9. Köy 2019 - Sayı 7

Page 1

2019 / Sayı 7

1


2019 / Sayı 7

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan

Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten

Veri Uzmanı Umut Irmaksever

Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan Destek Prog. Uzm. Merve Kambur Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak Editör Göksel Bozkurt

Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven Çevirmen Ozan Acar Araştırmacılar Dicle Ekmekçi Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal


2019 / Sayı 7

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 7

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 7

İçindekiler

Savaş ve gazetecilik…

6

“Gazeteciliği öldürdük mü?”

10

Engelliler, birey olarak görülmeli

13

29 duraklı nostalji treni

16

Sigara zammında, tüketici de üretici de mağdur

19

Kadınlar Pazarı’nın nabzı: Bütçe kredi kartlarıyla dönüyor

23

“Nefret söylemine karşı festivaller yaygınlaşmalı”

25

Akademide kadın varlığı sınırlı

27

Bursa’nın “zamana meydan okuyan” meslekleri

29

5


2019 / Sayı 7

Savaş ve gazetecilik… 6

Haber Yazısı

Özlem Temena / İstanbul

Dünya medyasının yakından takip ettiği “Barış Pınarı Harekâtı” sırasında en çok tartışılan konulardan biri de hem Türkiye’den hem de sınırın diğer tarafı Suriye’den yapılan haberler oldu. Gazeteci Can Ertuna ve Fatih Polat savaş ve gazeteciliği 24 Saat’e anlattı… Türkiye’nin, Suriye’de başlattığı ve 120 saat ara verilen “Barış Pınarı Harekâtı”, uluslararası ve yerli basın çalışanlarının çalışma koşulları ve haberlerin veriliş biçimleri “Savaş gazeteciliğini” yeniden gündeme getirdi. Türkiye medyası nasıl bir sınav verdi? İki usta gazeteci, Can Ertuna ve Fatih Polat 24 Saat’e yorumladı. Habercilik kariyeri boyunca Afganistan, Irak, Gazze, Suriye,

Libya, Mısır başta olmak üzere birçok savaş ve çatışma bölgesinde savaş ve çatışma bölgelerinde görev yapan Can Ertuna, “Deneyim ve eğitimin gerekli olduğunun” altını çizerken “Gazetecilik meslek örgütleri de kurumları, çalışanlarının can güvenliğini sağlamaya zorlamalıdır” tespitinde bulundu. Gazetecinin gideceği bölgenin coğrafi olarak tarihini, sosyolojisini, bölgedeki çatışmanın geçmişini ve bölgedeki çatışmanın taraflarına dair bilgileri araştırarak ancak gördüklerine anlam katabileceğine işaret eden Ertuna, son dönemde habercilerin kendilerine çizilen çerçevenin dışında çıkıp özgün içeriklerde bulunamadıklarına tanık olunduğunu belirtti.

29 Ekim 2019

“ÇATIŞMA ALANINDA GÖREV YAPACAK GAZETECİLERE EĞİTİM VERİLMELİ” -Çalışma yaşamınızda çatışma alanlarında çok kez bulundunuz, çatışma alanında haber yapmaya çalışan basın emekçilerinin dikkat etmesi gereken konular nelerdir? Can Ertuna: Öncellikle çatışma alanına gidecek bir gazeteci gideceği bölgenin coğrafi olarak tarihini, sosyolojisini, bölgedeki çatışmanın geçmişini ve bölgedeki çatışmanın taraflarına dair bilgileri araştırmış olarak gitmelidir ki o alanda gördüklerine bir anlam katabilsin. Böylelikle olası bir kriz durumunda en sağlıklı çıkış yöntemini araştırabilsin ve bu yönde çaba gösterip hem kendi güvenliğini hem de kendi yanında


2019 / Sayı 7

bulunan ekip arkadaşlarının güvenliğini sağlasın. Elbette temel bazı gereçlere ihtiyaç var ve bunlar son dönemlerde de giderek yayınlaştı. Ancak hâlâ çatışma alanda kullanmayan arkadaşlarımız ne yazık ki söz konusu. Öncelikle kask ve çelik yelek. Belki doğrudan size yönelmiş bir top mermisi, havan veya roket mermisine karşı ölümsüz kılmaz ama herhangi bir şarapnel çarpması sonucu yaralanmanızdan ya da bir enkaz altında kalma durumunda bu araçlar hayati önem taşır. Her haber ekibinde basit bir ilk yardım çantası olmalı.

Sahada güvenliğinizi sağlayacak en önemli nokta deneyimli olmak.

Bu çantada ilaçların yanı sıra tampon görevi görebilecek gereçler bulunmalı. Çatışma bölgelerine özel tasarlanmış ilk yardım çantaları var, bunlardan elde etmek önemlidir. Ayrıca bu tür noktalarda gündelik hayatlarımızdaki lükslerimizi sürdüremeyeceğimizi hatırlamak gerekli. Bunların başlıca olanı elektrik ve internet kesilebilir. Bu noktada bağlantının gerek ekip arkadaşlarımızla gerek haber merkeziyle kesilmemesi için yeri geldiğinde uydu telefonu yeri geldiğinde harici bataryalar kullanılmalıdır. En önemli hususlardan birisi de belli eğitimlerden geçmiş olmak. Uluslararası saygın basın kuruluşları, eğitim almadan herhangi bir gazeteciyi o bölgelerde görevlendirmezler. Türkiye’de de bu eğitimler yeni başladı. Ancak o eğitimleri almak yetersiz kalabilir, çatışma

bölgesinde görev yapacak gazetecilerin belli aralıklarla yeniden eğitimlere giderek bilgilerini tazelemeleri gereklidir. En az iki üç senede bir bilgiler tazelenmeli. Sahada güvenliğinizi sağlayacak en önemli nokta ise deneyimli olmak. Deneyim, bölgede hem sizin hem de ekip arkadaşınızsın hayatta kalmanızı sağlayacaktır. Aynı zamanda olası bir problemle yüzleşmeyi ve çatışma bölgelerinde sivil halk, düzenli ordu birlikleri, yerel milislerle nasıl ilişki kurulacağını deneyimle çözersiniz. Dolayısıyla sıcak çatışma ortamına girecek gazetecinin mutlaka farklı çatışma bölgelerinde edindiği deneyimler kritik önemdedir. -Gazetecilerin üye olduğu dernek, meslek örgütü ve STK’lar, sahada görev yapan gazeteciler için ne yapmalıdır? Can Ertuna: Gazetecilerin üye olduğu kurumların görevleri gazetecinin mümkün mertebe can güvenliği içinde çalışma yürüttüklerinden emin olmalıdır. Bu konuda gazetecileri çatışma bölgesine gönderen kurum ve kuruluşlara baskı oluşturmalıdır. Aynı zamanda sadece can güvenlikleri değil gazetecilik konusunda yayıncılığın kalitesi ve tarafsızlığı konusunda da bir baskı gücü olarak dönem dönem raporlar hazırlayarak bir denetim mekanizması da görmeliler. Örneğin uluslararası alandaki gazetecilik örgütleri çatışma ortamlarındaki gazetecilerin can güvenliği açısından hem yeri geldiğinde hem çeşitli kurslar düzenlenmesine aracılık ettiklerini biliyoruz. “HABERCİ YAYIN SIRASINDA JEST VE MİMİKLERİNİ DE KONTROL ETMELİ” -Savaş ve çatışma bölgelerinde görev yapan gazetecilerin sorumlulukları ne olmalıdır? Can Ertuna: Öncelikle bir muhabirin sorumluluğu mümkün mertebe evrensel gazetecilik çerçevesi içerisinde gördüğü olayı objektif ve nesnel olarak aktarmak olmalıdır. Kendi yorumunu katmadan, hangi ideolojiye sahipse veya çatışmanın hangi tarafından

görev yapıyorsa bağlı bulunduğu yayın organından bağımsız objektif bir dil kullanmalıdır. Özellikle bir video yayını yapıyorsa bunu seçtiği sözcükler değil aynı zamanda jestler, mimikleri ve hareketleriyle de sağlamalıdır. Yoksa aşırı bir coşku zaten şaha kalmış izleyicilerin duygularını daha da kamçılamaktan öteye gidemez. Bu durumda nesnellik sadece sözcükler ya da dille değil aynı zamanda dil tavır ve duruşla da sağlanması gerekir. “GAZETECİNİN AMACI HALKI BİLGİLENDİRMEKTİR” Ancak şunu unutmamak gerekir. Çatışma bölgesinde görev yapan bir gazeteci her iki tarafa da geçemez, sadece bir bölgeden izler. Deneyimli bir gazeteci resmin bir yönünü izlediğini bilir. Aslında dengeyi sağlayacak olan bu noktada alandaki gazeteci her zaman olmasa da haber merkezleridir. Haber merkezleri her zaman resmin daha büyüğünü görür. Çatışmanın farklı noktalarında, farklı muhabirler görevlendirmek mümkün değilse farklı kaynaklardan ellerine ulaşan bilgileri derlemekle yükümlüdür haber merkezleri. Böylece alandaki muhabirin objektifliği ve haber merkezinin nesnelliğiyle demokratik bir ortamda şeffaf bir tartışmanın yolu açılabilir. Bu ise uzun vadede barış ve demokrasiye giden yolun taşlarını döşer. Kamuoyunun nesnel bilgilenmesine hizmet eder. Gazeteci asla unutmamalıdır ki orada bulunma sebebi, doğrudan ya da dolaylı olarak bu çatışmadan etkilenen halkı bilgilendirmektir. Bu noktada alandaki gazetecinin üstüne düşen mümkün mertebe 5N 1K ve evrensel basın çerçevesinde objektif bir habercilik yapmak, onun bağlı olduğu yayın kuruluşunun görevi de alandan farklı noktalardan bilgi alarak ya da eline ulaşan bilgileri adil ve tarafsız bir biçimde derleyerek haber bültenlerini oluşturmaktır. “HABERCİLER YAN YANA GEÇİP AYNI BİLGİYİ VERDİLER” -Suriye’deki operasyonu yerli ve yabancı birçok basın çalışanı takip etti, bu süreçte Türkiye medyası nasıl bir sınav verdi?

7


2019 / Sayı 7

savaşta ilk önce gerekçeler ölür” tekrarlanan klişe bir sözcüktür. Gazetecilerin görevi tam da tarafların dezenformasyonuna karşı durabilmek ve mümkün mertebe nesnel ve kamuoyunu aydınlatıcı bir bilgi alanı açabilmek bir soluk borusu işlevi görebilir.

8

Can Ertuna: Açıkçası savaş muhabirliği bir çatışma bölgesinde yükselen dumanların önüne geçip ya da isabet almış bir evin önüne geçip ya da bir bombardımanı bir fon haline getirip elinize tutulan basın bültenlerini okumak, size verilen resmi bilgileri seslendirmek değildir. Son dönemde yapılanın bu olduğunu gördük. Habercilerin kendilerine çizilen çerçevenin dışında çıkıp özgün içeriklerde bulunamadıklarına tanık olduk. Çok sayıda haberci yan yana geçip aynı bilgiyi verdiler. Bu noktada insanın aklına şu soru işareti geliyor: “O bölgede birkaç yayın organı olsaydı ve haber merkezleri bu havuzdan yararlanarak bilgi aktarsaydı, acaba ana akım medyada farklı bir şey duyar mıydık?” Sanıyorum “Hayır”. Ancak özellikle çok sayıda bağımsız medya kuruluşu için çalışan meslektaşımız gerektiği gibi çatışmanın farklı noktalarından, farklı insan öykülerine odaklanarak aslında çatışmanın insan üzerindeki etkilerini gösterdi. Önemli olan o alanda fark yaratmak ve özgün içerikleri sayfaya taşıyabilmek ve mümkün mertebe bunu tarafsız biçimde yapmaktır. Diğer taraftan gelen bilgi ve açıklamalara kulaklarını tıkamak değildir. Ancak şöyle bir not düşmek isterim, sınırın diğer tarafı Suriye’de özellikle basın organlarının da çeşitli sorunlar yaşadıklarını gördük. Bu sorun sadece Türkiye tarafında değil Kürt tarafında da vardı. O tarafın haberlerinde de farklı fotoğrafların kullanıldığını, yanlış bilgilerin verildiğini gördük. “Çünkü

