9. Köy 2020 -12. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 12

1


2020 / Sayı 12

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ayhan Aydemir Ertürk Yöndem Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Okan Özmen Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 12

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 12

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 12

İçindekiler

Zorlu yaşamlarda ekmek mücadelesi  6 Mülteci örgütleri: Öncelik mülteci statüsünün sağlanması  8 Çocukların Covid-19’a yakalanma olasılığı düşük, okullar güvenli mi?  10 Geleneksel gazeteciliğin yerini dijital medya aldı  12 “Adana’da yapılmayan aslında temel gazetecilik”  15 Hem Covid 19 hem eşitsizlikle mücadele ediyorlar  18 “Kolluğun keyfi şiddeti, suç”  21 Termal mağdurunun gözü, TBMM’de

24

Erken evlilik yasası tozlu raflardan iniyor: 2005 öncesine geri mi dönüyoruz? (1. Bölüm.)  26 Kadın örgütleri: ‘Ha yasa çıkmış ha çatıya çıkmış intihar etmişiz’ (2. Bölüm.)  29

5


2020 / Sayı 12

6

Zorlu yaşamlarda ekmek mücadelesi

Haber Yazısı

Dudu Gül Güray Demir / Hatay

20 Haziran 2020


2020 / Sayı 12

Y

ılın belli mevsimleri evlerinden uzak başka illerde, çadırlarda yaşayan mevsimlik tarım işçileri, kavurucu sıcaklara rağmen ekmek parası için ter döküyor Genellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan ekmek parası için Hatay’a gelen mevsimlik tarım işçileri, soğan, kavun ve havuç tarlalarında kavurucu sıcaklığa aldırış etmeden ekmek mücadelesi veriyor. Çoğu zaman 40 dereceyi aşan, boğucu sıcak altında çalışmalarını sürdüren, günün yarısını Hatay’daki tarlalarda diğer yarısını ise barındıkları çadırlarda geçiren işçiler için yaşam, çadır ve tarladan ibaret. Sabahın erken saatlerinden itibaren kaldıkları çadırlardan çocuklarıyla birlikte tarlaların yolunu tutan işçiler, soğan tarlalarında akşama kadar yoğun ve yorucu bir mesai yaşıyor. Kimi kundaktaki bebeğiyle kimi çocuklarıyla ekmeğinin peşine düşen işçiler, bin bir zahmetle yüksek sıcaklıklara rağmen var gücüyle çalışıyor. “Bereket ambarı” olarak

bilinen Hatay’ın Amik Ovası’ndaki tarlada soğan toplayan mevsimlik isçilerden Mehmet Aslan, şunları söylüyor: “Şanlıurfalı tarım işçisi olarak ekmek paramızı kazanmak için Hatay’a geldik. Eğer burada çalışmazsak aç kalacağız. Ailemize ekmek götürmek için mecburen çalışmak zorundayız. Sabahın erken saatlerinde tarlalara gelerek akşamın geç saatlerine kadar yevmiyemizi kazanıyoruz. Ramazan Bayramı’nda sadece iki gün tatil yapıp işlerimize kaldığımız yerden devam ettik. Kavurucu sıcak altında çalışmamız çok zor oluyor. Sıcaklardan bayılmalara rağmen eve ekmek götürmek için var gücümüzle çalışmak zorundayız.” Yaz kış demeden ekmek parası için gurbet yollarını tutan tarım işçilerinden Abdurrahman Erdem ise 8 kişilik ailesiyle yıllardır soğan ve narenciye bahçelerinde çalışıyor. Şanlıurfa’da seyyar satıcılık yaptığını, işleri iyi gitmediğinden ailesiyle mevsimlik gurbete geldiklerini anlatan Erdem, “Yılın belli aylarında Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’nde havuç, soğan ve kavun tarlalarında çalışıyoruz.

Daha sonra da Ankara Polatlı İlçesi’nde çalışıyoruz. 10 yıldır bayramımızı tarlada çadırlarda geçiriyoruz. İşimiz çok zor olsa da ekmek parası için çalışmak zorundayız” diye konuştu. İşlerinin zor ve meşakkatli olduğunu söyleyen Ramazan Üstün, “Bazı günler hava sıcaklığı 40 dereceye çıkıyor. Öğle saatleri mecburen işi bırakıyoruz, bir iki saat güneşin azalmasını bekliyoruz. Akşama kadar çalışıp çadırımıza gidiyoruz. Çadıra gittiğimizde baygın bir şekilde hemen uyuyoruz. Bu zamanda para kazanmak zor. Çoluğumuzun çocuğumuzun rızkını bir şekilde temin etmek için çalışmamız gerekiyor” ifadelerini kullandı. Burhan Efe de tarlalarda çalışan 350 işçinin sorumluluğunun kendisinde olduğuna değinip himayesinde çalışanlara bir yandan da yardım ettiğini belirterek “Çok zor şartlar altında çalışıyoruz. Ama ekmek parası için mecburuz. Çalışma şartlarımız biraz daha düzelirse bizde hem maddi olarak hem de zorluk olarak biraz rahatlarız” dedi.

7


2020 / Sayı 12

8

Mülteci örgütleri: Öncelik mülteci statüsünün sağlanması Metehan Ud / İzmir

Haber Yazısı

2

0 Haziran Dünya Mülteciler Günü öncesinde 24 Saat Gazetesi’ne açıklamalarda bulunan mülteci örgütleri temsilcilerinin öncelikli talepleri; coğrafi sınırlamanın kaldırılarak mülteci statüsünün sağlanması ve üçüncü ülkeye yerleştirme süreçlerinin hızlandırılması Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), 2001 yılında aldığı karar ile 20 Haziran’ı “Dünya Mülteciler Günü” olarak ilan etti ancak 19 yıllık süreçte Ortadoğu’da ardı arkası kesilmeyen çatışma koşulları ve afetler milyonlarca kişiyi mülteci olmak zorunda bıraktı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) verilerine göre savaş, çatışma,

işkence ve kötü muamele nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan insan sayısı 2019 yılı sonu itibarıyla dünyada 70 milyonu aştı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından göçmen ve sığınmacı sayısı dünya tarihindeki en yüksek sayıya ulaştı. Bu sayı, 20 yıl öncekinin 2 katı, geçen yılki sayıdan ise 2,3 milyon daha fazla. Suriye’de 2011 yılında başlayan savaşın ardından Türkiye dışarıdan en çok göç alan ülke konumu haline geldi. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 15 Mayıs 2020 tarihli verilerine göre Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 3 milyon 579 bin 332. Irak, Afganistan, İran ve Afrika’dan gelen mültecilerle bu rakam 4 milyonu aştı. Türkiye’deki mülteciler ise Mülteciler Günü’nü yoksulluk,

20 Haziran 2020 güvencesiz çalışma, sömürü, geleceksizlik, statüsüzlük, nefret söylemleri ve linç girişimlerinin kıskacında karşılıyor. GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜ KALICILAŞTI Türkiye, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 1967 tarihli protokolüne koyduğu “coğrafi” sınırlamayla sadece Avrupa’dan gelenleri mülteci olarak görmeyi sürdürüyor. 2013 yılında çıkarılan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile birlikte Türkiye’deki bütün mülteciler ‘geçici koruma statüsü’ kapsamına alındı. Ancak geçici koruma statüsü mültecilerin Türkiye’de insanca bir yaşam kurmalarını sağlayamadı. İsminin aksine kalıcılaşma yönünde bir seyir izleyen geçici koruma statüsü, hukuki entegrasyonun


2020 / Sayı 12

başlamasından dolayı sosyal entegrasyonu da engelliyor. Türkiye’deki mültecilerin kurduğu Suriyeli Mültecilerle Dayanışma Derneği, Afgan Mültecilerle Dayanışma Derneği ve Türkiye’deki İranlı Mülteciler İnsiyatifi’nin temsilcileri Türkiye’nin mülteci politikası ve atılması gereken adımları 24 Saat Gazetesi’ne anlattı. “MÜLTECİ STATÜSÜNÜN OLMAMASI EKSİKLİK” Suriyeli Mültecilerle Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Salih Ali, mültecilerin statüsünün olmamasının eksiklik olduğunu vurguladı. İlk yıllardaki ‘misafir’, ‘insani kucaklama’ söylemlerinin zamanla yetmediğini dile getiren Salih Ali “Bu süreçte çok şey değişti, Türk halkının görüşü de değişti, ekonomik gerekçelerle bir kısmında nefret söylemleri oluştu. Son olarak korona salgını ile birlikte nefret söylemleri daha da arttı. Mültecilerin de hayatı zorlaştı. Mülteciler sosyal yardımlardan yararlanamadı. Eğer mültecilerin bu süreçte statüsü olsa idi bu tür sonuçlar ortaya çıkmazdı” dedi. “KALICI POLİTİKALAR ÜRETİLMELİ” Bütün bu adımlara karşı daha kalıcı çözümler sağlanması gerektiğine değinen Salih Ali, “Çalışma izinleri kolaylaştırılmalı, kotalar kaldırılmalı, diploma sahibi hekim, mühendis ve avukatlar mesleğini yapabilmeli. Yardım politikasından çıkıp kalıcı

politikalar üretilmeli. Sosyal uyum projeleri üretilmeli. Özellikle Türkiye’deki kişilerin Suriye’de yaşadığı yerlerde çatışma ortamı devam ediyor ve Suriyeli mülteciler bir süre daha Türkiye’deler. Sivil toplum kuruluşları (STK) toplumun dilidir ve daha çok halkın içindeler. Devlet, STK’ları daha çok dinlemeli, önerilerini hayata geçirmelidir. Birlikte çalışma daha ciddi sonuçlar doğurabilir. Sadece yukarıdan kararlar almamalı, süreç birlikte yürütülmeli” diye konuştu. “COĞRAFİ AYRIM YAPMADAN ETKİN KORUMA” Afgan Mülteciler Dayanışma Başkanı Mohamad Ali Hakmat öncelikle Türkiye’nin uluslararası mültecilerle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ne koyulan coğrafi sınırlamanın kaldırılmasını ve Türkiye’ye sığınanlara coğrafi ayrım yapmadan etkin bir uluslararası koruma imkanı sunması gerektiğini vurguladı. Türkiye’nin 2 yıl öncesine kadar mülteciler için önemli adımlar attığını dile getiren Hakmat “Tutumları çok iyiydi, tabii ki bir ülkede üç buçuk milyon üzerinde sığınmacının bulunması ve yönetimi kolay değildir. Devletin sığınmacılara karşı olumlu bakışı var ama sadece bir kitleye karşı. Suriyelilerden sonra sayıları fazla olan sığınmacılar Afganlar. Maalesef bu sayı hep unutulmuştur, Türkiye’de her şey Suriyeliler için yapılmaktadır” dedi.

