9. Köy 2020 -16. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 16

1


2020 / Sayı 16

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ayhan Aydemir Ertürk Yöndem Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Okan Özmen Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 16

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 16

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 16

İçindekiler

Eğitimci ve veliler, yüz yüze eğitimi riskli buluyor  6 “Okul çağı yaş grubu bulaş açısından en yüksek risk grubu”  8 Van’da hayvancılık bitme noktasında  12 Kurtuluş Savaşı’nın destansı mücadelesinde; Son kale: Polatlı  14 Dijital çağa hazırlıksız giriyoruz  18 30 Ağustos’taki kudret  21 Medyanın kadın cinayetlerindeki rolü: Şiddetin pornografileştirilmesi  23 21 Eylül’e günler kala: Okullar pandemiye hazır mı?  28

5


2020 / Sayı 16

Kapak fotoğrafı: Ivan Aleksic

6

Eğitimci ve veliler, yüz yüze eğitimi riskli buluyor Eda Narin / İstanbul

Dizi Yazısı

S

algın döneminde okulların açılması tartışılıyor. EğitimSen’den Bozdoğan, okulların “sermayenin basıncı” nedeniyle açıldığını söylerken ısrarın kabul edilebilir yanı olmadığını belirtti. Veli-Der Genel Başkanı Bahadır ise ödenek ve personelin olmadığı, derslik sayıları ve öğretmenlerin yetersiz olduğuna işaret edip olası aksamalarda “Sorumluluk MEB’tedir” dedi Tüm dünyanın mücadele ettiği Covid-19, ekonomiden eğitime birçok alanda etkisini hissettiriyor. Türkiye’de vaka sayıları artış eğilimini sürdürürken Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) yayınladığı bir genelge ile yüz yüze eğitim tarihini önce 31 Ağustos olarak belirledi; ardından ise yaptığı açıklama ile 31 Ağustos’ta uzaktan eğitimin, 21 Eylül’de ise yüz yüze

eğitimin başlayacağını duyurdu. Fakat eğitimin paydaşlarından öğretmenler, öğrenciler ve veliler salgının tehlike olmaktan çıkmadan açılma kararı verilmesine tepkili. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Genel Yükseköğretim ve Eğitim Sekreteri Özgür Bozdoğan, eğitimin kesintiye uğramamasının ve yüz yüze eğitimin önemine değinip okulların açılması ile yüz yüze eğitimin birbirinden ayrı konular olduğuna dikkat çekti. “ÖZEL OKUL SAHIPLERI, OKULLARIN AÇILMASINDA ISRAR EDIYOR” “Okullar, öğrencilerin sadece akademik bilgi edindikleri etrafı duvarlarla çevrili kurumlardan çok daha fazlasıdır” diyen Bozdoğan, uzaktan eğitimin yüz yüze eğitimin yerini

21 Ağustos 2020

tutamayacağından söz etti. Bozdoğan, uzaktan eğitimin pandemi döneminde olduğu gibi sadece olağanüstü dönemlerde kullanılması gerektiğini belirtti. Bozdoğan, okulların açılması ile ilgili tartışmalarının pedagojik, bilimsel ve çocuğun üstün yararının gözeterek devam etmediğinin altını çizerek “Bir taraftan okulların açılmamasının siyasi iktidarın salgınla mücadelede zafiyeti olarak kabul edileceği düşünülmekte ve bu nedenle salgınla ilgili gelinen aşama, çok da dikkate alınmadan okulların açılacağı açıklanmaktadır” diye konuştu. “Okulların açılmasına dönük kararın veya eğilimin arkasındaki bir başka neden ise sermayenin okulların açılmasına dönük gereksiniminin yarattığı basınçtır. Özel okul sahipleri, salgına rağmen okulların açılmasında ısrar ediyor”


2020 / Sayı 16

diyen Bozdoğan, “Okulların açılmasında ısrar etmenin kabul edilebilir bir tarafı yoktur” vurgusu da yaptı. “YÜZ YÜZE EĞITIMIN BAŞLAMASI RISKLI” Bozdoğan, okulların “Salgının bittiği, virüsün tehdit olmaktan çıktığı, eğitim kurumlarının öğrenci ve öğretmenler için tamamen güvenli hale geldiği, gerekli tüm önlemlerin alındığı koşullarda” açılması gerektiğini belirtti. Vaka sayılarının artma eğiliminde olduğu bu dönemde yüz yüze eğitimin başlamasını riskli bulduklarının altını çizen Bozdoğan, yüz yüze eğitimin başlaması halinde ise velilerin öğrencileri okula göndermeme eğiliminin yüksek olacağını gözlemlediklerini ifade etti., Yüz yüze eğitimin başlaması halinde çok ciddi sağlık sorunlarının oluşması ve salgının yayılmasının hızlanma olasılığının yüksek olduğuna işaret eden Bozdoğan, “Yükseköğretimi de dahil ettiğimizde, neredeyse nüfusun üçte biri aktif olarak eğitim sürecinin içerisindedir. Bu kadar geniş bir kesimin içinde bulunduğu bir alanda yaşanacak fiziksel hareketliliğin salgının yayılması ve etkisini artırması neredeyse kaçınılmazdır” uyarısında bulundu. Bozdoğan, okulların açılması durumunda birçok değişiklikle açılacağını ancak öğretmen ve öğrencilerin hâlâ bu konuda bilgilendirilmemiş olduğunu söyledi. Alınacak önlemlerin kararlaştırılma sürecine öğretmen ve öğrencilerin etkin katılımının sağlanmamış olmasını “ciddi eksiklik” olarak tanımlayan Bozdoğan, “Bu da bizlere yaşanacak sıkıntılarla ilgili ipuçları vermektedir” diye devam etti.

“ÖNCELIK SAĞLIK VE EĞITIM HAKKI OLMALIDIR” Okulların açılmasına dair önlemlere ilişkin ellerinde bulunan somut metinlerin yalnızca okullarda uygulanacak hijyen ve temizlik önlemleriyle ilgili yayınlanan bir kılavuz ile Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rehber olduğuna dikkat çeken Bozdoğan, “Bunlar da en uygun koşullara göre hazırlanmış ve uygulanması için ciddi bütçe ve personel gerektiren metinler. Bu metinlerde ifade edilenlerin bizim okulların fiziki yapısı ve okul/derslik başına düşen öğrenci sayıları dikkate alındığında uygulanması mümkün görünmemektedir” ifadelesini kullandı. Bozdoğan, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Salgınla mücadelenin başarılı olması ancak kolektif akıl, şeffaf bilgi paylaşımı, dayanışma ve toplumsal mutabakatla mümkündür. Okulların açılması gibi kritik öneme sahip bir konuda mutlaka konunun taraflarının katılacağı çalışmalar ve bilimsel zeminlerde yürütülecek tartışmalarla kararlar demokratik yöntemlerle alınmalıdır. Alınacak kararlarda öncelik sağlık ve eğitim hakkı olmalıdır.” ÖDENEK VE PERSONEL YOK, DERSLIK VE ÖĞRETMEN YETERSIZ Veli-Der Genel Başkanı İlknur Kaya Bahadır ise salgının geldiği aşamada okulların açılacak olmasının velileri kaygılandırdığın söyledi. Kamu okullarının salgın öncesinde de koşullarının “sorunlu” olduğuna dikkat çeken Bahadır, “Kamu okullarına ödenek gönderilmemesi, temizlik personeli olmaması ve bu ihtiyaçların velilerden toplanan bağışlarla çözülmeye

çalışılması zaten okulların sağlık ve güvenlik koşullarında son derece eşitsiz koşullara neden oluyordu. Durum normalde bile bu iken salgında gerekli koşullar nasıl sağlanacak belli değil” dedi. MEB tarafından alınacak önlemlerin yeterli olacağını düşünmediklerini belirten Bahadır, açıklamasına şöyle devam etti: “MEB okullara şunları yapın diyor ama ödenek yok. Personel yok. Derslik sayıları yetersiz. Öğretmen yetersiz. Bunun yanında okullar açıldığında uyulması gereken önlemler konusunda öğretmen öğrenciler ve velilerin eğitilmesi gerekiyor ama bununla ilgili hiçbir şey yapılmamış durumda.” “SORUMLULUK MEB’TEDIR” Bahadır, belirtilen tarihte okulların açılması durumunda velilerin öncelikle doğru ve güvenli kanallardan hastalık ve korunma yöntemlerini öğrenmeleri gerektiğini vurgulayıp sözlerini şöyle tamamladı: “Çocuklarını kurallara uymaları konusunda eğitmeli ve kendileri de bu kurallara eksiksiz uymalı, çocuklarının uyup uymadığını denetlemeli. Okul aile birlikleri ile iş birliği halinde okulların gerekli hijyenik koşulları sağlayıp sağlamadığını izlemeli, olası aksamalarda gereken müdahalede bulunmalıdır. Ancak unutulmamalı ki sorumluluk doğrudan okul yönetiminde yani MEB’tedir. Öncelikle Bakanlık tüm Türkiye’de gerekli önlemleri eksiksiz almalıdır.” Yarın: Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey Üyesi Genel Cerrahi Uzmanı Dr.Samet Mengüç ve Klinik Psikolog Emine Ünlü son süreci değerlendirdi…

7


2020 / Sayı 16

8

“Okul çağı yaş grubu bulaş açısından en yüksek risk grubu”

Dizi Yazısı

Eda Narin / İstanbul

22 Ağustos 2020

Kapak fotoğrafı: Maximilian Scheffler


2020 / Sayı 16

Dr. Samet Mengüç

S

algın devam ederken okulların açılması tartışmalarına katılan TTB üyesi Dr. Mengüç, bunun ne bilim ne vicdan ne de ahlaken açıklanacak bir durum olmadığını belirtip “Birinci dalganın ikinci pik dönemini yaşıyoruz” dedi. Klinik psikolog Ünlü ise çocuklardaki yoğun kaygı ve belirsizliğin öğrenmeyi olumsuz etkileyeceğini bildirip bu dönemde fiziksel mesafe ve duygusal yakınlığa ihtiyaç olduğunu vurguladı Yazı dizimizin dünkü ilk bölümünde Türkiye’de salgın sürerken açılması planlanan okullar ile ilgili Eğitim-Sen ve Veli-Der’den yetkililerin değerlendirmelerine yer vermiştik. Bugün ise okulların açılması ile başlayacak olan yüz yüze eğitim konusunda Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey üyesi Dr. Samet Mengüç ve Klinik Psikolog Emine Ünlü ile görüştük, onların değerlendirmelerini aktaracağız. “BIRINCI DALGANIN IKINCI PIK DÖNEMINI YAŞIYORUZ” Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey üyesi, genel cerrahi uzmanı Dr. Samet Mengüç, öncelikle Türkiye’de pandeminin

Mart-Nisan-Mayıs aylarına oranla çok daha yaygın olan seyrettiği bilgisini paylaştı. Dr. Mengüç, Türkiye’nin son durumuna ilişkin olarak “11 Mayıs’ta AVM’lerin açılması kararı ve 1 Haziran’dan itibaren alınan ‘Normalleşme’ ya da doğru tanımıyla ‘Yeniden açılım’ kararlarından sonra pandemi giderek yeniden artmaya başladı. Birinci dalganın ikinci pik dönemini yaşıyoruz diyebilirim” değerlendirmesinde bulundu. “NE BILIM NE VICDAN NE DE AHLAKEN AÇIKLANACAK BIR DURUM DEĞIL” Türkiye’nin 1 Haziran sonrası “sürü bağışıklığı” denilen yolu tercih ettiğinin altını çizen Dr. Mengüç, şunları söyledi: “Pandemi ile mücadelenin ana yöntemleri olan koruyucu önleyici tedbirleri tamamen bırakılarak, hastalıklı insanları hastanede karşılayan bir pandemi ile mücadele seçilmiştir. Bu yöntem doğru bir mücadele yöntemi değildir. Ağustos ayı ortalarında hâlâ yükselme trendinde olan bir salgında 15-20 gün sonrasında okulların açılması ne bilim ne vicdan ne de ahlaken açıklanacak bir durum değildir. Beklentim okulların belirtilen tarihte açılmamasıdır.”