POLAT: ASLOLAN DOĞRU VE İYİ GAZETECİLİKTİR Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat’a göre, Suriye operasyonu sırasında medyanın sınıfta kaldığı bir gazetecilik yapıldı. Polat sorularımıza şu yanıtları verdi: -“Barış Pınarı Harekâtı”nın başlamasının hemen ardından “Barış” çağrısı yapan manşetleriyle çıkan Evrensel Gazetesi militarist söylemlerin arttığı bir dönemde nasıl bir baskıya maruz kaldı, ve bu baskıyla nasıl başa çıktı? Fatih Polat: Biz Evrensel olarak, iktidar, iktidar medyası ve gündelik hayatın içinde çok çeşitli aktörlerle duyguların şaha kaldırılarak askeri harekât ruhunun her gün yeniden üretildiği zamanlar şu temel noktalara özen gösteriyoruz: – Barış ve çözümün imkânlarına çeşitli yorum ve analizlerle sürekli pencere açan bir yayıncılık. – Gerçeğin ve ihtiyaç duyulan somut bilginin, propaganda yayıncılığı altında ezilmesine asla izin vermemek. – Gazetecilik açısından mayınlı bir sahaya mahkûm edildiğimiz bu koşullarda, sözün şiddetinden

çok sürekliliğine odaklanmak. Ama gerçeği ifade eden sözü söylemekten de geri durmamak. Afrin sürecinde olduğu gibi, bu harekât boyunca da bunu yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Her sabah yazı işleri toplantısında günü kurarken, “Bugün savaşın şu boyutuna bakalım” diyoruz mesela ve işlevli bir gazetecilik yapmaya çalışıyoruz bu açıdan. Şu an için henüz bir dava ya da soruşturma yok. Bundan sonrasını da yaşayıp göreceğiz. -Daha önce birçok platformda gündeme gelen “Barış Gazeteciliği”nden biraz söz eder misiniz? Fatih Polat: Soruya yanıt bağlamında “Barış Gazeteciliği”ne dair çok detaylı vurgular yapmak elbette mümkün değil. Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in, çok atıf yapılan “Barış Gazeteciliği” isimli kitaplarındaki, şu saptama özlü bir tarif veriyor bize: “Barış Gazeteciliği, editörlerle habercilerin toplumdaki çatışmalara şiddet dışı yöntemlerle yaklaşılmasını sağlayacak ‘öyküleri’ seçip, haberleştirmek konusunda yaptıkları bir tercih…” Savaş ve çatışmaların çok boyutlu yıkımına uğramış bir ülke olarak, bu gerçekliğe de bir yanıt olmak üzere bizde de bu konuda son dönemlerde öğretici çalışmalar yapıldı. Prof. Dr. Sevda Alankuş’un “Barış Gazeteciliği El Kitabı”nı ve Prof. Dr. Mine Gencel Bek’in, “Barış İçin İletişim ve Teknoloji” (BİA, 12 Haziran 2015, http://bianet.org/ bianet/medya/165255-barisgazeteciligi-kutuphanesi) başlıklı makalesi hemen örnek verebilirim. “HÂKİM MEDYANIN TAVRI, BARIŞ İMKÂNLARINI HAPSEDİYOR” Sadece yaşadığımız ülke ve bölgenin değil, dünyanın pek çok başka bölgesinin uzun süredir savaşlarla boğuşması, iletişim literatüründe sadece mesleki değil aynı zamanda toplumsal bir ihtiyaç olarak “Barış Gazeteciliği” kavramını dile getirdi. Gazetecilerin ve genel olarak medya dünyasının, savaş hallerinde, mensubu oldukları mesleğin gereklerini bir kenara bırakarak, kendilerini yurttaşı oldukları devletlere karşı sorumlu gören tavırları savaşların meşrulaşmasına katkı yaparken,


2019 / Sayı 7

barışı savunmayı bırakın, barışın adını anmayı bile bir suç haline getiriyor. Yani bu noktada sadece devletin, iktidarın koyduğu sınırlamalar değil, devletin “silahsız kuvveti” olarak cepheyi tahkim eden hâkim medyanın tavrı da, barış imkânlarını hapseden bir rol oynuyor.

“Barış Gazeteciliği” gazeteciye, şiddet ile arasına mesafe koymayı önerir

Gazetecilik mesleğinin yaşadığı bu yıpranma karşısında “Barış Gazeteciliği” bağlamında öne sürülen ilkeler bir ölçü olarak önemli ve değerli. Elbette burada asıl olan editoryal süzgeçlerdir. Hem yazılı basında, hem televizyon yayıncılığı ve internet medyasında hem de radyo yayıncılığında editoryal tercihlerin, “Savaş sırasında düşmana yöneltilen suçlamaların kanıtlanması gerekmez ve cephedeki askeri destekleyen bir yayıncılık ulusal bir sorumluluktur” biçiminde işlemesi genel bir reflekstir. Ancak tüm bunlarla birlikte, “Barış Gazeteciliği”nin yaptığı önemli katkıların altını çizerek şunu da ifade etmek gerekir diye düşünüyorum: Asıl olan doğru ve iyi gazeteciliktir. Zira “Barış Gazeteciliği” de, gazeteciye, şiddet ile arasına mesafe koymayı önerir büyük başlık olarak. Savaşın içerdiği yıkıcılık karşısında kuşkusuz bu öneri toplumsal bağlamda bir değer taşıyor. Ancak örneğin Vietnam’da ya da daha sonra adeta otomatiğe bağlanan işgal süreçlerinde, gazeteci kendisine “Ona da mesafe soy, buna da mesafe

koy”un ötesinde bir sorumluluk altında da bulunur. Propaganda gazeteciliğinde uzak durmak iyi ve doğru gazeteciliğin temel odak noktasıdır kanımca. Ancak bunu yaparken örneğin işgal altındaki tarafın, mazlumun mecbur bırakıldığı şiddet, siz şiddete mesafeli de durmak isteseniz de varlığını korumak üzere itildiği bir haldir. Elbette bunu söylerken, savaşın bir tarafını ilişen bir gazetecilikten bahsetmiyorum ancak hayat bazen sizin koyduğunuz titiz ölçüleri sahada uygulanması hiç de kolay olmayacak kadar steril bir hale de dönüştürebilir. Bu açıdan arada çok ince bir çizgi var. “Barış Gazeteciliği”nin öne sürdüğü ilkeleri selamlayarak, “doğru ve iyi gazeteciliği” bir tık daha yukarıya koyma eğilimindeyim ben. -Türkiye’nin Suriye topraklarına başlattığı operasyonun ardından ‘çatışma ortamında gazetecilik etiği’ gündeme geldi. Peki sıcak çatışma ortamında “Barış gazeteciliği mümkün mü?” Fatih Polat: Gazetecilik alanının mayınlandığı çatışma ve savaş dönemlerinde de barışın imkânlarına ve bu yöndeki taleplere alan açan bir gazetecilik, savaşın nedenleri ve sonuçlarına ısrarla vurgu yaparak gerçeğe sahip çıkan bir gazetecilik mümkündür. Bazı dönemlerde saha daha fazla mayınlandığından bunu yapmak çok daha zorlaşıyor. Ama yine de bunu yapmanın bir yolu bulunabilir. Bu konuda zorlayıcı olmak gerekir. Bu arada şu noktanın da altını çizmek gerekiyor. Sahadan, doğrudan çatışma ortamından, hayati risk altında haber geçenlerin bu süreçteki çabaları, mesleki ölçülere bağlı kaldıkları oranda gerçeklerin aktarılmasına bağlı kalındığı oradan çok değerliydi. Ama bu maalesef çok sınırlı yapıldı. İhtiyaç duyulan gerçekler, ağır propaganda dili etrafında ezildi. Hangi taraftan yapılıyor olursa olsun, bu tutumun kendisi gazeteciliğe çok ciddi biçimde zarar veriyor.

“UTANÇ VERİCİ BİR YAYINCILIK YAPILDI” -Son olarak Türkiye medyası “Barış Pınarı Harekâtı” sürerken nasıl bir sınav verdi? Fatih Polat: İktidar medyası daha önceki harekâtlara kıyasla level atlayarak tamamen bir savaş bültenine dönüştü. Barış dair söz söyleyenlere televizyon programlarında “Şerefsiz, hain, alçak” dendi ve görece normal sayılan zamanlarda, “diğerlerine kıyasla mesleki açıdan iyidir” diye düşündüğünüz sunucular, programcılar bu ithamlara seslerini bile çıkarmadılar. İktidar medyasının adeta bir şehvetle kullandığı savaş dile, bu dile mesafeli duran çok az sayıdaki habercilik mecrası üzerinde de bir harekâtı dönüştü adeta. Utanç verici bir yayıncılık yapıldı gazetecilik adına. Tarihe kalacak olanlar ise, kuşkusuz bu süreçte mesleki ilkelere bağlı bir gazetecilik yapmaya çalışanlar olacak. DURMUŞ: “MESLEK ÖRGÜTLERİ ACİL DAYANIŞMA HATTI KURMALI” Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Başkanı Gökhan Durmuş, çatışma bölgesinde görev yapan gazetecilerin can güvenliğinin, kurumların zorunlu görevi olduğunun altını çizdi. Tehlikeli bölgelerde görev yapan gazeteciler için “acil dayanışma hattı” kurmanın meslek örgütlerine düştüğüne dikkat çeken Durmuş, şunları söyledi: “Çatışmalı veya savaş bölgelerinde çalışan gazeteciler için meslek örgütlerinden önce çalıştığı kurumun yapması zorunlu görevler vardır. Öncelikle böylesi bir bölgeye gönderilecek gazetecinin eğitilmesi gerekmektedir, güvenlik ekipmanlarının verilmesi gerekmektedir. Sendikalar ya da diğer meslek örgütlerinin belli periyotlarla gazetecilerin eğitime katkı sunması gerekir. Çatışmalı bölgelerde gazetecilik yapan meslektaşlarımız sorunlarının çözümü konusunda acil dayanışma hattı kurmak meslek örgütlerine düşmelidir.”

9


2019 / Sayı 7

10

“Gazeteciliği öldürdük mü?” Zülal Koçer /İstanbul

Haber Yazısı

B

arış Pınarı Operasyonu sırası ve sonrasında, Türkiye’de “savaş gazeteciliği” adeta bir sınavdan geçti. Gazeteciler, böyle dönemlerde daha çok engellendiklerini vurgularken, ‘tarafsız’ haberciliğin olması gerektiğinin altını çizdiler “Barış Pınarı Operasyonu” sırası ve sonrasında, Türkiye’de “savaş gazeteciliği” adeta bir sınavdan geçti. Sınavı çoğu kez canlı yayınlarda hep birlikte izledik. Aslında özellikle “tarafsızlık” konusunda pek de başarılı olmadığı bilinen “merkez medya”nın, manşetleri ve son dakikaları yine çoğumuzu şaşırtmadı. “Savaş gazeteciliğinin” gündem olduğu böylesi bir dönemde 24 Saat Gazetesi

için, gazeteciliğimizi irdeleyip “Bu operasyonda gazeteciliği öldürdük mü?” sorusuna yanıt bulmaya çalıştık. Uzun süre savaş ve çatışma bölgelerinde çalışmış iki gazeteciyle, savaş muhabirliği, savaş ve çatışma dönemlerinde gazeteciliğin önemi, gazeteciliğe etkisi, gazetecinin tarafsız ya da tarafgirliği konularını konuştuk. Irak merkezli Rudaw TV’de çalışan Şevket Yılmaz, Afrin ve Fırat Kalkanı operasyonları başta olmak üzere bölgede mesleğini icra etmiş, deneyimli bir gazeteci. Savaş ve çatışma ortamlarının kendine özgü koşulları olduğuna dikkat çeken Yılmaz, “Şüphesiz bu koşullardan dolayı çoğu zaman istediğiniz bilgi, mekân veya kişilere ulaşmak zor olabilir. Bu,

30 10 2019

bazen güvenlik nedeniyle olurken çoğu zaman da resmi kişiler tarafından engellenebiliyor” diyor. “GAZETECİLİK, BÖYLE DÖNEMLERDE DAHA ÇOK ENGELLENİYOR” Türkiye’de böyle zamanlarda sıkıntının daha da arttığını belirten Yılmaz, “Normal zamanlarda bile gazetecilerin istedikleri enformasyona, kişilere ve mekânlara ulaşması sıkıntılı iken savaş ve çatışma koşullarında bu sıkıntı daha da artmakta. Kolluk görevlileri ya da resmi vazifesi olan kişiler, öyle olmasa bile çoğu zaman sizi güvenlik gerekçesiyle engelleyebiliyorlar. Gazeteciler ise böylesi zamanlarda kolluk kuvvetlerinin bu gerekçelerine karşı daha


