun. Halkına adaletli davranabileceği yol göstereni olsun… El ele omuz omuza verirlerse yapamayacakları yoktur. Kavilleşirler böylece. Önce Musa Çelebi galip gelir kavgada. Sonrasında ise Mehmet Çelebi kendi elleriyle alır Musa Çelebi’nin kellesini. Hızır Osmanlı’dan vezirliği kapmış, Sivas’a,

Erdağ: Biz sanatta bir dert anlatma amacıyla politik bir amaçla varız. Bu alana girerken bizden ne götürebileceğini biliyoruz. O yüzden gireceksek de kendimiz gibi, bu kolektif yapıyı bozmadan gitmek istiyoruz. Dışarıdan müdahale ne kadar az olursa bizim için o kadar iyi. Örneğin film için Türkiye’nin en büyük yapımcıları ile görüşüldü, imzalar atıldı, İstanbul’a epeyce gidildi gelindi ama kentsel dönüşümü çıkarın dedikleri noktada çıkartamayız dedik ve feshedildi bu sebeple yedi sekiz ay daha beklendi ama bizim de tavizlerimizin sınırı vardı.

gelmiyorlar buraya. Köyleri boşaltılanlar var, işsizlikten gelenler var. Ucuz işgücü yaratmak amacıyla bilinçli yaptırılan göçler söz konusu. Bu insanlar buralarda bir araya gelmeye başlıyorlar. Dayanışma yoksullara, ezilenlere has bir durumdur çünkü. İlk gecekondu mahallesi İncesu’da kuruluyor 60’lara doğru Altındağ, Çinçin, Yenidoğan, Hasköy, Ulubey taraflarına doğru gitmeye başlıyor. Çinçin 1995lere kadar yıkımın giremediği bir yer. Sonrasında devlet buraya bazı yapıları yerleştirerek bu dayanışmayı kırıp, birlikteliği parçalayıp buraya girmeye çalışıyor. Erdağ: İşin altyapısında kentin değişen yapısı, mekanın rantlaşması var. Metropollerde şehir merkezinin daha fazla hizmet sektörüne ayrılması, daha fazla tüketim odaklı kurulmasıyla şehir merkezinde kalan bu mahallelerin ve kent yoksullarının kentin uzak yerlerine atılması süreci başlıyor. Bunun için de dışarıda yaratılan algı oyunlarıyla bütün kötülük bu mahallelerdeymiş gibi örneğin, Çinçin’deymiş veya İstanbul’da Tarlabaşı’ndaymış gibi gösteriliyor, bu mahalleler ötekileştiriliyor. Afet riski, yeni projelerin bu mekânlar üzerinden tasarlanması, soylulaştırma denilen kentsel dönüşüm gibi politikalarla orada üç kuşaktır bir kültür, bir yaşam kurmuş, bir dayanışma kurmuş, kendini orada daha güvende hisseden insanları tahliye ediyorlar. Onları kentin ucuz işgücü ihtiyacı için kullanmaya devam edip kentten de bir o kadar uzak tutmaya çalışıyorlar. Çinçin’in Sincan, Karapürçek, Mamak Kuzey Ankara taraflarına dağıtılmasının sebebi bundandır. İnsanların bahçeleri, kapı komşuları, iyi kötü yakacakları varken, aidat derdi yokken yani gecekonduda çok daha insanca çok daha ucuza yaşayabilecekken, apartmana gönderiliyorlar ve insanlar bankaya,devlete olan borç külfeti, daha fazla insanın çalışmak zorunda olması, insanların daha fazla içine kapanması, psikolojinin dağılması, yalnızlaştırılmaları ve bir sürü başka dert ortaya çıkıyor. Hasan: 50lerde 60larda gelen insanlar hala hayatta eski günlerden söz ediyorlar ve en temelde dedikleri şey şu; eskiden her şey daha güzeldi. Güzeldi ama bunlar bilinçli bir biçimde yok edildi. İnsanlar bu talana direndi. Ulucanlar hapishanesinde Çinçinlilerle yatmış Yılmaz Güney ve oranın dokusunu iyi biliyor. Ve hatta o dönem gördükleri “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanını yazmasına ve “Duvar” filmini çekmesine sebep oluyor. Yılmaz Güney şunu söylüyor; “Dün gece hangi evde ne olduğunu Çinçinliler bilir.” Bilir çünkü yaşamları içi içe evleri, avluları iç içe. Not: Röportajın tamamına web sayfamızdan ulaşabilirsiniz.