“SERMAYEYI GÖZETEN BIR YAKLAŞIM” Salgın döneminde okulların açılmasını ise Dr. Mengüç, şöyle yorumladı: “Tamamen sermayeyi gözeten, toplum sağlığını önemsemeyen bir yaklaşım olduğunu söyleyebilirim. Okullar, pandeminin sönümlendiği bir tarihe dek açılmamalıdır ve bu tarihi şimdiden öngörmek de mümkün değildir. Okulların açılma tarihi sağlık, eğitim, ekonomi, sosyal bilim insanlarının ve bu alan emekçilerinin katılımlarıyla alınacak kararlarla belirlenmelidir. Pandemi ile mücadele, güvenirliği olmayan algı bilgisi ile siyaset yapmayı yeterli gören siyasetçilerin egemen olduğu bir siyasete tek başına terk edilemeyecek kadar ciddi bir sorundur.” “PANDEMI SADECE TIBBI BIR MESELE DEĞILDIR” Türkiye’de vaka sayısının artış eğiliminde olduğu bir dönemde okulların açılmasının ne gibi tehlikelere yol açacağına ilişkin olarak Mengüç, “Pandeminin en büyük bulaş nedenlerinden birisi kalabalıklar, kapalı ortamlar ve nüfus hareketleridir. Okullar bu üç riski barındıran alanlardır. Evet, okul çağı yaş grubu Covid-19

9


2020 / Sayı 16

“Onlar, öğrencilerin zorluklarını, kaygılarını da taşıdıkları için yükleri daha fazla. “

10

açısından en az riskli nüfustur ancak tüm topluma bulaş açısından da en yüksek risk grubudur” uyarısında bulundu. Okulların açılması ile öğrencilerle birlikte öğretmen, temizlik görevlileri, servis çalışanları, yemekhane personeli ve velilerin de aynı risklere sahip olduğunun altını çizen Mengüç, Alman hekim Rudolf Virchow’un 170 yıl önce söylediği “Pandemi, sadece tıbbi bir mesele değildir” cümlesine atıfta bulunup sözlerine şöyle son verdi: “Tıbbi mesele olmakla birlikte pandemi, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve politik bir meseledir. Pandemiyle mücadelede tıbbi önlemler ve tedavilerle birlikte, sosyal, ekonomik ve politik düzenlemelerle topyekün mücadele gerektirir. Aksi halde toplumlar ve insanlar pandemilerden çok büyük zararlar görürler. En çok zarar görenler de ne yazık ki kronik hastalıklı insanlar, yoksullar, emekçiler, göçmenler, yaşlılar gibi dezavantajlı gruplar olacaktır. Bunu değiştirmenin ve başarmanın yolu mevcut üretim ve paylaşım paradigmalarının değiştirilmesi ile mümkündür. Pandemi gibi tüm insanlığı ilgilendiren kriz dönemleri bu paradigmaların sorgulanması için birer fırsat dönemleridir. Herkese iyi sorgulamalar.” “EĞITIM SÜRECININ HER PAYDAŞI IÇIN ZOR VE KARMAŞIK BIR SÜREÇ” Pandemi döneminde okulların açılmasının psikolojik boyutunu konuştuğumuz Klinik Psikolog Emine Ünlü, eğitim-öğretim

sürecinin birçok belirsizliği taşıması nedeniyle öğrencilerin kaygılı olduğuna dikkat çekti. Ünlü, öğrencilerde hastalanma endişesinin de yoğun olduğunu belirterek, “Geleneksel eğitim sisteminin değişmek zorunda kalışı, yeni dönemin yeni yöntemleri ve yeni uygulamaları getirmek zorunda kalması da kaygıyı arttıran ve motivasyonu etkileyebilecek durumlar. Eğitim sürecinin her paydaşı için epey zor ve karmaşık bir süreç” dedi. “YOĞUN KAYGI VE BELIRSIZLIK, ÖĞRENMEYI OLUMSUZ ETKILER” Uzun zaman sonra açılması planlanan okulların öğrenciler üzerinde yarattığı yoğun kaygı ve belirsizliğin öğrenme deneyimini olumsuz etkileyeceğine işaret eden Ünlü, sözlerine şöyle devam etti: “Şu anki mevcut düzen, dış dünyanın zararlı olduğuna vurgu yapan bir dönem. Öğrenciler bu durumun getirdiği kaygıyla dış dünyaya, yeni deneyime, öğrenme süreçlerine kapatarak kendilerini korumaya alabilirler. Bu da öğrenmede zorluklar getirebilir. Fakat elbette bu zorluklara rağmen, öğrenmeye, düşünmeye, anlamaya ve sindirmeye devam etmemizi sağlayan süreçlere herkesin çok ihtiyacı var. Eğitim hayatı da bu süreçlerin başında.” Öğretmenlerin de belirsizlik ve sağlık açısından öğrencilere benzer kaygıları taşıyabileceğini belirten Ünlü, “Onlar, öğrencilerin zorluklarını, kaygılarını da taşıdıkları için yükleri daha fazla. Pek çok öğretmenin geçtiğimiz dönemi çok daha yorgun, tükenmiş hissederek kapatmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu olağanüstü döneme ayak uydurup yeni yollar düşünmek, eğitim materyallerini uzaktan eğitim koşullarına adapte etmek, öğrencilerin geçirdiği duygusal karmaşaları yakalamak gibi yoğun sorumlulukları oldu” diye konuştu. “BU DÖNEMDE FIZIKSEL MESAFE VE DUYGUSAL YAKINLIĞA IHTIYAÇ VAR” Okullara dönüşün başlaması olasılığını değerlendiren Ünlü, böyle bir durumda “interaksiyon ve işbirliği”nin en çok ihtiyaç duyulacak konular olduğuna dikkat çekip sözlerini şöyle

sürdürdü: “Bu denli belirsizlik taşıyan yeni dönemde, her paydaşın olabildiğince açık, net ve şeffaf bilgilendirmelerle karşı tarafa bilgi verme sorumluluğu olmalı. Bu bilgilendirmeler öncelikle sağlık açısından gerekli elbette. Hem ailenin, hem okulun olası riskli durumları açıklıkla paylaşması çok önemli. Bu yeni süreçte öğrencilerin duygusal takibini de iyi yapmak çok önemli. Keza öğretmenlerin kaygıları da kurumlar tarafından daha çok kapsanmalı. O nedenle bu dönemde okul, öğrenci ve öğretmenlerin karşılıklı güvene, açıklığa, fiziksel mesafeye fakat bir o kadar da duygusal yakınlığa ihtiyacı büyük.” EN BÜYÜK KORUYUCU FAKTÖR: GÜVENDE HISSETMEK Zorlu geçeceği tahmin edilen eğitim-öğretim döneminde herkesin kendini güvende hissetmesinin en büyük koruyucu faktör olduğunun altını çizen Ünlü, bir diğer önemli zorluğun da sosyal izolasyon olduğunu belirterek “Sosyal izolasyonu azaltacak işbirlikleri, farklı şekillerde temas kurma yönetmeleri geliştirmek yine her paydaş için oldukça önemli bir koruyucu faktör” ifadesini kullandı. Ünlü, yeni eğitim-öğretim dönemine ilişkin görüşlerini şöyle tamamladı: “Yeni dönemin eğitim öğretim beklentileri, içinden geçtiğimiz durumun oldukça kaygı verici, ruhsal dünyayı sarsıcı bir durum olduğu unutulmadan kurgulanması, fiziksel ve ruhsal sağlığın ön plana konarak, eğitim öğretim süreçlerinin düzenlenmesi önemli. Yoğun kaygı taşıyan hiçbir çocuk, layığıyla öğrenemez, kavrayamaz, bir bilgiyi içselleştiremez. O nedenle eğitim hayatındaki somut çıktı ve kazanımların yerini sindirmenin, düşünebilmenin, duygularını anlamlandırılabilmesi gibi kavramların almasının önemi bu dönemde hiç olmadığı kadar önemli olmalı.”


2020 / Sayı 16

11


2020 / Sayı 16

12

Van’da hayvancılık bitme noktasında Sıddık Güler / Van

Haber Yazısı

T

ürkiye’de hayvancılığın yüzde 17’sinin yapıldığı Van’da, yaşanan göç ve teşvik yasalarındaki çelişkiler nedeniyle hayvancılık bitme noktasına geldi. Bir dönem sadece Gürpınar’da 2 milyonu bulan küçükbaş Norduz koyunu son yıllarda nesli tükenmekle karşı karşıya kalınca Yüzüncü Yıl Üniversitesi tarafından koruma altına alındı. Gürpınar Ziraat Odası çözüm konusunda hazırladığı projeyi Bakanlığa sundu Bir zamanlar Türkiye’nin hayvancılık deposu olarak bilinen ve Mersin limanlarından Arap ülkeleri ile batı illerine tonlarca et ve canlı hayvan sevk eden Van’da,

özelikle 90’lardan sonra yaşanan olaylara bağlı olarak köylerin boşaltılmasıyla birlikte hayvancılık bitme noktasına geldi. Hayvancılığı geliştirmek amacıyla uygulanan teşvik politikalarındaki çelişkiler ve düzensizlikler çözülemeyince hayvancılık yok olmakla karşı karşıya kaldı. Artık Avrupa ülkelerinden Van’a hayvan ve et getirilmeye başlarken, son yıllarda et fiyatları da ciddi artışlar yaşandı. Van’da bir dönem sadece Van mezbahada 15 ton et kesilirken şu an bu rakamlar yarı oranlara kadar düşmüş durumda. Üreticiler ve sivil toplum örgütü temsilcileri, bölgenin potansiyel olarak hayvancılığa çok elverişli olduğuna