2019 / Sayı 7

esnek davranabiliyorlar” diyor. Gazetecilerin engellenmesi konusunda, “bizden olanlar” ve “karşı taraftan olanlar” algısının önemli bir nokta olduğunun altını çizen Yılmaz, gözlemini şöyle aktarıyor: “Savaş ve çatışma alanlarında basın yayın kuruluşları, ‘bizden olanlar’ ve ‘bize karşı olanlar’, ‘güvenilir kuruluşlar’ ve ‘güvenilmez kuruluşlar’ şeklinde tasnif edilebilir ve kolluk kuvvetlerinin yaklaşımı da buna göre şekillenebiliyor. Örneğin bir sınır kapısı ya da bir bölgeye bir basın-yayın kuruluşunun çalışanı girebilirken başka bir kuruluşun çalışanı engellenebiliyor. Hem Fırat Kalkanı Operasyonu hem de Afrin Operasyonu’nda bunu çok net olarak gördüm. Özellikle Kürtçe yayın yapan bir kuruluş olarak bunu çok daha yakından hissettik. Gazetecinin herhangi bir tarafa ait simgeler taşıması doğru değil. Fakat Türkiye’deki gazeteciler, savaş ve çatışma durumlarında artık olağan bir şekilde ‘milli seferberlik ruhu’ ile konuya bakmakta, konumlandırılmış işler yapmakta ve böyle bir üslup kullanmakta. Buradaki sorun, yalnızca bir gazetecinin kamuflaj giymesi değil. Türkiye’de, bu süreçte, ‘milli menfaatleri koruma refleksi ile hareket eden bir gazetecilik algısının artık olağan olması’, temel bir sorundur bence.” “GAZETECİ TARAFSIZ OLMALI” Yılmaz, gazeteciliğin herhangi bir tarafın tezleri doğrultusunda haberler üretmemesi ilkesine işaret ediyor ve “Fakat ‘millilik olgusu’ etrafında gazeteciler, bu davranışlarını gayet doğal, kıymetli bir gazetecilik faaliyeti olarak görebilmekte. Gerek Fırat Kalkanı gerek Afrin Operasyonu döneminde sahada gördüğümüz birçok gazetecinin bu bilinçle hareket ettiğini, bir gazeteciden çok bir taraf olduğunu apaçık bir şekilde gösterdiğine şahit olduk. Gazeteci, sadece üslûbu ve dili ile değil mimiklerinden giyimine kadar her şeyiyle tarafsız olduğunu en azından hissettirmeli” diyor.

heyecanla hatalı olabilir, daha da önemlisi bir mağduriyet üzerinden de aktarabilir. Yani basın kurumunu da kullanabilir aktarıcı. Bu da normal. Bu nedenle haber kaynağını iyi seçmek gerek.”

“HABER KAYNAĞINI İYİ SEÇMEK GEREK” Daha önce Almanya haber kanalı ZDF’de (Zweites Deutsches Fernsehen) çalışmış şu an İznews Agency’de (İnternational Zona News) gazetecilik yapan, 7 yıl boyunca belli aralıklarla savaş/ çatışma bölgelerinde bulunan İhsan Kaçar ise, öncelikle haber kaynaklarının öneminin altını

Basının ne kadar etki yaratacağına onun sınırlarını belirleyen

“SAVAŞIN TARAFLARINI VE COĞRAFYASINI BİLMEK GEREK” “Savaşan taraflarını bilmek, kendi haber kaynağını bilmek, çalıştığın coğrafyaya hâkim olmak, kim kimle savaşıyor, güç oranları nedir bunları bilip değerlendirmeyi böyle yapmak gerekiyor. Misal ben bunları yaptım ve çatışma bölgesinden geçtiğim haberlerin neredeyse hiç biri patlak vermedi” diyen Kaçar, doğru bilgiyi elde etme yöntemleri konusunda şu bilgiyi paylaşıyor: “Savaş bölgelerinde haber kaynağını seçtikten sonra iletişim kurabileceğin en iyi yöntem ambulans. Ambulansın içindeki doktor, hemşire, şoför… Çünkü onlar, çatışan taraflara gidebiliyorlar ve en sağlıklı bilgiye sahipler. Bir de 4-5 telefon hattına sahip olmak. Bu hatları çatışan taraflara verdiğimde, çatışma ortasından görüntü atabiliyorlar. Yine teknik malzeme seçiminde, savaş bölgesinde kullanılabilen malzemeler ediniyorduk, daha uzun süre kullanabileceğimiz bataryalar, daha sağlam makineler…”

güç karar verir

çiziyor. Kaçar, “Haber kaynakların ne kadar sağlam, detaylı, yetenekliyse haberlerin, çalıştığın kuruma ve kamuoyuna o kadar sağlam şekilde ulaşır” diyor. Kaçar, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Savaş gazeteciliğinin şöyle bir dezavantajı var, aktarılanları bir süzgeçten geçirmek zorundasın. İyi irdelemek lazım. Bunu yapamazsan haberde yanılma payın o kadar yüksek. Ben, 5-6 hatta bazen 10 kaynaktan teyit ettirerek haber yapardım. Savaşın heyecanını göz önünde bulundurmak durumdaydım. Kaynağın aktaracağı bilgi, o

MEDYA SAVAŞI ETKİLER Mİ? Medya savaşı etkiler mi, çatışan tarafları rota ya da taktik değişikliğine götürür mü, kamuoyu baskısı yaratır mı? Rudaw TV çalışanı Şevket Yılmaz’ın, bölgede

11


2019 / Sayı 7

12

yapılan gazetecilik faaliyetleri ve haberlerin kamuoyu üzerindeki etkisi konusundaki değerlendirmesi ise şöyle: “Sahada birebir bu etkiyi göremez iken ekranda başındaki kitleler ya da savaşan taraflar üzerinde etki yarattığını söylemek mümkündür. Basının ne kadar etki yaratacağına onun sınırlarını belirleyen güç karar verir bazen münferiden bazı gazetecilerin çalışmaları birtakım lokal sonuçlar doğurabilir ama savaş ve çatışma alanlarında gazeteciler geniş ölçekte sonuçlar doğurabilecek kadar özgür çalışma alanlarına sahip değillerdir. Şunu söyleyebilirim sadece mülteciler ile ilgili farkındalık yaratan bazı haberler dışında basının pozitif anlamda resmi kurumları ve kolluk kuvvetlerini harekete geçirdiğini söylemem çok mümkün değil fakat özellikle Afrin operasyonu sürecinde, basının kitleleri operasyona destek vermek, sınırda toplanıp gösteri yapmak, askeri konvoyların geçtiği güzergâhlarda askerlere moral gösterileri yapmak gibi işlevleri yerine getirdiğini

gördük. Bu anlamda basın kendisi için doğal bir görev olarak gördüğü bu fonksiyonunu yerine getirmiştir ama genel olarak basının çatışmayı ve savaşı durdurmak, insan kayıplarının önüne geçmek savaşa karşı kamuoyu oluşturmak gibi kaygılardan ve işlevlerden uzak hareket ettiğini de söyleyebilirim. Belki bazı gazetecilerin bu tarz istekleri ve kaygıları olsa da savaş ve çatışma koşullarında oluşturulan kolektif ortam buna izin vermemektedir.” “HERKESİN KENDİ TARAFI GÖRDÜĞÜ GAZETECİLER VAR” İznews Agency çalışanı Kaçar, haberde kullanmak için kendisinden fotoğraf istediğimizde, Halep’te çektiği fotoğrafların hepsini sonradan sildiğini söylüyor. Üstelik bunu pek de farkında olmadan yapmış. Bu aslında savaşı görmüş bir gazetecinin hafızasını silme çabası gibi de yorumlanabilir. Ne kadar işe yaradığı muğlak olsa da… Kaçar, gazetecinin savaş/çatışma dönemlerinde en çok kamuoyu üzerinde etki yarattığını vurgulayıp şu yorumda bulunuyor: “Gazetecinin mutlaka

etkisi vardır. Haberin içeriğinde belki etki çok yoktur. Tarafsız haberler yapmaya çalışıyorsun, çünkü ölümlerin olduğu bir sahada haber yapıyorsun yani sorumluluğu büyük olan yerler. Ve savaşın tarafları vardır. Herkesin kendi tarafı gördüğü gazeteciler var. Taraflar bu gazetecileri takip ediyor. Bunu sosyal medya üzerinde çok yapıyorlar. Mesela ben Kobâne sürecinde yarım saat sosyal medya paylaşımı yapmamıştım, çok fazla tepki gelmişti. Çünkü insanlar merak içerisinde ve orada çalıştığını biliyorlar gelişmeleri senden takip ediyorlar.” “GAZETECİLİK DEĞİL PROPAGANDA!” Sınırda yapılan gazeteciliğin tarafsız olmadığını söyleyen Kaçar, ‘gazetecinin kendi fikri ne olursa olsun, ürettiği haberlerde, yani mesleğini icra ederken tarafsız olması’ gerektiğinin altını çizip ‘aksi tarzdaki tavrın gazetecilik değil propaganda olduğunu’ savunuyor.


Engelliler, birey olarak görülmeli

İ

şitme engellilerin sorunlarına dikkat çeken Van İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği Başkanı Filiz Yörükoğlu, “İşitme engellilerin sosyal hayatın dışına itilmesi en büyük sorunlardan biri” dedi VİED Başkanı Yörükoğlu ve VİED Proje Koordinatörü Gökdere, işitme engellilerin birçoğunun sosyal hayatın dışında kaldığına dikkat çekerek, engellilerin ötekileştirilmeden toplumda görünür olması için mücadele ettiklerini, tüm haklarını öğrenip erişmelerini sağlamak için çaba harcadıklarını ifade etti. Van İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği (VİED) Başkanı Filiz Yörükoğlu ve “İşitme Engelli STK’ları Birlikte Projesi” Proje

Koordinatörü İlkay Gökdere, Van ve çevre illerdeki işitme engellilere yönelik yaptıkları çalışma ve projeleri, 24 Saat Gazetesi’ne anlattı. “İŞİTME ENGELLİLERİN SOSYAL HAYATIN DIŞINA İTİLMESİ EN BÜYÜK SORUNLARDAN BİRİ” İşitme engelli çocukların okula alınmadığı bir dönemde, işitme engelli çocuğu olan kadınlar olarak bir araya geldiklerine değinen VİED Başkanı Yörükoğlu, derneğin kuruluş süreci ve çalışmaları hakkında şunları söyledi: “2007’de derneğimizi kurduk. Engelli hakları için mücadele ediyoruz. İşitme engelli çocukları için mücadele eden anneler, VİED’in kuruluş aşamasında en büyük

31 10 2019

destekçilerimiz oldu. Van’da alanında ilk ve tek sivil örgüt olan VİED, işitme engeli ile doğan bireylerin duyup konuşabileceği gerçeğini yaymak, engellilerin uğradıkları hak ihlalleri, önyargılar ve yaşadıkları sorunlarla baş edebilmeleri için, kılavuz, yol gösterici bir kurum olarak kuruldu. Türkiye’nin her yerinden ve ilimizden gönüllü destekçilerimiz var. Gönüllülerimizin desteği ile çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Van ve çevre illerde bin 200’ün üzerinde işitme engelli tespit ettik. Rehabilitasyon merkezlerinin rant çarkına alet edilmeleri engellilerin yaşadığı en önemli sorunlardan biri. Her fırsatta bakanlığın, bu merkezlerdeki eğitim kalitesinin denetimini yapması gerektiğini

Haber Yazısı

Yusuf Özgür Bülbül / Van


2019 / Sayı 7

14

söylüyor, raporlar yazıyoruz. Akraba evliliklerine bağlı bazı ilçelerdeki engelli sayısındaki artış dikkat çekici. Çoğu ekonomik sıkıntılar yaşayan, hayatları boyunca işitme testi yaptırmamış, işitme cihazı olmayan bireylerle karşılaşmaktayız. Bu manzara engellilere uygulanan ayrımcı uygulamalarla da daha çıkmaza giriyor. İşitme engellilerin sosyal hayatın dışına itilmesi, okumayazma bilmemeleri, iş hayatında hemen hemen hiç olmamaları ilimizin en büyük sorunları.”

çalışma yürüttük. Buradaki çocuklara, konuşma ve işitme testleri yapıldı. 2016-2017 yılında engellilerin adalete eşit erişimi yönünde bir proje geliştirdik. Sanık ve mağdur olarak ücretsiz hukuk hattıyla destek veriliyor. Van Barosu’yla birlikte çalıştık ve engelli komisyonu kuruldu. Ayrıca çeşitli okuma, yazma, galoş, dekoratif sabun yapımı gibi birçok eğitim verildi. Şiddet ve istismar yaşandığında nereye başvuracağını bilmeyen engelli kadınlarımıza eğitimler verdik.”