Kanlı Sivas’a Vali olur. Osmanlı geleneği ile çözmektir muradı bu anlaşmazlığı. Koca Haydar’ı çağırır yemekliğe. Koca Haydar, ikrarını hatırlatır Osmanlı paşasına. Gidişinden bu yana değişenleri.. Bozuk düzende sağlam çark olur mu? Koca Haydar bunu bilen de oyuna ‘he’ der

AA: Kentsel dönüşüm insanların evlerini mahallenin yaşamını, kültürünü hedefine alıyor. Hem karşılaştıklarınız hem yaşadıklarınızdan siz nasıl ele alıyorsunuz bu durumu? Hasan: Gecekondu mahallelerinde yaşayanlar durduk yere

mi? Demez elbet… Değişik zamanlarda ama Anadolu’da iki mahkeme kurulur.. İki bilge dara çekilir. Bir yanda Osmanlı paşası Hızır; - Bana bir nefes söyle ki içinde şah kelimesi

Bugünlerden geriye, Bir yarına gidenler kalır Bir de yarınlar için direnenler...

muriyet yılları da başlamış olur.

- Hangi imandan söz edersin bre akılsız. Bir

Ve bir de bu dizelerin sahibi,

kadar devam eder. Ve 24 Temmuz 2002’de sıcak bir Çukurova

büyüğünden duyarsın inanırsın. Görür gibi old-

aşkın ve kavganın şairi Adnan

gününde son bulur Adnan Yücel’in yaşamı.

uğun, sezer gibi olduğun, varır gibi olduğun

Yücel kalacak, “soluğunu rüzgâr

Şiirlerinde yaşamın gri tonlarına direnir hep Adnan Yücel, kavga

iman vardır,

gönül ehlinin ozanların dilinde

kılan” insanların yüreğinde…

eder. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” süreceğine inandığı bir

dile gelir Ben bunu çoktan aştım… Bir de bir

Ankara’da yaşamış, Ankara’ya

kavganın güzelliğini anlatır. Yürekten inanır yeryüzünün bir gün

iman vardır ki, insan onunla dolar taşar adeta

bu kaleme gelmez, kelama sığmaz… Bir yücelik-

teki insan Allah’la bir olduğunu duyar, Mansur

gibi “Enelhak” diye bağırır ve çıkar senin gibi

bakır’da devam eder. Diyarbakır Eğitim Ens-

birisi onu ipe çeker..

titüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden me-

geçmesin seni bağışlayayım. Der. Ve Koca Haydar’in o bilinen nefesi… Diğer yanda Bedreddin’in mahkemede Molla’ya;

dokunmuş, Ankara sokaklarını arşın-

Yaşamının sonraki ve en son durağı Adana’dır. Gri, soğuk Ankara günlerinden sonra sarı sıcak Adana günleri başlar şair için. 1987 yılında atandığı Çukurova Üniversitesi’ndeki işine ölüm gününe

gerçekten aşkın yüzü olacağına ve inandırır…

lamış Adnan Yücel’in “kavgalara sözlenen” yaşamı Elazığ’da başlar ve Diyar-

Değişik zamanlarda ama Anadolu’da iki

zun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel

darağacı kurulur. Yaşarken yaptıkları, yaşark-

Sanatlar Eğitimi Bölümü’nde okumak üzere Ankara yollarına

en söyledikleri kalır geriye. O dört başı mamur

düşer.