“SAĞLIK SİGORTASININ KAPATILMASI ÖLÜMLERE YOL AÇACAKTIR” Türkiye’deki İranlı Mülteciler İnsiyatifi’nin temsilcisi de İranlı mültecilerin ayrımcılık gördüğünü dile getirerek şunları söyledi: “Başka bir ülkeye yerleşim, çalışma izini olmaması, şehri terk etme izninin olmaması, yarışmalara ve burslara katılma izninin olmaması ve en önemlisi mülteci sağlık sigortasının sona ermesi gibi durumlar diğer uluslara karşı tamamen ayrımcıdır. İranlılar, Türk hükümetinden hiçbir yardım almıyor, sağlık sigortaları kesilmiş ve yeniden bağlanmak için çok zor şartlar getirilen tek millettir. Sigortanın askıya alınması ve çalışma izinlerinin olmaması nedeniyle ilaç ve tedavi için ödeme yapamayan bir dizi İranlı mülteci var ve bu durum ve sigorta eksikliği ile Türkiye’de yaşayan İranlı mülteciler arasında daha fazla ölüm görülebilir.” İranlı mültecilerin üçüncü bir ülkeye yerleştirme çalışmalarının hızlanmasını isteyen İnsiyatif temsilcisi farklı ülkeye yerleştirme konusunda en düşük kotanın İranlılara uygulandığını belirtti. Temsilci, mültecilerin çalışması için yasal istihdamının sağlanmasını, salgın sürecindeki kayıplarının giderilmesini, mülteci çocukların okul burslarından yararlandırılmasını, mülteci çocuk eğitim ve spor alanlarında teşvik edilmesini ve mültecilerin mesleki eğitimine göre desteklenmesini talep etti.

9


2020 / Sayı 12

10

Çocukların Covid-19’a yakalanma olasılığı düşük, okullar güvenli mi? Ramazan Eles / Adıyaman

Haber Yazısı

T

üm dünya, Covid-19 nedeniyle bir “sosyal izolasyon”a gitti. Dünya çapında, çocukların yüzde 60’ı tam veya kısmi olarak dışarı çıkma yasağı olan ülkelerde yaşıyor ve 1,5 milyar çocuk okula gitmiyor. Peki, çocukların Covid19’a yakalanma olasılığı daha mı düşük ve çocukların Covid-19 döneminde okula dönmeleri ne kadar güvenli? Yapılan topluluk testlerinden elde edilen verilere göre, hedeflenen test grubunda (semptomları olan, yüksek riskli bölgelerde bulunan veya Covid19’lu biriyle temas eden insanlar), 10 yaşın altındaki çocukların yüzde 6,7’si, 10 yaşın altındaki hastaların yüzde 13,7’sine kıyasla

pozitif olarak test edildi. Rastgele popülasyon tarama grubunda, 10 yaş altı grupların tümü negatif, 10 yaş ve üstü kişilerin yüzde 0.8’i pozitif olarak çıktı. İtalya’da yapılan testlere göre, 10 yaş ve altındaki çocuklara yapılan testlerde 217 çocuğun hepsinde negatif sonuç verdi. İncelenen 11-20 yaş arasındaki 250 gencin, yüzde 21’i pozitifti, 21 yaş ve üstü için ise pozitif çıkma oranı yüzde 3 olarak açıklandı. Hollanda’da ise 700 kişi arasında yapılan Covid-19 test oranlarına bakıldığında 18 yaş ve altı hastalardan hiçbirinde pozitif teste rastlanmadı. Ancak 19 yaş ve üstü hastalarda yüzde 9 pozitif olarak görüldü. Demografik bilgilere bakıldığında, virüsün pozitif hane halkı üyelerinden

24 Haziran 2020

virüs alma riskinin sadece yüzde 4 olduğunu, yetişkinlerde yüzde 17,1 olduğunu ortaya çıktı. Benzer şekilde, şubat ayında Hunan eyaletinden temas izleme verilerine göre, bir Covid-19 hastasıyla temas halinde olan 0-14 yaş arası çocukların yüzde 6.2’sinin, yaşlı insanların yüzde 10.4’üne kıyasla virüsü yakalandığını gösterdi. Çeşitli ülkelerden elde edilen bu veriler, çocukların enfeksiyona yetişkinlerden daha az duyarlı olduklarını gösterdi. ÇOCUKLARIN COVID-19’DAN NEDEN AZ ETKILENDIĞI, BELIRSIZLIĞINI KORUYOR Küçük bebekler, genellikle enfeksiyonları almaya ve


2020 / Sayı 12

hastalanmaya daha duyarlı. Ancak Covid-19 için kanıtlar bunun tersini gösteriyor. 22 Mayısa kadar İngiltere halk sağlığı verilerine göre, nüfusun yüzde 23.4’ünü oluşturmasına rağmen, Covid-19 vakalarının sadece yüzde 1.6’sının çocuklarda (0-19 yaş) olduğu görülüyor. Bu veriler, test stratejisi de dahil olmak üzere birçok faktörden etkileniyor. Örneğin, çok küçük çocuklar toplumda test edilmeyebilirken, hastanelerde yapılan testlerin çoğu yetişkin ve ağır hastaları içeriyor. Çin ve ABD verilerine göre, çocukların sadece yüzde 2’si yoğun bakıma kabul edilirken vakaların yüzde 0.18’i ölümcül bir sonuçla ilişkilendirildi. Bu, 60’lı yaşlarındaki kişiler için yüzde 3.5-3.6, 70’li yaşlarındaki kişiler için yüzde 8.0-12.8 ve 80 yaş ve üstü için yüzde 14.8-20.2’lik bir vaka ölüm oranı ile sonuçlandığını ortaya koydu. Tüm araştırmalara rağmen, çocukların Covid-19’dan neden daha az etkilendikleri belirsizliğini koruyor. Ancak yeni tip Covid-19’a bağlı olarak çıkan SARS CoV-2, çocuklarda daha yaygınlaştığı görülüyor. ÇOCUKLAR COVID-19’U BAŞKALARINA ILETIYOR MU? Çocukların Covid-19 bulaşına ne ölçüde katkıda bulunduğunu resmi olarak ölçmek zor. Bununla birlikte, katkılarının sınırlı olduğunu ve çocukların mevsimsel griple karşılaşabilecekleri “süper yayıcılar” olmaktan

uzak olduklarını gösteren artan durumsal kanıtlar var. İnsanlardan 2 metre arayla durmak ve yüze dokunmamak, yemek yemeden önce elleri yıkamak Covid-19’un yayılmasını durdurmada yardımcı olan hareketler. Ancak bu önleyici kısıtlamalar, yetişkinlerin devam ettirmesi için bile zorlayıcı hale gelebilirken bunun çocuklar için çok daha fazla risk olduğunu gösteriyor. Yapılan bir araştırmaya göre, Oxford Üniversitesi’nden Profesör Matthew Snape, “Çocukların virüs yayıcısı olup olmadıkları”nın, güncel Covid-19’un bilinmeyen yönleri arasında yerini korumaya devam ettiğini belirtti. Snape, kaç çocuk ve gencin enfekte olup buna karşı bir bağışıklık geliştirdiğini yönelik araştırmalarına devam ettiklerini bildirip “Bu durumu anlamak patlak veren salgına cevap vermede ve okulların geri açılması ile alınacak kararlar için hayati derecede önemli” olduğunu açıkladı. OKULLARIN YENIDEN AÇILMASI GÜVENLI MIDIR? Sosyal mesafe kurallarını takip etmek zor gelirken yüzü maskeyle kapatmak virüsü yayma riskini azaltabilir, ancak tümüyle Covid19’dan korunmak için yeterli değil. Yetişkinlerde maske takma konusunda endişe veren sonuçlar görülmesine rağmen çocuklarda bu durumun daha zor olacağı kesin.

Danimarka, Avrupa’daki okulları yeniden açan ilk ülke oldu ve Norveç, Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkeler de bunu izledi. Danimarka’da, virüsün yayılma hızı okulları açtıktan sonra 0.6’dan 1.0’a yükseldi, ancak bir hafta içinde tekrar düştü. İsveç’te okulların açılmasının ardından çocuklarda hiçbir vaka artışı gözlemlenmedi. Avustralya, okullar açıldıktan sonra 15 okulda meydana gelen 18 vakanın incelenmesinde yakın temasta bulunan 735 çocuktan sadece ikisinin (yüzde 0.3) enfekte olduğu gözlemlendi. Yakın temasta olan 128 personelin ise hiçbirinde Covid-19 belirtisine rastlanmadı. Mevcut kanıtlar, okula dönen çocukların maruz kaldıkları risklerin az olduğunu gösteriyor. Covid-19’a okullarda bulaşma potansiyeli, öğrencilerden mümkün olduğunca fiziksel olarak personelden uzaklaşmaları, sık sık el yıkama ve olası Covid-19 semptomları olan bireylerin hızlı bir şekilde test edilmesi ve izole edilmesi gibi yeterli enfeksiyon kontrol önlemleri ile azaltılabilir. Küçük bir akran grubunda kalan çocuklar (“sosyal kabarcık”) ve açık havada geçirilen süreyi artırma gibi ek önlemler de dikkate alınmalıdır. Çocukların gelişimi için kritik bir rol oynayan okullar, sadece öğrenilecek bir yer değil, aynı zamanda sosyalleşmek ve egzersiz yapmak ve bazı çocukların sadece güvende olmaları gereken ortamlar.