24 Ağustos 2020

dikkat çekerek, hayvancılığın tekrar canlandırılması için özelikle köylerde yaşanan üreticiye kalıcı desteklerin sağlanması gerektiği çağrısı yaptı. 1990 yılında sadece Van’ın Gürpınar İlçesi’nde 2 milyon küçükbaş hayvan olmasına rağmen 2020’de Van’ın merkez ve bütün ilçelerinde bu sayı 2 milyon 700 bine kadar düştü. Dünyada sadece Van’ın Gürpınar İlçesi’nde yetiştirilen ve Türkiye’nin önemli gen kaynakları arasında yer alan Norduz koyununun nesli, bölgeden göç etmeyen tek köy sayesinde yok olmaktan kurtuldu. Bölgede sayısı fazla olan ancak göç sırasında satılan Norduz


koyunu, göç etmeyen tek köy olan Gürpınar’a bağlı Geçerli Köyü halkı sayesinde neslini koruyabildi. Kentte, 1990-1996 arasında güvenlik nedeniyle Gürpınar’a bağlı Norduz bölgesinde bulunan çok sayıda köy ve mezra halkı da başka illere göç etti. Tarım ve hayvancılıkla geçinen bu aileler, ellerindeki hayvanları satarak, kent merkezlerine yerleşti. Eti, sütü ve diğer özellikleri bakımından diğer koyunlara göre daha kaliteli verim elde edilen Norduz koyunu, bu köylerde yaşayan halkın göç etmesiyle yok olma tehlikesi altına girdi. 300 YILLIK GEÇMIŞE SAHIP NORDUZ KOYUNU Norduz koyunu, diğer koyun türlerine göre, canlı ağırlığı ve süt verimi yüksek. Daha iri ve uzun yapısı nedeniyle hayvan pazarında yüksek fiyata alıcı buluyor. Yapılan bir tez araştırmasında, bölgede 2008 yılı itibarıyla yaklaşık 12 bin Norduz koyunu bulunduğu anlaşıldı. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bingöl, Gürpınar’da Norduz olarak adlandırılan bölgede yetiştirilen bu koyun türünün, Akkaraman ırkının bir alt ırkı olduğunu belirtti. İklim ve topografik yapısı ile zengin bitki kompozisyonu ve bol su

kaynaklarına sahip olması nedeniyle Norduz koyununun sadece bu bölgede yetiştiğine dikkat çeken Bingöl, “Bu koyun bölgede yaklaşık 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. 1980’li yıllara kadar ülkenin çeşitli yerlerinden özellikle Trakya’dan gelen mandıra sahiplerince büyük ilgi gördüğü bilinmektedir” dedi. Geçmiş yıllarda güvenlik nedeniyle birçok köyün boşalması, yetiştiricilerin koyunculuğu bırakması ve bölgede kontrolsüz melezlenmenin uygulanması nedeniyle Norduz koyunu sayısında gün geçtikçe azalma görüldü. Bu ırkın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaması için Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nce hazırlanan Evcil Hayvan Genetik Kaynaklarını Koruması Projesi kapsamında, 2007 yılından beri bu koyun türü, yetiştirildiği ilde koruma altına alındı. BAKANLIĞA PROJE SONULDU Hayvancılığın merkezi konumunda olan kentte hayvancılığın can çekiştiğini dile getiren Gürpınar Ziraat Odası Başkanı Faruk Şamiloğlu, oda olarak çözüm konusunda bir proje hazırladıklarını ve projeyi bakanlığa sunduklarını bildirdi. Şamiloğlu, “Sadece şu an yaşadığım ilçe olan Gürpınar’da 1970 ile 1990 yılları arasında 2

milyon küçükbaş hayvan vardı. Bu tarihlerde biz, Katar’dan Suudi Arabistan’a kadar birçok ülkeye hayvan ihraç ediyorduk. Bu ülkelerde bizim hayvanlar, karaborsaya düşüyordu. Aşırı bir talep vardı. Ancak gelinen aşamada, Van ne kadar hayvancılık deposu olarak lanse edilse de bütün kent genelindeki sayı ilçemizin bir dönemki sayısına kadar düşmüştür. Şu an Van genelinde bu sayı 2 milyon 700’dır” açıklamasında bulundu. Köylerin boşaltılmasından sonra geri dönüş sağlanan köylere gençlerin geri gelmediğini sadece 65 yaş üstü yaşlı kesimin kaldığına işaret eden Şamiloğlu, şu değerlendirmeyi yaptı: “Hayvancılığın tekrar canlanması için kalıcı önlemler alınması lazım. Böyle söylemlerle bu iş yürümez biz oda olarak bir proje hazırladık. Eğer bakanlık kabul ederse bizim projede, her köyde ilk etapta 10 haneye hane başı 50 tane hayvan devlet tarafından verilecek. Sonraki yıl ise bu ailelerden her yıl 30 kuzu alınıp başka bir ailelere verilecek. Yani devlet bir kereye mahsus bir destek sağlayacak. Sonra kendi içinde döngü sağlanacak. Hayvancılık canlanacağı gibi binlerce aileye iş imkânı ve köyüne kalıcı geri dönüşü de sağlamış olacağız.”


2020 / Sayı 16

14

Kurtuluş Savaşı’nın destansı mücadelesinde; Son kale: Polatlı

Haber Yazısı

Besim Güçtenkorkmaz / Ankara

25 Ağustos 2020


2020 / Sayı 16

Y

unan ordusu Ağustos sıcağında Polatlı’ya kadar gelmişti. Yeni kurulan Meclis’in tedbir amaçlı Ankara’dan daha gerilere, Kayseri’ye taşınması bile düşünülürken, son kale Polatlı’da dünyanın en uzun sürecek meydan muharebesinin hazırlıkları yapılıyordu. Polatlı düşerse, Ankara’da düşecekti 22 gün sürecek Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasıyla son kalede tarih yeniden yazılacak, 13 Eylül 1638’de Viyana kapısından döndüğümüzden beri hep toprak kaybeden Türkler, 1921 yılının yine bir 13 Eylül günü yıllardır kaybederek Ankara’ya kadar geriledikleri topraklardan, ilk kez yeniden ilerlemeye başlayacaklardı. Son kalede başlayan ilerleyiş, bir yıl sonranın 9 Eylül’ünde, İzmir’de düşmanın denize dökülmesi ile son bulacaktı Kanla sulanan, birçok medeniyete kucak açmış Anadolu topraklarında yaşanan en büyük savaşlardan birisiydi belki de Sakarya Meydan Muharebesi. Ama çok daha önemlisi, Kurtuluş Savaşı’nın ve bugünkü Türkiye’nin oluşmasındaki dönüm noktasıydı bu son noktadaki kanlı direniş. İzmir’den istilaya başladıkları

Anadolu’da, ilk kurşunu Gazeteci Hasan Tahsin’den yiyen Yunanlılar, sayısal olarak çok fazla askerden oluşan orduları ile Anadolu içlerine doğru engel tanımadan ilerliyorlardı. Hedefleri, 23 Nisan 1921’de kurulan genç cumhuriyetin ilk meclisini ve böylece Anadolu’nun tamamını ellerine geçirmek, ülkeyi Serv Anlaşması’nı kabul etmeye mecbur bırakmaktı. General Papulas yönetimindeki Yunan ordusu, Kütahya ve Eskişehir’de, Cumhuriyet orduları tarafından gösterilen direnci zorlanmadan aşmış, Ağustos ayının o yakıcı sıcağında, köyleri, tarlaları ateşe verdiği Anadolu topraklarında ilerleyerek Ankara kapısına dayanmıştı. TARIHI EMIR Mustafa Kemal, ilerleyişi durdurmak için, son savunma kalesini Polatlı’da kurdu. Tüm birlikler geri çekilerek, Sakarya Nehri’nin gerisinde savunma hattı oluşturuldu. Yunanlı General Anastasios Papulas, başlangıçta bu harekâta şiddetle karşı çıkıyordu. Yunan ordusunu ıssız ve yolsuz Anadolu topraklarının derinine sürüklemek sonuçları ağır olabilecek bir maceraydı onun

için. Ancak Papulas kamuoyundan gelen yoğun baskılara ve Mustafa Kemal’i yenerek “Ankara Fatihi” olmanın cazibesine karşı koyamayarak ordusuna taarruz emrini vermişti bir kere. Yunanistan’daki savaş aleyhtarları, ordunun Anadolu’dan geri dönmesini isterken, Mustafa Kemal de son kaleyi savunan askerlerine, “Hatt-ı müdafaa yoktur; sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz” emrini veriyordu. Yunan ordusu, 24 Ağustos 1921’de saldırıya geçerek, son kalenin savunmasını önce kenarlardan delmek istedi. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki ordumuz, düşen mevzilere birlik kaydırarak, ertesi gün yeni bir güçle savunmayı sürdürdü. Bu kez Haymana yakınındaki merkez üzerinden saldırı düzenleyen sayıca 3 kat fazla Yunan ordusu, bunda da başarılı olamadı. Yunan ordusu 9 Eylül’de güçlerini birleştirmek için, saldırılara ara verdi. Bu dinlenmeyi fırsat bilen Mustafa Kemal ve askerleri, 10 Eylül’de düşmanın üzerine gitti. 13 Eylül’de Yunan ordusu yine köyleri yakıp yıkarak, Afyon’a doğru

15


2020 / Sayı 16

16

kaçmaya başladı. Bu kaçış, bir yıl sonrasının 9 Eylül’ünde İzmir’de düşmanın denize dökülmesine kadar sürdü. Böylece, bir 13 Eylül günü Viyana’da başlayan toprak kaybından yaklaşık 240 yıl sonra, Türk orduları ilk kez toprak kaybını durdurup, toprak kazanımına başlıyordu. ALAGÖZ KARARGÂH MÜZESI Atatürk, son kalenin savunmasında karargâh olarak Polatlı’ya bağlı Alagöz’de Türkoğlu Ali Ağa’ya ait çiftlik evini kullandı. Savunma planları, bu evde bir kopyası da duvarda aslını duran haritalar üzerinde kurmaylarla yapıldı. İki katlı binanın alt katındaki odalar mutfak, sağlık odası, iletişim odası görevini görürken, Atatürk ve yaverleri üst katta kalıyorlardı. Bugün Anıtkabir Komutanlığı’nın denetiminde olan ve müze olarak kullanılan karargâh evinde masa ve sandalyeler ilk günkü gibi korunuyor. Tavanı ahşap oymalarla süslü bina, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik noktalarından birisi olan Malıköy Tren İstasyonu’na 9 kilometre, karayoluna ise 4 kilometre uzaklıkta. Müze olarak ücretsiz ziyaret edilebiliyor. MALIKÖY TREN İSTASYONU Sakarya Savaşı’nın kazanılmasındaki en önemli stratejik üstünlüklerimizden birisi de Malıköy’deki bu küçük

tren istasyonuydu. Savaşın kahramanlarından sayılan Karadeniz’deki gemilerin İstanbul’dan kaçırdıkları silahlar ile Rusya’dan sağlanan cephane ilk planda Karadeniz’in şirin sahil kasabası İnebolu’ya getiriliyor, oradan da kağnılarla, Küre Dağları üzerinden Kastamonu’ya taşınıyordu. Kastamonu’dan sonra Ankara’ya aktarılan silahlar, trenle, cephenin hemen gerisindeki Malıköy’e kadar ulaştırılabiliyordu. Malıköy’den cephelere, erzak ve cephane takviyesi yapılması, birliklerimizin dirençlerini fazlasıyla arttırıyordu. Yunan ordusunun ise cephane takviyesi çok daha zor şartlar altında gerçekleşiyordu. Ayrıca, cephede yararlanan askerler de Malıköy istasyonundan Ankara’daki hastanelere trenle sevk ediliyor olması savaş şartlarında çok önemliydi. Demiryolu bağlantısı olmasaydı, her gün atlar için yüzlerce ton yem, askerler için yiyecek ve cephaneyi Ankara’dan 90 kilometre uzaklıktaki cepheye ulaştırmak için binlerce kağnı gerekecekti. Genelkurmay ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın (TCDD) işbirliği ile bugün anlamlı bir müze haline getirilen Malıköy Tren İstasyonu’nun hemen yakınındaki düzlük ise Rusya’dan alınan askeri uçakların pisti olarak kullanıldı. Halen müze olarak kullanılan ve ücretsiz gezilebilen Malıköy Tren İstasyonu bahçesinde, savaşta