çerçevede görünen siluetleri, sesleri içimizdeki

Bozkırın ortasındaki bu gri şehre okumak için gelse de okul

akanın, yıllardır söyleyemediklerimizin söyley-

bittiğinde ayrılamaz hemen. Memur kentinde memurluk düşer

eni olurlar. Ondandır o çerçeve bilinci açığa

kaderine ve liselerde edebiyat dersleri vermeye başlar. Böylece

çıkarır, insanca insanı tarif eder…

liselerden başlayıp üniversitede devam edecek olan uzun me-

İnsanlar kaybedilirken ey çocuk İnsanlık adına Nasıl başlar bu yeşil ve mavi yolculuk Hangi gemi kalkar bu ülke limanlarından Hangi mavilikler karşılar seni Kıyılar zincir olmuş bileklerde Dalgalar yargısız infaz Al kalemi eline ey çocuk Yeşilin ve mavinin şiirini yeniden yaz.


Spor

Mart - 2015

11

Ters köşe Serdar Kadıoğlu mm.serdarkadioglu@gmail.com

Alt yapı takımlarının sorunlarından sadece oynayan çocuklar değil antrenörler de payını alıyor. Bu kez UEFA lisanslı ancak kulübü olmayan ikinci bir işe muhtaç antrenörlere kulak verdik. 18 yılını futbola vermiş, 1.,2.,3. Ligde

Yeni Bir Sömürü Alanı Olarak Endüstriyel Futbol (3)

oynamış, profesyonel lisans almış,

Endüstriyel futbol ile aynı zamanda kapi-

girdiği kulübü üst lige çıkarıp şampi-

talizmin zaman ve mekân üzerindeki tahak-

yon edecekken saçma gerekçeler-

kümünün futboldaki yansımalarına, köylüler-

le kulüpten atılmış boşta gezen bir

in özgürce oynadığı oyunun işçi sınıfına

antrenör düşünün. Futbolla alakası

pazarlanabilir bir meta olarak sunulmasına ve

olmayan kahvecisinin, lokantacısının

pazarda özgür emekçiler olarak futbolculara

menajerlik yaptığı bir ortamda ant-

ve taraftarlara değindiğimiz yazımıza devam

renörler

ediyoruz.

işsiz

geziyorlar.

Okullara

atanacak antrenörler ile hem okullardaki yetenekli çocukların keşfedil-

bu taşeron uygulamasının hızla yaygınlaşması birçok sorunu

mesi, hem de antrenörlerin sporla uğraşıp boşta kalmaması

da beraberinde getiriyor.

den sermaye değilse, para ve metalar da

için iyi bir adım olacağı söyleniyor. Ancak Hizmet Alım İhalesi

İşsiz antrenörlerin yanında kulübü olsa bile antrenörün ant-

kendiliğinden

yöntemi

yapılan

bu

sermaye

değildir.

Bunların

atama-

renörlük yapabilmesi, futbolcunun oynayabilmesi için yeterli

sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu

la kurulan çeşitli şirketler

koşullar zaten yok. Anıttepe’de beş takımın aynı saha için, 19

dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altın-

vasıtasıyla, Gençlik Spor İş bulamayan İl Müdürlükleri bünyeantrenörler, tutkunu sinde düşük ücret oldukları sporla üstü kapalı karşılığında antrenör uğraşma denmesine rağmen, çalıştırılmasına sebep hayatlarını verdikleri futbol için olunuyor. Bu yön“antrenörler okullara atanacak”, temle açılan ihaleler Ankara’da da atama olacak sonucu, antrenörlerin söylentisi ile umutlarını istihdam edilmelerinin ve diri tutuyorlar.

