9. Köy 2020 -15. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 15

1


2020 / Sayı 15

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ayhan Aydemir Ertürk Yöndem Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Okan Özmen Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 15

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 15

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 15

İçindekiler

Podcastin geleceği ve gelir elde etme metotları  6 Çocuklarıma iyi bir gelecek sağlamak için bisiklet tamiri yapıyorum  9 İstanbul’un güzel yıllarına tanıklık eden mavi gözlü iki insan: Söylemez ve Barut  10 Van’da kadına yönelik şiddetin boyutları  14 Pandemi döneminde temizlik işçileri…  16 Mültecilerin sesi: Mülteci Medyası  18 Temel gelir vatandaşlık hakkı olmalı  21 Genç yaşta,“sessiz kadınların” çığlığı oldu  25 Deprem olacak mı tartışması yerine risk ve kaybı azaltacak planlar, tedbirler alınmalı  27

5


2020 / Sayı 15

6

Podcastin geleceği ve gelir elde etme metotları

Haber Yazısı

Ramazan Eles / Adıyaman

30 Temmuz 2020

Kapak fotoğrafı: Catherine O’Brien


2020 / Sayı 15

İ

lk defa iPod için geliştirilen podcastler, günümüzde büyük bir ivme kazandı, hatta ilk podcast dizisi yayınlandı. Bugün haberden kişisel konulara kadar 75 binden fazla podcast bulunuyor. Hem uygun bir medya kanalı hem de etkili bir pazarlama kanalı olarak ortaya çıkan Podcast sektörü büyümeye devam ettikçe, içerik oluşturuculara yönelik fırsatlar da artıyor. İşte podcastlerin geleceği ve podcastten gelir elde etme metotları… Podcast isim olarak, The Guardian Gazetesi’nde Şubat 2004 yılında, Gazeteci Ben Hammersley tarafından sesli içerikler için isim olarak “podcasting” terimini önerdi. Yedi ay sonra, Dannie Gregoire “podcasting” sözcüğünü, ses içerikleri için “podcast” olarak tanımladı. Podcast sözcüğü, 2000’li yıllarda “iPod” sözcüğündeki pod (küçük kapsül) ve “broadcast” (yayın) sözcüklerinden oluşturuldu. Podcastlar ilk defa iPod için geliştirilmekle birlikte podcast tabiri günümüzde sadece iPod için kullanılmıyor. 2019’da, Amerikalıların yarısından fazlası, bir yıl önceki yıla göre yüzde 44 daha fazla podcast dinledi. Bugün haberden kişisel konulara kadar hemen her konuda 75 binden fazla podcast mevcut.

World Wide Web’in ortaya çıkmasından önce, 1980’lerde RCS (Radyo Bilgi İşlem Hizmetleri), radyo istasyonlarına dijital formatta müzik ve konuşma ile ilgili yazılımlar sağladı. Çevrimiçi müzik dijital dağıtımından önce, MIDI formatının yanı sıra Mbone, Multicast Network, ses ve video dosyalarını dağıtmak için kullanılmaya başlandı. MBone, öncelikle eğitim ve araştırma enstitüleri tarafından kullanılan İnternet üzerinden çok noktaya yayın sağlayan bir ağdı, ancak sesli konuşma programları vardı aynı zamanda. İlk kez bugünkü formatındaki podcast içeriklerini, web geliştiricisi Dave Winer tarafından oluşturulan RSS haberlerinin bir uzantısı olarak başladı. 2005’te Apple, iTunes’a “podcatching” yazılımını ve bir podcast dizinini tanıttı ve podcastler o zaman gerçekten şekillenmeye başladı. İlk podcast öncüleri arasında hâlâ Amerika’da popüler olan This American Life’ı tanıtan Ricky Gervais, Adam Corolla ve Chicago Public Media vardı. TÜRKIYE’DEKI KISA TARIHI Podcastler, Türkiye’de M. Serdar Kuzuloğlu ile birlikte ilk kez dile geldi. Bu konuda Kuzuloğlu, 2005 yılında PodcastRehberi.com

adresinden bir web sitesi açtı. Daha sonra 2011’de “Sanal Alem Podcast” adında günlük haberlerin yer aldığı bir podcast dizisi hazırladı ve podcast’in Türkiye’de ilk içerikleri bu şekilde başladı. O zamanlar çok bilinmemesi ve yeterli ilgiyi görmemesinden dolayı çok geçmeden yayın hayatına son verdi. Dünyada podcastlerin büyük bir ivme kazanması ile birlikte Medyapod, Girişimci Muhabbeti, Sokrates Dergi, Zihnimin Kıvrımları gibi podcast içerikleri üretildi. Son olarak podcast içerik üreticilerini bilinçlendirmek amacıyla Podiolab web-sitesi kuruldu. İlk podcast dizisi de “Karanlık Bölge” ismiyle 6 bölüm şeklinde yayınlandı. Podcast içerik tüketimi hızla artarken, podcast içerikleri de hızla yaygınlaşıyor. PODCAST’TEN PARA KAZANMA YOLLARI Podcastler üretilmeye ve yaygınlaşmaya devam ettikçe şirketler ve reklamverenler bu alanda da yatırımlar yapmaya başladı. Spotify, dinleyiciler için sürtünmesiz bir müzik deneyimi sunarken müzik telif bedeli sorununu aşmak için bir yandan müzisyenlerin albümlerini Spotify’a direk yüklemelerine ve buradan gelir elde etmelerine

7


2020 / Sayı 15

8

imkân sağlayan bir altyapıya geçti. • Geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmış podcastler büyük miktarda dinleyiciler için reklam geliri elde etmeye başladılar. AdvertisingCast verilerine göre, ortalama 30 saniyelik (1K dinleyici başına) yaklaşık olarak 120 Türk Lirası, 60 saniyelik reklam için 170 Türk Lirası kazanç elde etmektedir. • ABD’li podcast kanalı olan Ringer, 2018’de yaklaşık 420 milyon indirme yapmış ve 15 milyon dolarlık reklam geliri (ödeme duvarı sayesinde) elde etmiştir. • Düşük kitleye sahip podcast üreticilerine örnek olarak ise; • ABD’li tarihi konularda podcast üreten Bowery Boys adlı podcaster Patreon aracılığıyla aylık 3.800 dolarda fazla gelir elde etmektedir. • “Soldaki Son Podcast” adlı podcast kanalı ise patreon aracılığıyla aylık 57.000 dolar gelir elde etmektedir. Ki bu kanalların takipçi sayıları da düşük. Ayrıca kanal üzerinden gömlek satıyorlar ve farklı şehirlerde düzenli canlı şovlar yapıyorlar. • Daha fazla örnek görmek için Patreon arama kutusundan “Podcast” yazıp bakabilirsiniz. Ayrıca daha farklı podcast içeriklerinden gelir elde etmek için aşağıdaki yöntemleri uygulayabilirsiniz:

• Sponsorluklarla para kazanın • Bağışlar ve kitle fonlamasıyla para kazanın • Satış ortağı bağlantıları ile para kazanın • Ücretli içerikle para kazanın • Ürün satarak para kazanın • TÜRKIYE’DE PODCAST IÇERIK ÜRETEN YAYINCILARIN GÖRÜŞLERI Nilay Örnek (Nasıl Olunur?): Storytel olarak içerik üreten Nilay Örnek, Podcast hazırlanması ve yayınlanması hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: “Ben iyi bir podcast ve sesli kitap dinleyicisiydim. Kendim podcast yapmayı düşünmemiştim. İlgiyle dinlediğim sesli kitap kitap sistemi olan Storytel’den ‘Biz bir podcast serisine sponsor olduk, siz de bir şey yapmak ister misiniz acaba?’ sorusu geldi. Yenilik denemeyi severim; gazetecilik de var işin ucunda. ‘Olur’ dedim. 2019 Şubatından bu yana ‘Nasıl Olunur?’u yapıyorum.” Örnek, “Yayınları hazırlamak için ne kadar çaba sarf ediyorsunuz?” sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor: “Bir taraftan birçok insan programa katılmak istiyor, bir kısmını ben kovalıyorum, bekliyorum. İnsanları rahat ettirmek için uzun ön yazışmalar ya da konuşmalar yapıyorum bazen. Sonra o insanların ne yapıp ettiğine çalışıyorum, varsa kitaplarının tamamını

okumaya çalışıyorum. Sonra çekim yapıyoruz. Röportajları uzun tutuyorum. Sonra edit (düzenlemek) için masa başına geçiyorum, zaman kodları yazarak edit notları çıkarıyorum. Sonra genellikle Storytel ekibinden biri, kısaltmaları teknik olarak yapıyor. Ses ayarları yapılıyor, aradaki cızırtılar vs. gideriliyor. Bir kaydı (1 saatin üzerinde yayınlar bunlar) en az 3-4 kere daha dinliyorum. Sonra metnini yazıp gönderiyorum Storytel’e. Yayınlıyorlar onlar da. Ama ben paylaşılması, yayılması, insanların tepkilerine yanıtlar hepsine severek vakit ayırıyorum. Kıymet veriyorum. Kısacası bir bölüm, benim için en az 1 hafta. Ben Storytel’den her 13 bölüm için bir telif alıyorum.” MEVLÜT OĞUZ (DERKENAR/ PODCAST KURDÎ): Kürtçe olarak kültür sanat podcast içeriği üreten Mevlüt Oğuz ise şunları söylüyor: “Ocak 2019’dan beri Alman WDR için freelance olarak çalışmaya başladığımdan beridir, podcast yapıyorum. Daha doğrusu Köln Radyosu Kürtçe servisi için radyo haberleri (bir tür podcast. Podcast diyorum çünkü haberler daha sonra internet sitesinde podcast olarak yayımlanıyor) yapıyordum.”


2020 / Sayı 15

Çocuklarıma iyi bir gelecek sağlamak için bisiklet tamiri yapıyorum

İ

pekyolu İlçesi’ne bağlı Hacıbekir Mahallesi, Van’ın en yoksul mahallesi olarak biliniyor. Özellikle 1990’larda köy boşaltmalarının sonucunda Şırnak ve Hakkâri’den gelen binlerce kişi, bu mahalleye yerleşti. Köy yaşamını bırakmak zorunda kalan bu kişiler, Van’da çeşitli işlerde çalışarak hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor. Bunlardan biri de 48 yaşındaki 5 çocuk annesi Fatma Can. Yıllar önce eşini trafik kazasında kaybettikten sonra tek başına kalan Can, belki de vaktiyle kendisinin aklına bile gelmeyen bir meslekle çocuklarını büyütüyor. Bir komşusunun önerisi üzerine bisiklet tamir atölyesi açan Can, şimdi İpekyolu’ndaki bu atölyesiyle hem kendi çocuklarını hem de diğer çocukları mutlu ediyor. Çocuklarına iyi bir gelecek sağlamak için bisiklet tamirciliği yaptığını ve bisiklet tamirciliğinden iyi bir gelir elde ettiğini söyleyen

4 Ağustos 2020

Can, böyle devam etmesi durumunda yanında kadınlara da istihdam alanları açmayı planlıyor.

gibi kendi çocuklarımı ve diğer çocukları da mutlu edebilmenin mutluluğunu yaşıyorum” dedi.

“KOMŞUMUZUN ÖNERISI ÜZERINE BISIKLET ATÖLYESI AÇTIM” Hacıbekir Mahallesi Mahsur Sokak’ta yaşayan Can, eşini trafik kazasında kaybettikten sonra uzun bir süre farklı işlerde çalıştı. Ancak toplumun “dul kadın” algısı nedeniyle kendi işini yapmaya karar verdi. Çalışırken çocuklarına fazla vakit ayıramadığını ancak açtığı bisiklet tamirciliği nedeniyle şimdi çocuklarına daha çok vakit ayırdığını belirten Can, “Bisiklet işini bir komşumuzun önerisi üzerine açtım. İyi ki bu işe girdim. 1 yıldır bisiklet tamiri işini yapıyorum. Öncelikle teker patlaklarını yapmayı öğrendim, daha sonra bisiklet freni, bisiklet boyamayı, küçük olan işleri başardım. İyi para kazandığım

“ÇOCUKLARIM IÇIN MÜCADELE EDIYORUM” Uzun bir süre önce eşini kaybeden Can, en büyük çocuğunun liseyi bitirdikten sonra okumadığını diğerlerinin de ilkokul ve ortaokula gittiğini söyledi. Can, şimdiye kadar çocuklarının kimsenin muhtaç olmadığını vurgulayarak “Eşimi kaybettikten sonra manevi anlamda çok büyük sıkıntılar çektim. Çocuklarıma hem annelik hem de babalık yaptım. Kimseye el açmadan, minnet etmeden çocuklarımı büyüttüm. Elim, ayağım tuttuğu sürece de çocuklarımı kimseye muhtaç etmeyeceğim. Kendi çocuklarım için, gelecekleri için mücadele ediyorum” diye konuştu.