11


2020 / Sayı 12

12

Geleneksel gazeteciliğin yerini dijital medya aldı Emrah Bakır / Ankara

Haber Yazısı

G

ünümüzde bilgi paylaşımının yapıldığı sosyal medya, dijital bir platform olarak geleneksel medyayı bilindik kalıbından çıkarıp başka bir boyuta taşıdı. Özellikle özel ağların toplumsal yaşamı da ciddi anlamda etkilediği, kullanıcı tabanlı olmasının yanında kitleleri ve insanları bir araya getirmesi ve aralarındaki etkileşimi arttırması bakımından önem kazanıyor. İnternetin kullanılma sıklığı artarken, bu sıklık içinde de sosyal medya kullanımı oranı yükseliyor. Kullanımının yükselmesiyle sosyal medya, bir dizi sorunu da beraberinde getirdi. Türkiye’de Meclis’e sunulan Koronavirüs ile

mücadele için alınan ek tedbirleri kapsayan torba yasa içinde, tüm sosyal ağları yakından ilgilendiren bir düzenleme ve değişiklik yapılması da yer aldı. Benzer bir şekilde ABD Başkanı Donald Trump, Twitter başta olmak üzere sosyal medyayı hedefine almasıyla gündeme geldi. Sosyal medyanın dijital ortamda ve dijital gazetecilikte yarattığı aşınma, “bilgiyi doğrulama” tartışmaları ve yeni düzenlemelerin önünü açtı. “Dijital alandaki doğru bilgiye nasıl ulaşmalıyız ve doğruluğunu nasıl teyit edebiliriz? Doğru olmayan bir bilginin önüne nasıl geçebiliriz?” tartışmaları gündemdeki sıcaklığını korurken, gazetecilikte

24 Haziran 2020

internet kullanımı ve dijital medya, günümüz sorunları karşısında gazetecilikteki rolünü korumaya devam ediyor. DIJITAL HABERLERIN ÇOĞU BILGISAYAR BAŞINDA DERLENEN BIR BILGI TÜRÜNE DÖNÜŞÜYOR Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çiler Dursun, dijital gazetecilikte gazetecinin, saha çalışması ve araştırmadan gittikçe koptuğu ve internet ortamında bilgi derlemeye dayalı hale geldiğini belirterek, şunları söyledi: “Daha az sayıda saha muhabiri istihdam ediliyor olmasına karşın editörlük konumunda daha çok


gazeteci istihdamı söz konusu. Bu da haberin, artık olgunun gerçekleştiği bağlama doğru giden bir bilgi olmaktan çok, başka kaynaklardan bilgisayar başında derlenen bir bilgi türüne dönüşmeye başladığını gösteriyor. Habere dair güvenirlik sorunu burada başlıyor. Dijital ortamda yapılan habercilik, hız baskısı altında çoğu bilginin kaynaklardan doğrulanmadan habere dahil edilmesiyle sonuçlandığı ölçüde, niteliği düşük bir habercilik halini alıyor. Öte yandan zamanla yarışma açısından gazeteciye önemli avantajlar sağlıyor. Hız ile gerçeklik arasındaki çelişkide, gazeteci hızın tarafında yer aldıkça en büyük dezavantajı haber okuru yaşayacaktır. Çünkü gerçekliğin çok kısmi, çok daraltılmış ve hatta doğrulanmadan karşısına çıkartılan bir çeşidine maruz kalacaktır.” HER BILGI DAĞITICISINA GAZETECI DENMEZ Dijital içerik üretim çağının herkese haber yapma alanı sunduğunu, ancak habercilik ile gazetecilik arasında bazı farklar olduğuna dikkat çeken Prof. Dursun, şu değerlendirmeyi yaptı: “Herkes kendi yaşam dünyasından birçok paylaşımla, toplumsal gerçekliğe dair önemli ya da önemsiz kesitler sunmaktadır.

Gazeteciler, toplumsal gerçekliğe dair haber olarak ürettikleri bilgiyi, toplumsal sorumluluk duygusu ve etkisiyle inşa ederler. Yani bilgi üretiminin yönelimi, toplum için doğru, hakkaniyetli, özgürlükçü ve demokratik olan bir gerçekliğin ortaya konabilmesidir. Haber üreticisi olarak sıradan insanların yönelimi ise, daha çok kişiselliği ve varoluşunun postüle edilmesidir. Dolayısıyla toplumsal sorumluluk, onlar için çok belirleyici değildir. Sıradan insanların haberci olarak inşa ettiği bilginin etik ve teknik ilkeler bakımından zayıf olduğunu gözlemleyebiliriz. Gazetecilerin çalıştıkları medya kurumlarına yönelik kurumsal bağlılıkları ve aidiyetlerinin var olmasına rağmen, habercilerin en önemli bağlılıkları kendi toplumsal kimlikleridir. Haberci olarak sıradan insanlar, medya kuruluşlarının ilkeleri, politikaları ve beklentileri ile belirlenmezler. Dolayısıyla oluşturdukları haber bilgisi, gazeteciler kadar iyi belirlenmemiştir. Tüm bunlar, günümüzde her bilgi dağıtıcısına gazeteci denemeyeceğini gösteriyor. Ancak gelecekte herkese gazeteci denmeyeceğinden emin olamayız.” DIJITAL ORTAM HABERCILIĞI INANDIRICILIĞINI YITIRIYOR Dursun, dijital gazeteciliğin

okurun gerçekle olan bağını zayıflattığını vurgulayarak, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Dijital gazetecilik, habercilik faaliyetini daha çok mesleğin içinden yetişmiş veya okulda eğitimini almış olanların kendi aralarında top çevirdiği bir oyun olmaktan çıkarıyor neredeyse. Bu, onların toplumsal yapıdaki ‘sembolik seçkinler’ olarak konumlarını da yeniden gözden geçirmelerine yol açıyor. Sosyal medya haberciliği içerisinden de başka dijital ortamlardan da okurundan sürekli ve hızlı geri besleme, eleştiri alan; yaptığı habercilik açısından sadece medya kuruluşuna, sahiplik yapısına ya da güçlü siyasal iktidar yapılarına karşı değil, bizzat okur yurttaşlara karşı hesap verme yükümlülüğünü çok daha ciddiye almak zorunda kalan bir gazeteci kimliği karşımıza çıkıyor. Gazeteci, dünyevileşiyor belki de bu bakımdan. Ancak dijital gazeteciliğin okurun gerçekle olan bağını zayıflatması nedeniyle gerçeğin kaybı açısından ciddi bir bedel ödendiğini de görüyoruz. Post hakikat tartışmaları bu bedelin adıdır esasen. Gerçeğin kendisinden çok okurda yarattığı duygunun ve etkinin önemli hale gelmesi, dijital gazetecilikle zirveye çıkan bir sorundur. Eğer bir katliamdan söz edilecekse,


2020 / Sayı 12

Doç. Dr. Suncem Koçer

14

geleneksel gazetecilikle karşılaştırıldığında, bu ancak gerçekliğe dair bir katliam olarak okunabilir.”

içerik kalabalığı içinde yok olması, sesinin kısılması bu dönemin propaganda tarzı. Burada medya kullanıcıları da araçsallaşıyor.”

MEDYA KULLANICILARI ARAÇSALLAŞIYOR Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Suncem Koçer, habere dair içerik üretiminin internet kullanımın yaygınlaşmasıyla birlikte inandırıcılığının zayıflattığına işaret ederek, şu bilgileri verdi: “İnternetin hızı, iyi haberin sakince, zaman içerisinde ve demlenerek yapılması kriterlerini alaşağı ediyor. İnternet, içeriklerin hızlıca üretildiği, anında dolaşıma girdiği, bir anda tüketildiği bir alan ve böyle bir ekosistemde analiz tarafı güçlü habercilikle karşılaşmak güçleşiyor. Kullanıcı / okuyucu açısından da bu haberleri arayıp bulmak gerekiyor. Bir de hakikat sonrası çağda propaganda nasıl çalışıyor diye düşünecek olursak daha iyi anlıyoruz. Propaganda, artık sadece doğru olanın sansürlenmesi ve propagandif mesajın kitlelere aktarılması üzerinden çalışmıyor. ‘Mezenformasyon’un daha rahat ve daha yaygın biçimde dolaşıma girebilmesi ve doğru olanın bu

“KIM GAZETECI, KIM DEĞIL?” TARTIŞMASI YAPILMALI Gazeteciliğin ve haber üretiminin zaman içinde geçirdiği değişime ve iç içe geçmişliği dile getiren Koçer, konuyla ilgili değerlendirmelerini şöyle tamamladı: “Günümüzde haber üreticisi ve tüketicisi arasındaki sınırların ortadan kalkmış olması durumu, ‘haber kullanıcısı’ kavramı ile tarif edilmektedir. Yani haberin üretimi ve tüketimi kategorik olarak öyle iç içe geçmiştir ki bu iki ifade anlamını yitirmiştir. Haber kullanıcılığı esasında herkesin haberle kurduğu pratik ilişkiyi tanımlayan bir ifadedir. Hepimiz üretmek ve tüketmenin ötesinde, haber içeriklerini kendi hayat bağlamlarımızda kullanıp dolaşıma sokuyoruz. Bu, bir içeriği yazmak, sosyal medyada paylaşmak veya bir toplumsal krize şahit olurken çekilen fotoğraf da olabilir. Haber üzerinden yapılan bu tartışmaların en çok da yurttaş gazeteciliği özelinde yapıldığını görüyoruz zaten. ‘Gazeteci kimdir?

E, o zaman herkese gazeteci mi diyeceğiz?’ gibi sorular hep gündemde. Hakikatle şeffaf ilişki kurduğunu varsaydığımız haber alanında belli standartların aranıyor olması, tartışmaların buralardan yürütülüyor olması çok doğal. Ancak burada iki temel farkındalık önemli: Birincisi, gazeteci profilini egemen söylem açısından belirleyen, mesela sarı basın kartı gibi kurumsal birtakım nişaneler, etiketler ve bunlara erişimde süregiden hiyerarşiler, yapısal eşitsizlikler yokmuşçasına bu tartışmayı yapmanın anlamsızlığı. Ya da dezavantajlı ve sesi duyulmayan topluluklara dair ya da o grupların içinden haber yapan gazetecilerin mesela terörist vs. olarak yaftalanmasını görmezden gelerek bu tartışmayı yürütmenin eksikliğine dair bir farkındalık. İkincisi ise, hakikat işçiliği olarak haberciliğin gerçekle transparan ilişki kurma iddiasında olduğu, ama bu ilişkinin gazetecilik tarihi boyunca, her daim kırılgan olduğuna dair bir farkındalık. Elbette belli standartlar belirleyici olmalı ama bu iki noktayı da düşünerek kim gazeteci kim değil tartışması yapılmasını daha sağlıklı buluyorum.”