Mayıs’ta ise en az otuz takımın üç tane saha için sıraya gird-

da olabilir, yani birbirinden çok farklı türden

iğini söyleyen hocamızın dediği gibi sporun da sporcunun da

iki meta sahibinin yüz yüze gelmesi gerekir;

yok sayıldığı bir ortam hakim. Buradan bakınca Cebeci Stadı

bir yanda, başkalarına ait emek-gücünü satın

gibi olan sahaların yıkıp yerine çok lazım olan AVM yapma

alarak, ellerindeki değerler toplamını arttır-

projeleri yerine yeni sahalara ihtiyacımız var.

mak isteğinde bulunan, para, üretim aracı

Tüm bunları görünce insanın sorası geliyor: futbolun koşul-

ve geçim aracı sahipleri; öte yanda, kendi

larını belirleyen kim? 18 yılını spora vermiş birinin söz hakkı

emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini sa-

yoksa belirleyen değilse kim? Tüccar başkanlar mı yoksa spora

tan özgür emekçiler. Futbolcuların pazarda

yıllarını verip sporu var edenler mi söz hakkına sahip olmalı?

emeklerini satan özgür emekçiler olarak

lar-

kullanılarak

Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliğin-

Pursaklar/Abdullah

pozisyonları, Bosman kuralları ile daha da netleşti. Bosman kuralları öncesinde futbolcuların pazarda meta olarak dolaşımı sadece kulüpler arasındaki ilişkiyle gerçekleşiyordu. Bosman Kuralları’yla birlikte emeklerini satan özgür emekçiler olarak futbolcuların emeklerini satabilecekleri kulüplere gidebilmeleri daha da esnekleşirken, bu durum aynı zamanda kapitalizmin futbol üzerindeki tahakkümünü yeniden üretiyor. Bosman Kuralları’nı sadece futbolcu maaşlarına yaptığı etkiyle

açıklayamayız.

Burada

emeklerini

satan özgür emekçiler olarak futbolcuların, maaştan önce emeklerini satabilecekleri en uygun kulübe gitmeye yöneldikleri görülecektir. Bu açıdan, sözleşmesi biten futbolcu için öncelikli hedef konumunda ileri kapitalistleşmiş ülkelerin kulüpleri gelmektedir. Bosman kurallarının yanında, bugün kapitalist sistemde futbolun en büyük pastası olarak öne çıkan organizasyonlarda (UEFA ve FIFA’nın düzenlediği turnuvalar) yapılan değişiklere vurgu yapmamız gerekiyor. BuraSüper Lig’de kadrosunda en fazla altyapıdan futbolcu oynatan

A takımda yer alan 10 ismin dokuzu, ücret karşılığında sekiz

takım Gençlerbirliği.

aylık eğitimlerin verildiği futbol okullarından çıktı. Genç fut-

Altyapıların yetersizliği Türk futbolunun en temel sorunlarının

bolcular, Beştepe ve Etlik’teki yedi sahadan faydalanabiliyor.

başında geliyor.

Gençlerbirliği’nin altyapısında 10 yıldır aynı antrenörler görev

Süper Lig’de birçok takım kendi altyapısından futbolcu

yapıyor. Bu da başarıda önemli rol oynuyor. Yaz okulların-

yetiştirmekte zorlanıyor. Başarısız transferlere harcanan mily-

da 1500, kış okullarında ise ortalama 1000 genç futbolcu ilk

onlarca lira, kulüpleri büyük borç yükü altına sokuyor.

eğitimlerini alıyor. Kendini gösteren isimler U14’ten itibaren

Başkent’in köklü kulübü Gençlerbirliği ise Süper Lig’deki bu

başlayan elit takımlara seçiliyor. 18-19 yaşlarına geldiklerinde

genel durumdan çok uzak bir görüntü sergiliyor. Borcu olma-

ise pilot takım Hacettepe’ye gönderiliyor. Burada birkaç se-

yan ve kasasında para bulunan ender kulüplerden olan kırmızı

zon lig deneyimi kazanan futbolcular, Gençlerbirliği A takımına

siyahlılar, altyapıdan yetiştirdiği oyuncular ile adından söz et-

aday hale geliyor.

tiriyor.