Haber Yazısı

Yunus Duman / Van

9


2020 / Sayı 15

10

İstanbul’un güzel yıllarına tanıklık eden mavi gözlü iki insan: Söylemez ve Barut

Haber Yazısı

Yağmur Kaya / İstanbul

4 Ağustos 2020


2020 / Sayı 15

Hasan Söylemez

O

rdulu Söylemez, emekli ama boş durmamak için kalem, yara bandı satarak sokaklarda yaşıyor. Samsunlu Barut ise ortaokuldayken okulu bırakıp İstanbul’a gelmiş, hem kuşyemi satarak hem de fotoğraf çekerek yaşamını sürdürüyor Hasan Söylemez ve Fikri Barut, İstanbul’un en renkli, en cıvıl cıvıl yıllarına tanıklık etmiş iki Karadenizli. İstanbul’un eski halini bilen, geçmişinin güzelliği hafızlarından silinmeyen bu iki tanık da şimdinin tek düze yaşantısına “Ah” edenlerden. Söylemez, kalem, yara bandı satarak sokaklarda yaşarken, Barut ise 40 yıldır hem fotoğraf çekerek hem de kuşyemi satarak geçimini sağlıyor. “İstanbul, İstanbul olalı böyle keder görmedi” desek, yeridir. Sezen Aksu’nun bu şarkı sözü belki bir aşka yakarış ama son siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel düzlemde binlerce yıl farklı medeniyete ev sahipliği yapmış; içerisinde farklı milliyetlerin pek “kardeşçe” olmasa da iç içe yaşadığı bu

kent, son düzlük dediğimiz -son 10 yıllık- süreçte betona, ranta dönüşmüş durumda. Öyle ki Eminönü merdivenlerine oturduğunuzda; gözünüze önce Galata Kulesi değil, hemen sahilde inşaat halindeki binalar çarpıyor. “Ne gerek vardı bu güzelim şehrin siluetini bozmaya” demekten, kendinizi alıkoyamadığınız bir ruh haline sahibiz çoğumuz. İstanbul’un en görkemli yerlerinden biri de Eminönü. Tarihi camileri, kiliseleri, hamamları, çarşıları ile binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği bu ilçe; 1970’li yıllardan beri iki insana da kucak açmış. Yıllardır dimdik, bütün görkemiyle ayakta… Evet, iki mavi gözlü Karadenizliye de ev sahipliği yapıyor kaosun kozmosa dönüştüğü bu meydan. Belki ayrıştırıcı bir ifade kullanıyormuşum gibi gelebilir ama özellikle belirtmemdeki neden, zihnimin beni Karadeniz’in o mükemmel, bereketli topraklarına götürmesi. “Ne işimiz var bizim burada? Neden kendi toprağımız da yaşamıyoruz da elimizde siyah bir poşet, poşetin içinde kalem,

yara bandı, selpak satarak 2030 liraya tamah edip geçinmek zorunda kaldık. Nedir bizden alınıp bizi büyükşehrin girdabına iten nedenler? Eminönü’nde bulunan Yeni Camii’nin hemen yanında tanesi bir buçuk liraya kuşyemi satarak yaşama tutunmaya çalışmak… İntihar etmeyeceksek çalışalım bari!” Elimde fotoğraf makinesi, sırtımda ağır sırt çantam ile haber yapmak için çıktığım yolda, aklıma ilk gelen güzergâh Eminönü oluyor. Otobüsten iner inmez etrafa bakınıyorum hemen ileride bıkkın ve yılgın bir kitleyle karşılaşıyorum; karşılaştığım gibi içine karışıyorum, dahil oluyorum. Eminönü Meydanı’nda hemen Yeni Camii’nin yanında, az ileride uzun boylu kuşyemi satıcısı dikkatimi çekiyor. Yanına yaklaşıyorum. Yeşilçam aktörlerini andıran şekli şemali ile gölgeli, derin bakışları ile meydanda antik bir Yunan tanrı-heykeli gibi durmuş, kuşyemi satmaya çalışıyor. Tanışıyoruz Fikri Barut ile. Fotoğrafını çekmek için izin istiyorum Barut’tan. “Tabii ki çekebilirsin demesi” ile

11


2020 / Sayı 15

12

birkaç pozunu çekiyorum. Kendisi ile söyleşi yapmak istediğimi belirtince, “İsmimi Google yaz, benim kim olduğum orada yazıyor. Bir bak, ondan sonra konuşuruz” diyor. Bunu üzerine yanından ayrılıp bir cafeye geçerek, dediği gibi kendisini araştırmaya başlıyorum. “Yeşilçam artistlerine benziyor” demekle yanılmadığımı yaptığım kısa araştırmada anlıyorum. Cafeden ayrılıp Fikri Barut ile söyleşi yapmak için yola koyulduğum sırada, boynumda fotoğraf makinesi dikkatini çeken Hasan Söylemez, makinemi işaret ederek, “Ne çekiyon?” diye soruyor. Siyah kumaş pantolonu, içinde mavi tişörtü, tişörtün üzerine giydiği siyah montu, elinde siyah poşeti… “Her şeyi” diye cevap veriyor ve bu kez “Sizin de fotoğraflarınızı çekebilir miyim?” diye ben soruyorum. “Evet” diyen Hasan Söylemez’in birkaç fotoğrafını çektikten sonra söyleşi yapmak istediğimi söylüyorum. Ordu Ünyeli olan Hasan Söylemez, 69 yıldır İstanbul’da yaşadığını anlatıyor. “Kimse yok. Ailem öldü” dedikten kısa bir süre

sonra nedendir bilinmez, Ünye’de bir kızı olduğunu belirtiyor. Yakında kızını ziyaret için Ordu’ya gideceğini söyleyen Söylemez, “Ama çok kalmam” diyor sonra. Elindeki büyük siyah poşetin içinde kalem, peçete, yara bandı satarak yaşamını idame ettiren Söylemez, aynı zaman da emekli olduğunu, boş durmamak için çalıştığını bildiriyor. Üsküdar’a arkadaşlarını ziyarete gideceğini ifade eden Söylemez, “Her yerde arkadaşlarım var. Akşama doğru da Bakırköy’e gideceğim. Gece yine Eminönü’ne gelirim” diye konuşuyor. Söylemez, İstanbul’un en iyi seyyahlarından ve geçmişini en iyi bilen isimlerinde biri olsa gerek ki bulunduğumuz noktanın bir zamanlar deniz olduğunu ve nereyi tam olarak kastettiği belli olmadan “Taa, oraya kadar deniz vardı” diyor. Sokakta yaşadığını, kışın ise İstanbul Belediyesi’nin desteği ile bir çatı altında kaldığını belirten Söylemez, “Benim işlerim var. Soruların bitti ise ben gideyim” diyerek Üsküdar Vapuru’na doğru arkasına hiç bakmadan hızlı adımlarla yanımda ayrılıyor.

“GÖRDÜĞÜM HER YÜZÜ ÇEKERDIM” Söylemez’in yüzümde yarattığı tebessüm ile Fikri Barut’un yanına gidiyorum. Barut ile daha önce de birçok kez söyleşi yapılmış. Kendisinin fotoğraflarının uluslararası birçok fotoğraf sergisinde sergilendiğini ifade ediyor Barut. Samsun Çarşambalı olan Barut (62), ortaokul birinci sınıf öğrencisi iken okulu bırakıp İstanbul’a geldiğini bildiriyor. “Babam çok uğraştı okumam için” diyen Barut, İstanbul’a ağabeyinin yanına gelerek kısa sürede iş bulduğunu ve para kazanmaya başladığını anlatıyor. Küçük yaşta para kazanmanın, eline sıcak paranın geçmesi ile okulun o an gerekli olmadığını düşündüğüne değinen Barut, “Ama keşke babamı dinleyip okusaydım” diyerek pişmanlık duyduğunu söylüyor. “Yine de şükür” diyen Barut, çok güzel yaşadığını, o dönem kimsenin sahip olmadığı şeylere sahip olduğunu ifade ediyor. Bir gün ağabeyinin eline Polaroid marka makine vermesiyle “Gülen yüzler çektiğini” belirtiyor


Barut. Mutsuzluğu yüzünden okunan insanların fotoğraflarını çekmediğine dikkat çeken Barut, bunun nedenini ise, insanların ömür boyu saklayabileceği o fotoğraflara yeniden bakıp da mutsuz olmalarını istemediği şeklinde açıklıyor. 40 yıl boyunca hem kuşyemi satarak hem de fotoğraf çekerek yaşamını sürdürdüğünü kaydeden Barut, dijital telefonların çıkması, teknolojinin hızla gelişmesi ile fotoğraf çekmeyi bıraktığını söylüyor. Tabii buna ilerleyen yaşını da dahil ederek. “Gençken kimse bana yetişemezdi. İstanbul’u karış karış dolaşır, fotoğraflar çeker, gördüğüm her yüzü çekerdim. Şimdi dizlerim tutmuyor’ diyen Barut, Yeşilçam oyuncuları ile çok samimi arkadaşlıklar kurduğunu, Eminönü’nde çekilen Yeşilçam filmleri ile herkesin ulaşmakta zorluk çektiği o günlerde, kendisinin film setlerinde Yeşilçam oyuncuları ile hasbihaller ettiğini gözlerini ufka dikip o günleri tekrar yaşarcasına anlatıyor. Eminönü’nde tanıdığı her arkadaşının en az kendi hayatı

kadar maceralı, renkli bir yaşam hikâyesinin olduğunu ifade eden Barut, şöyle devam ediyor: “Bizler bu ülkede olabilecek bütün güzellikleri gördük. Şimdi bakıyorum da insanlar hepsi tek renk gibi. Mutsuz, kaygılı… Bu şehir o vakitler bu kadar kalabalık değil, bu denli betona gömülmemişti. Her milliyetten insan gelirdi şu meydana. Şimdi ne kendi insanımda ne de dışardan gelen insanlarda o renklilik, farklılık yok.” Sabah 7’den akşam kuşlar yuvalarına gidene kadar Eminönü Meydan’ında olduğunu dile getiriyor Barut. Eşinden yıllar önce ayrıldığını belirten Barut, “Gençtim. Çok para kazanıyordum. Hırpaladım haliyle hanımı. İş işten geçti tabii. Şimdi pişman olsan neye yarar. Kızımda kalıyorum. 4 çocuğum var. 3 oğlan biri kız. Keşke bütün çocuklarım da kız olsaydı. Kız çocukları anaya babaya çok hayırlı. Memlekete gider miyim ilerde! Belki!” diye sözlerini sürdürüyor ve eşine bir zamanlar deliler gibi aşık olduğunu bir an da söylüyor.

“ÖYLE BAŞLADI MACERAMIZ” “Çok yakışıklıyım. Tabii gençken” diyince “Hâlâ da öylesiniz” diyorum. Gülüyor, Barut. Başlıyor eşi ile evliliğe giden ilk yolu anlatmaya. “Gencim. Çok yakışıklıyım. Yakışıklı olduğumu herkes söylerdi. Mahalledeki kızlar âşıktı bana. Tabii ben de çapkındım. Ama gönlümde tek o vardı. Dedim ya aynı mahalledeyiz diye. Bir gün sokakta yürürken gördüm. ‘Ne yapayım ne edeyim’ diye kendimi yiyip bitirirken, elimdeki kibrit kabına ‘Seni seviyorum’ diye yazıp hızla yanından geçerken önüne attım. Eğilip aldı. Cevap göndermişti o da. ‘Sen çok çapkınsın. Mahalledeki kızlar sana âşık diye’. İlk görüşmemizde ‘Gel kaçalım’ dedim. İkiletmedi. Öyle başladı maceramız.” İki saatte, üç mevsimi aynı anda yaşadığımız İstanbul’da, yağmurun hızla yağmaya başlaması ile ‘Islanma. Daha sonra gelir kaldığımız yerden devam ederiz sohbetimize’ diyen Barut’un yanından, daha fazla ıslanmamak için koşar adımlarda ayrıldım.