2020 / Sayı 12

“Adana’da yapılmayan aslında temel gazetecilik”

A

dana’da sokağa çıkma yasağı sırasında polis uygulamasından kaçarken vurulan Suriye uyruklu Ali Al Hamman’ın (19) ölümünün ardından yapılan haberler haber merkezlerinin tekrar sorgulanmasına sebep oldu. Olayın ardından yayınlanan ilk haberlerde Ali Al Hamman’ın polisten kaçarken bacağından vurularak yaralandığı yönündeydi ancak olayın ayrıntıları geldikçe Hamman’ın polis tarafından 3 metre mesafeden vurularak öldürüldüğü ortaya çıktı. Hamman’ın haberiyle birlikte tekrar sorgulanan haber merkezlerinin durumunu Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Bölümü öğretim üyesi Dr. Can Ertuna, teyit.org şef editörü Gülin Çavuş ve gazeteci Gonca Tokyol 24 Saat Gazetesi’ne

değerlendirdi. Adana’da 27 Nisan tarihinde iki arkadaşıyla birlikte gezen Suriye uyruklu Ali Al Hamman (19) 20 yaş altına uygulanan yasak nedeniyle rutin kontrol yapan polis ekibine kimliğini vermek istemedi. Bunun üzerine polis memuru Hamman’ı 3 metre mesafeden ateş ederek vurdu. Ali Al Hamman olay yerinde hayatını kaybetti. Hamman ile ilgili ilk çıkan haberlerde ise Hamman’ın polisin ikazına uymayarak kaçtığı ve bu sırada bacağından yaralandığı belirtildi. Ali Al Hamman’ın ardından yapılan haberler Türkiye’deki haberciliğin tekrar sorgulanmasına sebep oldu. Haber merkezlerinin durumunu ve Türkiye’de “yavaş gazetecilik” yapılabilir mi sorularını Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Bölümü öğretim üyesi şu şekilde değerlendirdi:

27 Haziran 2020

“Adana olayı habercilik adına uymamız gereken temel kurallara uyulmamasından kaynaklanıyor. Adana’da yapılmayan aslında temel gazetecilik. Yani Adana’daki olaya dair getirebileceğimiz en temel eleştiri gazeteciliğin evrensel kuralı olan 5N1K kuralının gündelik bir polis adliye olayının haberleştirilmesinde hayata geçirilemediğini görüyoruz. Yavaş gazetecilik uluslararası anlamda biraz daha farklı bir noktaya oturuyor. İşin tozu, dumanı dağıldıktan sonra doğruyu araştırırken sıcak haberi verdikten sonra olayı daha geniş bir bağlamda oturtmak ve gözden kaçan tarafları varsa onları ortaya çıkarmaya yönelik. Hızla haber yetiştirmeye çalışırken birden çok tarafın görüşü alınamayabiliyor, bu tarafların değerlendirilmelerine başvurulamayabiliyor. Kimi zaman bu taraflar görmezden

Haber Yazısı

Meltem Suat / İstanbul

15


2020 / Sayı 12

krizinin bir yansıması. Dolayısıyla önce bu temel gazetecilik krizini çözmeniz gerekir. Ondan sonra daha karmaşık meselelere özellikle sosyal medya içeriklerini haber merkezlerine doğrudan ulaşan doğrulatmak için içeride oluşturacağınız teyit birimleri uluslararası bütün basın kuruluşlarında kural haline geldi.” Dr. Can Ertuna

16

gelinebiliyor. Adana olayında haber, emniyet kaynaklarının yaptığı bir bilgilendirme üzerinden tek taraflı olarak yazılmıştır. Dolayısıyla o mahalleye gidip görgü tanıklarıyla veya vurulan o gencin ailesiyle konuşulsaydı bu haber çok daha sağlıklı bir biçimde verilebilirdi. Aslında hala büyük haber kuruluşları dahi bir son dakika vermeden önce haberi doğru yazıp yazmadıklarını gerçeğe ne kadar uyduğunu kontrol ederler. Çünkü herkes bilir ki son dakikayı siz rakiplerinizden önce verebilirsiniz son dakikayı rakiplerinizden önce vermek için bazı hatalar yapabilirsiniz kısa vadede bu size artı getirebilir ancak haberiniz doğru çıkmadıktan sonra okuyucuda bir güven sorununa da yol açar. Bundan 10 yıl önce Anadolu Ajansından bir haber geldiği zaman veya güvenilir bir ajanstan bunu doğrulatma ihtiyacını çok az duyardık”. Ertuna haber merkezlerinde teyitleme birimi kurulması ve Türkiye’de artık neden soruşturmacı gazetecilik yapılmadığı soruları karşısında şu değerlendirmeleri yaptı: “Haber merkezlerinde teyitleme masası kurulması şu an mümkün ama daha temel habercilik yani aslında zaten bir gazetecinin haberi doğrulatmadan servis etmemek gibi bir yükümlülüğü var. Bundan 10 yıl önce Anadolu Ajansından bir haber geldiği zaman veya güvenilir bir ajanstan bunu doğrulatma ihtiyacını çok az duyardık. Çünkü ajanslar güvenilir bir biçimde alandan haber toplar, editoryal süzgeçten geçirilir ve ondan sonra servis edilirdi. Ancak bugün gördüğümüz aslında Türkiye’deki temel gazetecilik

HABERCİLİK KRİZİNİN YANSIMASI “Bizim konuştuğumuz daha o noktaya gelmeden aslında Türkiye’deki habercilik krizinin bir yansıması olarak alandan haberci kimlikteki meslektaşlarımızın doğru haber iletemiyor olması. Adana’daki olay üzerinden konuşacak olursak bir ihtimal olayın yeterince araştırılmamış olması diğer bir ihtimal ise belki de onlar biliniyordu ve habere konulmadı. Çünkü karşılıklı bir ilişki söz konusu olabiliyor. Kimi zaman özellikle taşrada yerelde ancak bu ulusaldaki bir sorunun yerele de yansıması. Güç ilişkileriyle, iktidar odaklarıyla veya resmi kurumlarla kurulan ilişkinin zedelenmemesi için haberin bir bölümü görmezden gelinebiliyorsa eğer ya da haber tek boyutlu aktarılıyorsa o aslında çok büyük bir gazetecilik ve habercilik krizinin göstergesi oluyor.” “GAZETECİ ŞÜPHECİ OLMALI” “Gazeteci şüpheci olmalı kendisine ulaşan her bilgiyi her belgeyi öncelikle şüphe süzgecinden ve sağduyu süzgecinden geçirebilmeli. Maalesef birçok noktada liyakatin yani temel eğitimle ve temel şüpheyle donanmış gazeteci ve gazeteci adaylarının yerine başka şeylerin kayırmacılığın gündemde olduğuna dair bazı işaretler var. Bu yüzden gazeteciyle gazeteci olmayanın farkı ortaya çıkıyor. Bunun hem zamanın ruhuyla alakası var hem Türkiye’deki medya ekosistemiyle politik konjonktürle alakası var. Yavaş gazetecilik sonucunda bulduğunuz araştırdığınız ortaya çıkardığınız usulsüzlükler, yolsuzluklar skandallar sizin medya kuruluşunuzun başına iş açar mı? Türkiye’deki birçok medya kuruluşunun cevabı evet yönünde.

Dolayısıyla yavaş gazetecilik kaynak isteyen de bir süreç. Yani bir gazetecinin bir dosya üzerinde çalışması için kaynak ayırmanız gerekiyor. Bunun karşılığında bu dosyayı yayınlayabilmek için yeterli özgürlüğe yeterli cesarete sahip misiniz bunun dışında Türkiye’de rekabette ortadan kalkmış durumda imkânları olan yaygın medya kuruluşları artık lütfen yayın yapar hale geldi.”

“İNSANLARIN SOSYAL MEDYADA N BİLGİ TÜKETMELERİNİN NEDENİ MEDYAYADUYDUKLARI GÜVENSİZ” Adana’da yaşanan olayın ayrıntılarının sosyal medya üzerinden yayılması bir kez daha sosyal medya haber merkezlerinin önüne mi geçti sorusunu akıllara getirdi. Peki sosyal medyada her gördüğümüz habere inanmalı mıyız? Sorunun cevabını Teyit.org Şef Editörü Gülin Çavuş’a sorduk. Çavuş şunları söyledi: 1) Adana’da yasak sırasında öldürülen Suriyeli genci hatırlarsınız çoğu haber sitesi haberi araştırmadan bacağından vuruldu diye vermişti ama olay araştırılınca başka bir boyutu ortaya çıktı. Gerçek sosyal medya üzerinden ortaya çıktı bunu gezi eylemlerinde de görmüştük. Sosyal medya haber merkezlerinin önüne mi geçti? Sosyal medya haber merkezlerinin önüne geçti demek doğru olmayacaktır. Bir dönem çok konuşulan yurttaş gazeteciliğinin de olumsuz tarafları olduğunu hep birlikte deneyimledik. Ayrıca yanlış bilginin dolaşımı konusunda da sosyal medyada kullanıcı üretimi içeriklerin artmasının ciddi bir payı var. Sosyal medyada


2020 / Sayı 12

gördüğümüz şeyleri de şüphe ederek incelediğimiz ve teyit ettiğimiz sürece avantajlarından yararlanabiliriz. Veya bir gazeteci haberini zenginleştirmek, kaynak bulmak için sosyal medyayı bir araç olarak kullanabilir. Ama aklımınız köşesinde her zaman gazetecilik prensiplerinin temelinde yatan birden fazla kaynaktan doğrulama prensibini tutmak gerekiyor. İnsanların sosyal medyadan bilgi tüketmelerinin nedenleri arasında medyaya duydukları güvensizlik yatıyor. Ayrıca kaliteli içerik de üretemedikçe haber tüketicileri giderek medya kuruluşlarından uzaklaşmaya başladı. Güvensizlik ortamında sosyal medya bazen “söylenemeyenleri” dile getirebilmek için bir işleve sahip ama bunun kendisi gazetecilik değil bunu akılda tutmak gerekli. 2) Sosyal medya hem büyük bir haber kaynağı hem de bilgi kirliliğinin çok fazla olduğu bir yer. Bu bilgi kirliliğinin içinde doğru bilgiye ulaşabilmek için okuyucular neler yapabilir? Okuyucuların öncelikle her şeyden şüphe etmesi, şüphe kasını çalıştırması gerekiyor. Bilgiyi sürekli kendi görüşüne yakın kişilerden almak bizi yankı fanuslarına kapatıyor. Bu nedenle de haber kanallarımızın çeşitliliğinden ve güvenilirliğinden emin olmak gerekiyor. Sizinle aynı görüşü paylaşan herkes doğru bilgi yayıyor anlamında gelmiyor. Eleştirel düşünce alışkanlığı burada kritik önemde. Hangi tür bilgiler için hangi kaynaklara bakacağını bilmek gerekiyor. Bu da medya okuryazarlığının yüksek olmasına bağlı. O yüzden ellerinden geldiğince bu tür konularda daha fazla bilgi almak için okumalar yapabilirler. Teyit’in teyitpedia kategorisinde yayınladığı her içerik aslında böyle bir işleve sahip. Okuyuculara nasıl birer teyitçi ve medya okuryazarı olabileceklerini aktarmaya çalışıyoruz. Haberin doğruluğundan emin olunmadığı sürece paylaşmamak çok önemli. Özellikle travmatik zamanlarda paylaşmadan önce soluklanmak mühim.

3) haber merkezlerine gelen haberlerin kaçı teyitleniyor? Sence haber merkezlerine bir teyit masası kurulmalı mı? Size böyle bir talep geldi mi? Haber merkezilerine gelen haberlerin kaçının teyitlendiğini ben bilemem tabi ki. Haber merkezlerinin teyit yöntemlerini bilen gazeteciler istihdam etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Biz TGS ile birlikte haber kuruluşlarına eğitimler verdik. Bunun önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Daha fazla gazeteci bu tür yöntemleri bilmeli ve uygulamalı. Eğitim talepleri dışında ise böyle bir “teyit masası” teklifiyle daha önce karşılaşmadık.