“EN BÜYÜK FAYDAMIZ, İŞİTME CİHAZININ YAYGINLAŞTIRILMASI OLDU” VİED’in işitme engellilere hak bilincini aşıladığının altını çizen Yörükoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “2007-2008 ve 2009’da, Van Valiliği ile İstanbul’da işitme engellilere işitme cihazı veren bir vakıfla ortak bir projemiz oldu. Derneğin en büyük faydası, işitme cihazının yaygınlaştırılması oldu. Tamamen gönüllülerin desteklediği bir ekiple bunu yaptık. İşitme engeliyle doğan bireyler duyup konuşabilirler. Sonrasında yapılması gerekenleri anlatıyoruz. Hacettepe ve Gazi Üniversitesi ile birlikte ortak

“EN BÜYÜK SORUN; İŞİTME ENGELLİ ÇOCUKLARININ OKULA ALINMAYIŞI” VİED’in amacının tüm engellilerin haklarından eşit yararlanabilmelerini sağlamak ve bu konuda daha çok diyalog kurmak olduğunu aktaran VİED Başkanı Yörükoğlu, açıklamalarına şöyle devam etti: “Spor, kültür alanında ortak çalışmalar yapmak istiyoruz. Engelsiz Erişilebilir Van Gölü Projesi yapıldı, engelli kadınlara yönelik butik pastacılık eğitimleri verildi. Bölgedeki engellileri Van’a toplayıp 3 günlük engelli savunuculuk eğitimi verdik. Ailelerin en büyük sorunu; işitme engelli çocuklarının okula

alınmayışı, sınıflarda arka sıralarda oturtulması ya da kaynaştırma eğitiminden faydalanıyorlarsa öğretmenin hiç ilgilenmemesi, öğretmenin engellilerle ilgili bilgisinin olmamasıdır. Sokaklar, caddeler, sinemalar yaşadığımız birçok yer erişime uygun değil. İşitme engelliler için bir lise yoktu. Erkek çocukları, en yakın Trabzon, Bursa ve Erzurum’a gönderiliyordu ama kız çocuklarını göndermeyen aileler vardı. İmza kampanyası ile sesimizi Meclis’te duyurduk ve Van’da bir lise açıldı. Artık il dışına çıkmak zorunda kalmıyorlar. Özel eğitimde, rehabilitasyon anlamında ciddi sorunlar var. Bunların giderilmesini bekliyoruz 2020 yılına kadar. Özel eğitim kurumlarının eğitim kalitesinin de denetlenmesini istiyoruz. Muş, Hakkâri, Ağrı ve Van illerinde şuan bin 200 işitme engelliye ulaşıp onların sorunlarıyla yakından ilgileniyoruz. Deprem sonrası ‘Sivil Düşün’den destek aldık. Engelli Danışma Merkeziyle gönüllü sosyolog ve psikologla destek olmaya çalıştık, bu 2011’den beri devam ediyor. Geçen yıllar içerisinde en büyük kazanım, haklarının var olduğu ve hakka ulaşma yollarını öğrenmek oldu. İşitme cihazı alacaksınız.


2019 / Sayı 7

Çocuğunuz okulda ayrımcılığa uğruyor. Engelli kadınlar çifte dezavantaja maruz kalıyor aile içi şiddet gibi. Haklarını öğrenmeleri en büyük kazanım oldu.” “ENGELLİ BİREYLER DE TÜM HAKLARA ERİŞEBİLMELİ” 2007’den buyana 220 işitme engelli çocuğun işitme cihazına ücretsiz kavuşmasını sağlayan dernek, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Avrupa Birliği (AB) tarafından finanse edilen “Dezavantajlı Kişilerin Sosyal Entegrasyonu ile İstihdam Edilebilirliklerini Geliştirilebilmesi Programı” dahilindeki “Engelli Kadınların İstihdam Edilebilirlikleri İçin Eğitim ve Farkındalık Projesi” ile güçlenerek yoluna devam ediyor. Daha çok kadınların kurduğu ve kadın çalışanların olduğu bir dernek olduğuna işaret eden Yörükoğlu, “Engelli istihdamının artırılması için çalışmalar yürütüyoruz. Engellilerin bir özgeçmiş havuzu var. 30 engelli ve 30 işvereni bir araya getirdik Van Ticaret ve Sanayi Odası’yla birlikte. ‘Verim alamayız’ sorunu gündeme geldi, ‘ön yargı’ problemi oldu. Biz, engellilerin birey olarak görülmesini istiyoruz, farklı bir şekilde görünmelerine karşıyız. Engelli bireylerde tüm haklara erişebilmeli, askerlik hizmetini yapabilmeli. 2020’de daha çok istihdam edilebilecek” diye konuştu. GÖKDERE: ENGELLİLERİN ÖTEKİLEŞTİRİLMEDEN TOPLUMDA VAR OLMASI İÇİN MÜCADELE VERİYORUZ “İşitme Engelli STK’ları Birlikte Projesi” Proje Koordinatörü İlkay Gökdere ise, aileler ve engelli yakınlarına düzenledikleri aylık toplantılarla bilinçlendirme çalışmaları yaptıklarını paylaştı. “Gördüğümüz manzaralar ve bize ulaşan hikâyeler, yapılacak çok işimiz olduğunu gösteriyor. Bu nedenle engelliler için pozitif ayrımcılık yapılmalı” diyen Gökdere, “İlimiz ve bölgemiz erişilebilirlik açışından çok zayıf. Uyarı sistemi yok. Rampa olabilir, asansör sistemi olabilir. Mahkemeye gidecek bir engelli, indiği yerden karşıya nasıl geçecek? Öncelikle engellilere

eğitim ve iş alanın da yeterli destek sağlanmalı. İlimiz ve çevre il ve ilçelerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve engellilerin ötekileştirilmeden toplumda görünür olması için mücadele ediyoruz. Cihazlanan ve konuşan çocuklar, çalışmalarımızın rotasını doğruladı”dedi. “SAĞIR-DİLSİZ” SÖYLEMİNE DİKKAT! Engellilere yönelik dil söylemlerine de dikkat çekip engellilere yönelik ön yargıların yıkılması için çaba harcadıklarını kaydeden Gökdere, sözlerini şöyle tamamladı: “Yaygın olan ‘sağır-dilsiz’ söylemini kullanmadık ve kullanılmaması için mücadele veriyoruz. 7 yıldır her etkinliğimizde, duymadan konuşmanın gerçekleşmeyeceğini anlattık. Özellikle de engellilere karşı önyargı ve hak ihlalleri konusunda danışanlarımızı bilgilendiriyoruz. Engelli olmanın hayatın sonu olmadığını, ailelerin engelli çocuk ve yakınlarına karşı davranış şekillerini düzeltmesi gerektiğini anlatıyoruz. Engellilerin toplumda görünür olmalarını sağlamak için çeşitli projeler üretiyoruz.”

15


2019 / Sayı 7

16

29 duraklı nostalji treni Besim Güçtenkorkmaz /Ankara

Haber Yazısı

C

umhuriyetin ilan edilip yeni devletin adımlarının atılmasıyla birlikte, Atatürk ve kurmaylarının en önemli hedeflerinden birisi de sanayi hamlesini gerçekleştirmek oldu. Tüm ülke, demir ağlarla örülmeliydi. Böylece bir yandan ulaşım kolaylaşacak, diğer yandan sanayi hamlesi gerçekleştirilip ağır ekipmanlar bir yerden diğer tarafa trenlerle kolayca taşınabilecekti. Bunun için öncelikle bir demir çelik fabrikası kurulması gerekiyordu. Zonguldak’ta çıkarılan maden kömürü ile enerji sorununun çözülmesi planlandı. Getirilen Rus mühendisler, maden kömürünün kok kömürüne dönüştürülmesi ile büyük bir enerji yakalanacağını

belirtti. Bu, Türkiye’yi ileri medeniyetler seviyesine taşıyacak ve sanayileşmeyi hızlandıracaktı. Peki, demir-çelik fabrikası nerede kurulmalıydı? 10 haneli Karabük köyü, 1927 yılında çıkartılan bir yasa ile “demir-çelik fabrikası” alanı olarak belirlendi ve inşaatına hemen başlandı. Karabük, iki nedenden dolayı seçilmişti. Birincisi, Filyos ve Araç adlı akarsuların kesişme yerindeydi ve fabrikanın su ihtiyacı, buradan çok ekonomik olarak karşılanabilirdi. İkincisi ise oldukça çukurda kalan bir alandı ve düşman uçakları tarafından bombalanma tehdidinden uzaktı… Ama en önemli özelliği Zonguldak kömürüne yakın olmasıydı. Kömüre giden bir de demiryoluna

1 Kasım 2019

ihtiyaç vardı. Türkiye’de yabancılar tarafından yapılan ve işletilen birçok demiryolu bulunuyordu. Bu demiryolları, cumhuriyetin ilanından sonra yabancılardan satın alınmış ve demiryolları işletmesine bağlanmıştı. AnkaraSivas Demiryolu’nun Kırıkkale yakınındaki Irmak İstasyonu’ndan kuzeye, Zonguldak’a yani kömüre doğru yeni bir demiryolu planlandı. Karabük’ten de geçen bu yolun ihalesi Danimarkalı bir şirkete verildi. Demiryolu hattı, uzunca bir süre Karadeniz’e dökülen Filyos Çayı’nın vadisini takip edecek, dağların arasından ise kah kıvrılarak, kah tünellerden geçecekti. Zonguldak kömürü bu arada Ankara’ya da evlerde kullanılmak üzere getirildi ama


2019 / Sayı 7

asıl amaç, kömürün Karabük Demir Çelik Fabrikası’na vagonlarla ulaşmasıydı. Karabük ile Zonguldak arasında, 29 istasyondan oluşan demiryolu ile Karabük Demir Çelik Fabrikası hemen hemen aynı tarihlerde tamamlandı. Açılışını, 1937 yılında Başbakan İsmet İnönü yaptı. Trenlerle ilk kömür geldi ve fabrika çalıştı. Fabrika, ilk olarak tren rayları üretmeye başladı. Üretilen raylar, yurdun dört bir yanına taşınıyor ve Türkiye, dört bir baştan demir ağlarla örülüyordu. Sanayi hamlesi, Atatürk gözlerini kapatmadan başlamıştı. Karabük- Zonguldak arasındaki 29 tren istasyonun çok önemli görevleri vardı. Kömürle yüklü yük katarlarının yanı sıra, trene yolcu taşıyan 3 veya 4 vagon da takılıydı… Tren her istasyonda duruyor, ya madene gidecek işçileri bu duraklardan topluyor ya da madenden dönen yorgun işçileri evlerine gitmeleri için indiriyordu. O yıllarda kimse madenlerde çalışmak istemiyordu. Önce Sırp madenciler geldiler çalışmak için… Sonra 1 yıl, madende çalışmayı kabul eden hapishanelerdeki mahkûmların cezalarından iki yıl düşürülerek mahkûmlar kullanıldı. Yöre halkı, madenlere çok ilgisizdi… İşçi bulmak için 1940 yılında Mükellefiyet Kanunu çıkartıldı. Bu kanuna göre, yöredeki herkes artık madende çalışmak zorundaydı. Her aileden bir kişi, yılda 4 ay madende çalışmaya mecbur tutuldu. Bölgede erkek nüfus azdı… Kimse madene inmek istemiyor, tarlasında bağ bahçe işleri ile uğraşmayı tercih ediyordu. Madene işçi bulabilmek için bir yasa daha çıkartıldı. Madene girenler askerlikten de muaf tutuldu.

Yavaş yavaş 29 durak, madencilerle dolup taşıyor, kömürle kaynayan fabrika kazanlarında üretilen demir ve çelik ile Türkiye yeni baştan imar ediliyordu. Ateş tuğlaları imal edilen fabrikalar da Karabük’te kuruldu. Büyük dramların da yaşandığı, acıların çekildiği Karabük ile Zonguldak arasındaki tren yolunda şimdi hâlâ trenler çalışıyor. Danimarkalıların yaptığı yolda 29 durak, tarihin derinliklerinden fışkıran, oldukça sessiz kalmış taş istasyon binaları ile meraklı misafirlerini ağırlıyor. Bir zamanlar Türkiye’ye gelen yabancı konukların, Türkiye’nin tüten en önemli bacası olarak gezdirildiği Karabük Demir Çelik Fabrikası ve tarihi tren yolu, bugün sessiz sakin yolcularını ağırlıyor. Gezerken çok beğendiği için Prenses Süreyya’nın adı verilen yol üzerindeki orman, epey bakımsız kalmış. İran Şahı’nın kaldığı Zonguldak’taki oda ise müze haline getirilmiş. Ama artık işçiler de binmiyor trene… O zaman çalışmaya zorlanan insanların çocukları, şimdi özelleştirilen kömür madenlerinin kapısında iş için kuyrukta bekliyor. Kömür ise sadece gece trenleri ile hâlâ gelmeye devam ediyor Karabük’e. 29 duraklı tren yolu, görevini en iyi şekilde tamamlamış olmanın gururuyla, seyahat meraklılarını günde iki sefer yapan nostalji treni ile taşımaya devam ediyor. Küre Dağları’nı delip geçen bu trenin penceresinden dışarıya bakanlar, Filyos Çayı’nın kıyısından akıp giden yolda yemyeşil ormana dalarak geçmişin, cumhuriyeti kuranların, yaşatanların, büyütenlerin eserleri ile övünüyor.