2020 / Sayı 15

14

Van’da kadına yönelik şiddetin boyutları

Haber Yazısı

Oktay Candemir / Van

6 Ağustos 2020


2020 / Sayı 15

Serap Güvenç

V

an’da son bir yıl içinde 22 kadın katledilirken, 7 kadının intihar etmesi dikkat çekti. Son 6 aydır yaklaşık yüz kadın şiddet gördüğü için boşanma ve psikolojik destek talebinde bulunurken, Özalp’te 18 yaşındaki C.A ve Van merkezde 3 çocuk annesi bir kadın henüz bilinmeyen bir nedenle intihar etti. Yine Van merkezde bir kadın şüpheli bir şekilde evinde asılı olarak bulundu. YAKA-KOOP: KORUMA KARARI OLAN KADINLAR KORUNMUYOR Kadına yönelik şiddet, kadın intiharı ve cinayetlerinin artmasını değerlendiren Van S.S. Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi (YAKA-KOOP) aktivisti Gülmay Gümüşlü, son dönemlerde kadın muhtarlarla görüştüklerini belirtip “Onlar bize bilgi vermedikçe maalesef müdahalede bulunmakta geç kalıyoruz. Kadına yönelik şiddet cinayete dönüşüyor ve bu yüzden kadına karşı toplum olarak duyarlı olmak zorundayız” dedi. Kadına yönelik cinayetlerinin artmasının sebebinin cezasızlık olduğuna dikkat çeken Gümüşlü, “Van genelinde şüpheli kadın intiharları da arttı. Bunun artacağını

tahmin ediyorduk. Bunun hâlâ da sürdüğünü görüyoruz. Kadınlara çağrımız şiddete uğradıklarında bize başvurmalarıdır” diye konuştu. “BIZI ERKEKLER ARAMAYA BAŞLADI” Son zamanlarda sığınma evini erkeklerin aramaya başladığını kaydeden Gümüşlü, şunları söyledi: “İnternette bizi bularak ‘Eşim nerede’ diye soran erkekler var. Pandemi süresinde kadına yönelik şiddet arttı. Bostaniçi Mahallesi’nde bir kız çocuğu (13) babasının annesine uyguladığı şiddeti bize anlattı. Üç defa koruma kararı alınmasına rağmen babasının annesini makas ile öldürmeye çalıştığını söyledi. Koruma altında olan kadınlar dahi çok büyük risk altında. Yani bu süreçte biz YAKA-KOOP olarak kadın muhtarlarla görüşüyoruz. Onlar da bize şiddetin çok arttığını söylüyorlar. Bizler muhtarlarla çalışmak istiyoruz. Bizler ihbar etmedikçe kadına yönelik şiddet, cinayete dönüşüyor ve bu yüzden kadına karşı toplum olarak duyarlı olmak zorundayız.” Gümüşlü, sözlerini şöyle tamamladı: “Özellikle şunu söyleyebilirim, son bir yıldır

kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddette artış olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni ise cezasızlık. Bununla ilgili geçmişte yaptığımız araştırmalarda ve şu ana kadar bir şekilde intihar diye yansıtılanların aslında cinayet olduğunu gösteriyor. Pandemi süresince bunun artacağını tahmin ettik ve öyle de oldu. Pandemi süresine yine kadın cinayetleri devam ederken, kadına yönelik şiddetin arttığını gördük.” STAR KADIN DERNEĞI: KADINA YÖNELIK ŞIDDETTE FARKLI YÖNTEMLER UYGULANDI Van STAR Kadın Derneği Başkanı Serap Güvenç ise kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin arttığını söyledi. Kadınlara yönelik farklı şiddet türlerinin uygulandığını kaydeden Güvenç, bu süreç içinde ellerine ulaşan verilerde erkek şiddeti sonucu hayatını kaybeden, yaralanan kadın sayısının arttığını belirtti. Kadına yönelik şiddeti fiziksel ve psikolojik olarak ikiye ayrılan Güvenç, sona 6 aydır yüzün üzerinde kadının şiddete ve istismara maruz kaldığını vurguladı.

15


2020 / Sayı 15

16

Pandemi döneminde temizlik işçileri… İnsanların duyarsızlığı işçilerin sağlığına büyük tehdit oluşturuyor

Eylem Yılmaz / İstanbul

Haber Yazısı

T

emizlik işçilerinin en büyük problemi, insanların kullandıkları eldiven ve maskeleri tüm uyarılara rağmen hâlâ sokağa atıyor olmaları… “Bizim için alınan bir önlem yok” diyen işçiler, uyduruk maske ve iki haftada bir eldiven verildiğini, sağlıklarının tehdit altında olduğunu anlatıyorlar Türkiye’de 11 Mart 2020 tarihinde ilan edilen karantina ile birlikte herkes evlerine kapandı. Sadece kuryeler, çöpçüler – temizlik işçileri- gibi çalışmak zorunda olanlar hariç… Onlar büyük risk alarak çalışmalarına devam ettiler. Karantinayı bir de

temizlik işçilerinden dinledik… Toplum sağlığının önemli şartıdır çevre temizliği. Bunun için belediyeler, vergilerimizle temizlik işçilerini görevlendirir. Peki, onların sağlığını şu pandemi döneminde ne durumda? Temizlik işçilerinin en büyük problemi, insanların koronavirüsten korunmak için kullandıkları eldiven ve maskeleri tüm uyarılara rağmen hâlâ sokağa atıyor olmaları. Bu sorumsuzluk nedeniyle onlar, evlerinde çocuklarına sarılamıyor, her gün başlarına ne geleceği korkusuyla çalışıyorlar. Bakırköy, Ataköy, Fatih belediyelerinde çalışan temizlik

7 Ağustos 2020

çalışanları, karantina sürecinde insanların çöplerini camlardan attığını anlattılar. Bu durum, onlar için yeni olmasa da karantina döneminde artış göstermiş, iş yüklerini arttırmış. “İnsanlar sağlıkları için sokağa çıkmaya korkuyorlardı, çöplerini camdan atıyorlardı” diyen Bakırköy Belediyesi temizlik görevlisine, belediyenin kendileri için ne gibi önlemler aldığını sorduğumda şu çarpıcı bir yanıtı alıyorum: “Allah’a emanet yaşıyoruz. Bizi düşünen yok. Sağlığımız için kapıya bir ateş ölçer cihaz kondu o kadar. Test yapılmıyor. Dört arkadaşımız yüksek ateşle hastaneye gitti, işte o zaman test yapıldı. Bunun


2020 / Sayı 15

üzerine biz şantiyelerde doktorlar görevlendirilsin dedik ama yapmadılar.” “ADAM MASKESINI ÖNÜMÜZE ATIP ‘IŞIN NE TOPLA’ DIYOR” Bu süreçte insanların genel olarak tavırlarını sorduğumda bir başka görevliden çarpıcı bir yanıt daha geliyor: “Adam maskesini çıkarıp önümüze atıp, gidiyor. Niye böyle yaptın diye söylendiğimizde ‘İşin ne topla’ diyor. Yolun ortasına bile atan oluyor. Bizim bir şey söylemeye hakkımız yok. Yasak. Karantina sürecince insanlar çöplerini camlardan daha çok atmaya başladı. Bu hep olan bir şey ama karantinada çok arttı. İnsanlar aşağı inmeye korktukları için camdan atıyorlar. Eskiden kafamıza atıyorlardı. Bir arkadaşımız bu yüzden yaralanmıştı, kafasına dikiş atılmıştı. Koronavirüs nedeniyle tedbir amaçlı takılan eldiven ve maskeler, sokaklara gelişi güzel atılıyor. Özellikle ilçe pazarı sonrası ortalık, yerlere atılan eldiven ve maskelerden geçilmiyor. Bu, vatandaşlar tarafından da tepkiyle karşılanıyor.” Bakırköy Belediyesi’nde görevli temizlik işçileriyle konuşmamızın devamında işçiler, sıkıntılarını şöyle anlatıyorlar: “Kıyafetlerimizi kendi imkânlarımızla alıyoruz. Yalan yok, yeleğimin parçalarını çöpten buldum da diktim. Kıyafeti anlaştıkları bir şirkete her sene diktiriyorlar, alan alıyor. Birer tane dağıtılıyor. Bizim iş pis iş, boya dökülüyor ya da yırtılıyor. Yedek kıyafet gerektiğinde yok deniliyor. Kendi cebimizden alıyoruz. Ayakkabılar da öyle bazen patlıyor. Hijyen diye bir şey yok. Allaha emanet çalışıyoruz. Bizim için alınan bir önlem yok. Uyduruk bir maske veriyorlar. Bir de iki hafta bir eldiven veriyorlar, başka bir şey yok. Maske en azından toz topraktan koruyor. Sağlığımız tehdit altında. Vatandaş, sokakta konteyner istemiyor. Kokuyor, kirli görünüyor diye istemiyorlar. Ama bu bizim işimizi kolaylaştıran bir şey. Bir sokağı baştan aşağı yürüyüp çöp toplamak var bir de arabayla gelip konteyner toplamak var. Çevre kirliliğini önlemek adına da iyidir konteyner. Karantinada iş yükümüz

biraz azaldı. Bir tek ulaşımda sorun yaşadık. Bazen yürüyerek eve gitmek zorunda kaldık. Maaşımız düzenli ama hep kesinti yapılarak yatıyor. Yol ve yemek düşürülüyor. Araçlarımız eski ve bakımı yapılmıyor. Kadrolu mu, sözleşmeli mi, taşeron muyuz belli değil. Temizlik işlerine de bizi gönderiyorlar. Okulda hademenin yapacağı temizliği bile biz yapıyoruz. Kadroya ne zaman geçeceğiz onu merak ediyoruz.” TEMEL PROBLEMLER Yaptığımız görüşmelerden, Türkiye’de koronavirüs önlemlerine hâlâ uyulmadığı ve bunun işçilerin sağlıklarına büyük tehdit oluşturduğunu gözlemledim. Gerek belediyelerin sağlık ekipmanlarının yetersizliği gerekse insanların duyarsızlığı işçilerin sağlığına büyük tehdit oluşturuyor. Çöp toplama araçlarının bakımlarının yapılmaması ve eski olmaları da işçilerin kendi hayatlarından endişe etmelerinin bir diğer nedeni olarak öne çıkıyor. Kadrosuz çalışan işçiler, her türlü iş güvencesinden de yoksunlar. Kendi aralarında oluşan kadrolu-kadrosuz, sözleşmeli-kadrolu, taşeron gibi ayrımlar mobbingin sıklıkla yaşanmasına neden oluyor. Dört yıldır kadrosuz çalışan işçilerin en büyük talebi kadroya geçmek. Ancak bu talepleri konusunda üyeleri oldukları DİSK ve Belediye-İş sendikalarından dahi yardım alamadıklarını, yalnız bırakıldıklarını belirtiyorlar. YERLERE ATILAN MASKE, ÇOK CIDDI RISK Bilim Kurulu üyelerinden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya birçok yetkili, maske ve eldivenlerin sokağa atılmaması hatta çöpe atarken bile iyice kapalı olduğuna emin olarak atılması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyor. Aksi durum, atık toplayan işçilerden tutun toplumda herkesin sağlığını tehdit ediyor. Son olarak Yeditepe Üniversitesi Hastaneleri Tıbbi Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Pınar Çıragil’e kulak verelim. Çıragil, üniversitenin web sitesinde yayımlanan ve çeşitli yayınlarda yer alan haberde durumun

ciddiyetini şöyle anlatıyor: “Yere atıldığı zaman, atılan maskenin üzerinde yeterli miktarda virüs yükü varsa tutan kişiyi kontamine edebilir ve hastalandırabilir. Bu yüzden hastaysanız, henüz bir hastalık belirtiniz yoksa, hasta olduğunuzu düşünüyorsanız ya da Covid-19 şüphesi taşıyan bir kişiyle aynı evde yaşıyorsanız ve dışarı çıkıyorsanız yani tüm koşullarda maske takabilirsiniz ama çıkardıktan sonra kesinlikle yola direkt atmayalım. Sonuçta evlerinizden çıkıyorsunuz, lütfen mümkünse bir poşet alıp o poşetin içine atın. Atarken de yanlarından içe doğru kapayıp öyle atalım. Çünkü böylece içerideki virüs partiküllerini en azından dışarıya bulaştırmamış oluyorsunuz. Kesinlikle kapalı çöp kutularına atalım. Sokaklarda, ben de bazen maske ve eldiven görüyorum. Biz hep ‘Evden çıkmayın, toplumu koruyalım, hijyen kurallarına uyalım’ diyoruz ve bunu yapmaya çalışıyoruz ama ortalıktaki bu görüntü gerçekten bizim için toplum sağlığını korumak açısından çok ciddi risk olacaktır.”