ölen askerler adına yapılmış şehitlik anıtı da yer alıyor. O dönem kullanılan 1897 Alman yapımı tarihi lokomotif ile Atatürk’ün de konakladığı 1909 Alman yapımı bir vagon ve iki askeri uçak da, Malıköy istasyonunda sergileniyor. DUATEPE Kurtuluş Savaşı’nın en önemli kahramanlığının yaşandığı bu tepede 22 gün süren savaşta, 25 binin üzerinde askerimiz, gelecek nesiller cumhuriyeti yaşasın, topraklarımıza düşman eline geçmesin diye kahramanca şehit oldu. Hemen yanındaki Karatepe, 7 defa el değiştirdi ama Duatepe, Ankara yolundaki Yunan ordusuna bir kez bile geçit vermedi. Kahramanca savunuldu. Dünya harp tarihinin en uzun muhaberesi olan Sakarya Savaşı’nın en stratejik yeri Duatepe’de, ölen askerlerimizin anısını yaşatmak için yapılan dev bir şehitlik ve abidesi yer alıyor. Tüm Sakarya Ovası’nın hâkimi olan Duatepe’de, bugün dev şehitlik abidesinin yanında, elinde dürbünü ile savaş alanını izleyen Atatürk ve yanından bir an bile ayrılmayan Salih Bozok’un heykeli de yer alıyor. Efsanelerin ve destansı kahramanlıkların beşiği Polatlı’nın ve savaşın sessiz tanığı mekânların, Cumhuriyetin ne zorluklarla kazanıldığını unutmamak için herkes tarafından mutlaka gezilmesi gerekiyor.


2020 / Sayı 16

17


2020 / Sayı 16

18

Dijital çağa hazırlıksız giriyoruz

Haber Yazısı

Ayla Ganioğlu / Ankara

28 Ağustos 2020


2020 / Sayı 16

T

ürkiye’nin fen liselerine, imam hatip liseleri kadar destek vermemesi nedeniyle, 2023’e kadar bilim, teknoloji, matematik ve mühendislik alanlarındaki istihdam gereksiniminin yüzde 31’ni karşıladığı belirtiliyor. CHP’li Kaya, İyi Parti’li Sunat ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Doç. Dr. Akgündüz, eğitim sistemi ile ilgili açıklamalar yaptılar. Siyasiler eğitimin bir siyasi partinin ideolojisine göre belirlenmemesi gerektiği uyarısı yaparken Akgündüz, söz konusu alanlara yeterince önem verilmediği belirtti Fen ve matematikten uzaklaşan eğitim sisteminin, geleceğe dönük ciddi alarm verdiği ve Türkiye’nin dijital çağa hazırlıksız girdiğini ortaya koyuyor. TBMM Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu Alt Komisyonu, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (Organisation for Economic Co-operation and Development –OECD) verilerine dayanarak, 2016-2023 dönemi için bilim, teknoloji, matematik, mühendislik (BTMM) alanları için gerekli olan bir milyon istihdam ihtiyacının, yüzde 31’inin (üç yüz bin) mevcut eğitim sistemiyle karşılanamayacağını belirledi. Bu eğitim sisteminin sürdürülmesi durumunda, sonraki yıllarda bilim, teknoloji, matematik ve mühendislik alanındaki açığın artması kaçınılmaz gibi görünüyor. Hükümetin, 2019 yılı bütçesinde, 2021’e kadar yeni 162 imam hatip lisesi yapılmasını planlarken, bu sayı Anadolu liseleri için 151, fen liseleri için ise sadece 9 oldu. Milli Eğitim Bakanlığı, 2019 yılı içinde inşa edilmesi planlanan imam hatipler için 460 milyon TL ödenek ayırırken, bu miktar fen liseleri için yalnızca 30 milyon TL oldu. Buna göre, imam hatiplere, fen liselerine ayrılan bütçenin 15 katından fazla ödenek ayrılmış oldu. Buna rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Liseye Geçiş Sınavı’nın (LGS) sonuç raporuna göre, ilk sırada fen lisesini tercih eden öğrencilerin oranı yüzde 46,7 olurken, ilk tercihi imam hatip lisesi olanların oranı yüzde 11,1’de kaldı.

İMAM HATIP LISELERININ ARTIŞI CHP Ankara Milletvekili Yıldırım Kaya, İyi Parti Toplumsal Politikalar Başkanı Şenol Sunat ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Doç. Dr. Devrim Akgündüz, 24 Saat Gazetesi’ne eğitim sistemi ile ilgili açıklamalarda bulundular. CHP Ankara Milletvekili Yıldırım Kaya, AKP’nin iktidara geldiğinde eğitim yatırımlarına ayrılan payın yüzde 17.18 iken, 2020 için bu oranın yüzde 4.65’e indiğine ve imam hatiplere ayrılan payın ise her geçen arttığını bildirdi. CHP’li Kaya, konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: “Bütün liseleri imam hatip lisesine dönüştürmeyi hedefine koyan AKP bu amaç doğrultusunda, imam hatip liselerinin sayısını ihtiyaca göre değil, ideolojisine uygun olarak artırıyor. Tüm başarısızlıklarına rağmen, sınav sistemini sık sık değiştirerek, imam hatiplere daha fazla öğrenci göndermenin planlamasını yapıyor. AKP imam hatipleri oy deposu olarak görüyor. Milli Eğitim Bakanlığı ve üniversite yönetici kadrolarının büyük ölçüde cemaat ve tarikat mensuplarından oluşmakta.” AKP’nin yeni bir “rejim” kurma çabalarının en fazla eğitim sistemini etkilediğinin altını çizen Kaya, AKP’nin “laik, demokratik, bilimsel ve kamusal eğitime savaş açtığını” savundu. TÜRKIYE, OECD’DE GERIDE… Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (Programme for International Student Assessment -PISA) sonuçlarına işaret eden Kaya, sözlerini şöyle sürdürdü: “Türkiye, OECD’nin üç yılda bir yayımladığı PISA 2018 sonuçlarına göre, 79 ülke arasında matematikte 42, fen bilimlerinde 39, okuma becerilerinde 40. sırada; 37 OECD ülkesi arasında ise son sıralarda yer alarak matematikte 33, fen bilimlerinde 30, okuma becerilerinde ise 31. sırada yer aldı. Eğitim, bir siyasi partinin ideolojisine göre değil, dünyadaki gelişmeler dikkate alınarak belirlenmemesi geleceğimize darbe vurur.” “KENDI IDEOLOJISINI EMPOZE ETMEK” İyi Parti Toplumsal Politikalar

Başkanı Şenol Sunat, geçen 18 yılda 7 kez bakan, 20 kez müfredatın değiştiği ve eğitimde Cumhuriyet tarihinin en başarısız dönemlerinden birinin yaşandığını belirterek şunları söyledi: “Fen liselerine destek verilmemesi de AK Parti hükümetinin eğitim alanındaki basiretsizliğinin en büyük örneklerindendir. Fen liselerinin öncelikli hedefi nitelikli bilim insanları yetiştirmek, zekâ ve başarı düzeyi yüksek öğrencileri eğitmek, doğru mesleğe yönlendirmektir. Türkiye’de en başarılı ve parlak öğrencilerin tercih ettiği ve amacı bilim insanı yetiştirmek olan liseleri desteklememenin amacı ancak gençlerimizi bilimden uzaklaştırmak; araştıran, sorgulayan ve üreten bir gençliği makul görmemektir.” Sunat, yaşanan ekonomik sıkıntıların temelinde de AK Parti’nin çağdaş ve bilimsel eğitim sistemini bir türlü kabullenmeyen, gençlere “kendi ideolojisini empoze ederek siyasi hedeflerini ülke menfaatlerinden üstün tutan ilkel zihniyetinin bulunduğunu” kaydetti. “İMAM HATIPLER IÇIN ZORLAMA” İmam hatip liselerinin de önemli olduğunu vurgulayan Sunat, “Ancak bunların, fen liselerine ve Anadolu liselerine karşı bir seçenek olarak sunulması, ailelerin evlatlarını imam hatip liselerine göndermeleri için zorlanması tamamen eğitimin siyasallaşmasıyla alakalıdır. Anadolu liseleri de eski özelliklerini kaybetmiş büyük çoğunluk düz lise, Anadolu lisesi adı altında özellikleri değiştirilmiştir. Fen liseleri ve imam hatip liseleri birbirlerine rakip olarak sunulmamalıdır. Müfredatları, yapıları ve amaçları tamamen farklıdır” değerlendirmesinde bulundu. 2019 yılında yapılan YKS sınavı başarı oranlarına bakıldığında, fen liselerinde okuyan 100 öğrenciden 49’u üniversiteye yerleşirken, imam hatip liselerinden mezun olan 100 öğrenciden sadece 14’ünün üniversiteye girebildiğine dikkat çeken Sunat, “İstatistikler incelendiğinde, imam hatip liselerinin başarı oranlarının çok