Bu trene binecekleri, yol üzerindeki duraklarda inmeleri halinde, görülecek çok değerli hazineler de bekliyor. İşte onlardan bazıları: KARABÜK: İpekyolu üzerindeki Safranbolu evleri, Mencilis Mağarası (derinliği 3 kilometre), Bulak ve Tokatlı kanyonları, Tokatlı Kanyonu üzerindeki cam teras, Eskipazar’da Hadrianapolis Antik Kenti, Eflani’de Ortakçı, Bostancı ve Esencik göletleri, Yenice’de Şeker Kanyonu, Yenice Ormanları’ndaki trekking ve dağ bisikleti yolları, Sorgun Yaylası. BARTIN: Bartın Irmağı, İnkumu Plajı, Fırınlı Kalesi, Amasra’da plaj, kale ve müzesi, Kuşkayası yol anıtı, Bakacak tepesi, antik liman, yeraltı çarşısı, Kurucaşile’de Küre Dağları milli parkı, Ulus’ta yedi ocaklı değirmen ve Ulukaya Şelalesi. ZONGULDAK: Maden Müzesi, müze haline getirilen maden ocakları, Gökgöl Mağarası ve mitolojide 3 başlı canavarın yaşadığına inanılan Cehennemağzı Mağarası başta olmak üzere çok sayıda mağara, Çaycuma’da Filyos Çayı deltasındaki kuş cenneti, Tieion Antik Kenti ve kalesi, KARADENİZ EREĞLİ: Alemdar Gemisi Müzesi, Herakles Sarayı, Güneşli ve Kayalıdere şelaleleri, Alaplı’da yaylalar, Devrek’te Yedigöller Milli Parkı ve Baston atölyeleri, Kilimli’de Radar tepesi, Gökçebey’de Çanakçılar Arkeoloji Müzesi.

17


2019 / Sayı 7

Kömürlerin gemilere yüklendiği Zonguldak Limanı

18

Tokatlı Kanyonu Cam Teras


2019 / Sayı 7

Sigara zammında, tüketici de üretici de mağdur Halit Demir / Hatay

S

on zamanlarda sigaraya yapılan zam, tütün üreticisini de kullanıcısını da etkiledi. Üreticiler, zamların yaprak tütün fiyatlarına yansımamasından, yoksullaşmaktan şikâyetçi olurken devletin ya kendilerine başka bir iş bulunması ya da yaprak tütün fiyatlarını arttırmasını istiyor. Dernek yöneticileri ise dövizin dışarıya gitmemesi ve sarmalık kıyılmış tütün yönetmeliğinin çıkarmasını bekliyor. Açık tütün satıcısının vergi vermeye razı olduğunu belirten yetkililer, yasal düzenlemelerin uygun olmadığına dikkat çekiyor İnsan sağlığına zararları

tartışılmakla birlikte, ülke ekonomisine sağladığı katkı ve istihdam nedeniyle tütün Türkiye için hâlâ çok önemli bir tarım ürünü.Türkiye’de hükümetin vergi oranlarını yükseltmesi sonucuson bir yılda bandrollü sigaranın fiyatı, yüzde 41 oranındaarttı. Ancaksigaraya yapılan fiyat artışları, kırsal alanda geçimini tütün ekerek sağlayan üreticiye yansımadı. Sigarada zammı, yerli üreticinin tütün fiyatına artış getirmedi. Alternatif ürünlerin yetişmediği kıraç topraklarda tütün ekerek geçimini sağlayan Hatay’ın Yayladağı İlçesi’nde üreticiler, Tekel fabrikalarının kapatılmasıyla tüccarların belirlediği düşük

5 Kasım 2019

fiyatlarla tütünlerini satmak zorunda kalıyor. Sabahın erken saatlerinde tarlalarının yolunu tutan tütün üreticileri, ektikleri tütünlerin yapraklarını binbir zahmetle topluyor. Topladıkları tütün yapraklarını iplere geçiren üreticiler, daha sonra bunları kurutmak için günlerce güneşte bekletiyor. Kuruyan tütün yaprakları, son olarak özel makinelerde kıyılarak sigara yapımına hazır hale getiriliyor. YERLİ TÜTÜN FİYATLARI DÜŞTÜ, TÜTÜN ÇİFTÇİSİ YOKSULLAŞTI Yayladağı İlçesi’nde 50 yıldır tütün üreticiliği yaparak geçimini sağlayan Mehmet Keleş, hükümetin tütün ekimini

19


2019 / Sayı 7

sınırlandırması ve yaprak tütün fiyatlarının düşmesinden şikâyetçi. Tütün ekimine getirilen kotayla hem devletin hem de çiftçinin zarar ettiğine işaret eden Keleş, sözlerini şöyle sürdürdü: “Önceki yıllarda tütün üreterek iyi para kazanıyorduk. Şimdi hem tütün ekim alanları kısıtlandı, hem de devlet, çiftçiden tütün almayı bıraktı. Yabancı tütünün ülkeye girmesiyle yerli tütün fiyatları düştü ve devletimiz kaybetti tütün çiftçisi yoksullaştı. Kilogramını 25 liraya sattığımız tütünü 8-9 liraya satıyoruz. Yabancı tüccarlar geliyor büyük zahmetle ürettiğimiz tütünü alıp gidiyor. Elimize geçen paradan masrafları düştükten sonra kalan para bir işe yaramıyor.”

20

YA BAŞKA BİR İŞ BULSUNLAR YA DA YAPRAK TÜTÜN FİYATLARINI ARTIRSINLAR Yayladağı’nın Aydınbahçe Köyü’nde 20 yıldır tütün üretimiyle geçimini sağlayan Mehmet Ay ise topraklarının tütün haricinde bütün ürünlere elverişsiz olduğuna değindi. Daha önce ektikleri tütünlerin Tekel fabrikaları tarafından satın alındığını anımsatanAy, şunları anlattı: “Topraklarımızda alternatif ürün yetişmediği için tütün ekimi yapıyoruz. Biz de geliri daha yüksek olan ürünler ekmek isteriz fakat hem topraklarımız az hem de dağlık. Onun için başka ürün yetişmiyor buralarda. Köyümüzde yapacak başka iş olmayınca mecburen tütün ekimi yapıyoruz. Daha önce ektiğimiz tütünleri tekel fabrikasına satardık. Tekellerin kapanmasıyla binbir zahmetle ekip biçtiğimiz tütünleri tüccarların belirlemiş olduğu fiyatlara satmaya mecbur kaldık. Tüccarlar fiyatları kendi kafalarına göre belirliyor. Paket fiyatlarının artışına rağmen tütünümüzü 8-9 liradan satıyoruz. Hükümetten isteğimiz bizlere ya başka bir iş kolu bulması ya da yaprak tütün fiyatlarında artış sağlamasıdır.” SİGARA ZAMMI, YAPRAK TÜTÜNE DE YANSIMALI Çiftçi Ahmet Güray da tütün ekiminin zahmetli bir iş olduğunu, fiyatının düşük olması nedeniyle mağdur olduklarının altını çizdi. Tütün üretiminden başka bir iş

kolu olmadığını yineleyen şunları söyledi: “Yıllardan beri tütün üretimiz yapıyoruz. İki çocuğum üniversite okuyor. Onlara yardım etmem için mutlaka bir işte çalışmalıyım. Şehirde olsak bir fabrikada ya da başka bir yerde işçi olarak çalışabilirsin. Fakat biz köyde yaşadığımız için iş imkânları çok kısıtlı. Yaz aylarından tütün ekeriz kış aylarında da günübirlik yevmiye işlerinde çalışırız. İmkânlar kısıtlı olduğu için başka çaremiz yok. Bir paket sigara, 15-20 liraya satılırken bizim bin bir zahmetle ektiğimiz tütünün kilosunu 8-9 liraya satıyoruz. Bir kilo tütünden yaklaşık 70-80 paket sigara çıkar.

Yabancı tütünün ülkeye girmesiyle yerli tütün fiyatları düştü ve devletimiz kaybetti tütün çiftçisi yoksullaştı.

Bu orantısızlık bizi mağdur ediyor. Bizim tek talebimiz, yapılan sigara zamlarının bir nebze yaprak tütüne de yansımasıdır. Bizi tüccarların belirlemiş olduğu fiyata bırakmasınlar.” Bu yıl 20 dönümlük alanda tütün ektiğini kaydeden Güray, “20 dönümlük alanda bir ton tütün elde ettik. Gübre fiyatları ve ilaçlar geçen yıla göre iki katına çıktı. Bunun toplaması, bekletilmesi ve işçilere ödenen yevmiye falan derken elimizde en fazla 10 bin lira kalıyor. Bu da bizi geçindiremiyor. Devletin bize el atmasını istiyoruz” dileğinde bulundu. ZAMLA BERABERTÜKETİCİDE SARMA SİGARAYA YÖNELME ARTTI 40 yıldan fazla bir zamandır sigara içen Nadir Kılıç, açık tütünün oldukça ekonomik olduğuna dikkat çekerek, “Kilogramını 250 liraya aldığım tütünden neredeyse 80 paket çıkıyor. Bir

kilogram tütün bana iki aydan fazla yetiyor. İçinde 20 adet sigara bulunan paketle kıyasladığımda paketi bana 4 liraya geliyor. Oysa en ucuz bandrollü sigara 14-15 lira. Ben, günde ortalama 30 tek sarma sigara içiyorum. Bandrollü sigara kullansaydım günde 25 ile 30 lira arası giderim olacaktı. Şimdi günlük 6-7 lira gidiyor. Yani ayda 600 liradan fazla tasarruf ediyorum” diye konuştu. Daha önceleri paket sigara kullanan son zamlar nedeniyle sarma tütüne yönelen tüketici Mahmut Zobu ise, paket sigaradan sarma tütüne yönelmesindeki en büyük etkenin fiyat artışları olduğunu belirtti. Paket sigara kullanmanın ekonomik olarak büyük bir yük olduğunu vurgulayan Zobu, “10 yıldan beri sigara kullanıyorum. Günde yaklaşık bir paket içiyorum. Şu anki fiyat artışlarıyla bir ayda yaklaşık 450 TL’ye denk geliyor. Buda ekonomik olarak aile bütçesini çok sarsıyor. Sarma sigaraya ise bir ayda en fazla 100 TL veriyorum. Çocuklarımızın rızkını duman olarak boş yere harcıyoruz” ifadelerini kullandı. “CAYDIRICILIK İÇİN FİYATLARIN ARTMASI NORMAL” 21 yıldır sarma tütün kullandığını, sigaranın zararlı olduğunu bildiğini fakat bağımlık nedeniyle bırakamadığını dile getirenİsmail Çetin ise sözlerini şöyle bitirdi: “Daha önceleri sigara paketleri ucuz olduğu için paket alıyorduk. Son zamlarla beraber sarma sigaraya yöneldim. Bir paket sigaraya verdiğim parayla bir aylık tütün ihtiyacımı karşılıyorum. Totale vurduğun zaman sarma tütün daha avantajlı geliyor. Aslında en iyisi hiçbirini içmemek.” Yıllardan beri paket sigara içen Mahmut Piri Batmaz, fiyatları artmasına rağmen tekel sigaradan vazgeçmeyenlerden. Son yapılan zamanların sigara içenleri etkilediğini hatta bazı kişilerin zam nedeniyle sigarayı bıraktığını vurgulayan Batmaz, “Son zamanlarda sigaraya zamlar geliyor. Bence caydırıcılık için fiyatların artması gayet normal. Türkiye’de her üç kişiden biri sigara içiyor. Devlet politikası olarak bunun önüne geçilmesi gerekiyor. Daha önce günde bir paket içerken fiyatların artmasıyla


2019 / Sayı 7

bir paketi birkaç günde içer oldum. Buda bir caydırıcılıktır. Fiyatların artması beni kaçak tütüne yöneltmedi. Ne olursa olsun yine de kaçak sigara içmeyeceğim” değerlendirmesi yaptı. SİGARADAKİ ARTIŞ, HEM CEBİNİ HEM SAĞLIĞINI RAHATLATTI Sigaradaki fiyat artışlarının sigarayı bırakmasına neden olduğunu itiraf eden Soner Yel, fiyat artışından olumlu etkilediğini kaydedip sözlerine şöyle devam etti: “Her gün mutlaka bir paket sigara içiyordum. Buda aylık olarak 500-600 lirayı buluyordu. Yaklaşık beş ay önce evlendim ve aldığım maaş geçimimi sağlayamıyordu. Sigarayı yavaş yavaş azaltmaya karar verdim. İlk önce iki günde bir paket içerken daha sonra sigarayı tamamen bıraktım. Sigaradaki artış, hem cebimi hem de sağlığımı rahatlattı. Keşke herkes benim gibi sigarayı tamamen bırakabilse…”

“Son 15 yılda sigara piyasasında yaşanan değişmeler ve tütün fonunun kaldırılması Türkiye’yi dışarıdan tütün ithal eden bir ülke haline getirdi.”