Temizlik işçilerinin en büyük problemi, insanların koronavirüsten korunmak için kullandıkları eldiven ve maskeleri tüm uyarılara rağmen hâlâ sokağa atıyor olmaları. Bu sorumsuzluk nedeniyle onlar, evlerinde çocuklarına sarılamıyor, her gün başlarına ne geleceği korkusuyla çalışıyorlar.

17


2020 / Sayı 15

18

Mültecilerin sesi: Mülteci Medyası Maaz İbrahimoğlu / İstanbul

Haber Yazısı

T

ürkiye’de 4 milyonu aşkın mülteci yaşıyor. Büyük ölçüde önyargı ile karşılanan mülteciler, en çok geleneksel ve dijital medyada hak ihlallerine maruz kalıyor. İltica, statü, insanca yaşam, çalışma, barınma, sağlık ve eğitim hakları ve bu haklara yönelik talepleri medya kuruluşları tarafından çoğunlukla yok sayılan mülteciler, haberlerde ya dramatize ya da kriminalize edilerek yer alabiliyorlar. Mülteci, gazeteci ve mülteci hakları savunucularının yer aldığı 10 kişilik bir ekipten oluşan Mülteci Medyası, mültecilerin sorun ve haklarının medyada daha sık ve hak odaklı bir biçimde ele alınması için gönüllülük esasıyla

çalışıyor. Ekip, önümüzdeki dönemde hak odaklı mülteci haberciliği ve medyada nefret söylemleri ile etkin mücadele için atölyeler düzenleyip kitapçıklar hazırlayacak. Özellikle Suriye’deki savaşla birlikte Türkiye medyasında mültecilik önemli bir yer tutmaya başladı. Ancak hem sosyal medya hem de ulusal medyada mültecilerle ilgili genellikle olumsuz algı büyüdü. Mülteciler daha çok nefret söylemi içeren haberlerde, kötü olayların faili olarak lanse edildi. Bazı siyasetçilerin de hedef gösterdiği mülteciler, medyanın da eliyle çoğunlukla ötekileştirildi. Haklarında olumsuz pek çok yargı oluşturuldu. Bazı duyarlı

8 Ağustos 2020

gazeteciler, akademisyenler, dernekler ve medya organları bu noktada gerçek, tarafsız, önyargısız ve olumlu çalışmalar yapsa da medyanın önemli bir kısmı mültecilerle ilgili gerçekleri görmezden gelmeye veya olumsuz bir şekilde yansıtmaya devam ediyor. Durum böyle olunca mülteciler de kendini ifade etmek için çeşitli girişimlerde bulunuyor. Mülteci Medyası Derneği’nin öncülüğünde kurulan Mülteci Medyası haber portalı, bir süredir mülteci odaklı haberleriyle kendinden söz ettiriyor. Mülteci Medyası, yaklaşık 10 kişilik bir ekipten oluşuyor. Ekipte mülteciler, gazeteciler ve mülteci hakları savunucuları yer alıyor. Suriyeli mülteciler dışında İranlı


2020 / Sayı 15

ve Afgan mülteci grupları ile temasları var. Ayrıca önümüzdeki dönemde hak odaklı mülteci haberciliği ve medyada nefret söylemleri ile etkin mücadele için atölyeler düzenleyip kitapçıklar da hazırlayacaklar. Kendisi de Suriyeli bir mülteci olan Mülteci Medyası Derneği Başkanı Deysem Siti ile Mülteci Medyası’nı ve mülteci gazeteciliği üzerine konuştuk.

çalışıyoruz. Bu ağda bulunan arkadaşlarımızın bazıları haber gönderiyor, bazıları da mültecilerle ilgili gündeme dair bilgilendirmeler yapıyor. Çalışmalarımıza katılan arasında hem mülteciler, hem gazeteciler hem de mülteci hakları savunucuları yer alıyor. Sadece Suriyeli mülteciler değil onun dışında İranlı ve Afgan mülteci grupları ile birlikte temaslarımız var.

Bize Mülteci Medyası’nın hikâyesini anlatabilir misiniz? Mülteciler, gazeteciler ve mülteci hakları savunucuları tarafından kurulan Mülteci Medyası Derneği, mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin Cenevre Sözleşmesi’ndeki hak ve özgürlüklerin geleneksel ve dijital medyada görünür olması, mülteci hakları odaklı bir medya perspektifinin oluşturulması, bir arada yaşamının önünde engel olan medyadaki nefret söylemlerinin azaltılması ve mültecilerin kendilerinin haberler üretebildiği bir medya platformu oluşturma amacı ile kurulmuştur. Bu amaçla ilk olarak haber sitemizi hayata geçirdik. Yakın zamanda hak odaklı mülteci haberciliği ve medyada nefret söylemleri ile etkin mücadele için atölyeler düzenleyeceğiz, kitapçıklar hazırlayacağız. Mültecilerin sorunlarının ve haklarının medyada daha sık ve hak odaklı bir biçimde ele alınması için insan hakları odaklı bir habercilik pratiğini hayata geçirmek istiyoruz. Yasal ve toplumsal konumları nedeniyle en kırılgan durumda bulunan mültecilerle ilgili gündelik karşılaşmalarda, medyadan edinilen bilginin yönlendirici rolü düşünüldüğünde mültecilerin hak odaklı bir bakış açısıyla haberleştirilmesinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Mülteci Medyası’na geri dönüşler nasıl? Mülteciler takip ediyor mu? Türkiyeliler de okuyor mu? Geri dönüşlerin önemli bir kısmı mültecilerden oluyor. Mesajlar atarak yaşadıkları sorunların haber yapılmasını istiyorlar ya da etraflarında gördükleri sorunları dile getiriyorlar. Bunu özellikle pandemi sürecinde yaşadık. Mülteciler hem kendilerinin hem de komşularının pandemide karşılaştığı hak ihlallerini anlattılar.

Mülteci Medyası nerelere bağlı? Kaç çalışanınız var? Kimler size katkı sunmaya çalışıyor? Yaklaşık 10 kişilik bir ekibimiz var ve hepimiz gönüllülük esasında çalışmalarımızı yürütüyoruz. Kimi arkadaşlarımız günlük haber taraması ve kimi arkadaşlarımız da site editörlüğü yapıyor. Bir dayanışma ağı oluşturmaya

Mülteciler ile ilgili ana akım medyada ötekileştirici bir algı var. Siz bu dile karşı nasıl bir dil kullanmaya çalışıyorsunuz? Biz mültecilerin uluslararası sözleşmelerden kaynaklı hakları olduğunun bilincindeyiz ve haberlerde bu hakların yer almasına önem gösteriyoruz. İltica, statü, insanca yaşam hakkı, çalışma, barınma, sağlık ve eğitim hakları gibi. Örneğin göç etmeye çalışırken “yakalanan” mültecilerle ilgili haberlerde iltica hakkının engellendiğini vurguluyoruz. İşsizliğin sorumlusu olarak mültecilerin gösterildiği haberlere karşı mültecilerin çalışma yaşamında karşılaştığı hak ihlallerini ve mültecilerin asgari ücretin de altında çalışmaya mecbur bırakıldığını anlatmaya çalışıyoruz. Muhalif olduğunu söyleyen yayınlarda bile özellikle Suriyeliler başta olmak üzere mültecilerle ilgili olumsuz haberler öne çıkıyor. Siz Türk medyasının göçmenlerle ilgili bakışını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevcut durumdaki verilere göre, Türkiye’de 4 milyonu aşkın mültecinin yaşadığı bilinmektedir. Türkiye bu rakamla dünyada en

çok mülteciye ev sahipliği yapan ülkelerden birisidir. Böylesi büyük ve yerleşik bir nüfusun karşısında yeterince hazırlığı olmayan Türkiye’de emek, eğitim, sosyal ve kültürel yaşam gibi birçok alanda mültecilerin varlığı Türkiye halkı tarafından büyük ölçüde önyargı ile karşılandı. Türkiye’de geleneksel ve dijital medyada üretilen içerikler ile önyargıları tetiklemekte ve Türkiyeliler ile mülteciler arasındaki uyumu güçleştirmektedir. Bu uyumsuzluk mülteci barındıran diğer tüm ülkeler gibi uzun vadede geri dönülmez toplumsal çatlaklar yaratacaktır. Türkiye’de yaşam mücadelesi veren mültecilerin hak ihlalleri ile karşılaştıkları alanların başında geleneksel ve dijital medya geliyor. Mültecilerin, iltica, statü, insanca yaşam, çalışma, barınma, sağlık ve eğitim hakları ve bu haklara yönelik talepleri medya kuruluşları tarafından yok sayılırken haberlerde ya dramatize ya da kriminalize edilmiş bir şekilde yer alabildiler. Medyada mülteciler, sistematik olarak cinayet, hırsızlık, taciz gibi adli olaylarla anıldı. Güvenlik sorunları ve “terör”le özdeşleştirildi. Olumsuz ekonomik gidişatın ve işsizliğin sorumluları olarak gösterildi. Türkiye’nin demografik yapısına yönelik bir tehdit olarak ve genel olarak bir rahatsızlık ve “gerginlik” kaynağı olarak etiketlendi. Özellikle Suriyeli kadın mülteciler, aileye ve topluma yönelik bir tehdit olarak sunuldu. Vatandaşlık tartışmaları, üniversiteye sınavsız giriş ve “Fırat Kalkanı Harekâtı” gibi konular etrafında yabancı düşmanlığına maruz kaldı. Burayı biraz daha açabilir misiniz? Dramatikleştirilen haberlerde mültecilerin mağduriyetlerine değinilmekte ancak buna karşılık maruz kaldıkları hak ihlalleri ve bu ihlallerin giderilmesine ya da yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik hak talepleri yer bulamamaktadır. Medya, mültecilerin kendi ülkelerindeyken nasıl bir hayatlarının olduğu, hangi şartlar içinde Türkiye’ye geldikleri, Türkiye’de nasıl bir hayat sürdükleri ile ilgili bilgilere

19


2020 / Sayı 15

20

haber değeri yüklememekte; mülteciler haberlerde aktarılan rakamlara, dramatik olayların ya da şiddet olaylarının failleri ya da mağdurlarına indirgenmektedir. Söz hakkı tanınmayarak da düşüncelerini açıklama hakları da yok sayılmakta ve haberlerde kendilerini anlatmaları için fırsat verilmektedir. Bu durum, mültecilerin “sözünün” ve “tanıklığının” değersizleştirilmesine, ihtilaflı durumlarda mültecinin bakış açısının habere dâhil edilememesine ve linç, ayrımcılık, kötü muamele gibi durumlarda yalnızca çoğunluk aktörlerinin görüşlerinin gazete sayfalarına, televizyon ekranlara taşınarak olayın tek yönlü aktarılmasına; böylece ayrımcı yargıların yaygınlaştırılmasına yol açmaktadır. Mültecilere yönelik dezenformasyonlar kendini toplum arasında mültecilere fiili olarak nefret söylemi, yok sayma, ayrımcı uygulama, kavga ve linç girişimleri olarak gösterdi. Mülteci kavramı, içinde kadın, çocuk, işçi, LGBTİ+, engelli, yaşlı gibi birçok farklı aidiyeti barındırır. Tüm bu toplamın yani mültecilerin haklarını ve hak taleplerini ele alan hak odaklı bir perspektif medyada sınırlı yer bulmaktadır. Mülteci Medyası Derneği’nin