19


2020 / Sayı 16

20

düşük olduğunu görmekteyiz. Buradaki en büyük mağduriyeti ise şüphesiz öğrencilerimiz yaşamaktadır. Bu yanlış ve ideolojik tercihlerin bedelini ise maalesef uzun yıllar boyunca Türk milleti ödeyecektir” dedi. Sunat, OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim 2017 Raporunda” gelecekte BTMM alanındaki mesleklere hangi ülkelerin öncülük edeceğine bakıldığında Türkiye’nin 34 ülke arasında en sonda olduğunun görüldüğüne işaret ederek, açıklamasını şöyle tamamladı: “Bu kaderi değiştirmek, bilgi toplumu olmak ve bilimsel düşünceyi esas almak zorundayız. Gelecek 10- 15 yıl içinde mesleklerin yüzde 75’i BTMM’ye dayalı olacak ve bugün adını bilmediğimiz yeni mesleklerle tanışacağız. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği üzere fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmeden başarıyı yakalamak da mümkün değil. Gençlerimizin, öğrencilerimizin bu kötü gidişatta sorumlulukları yoktur, mağduriyetleri vardır. Sorun ülkeyi yönetenlerde, eğitim sistemini katledenlerdedir.” TÜRKIYE ÇOK YAVAŞ ILERLIYOR İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Doç. Dr. Devrim Akgündüz ise, dünyanın “Endüstri 4.0” dönemine hızlı bir giriş yaptığını belirterek, “Bu dönem nesnelerin interneti, yapay zekâ,

otonom fabrikalar, robotik, sanal gerçeklik vb. alanlarda büyük gelişmelerin olacağına işaret ediyor. Türkiye’de BTMM alanları yeterli derecede gelişmediği için bu yöndeki adımlar çok yavaş ilerliyor” uyarısında bulundu. Türkiye’de BTMM alanlarında nitelikli iş gücüne ihtiyaç olmasına rağmen, bunun üniversitelerde yeterli oranda yetiştirilemediğini söyleyen Akgündüz, geçmişte fizik, kimya, biyoloji, mühendislik, moleküler biyoloji ve genetik alanlarının, yüksek puanlarla öğrenci alırken, artık çok düşük puanla öğrenci almaya başlamasının olumsuz sonuçları olduğunu dile getirdi. Akgündüz, Türkiye’de BTMM alanlarında Ar-Ge merkezleri, robotik, genetik ve yapay zekâ kuruluşları, fizik-kimyabiyoloji alanında üretime dönük merkez ve kuruluşlara ihtiyaç olduğunu bildirerek bunun için üniversitelerdeki bölümlerin programlarının çok hızlı bir şekilde buna uygun hale getirilmesi ve ArGe merkezlerine büyük teşvikler verilmesi gerektiğini ifade etti. “ABD’DEKILER GIBI OLMALI” Akgündüz, Türkiye’de BTMM alanlarına yeterince önem verilmediği için fen liselerinin de geri planda kaldığını söyleyerek bu konudaki önerilerini şu şekilde dile getirdi: “ABD’de fen ve teknoloji liseleri adı altında

parlak öğrencilerin eğitim gördüğü, sadece bir lise eğitimi değil Ar-Ge faaliyetlerinin de gerçekleştirildiği, bilimsel ve teknolojik üretimin altyapısının hazırlandığı bu liseler geleceğin BTMM iş gücünü yetiştiriyor. Ülkenin önemli beyinleri, ülkeyi yukarıya taşıyacak beyinler buralarda yetiştiriliyor. Türkiye’de ise maalesef az sayıda fen lisesi, üstelik ABD’deki özellikleri de taşımayan, uygulamalı eğitimden ziyade teorik eğitimin daha fazla gerçekleştirildiği şekilde eğitim yapıyor. Yapılması gereken BTMM ile ilgili bir lise stratejisinin ortaya konması, bu yönde bir politikanın hayata geçirilmesi, bu kapsamda mevcut fen liselerinin ABD’deki emsalleri gibi yenilenmesi, bu liselerde öğrenim görebilecek öğrenci sayısının artırılması, bunun için de yeni fen ve teknoloji liselerinin açılması gerekiyor. Ancak açılacak fen liselerinin sayısının niteliksiz olarak artırılması bu liselerin öneminin ortadan kalkmasına sebep olabilir. Buralarda çok iyi donanımlı öğretmenler görevlendirilmeli. Yüksek oranda laboratuvar ve teknoloji merkezli uygulamalı eğitimleri içeren bir öğretim programı olmalı. Ar-Ge projeleri için önemli teşvikler ve kaynakların aktarılmalı. Okulsanayi işbirliği kuvvetlendirilmeli. İnovasyon ve patent tabanlı eğitime ağırlık verilmeli.”


2020 / Sayı 16

21

30 Ağustos’taki kudret

G

azi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1924 günü katıldığı “Meçhul Asker Anıtı”nın temel atma töreninde, gençlere şöyle seslendi: “Gençler! Cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu ila ve idame edecek sizsiniz.” Ulusal Kurtuluş Savaşı, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, 26 Ağustos 1922’de sabaha karşı verdiği emirle başlattığı Büyük Taarruz ve 30 Ağustos’ta “Başkomutanlık Meydan Muharebesi”nin kazanılmasıyla sonuçlandı. Mustafa Kemal, Dumlupınar’da

eşi Latife Hanım ile 30 Ağustos 1924 günü katıldığı “Meçhul Asker Anıtı”nın temel atma töreninde, zaferin kazanıldığı o günleri âdeta yeniden yaşar ve “Tıpkı bugün gibi” dediği konuşmasında, anıtın temelinin atıldığı tepeye iki yıl önce gelişini ve ateşler yükselen savaş alanını anlatır: “Efendiler! Tıpkı bugün gibi 1922 senesi Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğunuz sırtlarda, kahraman On Birinci Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşmanın kuvayı asliyesine taarruz için yayılarak ilerlemekte

11 Ağustos 2020

bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu.” Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in törende anlatışına göre, “29/30 Ağustos sabaha karşı”, Karahisar’da Belediye dairesinde yatmaktayken, İsmet Paşa’nın gönderdiği Garp Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) kendisini uyandırır. Tevfik Bey’in yanında İsmet Paşa’nın, görmesini istediği haritaya bakan Başkomutan, hemen yataktan fırlar. Harita, savaşta son durumu göstermektedir. Ordularımızın düşmanı sardığını gösteren harita üzerine, “derhal Fevzi (Çakmak)

Haber Yazısı

Hasan Safa Tekeli / İstanbul


2020 / Sayı 16

ve İsmet (İnönü) paşaları” yanına çağırtarak, düşmanı yok edecek yeni emrini verir.

22

“DÜŞMAN ORDUSU İMHA OLUNACAKTIR” Kendisi de cepheye hareket eden Mustafa Kemal, saatler ilerleyip sonuç alınınca, 31 Ağustos sabahı savaş meydanını dolaşır. Mustafa Kemal, gördüğü manzarayı, törende aktarırken, ordunun zaferinin büyüklüğünü, buna karşılık “hasım ordunun” uğratıldığı felaketin dehşetini ve savaş meydanından toplanan ölülerin, esir kafilelerinin oluşturduğu görünümün “bir mahşeri” andırdığından özenle kurduğu cümlelerle söz eder. Başkomutan, Birinci Ordu Karargâhına bizzat gider; İsmet Paşa’nın karargâhta kalıp genel durumu idare etmesini uygun görür. Fevzi (Çakmak) Paşa kuzeye hareket ederken, kendisi otomobille demir yolu güzergâhını izleyerek, batıya doğru yönelir. Akçaşar’da, Ordu kumandanına “Cephe emri” verilirken, kendisi de durumu açıklar ve Dördüncü Kolordunun, Çal köyünün batısındaki düşmanın tamamını çember içine alarak, savaşmaya mecbur etmesini emreder. “TRİKOPİS’İ VE GENERALLERİ ESİR EDİN!” “Düşman ordusu behemehâl imha olunacaktır.” diye kaydeden Başkomutan Mustafa Kemal, şöyle devam eder: “Ordu Kumandanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu tebliğ etti. Bir müddet bu karargâhta kaldım. Mütemadiyen gelen muhtelif rütbedeki esir zabitanla görüştüm. Bunlardan biri erkânıharp zabiti idi. Zavallı verdiği malumat meyanında istemeyerek Başkumandan

vazifesini alan General Trikopis’in ve İkinci Kolordu Kumandanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu ifade etmiş oldu. Derhal yanımda bulunan Ordu Kumandanına: ‘Kemalettin Paşa’yı bulunuz. Bizzat Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini behemehâl esir etmesini söyleyiniz’ dedim. Bu emir derakap telefonla tebliğ olundu. Zavallı esir zabit benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi.” ATEŞ HATTINDA Stratejik konumdaki Çal köyünün batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültüsünü işiten, ancak durumu dürbünle incelemenin sıkıntı duyan Başkomutan ve beraberindekiler, daha ileriye, ateş yerine gitmek için, otomobillere atlayıp törenin yapıldığı tepeye doğru gelirlerken ara sıra güzergâhlarının soluna düşman mermileri düşüyordu. 31 Ağustos günü öğle saatlerinde, Çal köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde, Başkomutan, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa buluşarak, kırık kağnı arabalarının döşeme ve okların a ilişerek bundan sonraki durumu ele alırlar. Kazanılan meydan muharebesinin, bütün seferi sona erdirebilecek bir büyüklükte ve önemde olduğunda birleşen Paşalar, şimdi Bursa yönüne çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün orduyla ara vermeksizin İzmir’e doğru yürümeye karar verirler. TÜRK TARİHİNİN DÖNÜM NOKTASI İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zamanın yettiğine işaret eden Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal,

törendeki konuşmasına özetle şöyle devam eder: “Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarihi millîmiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği zafer kadar neticei katiyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kati tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. (…) Şehit Asker Abidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu Abide, Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.” GENÇLERE SESLENİYOR “Yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temelinin burada sağlamlaştırıldığını; ebedi hayatının burada taçlandırıldığı”nı vurgulayan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, konuşmasının sonunda gençlere şöyle seslendi: “Efendiler, son sözlerimi münhasıran memleketimizin gençliğine tevcih etmek istiyorum. Gençler! Cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu ila ve idame edecek sizsiniz. Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terk ederken ‘Şehit Asker’i hep beraber hürmet ve tazimle selamlayalım.”