Şu an Hacettepe’nin 25 kişilik kadrosunun 21’i Gençlerbirliği

Gençlerbirliği ‘nin 28 kişilik A takım kadrosunda tam 10 fut-

altyapısından yetişen futbolculardan oluşuyor.

bolcu altyapıdan çıkan isimler. Üstelik bu futbolcular yalnız-

Kırmızı siyahlı takımın altyapısında yetişen ve A takımda yer

ca kadroda bulunmakla kalmıyor, takımın bu sezon topladığı

alan 10 isim Ramazan Köse, Doğa Kaya, İrfan Can Kahveci, Be-

puanlarda da önemli rol sahibi oluyor.

rat Tosun, Uğur Çiftçi, Ahmet Çalık, Ahmet Oğuz, Halil İbrahim

Bir Süper Lig kulübünün bir futbolcuya verdiği ortalama bir

Köse, Çağrı Bülbül ve Übeyd Adıyaman.

bonservis bedeli, neredeyse Gençlerbirliği ‘nin bu 10 isme

Gençlerbirliği’nde bu sezon en dikkat çeken isimlerden İrfan

verdiği toplam paraya denk geliyor. Böylece kulüp büyük bir

Can Kahveci, Berat Tosun ve Uğur Çiftçi yetenekleri ve ortaya

tasarruf da sağlıyor.

koydukları performanslarla isimleri transfer haberlerinde de yer

25 altyapı antrenörünün görev yaptığı Ankara temsilcisinde,

alan üç genç, altyapıdan gelen bu kadar genç ismin aynı anda

7-14 yaş arası futbol okulu işin temelini oluşturuyor. Bu sezon

A takımda yer almasının büyük bir avantajdır.

da da özellikle Şampiyonlar Ligi öne çıkıyor. Şampiyonlar Ligi’nin her yıl yapılıyor olması ve ileri kapitalist ülkelerin başa oynayan takımlarının mücadele alanı olması nedeniyle en dikkat çeken düzenlemeler bu organizasyonda yapılıyor. Bu yapısıyla endüstriyel futbolun gözbebeği konumundaki Şampiyonlar Ligi’ni irdelediğimizde, Devler Ligi olarak adlandırdıkları turnuvada

ileri kapitalistleşmiş ülkelerin

başa oynayan takımlarının turnuvası olduğu göze çarpmaktadır. Öncelikle gruplara torba sitemine göre yerleştirilen takımlar zaten baştan güç dengesine göre sınıflanmış oluyor. Örneğin Manchester United, Juventus, PSV ve S. Bükreş’ten oluşan bir grup olduğunu düşünelim. Birinci torbadan gelen Manchester United’ın gruptan çıkma sansı çok yüksek. Onu Juventus takip ediyor. PSV belki ikinciliği zorlayabilir ama S.Bükreş’in şansı çok az.


www.ahvaliangara.com

ahvaliangara@gmail.com

ahvaliangara

ahvaliangara

İRTİBAT NUMARALARI Ege Mahallesi Hüsamettin Özden 0536 747 01 61 Dikmen Mahallesi Cafer Sabancılar 0532 578 88 85 Aydınlıkevler Mahallesi Cihat Teke 0532 734 46 85 Şentepe Mahallesi Ali Güler 0506 355 54 22

AHVAL-İ ANGARA Aylık Siyasi Yerel Gazete Ahval-i Angara adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Merve Keskin Yönetim Yeri: Güneşevler mah. Güneşevler Pazar yeri no: 9/A Altındağ / ANKARA Tel no: 0507 059 01 68 Tasarım: Cem Demir Baskı: MATTEK MATBAACILIK Ağaç İşleri San. Sit. 1354 (Eski 21. Cadde) 1362. Sokak, No:35 Yenimahalle - İvedik/ ANKARA Tel: 0 312 433 23 10

Hüsamettin Özdem Yazıcıoğlu Fehmi Ağa gecenin karanlığında evine doğru giderken yol kenarında sızmış haldeki Kalburcu Hüseyin Ağa’yı fark eder. Yerde yatan hasmına doğru eğilince arkadaşı seslenir hemen; — İşte tam zamanı, çek bıçağını bitir işini. Fehmi Ağa ise; — Ağalık hasmına böyle kendinde değilken bıçak çekmek değildir diyerek onu sırtlar ve evine götürür. Kalburcunun anası, kapıda oğlunu Fehmi Ağa’nın sırtında görünce oğlunu öldürdü sanarak feryadı koparır. Fehmi Ağa telaşlarının boşa olduğunu anlatır ve Kalburcuyu anasına baygın bir şekilde teslim eder. Kalburcu sabah kendine gelmesiyle eve nasıl geldiğini öğrenir ve aracıların da yardımıyla o dönemin iki yiğidi barışır. Ankara’nın ilk kabadayıları seğmen geleneğinden gelen bu