Gonca Tokyol

‘’TÜRKIYE’DE ÇOĞU INTERNET SITESININ ANA HEDEFLERINDEN BIR TANESI DAHA ÇOK TIKLANMAK’’ Ali Al Hamman’ın ölümünün ardından yapılan haberler haber merkezlerindeki ‘’ilk haber giren’’ olma baskısını da akıllara getirdi. Bu konu hakkında görüş aldığımız geçmişte editörlük yapan şimdi ise serbest gazeteci olarak çalışan Gonca Tokyol haber merkezlerinin durumu ve haber teyitleme hakkında ‘’ Türkiye’deki birçok dijital haber merkezinin bütçesinde reklam gelirleri büyük yer tutuyor. Doğrudan reklam ya da Google ad’ler konusunda da internet sitelerinin ne kadar ziyaret edildiği önemli bir gösterge. O sebepten en küçüğünden en büyüğüne kadar Türkiye’de çoğu internet sitesinin ana hedeflerinden bir tanesi daha çok tıklanmak. Birçok haber merkezi de bunun en önemli yollarından bir tanesinin haberi ilk giren olmak olduğuna inanıyor. Bütün haber merkezleri

için konuşmam ya da içinde bulunduklarım içinde teyitlenen haberler konusunda bir yüzde vermem mümkün değil. Bu noktada bence şunu söylemek lazım. Bir gazetecinin hangi konumda olursa olsun, editör ya da muhabir, her haber için işletmesi gereken belirli teyit mekanizmaları var. Bunlar mesleğin tanımı içerisinde halihazırda olan ve insanın zamanla çok daha iyi tespit edebildiği, çözüme daha hızlı ulaşabildiği bazı yöntemleri kapsıyor. Dijital haber merkezlerinde de editörler, belli kaynaklara sahip oldukları zaman bu teyit mekanizmalarını çalıştırıyorlar. Nedir bu kaynaklar? Bir haberi yayına hazırlamak için o editöre yeterli zamanın verilmesi, editörlerin teyit sırasında kullanabileceği araçlara hâkim olması, bu konuda eğitim alabilmesi, bunun için yöneticilerin de kolaylaştırıcı olması gibi birçok şey sayabiliriz. An itibariyle dijital haber merkezlerinde içeriklerin yüzde kaçının teyitlendiğine dair bir istatistik veremem ancak bunlar sağlandığında oranın artacağını söyleyebilirim. Haber merkezlerinde bir teyit masası kurulmasınınsa elzem olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki her gazeteci, örneklerini bazı büyük yayınlarda gördüğümüz proofreading çarkından geçmek ister, -en azından ben isterim. Bu, her haberi yukarıya taşır. Ancak Türkiye’de haber merkezleri çok küçük ve muhabire ya da editöre ayrılmayan kaynakları teyit masası için harcamak yerine kurumların bünyelerinde çalıştırdıkları gazetecilere teyit mekanizmalarını çalıştırmak için gerekli alanı sağlamasının daha efektif olacağına inanıyorum. Haber merkezlerinde yöneticiler ya da ara yöneticilerin hızlı olma baskısı yaptığı örnekler oldukça yaygın. Birçok yerde bunun yaşandığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Haber birçok kaynağa ihtiyaç duyan bir ürün, gazeteciler de onu hazırlarken uygun kişilere ulaşma imkanı, zaman gibi şeylere ihtiyaç duyuyorlar. Bunlar sağlanmadığı noktada ortaya defolu bir haber çıkma ihtimali de artıyor şeklinde konuştu.

17


2020 / Sayı 12

18

Hem Covid 19 hem eşitsizlikle mücadele ediyorlar Esra Açıkgöz / İstanbul

Haber Yazısı

T

üm dünyada ekonomiyi de etkileyen Covid 19, açılamayan işyerleri, yavaşlayan üretim ve dağıtım ağındaki sıkıntılar, işletmeleri zora soktu. Pandeminin yarattığı strese bir de gelecek kaygısı eklendi. Peki, bu süreçte zaten eşitsizliklerle mücadele eden kadın girişimciler neler yaşıyor? Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, 2020 Şubat’ında istihdam edilenlerin oranı önceki yıla göre 602 bin kişi azalarak 26 milyon 753 bin oldu. Bunların sadece 8 milyon 276 bini kadın. Yani her 10 kadından yalnızca 3’ü çalışıyor. Türkiye Kadın Girişimciler Derneği’nin (KAGİDER) “Kadın Girişimcilik

Endeksi 2019” ise, Türkiye’de 1 milyonun altında girişimci ve kendi hesabına çalışan kadın olduğunu gösteriyor. Erkek egemen sistemde ayrımcılığa uğrayan kadın girişimciler, bir de pandeminin getirdiği mali yüklerle baş etmeye çalışıyor. Biz de bu kadın girişimcilerden birkaçıyla yaşadıklarını konuştuk. KAGİDER Başkanı Emine Erdem, yapılan ve yapılabilecekleri anlattı. KAGİDER’in “Kadın Girişimcilik Endeski 2019”da Türkiye’de işveren ve kendi hesabına çalışan kadın sayısının 1 milyondan az olduğu belirtiliyor. Bu konudaki değerlendirmenizi alabilir miyiz? Aslında araştırmalar erkeklerin

1 Temmuz 2020

yüzde 45’inin, kadınların 40’ının girişimciliğe olumlu baktığını gösteriyor. Ama kadınlardaki potansiyel hayata yansımıyor. Kadın girişimci oranı, TÜİK’in istatistiklerine göre Şubat 2020’de yüzde 11 civarında. KAGİDER kurulduğunda yüzde 4’tü. Yükselişte payımız bulunuyor ancak daha çok yolumuz var. Kadınların ekonomiye daha çok katılması, kadın girişimcilerin artması önemli. Türkiye’nin kalkınmasını sürdürülebilir zemine oturtması, potansiyellerini tam olarak hayata geçirebilmesi buna bağlı. Ayrıca kadın girişimciler, daha çok kadını işe aldığı için kadın istihdamının da yükselmesinde doğrudan etken. Türkiye,


2020 / Sayı 12

2018/2019 yılı Global Girişimcilik İzleme Raporu’na göre, erken aşama girişimcilik aktivitesi toplamında 48 ülke içinde 15. sırada. Hâlâ kadın girişimcilerin erkeklere oranında geri kalan altı ülkeden biri. Kadın girişimcilerin yaşadığı en büyük sıkıntı nedir? Türkiye’de girişimciliğin karşılaştığı pek çok sorun var. Girişimci kadın olunca sorunlar katlanarak artıyor. En önemli engel sosyal ve kültürel önyargılar, toplumda egemen olan, erkeği hayatın merkezine koyan değerler. Kadının finansa ve pazara erişimi, bilgi ve mentorluk eksikliği de diğer engeller. KADINLARA DESTEK UYGULAMALARI AÇIKLANMALI Covid 19 süreciyle özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler kapanma eşiğine geldi. Kadın girişimciler ne durumda? Ciddi darbe alan turizm, konaklama, perakende, eğlence gibi sektörlerde kayıtlı veya kayıtsız olarak kadınların ağırlıklı çalıştığını ve kadın girişimcilerin iş kurduklarını görüyoruz. Dolayısıyla kadınlar krizden çok etkileniyor. Kadın girişimciler, şirketlerinin üstündeki riskleri en aza indirmeye çalışıyor. Ancak pandemi döneminde dijitalleşmenin, e-ticaretin artmasıyla, kadın girişimcilerin pazara ulaşma; uzaktan çalışmanın yaygınlaşmasıyla kadınların istihdama katılma imkânı kazanacağını görüyoruz. Elbette bunlar, ciddi kamu desteği

ve inovatif yeni iş modellerinin geliştirilmesiyle mümkün. Peki bu süreçte girişimci kadınlar için açıklanan özel destekler var mı? Maalesef. Desteğin hayati olduğunu kamuyla temaslarımızda dillendiriyoruz. Önümüzdeki dönemde destek uygulamalarının açıklanacağını düşünüyoruz. Siz bu süreçte ne gibi destekler sağladınız? Etkinlik ve eğitimlerimizi o-nline ortama taşıdık. Strateji gruplarımız daha önce yaşanmamış böyle bir dönemde ne gibi destek ve bilgiye ihtiyaç olduğunu araştırdı. Bu kapsamda pandemi döneminde işimizi, finansımızı, insan kaynaklarımızı, dış ticaretimizi nasıl yöneteceğimiz, dijital dönüşüm gibi konuları uzmanların katılımıyla ‘Dijital Sohbetler’ canlı yayınında konuşuyoruz. Üyelerimizle ve networkümüzle yoğun iletişimde olarak, hem motivasyonumuzu birlikteliğimizle canlı tutmaya hem de dijital platformlardan üyelerimize ve işlerine değer katmaya çalışıyoruz. Pandemi kadın istihdamını da olumsuz etkiliyor. TÜİK’e göre, 2020 Şubat’ında istihdam önceki yıla göre 602 bin kişi azaldı. 10 kadından yalnızca 3’ü çalışıyor. Kadın istihdamının azalmaması için neler yapılabilir? Etkinin tam boyutları salgının süresine ve önlemlere bağlı olacak. Ama bazı tahminler yapılıyor. Örneğin IMF, 2019’da yüzde 2.9 büyüyen küresel ekonominin,

koronavirüs salgını nedeniyle 2020’de yüzde 3 küçüleceği tahmininde bulundu. IMF’nin “Küresel Ekonomik Görünüm” raporunda Türkiye için de yüzde 5 küçülme ve yüzde 17.2 işsizlik oranı öngörülüyor. Beyaz veya mavi yaka olsun, böyle dönemlerde işlerini ilk kaybedenler genellikle kadınlar oluyor. Bu sebeple, normalleşme sürecinde hükümetlerin ekonomiyi canlandıracak önlemleri planlarken, kadın varlığını güçlendirecek kararlar alması çok önemli. Cinsiyetler arasında fırsat eşitliği kollanmalı. İstihdamda, girişimcilikte, ticarette kadınların önündeki dezavantajlar kaldırılmalı. Esnek çalışma biçimleri korunmalı. Kayıt dışı, yarı zamanlı veya mevsimlik çalışan kadınların iyi koşullarda istihdam edilmesi önemli. Ayrıca evlerde kadına şiddetin arttığı da bir gerçek. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun titizlikle uygulanmalı. HIÇBIR DESTEK GÖRMEDIM Adım, Gülcan Şahin. 10 yıldır gelinlik sektöründeyim. Kadın girişimci olmak Türkiye’de zor. Bir de anneysen daha da zor. Covid 19, en çok etkilenen sektörlerden biriyiz. Düğünler iptal, 16 Mart’tan beri kapalıyız. En kötüsü de belirsizlik. Çalışanlarımın belli ücretlerini ödedim. Onlar para istemeden işyerini açmayı teklif ettiler fakat sağlık ve maddi açıdan istemedim. Maalesef kadın girişimci olarak hiçbir destekle karşılaşmadım.