KANUNEN YASAK ANCAK GÖZ YUMULUYOR Bir önceki yıl kanunen yasak olmasına rağmen sokak aralarında açık tütün satıcılarını görmek mümkün. Tütün satan dükkânlarda yaprak tütünün yanı sıra nargile tütünü, sigara kâğıdı, sigara filtresi ve tabaka da satılıyor. Açık tütünü sarıp sigaraya dönüştürmek ise oldukça basit. Tütün tiryakileri bu işi ellerinde ya da tek sarım yapabilen tütün şarjör kullanarak yapıyorlar. Dükkânlarda satılan açık sigaralar ise, ya küçük makinelerle ya da paket

başı ücret ödenerek ev kadınlarına yaptırılıyor. 15 YAŞ ÜSTÜ NÜFUSUN YÜZDE 27,6’SI SİGARA KULLANIYOR Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, 15 yaş üstü nüfusunun yüzde 27,6’sının sigara kullandığı Türkiye’de, zamlanan sigara fiyatlarından en az etkilenmenin yolu, açık tütün satıcılarından alınan kıyılmış tütün yada kaçak sigara almaktan geçiyor. Açık tütün kilogram fiyatı, 70 ila 250 lira arasında değişirken, genellikle Orta Doğu ülkelerinden Türkiye’ye sokulan bandrolsüz sigaranın paketi 6 ila 9 lira arasında satılıyor. “SİGARA İÇİLECEKSE, TÜRKİYE’DE ÜRETİLEN TÜTÜN KULLANILSIN” Tütün Eksperleri Derneği Başkanı Servet Yaprak, hükümetin sigara perakende satış fiyatlarına artırmasının sarmalık kıyılmış tütüne sigaraya talebi artırdığını belirtiyor.Üreticiden aldığı yaprak tütünü kendi fabrikalarında işleyerek sigara pazarına sunan ve önemli miktarda tütün ihraç eden TEKEL’in 2008’de özelleştirildikten sonra Türkiye’de tütün üretimi büyük ölçüde yavaşladığını anımsatan Yaprak, son yıllarda tütün ekiminin yeniden canlanmaya başladığını söylüyor. Türkiye’nin yakın zamana kadar dünyaya tütün ihraç eden bir ülke olduğuna değinen Yaprak, şu açıklamalarda bulundu: “Son 15 yılda sigara piyasasında yaşanan değişmeler ve tütün fonunun kaldırılması Türkiye’yi dışarıdan tütün ithal eden bir ülke haline getirdi. Türkiye, 2018 yılında 590 milyon dolar tütün ithal etti. Buda paket sigaralardaki fiyatlara yansıdı. Türkiye’deki üretici tütün üretiminde az gelir sağlarken dışardan ithal edilen tütün fiyatları arasında uçurum oluştu. Türkiye, yasa dışı yollardan ülkeye giren kaçak sigara ve kayıt dışı vergisiz tütün tüketiminin azalması için mücadele etmektedir. Sarmalık kıyılmış tütüne uygulanan Özel Tüketim Vergisi’nin, ithal purolara uygulandığı haliyle yüzde 40’lar seviyesine çekilmesi gerekmektedir. Sigara sağlığa zararlı, bununla mücadeleyi önemsiyoruz, ancak eğer bu

sigara içilecekse hiç olmazsa azami ölçüde Türkiye’de üretilen tütün kullanılsın. Kendi üreticimiz kazansın, ülkenin dövizi dışarıya gitmesin. Sarmalık kıyılmış tütün yönetmeliğini çıkarması gerekiyor, bunun için uğraşıyoruz. Ayrıca, bu alanda Tarım Bakanlığı ve Orman Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı’nın ortak çalışmasına ihtiyaç var.” BİR PAKET SİGARA FİYATINA, 1 HAFTALIK TÜTÜN ALINIYOR Hatay’da 15 yıldır tütün ticareti yapan Ercan Yıldırım, sigara zamlarının açık tütün piyasasını canlandırdığına işaret edip açık tütünün, bandrollü sigaralara kıyasla oldukça ekonomik olduğunu belirterek “Günde bir paket sigara kullanan kişi, sigaraya verdiği parayla bir en az bir hafta – 10 günlük sigara ihtiyacını karşılayacak kadar kıyılmış tütün alabiliyor. Son zamanlardan sonra, orta gelir düzeyine sahip kişilerin de açık tütüne yöneldiğini görüyoruz. Günde bir paketten fazla sigara içen ya da 3 – 4 paket sigara tüketen bir aile için bandrollü sigaraya ödenen para neredeyse asgari ücrete yaklaşıyor. Bu durum açık tütüne yönelmeye neden oluyor” saptaması yaptı. Yıldırım, açık tütün satan tütün satıcısı esnafın vergi vermeye razı olduğunu ancak yasal düzenlemelerin buna uygun olmadığını sözlerine ekledi. Sigara ve alkollü içecekler bayisi işleten Hasan Korkmaz da, bandrollü ürünlerin fiyatlarının halkın ekonomik seviyesine göre oldukça yüksek olduğu görüşünde.Hükümetin bandrollü ürünlerde vergi artışının satışlarını düşürdüğünü kaydeden Korkmaz, şu ifadeleri kullandı: “Halkın genelinin alım gücü düşük olduğu için vergisiz bandrolsüz ürünlere yönelmesi normal. Tanıdığım birçok müşterim kaçak sigara ya da kıyma tütün kullanıyor, alkolü evinde hazırlıyor. Biz vergi veriyoruz, yasa dışı satış yapan kişiler vergisiz kazanç elde ediyor. Yaygın olarak ucuz satış yapıyorlar devlet vergi kaybına uğruyor. Ben bandrollü ürünlerde vergi oranının düşürülmesi ve fiyatların ucuzlamasını savunuyorum. Böyle olunca sağlıksız yasa dışı yollardan tüketim azalır. Tütüne

21


2019 / Sayı 7

uyuşturucu madde muamelesi yapmak doğru değil, devlet kaybediyor.”

22

HER YIL DÜNYADA 6 MİLYON, TÜRKİYE’DE İSE 100 BİN KİŞİ ÖLÜYOR Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi (HMKÜ)Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tacettin İnandı yaptığı araştırmada, dünya genelinde her yıl 6 milyondan fazla insan, doğrudan tütünün neden olduğu hastalıklar sonucu hayatını kaybettiğini belirledi. Türkiye’de ise her yıl en az 100 bin kişi tütüne bağlı nedenlerden yaşamını kaybediyor. İnandı, konuya ilişkin olarak şunları söyledi: “Sigara, solunum yolu hastalıklarının en önemli nedeni. Akciğer kanseri, astım ve bronşite neden oluyor. Kalp damar hastalıklarını artırıyor. Bebek ve çocuklarda ölümler, solunum sistemi hastalıkları, astım, bronşit sıklığı artıyor. Kalp damar hastalığı, felç, düşük, erken doğum gibi pek çok hastalığın artmasına neden oluyor. Her geçen gün yeni zararları ortaya çıkıyor.” Her yıl milyonlarca insanın içmediği halde sigara dumanına maruz kaldığına dikkat çeken İnandı, sözlerine şöyle devam etti: “Hem içenleri etkiliyor hem de içmeyenleri etkiliyor. Kapalı ortamda, kapı önlerinde, balkonda içerek kapalı ortam hava kirliliğine yol açıyor. Pasif

içicilikten binlerce insan yaşamını yitiriyor. Yaklaşık 1,6 milyon yetişkin çalışma ortamında, 16 milyon yetişkin evde, 5,5 milyon yetişkin araçlarında, 2,8 milyon yetişkin restoranlarda, 7,2 milyon yetişkin kafe, kahvehaneler ve çayhaneler gibi halka açık yerlerde, tütün dumanına maruz kalıyor.” Tütün kullanımı çok yaygın düzeyde olduğunu vurgulayan İnandı, tütün kullanım sıklığı erkeklerde yüzde 44,1, kadınlarda ise yüzde 19,2 olduğunu aktardı. Tütünün hem bireyin hem de özellikle gelişmekte ve geri kalmış ülkelerin ekonomisine çok büyük zararlar verdiğinin altını çizen İnandı, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Tütün üretiminden ve ticaretinden birkaç gelişmiş ülke kazançlı çıkmaktadır. Tütüne bağlı hastalıkların tedavisi için ilaç üreten ülkeler ve şirketler kazanç sağlayanlar arasında sayılabilir. Türkiye gibi ülkeler, hem tütün alırken hem de tütüne bağlı hastalıkları tedavi etmek için ilaç alırken dışarıya para vermek zorunda. Türkiye’de tütün kullanımı tüm çabalara rağmen son derece yaygındır. Her 10 kişiden 3’ü sigara içiyor. Türkiye yetişkin tütün araştırmasına göre, 19,2 milyon kişi (yüzde 31,6) halen tütün ürünü kullanmaktadır.” YASAĞIN AMACI İÇMEYENLERİ KORUMAK Sigara yasaklarının temel

amacı içmeyenlerin haklarını korumak olduğuna değinen İnandı, “Yasağın amacı, yaşama ve temiz hava alma hakkını sağlamaktır. İçenlerin bir kısmı ya riski görmezlikten geliyor, ya da küçümsüyor. Sigara içenler bunu özgürlük olarak görüyorlar. Oysa bu bir madde bağımlılığı ve hastalıktır. Madde bağımlılığı ve hastalıkla ile özgürlüğün bir ilişkisi yoktur” diye konuştu. Puro, pipo, nargile, sigara ve elektronik sigara dahil tütünün her türlüsünün son derece tehlikeli olduğunu aktaran İnandı, açıklamalarını şöyle tamamladı: “Tütün kullanımı önlenebilir ölüm nedenlerinin en başında yer alıyor. Tütün kullanan biri için daha büyük bir tehlike yoktur. Temiz hava, dumansız hava bir insan hakkıdır. Tütün kullananların bu hakka saygı göstermesini beklenir. İçmeyenleri haklarını savunması gerekir. İhlalleri, ‘Yeşil Detektör’ uygulaması ya da Alo 184’e bildirmeniz önemlidir. Vergileri artırmak, yasakları güçlendirmek, içenlere bırakma desteği sunmak ve eğitim tütünle mücadelede etkili yöntemler arasındadır. İçenler tütün danışmanlık polikliniklerinde destek ve tedavi alabilirler. Danışmanlık ve tedavi ile başarı oranı 4-5 kat artırılmaktadır. Tütün çok büyük bir halk sağlığı sorunudur. Çözümü güç olmakla birlikte mümkündür.”