2020 / Sayı 16

23

Medyanın kadın cinayetlerindeki rolü: Şiddetin pornografileştirilmesi Eylem Yılmaz / İstanbul

1 Eylül 2020


K

24

adın cinayetleri, medyada nasıl veriliyor? Akademisyen ve meslek örgütleri bu konuda ne düşünüyor, ne öneriyor? Akademisyenler medyada genel olarak, “iktidarın dili” olarak eleştirdikleri durumun, şiddetin sosyal değil adli vaka olarak görülmesi, gazetecilerde vasıfsızlık, bilinçsizlik ve bilgisizlikten kaynaklandığına işaret edip şiddetin medyada haklılaştırıcı-özendirici bir algıyla verildiğinin altını çizdiler. Meslek örgütleri ise cinsiyetçi dil kullananın üyeliğinin sonlanabileceği, ombudsmanlık oluşturulabileceği, medyanın karar mekanizmasında yer alanların eğitilmesi gerektiğini vurguladılar Özgecan Aslan, Emine Bulut, Ceren Özdamar, Şule Çet, Fatma Altınmakas, Pınar Gültekin, İpek Er… Bu isimler alınmayan önlemler, uygulanmayan yasalar nedeniyle erkekler tarafından öldürülen kadınlardan bazıları… Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun hazırladığı rapor verilerine göre, yedi ayda 182 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 100 ölüm ise şüpheli olarak kayda geçti. Sadece temmuz ayında trafik kazaları da dâhil 36 kadın öldürüldü. Ölenlerin sayısı, içinde olan hayat karşısında ruhsuz, buz gibi kalıyor. Geride kalan bir evlat, bir anne, bir baba başka kadınların da ölmemesi için ve en çok da katilin cezalandırılması için çağrılar yapıyor. Ne var ki Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını tartışıyor; cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda bir ilerleme kaydetmiyor, şimdilik vaat de etmiyor. Peki, bu cinayetlerde medyanın rolü nedir? En son yaşanan Pınar Gültekin cinayeti nasıl verildi? Jandarma Uzman Çavuş Musa Orhan’ın tecavüzü sonrasında intihar ederek yaşamına son veren İpek Er’i medya nasıl verdi? Önce Pınar Gültekin’in öldürülmesini medya nasıl işledi buna bakalım. Gültekin’in 16 Temmuz 2020 tarihinde kaybolmasının ardından 21 Temmuz 2020 günü Muğla’nın Menteşe İlçesi kırsal Yerkeşik

2020 / Sayı 16

Mahallesi’ndeki ormanlık alanda cesedi bulundu. Katil Cemal Metin Avcı, kısa sürede yakalanınca ifadeleri basına yansıdı. Basının öne çıkardığı ifade ise, Avcı’nın Gültekin ile ilişkilerinin olduğunu iddia etmesiydi. Bununla, “Genç kadın, evli adamla birlikte” hikâyesi yaratılarak adeta cinayet meşrulaştırıldı. Sosyal medyada, “Evli adamla ne işi var?” linçi beraberinde geldi. Öyle ki bunun doğru olup olmadığı asla tartışılmadı. Katilin cinayetini meşru gösterme çabasına medya da ortak oldu. Böyle bir ilişki de zaten yoktu… İpek Er’in ölümünde ise şiddetin magazinleştirilmesinin ötesinde bir yaklaşımla karşı karşıya kaldık. Birçok medya kuruluşu Er’i 20 gün boyunca alıkoyup tecavüz eden Musa Orhan’ın Jandarma Uzman Çavuş kimliğini saklama yoluna gitti. Orhan’ın ana akım medyada fotoğrafı buzlandı, soyadı da gizlendi. Oysa genel kuraldır ki suçu tespit edilen kişinin hele ki tecavüz, cinayet gibi durumlarda fotoğrafı da kullanılır, kimliği de gizlenmez. Burada medyanın suçu işleyenin devlet görevlisi olması nedeniyle böyle bir sansür ihtiyacı duyduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Peki, medya niçin bu tavrı sergiliyor? Cinsiyetçi dili neden terk etmiyor? Meslek örgütleri bu konuda ne yapabilir? Konuyu, akademisyenler Yasemin İnceoğlu, Ceren Sözeri, İdil Engindeniz ve gazeteci Rana Şenol ile konuştuk. Meslek örgütlerinin ne yapması gerektiği ve medyada kadının yeri konusunda ise Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Turgay Olcayto, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Gökhan Durmuş ve DİSK-Basın İş Başkanı Faruk Eren değerlendirmelerde bulundu. “KAYGI TAMAMEN TICARI” İletişim Bilimci, Akademisyen Yasemin İnceoğlu, aynı zamanda “iktidar dili” olduğuna dikkat çektiği medyada cinsiyetçi dilin değişmemesinin en temel nedeninin kadınlara yönelik güç ilişkilerinin yeniden üretilmesi ve meşrulaştırılması olduğunu belirterek şunları söyledi: “Öncelikle bu cinsiyetçi

söylemdeki egemen dil, yani eril dil, buyurgan ve kadını aşağılayan bir iktidar dilidir. Bu dili, illa ki erkeklerin kullanması gerekmez, bu dilin değişmemesindeki en temel sorunlardan biri kültürel nedenler, ekonomik alandaki kadınlara yönelik eşitsizlikler, devlet politikaları ve tabii ki eşitsiz güç ilişkilerinin medya eliyle yeniden üretilmesi ve meşrulaştırılmasıdır. Eğer kadınları iradi ve inisiyatif sahibi olmayan, zayıf ve bağımlı bir figür olarak resmederseniz ve kadına yönelik şiddeti sosyal sorun değil de adli bir vaka olarak mor göz, kırık kaburga vs. türü fiziksel şiddeti ön plana çıkaran şekilde habercilik yaparsanız doğal olarak, özendirici olursunuz. ‘Aile meclisi kararı’, ‘Namusumuzu kirlettin anne’, ‘Yasak ilişki yaşıyordu’, ‘Bakire çıkmadı diye kızını kesip öldürdü’ türünden başlıklar adeta şiddeti haklılaştırıcı ve dolayısıyla özendirici bir algı oluşturmakta.” Ceren Sözeri’nin konuya ilişkin değerlendirmesi ise şöyle: “Daha fazla okuyucu çekmek için daha fazla ayrıntı vermek, olduğundan daha abartılı göstermek gibi okunurluğu arttırıcı yollara sapılıyor. Bunlar gazeteciliğin mesleki deformasyonu olarak nitelendireceğimiz şeylerdir. Bunlardan biri de fotoğraf kullanımıdır. Gültekin cinayetinin popülerleşmesinin bir sebebi fiziki güzelliği ve çekilen fotoğrafların estetik değerinin olması. O fotoğrafa bakan aslında sizi yakınınızda, sizin temas edebileceğiniz ya da öykünebileceğiniz haberler her zaman daha ilgi çekici olur.” Hrant Dink Vakfı Medyada Nefret Söylemi İzleme raporlarının danışmanı, Akademisyen Dr. İdil Engindeniz, “Gazeteciler de bu toplumdan bağımsız değil” diyerek devam ediyor: “Sendikasızlaşma ve benzeri medyanın sahiplik yapısının değişmesi gibi durumlar neticesinde gazeteciler daha vasıfsız hale gelmeye başladı. Bu, daha çok ana akım için geçerli. Alternatif medyada da bilinçsizlikten kaynaklanan sorunlar oluyor. Kadın cinayetlerinde bunu çok iddia edemeyiz ama eşcinsellerle ilgili haberlerde hatalar oluyor. Henüz bazı kelimeleri kullanmaya


2020 / Sayı 16

alışkın değiller. Bilgisizlikten kaynaklı sorunlar. Ana akım medyadan bahsettiğimizde eskisi gibi iyi haberci, iyi gazeteci niteliğinin aranmamasından dolayı bir istihdam sorunu olarak düşünülebilir. Var olanların da çeşitli etik ilkeleri dikkate alamayacak durumda çalışıyor olmalarından bahsedilebilir.” Amerika’nın en büyük ulusal kanallarından biri olan ABC News’te çalışmış, uzun yıllar TRT muhabirlerine ders vermiş Gazeteci Rana Şenol, şu açıklamayı yapıyor: “Medya etiğinin yeterince ciddiye alınmaması durumu söz konusu. Batı ülkelerinde meslek etiğine uyacaksın ki saygın bir yayın kuruluşu olarak ciddiye alınasın. Biz de ise medya kuruluşlarında şu zihniyet hâkim: Sansasyonel haber yapayım ki reyting alayım. Yani bizimkilerin kaygısı tamamen ticari. Saygınlık falan, bunlar o kadar da önemli değil. Bir de yaptırım yok. Bizimki gibi ataerkil toplumlarda, içselleştirilmiş -o yüzden de çoğunluğa masum gibi görünencinsiyetçi dil kalıpları medyada

sıkça kullanılıyor ve bu ayrımcı dil, amacı bu olmasa da kadına yönelik şiddet döngüsüne çok büyük katkıda bulunuyor maalesef. Medyanın dille ilgili, cinsiyetçi söylemlerle ilgili farkındalığını artırması şart. Bir diğer konu ise şiddetin pornografikleştirilmesi. Özellikle kadın cinayeti haberlerinde cinayetin işleniş şekliyle ilgili aşırı detay verildiğinde, o vahşet artık vahşet olmaktan çıkar, pornografik bir anlatıya dönüşür. Bu bazı hasta ruhlu kişileri aynısını yapmaya teşvik edebilir. Medyada kadınlarla ilgili haberlerde kullanılan fotoğrafların neyi anlattığı da çok önemlidir. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti haberlerinde neden hep şiddete uğrayan veya öldürülen kadının boy boy fotoğraflarını görüyoruz? O fotoğraflar habere ne gibi değerli bir katkı sağlıyor? Bunlar hiç sorgulanmıyor medyada. Oysa mağdurun fotoğraflarını kullanmak yerine kadına şiddetin artmasındaki nedenleri tartışabilirler. Caydırıcılık açısından haberde suça ve suçluya odaklanılması gerekirken,

maalesef ülkemizde yapılan, kadına şiddet ve kadın cinayeti haberlerini magazinleştirmek.” “ÇÖZÜM, GÜÇLÜ MESLEK ÖRGÜTLERIDIR” Peki, bu sorun nasıl düzeltilebilir? Kurum içi eğitim bir çözüm olabilir mi? Uygulamada neler yapılabilir? Meslek örgütlerinin hâlihazırda yaptıkları yeterli mi? Örneğin, cinsiyetçi bir dil kullanan ya da şiddeti pornografileştiren bir haberi yapandan yayınlayana kadar varsa meslek örgütlerinde üyelikleri iptal edilmesi doğru bir yöntem olabilir mi? Akademisyen Engindeniz’e göre meslek örgütleri daha fazla müdahil olmalı: “Bu çok doğru bir yöntem olur. Gazetecilerin en iyi eleştirmenleri kendi meslektaşları olmalı. Böyle olunca sistem çok daha hızlı toparlanıyor. Ama bu Türkiye’de olmaz derim. Çünkü gerçekten ağırlığı olan bir meslek örgütü kalmadı. Meslek örgütleri, yayın kuruluşları ve akademisyenlerin ortak bir şeyler yapabilmesini çok arzu ederim. Çok yapısal

25


2020 / Sayı 16

sorunlar var, büyük değişim yaratmaz ama bu kadar rahat da hareket edilmemesi sağlanabilir. Kadın cinayetleri haberlerinin hep takibinin yapıldığı bir gerçek. Mahkeme devam ederken de sonucu da haberler geçiliyor. Böyle bir haber takibi çok sık görülen bir şey değil aslında. Ancak sadece katil ağzından yazılıyor haberler. Kaynakları çeşitlendirmek için çok fazla uğraşılmıyor. Kurum içi eğitimlerde kesinlikte meslek örgütleri işin içine girmeli. Bilinçsizlik ve farkında olamama halini kurum içi eğitim ortadan kaldırabilir. Meslek örgütleri gerçekten bir şeyler yapmaya çalışıyor ama bir taraftan akademide bile ‘Toplumsal cinsiyet mi çalışıyorsun?’ şekilde tepkiler ortaya çıkıyor. Çözüm, güçlü meslek örgütleridir. Sorun devletin sosyal devlet olmamasından da kaynaklanıyor.”