19


2020 / Sayı 12

20

HAYALLERI GERÇEKLEŞTIREN CESARET VE INANÇ Adım Duygu Güneş On üç yıldır eğitim sektöründeyim ve on bir yıldır şirketim İstanbul Dil Danışmanlık’ın yöneticiliğini yapıyorum. Sektöre ilk girdiğimde, çok sevdiğim halde koşullar nedeniyle, çalışma isteğimin azaldığını fark ettim. İstediğim şartlarda çalışmamın yolu işimi kurmaktan geçiyordu. Çalışma hayatında cinsiyet eşitliğiyle ilgili birçok araştırma, ülkemizde kadın istihdam oranının erkeklerin yarısı olduğunu, aynı işe farklı ücret verildiği gibi gerçekleri gösteriyor. Bu gerçekler, kendi işimizi kurmak için yeterli sebep. Kaybetme olasılığı hayatın her alanında, her zaman var ama buna odaklanmak yerine cesaretle ve gönlümüzden geçene tam inanarak yola çıkmak hayallerimize götürüyor. Covid 19 süreciyle eğitimlerimizin tamamını on-line platforma taşıdık. Birçok

sektörde olduğu gibi bizim de işlerimiz azaldı. Covid 19 sürecinde kadın girişimcilerin birbirlerine destek olmak amacıyla yaptığı toplantılar var ama devlet destekli bir uygulama duymadım. KADINLAR IÇIN TEK SEÇENEK MÜCADELE Ben Filiz Ülgüt. Myndoors Artisan Food&Crafs Genel Müdürü’yüm. PR sektöründeyken ülkenin ve medyanın yozlaşmasını, şirketlerin acımasızlıklarını yakından görebildim. Buna, İstanbul’un katlanılmaz hale gelmesi eklenince, erkek arkadaşım Ufuk’la “göç”e karar verdik. Bodrum Gümüşlük’te arsa kiraladık. Kurutulmuş meyvesebze üretmeye başladık. Şirketi kasımda kurduk. Yeni kurulmuş bir işletme için pandemi sınavı kolay değil. Kapıdan satış bitti, personelimizi ücretli izne çıkardık. İnstagram’dan sipariş alıyoruz. Bir

sıfatın başına “kadın” sözcüğünü eklemek pozitif ayrımcılığı değil, bilakis, “kadın olmasına rağmen” alt metnini çağrıştırıyor bana. Elbette henüz ne Türkiye ne de dünya pozitif ayrımcılığı elimizin tersiyle itebileceğimiz bir noktada değil. O güne kadar, kadınlar için tek seçenek var; “mücadeleye devam”. Covid 19 sürecinde kadın girişimcileri destekleyen bir uygulama ne yazık ki yok. Vergi, sigorta gibi alanlarda Avrupa’dakine benzer destekler beklemek hakkımız. Ne var ki destek bir tarafa, vergi yükü de hafifletilmedi. Bugüne dek “kadın girişimci” olmanın avantajını görmedim ama kadın olmanın bir avantajı var: Biz kadınlar umudu büyütmeyi, emek verip üretmeyi, gerektiğinde dayanışmayı, hayatı yeniden kurmayı iyi biliriz.


2020 / Sayı 12

21

“Kolluğun keyfi şiddeti, suç”

P

olislerin ve bekçilerin keyfi şekilde yurttaşlara şiddet uygulama haberleri daha önce de sıkça gündeme geliyordu. Ancak son dönemde pandemi sebebiyle sokağa çıkma kısıtlamaları, polis ve bekçilerin bu şiddetini daha görünür hale getirdi. Birçok yerde yurttaşlar yasak gerekçesiyle şiddete maruz kaldı. Tekirdağ’ın Çorlu İlçesi’nde polisin Gültaş ailesini darp ettiği ortaya çıkmıştı. İstanbul Kadıköy’de de bir polis, kuryeye motorunu kilitleme tehdidinde bulunarak hakarette bulunduğu görüntülerini izlemiştik. Daha sonra emniyetten yapılan açıklamada polisin görevden uzaklaştırıldığı bildirildi.

Zeytinburnu’nda polisin, dışarıda olan çocuklara “sokağa çıkma yasağı” gerekçesiyle şiddet uyguladığı, Eyüp’te bekçi ve polislerin sokak arasında yurttaşları darp ettiği ve havaya ateş ettiği görüntüler de sosyal medyaya yansıdı. Eyüp’te yaşanan şiddette, yurttaşlar polise mukavemet ettiği gerekçesiyle gözaltına alındı. Adana’dan da buna benzer görüntüler izledik. Bayramın ilk günü mahalle arasında bayramlaşmak isteyen yurttaşları polis havaya ateş açarak dağıtmak istedi. Bazı yerlerden polislerin idari soruşturmalarla açığa alındıkları haberleri gelirken birçok yerden savcıların soruşturma açtığına dair herhangi bir bilgi mevcut

2 Temmuz 2020

değil. Polisin ve bekçilerin uyguladıkları bu şiddeti insan hakları savunucuları, hukukçu ve uzmanlara sorduk. “KOLLUĞUN KEYFI ŞIDDETE YETKISI YOK” Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) Genel Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Şebnem Korur Fincancı, kolluğun herhangi bir biçimde şiddet uygulama yetkisi olmadığını vurguladı. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu göre yakalama sırasında zor kullanım yetkisinin ancak kişinin direnmesi vb. durumda bu eylemi ile orantılı düzeyde olması gerektiği biçimde tanımlandığını aktaran Fincancı, şu açıklamayı yaptı: “Yakalama

Haber Yazısı

Havva Çustan / İstanbul


2020 / Sayı 12

22

ve gözaltı işleminde bazı usul güvenceleri bulunmaktadır. Yakalama sonrası şüphelinin hekim muayenesi yapılır (gözaltı giriş muayenesi olarak da geçer) ve gözaltı yapılmışsa bu süre boyunca her 24 saatte bir tekrar edecek şekilde ve savcılığa çıkarılmadan önce muayene edilmesi gerekir. Burada iki önemli aksaklık bulunuyor. Muayeneler sıklıkla yetersiz ve üstün körü yapılıyor. Oysa kişiler kolluğun olmadığı ortamda, ayrıntılı öykü alınıp, tümüyle soyularak muayene edilmeli, ruhsal değerlendirmesi yapılmalı. Düzenlenen raporlar bu nedenle çoğunlukla ‘Darp cebir izi yoktur’dan ibaret oluyor.” Savcıların raporda bir bulgu olmayınca kişi şikâyet etse dahi dikkate almadığına işaret eden Fincancı, açıklamalarına şöyle devam etti: “Bazen görünür yerlerinde yaralanmalar olsa bile ne olduğunu sormuyor. Kişiler de sıklıkla kolluk tarafından ‘polise mukavemet’ suçlaması ile tehdit edildikleri için şikâyetçi olmaktan kaçınabiliyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) 2019 raporunda mukavemetten açılan soruşturma sayısı 163.000 iken kolluğun uyguladığı işkence iddiası ile açılan soruşturma 2196. Biz bu mukavemet davalarına ikiz davalar diyoruz ve insanların şikâyetçi olmasını engellemek, yıldırmak sindirmek amaçlı olduğunu rakamlar da açıkça gösteriyor. Bir de savcılarla ilgili önemli bir husus kolluğun savcının çalışma arkadaşı olması. Bir soruşturmada savcı – kolluk marifetiyle araştırmayı yürütüyor. Çalışma arkadaşına soruşturma açmaktan da sıklıkla kaçınıyor dolayısıyla.” “İKTİDAR BU ŞİDDET BİÇİMİYLE TOPLUMU SİNDİRMEYİ AMAÇLIYOR” İktidarın bu şiddet biçimiyle toplumu korkutup sindirmeyi amaçladığını ifade eden Fincancı, sözlerini şöyle tamamladı: “Bu durumun insan haklarında karşılığı, yaygın olarak işkence suçunun işlenmesidir. Burada uygulayan kolluktan, muayeneyi yetersiz yapan hekime, soruşturma aşamasını etkili biçimde yürütmeyen savcıya her kademe, Türkiye’nin taraf

olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında işkenceye katılım suçu işlemektedir. Ayrıca son yıllarda siyasi irade ve iktidar partisi yetkililerinin yaptıkları açıklamalar ile bu suçu destekleme, övme tutumları da işkence suçu kapsamındadır. Bu suçun görünür olması, işkencenin mutlak yasak olduğunun kamuoyuna anlatılarak etkili bir kamuoyu oluşturulması önemlidir. Cezasızlığın önüne geçmek, dolayısıyla bu suçun belgelenmesi de önleme adına kıymetlidir. Elbette Türkiye’nin taraf olduğu seçmeli protokol uyarınca oluşturması gereken bağımsız izleme mekanizması Paris İlkeleri’ne göre oluşturulmadığı için en önemli önleme mekanizması işlevsiz kılınmıştır.”

Savcılık ile kolluk arasında amir-memur ilişkisi var. Karşılarında ise sürekli suç işleyen koca bir toplum. Yani kendilerini sürekli suçla savaşan bir ekip olarak görüyorlar