2019 / Sayı 7

Kadınlar Pazarı’nın nabzı: Bütçe kredi kartlarıyla dönüyor

S

okağın ekonomisi nasıl? Esnaf son zamların ardından ne düşünüyor? 2000 krizinde bile bu kadar sıkıntı çekmediklerinin altını çizen İstanbul Fatih’teki “Kadınlar Pazarı” esnafı, hükümetin çözüm bulmasını istiyor Ekonomik kriz derinleştikçe özellikle asgari ücretle geçinmek zorunda olan vatandaşlar daha derinden etkileniyor. Olumsuz tablodan esnaf da nasibini alıyor. İstanbul Fatih’te organik ve ekonomik özellikleriyle bilinen “Kadınlar Pazarı” esnafı ekonomik

krizin yarattığı olumsuzluğa hükümetin çare üretmesini istiyor. Nihat Hacıoğlu, 20 yıl önce Kadınlar Pazarı’na kasap dükkânı açan bir esnaf. Ekonomik sıkıntı içinde olduğunu anlatan Hacıoğlu, “Bugün işlerimiz berbat durumda. Daha önce yaptığımız işin yüzde 10’nunu şu an yapamıyoruz. Kadınlar Pazarı’na eski rağbetin çeyreği dahi yok. Durumumuz çok kritik maalesef. Özellikle son 3 yıldır sürekli düşüşteyiz. Dışarıdaki esnafla bizim fiyatlarımız arasında en az 15 TL fark var ancak buna rağmen işlerimiz çok kötü” sözleriyle yaşadığı sıkıntıya

7 Kasım 2019

dikkat çekiyor. Kadınlar Pazarı’nın ününün sadece İstanbul ile sınırlı olmadığını belirten Hacıoğlu, yaşadıkları sıkıntıya ilişkin şunları söylüyor: “Yemesiyle içmesiyle herkesin ilk tercih adresi olan Kadınlar Pazarı, şu an bomboş. Bu üzücü elbette. Birkaç yıl önce Kadınlar Pazarı müşterisinde düşüş yaşanacağı söylenseydi inanmazdım. Böyle giderse en fazla 5 ay daha dayanabilirim burada. Kapatıp gitmek zorundayım. Şu an Arap turist olmazsa ayakta duramayacağız. Hükümet çok acil bir şekilde bu krizin giderilmesi için adımlar atmalı. Televizyonlarda

Haber Yazısı

Melike Ceylan / İstanbul

23


2019 / Sayı 7

24

‘Kriz yok’, ‘Ekonomimiz çok iyi’ diyerek iyi olmuyor. Ben çocuklarım için bir gelecek hayal edemiyorum. Bu çocuklara bir gelecek sağlamak zorundayız. Şu an ülke kredi kartlarıyla dönüyor. Kredi kartları iptal edilsin Türkiye olduğu gibi çöker.” “İYİYE GİDEN BİR ŞEY YOK” Kadınlar Pazarı’nda yaklaşık 20 yıldır esnaflık yapan Fethi Uçar, işlerinin her geçen gün daha fazla düştüğünü işaret edip hemen hemen her gün ürün fiyatlarını değiştirmek zorunda kaldıklarının altını çizdi. “Fiyatlarda yüzde yüz artış yaşanıyor” diyen Uçar, mevcut duruma ilişkin şu tespiti yaptı: “Gelen müşterilerin hepsi fiyatlardan şikâyetçi. Fakat biz de bir şey yapamıyoruz. Kazandığımız bizi

geçindirmiyor. Dükkânın kirasını bile ödemekte zorlanıyorum. İşçi çıkarmak zorunda kaldım. Daha önce 6 kişi çalışıyorduk şu an 3 kişi çalışıyoruz. Hükümet sürekli ‘Ekonomimiz çok iyi gidiyor’ diyor ancak bize yansıyan bir iyileşme maalesef yok. İzlerken dinlerken bizler de şaşırıyoruz. Bence onlar da bizden çok daha iyi biliyor ekonominin batmak üzere olduğunu…” “MALLAR ÇÖPE GİDİYOR” Derin bir ekonomik krizin içerisinde olduklarını kaydeden toptancı İrfan Yiğittekin, çocukların bile söz konusu krizin farkında olduğuna işaret etti. Hemen yanındaki kuruyemişçi dükkânını gösteren Yiğittekin, “Koca dükkân günlük 500 TL ciroyla kapatıyor. Akıl kârı değil

bu… Daha önce günde 4 buçuk ton lokum satıyorken şu an neredeyse hiç satış yok. Mallar artık çöpe gidiyor… Vatandaşın cebinde para yok” dedi. Esnafın çok az kârla satış yapabildiğini aktaran Yiğittekin, “Esnaf, 80’e aldığını 100 bile satamıyor. Yüzde 5 kâr bile kalmıyor. Gelir gideri karşılamıyor çoğu zaman cepten gidiyor. Kendini kurtaramıyor. Eskiden Kadınlar Pazarı, bu kadar durgun değildi” değerlendirmesinde bulundu. Dış politikada yürütülen sert siyasetin ekonomik krizle birebir bağlantısı olduğuna vurgu yapan Yiğittekin, “İktidar, sivri dilinden kurtulup dışarda ve içerde siyaseti yumuşatıp yatırımcılara güven vermeli. Ekonomiyi düzeltmenin bir yolunu bulmalılar” dedi.


2019 / Sayı 7

“Nefret söylemine karşı festivaller yaygınlaşmalı”

M

ülteci Film Festivali’ni düzenleyen yöneticiler, her mültecinin ayrı bir hikâyesi olduğuna dikkat çekip yaşananları anlatabilme ve sosyal uyumun sağlanmasına katkı sağlamayı amaçladıklarını vurguladılar Dünyada çatışma, terör eylemleri, iç savaş, yoksulluk ve iklim değişikliği gibi birçok sorun, büyük göç dalgalarına yol açarken küresel bir kriz olarak “mülteci sorunu”nu tüm ülkelerin gündemine getirdi. Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaştan kaçıp ülkelerini terk etmek zorunda

kalan milyonlarca Suriyeli, başta Türkiye olmak üzere dünyanın birçok yerine sığınıp mülteci oldu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK, The UN Refugee Agency-UNHCR) son yayınladığı verilerine göre, dünya genelinde 6 milyon 700 bine yakın Suriyeli mülteci bulunuyor. Mülteciler Derneği’nin açıkladığı rapor ise 10 Ekim 2019 itibariyle Türkiye’deki mülteci sayısını 3 milyon 674 bin 588 kişi olarak veriyor. Dünyada mülteci konumunda bulunan sadece Suriyeliler değil; BMMYK’nın raporuna göre dünya çapında 70 milyon 800 bine yakın insanın

8 Kasım 2019

savaş, zulüm ve çatışmalar yüzünden zorla yerinden edildiği ve mülteci konumunda yaşadığı açıklanmıştı. Ankara’da 1995’te kurulan Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD) ile 2014’te kurulan Mülteci Destek Derneği (MUDEM) bu alanda çalışmalarda bulunan iki sivil topum kuruluşu. Her iki dernek, Avrupa Birliği’nin (AB) desteğiyle bu yıl Mülteci Film Festivali’nin ikincisini düzenliyor. Festivalin ilk ayağını 26-27 Ekim tarihlerinde Ankara’da gerçekleştiren dernek, ikinci ve üçüncü ayağını 2-3 Kasım’da Yalova’da hayata

Haber Yazısı

Bilal Seçkin / Ankara

25


2019 / Sayı 7

26

geçirdi. Filmler 23-24 Kasım’da da Karabük’te izleyici karşına çıkacak. Festivalde gösterimi yapılacak film ve belgeseller arasında; Capernaum, Misafir, The Other Side of Hope, Fatima, Le Havre ve The Good Postman gibi ulusal-uluslararası önemli eserler yer alıyor. Ankara’da gerçekleşen festivale katılan sinemaseverler ve festival düzenleyicileri arasında olan SGDD, 24 Saat Gazetesi’ne festival ve mültecilere ilişkin düşüncelerini anlattılar. Böyle bir festivali sinemaseverlerle buluşturmaktan mutlu olduklarını belirten SGDD Genel Koordinatörü İbrahim Vurgun Kavlak, Türkiye’nin mülteci ve sığınmacılara büyük oranda ev sahipliği yaptığını hatırlattı. Dernek olarak 45 ilde 73 ofis ile mültecilere hizmet verdiklerine işaret eden Kavlak, “Geçici Koruma altındaki Suriyeliler ve Uluslararası Koruma Altındaki Suriyeli olmayan diğer uyruklu mülteciler için koruma, psikososyal destek, hak ve hizmetler konusunda bilgilendirme, sosyal uyum ve yaşam becerilerini geliştirmeye yönelik kapsamlı çalışmalar yürütmekteyiz” dedi. “HER MÜLTECİNİN AYRI BİR HİKÂYESİ VAR” Ülkesini terk etmek zorunda kalan her bir mültecinin ayrı bir hikâyesi olduğunu değinen Kavlak, sözlerine şöyle devam etti: “Sanat, bir konuyu anlatmanın en etkili yolu. Sinema da anlatmakta zorluk çekilen acıların ve yaşamların bir yansıması. Mültecilerin hayatlarında o kadar çok hikâye var ki. Eminim, her bir mültecinin hayatından bir film çıkar. Biz böyle bir film festivalini düzenlerken, aslında insanların yaşadıklarını anlatabilmek, bu yolla da sosyal uyumun sağlanmasına katkı sağlamak istiyoruz. Sinema, çok etkin bir iletişim kurma aracı. İster kurmaca, ister belgesel olsun, sinema yaşadıklarımızın bir aynası. Biz de mültecilerin hislerinin, yaşadıklarının ve beklentilerinin daha iyi anlatılabilmesi için bu festivali düzenliyoruz.”

“İNSANLAR, KENDİLERİNİ MÜLTECİLERİN YERİNE KOYABİLMELİ” Festival filmlerini takip ettiğini bildiren Öğretmen Sebahattin Atakul ise, bu başlıkta bir festivalin yapılmasının her şeyden önce bir farkındalık yaratması anlamında güzel olduğunu kaydetti. Bir film boyunca da olsa insanın kendisini mültecilerin yerine koyduğunu vurgulayan Atakul, “Hiçbir dil bilmeden, hiçbir feodal bağınız ve oturma izniniz olmadan bir ülkede yaşamak çok zor bir şey. Bunu hissetmemiz önemli ve daima hissetmeliyiz. Ancak o şekilde sorunların üstesinden gelebiliriz. İzlediğimiz filmlerde de bunun ayrımına varabiliyorsunuz. Kendinizi o insanın yerine koyuyorsunuz” dedi. Bu tür festivallerin daha sık yapılması gerektiğinin altını çizen Atakul, Türkiye’de mültecilere yönelik, “Devletten yardım alıyorlar”, “Oy kullanıyorlar”, “Hastaneye ücretsiz gidip geliyorlar”, “TOKİ ücretsiz ev veriyor” gibi birçok doğru olmayan bilgi ve ön yargı olduğundan söz etti. Atakul, “Bu durum milliyetçiliği ve ırkçılığı körüklemenin bir yolu. Çünkü ırkçılıkta bir düşman yaratmanız gerekiyor. Dolayısıyla dış düşman olmadığında bir iç düşman yaratmak daha kolay. Burada da Suriyeliler ya da mülteciler bu rolü üstleniyor. Bunun sonucunda ise Suriyelilere karşı gelişen saldırıları görüyoruz” dedi. “HEPİMİZ MÜLTECİ KONUMUNA DÜŞEBİLİRİZ” Sosyal mesaj içerikli ve özellikle “mülteci” gibi bir başlıkta yapılan festivallerin yapılıp yaygınlaştırılmasını önemsediğini belirten sivil toplum çalışanı Kardelen Demirkıran da, bu tür festivallerin insanlara sorun ve sıkıntıları görme fırsatı verdiğini vurguladı. Mültecilerin ciddi sorunları olduğuna dikkat çeken Demirkıran, herkesin birer mülteci konumuna düşebileceğini işaret edip sözlerini şöyle sürdürdü: “Festivaldeki filmler karşılıklı uyum konusunda da bizlere ders verir nitelikte. Festivalin ve genel olarak sanatın aynı

zamanda farkındalığı artırdığını düşünüyorum. Daha fazla empati kurmamıza vesile oluyor. Filmleri izlediğimizde şahit olduğumuz gerçeklik bizde şok etkisi yaratabiliyor. Gerçekten mültecilere karşı vicdanımız daha büyük olmalı ve daha hassas yaklaşmalıyız.” “FESTİVALLER, SOKAK VE MAHALLE ARALARINA YAYILMALI” Özellikle sosyal medya üzerinden mültecilere dönük yalan yanlış haberlerin, nefret söylemini körüklediğine dikkat çeken Öğrenci Abdullah Sağlam şu değerlendirmeyi yaptı: “Gösterimlerin ücretsiz olması kendine seyircilere adamış bir festival anlamı taşıyor. Mültecilerin yaşadığı sorunları bizlere çok anlaşır bir şekilde gösteren kaliteli filmler var. Onlara ulaşma imkânımız oldu. İnsanların bilinçlenmesi açısından önemli bir festival olarak görüyorum. Mültecilerin yaşadıkları sorunlarına karşı insanların aktif mücadele edebilmeleri açısından insanları ortak duyguda bir araya getiren bir festival. Kesinlikle insanları bu tür festivallere getirmek, onları bu düşüncelere katmak, buluşturmak gerekiyor. Bu festivallerin sokaklara, mahalle aralarına da yayılmasından, açık hava sineması şeklinde izletilmesinden yanayım. İnsanlar yalan yanlış haberler yapıp dakikalar içerisinde binlerce kişiye ulaşabiliyor ve o binlerce kişi sokakta mültecilere karşı buluşabiliyor. Bu nefret tehlikeli sonuç yaratabilmekte. Buna karşı bizlerin de kendimizle bir mücadele vermesi gerekiyor. Bizler de daha fazla bir araya gelip daha anlaşılır bir dille, yaşam tarzıyla nefret diline karşı mücadele etmeliyiz. İşte sinemacıların bu tarz filmler yapması, edebiyatçıların insanları birleştirici dil kullanması onları o dil etrafında buluşturması vs. vs. Sosyal medyanın o mültecileri ötekileştirici dilini yenebilmek önemlidir. Mücadelenin bu şekilde daha iyi verilebileceğini düşünüyorum.”