üyelerinin öncülüğünde kurulan multecimedyasi.org haber sitesi, bu ihtiyacı dikkate alarak yola çıkmıştır. Türkiye’de dezavantajlı pek çok farklı kesimin (Romanlar, Aleviler, LGBT+ler, Kürtler vd.) hak odaklı yayın organları bulunmaktadır. Mülteci hakları odaklı yayın yapan haber sitesi bulunmadığı gibi mülteci hakları odaklı haber üreten gazeteciler ise sınırlı sayıdadır. Medyanın, toplumsal önyargıların üretilmesine ve yayılmasına neden olabileceği gibi bu ön yargılarla mücadelede etkili bir araca da dönüşebileceği bilincindeyiz. Ayrıca mültecilere ilişkin politika üretmeye çalışan oluşumların yaklaşımlarına yapabileceği etki ve bu konuda çalışan hak örgütlerinin sesini duyulur kılabilmesi açısından da oldukça önemlidir. Türkiye’deki gazetecilerin mültecilerle ilgili eksiklerini de konuşmak istiyorum. Sizce ne tür eksikliklerimiz var? Türkiyeli gazetecilerin mülteci haberleri ile ilgili en önemli eksikliği göç hukukuna yeteri kadar hâkim olamamalarıdır. Aynı gazeteciler/haber siteleri/ ajanslar aynı konuyla ilgili farklı haberde farklı tanımlamalarda bulunabiliyorlar. Örneğin “kaçak

göçmen” olarak tanımlayabildikleri gibi, kimi zaman “sığınmacı”, kimi zaman “mülteci” tanımlaması da kullanabiliyorlar. Öncelikle mültecilerle ilgili temel tanımlamalar ve uluslararası sözleşmelerdeki haklar mültecilerle ilgili haber yapacak gazeteciler tarafından öğrenilmeli. Başka hangi sorunlar var? Gerçeklere ulaşmak için doğru kaynaklara yöneliyorlar mı? Diğer bir sorun ise yukarıda da bahsetmeye çalıştım, mültecilerle ilgili haber yapılırken mültecilerin, mültecilerin kurduğu derneklerinin düşünceleri dikkate alınmıyor. Mültecilerle ilgili bir düzenleme yapılıyor ama bu düzenlemenin etkisi mültecilere odaklanmıyor. Son olarak dil sorunu ne durumda? İlk yıllarda mültecilerle temas etme konusunda ortada bir dil problemi vardı ama artık mülteciler kendilerini dile getirebilecek kadar Türkçe öğrendiler ve bu süreçte bizzat mültecilerin kendileri dernekler kurdular. Bu dernekler aracılığı ile mültecilerle daha kolay temas kurabilirler.


2020 / Sayı 15

21

Temel gelir vatandaşlık hakkı olmalı 10 Ağustos 2020

Haber Yazısı

Sercan Engerek / İzmir


Ü

22

lke ekonomilerinin sınavı hâline gelen Covid-19’la birlikte artan iş ve gelir kayıpları insanları yoksulluğa sürükledi. Ücretli çalışanların, emeklilerin, gündelikçilerin, küçük esnafın yaşam standardı düşerken Vatandaşlık Temel Geliri (VTG) tartışmaya açıldı. VTG Araştırma Geliştirme Kültür ve Yayma Derneği kurucusu Dr. Köylüoğlu, sosyal krizlerin önlenmesi için VTG’nin acilen hayata geçirilmesi gerektiğini belirtip bunun için kapsamlı bir hazırlık içinde olduklarını, 25 Eylül 2020’de bir dilekçe kampanyası düzenlemeyi düşündüklerini açıkladı Hanehalkının temel ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi her geçen gün düşüyor. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) “İşsizlik ve İstihdamın Görümümü Raporunda” geniş tanımlı işsiz sayısı ve tam zamanlı istihdam kaybının 18 milyona dayandığı tespit edildi. Rapora göre, Covid-19 sürecinde ise 10,7 milyon insan işini kaybetti. Türkiye İş Kurumu’nun (İŞKUR) istatistiklerine göre, belirsiz süreyle ücretsiz izne çıkarılan 1 milyon 705 bin 147 kişi, aylık bin 168 lira ile geçiniyor. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) asgari ücretle çalışan güncel işçi verilerini saklı tutarken, 2014’te oran yüzde 40’ın üzerindeydi. Tüm Emekliler Sendikası, 13 milyon emekliden 8 milyonunun aylık 2 bin lira ücretle yaşamını idame ettirdiğini bildiriyor. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (Türk-İş) göre dört kişilik ailenin açlık sınırı 2 bin 406, yoksulluk sınırı 7 bin 838 lira… Türkiye’nin gelir adaletsizliğindeki durumunu ise Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2018 yılına yönelik verileri ortaya koyuyor. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesim, gelirin yüzde 47,6’sına sahip. En düşük geliri olan yüzde 20’lik kesim ise, toplam gelirin ancak yüzde 6,1’ini alabiliyor. TÜİK yıllık 8 bin 892 liranın altında geliri olan hanehalkını “yoksul” kategorisinde değerlendiriyor. TÜİK’e göre, 2018 yılında 11 milyon insan yoksuldu. DİSK-Genel-İş Araştırma Dairesi’nin “Türkiye’de

2020 / Sayı 15

Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk” raporuna göre de ekonomik krizin etkisiyle yoksul sayısı 2019’da 16 milyona yükseldi. Açlığa dair ise resmi bir veri bulunmuyor. Küresel salgının sosyal hayattaki etkilerini azaltmak amacıyla farklı ülkelerde yurttaşa nakit gelir desteği sağlamak üzere yardım paketleri açıklandı. Türkiye’de 100 milyar liralık “Ekonomik İstikrar Paketinin” 2 milyar lirası nakit desteği olarak ayrıldı. İhtiyaç sahibi ailelere bir sefere mahsus 1000’er lira dağıtılacağı duyuruldu. Cumhurbaşkanı’nın başlattığı “Biz Bize Yeteriz” kampanyası kapsamında toplanan meblağ 2 milyar 105 milyonu aştı. Yerel yönetimlerin ihtiyaç sahiplerine çeşitli miktarlarda nakit desteği sağladığı pandemi sürecinde muhalefet belediyelerinin hesaplarına ise bloke konuldu. Ücretli çalışanların, emeklilerin, gündelikçilerin, küçük esnafın yaşam standardı düşerken Vatandaşlık Temel Geliri (VTG) tartışmaya açıldı. VTG, “anayasal hak olarak her bir bireye, herhangi bir sınırlama, ayrım veya şart olmaksızın; temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için diğer gelirlerinden bağımsız, devlet tarafından düzenli olarak ödenen ücret” diye tanımlanıyor. Vatandaşlık Temel Geliri Araştırma Geliştirme Kültür ve Yayma Derneği’nin kurucusu Dr. Ali Mutlu Köylüoğlu beş yıldır VTG üzerine çalışma yürütüyor. Geçen mayıs ayında dijital ortamda konunun ekonomi, siyaset, hukuk alanlarına ve çalışma yaşamına ilişkin yönlerinin ele alındığı ilk kongrenin yöneticisi Köylüoğlu’yla VTG’nin Türkiye’de uygulanma yollarını konuştuk. “Ekonomik sorunlar devam ederken pandemiyle girilen yeni süreçte sosyal krizlerin önlenmesi için VTG acilen hayata geçirilmelidir” diyen Köylüoğlu, kaynak bulunamaması eleştirilerine karşı yolsuzlukların engellenmesi, israfın sonlandırılması ve yerindelik denetiminin yapılmasına dikkat çekti. VTG hayata geçse özellikle de alt gelir gruplarına nasıl bir etkisi olur? Bir sosyal politika yöntemi

hâline gelebilir mi? VTG özellikle de işsizlik, yoksulluk, toplumsal refah, sosyal adalet ve gelir dağılımındaki dengesizlikler, bireysel ve organize suçlar, terör, eğitim ve sağlık; kısaca insanlık ile ilgili birçok konuda vatandaşlarımıza onurlu bir şekilde yaşama kabiliyeti kazandıracak kapasiteye sahiptir. Ekonomik bağımsızlığı olan, kolu bükülemeyen, tercih yapabilen bireyler olmaları için yaşamsal önemde katkı verebilecektir. Vatandaşlarımız, vatandaş olduklarını hissedebilecektir böylece. Bir de şu var: Savunduğumuz VTG, onu alanlar veya almayanlar gibi ayrışmalara zemin hazırlamayacağı için bir sınıf ayrımına kesinlikle vesile olmayacak. Herhangi bir bürokrasi; yani başvuru süreci, başvuru değerlendirmesi, belgeleme, beyan etme ve benzeri uygulamalar gerektirmeden pratikleştirilecek bir uygulama olacak. Bu yönleriyle hem devlete artı bir iş yükü getirmeyecek hem de kimseyi rencide etmeden hayata geçirilebilecek. “KAPSAMLI BIR KÜLTÜREL DEĞIŞIMI GEREKTIRIYOR” VTG’nin devletin hâlihazırda vatandaşa sağladığını öne sürdüğü sosyal yardımlardan tam olarak farkı ne? VTG, özü itibariyle kesinlikle bir klasik yardım uygulaması değil. Bir vatandaşlık hakkının tanınmasıdır. Birilerinin lütfedip yardım ettiği, kamu kaynakları üzerinden meşru veya gayrimeşru kaynak transferine vesile olduğu, birilerinin de bu lütfu kabul etmek zorunda kaldığı bir mekanizma değil. “Lütfedenler veya yardımcı olanlar” ile “lütfu veya yardımı kabul etmek zorunda kalanlar” gibi bir mantalitenin tamamen karşısında. VTG, kültürel anlamda kapsamlı bir değişimi hem gerektiren hem de şekillendiren bir karaktere sahiptir. Vatandaşlara bir temel gelirin sağlanması onları çalışmamaya veya amiyane tabirle, tembelliğe iteceğine dair bazı çevreler tarafından eleştiri getirilebilir. Siz böyle bir eleştiriye ne yanıt verirsiniz? Bugüne kadar çok sayıda


2020 / Sayı 15

VTG konulu pilot uygulama veya deneysel çalışma yapıldı. Bu çalışmalar sırasında, VTG’nin insanları tembelliğe iteceğine dair söylemin doğru olmadığı gözlendi. Kaldı ki VTG konulu çalışmalar sınırlı süre ve küçük deney grupları ile yürütülmüş olmaları sebebiyle VTG’nin toplum üzerindeki olumlu dokunuşunu tam olarak yansıtamıyorlar. Ama bu hâlleriyle bile lehte sonuçlar elde edilmiş olması son derece ümit vericidir. Dolayısıyla ben VTG’nin insanlığı tembelliğe sürükleyeceği söylemine katılmıyorum. Tam tersi insanları yaratıcılığa, kendini geliştirmeye, istediği konuda çalışma yapmaya, istekle çalıştığı için daha verimli olmaya taşıyacaktır. Bu noktada VTG’nin çalışma yaşamında vatandaşlarımıza işverenle vereceği güçlü pazarlık kabiliyeti de çok önemlidir. VTG uygulaması, vatandaşlarımızı kötü ve hatta ölümcül şartlarda, istemediği işlerde sırf karnını doyurmak için çalışmayı kabul etmek zorunluluğundan da kurtaracaktır. Her yurttaş temel bir gelire kavuştuğunda işletmelerin işgücünü kullanabilmek için çalışma koşullarını iyileştirmesi kaçınılmaz olacaktır. Yine mevcut sistemin yarattığı fırsat eşitsizliklerinin giderilmesi adına

bir çözüm olabilir temel gelir. “VTG’NIN BIR HAK OLDUĞU NET OLARAK ORTAYA KONMALI” VTG’nin gerçekleşebilmesi için anayasal bir değişiklik yapılmasını belirtmiştiniz bir konuşmanızda. Bu da muhtemelen Meclis’te yapılabilecek bir çalışmayı gerektirir. Vatandaşlık gelirinin anayasal bir hak olarak tanınması için ne yapılmalı? -VTG devletin vatandaşa salt kaynak aktarması şeklinde konumlandırılmamalıdır. Sonuçta tabiî ki kamu kaynakları üzerinden finanse edilecek ama VTG’nin bir hak olduğu net olarak ortaya konmalı. Bu çerçevede de bir anayasal hak şeklinde hayata geçirilmesi anlayışı yaygınlık kazanmalı öncelikle. Konuyu kamuoyunda yaygın bir şekilde tartıştırabilirsek anayasal hak olarak benimsenmesi ve uygulanması da mümkün hâle gelebilir. Unutmayalım ki rüzgâr VTG lehine esmektedir. Siyasî partilerin temel geliri programlarına alabilmeleri mümkün mü? Gerçekleşebilmesinin önünde ne gibi engeller var? VTG’nin hayata geçmesi noktasında dünyada ve