“POLİS VE BEKÇİ ŞİDDETİ MEŞRULAŞTIRILIYOR” İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Avukat Eren Keskin ise devlet eli ile şiddetin meşrulaştırıldığına dikkat çekip şunları söyledi: “İçişleri Bakanı, ‘Talimat verdim, yakalayın ve limelime edin dedim’ diye açıklama yapabiliyor. Polis ve jandarma istihbarat, çeşitli sosyal medya hesaplarından, işkence görüntüleri yayınlayabiliyor. Cenazelere saldırılıyor, televizyonlardan ölüm çağrıları yapılıyor. Şiddetin ve ötekileştirmenin böylesine meşrulaştırıldığı bir süreçten, polis ve bekçiler de buradan cesaretleniyor ve şiddet uyguluyorlar. Çünkü, ‘cezasız’

kalacağını biliyorlar. Türkiye, bir hukuk devleti değil. Yazılı hukuk, uluslararası sözleşmeler farklı, uygulama farklı. Yargı, iç hukuk ve özellikle de uluslararası sözleşmeleri uygulamıyor. Hem iç hukuk da hem de sözleşmelere göre işkence yasak bir yöntem.” “BEKÇİLER, İNSANLAR ÜZERİNDEKİ HÂKİMİYETİ ARTTIRMAK İSTİYOR” Sosyal Haklar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Akçay Taşçı ise konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: “Öncelikle, polis ve bekçilerin davranışlarını ayırmamız gerekiyor. Bekçiler göreve başladıktan bir süre sonra, polislere tanınan yetkilerin kendilerine de tanınmasını talep etmişlerdi. Bu talebin sebebinin yurttaşlar üzerinde daha çok hâkimiyet kurma çabası olduğunu düşünüyorum. Devletin bir kuvveti olarak yeterince saygı görmediklerinden yakınmışlardı. Bekçilerin bu tür hukuksuz uygulamalarının altında bunun yattığını düşünüyorum. Elbette ki kolluğun keyfi şiddet yetkisi yok. Güç kullanımının şartları kanunda belli, görevinin gereğiyle sınırlı ve görevi yapabilmesi için mecbur olduğu ölçüde şiddet kullanabilir. Ancak; sokağa çıkma kısıtlamasının ihlal edilmesinin karşılığı sadece para cezası. Ne gözaltına almayı ne de başka bir soruşturma işlemini gerektiren bir davranış değil. Kolluğun güç kullanmasını gerektiren bir durum yok. Dolayısıyla kolluğun yaptığı uygulama tamamen hukuk dışı ve aslında suç. Zira işkence ve kötü muamele kanunda tanımlanmış birer suç tipi.” “İLK ELDEN MEMURLARIN HIZLA SORUŞTURULMALARI GEREKİYOR” Savcıların böylesi durumlarda genelde harekete geçmemesinin savcılık makamıyla kolluk arasındaki ilişkiyle alakalı olduğunu kaydeden Taşçı, sözlerine şöyle devam etti: “Savcılık ile kolluk arasında amirmemur ilişkisi var. Karşılarında ise sürekli suç işleyen koca bir toplum. Yani kendilerini sürekli suçla savaşan bir ekip olarak görüyorlar. Savcıların polislere arka çıkmasının arkasında ‘savaştaki


2020 / Sayı 12

askerlerini kollama’ fikrinin olduğunu düşünüyorum. Kolluğun bu tür kötü muamelelerini ise otorite kurmanın bir aracı olarak görenler de var üstelik. Olay gündeme geldiğinde ise en fazla ‘biraz ayarı kaçırmış’ gözüyle bakıyorlar. Uluslararası temel insan hakları sözleşmelerinin tamamında işkence ve kötü muamele yasağı düzenlenmiştir. Hatta bu yasak yaşam hakkından hemen sonra gelir. Yani bu sözleşmeler düzenlenirken işkence yasağına azami önem gösterilmiştir. İşkence ve kötü muamelenin önüne geçmenin tek ve sihirli yolu yok maalesef. Ancak; ilk elden yapılması gereken kötü muamele uygulayan memurların soruşturmalarının hızlı ve adil şekilde yürütülmesi ve özellikle caydırıcı olabilmesi için kamuoyuyla paylaşılması. Bunun ortalama bir kolluk görevlisi üzerinde önemli bir etkisi olacağını düşünüyorum. Sonuçta işinden olma korkusu az buz bir korku değil. Devamında ise kolluk seçiminde ciddi bir psiko-sosyal değerlendirme süreci, yurttaşla iletişim konusunda eğitimler gibi konular işe yarayabilir. Ama yukarıda değindiğim gibi meseleye savcılığın içinde olduğunu düşündüğü ‘savaş’ psikolojisinden başlamak gerekiyor.” “TOPLUMDA ŞİDDET YAYGINLAŞIYOR” Psikolog Sevgi Türkmen, son dönemlerde yaşanan bu şiddetin münferit olmadığını belirtip salgın sürecinin deneyimlenmediğini ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu da kolluğun insanlar üzerinde yaptırımını arttırdı. Olağanüstü durumlarda insanlar

bu şiddeti içselleştirebilir, bunu bir şiddet olarak algılamayabilir, bunun kendilerine koruma yöntemi olduğunu düşünüyorlar, bu yanlış bir algılayış. Psikolojik olarak bir kriz halindeyiz. Böylesi durumlarda insanların maruz kaldığı şiddetle başa çıkma durumu daha kırılgan oluyor. Toplumsal olarak kuralları, baskıları, şiddeti daha kabullenebilir durumda olabiliyoruz. Bu kriz bizim özgücümüzü de düşürebiliyor. Bu durum sadece kolluğun şiddetini yaygınlaştırmıyor, aynı zamanda toplumsal olarak da şiddetin yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. Kolluğun sokağa çıkana, maske takmayana bu tarz şiddetini gören insanlar; başka sokağa çıkma yasaklarında sokağa çıkanları, maske takmayanları bir tehlike olarak görürler. Bu da insanların birbirlerine şiddet eğilimini, arttırır.” “KOLLUK, ARTIK BİR KORKU TESLİMİYETİDİR Salgın süreci sonunda oluşan şiddet altyapısının devam edeceğine işaret eden Türkmen, şu saptamalarda bulundu: “Bu durum, aynı zamanda salgın sonunda ‘normalleşme’ sürecine geçişi daha çok zorlar. İnsanların anılarına bu şiddet işlenmiştir çünkü. Bir bekçi, polis yani kolluk, artık bir korku tesmiliyetidir. Bu da bir patoloji yaratır, sürecin daha zor yaşanmasına neden olur. İnsanların kaygıları, belirsizlik, güven duygusunun zedelenmesi çok daha artacaktır. Özellikle çocukların hayatında daha derin patolojik sorunlar ortaya çıkabilir. Bu durum aynı zamanda insanlara olmayan bir tehlikeyi varmış gibi

algılattığı için var olan tehlikeleri daha ağır yaşamalarına neden olur.” Bu durumun insanlar üzerinde bir denetim mekanizması yaratacağına da dikkat çeken Türkmen, sözlerine şöyle devam etti: “Sivil yaşam içerisinde insanlar, bu denetimi hayatlarının her alanında hissediyorlar. Böylelikle devlet bakımından insanların hayatları hem daraltılır hem özgüçleri kırılır. Sürekli denetim altında olan insanlar kendi iradesini kullanamaz, kendi gücünü gösteremez hale gelir. İnsanlar sakarlaşır, yanlış yapmaya başlar, öfkelenir, kaygılanır, daha çok hata yapmaya başlar, olgunluk nitelikleri düşürür.” “DEVLET KURUMLARI ŞİDDETE TAVİZ VERMEMELİ” Söz konusu şiddetin kadınları daha çok etkilediğini vurgulayan Türkmen, “Salgın sürecini kadınlar çok daha ağır yaşadı. Üzerlerine yüklenen yükler daha da ağırlaştı, sadece polis- bekçi şiddeti değil erkek şiddetine de maruz kaldılar. Tüm bu süreci en ağır yaşayan kesimlerden biri haline getiriyor kadınları” dedi. Bu süreçten toplumun daha az hasar alarak çıkmasını devlet kurumlarının sağlayacağının altını çizen Türkmen, sözlerini şöyle bitirdi: “Bu kurumlar şiddete kesinlikle taviz vermemeli, cezalandırmalı, şiddetin yayılmasını önlemeli. İnsanların hayatlarının tüm anlarını denetlemeyi bir kenara bırakmak gerekiyor. Denetimi ancak pandemi sürecine uygun şekilde yapmak gerekiyor.”

23


2020 / Sayı 12

24

Termal mağdurunun gözü, TBMM’de Birgül Uzun / Ankara

Haber Yazısı

Y

ıllardır mücadele veren devremülk mağdurları, yaşadıkları sorunların son bulması için yetkililerden yardım bekliyor. Türkiye’de 650-700 bin, aileleri ile birlikte 2 milyona yakın termal mağduru bulunuyor. Mevcut yasalar, mağdurları korumada yetersiz. Mağdurlar, dernekler ve dernekler bazında platform oluşturarak seslerini yetkililere duyurmaya çalışıyor. Ancak tüm hak arama mücadelesinde karşılarında siyasetle iç içe geçmiş güçlü bir yapıyla karşılaşıyorlar. Dernek yöneticileri, termal sahipleri tarafında kendinin ve mağdurların haklarını aradıkları

için baskıya maruz kaldıklarını, haklarında dava açıldığını, ölümle, aileleriyle tehdit edildiklerini bildiriyorlar. Dernek olarak mağdurların haklarını aramak için açtıkları davalarda termal sahiplerinin hâkim değiştirerek mahkemelere müdahil olduklarını, hâkim ve avukatların tehdit edildiğini dile getiriyorlar. Yıllardır süren mağduriyetlere rağmen ilk kez Ocak 2019’da TBMM’de alt komisyon kuruldu. TBMM’de yaklaşık üç ay önce ikinci kez dernek yöneticilerinin de katılımıyla toplanan Devre Mülk ve Devre Tatil Sektöründe Yaşanan Mağduriyetleri Araştırma Komisyonu, devremülk mağdurlarına çözüm arayacak.

3 Temmuz 2020

Ancak çalışma salgın nedeniyle sekteye uğramış durumda. 2 milyon mağdurun gözü kulağı bu çalışmadan çıkacak sonuçta. “Gücümüz, maddi durumumuz yok” diyen devremülk mağdurları “Kefen paramızı, son kuruşumuza kadar devremülk vurguncuları çaldı” diyor. Tapu verilip belgelere ulaşıldığında satılan mülkün kuru dört duvar olduğu, diğer tüm tesislerin yapımcı şirket veya gizli ortağı firmaların mülkünde olduğu ortaya çıkıyor. Tesislerinden memnun olmayan devreciler aranarak başka tesislere yönlendirilmesi konusunda reklam yapılarak yeni hayali satışlar yapılarak mağduriyetler katlanıyor. Tüm termal tesislerde


2020 / Sayı 12

satış sözleşmeleri, satış vaadi şeklinde ve noterden yapılmayan ve hiçbir geçerliliği olmayan sözleşmelerle yapılıyor. Yok hükmünde sözleşmelerle, her kese ve her vadeye göre taksitlendirmeyle aynı mekânın birden fazla kişiye satılması mümkün. Yasa gereği 15 günden süresi az olmaması gereken devre mülkler müşterek tapu uydurmasıyla haftalık, 3 günlük vb. her keseye uygun hale getirilen satışlarla devre mülklerdeki temsil hakkı normalde 24 kişi olması gerekirken bu şekildeki, satışlarla 50 kişinin bile üstüne çıkabiliyor. Yasal olarak geçersiz olan sözleşmelerle, birbirinden habersiz bir mekân aynı tarihlerde birden çok kimseye mükerrer olarak satışı yapılıyor. Parasını ödeyen ama tapusu verilmeyen veya başkalarına mükerrer satış yapılarak mülksüzleşen mağdurlar bulunuyor. Senetlerde devre mülk karşılığı verildiği şerhi bulunmaması nedeniyle icra dairelerine açılan davalar kaybediliyor. Aynı devre için iki defa ödeme yapan ama yine de tapusu olmayan on binlerce aileden söz ediliyor. Konu hakkında ilgili ve yetkililerle konuştuk. TBM BAŞKANI AVUKAT GÜLLÜ: Tüketici Başvuru Merkezi (TBM) Genel Başkanı Avukat İbrahim Güllü, şu değerlendirmede bulunarak gereken düzenlemelere dikkat çekti: “Firmaların kapatılması ya da isim değiştirmesi sebebiyle tüketicinin paralarını alamaması yüzünden mağduriyet her geçen gün atmaktadır. Firmalar, para iadesi yapmamak için kasalarını boşaltıyor, adını değiştiriyor, başka bir isimle devam ediyor. Bir süre sonra bu ismi de değiştiriyor. Bu durumda tüketici parasını tahsil edemiyor. Firmalar kanuni boşluklardan yararlanmakta. Kötü niyetli satıcıların bu hileleri engellenmeli ve tüketicinin bu mağduriyetinin önüne geçilmelidir. Kesin çözüm için mahkemelerin şirketler arasındaki bağı tespit edip, bunlara ayrı tüzel kişiler gibi davranmayıp hepsini bir kefede değerlendirmesi lazım.” Avukat Burak Çoğalan,