26

“ÖRGÜTLER, YANLIŞ HABERCILIK PRATIKLERINI KAMUOYUNDA SERGILEMELI” Sorunun bir zihniyet sorunu ve bunun hemen değişmesinin mümkün olmadığına işaret eden İnceoğlu, meslek örgütlerinin yanlışı teşhir edebileceğini belirterek şunları söyledi: “Öncelikle bu bir zihniyet sorunu. Bu dilin, tutumun değişmesi hemen olacak bir şey değil, bu ciddi bir etik sorun aynı zamanda, ancak etik dediğimiz zaman bir vicdani yükümlülükten bahsediyoruz, cezai müeyyide uygulamakla bu sorunun önüne geçmek mümkün değil. Aslında Bianet’in kadın odaklı habercilik anlayışında yer verildiği üzere; kadın hak savunucularının faaliyetleri ile kadın hak ihlallerinin izlenip haberleştirilmesi önemli. Demokrasilerde önemli bir mekanizma da teşhir etmektir, uyarmaktır, ikaz etmektir. Örgütler meslek ahlak ilkelerini hatırlatarak, yanlış habercilik pratiklerini kamuoyunda sergilemelidirler. Ancak böylelikle farkındalık oluşabilir, okuyucu, izleyici tepki vermeye başlar, bilinçlenen kamuoyunun vicdanını bu dil rahatsız ettikçe tepkiler doğar böylelikle medya yayıncılık/yayımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalır.

Yoksa yasa çıkararak, cezai yaptırımla ne yazık ki hiçbir yere varılamaz.” “SIVIL TOPLUMLA BIRLIKTE ÇALIŞILMALI” Sözeri, konuya ilişkin önerilerini şöyle aktarıyor: “Yapılması gereken şey sivil toplumla birlikte çalışmaktır. Toplumsal cinsiyet konusunda bilinçli olan kadın gazetecilerle ve sivil toplumla birlikte gitmeli bu süreç. Erkekler bu tür haberleri okudukları zaman kendilerinin korunaklı olduğunu hissediyorlar. Onlar için cesaretlendirici de oluyor. Kurumların kendi etik kodları olmalı. Eskiden ‘Doğan Yayın İlkeleri’, Gazeteciler Cemiyeti’nin ‘Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi’ vardı. Şimdi bunlar çok geçersiz hale geldi. İş dönüp dolaşıp bir editörün, bir muhabirin başına patlıyor ve herkesin eli temizlenmiş oluyor. Kadınların öldürülmesinin esasen politik bir mesele olduğunun altı çizilirse, doğrudan cinnet getiren bir erkek olarak değil de sistematik bir sorun olduğu ve siyasetçisinden bireyine kadar herkesin sorumluluğunun bulunduğu vurgulanırsa sorunun çözümüne katkı sunulmuş olacaktır.” “MEDYA KURULUŞLARINDA KARAR MEKANIZMASINDA YER ALANLARIN EĞITILMESI GEREKIYOR” Aradaki farkı daha iyi görmek açısından ABC News’teki pratiklerini de paylaşmasını rica ettiğimiz Şenol’un açıklamaları, uygulandığı an değişimin kapısını açacak türden: “ABC News’de hangi haber üzerinde çalışıyor olursak olalım kullandığımız dile dikkat etmek zorundaydık. Her yayın kuruluşunda olduğu gibi, mesleki etik ilkeler kutsal kitabımızdı. ‘Politically correct’ olmak çok önemliydi. Politik doğruculuk (ya da siyaseten doğruculuk da deniyor sanırım) nasıl bir şey? Farklı ırk, dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, dili özenle kullanmak, ifadeleri dikkatlice seçmek. Buna hassasiyet göstermeyen yayın dünyasında hayatta kalamazdı Amerika’da. Hangi haberi yapıyor olursan ol, öncelikle politically

correct bir dil kullanacaksın. Haberin en az üç farklı kaynaktan teyit edilmesi vs. gibi başka kurallarımız da vardı. Türkiye’de somut, pratik uygulamalar ve birtakım yaptırımlar gerekiyor. Ama en önemlisi eğitim. Haber kuruluşlarında karar merciinde olanların eğitimi. Biz hep muhabirlerin eğitimine odaklanıyoruz ama muhabirler kadar neyin nasıl haber olacağına ve o manşetin son haline karar veren editörün de, sayfa sorumlusunun da televizyonsa prodüktöründen haber masası şefine kadar herkesin eğitilmesi gerekiyor. Meslek içi eğitim çok yaygındır batıda. ABC’de herkes geçerdi bu eğitimlerden, CEO’sundan editörüne, yeni başlayan muhabirine kadar. Ne oldum demeden yaptığın işte kendini sürekli geliştireceksin. Türkiye’de meslek kuruluşları yeni başlayan muhabirleri eğitiyor belki ama medya kuruluşlarında asıl karar mekanizmasında yer alanların eğitilmesi gerekiyor.” GAZETECILER CEMIYETI: CINSIYETÇI DIL KULLANANIN ÜYELIĞI SONLANDIRILIR Akademisyenler kurum içi eğitimden meslek örgütlerinin üyelik uygulamalarına kadar birçok öneriyi dile getirdi. Peki, meslek örgütleri ne diyor? Meslek örgütü başkanlarının tamamına yakını erkeklerden oluşuyor. Bu nedenle kendilerine medyada kadının yerini de ayrıca sorduk. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin şunları söylüyor: “Temel problemlerin ilki, meslek içi eğitimin eksik olması. Eskiden usta çırak ilişkimiz vardı ve haberin önemini onlardan öğrenirdik. Şimdi atamayla gazeteci alınıyor. Ayrıca toplumsal eğitim eşitsizliğinden gelen sorun var. İlkokuldan itibaren kadının önemini, değerini, hayatımızdaki yerini anlatmamız lazım. Maalesef burada da eksiğimiz var. Üçüncü en önemli neden ise gazete yönetimlerinde ve mesleğimizde yeterince kadın olmamasıdır.” Medyanın kendi içindeki kadın yeri konusunda Bilgin, en önemli sorunun karar alıcı konumunda kadınların bulunmayışı ve koruma refleksleriyle yaklaşıldığını


2020 / Sayı 16

belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu bizim eksiğimiz. İki şeyden kaynaklanıyor. Birincisi mesleğe kadın gazetecilerin girişinin az olmasından. Burada aile baskısından kaynaklı bir sorun var. İkincisi mesleğe giren hanımlara abla, kardeş gibi korumacı bir bakış açısıyla bakılması. Bizim mesleğimizde de kadına her işi yapabilir gibi eşit bir bakış maalesef yok. Bu nedenle meslek örgütlerinde de örneğin bizde yönetim kurulunda bir kadın var. Ülkedeki bütün meslek örgütlerini saysanız yönetimde kadın gazeteci yok. Bizim mesleğimizdeki bu eksiklik hem örgütlenmeyi etkiliyor hem de özellikle medyada daha az kadın sesi duyuluyor. Erkek egemen bir yönetimde ne kadar istense de gazete yöneticilerimiz de, örgüt yöneticilerimiz de değiştiremiyorlar. Bu çok ciddi bir sorun. Kamuoyunu oluşturmak medyayla mümkün oluyor. Burada ne kadar çok kadın yer alırsa Türkiye’de kadına karşı şiddetin o kadar azalacağına inanıyorum. Daha önce cinsiyetçiliği nedeniyle bir kişinin üyeliğini sonlandırmıştık. Eğer tekrar olursa yine üyeliği hemen sonlandırılır.” TGC: ÜYELIK IPTALI TARTIŞILABILIR Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Turgay Olcayto ise şu açıklamayı yapıyor: “Bizim on yıl önce çıkardığımız bir çeşitlilik kılavuzu var. Medyanın çocuğa, kökene ve kadına bakış açısını içeriyor. Biz de kullanılan dil hep eril bir dil. Sansasyonel olsun diye özellikle kadını ortaya atarak şiddeti kullanıyorlar. Bu çok yanlıştır. Okuduğumuz zaman ‘tahrik’ filan deniyor. Zaten tahrik sözcüğü bizim ülkemizin en önemli sözcüklerinden biri. Adam cinayet işliyor ama hâkim karşısındaki ‘Tahrik etti’ diyor, indirim alıyor. Bunlar uluslararası alanda geçerli olmayan şeylerdir. İstanbul Sözleşmesi’ne bile karşı çıkanlar var. Bu tip haberleri üretenlerin üyeliklerine son vermek o kadar kolay değil. Bizim 3 bin 800 üyemiz var. Her kesimden de insan var. Bunu Onur Kurulu’nda tartışmak gerekiyor. Çok uzun bir iş. Zamanında kadınlara karşı

çok çirkin bir dil kullanan bir arkadaşımızı atmıştık. Bizim kadın komisyonumuz var. Onlar çalışma yapıp bize iletiyorlar. Ama ne yaparsak da sonuç değişmiyor. Çünkü patronaj öyle bakıyor, iktidar öyle bakıyor. Çok fazla bir şey yapamıyorsunuz.” DİSK-BASIN İŞ: ORTAKLAŞA OMBUDSMANLIK KURULABILIR DİSK Basın-İŞ Başkanı Faruk Eren, çözümün ombudsmanlık olabileceğine işaret ediyor: “Türkiye’de medyanın ezici çoğunluğunun ortak hastalıkları var. Büyük bölümü devletçidir, cinsiyetçidir, ırkçılığa varan milliyetçidir. Bunların toplamında zaten erkek egemen ve ikiyüzlü bir yayın söz konusudur. Örneğin, kadın cinayetlerine duyarlı bir yayın yaparlar ama ertesi gün bir kadını aşağılar, o dili yeniden üretirler. Bunun medyada çalışanların eğitimiyle düzeleceğini sanmıyorum. Biz bu dili kullananlarla ilişkimizi keseriz. Ama bu örgütlenme gücüyle de alakadır. Ne kadar örgütlüyseniz o kadar güçlü oluyorsunuz. Meslek örgütleri bu konuda doğrudan bir tavır almalı. Belki ortaklaşa ombudsmanlık kurulabilir. Özellikle kadın meselesi gündeme geldiğinde kadın meslektaşlarımız çalışma yapabilir. Gazeteciler tıpkı basın kartı konusunda olduğu gibi cinsiyetçi dil konusunda da bir mücadele alanı yaratmalı. Bu dili kullanan teşhir edilmeli.” Eren, örgütlerin tamamın başkanının erkek olması ve medyada kadının yeri konusunda ise; “Bu medyanın erkek egemen yapısından kaynaklanıyor. Bu konuda da mücadele etmek gerekiyor. Bu sorunu meslek örgütleri de aşmalı” diyor. TGS: BU DILIN DEĞIŞIMININ ERKEKLERIN YER AÇMASIYLA OLABILIR Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Başkanı Gökhan Durmuş, medyadaki cinsiyetçi söylemin değişmemesi konusunda sendika olarak hayata geçirdikleri projeleri anlatarak bilgi veriyor: “TGS Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu 2013’ten bu yana dilin değiştirilmesine ilişkin birçok çalışma yaptı. Komisyon olarak önce kadın ve LGBTİ gazetecilerin dilinin değişmesi