2019 / Sayı 7

Akademide kadın varlığı sınırlı Şeyma Paşayiğit / Ankara

arada proje kapsamındaki, “Kadın akademisyenlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesine ilişkin çalışmalar” da unutuldu. YÖK’ün 2010-2019 yılları arasındaki istatistikleri, son yıllarda akademide artan kadın varlığındaki geri dönüşü gözler önüne serdi. KADIN AKADEMİSYEN ORANI YÜZDE 44 YÖK verilerine göre; 2010 yılında üniversiteler genelinde yüzde 41 olan kadın akademisyen oranı 2019’da yüzde 44’e ulaştı. Ancak 2018’de kadar devam eden artışın erkek akademisyenler lehine döndüğü görüldü. 2019’da

9 Kasım 2019

üniversitelerde görev yapan 168 bin 661 akademisyenin sadece 75 bin 661’i kadınlardan oluştu. Akademideki kadın öğretim görevlisi oranı yüzde 50.2, kadın doktor öğretim üyesi oranı yüzde 43, kadın doçent oranı yüzde 39, kadın profesör oranı ise yüzde 31’de kaldı. Araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarında sayıları erkeklere denk olan kadın akademisyenler, unvan yükseldikçe geride kalması dikkat çekti. 13 ÜNİVERSİTEDE KADIN PROFESÖR YOK Üniversitelerdeki kadınların akademik kalıcılığının göstergesi

Haber Yazısı

T

ürkiye’de üniversitelerin sayısı son 10 yılda katlanarak artsa da akademide kadın varlığı sınırlı kaldı. YÖK verilerine göre; 2019’da 13 üniversitenin akademik kadrosunda kadın profesör yer almadı Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK), 8 Mart 2016’da yayımlanan “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi”nden, “değerlerimize aykırı” gerekçesiyle vazgeçilmesinin ardından üniversitelerdeki kadın çalışmalarından “Aile çalışmaları” adı altında geri adım atıldı. Bu

27


2019 / Sayı 7

28

olan profesör kadro sayıları da yıllar içinde değişim gösterdi. 2010 yılında kadın profesör kadrosu olmayan üniversite sayısı 35 iken, bu sayı 2015 yılında 20’ye geriledi. 2019’da 13 üniversitede kadın profesör sayısı “0” olarak raporlara yansıdı. Kadrosunda kadın profesör bulunmayan üniversiteler şöyle: Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Alanya Hamdullah Emin Paşa Üniversitesi, Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi, Artvin Çoruh Üniversitesi, Bayburt Üniversitesi, Bingöl Üniversitesi, Hakkari Üniversitesi, Iğdır Üniversitesi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Ostim Teknik Üniversitesi, Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi, Şırnak Üniversitesi, Türk Hava Kurumu Üniversitesi.

7 ÜNİVERSİTENİN TARİHİNDE KADIN PROFESÖR HİÇ YOK Kadın profesör kadrosuna sahip olmayan üniversitelerden 7’sinin ise kuruldukları günden itibaren kadın profesörlere kürsü vermediği tespit edildi. YÖK verilerine göre;2007’de kurulan Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Bingöl Üniversitesi, Artvin Çoruh Üniversitesi ile 2008’de kurulan Bayburt Üniversitesi, Hakkari Üniversitesi, Iğdır Üniversitesi ve Şırnak Üniversitesi’nin tarihinde hiç kadın profesör kadrosu yer almadı. 2007’de kurulan Kilis 7 Aralık Üniversitesi ise 2013 yılında kadın profesörlere kürsü açsa da kadrolar 2019’a taşınamadı. Kuruluşlarının üzerinden yıllar geçmesine karşın 7 üniversite 2011’de, 4 üniversite 2012’de, 14 üniversite 2013’te, 8 üniversite 2014’te, 6 üniversite 2015’te, 4 üniversite 2016’da, 3 üniversite 2017’de, 4 üniversite

2018’de, 3 üniversite de 2019’da ilk defa kadın akademisyenlere kadroda yer verdi. HACETTEPE İLK SIRADA 201 üniversite arasında kadın akademisyen oranında ilk sırada ise Hacettepe Üniversitesi yer aldı. 3 bin 856 öğretim görevlisi bulunan Hacettepe Üniversitesi’nin 2 bin 278 kadrosunu kadın akademisyenler oluşturdu. Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Başkent Üniversitesi, Antalya Bilim Üniversitesi ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi de erkeklere oranla daha fazla kadın akademisyen bulunduran üniversiteler olarak YÖK verilerinde yer aldı.


2019 / Sayı 7

29

Bursa’nın “zamana meydan okuyan” meslekleri Dilet Atlı / Bursa

B

ir zamanlar halkın en çok ihtiyaç duyduğu mesleklerdi onlar ancak şimdi adeta zamana karşı direniyorlar. Kalaycılık, sedefkârcılık ve süpürgecilik gibi el hüneri isteyen bu meslekler, son temsilcileriyle ayakta kalmaya çalışırken popülerliğini yitirme ve yok olma riski ile karşı karşıyalar

12 Kasım 2019


2019 / Sayı 7

30

Zamanın getirdiği yenilikler, gelişen endüstri ve kültürel yapı, maalesef zamanla bazı mesleklerin kaybolmasına yol açıyor. Anadolu’da yüzlerce yıl en gözde meslekler arasında yer alan bazı meslekler, kaybolup gitmeye yüz tutuyor. Tarihi kent Bursa’nın bir zamanlar adından söz ettiren ve el becerisi isteyen bazı meslekleri de, 21. yüzyıla yenik düşmemek için zorlu koşullara direnerek ayakta kalmaya çalışıyor. Meslek erbaplarının çabasıyla zamana direnen kalaycılık, sedefkârcılık ve süpürgecilik, yaşayan son temsilcileriyle adeta zamana meydan okuyor. Yıllardır Bursa’nın tarihi mekânlarındaki dükkânlarında meslekleri yok olmaya yüz tutan meslek erbapları, farklı ağızlardan “Bu meslekler, bizimle birlikte ölecek” ortak endişesi taşıyor. “KALAYCILIĞIN ÇALIŞMA KOŞULLARI ZOR VE SAĞLIKSIZ” Kadim Anadolu kültürünün bir parçası olan kalaycılık, yok olmaya yüz tutmuş mesleklerden biri. Kalaycılık, yemeklerini kalaylı kap ve kazanlarda pişiren zamane insanları için oldukça rağbet

görürken şimdilerde önemini yitirmiş bir meslek olarak pek ilgi görmüyor. Bir zamanlar seyyar kalaycıların dolaştığı sokaklardaki mütevazı evlerin yerini alan ve gökyüzüne doğru uzanan devasa apartman dairelerinde artık çelik tencereler, teflon tavalar, cam, seramik ve plastik eşyalar kullanılıyor. Bursa’da tam 70 yıldır kalaycılık yapan Halil Erişen, ilerleyen yaşına rağmen mesleğini inat ve azimle sürdürüyor. Halil Usta, Bursa’nın Altıparmak Caddesi üzerindeki 70 yıldır açık olan kalaycı dükkânında artık eski Bursa evlerinin mutfaklarından taşan bakırdan tencereleri, sürahi, cezve ve bardakları olmasa da restoranların kalaylatmak için getirdiği sahanlara ve büyük tepsilere kalay yapıyor. 7 yaşında başladığı mesleğini, 80’ine merdiven dayadığı halde sürdüren Halil Usta, Bursa’da kalaycılığın bittiğini, kendinin de bu meslekten para kazanan son kişi olduğuna değinip sözlerini şöyle tamamlıyor: “Oğullarım Demiray, Yılmaz ve Haluk Erişen artık yaşlandığım için bana yardım ediyorlar. Mesleğimi oğullarıma da öğrettim elbette. Fakat, kalaycılık eskisi kadar rağbet görmediği için geçim

sıkıntısı yaratıyor. Üstelik çalışma koşulları da zor ve sağlıksız. Yine de memnunuz. Bursa’nın son kalaycısıyız. Dilerim oğullarım benden sonra da bu mesleği yaşatmaya devam ederler.” “SEDEFKÂRLIK, MALIYETLI, IŞÇILIĞI ZAHMETLI BIR EL HÜNERIDIR” “Saray mesleği” olarak da bilinen sedefkârlık, nâmıdiğer sedef kakma sanatı, Bursa denilince ilk akla gelen kadim mesleklerden biri. Kaybolmaya yüz tutan meslekler arasında bulunan sedefkârlığın yaşayan son temsilcisi Mümin Orhan, Fidan Han’daki atölyesinde aşkla sedefe hayat vermeye devam ediyor. Türkiye’nin en genç ve az sayıda sedefkârlarından biri olma unvanını taşıyan Orhan, yurdun dört bir tarafına sedef işçiliğinin en nadide örneklerini hazırlayıp gönderiyor. İşini özveri ve yoğun bir çabayla mesleğini sürdüren Orhan da kendinden sonra mesleğinin yok olmasından endişe ediyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı hizmet veren 33 yaşındaki sedefkâr Orhan, geleneksel Türk sanatlarından biri olan sedef işini yaklaşık 18 yıl önce


2019 / Sayı 7

31  yapmaya başlamış. Mesleğini çok sevdiğini vurgulayan sedefkâr Orhan, mesleğinin inceliğini şu ifadelerle anlatıyor: “Sedef, okyanusta bulunan incinin kabuğudur ve çok değerli bir doğal malzemedir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde aynı dönemde sadece İstanbul’da 100 adet sedef işi dükkânı olduğunu belirtmiş. Sedefkârlık, Yavuz Sultan Selim döneminde topraklarımıza taşınmış. Sedef işinde, sedefe diğer doğal malzemelerde eşlik eder. Bunlar ağaç, kemik, fildişi, kaplumbağa kabuğu gibi malzemeler… Sedef işiyle klasik Türk desenleri bir araya getirilerek kutu, takı, takunya, tarak gibi eşyalar yapılıyor. Sedefkârlık, tüm bunlarla birlikte maliyetli, işçiliği zahmetli bir el hünerdir. Dolayısıyla, sedefi hayatımızda pek göremiyoruz. Bu da sedefkârlık gibi kadim bir mesleği, yok olmaya yüz tutmuş meslekler arasına sokuyor.” “BIR TEK BEN VE AILEM MESLEĞI YAŞATIYORUZ” Yakın geçmişin simge

eşyalarından biridir süpürgeler. Kapı arkalarında, bahçelerde, sokaklarda ve özellikle 1970’lı yılların Türk filmlerinde sıkça karşımıza çıkan süpürgeler, teknolojinin gelişimiyle birlikte elektronik dünyasına yenik düştü. Artık pek kimse klasik süpürge kullanmıyor. Dolayısıyla bir dönemin Bursa evlerinin demirbaşı olan süpürgeler teknoloji çağında kendine yer bulamıyor. Bursa’nın en işlek caddelerinden biri olan Cumhuriyet Caddesi’ndeki iki metrekarelik dükkânında zamana inat elleriyle yaptığı süpürgeleri satan Yüksel Başak, süpürgeciliğin aile mesleği olduğunu bildiriyor. Süpürgeci dükkânında 60 yıldır bu işi yapmanın kendilerini gururlandırdığını kaydeden Başak, şunları söylüyor: “Teknolojiye rağmen klasik süpürgenin yeri farklı. Eski Bursalılar bu süpürgeden vazgeçmezler. Klasik süpürge ayrıca çok da sağlıklıdır. Toz ve toprağı iyi temizler, üzerinde hiçbir haşere barındırmaz. Dolayısıyla eskilerin tercihidir. Zamanla

ne olur bilemem ama şimdilik mesleğim beni geçindiriyor.” Süpürge yapımının sanıldığı kadar basit bir işlem olmadığını, emek istediğinin altını çizen Başak, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Köylü süpürge otunu ektikten sonra buğday gibi büyür ve başağa dönüşür. Böylece süpürgenin telleri meydana gelir. Rengi yeşil olur. Sap halindeki bu otu toplar, ayıklarız. Kükürte basar, sarartırız. Havalandırır ve ihtiyaca göre farklı boylarda olmak üzere naylon ip ve iğne ile dikeriz. İlçelerde de süpürgeciler vardır ama Bursa’da bir tek ben ve ailem bu mesleği yaşatıyoruz. Zamana elimizden geldiği kadar meydan okuyoruz. ”Başak da, “Mesleğimiz günden güne unutulmaya yüz tutsa da Türk ailelerinin bir kısmı klasik süpürgelerden vazgeçemiyor. Diğer yandan, 10 yıl sonra bu mesleğin ilgi göreceğinden de, insanların klasik süpürge satın alacağından da şüphem var” diye geleceğe ilişkin umutsuzluğunu dile getiriyor.


2019 / Sayı 7

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

32

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.