Altındağ’ın kabadayısı Kürt Cemali arasında anlaşmazlık olur.

kişiler olarak bilinir. Osmanlıdan gelen seğmen, efe geleneği

Bu iki ismin de olduğu ortamda çıkan tartışma ve sonrasında

cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürer. Ardından 1940’lı yıl-

çıkan kavgada elektriklerinde kesilmesiyle nerden geldiği yıl-

larda kabadayılık ortaya çıkar. İlk dönemlerinde kabadayılar

larca ortaya çıkarılamayan, kimin sıktığı bilinemeyen kurşun-

genelde kahve işletenler veya küçük esnaflar arasından çık-

la Kürt Cemali öldürülür. Kürt Cemali’nin yakınları Kabadayı

mıştır. Her birinin uğraştığı bir işi vardır. Mahallelerin bıçkın

Mehmet’in tarafında bulunan Dündar Kılıç’ı suçlar. Dündar

delikanlıları olan bu insanlarda mahallenin namusunu koru-

Kılıç yıllar süren baskılara dayanamayarak hapis yıllarından

ma, muhtaca yardımcı olmak gibi olumlu özellikleri vardır ilk

sonra İstanbul’a yerleşmek zorunda kalır. Kabadayı Mehmet

dönemlerde.

ise Ankara sokaklarında Kürt Cemalin akrabaları tarafından

Ankara Kabadayıları kitabının yazarı Halil Soyuer şöyle tanım-

öldürülür. Özellikle Altındağ insanı tarafından çok sevilen

lar kabadayılığı: “kabadayılık olgusu hiçbir dönemde ve

Kürt Cemali yıllarca unutulmaz. Adına ağıtlar yakılır ve Nuri

hiçbir zaman, bulunduğu yöre insanlarına zorla hükmetmek,

Sesigüzel’in okuduğu bir plak bile yayınlanır.

kendisine zorla çıkar sağlamak, şundan bundan haraç almak,

olarak nitelendirilmesine isyan ederek, televizyon dizilerinde

vatandaşın ırzına namusuna göz dikmek eylemi değildir. Ka-

bu tip insanların ön plana çıkarılmasına çok kızar ve “Delikanlı dediğin kendisine güvenir. Öyle yanına 10–15 adam

badayı insan her zaman ve her ortamda özü sözü bir, kıçı başı oynamayan, haksızlığa arka çıkmayan hakkın ve haklının yanında olan insandır.” Ama ne var ki kabadayıların bu olumlu özellikleri ilerleyen yıllarda hızla bozulacaktır.

Ankaralı Kürt Cemali’ ye Ağıt: Kaderim böyleymiş, ağlama anam Cemalin boyandı alkızıl kana Dört tane yavrumu bıraktım sana Layık mıdır felek bu ölüm bana

alıp silahlı gezdirmez, bunlar çok ayıp şeyler. Delikanlının asıl silahı iyiliktir. Silah sadece onur ve haysiyet için çekilir.” der. Günümüz Ankara’sında ise 12 Eylül askeri darbesi sonrası türeyen hiçbir zaman mahalleliyi umursamayan kendilerine ideolojik dayanak bularak adlarına mafya denilenler türedil-

Ben ölürsem bağlatmayın başımı Arkadaşlar diksin mezar taşımı Annem silsin gözlerimin yaşını Dertli yazın mezarımın taşını Söz – Müzik: Nail BAYŞU

er. Bunlar kendilerini “vatansever” olarak adlandırsalar da paradan başka hiçbir şeye sevdalı değillerdir. Çek–senedinden arazisine, silah kaçakçılığından, uyuşturucu satıcılığına kadar uzanan kirlenmişlikleri egemen yapının kolluğunda beslediklerinden dolayı meşrulaştırılmıştır. Mahallesindeki mazlumun arsasına çöken, esnafı kendisine borçlandırarak onları çıkmaza sürükleyen, okul önlerindeki torbacıları