ülkemizde tipik üç ana problem ile karşılaşmaktayız. Birincisi, VTG’nin olumlu anlamda vatandaşlarımıza ve ülke ekonomisine kazandırabileceklerinin yeterince bilinmiyor olması… İkincisi, önemli sayıda siyasî partinin, parti kimliklerini gitgide kaybederek halkımızın problemlerini çözme iddiasından uzaklaşmakta olmaları… Üçüncüsü ise yine bazı siyasî oyuncuların VTG’nin adını kullanmakla beraber içeriğini değiştirme, içini boşaltma ve mevcut/eski bazı politikalarını sanki VTG’nin muadiliymiş gibi konumlandırma çabası… “PANDEMI KOŞULLARI VTG’YI HIZLANDIRDI” Dünya Koronavirüs ile sağlık, ekonomi ve sosyal yönlerden bir krize sürüklendi. Büyük bir işsizlik dalgasından bahsediliyor. Bununla birlikte bilişim veya teknoloji devrimine bağlı olarak sanayi, hizmet, tarım gibi pek çok alanda üretim biçiminin değişmesi söz konusu. Bazı meslekler ortadan kalkerken, insan gücüne duyulan ihtiyaç ise azalıyor. Süreç nereye gider kestirebilmek mümkün değil ama vatandaşlık geliri bu açıdan ne ifade ediyor? Korona krizi öncesinde otomasyon, robotlar ve özerk sistemlerin her geçen gün daha

23


2020 / Sayı 15

24

çok devreye alınıyor olması sonucunda dünya kitlesel işsizlik, kitlesel işlevsizlik ve kitlesel olarak hayatı idame ettirememe noktasına doğru hızla ilerliyordu. Korona krizi ise ilk etapta bir sağlık problemi olarak başladı. Ancak çok kısa sürede insanlar üzerinde psikolojik travma etkisi yarattı. Fakat süreç burada durmadı. Küresel salgın ve psikolojik travma bir anlamda birlikte hareket ederek ekonomileri çok ciddi şekilde tahrip etti. Ekonomik tahribatın kalıcı niteliğe evrilmekte olduğu da şimdiden çok net olarak görülüyor. Bugünün kriz ortamı pek çok boyutuyla uzun süreli tesirler bırakacak gibi duruyor. Süreç daha tehlikeli ve korkutucu bir evreye geçer mi? Daha açık bir ifade ile “demokrasiler” ciddi tahribat görür mü? İşte buna benzer soru ve argümanlar yaklaşık beş yıldır üzerinde çok yoğun olarak çalıştığım VTG çözümünün geniş kitlelerce daha çok konuşulmasına, tartışılmasına, düşünülmesine zemin hazırladı. Belki de bizi VTG’ye daha çok yaklaştırdı. “VTG’NIN MALIYETI KARŞILANABILIR” Gelir meselesinden bahsederken söz yine ekonomik kaynak meselesine geliyor. Bu bağlamda şunu sormak isterim aslında: Devletin öz kaynaklarından; vergi gelirlerinden, bütçesinden böyle bir geliri sağlayabilmesi mümkün mü? VTG için ülkemizin hem kaynakları vardır hem de ilave kaynaklar yaratılabilir. Yolsuzlukların engellenmesi, israfın sonlandırılması, yerindelik denetiminin yapılması; yani maliyet taşıyan her işlemin kamu yararına uygunluğunun tespit edilmesi finansman açısından önemli bir konu. Yine mevcut kaynak tahsislerinden bazılarının VTG’nin sorunlara çözüm getirecek olması dolayısıyla boşa düşeceği gibi hususlar göz önünde bulundurulunca finansmanın zor olmadığı ortaya çıkıyor. Bu bahiste şunu söyleyebilirim: VTG’nin maliyeti, bu gelirin olmadığı ülkelerde kaynaklanan problemlerin maliyetinden çok

çok daha düşük. Vatandaşa ödenecek bu paralar harcandıkça hem ülke ekonomisine katkısı olacak hem de ekonomi üzerinde büyüme etkisi yaracaktır. Bazı teorik çalışmalarda VTG, asgari ücreti geçmemesi şeklinde formüle edilmişti. Bir gün -hayata geçerse nasıl ve neye göre belirlenecek? Aslında temel gelir asgari ücretle mukayese edilmemelidir. Asgari ücret emek (işgücü) piyasasında pazarlık gücü çok zayıf olan kitleleri bir anlamda korumak için gündeme gelmiş bir enstrümandır. VTG ise bildiğimiz anlamda bir çalışmanın, emeğin karşılığı olan bir ücret değildir. Evrensel bir insan hakkıdır. Uygulamada VTG rakamını belirlemek için birkaç yaklaşımdan söz edebiliriz. Birincisi, vatandaşlarımızın onurlu bir şekilde yaşama kabiliyetine kavuşmaları için yeterli olabilecek parasal büyüklüğün hesaplanması… İkincisi, bütçenin belli bir oranı üzerinden hesaplanması… Üçüncüsü, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ndeki ilk iki kademe ihtiyaçlar olan fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak büyüklüğün hesaplanması… Diğeri de ülke ekonomisine yapacağı katkılar üzerinden tahminlerle hesaplanması… Hesaplanan temel gelirin hemen uygulanabilmesi mümkün mü? İlk anda hedeflenen meblağın tümüyle hayata geçmesi belli zorluklar içerebilir. Geçiş dönemi anlamında öngörülen tutarın belli bir yüzdesi ile başlanarak birkaç takvim yılı içinde hayata geçirilmesi söz konusu olabilir. Ancak VTG kesinlikle bir “sınırlı gelir tuzağı” olarak görülmemesi gerekir. Geçiş döneminde kültürel, davranışsal, yapısal, mali bir değişim söz konusu olacağından kaynaklarının şekillenmesi, oturması ve kökleşmesi için de önemlidir. Temel Gelir Avrupa Ağı (Basic Income European Network – BIEN) Temel Gelir Dünya Ağı (BIEN) ile Evrensel Temel Gelir Avrupa’nın (Universal Basic Income – Europe)

çalışmalarında paydaşsınız. Avrupa’da ne durumda konu? Bir kampanya kapsamında sanırım 1 milyon imza toplanırsa Avrupa Birliği’nde de gündeme gelebilecek… Bahsettiğiniz iki yapı (BIEN ve UBI-E) üyeleri arasında bilgi ve deneyim alışverişine imkân veren ortamlar. Hiyerarşik bir yapılanma söz konusu değil. Sadece VTG konusunda çalışanların iletişim ve etkileşim içinde olmalarına hizmet ediyorlar. 2016 ortalarından bu yana düzenli takip ediyorum, hatta ciddi katkılar verdiğimi de düşünüyorum. Geçen nisandan itibaren de dünya çapında VTG yapılanma toplantılarını başlattık ve ev sahipliğimiz devam ediyor. VTG savunucularının genelde mutabık kaldığı bir konu var: “Evrensel demokrasi son iki yüzyılın temel meselesi olarak öne çıktı. Evrensel Temel Gelir veya Vatandaşlık Temel Geliri de içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısında oturmuş ve çok sayıda ülkede uygulanıyor olacak.” Ancak bu ortak kanı, pandemi öncesindeydi. Pandemi ise süreci çok çok hızlandırdı. Vatandaşlık Temel Geliri Araştırma Geliştirme Kültür ve Yayma Derneği olarak yakın gelecekte neler yapmayı planlıyorsunuz? Kapsamlı bir hazırlık içindeyiz. “Vatandaşlık Temel Geliri mutlaka ve acilen hayata geçirilmelidir” konulu bir dilekçe kampanyası düzenlemeyi düşünüyoruz. 25 Eylül 2020’de başlatılacak kampanya kapsamındaki dilekçede, ülkemizde resmen kurulu 89 siyasî partiden VTG konusunu parti programlarına almalarını isteyeceğiz. 14 ila 20 Eylül 2020 tarihlerinde “13. VTG Haftası” etkinlikleri gerçekleşecek. Artık pandemi şartlarında olabildiğince…

Evrensel demokrasi son iki yüzyılın temel meselesi olarak öne çıktı.


2020 / Sayı 15

Genç yaşta,“sessiz kadınların” çığlığı oldu

1

7 yaşından beri kadınlar için mücadele eden 20 yaşındaki Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu üyesi, Denizli Kadın Meclisi Temsilcisi Teknecioğlu, pandemi sürecinde kadın cinayeti arttığına dikkat çekti. Kadın cinayetlerinin yalnızca İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmaya konulduğu yıl azaldığını belirtip sözleşmenin tüm kadınlar için umut olduğunu vurgulayan Teknecioğlu, sözleşmenin kaldırılmasıyla şiddet ve cinayetlerin önünün açılacağı uyarısı yaptı Ülkemizde Covid-19 döneminde kadına şiddetin ve kadın cinayetlerinin daha

da arttığı rakamlarla ortaya konuluyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre, haziran ayında 27, temmuz da ise 36 kadın öldürüldü. Hem öldürülen kadınların sayısındaki artış hem de AK Parti’nin aileyi koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi tartışmaya açması kadınları ayaklandırdı. Türkiye genelinde kadınlar için mücadele eden dernek ve platformlarda birçok genç kadın yer alıyor. Bunlardan birisi de Denizli’de yaşayan 20 yaşındaki Duygu Teknecioğlu. Kadınlar için daha 17 yaşında mücadele etmeye başlayan Duygu Teknecioğlu, bugün Denizli Kadın Meclisi’nin temsilciliğini yürütüyor.

11 Ağustos 2020

İlk kez kadınlara destek olmak için 18 yaşında eyleme katılmış. Genç yaşta şiddete uğrayan kadınların sesi olan Teknecioğlu ile kadına şiddeti, kadın cinayetlerini ve İstanbul Sözleşmesi’ni konuştuk. Lisedeyken kadınlar için mücadele etmeye başladığını söyleyen Teknecioğlu, süreci şöyle anlattı: “Denizliliyim, 20 yaşındayım, Pamukkale Üniversitesi İşletme Bölümü öğrencisiyim. Küçük yaşlardan itibaren bu konularda bir adaletsizlik olduğunda sesimi çıkarmaktan çekinmezdim. Lisede bir öğretmenim, sorduğum soruya ‘Feministim ve herkes de feminist olmalıdır’ demesi üzerine feminizmi araştırmaya başladım.

Haber Yazısı

Ayşe Selçuk Kağ / Denizli

25


2020 / Sayı 15

26

Bir süre sonra güçlü kadınların hayatlarını araştırırken buldum kendimi. Lisedeyken sosyal medya üzerinden bu olaylara tepki gösterirdim. İlk eyleme katıldığımda 18 yaşındaydım. Bundan 1 yıl önce kolektif bir yapının içinde daha çok yol katedebileceğimi düşünüp araştırma yaptım. Ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na katıldım. Şimdi de temsilciliğini yürütüyorum” dedi. “GENÇ VE DINAMIK BIR GRUBUZ” Denizli Kadın Meclisi üyelerinin de çoğunluğunun genç kadınlardan oluştuğunu belirten Teknecioğlu, “Denizli grubu çok genç. Sayımız her geçen gün artmaya devam ediyor. Büyük çoğunluğunu üniversiteli kadınlar oluşturuyor. Liseli ve üniversite mezunu olan genç kadınlar da var. Grubun dinamik bir yapısı var diyebilirim” diye konuştu. Teknecioğlu pandemi sürecinde kadın cinayeti artışıyla ilgili Kadın Meclisleri’nin neler yaptıklarıyla ilgili olarak da şu değerlendirmede bulundu: “2019’da 474 kadın öldürüldü. Bu korkunç sayının ciddiyetini kavramak zorundaydık ülke olarak. Ancak pandemi sürecinde özellikle de karantina günlerinde hem şiddete uğrayan hem de öldürülen kadınların sayısı çok fazla arttı. Bunun önüne geçmek adına Meclis olarak her ilde çalışmalar yaptık. Devletin bu konuda aldığı önlemlerin takipçisi olduk. Aile içi şiddet hep vardı ancak karantina, şiddet failleri ve mağdurlarının sürekli bir arada aynı evde olmasına yol açtı. Bu da