için atölyeler düzenledik. Önce kendi dilimizi ve farkındalığımızı geliştirdik. Ardından sendika olarak yaptığımız toplu iş sözleşmelerine bu farkındalığı yerleştirdik, işverenleri zorunlu kıldık. Ardından rehberler hazırladık, kadın ve LGBTİ’lerin sorunlarına yöneldik. Biliyoruz ki değişime önce kendimizden başlamamız gerekiyor. Özeleştiri vermemiz gerekirse yeterli değil tabi ki. Ancak şunu da göz ardı etmememiz gerekiyor. Medya sektörü toplumdan bağımsız değil. Gazeteciler de toplumun bir parçası. Bu konuda toplum ne kadar eril olursa medyanın dili de o kadar eril oluyor. Sadece medyanın dilini değiştirmemiz mümkün değil, toplum olarak değişim dönüşüm gerekiyor. Şunu da eklemek lazım Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, basın sektöründe çalışanların yarısı kadınlardan oluşuyor. Ancak karar alma mercilerine baktığımızda rakam bir anda düşüyor. Bu da dilin değişiminin erkeklerin yer açmasıyla olabileceği anlamına geliyor. Bugüne kadar böyle cinsiyetçi bir dil kullanan üyemiz olmadı. TGS üyeleri içerisinde yaşarsa da gerekenin yapılacağından hiç şüphem yok.” Son olarak Durmuş’a da meslekte kadının yeri ve tüm meslek örgütü başkanlarının erkek olmasıyla ilgili görüşlerini soruyoruz. Durmuş, herhangi bir engelleme olmadığını vurgulayarak; “TGS’nin üye sayısının neredeyse yarısını kadın gazeteciler oluşturuyor. Yöneticilerinin de genel merkezde yarısı, İstanbul şubede yüzde 60’ı, Ankara ve İzmir şubelerinde yarısı kadın gazetecilerden oluşuyor. İstanbul ve Ankara şube başkanlarımız kadın meslektaşlarımız. Geçmişte genel başkanlık görevi yürüten kadın bir meslektaşımızda var tarihimizde. Bugün açısında bakacak olursak ise herhangi bir engelleme söz konusu değil. Zaten yukarda verdiğim rakamlarda bunun göstergesi. Önümüzdeki süreçlerde neler olur birlikte göreceğiz.” diye konuştu.

27


2020 / Sayı 16

28

21 Eylül’e günler kala: Okullar pandemiye hazır mı? Müjgan Halis / İstanbul

Haber Yazısı

M

illi Eğitim Bakanlığı (MEB), 31 Ağustos’ta devlet okullarını online eğitime açarken 21 Eylül’de yüz yüze eğitim takviminin başlayacağını duyurdu. Ancak tüm yurtta Covid 19 vakalarının artması başta eğitimci, veli ve sağlıkçıları tedirgin ediyor. Okulların pandemiye hazır olup olmadığı tartışılıyor… Eğitimciler, veliler, öğrenciler ve sağlıkçılar bu konuda ne düşünüyor? Bu konuda Eğitim Sen, Eğitim İş Başkanları, veli, öğrenci, öğretmen ve Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı hocası ile görüştük.

“MEB ASLINDA HAZIRLIKSIZ VE PLANSIZ” Geçtiğimiz hafta yapılan öğretmen seminer çalışmaları sonrası, 300’ü aşkın okulda Covid 19 vakaları görüldüğünü açıklayan Eğitim Sen’e göre; okullar pandemiye hazır değil ve açılmamalı. Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Doğan bu konuda şu saptamayı yapıyor: “Geride bıraktığımız hafta, okulların 21 Eylül’de açılması için hangi önlemlerin alınması gerektiği ve eğer önlemler alınmazsa sonuçlarının ne kadar olumsuz olabileceğini gözlemleme olanağı verdi. Bu hafta ayrıca, bizlere “Her olasılığa hazırız”

5 Eylül 2020

algısı oluşturmaya çalışan MEB’in aslında ne kadar hazırlıksız ve plansız olduğunu da gösterdi.” Okullarda tek önlem olarak maske takmanın yetersiz olduğunu savunan Eğitim Sen Başkanı Doğan “Somut, geçerli ve yeterli önlemler kurumsal olarak alınmalı ki okullar güvenle açılsın” diyor. Eğitim İş Başkanı Orhan Yıldırım de, okulların yüz yüze eğitime, pandemiye hazır olmadığına dikkat çekiyor. Kısa süre önce gerçekleştirilen öğretmen seminerlerinde bunu gördüklerini belirten Yıldırım, “Bir haftalık seminer döneminde pek çok Covid 19 pozitif tanısı almış


2020 / Sayı 16

öğretmenle karşılaştık, bu yüzden de birçok okul kapatılmak zorunda kaldı” uyarısında bulunuyor. Eğitimin on-line sürdürülmesi gerektiğinin altını çizen Yıldırım; şu bilgileri veriyor: “Öğretmenlere, kaymakamlarca filyasyon görevleri dayatılmaya devam ediyor. Kronik hastalığı bulunan, hanesinde yaş itibariyle risk grubunda olan insanlarla yaşayan öğretmenlerin bazıları, ancak gönüllülük esasıyla yapılabilecek bu görevlendirmelere zorlanıyor. Defaten uyarmamıza rağmen okullara kalıcı, kadrolu temizlik personelleri sağlanmıyor. Bu haliyle okullarda hijyenin nasıl sağlanacağı sorusu, cevapsız kalıyor. Sınıflar seyreltilerek, öğrenciler vardiyalara bölünerek yüz yüze eğitim verilecekse, ortaya çıkacak öğretmen açığının nasıl kapatılacağı da belirsiz. Zira, pandemiden önce bile açıkladığı raporlarla öğretmen açığı bulunduğunu itiraf eden MEB, bu koşullara rağmen hâlâ ek öğretmen ataması yapmadı.” ON-LINE EĞITIMIN ALTYAPISI DA SAĞLANMADI Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un dilinden düşürmediği on-line eğitimin altyapısının da sağlanmadığını düşünüyor Yıldırım. Eğitimde fırsat eşitliği ilkesi nedeniyle her öğrenciye ücretsiz internet ve tablet ya da bilgisayar sağlanması konusunda herhangi bir adım atılmadığına işaret eden Yıldırım, üyelerinden aldıkları bilgilere göre, her sınıftan ancak 4-5 öğrenci, on-line eğitime düzenli katılıyor. Yıldırım, “Bu belirsizlik, bu basiretsizlik eğitimcilerin, öğrencilerin, velilerin ve dolayısıyla

tüm toplumun sağlığını riske atmaktadır. Tek bir yurttaşımızın sağlığı dahi, hükümetin ‘Her şey yolunda’ imajı verme çabalarından kıymetlidir” diye bitiriyor sözlerini. 8 yaşında bir çocuk annesi olan Mehtap Karslı, uzaktan eğitimin devam etmesi gerektiği görüşünde. Okulların açılmasının tehlikeyi daha da artırabileceğine değinen Karslı, “Çünkü kimse hastalığın farkında değil gibi davranıyor. Açılırsa kimse sosyal mesafe kuralına uymayacak” diyor. Bu nedenle sürecin biraz daha uzaması gerektiğini söyleyen Karslı, çocuğunu ve tüm ailesini tehlikeye atmak istemediğini belirtiyor. ETKILEŞIME GIRILECEK BULAŞICILIK ARTACAK Mert Berken Karataş ise bir öğrenci. “Okullar açılmalı mı?” sorumuza “Tabii ki açılmamalı ama maalesef süreç bu şekilde yürütülmüyor” diye yanıtlıyor. Karataş, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hiçbir kurala uyulmuyor, mesela yakın zamanlarda üniversite sınavları yapıldı kurallara kimsenin uymadığını gözlerimizle gördük. Okullar açılırsa servis araçlarında, otobüslerde, sınıflarda birçok kişiyle öğrenci olarak etkileşime gireceğiz ve bulaşıcılığı artıracak.” Mehmet Taşpınar, bir baba. O da okulların açılmasına karşı. “Tedbirler alınmıyor ki, okullar nasıl açılsın” diye tepki gösteren Taşpınar, uzaktan eğitimin de “olduğu kadar” sürmesi gerektiğini düşünüyor. Veli olarak okulların açılması ve çocuğunun eğitimden uzak kalmamasını kendisinin de isteği olduğunu söyleyen Taşpınar “Ama açılsa bile çocuğumu

korkudan gönderemem. Okullar açılmaya hazır mı onu bile bilmiyorum” diye endişesini dile getiriyor. Bir özel eğitim kuruluşunda fizik öğretmeni olan Can Kaya ise, uzaktan eğitimin öğrencilere ulaşamadığı görüşünde. On-line eğitimde öğrencilerin dersleri dinlemediğine dikkat çeken Kaya, yüz yüze eğitimin belli bir düzende başlaması gerektiğini düşünüyor. “Çünkü hayat durmamalı” diyen Kaya, “Tabii belli koşullar yaratılmalı. Örneğin sınıf mevcutları düşürülmeli, 2 metre aralıklı bir oturma düzeni yapılmalı. Maske zorunlu olmalı, okullar sık sık dezenfekte edilmeli. Ve ancak belli şartlar altında yüz yüze eğitim yapılmalı” şeklinde önerilerde bulunuyor. BULAŞMA HIZI YÜKSEKSE OKULLAR, RISKI ARTIRABILIR Koç Üniversitesi Dahili Tıp Bilimleri Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Sibel Sakarya, Sağlık Bakanlığı’nın 3 Ağustos’ta açıkladığı verilerden 241 bin 808 olgunun, yüzde 7,2’sinin 15 yaş ve altı; yüzde 13,9’unun da 15-24 yaş grubunda olduğunu hatırlattı. “Enfeksiyonun yayılma hızının düşük olduğu toplumlarda, iyi bir plan, okullarda gerekli önlemlerin uygulanması, iyi bir test-temaslı izlemi ve izolasyon yöntemiyle okulların yeniden açılmasının güvenli olabileceğini” söyleyen Sakarya, ancak bulaşma hızının yüksek olduğu toplumlarda ise okulların yeniden açılmasının, riski artırabileceğine dikkat çekiyor.

29


2020 / Sayı 16

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

30

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.