Haldun Taner’in yazdığı Keşanlı Ali Destanı’nın kahramanının

çevresinde toplayarak mahallesini zehirleyen bu tipler, de-

da Kürt Cemali olduğu söylenir. Haldun Taner artık o dönemin

likanlılıktan zerre kadar nasiplenmemiş, güçlüden yana kiralık

koşullarından mıdır bilinmez Kürt Cemali’dir demez olay kah-

çetelerden başka bir şey değillerdir.

Ankara’da mahalle olarak kabadayıların çıkış yerleri genellikle

ramanına ama oyunu konu alan olayın Altındağ’da geçtiğini

Altındağ, Atıfbey, Kayabaşı, Çinçin, Yenidoğan, Aktaş ve Hac-

kabul eder. Dündar Kılıç’ın bu döneme ilişkin şöyle bir de-

ettepe’dir. Özellikle “yiğidin harman olduğu mahalle” Hacet-

meci vardır: “Allahımı inkâr edeyim, bizi öldüreni o zamanlar

tepe biraz daha ön plandadır her zaman için. 1940’lı yılların

Ankara’ya vali yaparlardı... Hem de alkış tutaraktan…”

bazı önemli isimleri Kabadayı Mehmet, Sarı Veli, Kürt Cemali, Boşnak Muharrem, Karagöz Kemal sayılabilir. Her birinin değişik bir hikâyesi vardır elbet. Bu dönemin hızlı kabadayılarından olan ama aynı zamanda sıkı dost olan kabadayı Mehmet ile Sarı Veli’nin arası bir gün bozulur. Sarı Veli Kabadayı Mehmet’in hapse girerken kendisine

emanet

ettiği silahı kumarda kaybeder.

Kab-

adayı Mehmet bunu öğrenir ve hapisten çıktığında Sarı Veli’yi öldürür. Bu cinayetle artık kabadayılık ortamı bozulmuştur. Bir süre sonra ise yine Kabadayı Mehmet ile

Kabadayılardan Paraya ve Güce Tapan Mafya Babalarına 1970’lerden itibaren artık kabadayılık ortamı bitmiştir ve babalar dönemi başlamıştır. Ülkedeki şiddet ve yokluk ortamından faydalanmak isteyen bu babalar silah tüccarlığına ve kaçakçılığına başlar. Mahallenin namusunu koruyan, garibanın elinden tutan zamanın bıçkın insanlarının bir kısmı artık haraç toplayan, uyuşturucu ve silah tüccarlığı yapan insanlar olmuştur. 1980 darbesiyle silah tüccarlığı, kaçakçılık vs. yapan babalar devri de sona erer. Bundan sonra ise mafya çetelerinin dönemi başlamıştır artık. Kimine göre son kabadayı olan kimine göre ise mafyanın ilk isimlerinden olan İskender Çolak ise

Bir yanı ile mahallesi için her şeyini ortaya koyan ve yetmişli yılların sonuna kadar var olan “delikanlılığı” ilke edinmiş kabadayılar, diğer yanda ise mahallesine acı çektiren “Reis”, “Başkan” veya “baba” denilenler. Ne diyor Türk Edebiyatının usta kalemi Yaşar Kemal “Demirin tuncuna insanın piçine kaldık.” Bizler delikanlılığın ve sevdaların kenti Angara’da demirin hasında insanın merdinden yanayız, bundan gayrısı gölge etmesin yeter…

bir röportajında kanunsuz ahlak dışı işlerle uğraşan haraç to-

Not: Yazının hazırlanmasında Halil SOYUER’in “Ankara Kaba-

playan çoğu yeni yetme bu kişilerin kabadayı delikanlı vs.

dayıları” kitabından yararlanılmıştır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.