şiddet ve işlenen cinayet vakası sayılarının artmasını açıklıyor.” “Kadın cinayetleri artışı konusuna genç bir kadın olarak nasıl bakıyorsunuz?” sorumuzu Teknecioğlu, şöyle yanıtladı: “Genç bir kadın olarak kadın cinayetlerindeki artışın ülkedeki eril zihniyetin bir türlü yok olamayışına bağlıyorum. Eskiden bugüne azalması gerekirken her yıl neredeyse iki katına çıkıyor bu sayılar. Ancak yalnızca İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmaya koyulduğu yıl da bir azalma söz konusu. Bu yüzden umut bu sözleşmede tüm kadınlar için. Bugünlerde kaldırılması söz konusu olduğunda bile günde 5 kadının öldürüldüğünü görüyoruz. Ben, eylemlerimize gelip bize destek veren, ne olursa olsun mücadelenin bir ucundan tutmaya çalışan kadınları gördükçe umut doluyorum. Umudum var, çünkü başka bir yolu yok bunun. Azalmak hatta son bulmak zorunda. Çünkü her gün daha çok kişiye ulaşıyoruz. Kadınları yaşatacak olan şey, yine bu mücadeledir.” İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin daha da artacağını belirten Teknecioğlu, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmak istenmesi gündemde… Ancak bu sözleşme, kadınların can simidi niteliğinde. Bu sözleşme sayesinde hayatta kalan ve bu sözleşme uygulanmadığı için de ölen kadınlar var. Kaldırıldığı takdirde faillerin işleyeceği şiddet ya da cinayet suçlarının önü açılmış olur. Sözleşmenin varlığında bile şiddet ve cinayet

olaylarının sayısı ortada, kaldırıldığında oluşabilecek olumsuzluklar tahmin edilebilir” vurgusu yaptı. “İSTISMARCILARA AFFA IZIN VERMEYECEĞIZ” Kamuoyuna yansıyan “istismarcılara af getirileceği” konusuyla ilgili olarak da Teknecioğlu, “İstismarcılara af konusundaki çalışmalar kamuoyuna ilk sızdığı andan itibaren tepkimizi farklı yollarla keskin bir şekilde ortaya koyduk. Böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğimizi net bir şekilde belirttik” ifadelerini kullandı. Denizli Kadın Meclisi Temsilcisi Teknecioğlu “Genç bir kadın olarak geceleri sokağa çıkmaya korkuyor musunuz?” sorumuzu ise, “Aslında yalnızca geceleri değil, gündüzleri yürürken bile sürekli tetik halindeyiz, tüm kadınlar olarak. Çünkü tacizcilere gereken cezaların verilmiyor oluşu, sapık zihniyeti cesaretlendirdi. Ancak bu zihniyet bizi gündüz veya akşamları yolda yürümekten, istediğimizi giymekten alıkoyamaz. Biz kadınlar sürekli olarak cesur değil özgür olmak istiyoruz” diye yanıtladı. “HER ZAMAN KADINLARIN YANINDAYIZ” Teknecioğlu, şiddete uğrayan kadınlara, “‘Unutmayın haklarınız var, en önemlisi biz varız. Şiddetin karşısında hiçbir zaman sessiz kalmayın. Platform olarak hiçbir kadın şiddet görmeyene kadar mücadele edeceğiz. Asla yalnız yürümeyeceksiniz’” mesajını iletti.


2020 / Sayı 15

Deprem olacak mı tartışması yerine risk ve kaybı azaltacak planlar, tedbirler alınmalı 27

1

7 Ağustos 1999 Depremi’nde 18.373 kişi hayatını kaybetti ve 48.901 kişi yaralandı. Toplam 364.905 hasarlı konut ve işyeri tespiti yapıldı. İstanbul’da 7.5 büyüklüğünde bir deprem olması halinde en fazla can kaybının Fatih, Küçükçekmece, Bağcılar, Esenyurt, Bahçelievler, Bakırköy, Zeytinburnu, Esenler, Kartal, Bayrampaşa olacağına dikkat çeken Prof. Dr. Haluk Eyidoğan, kaybedecek zaman olmadığını, bütüncül bir planlamayla risklerin azaltılması eylemleri için daha fazla çaba harcamamız gerektiğini bildirdi 18.373 kişi hayatını kaybettiği 17 Ağustos 1999 Depremi, “Deprem Riskinin Araştırılarak Deprem Yönetiminde Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla

Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”na (Temmuz 2010) şöyle yansıdı: “17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremin ardından öncelikle depremin hasar boyutu ve can kaybı tespiti yapılarak 18.373 ölü ve 48.901 yaralı olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca, yıkık-ağır hasarlı 96.796 konut ve 15.939 işyeri, orta hasarlı 107.315 konut ve 16.816 işyeri ve az hasarlı 113.382 konut ve 14.657 işyeri olmak üzere toplam 364.905 hasarlı konut ve işyeri tespiti yapılmıştır. İlk bir hafta yoğunlaşan arama kurtarma, ilkyardım, geçici iskân, sağlık yiyecek ve güvenlik gibi klasik afet müdahale uygulamalarından hemen sonra kalıcı konutlarla ilgili yer seçimi, zemin etütleri, planlama gibi iyileştirme ve yeniden

17 Ağustos 2020

yapım aşamalarından sonra sistemin tıkandığı, işlemediği yerler görülmüştür. Deprem bölgesindeki önceden yapılması gereken afete hazırlık ve zarar azaltma çalışmalarında başarısız olunduğunun kabulü ile birlikte yeni sistemin inşa edilmesi için uluslararası kuruluşlarla, akademik çevrelerle, sivil toplum örgütleriyle yapılan işbirliği ve koordinasyon faaliyetleriyle önemli sonuçlara ulaşılmıştır. Ülkemiz, jeolojik, jeomorfolojik yapısı ve sahip olduğu iklim özellikleri nedeni ile büyük can ve mal kayıplarına yol açan doğal afetlerle sık sık karşılaşmaktadır. Ülke topraklarımızın yüzde 66’sı 1. ve 2. derece deprem bölgesinde bulunmaktadır. Nüfusu bir milyonun üzerindeki 11 büyük kentimiz de dahil olmak üzere,

Haber Yazısı

Mehtap Gökdemir / Ankara


2020 / Sayı 15

28

ülke nüfusunun yüzde 70’inin ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75’inin kurulmuş bulunduğu bu bölgelerde, her an büyük bir deprem olma olasılığı yüksektir. Bu bağlamda, Deprem gerçeği bir yaşam tarzı oluşturmaktadır.” “KOCAELI-GÖLCÜK MERKEZLI 7.4 BÜYÜKLÜĞÜNDEKI DEPREM, BIR ŞEHIR DEPREMIYDI” Prof. Dr. Haluk Eyidoğan ile 24 Saat Gazetesi olarak, 17 Ağustos 1999 İstanbul Depremi’ni, neler yapıldığını, nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği, ders alınıp alınmadığını konuştuk. Prof. Dr. Eyidoğan, önümüzdeki 30 yılda olma ihtimali yüzde 65 olarak verilen depremin, yüksek ihtimalle Gebze açıklarından Prens Adaları’nın güneyine doğru uzanan, oradan Silivri ve Tekirdağ’ın açığından MürefteŞarköy’ü geçerek Saros Körfezi’nin batısına ulaşan Kuzey Marmara Fayı üzerinde olacağını belirtti. İstanbul için büyük depremden söz ediliyor, ne dersiniz? Bu soru bize en çok sorulanlardan, ama soran sayısı azalıyor. Yani artık çok kimse

biliyor ki böyle bir tehlike kesin. Çünkü resmi beyanlar ve yayınlar bu konuda uyarıcı. Biz yine hatırlatalım: 17 Ağustos 1999’da Kocaeli-Gölcük merkezli 7.4 büyüklüğündeki deprem bir şehir depremiydi. Deprem, nüfusun ve sanayinin yoğun olduğu, milli geliri yüksek bir şehirde ortaya çıktı. İnsan ve ekonomi kayıplarının büyüklüğü depremin bir milat olarak anılmasına neden oldu. Bu depremin batıya doğru Kuzey Marmara Fayı üzerinde yarattığı gerilim artışına dair sismolojik bulgular, İstanbul’un yakın bir gelecekte büyük bir depremle karşı karşıya olduğunu gösterdi. Yirmi birinci yılını bitirdiğimiz bu büyük yıkıma neden olan depremin bir benzerinin Marmara Denizi’nde olduğunda, nüfusu 20 milyona koşan kadim şehir İstanbul’da nasıl sonuçlar doğurabileceği üzerine birçok çalışma yapıldı. O zamandan bu yana, “Hâlâ beklenen büyük İstanbul depremi ne zaman olacak, kaç büyüklüğünde olacak, merkezi nerede olacak, kırılan fayın boyu ne kadar olacak, tek yönlü mü yoksa iki yönlü mü kırılacak, kilitlenen yerleri var

mı, tsunami yaratacak mı?” gibi sorular halen soruluyor. Bu soruların teknik detaylarını jeologlar, jeofizikçiler, sismologlar çalışıp duruyorlar. Çeşitli yöntemlerle yapılan araştırmalar İstanbul’u etkileyecek bu büyük depremin önümüzdeki 30 yılda olma ihtimalini yüzde 65 olarak veriyorlar. Beklenen bu depremin, Gebze açıklarından Prens Adaları’nın güneyine doğru uzanan, oradan Silivri ve Tekirdağ’ın açığından MürefteŞarköy’ü geçerek Saros Körfezi’nin batısına ulaşan Kuzey Marmara Fayı üzerinde olması ihtimali en yüksek. Depremi yaratacak fay Yassıada ve Sivriada’ya 3 km, diğer adalara 8 km, Anadolu yakası kıyılarına ortalama 14 km, Avrupa yakası kıyılarına ise 10 km ile 24 km arasında değişen uzaklıklarda yer alıyor. Bu bilgilerden hareketle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından İstanbul için yaptırılan kayıp ve hasar tahmin çalışmasına göre kayıplar büyük. 7.5 büyüklüğünde bir deprem olursa, İstanbul’da 2000 yılından önce yapılan 1.116.000 binadan 194.000 bina kullanılamaz duruma gelecek. 2 milyon kişi, sokakta


2020 / Sayı 15

barınma ihtiyacı duyacak, 13.500 can kaybımız olacak. 120 milyar TL ekonomik kayıp ortaya çıkacak. Ticari ve sanayi tesislerindeki kayıplar nedeniyle ekonomi çok kötü etkilenecek. Çok sayıda doğal gaz altyapısının hasarı nedeniyle yangınlar çıkacak. Bu senaryo yapılan beş farklı kayıp senaryosuna göre en az olan kayıp değerlerini veren senaryodur. En fazla can kaybı ve yıkım hangi ilçelerde olacak? İBB’nin yayınladığı rapordan ilçe bazında aldığım veriler için bir yeni çizelge hazırladım. Buna göre, en fazla yıkım ve hasar olduğu ilk on ilçe Büyükçekmece, Fatih, Küçükçekmece, Bağcılar, Esenyurt, Silivri, Bahçelievler, Tuzla, Bakırköy, Avcılar olacaktır. Can kaybının en fazla olduğu on ilçe ise Fatih, Küçükçekmece, Bağcılar, Esenyurt, Bahçelievler, Bakırköy, Zeytinburnu, Esenler, Kartal, Bayrampaşa olacak. Beklenen büyük depremin tsunami etkileri nedeniyle kıyılara yakın yapılarda ve tesislerde oldukça fazla kayıp ve hasarlar oluşacaktır. İstanbul için iki türlü tsunami oluşum mekanizması vardır; a) depremi oluşturan fay hareketinin tetiklediği tsunami, b) deniz tabanı heyelanının tetiklediği tsunami. Hiç deprem olmadan da deniz heyelanları kritik seviyeye geldiğinde hareket ederek lokal tsunami yaratabilir. İstanbul’un bazı ilçe kıyılarında deniz heyelanı kaynaklı tsunami deprem faylanması kaynaklı tsunamiden daha fazladır. Bunun nedeni o heyelan bölgesinin o ilçe kıyısına daha yakın olmasıdır. İstanbul için neler yapılmalı, nasıl bir strateji izlenmeli? Bugüne kadar elde edilen bilgileri ve kayıp risklerini incelediğimizde önümüzdeki dönemde İstanbul’un yeniden deprem tehlikesinin belirlenmesine ağırlık vermek ve “Büyük deprem olacak mı olmayacak mı?” tartışmalarında kaybolmak yerine, bütüncül bir mekânsal planlama yaklaşımıyla öncelikli risk alanlarında risklerin azaltılması eylemleri için daha fazla çaba harcamamız gerektiği anlaşılmaktadır. Dört büyük üniversitenin ilgili

uzmanlarının 2003 yılında kaleme aldığı İstanbul Deprem Master (Ana) Planı, İstanbul’un deprem kayıplarını azaltmayı hedefleyen strateji ve eylemleri enine boyuna tartışan ve önerilerde bulunan bir yol haritasıdır. Bu değerli plan nedense bugüne kadar yöneticilerden gereken ilgiyi görememiş ve raflarda bırakılmıştır. Bundan sonra ana hedefimiz, 2018’de revize edilen deprem tehlike ve risklerini de dikkate alarak bir an önce sürdürülebilir yaklaşımlarla İstanbul Deprem Master Planı’nı uygulamaya koymak olmalıdır. Kaybedilecek zaman yoktur. Bu amaç doğrultusunda, bugüne kadar yapılmış olan etüt ve araştırmalar risk öncelikli alanların belirlenmesi ve öneri geliştirme hedeflerine yardımcı olacak şekilde kullanılmalıdır. Son raporlarda sunulan verilerle, İstanbul Deprem Ana Planı kapsamında yapılmış olan irdelemeler yenilenmeli, güncel koşullara ilişkin yeni analizler yapılmalı, dinamik bir model kurulmalı ve yeni proje takımları geliştirilmelidir. “TÜRKIYE’DE ILAN EDILEN RISKLI ALANLARIN BEŞTE BIRI İSTANBUL’DA” Kentsel dönüşüm adına 2012 de aceleyle çıkarılan ve çok kez yasa ve yönetmeliklerinde yapılan değişikliklerle işe yarar duruma getirilmeye çalışılan ama rantsal süreçlere kayarak beklenen performansı sağlayamayan 6306 sayılı kentsel dönüşüm yasasına göre en fazla ‘riskli alan’ ilan edilen şehir İstanbul olmuştur. Türkiye’de ilan edilen riskli alanların beşte biri İstanbul’dadır. Ancak bu uygulamalar İstanbul’da riskleri azaltmak şöyle dursun mekânsal riskleri göz ardı eden, rasgele, önceliksiz, aşırı yoğunluk yaratan, bütüncül bir planlama anlayışına uymayan uygulamalara dönüşmüştür. Yasanın hukuki yetersizlikleri, uzlaşma yönetimi öngörmemesi ve parsel bazında yık-yap veya gayrimenkul geliştirme gibi piyasa işlerine dönüşen uygulamalar nedeniyle ilan edilen birçok riskli alanda projeler yapılamadı, yapılan bazı uygulamalar ise amaca ulaşamadı. Kentsel dönüşüm bahane

edilerek kamu alanları sebepsiz zenginleşme aracına dönüştü. Kentsel dönüşüm adına yapılan uygulamalar üst gelir grubuna ait semtlerde parsel bazında yık, emsal arttır ve yap türü bir müteahhitlik işine dönüştü. İstanbul için yapılan tehlike ve risk etütlerinde belirlenen en riskli alanlar görmezden gelindi ve öncelikler riskin ve maliyetin daha düşük ancak rantın en yüksek olduğu alanlara kaydı. Avrupa yakasında tsunami ve zemin yapısı ve zemin büyütmesi sorunları olan kıyılar ve dere yataklarına imar tadilatları ile üst gelir grubuna konut için açıldı ve yüksek emsalli konut projeleri yapıldı. Asıl amaç hasıl olmadığından orta ve alt gelir grubu halkın güvenini kazanan bir kentsel dönüşüm modeli ortaya çıkarılamadı. Birçok uygulama alanındaki hak sahipleri mekânlarından memnun kalmadı veya bulundukları mahalleleri terk ettiler. 17 Ağustos 1999 depreminden sonra 2006 yılında İstanbul Valiliği bünyesinde İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi (İSMEP) başlatılmıştır. Proje süresi 2021 yılında sona erecektir. Proje bugüne kadar Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Konseyi Kalkınma Bankası, İslam Kalkınma Bankası, Alman Kalkınma Bankası gibi beş uluslararası bankadan 2.028 milyar Avro (15,5 milyar TL) fonlanılmıştır. Üç bileşenden biri olan B bileşeni olan proje uygulamaları çerçevesinde (Güçlendirme Çalışmaları, Yeniden Yapım Çalışmaları, Kültürel Mirasın Korunması) bugüne kadar 1,153 okul binası, 115 sağlık binası, 38 yurt binası ve 78 çeşitli idari bina yeniden yapıldı veya güçlendirildi. İstanbul’da örgün eğitime hizmet eden okul sayısı 5,249, okul öncesi okul sayısı ise 1,078 olduğuna göre daha çok sayıda okulun depreme dirençli duruma gelmesi gerektiği açık. İstanbul’da 52 kamu hastanesine bağlı sağlık binası sayısını bilmiyorum ama bunların 155 tanesi depreme karşı güçlendirilmiş. İstanbul’daki bazı şehir hastaneleri İSMEP projesi desteği ile yapılırken temeline deprem izalatörü konuldu. Ayrıca 159 tane özel hastane var. Bu özel hastanelere ait kaç bina depreme

29


2020 / Sayı 15

karşı güçlendirildi? 17 Ağustos depreminden ders aldık mı? Depremden 21 yıl sonra halkımızla yapılan anketlere baktığımızda ulusal çapta deprem kayıplarını azaltma konusunda beklenen başarıyı sağlayamadığımız anlaşılmaktadır. Bu yıl Kent Kültürü ve Demokrasi Derneği’nin Gezici Araştırma Şirketi’ne yaptırdığı anketin 12 ilde 1.126 kişiyle yapılan ankete göre, halkın yüzde 72’si depreme karşı hazırlıksız olduğunu ifade ederken hükümetin depreme hazırlıksız olduğunu düşünenlerin oranı ise yüzde 79.3 bulunmuştur. Toplu Konut ve İdaresi Başkanlığı (TOKİ), özel sektör, kamu birçok yerde konut ve işyerleri yapıyorlar. Bunlara karar verirken ülke, bölge veya il bazında hangi depremden ve değer afetlerden en iyi korunan, afet güvenli ve yaşanabilir mekan oluşturacak bir vizyon çerçevesinde yapılıyor.

30

KERPIÇ YAPILARIN ÇOĞU, 6.8’LIK DEPREMDE YIKILIYOR Afet riski öncelikleri gibi bir vizyonu var mı TOKİ’nin? Yoksa Kocaeli’nde, Van’da, ElazığMalatya’da olduğu gibi depremden sonra mı yapacak? Nereye yapacak? Hangi sosyo-ekonomik, kültürel, afet riski vizyonuyla yapıyor/yaptırıyor rezidanslarını, hasılat paylaşımlı binalarını, konutlarını? 6.8 büyüklüğündeki ElazığMalatya Depremi’nde Doğu Anadolu Fayı’na yakın ve uzak il, ilçe ve köylerde çok sayıda özel ve kamu binası kullanılmaz duruma geldi. Büyük olarak sınıflamadığımız 6.8 büyüklüğündeki bu kuvvetli deprem odağına Elazığ 36 km, Malatya 63 km olmasına rağmen yıkım ve hasar çok fazla. Elazığ merkezde maruz kalınan deprem ivme şiddeti, binaların depreme dayanıklı yapılması için eski deprem yönetmeliğinde öngörülen değerden yüzde 55 daha küçük. Benzer şekilde Malatya merkezde ise deprem ivme şiddeti değeri eski yönetmelikte öngörülenden yüzde 80 daha küçük. Ama yıkık, ağır hasar ve orta hasar sayısı çok fazla.

Özellikle köylerdeki kerpiç yapıların çoğu bu büyüklükteki depremlerde yıkılıyor. Deprem kuşağı üzerindeki ülkemizde kırsal alan yerleşiminin yüzyıldır bir türlü çözülemeyen sorunu bu. Peki, betonarme çok katlı yapıların kapladığı il ve ilçe merkezlerinde durum daha mı iyi? Büyük olmayan bu depremde şehir ve ilçe merkezlerinde yine plansız, denetimsiz, doğru dürüst mühendislik hizmeti almamış ve depreme dayanıksız yapılan betonarme yapılar da yıkıldı ve kullanılmaz duruma geldi. Deprem merkezinden 36 km ötede olan Elazığ il merkezindeki hasar beklenenden kat kat fazla. Elazığ il genelinde hasar tespiti yapılan bina sayısına göre yıkılması gereken bina sayısı yüzde 16, Malatya il genelinde ise yıkılması gereken bina sayısı yüzde 28 civarında. 43.149 adet bağımsız bölüm (konut ve işyeri) kullanılamaz durumda ve yeniden yapılması ve hak sahiplerine dağıtılması gerekiyor. Elazığ ve Malatya’da toplam 74 okul kullanılamaz durumda. Bu hanelerde oturan insanlar acaba depremden 6 ay sonra ne durumdalar. Haber duyuyor musunuz? Kurulan on binlerce çadır ve binlerce konteynerlerde durum ne? Van’da olduğu gibi kaç hane göç etti? Afetlerle mücadelede bugün hala afet sonrası müdahale ile yara sarmaya uğraşan bir afet yönetimi anlayışı sürüyor. Hâlâ, Türkiye Afet risklerini Azaltma Planı uygulamaya konulamadı. 21 yıl geçti 17 Ağustos 1999’dan bu yana. Türkiye deprem tehlike haritası değişti mi? Türkiye deprem yönetmeliklerini 1947, 1953, 1961, 1968, 1975, 1996 ve 2007 yıllarında olmak üzere toplam 7 kez revize etmiştir. Ancak uygulamalar çoğunlukla denetimsiz kaldığı için günümüzde hâlâ 5.5 büyüklüğünde depremlerde dahi hasar ve kayıplarımız olmaktadır. 17 Ağustos 1999 depreminden sonra oldukça gecikerek de olsa, yeni “Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği (TBDY) ve Türkiye Deprem Tehlike Haritası (TDTH)” bu yıl 18 Mart 2018 tarih ve

30364 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır. Yönetmelik, 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu yönetmelikle ilk kez yüksek yapılar (H≥60 m) deprem yönetmeliğine kavuşmuştur. Bu duruma göre 2019’dan önce yapılan ve büyük çoğunluğu İstanbul’da olan yüksek yapıların hangi teknik yönetmeliklere göre yapıldığı ve deprem performanslarının ne olacağı sorgulanmalıdır. Yeni deprem tehlike haritasına göre, İstanbul’da kıyılara yakın yerleşimlerin bir bölümünde maruz kalınabilecek yer ivme şiddet yüzde 30’lara varan oranlarda artmıştır. Örneğin bu artış Yassıada’da yüzde 37’ye varmaktadır. “DEPREM KAYIPLARINI AZALTACAK UZUN, ORTA VE KISA VADELI EYLEM PLANLARI HAZIRLANMALI VE UYGULANMALI” Birinci derecede riskli olan yerlerde neler yapılması lazım? 0.4g ve daha büyük ivme şiddeti altındaki alanlarda deprem kayıplarını azaltacak uzun, orta ve kısa vadeli eylem planları hazırlanmalı ve uygulanmalıdır. Finansal kaynakları en riskli alanlara ve orta ve dar gelirli halkın durumuna öncelik vererek kullanmak gerekir. Ülke ve bölge planlamasında deprem tehlikesi en yüksek yerlere özendirici ve nüfus ve bina artışına neden olan projelerden kaçınmak gerekir. Nüfusu 16 milyonu geçmeye başlayan İstanbul ve çevresine hâlâ nüfus getirecek yatırımlar ve projeler üretiliyor. 7.5 büyüklüğündeki bir depremin neden olacağı kayıpları tartışırken Kanal İstanbul gibi bölgeye 3-4 milyon daha nüfus taşıyacak projeleri konuşuyorsak yerimizde sayıyoruz demektir. İstanbul’un iki afeti vardır. Biri doğal, diğer insan kaynaklı. Doğal olan depremdir, insan kaynaklı olanı ise Kanal İstanbul’dur.”


2020 / Sayı 15

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

31


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.