“Bütün bu hukuk konularının ortak noktası, termal tesislerin yarım-eksik bırakılması, tamamlanmaması, yönetiminin doğru idare edilememiş olması, üyelere doğru ve düzgün bilgi aktarımının yapılamaması gibi çeşitli nedenler sıralanmaktadır” dedi. Çoğalan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Belediyenin, Çevre ve Şehircilik, Sağlık ve Kültür bakanlıklarının, devremülkler bazında kapsadığı konular var. Hepsi kendi alanına bakıyor. Söz konusu devremülk olunca kat mülkiyeti kanunu üzerinden kurulu otelcilik mahiyetinde olduğu için, Kültür Bakanlığı ‘kat mülkiyeti’ diyor denetlemiyor, belediye ‘devremülk’ diyor denetlemiyor, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ‘otel’ diyor denetlemiyor ve hepsi topu birbirine atıyor.” Termal Mağdurları Platformu dönem sözcüsü Sema Yıldız’ın konuya ilişkin açıklaması ise şöyle: ”Türkiye’de son dönemde gündeme oturan Çiftlik Bank mağdurları gibi bir de devre mülk mağdurları vardır. Kimi dişinden tırnağından ayırdığı parayı, kimi tazminatını, kimi zor günler için ayırdığı parayı, kimi çocuklarının ihtiyaçlarından kısıtlayarak yatırdığı para ile devremülklerden hisse almışlardır. Ankara’da bu sayı, yaklaşık 40 bin kişiyi bulmaktadır. Termal kaplıca firmaları tarafından yaklaşık 10.000-20.000 lira para karşılığında satışı yapılan ve hemen kullanıma hazır veya çok kısa sürede inşaatı bitecekmiş gibi gösterilen devremülkler şu an ya temeli atılmış inşaat ya da boş bir araziden ibarettir.” Kızılcahamam Akasya Vadisi Termal Tesisleri Dayanışma Ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Bankacı Berrin Özdenkoş ise tepkisini şöyle dile getirdi: “Genel kurulda şirketler tarafından alınan kararlar gereği yıldat ücreti adı altında binlerce lira devrecilerden alınmaktadır. Yıldatını ödemeyenler binalara alınmamaktadır. İcra tehdidi ile yıldatlar zorla toplanmaktadır. Harcamalar denetimden uzak yapılmaktadır. Yönetimler adına bankalardan alınan çekler devrecileri borçlandırma için kullanılmaktadır. Böylece

apartman yönetimlerinin 2,53 milyon TL borcu devrecilerin sırtına kalmaktadır. Otelcilik faaliyeti de yürüten bu şirketler devrecilerin dairelerini gerekirse saatlik kiraya vermekte ve kira bedelini şirket hesabına geçirmemektedir. Böylece devreciler satıştan kullanıma kadar soygun sarmalına dahil edilerek soyulmaktadır.” Jeotermal Devre Mülk Sahipleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı İlahiyatçı Tevfik Seyrek, konuya ilişkin şu açıklamayı yaptı: “Sözleşme yapıyorlar, bir kere sözleşme olur. İsteğe göre iki kere olur, 5 defa sözleşme olmaz. İnsanları hayali vaatlerle kandırdılar. İnsanlara geçersiz sözleşmeler imzalattırıyorlar. Kandırıldık, insanlar mahkemelere düştü. Yasal kazanç değil bu, illegal kazanç. Çünkü yasalar doğrultusunda alım satım yapılmıyor. Vatandaşın emeklilik paralarını oraya katan sözlerle kandırarak, aldatarak nitelikli dolandırıcılık yapmanın bir manası yok. Bunun hukukta özü nitelikli dolandırıcılıktır.”

“Termal kaplıca firmaları tarafından yaklaşık 10.000-20.000 lira para karşılığında satışı yapılan ve hemen kullanıma hazır veya çok kısa sürede inşaatı bitecekmiş gibi gösterilen devremülkler şu an ya temeli atılmış inşaat ya da boş bir araziden ibarettir.”

25


2020 / Sayı 12

26  1. Bölüm

Erken evlilik yasası tozlu raflardan iniyor: 2005 öncesine geri mi dönüyoruz?

Dizi Yazısı

Müjgan Halis / İstanbul

3 Temmuz 2020


2020 / Sayı 12

E

rken evlilik düzenlemesi olarak bilinen yasa teklifi son beş yıldır Türkiye’nin gündeminden düşmedi. Geçtiğimiz günlerde Akit TV’de yayınlanan Derin Kutu isimli programda, İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muttalip Kutluk Özgüven’in neler söylediğini ve erken evliliği nasıl savunduğunu duymayan kaldı mı? Şunları söylüyordu Özgüven: “Süpermen diye bir şey yok hayal kahramanı ama süper kadın diye bir ırk var ve bu da 13-16 yaş arasında. İstediğiniz doktora sorun, en üstün nitelikli insan 13-16 yaşındaki, 13-17 diyelim hadi ya da 12-17’ye büyütelim, bu yaşlardaki kadındır. Vücudu mükemmel falan, yani bu yaş ilk çocuğu doğurmak için ideal bir yaş.” Özgüven, bu sözlerinin ardından pedofiliyi savunduğu gerekçesiyle görevinden alındı. Özgüven’in sözlerinin dumanı tüterken, bir açıklama da Necmettin Erbakan’ın oğlu ve Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan’dan geldi. Erbakan şunları söyledi: “Devlet evlilik cüzdanı verdiği vatandaşlarını, dünyada hiçbir benzeri olmayan bir uygulamayla zindanlara attı. Bunun nasıl bir mantık olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Hanımların resmi olarak eşi olan, çocuklarının babası olan kişiler, çocuk istismarcısı diye çok ağır bir suçlamayla hapse atıldılar. Türkiye’de erken yaşta da olsa karşılıklı rızaya dayalı cinsi münasebete, yani zinaya ve evlilik dışı birlikteliklere ceza verilemez.” MAĞDUR ILE FAIL ARASINDA 15 YAŞ FARKINA AF Yasa teklifi yine gündemde ve gelecek günlerde Meclis’e sunulacağına dair beklenti var. Hükümetin hazırladığı çocukların cinsel istismarı suçuna ilişkin yasa teklifine göre; 10 Nisan 2020’den önce evlenmiş olanlar, belirlenen beş kriteri birlikte taşıması halinde tahliye edilecek ve beş yıl evli kalmak şartıyla yaptırımlardan kurtulacak. Bu kriterler şöyle sıralanıyor: Suçun, cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenmesi. 10 Nisan 2020 tarihi itibarıyla

mağdur ile failin evlenmiş olması. Suçun işlendiği tarihte failin başka biriyle evli olmaması. Mağdurun şikâyetinin bulunmaması. Suçun işlendiği tarihte mağdurun 14 yaşına girmiş olması. Mağdur ile fail arasında 15 yıldan fazla yaş farkının bulunmaması. 2016’da kadın örgütlerinin büyük tepkisi sonucu geri çekilen yasaya ilişkin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bugünlerin geleceğinin işaretini dört yıl önce vermiş ve şunları söylemişti: “Hükümetimize ve meclisimize, hatta toplumumuza söz konusu kanun değişikliğinin mevcut haliyle çıkartılması yerine, daha geniş bir mutabakatla ele alınmasını tavsiye ettim. Hükümetimiz de bu doğrultuda gereken adımları atarak, değişiklik teklifinin geri çekilmesini kararlaştırdı. İnanıyorum ki geniş mutabakatla yeniden parlamentomuza gelecektir.” Yani AKP 2016 yılından beri sistematik olarak çocuk yaşta, zorla ve erken evlendirmelerin önünü açacak, çocuk istismarını meşrulaştıracak birtakım yasal değişiklikleri hayata geçirmeye çalışıyor. Hukukçulara göre böyle bir yasa 2005 yılında kanundan çıkarılan “tecavüzcü ile evlilik durumunda cezasızlık sağlayan” maddenin geri getirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Çünkü istismar suçunu evlenme koşullu bir düzenleme ile aklamak, çocukların tekrarla istismara maruz bırakılması ve şiddet dolu hayatlara mahkûm edilmesi anlamına geliyor. 2005 yılında yeni TCK hazırlanırken, “tecavüz mağduru ile evlenmesi durumunda failin cezasız kalması” maddesi kadınların mücadelesi ile kaldırılmıştı. Ancak, 2020 yılında iktidar yine aynı noktaya dönmek, bugün çocuk yaşta evlilikleri meşrulaştırmak için, çocuklarla evlenen kişilere verilen cezaları affettirmek istiyor. ‘EVLILIĞIM ÇOCUK ŞUBEDE GEÇTI’ Adını gizli tuttuğumuz ve 16 yaşında tecavüz sonucu bir evliliğe zorlanan şimdi 29 yaşındaki bir genç kadına kulak verelim: “Eski eşim zaten ciddi anlamda alkol alıyordu ve kumar oynuyordu. Her gün eve geldiğinde şiddet. Üç

yıl evli kaldım zaten. O üç yılın neredeyse tamamı çocuk şubede geçti. Sürekli şikayet, sürekli karakol, sürekli hastaneler ama bir sonuç alamadım bütün bu sonunu göremeyen kadınlar gibi. Babam kabul etmiyordu, sahip çıkmıyordu ve gidecek yerim yoktu. 18 yaşını da geçtiğim için devlet koruma altına almadı, karakola geliyordum, şikâyet ediyordum ve komiser o gün bir şeyler söylüyordu, ertesi gün barıştırıp geri gönderiyordu.” Ve bu şiddet dolu hayatın sonunda çocuğunu alıp, evi terk etmiş. Sonra yaşadıklarını ise şöyle anlatıyor: “Evden çocuğumu kucağıma alıp çıktım, nereye gideceğimi de bilmiyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum, hiçbir şey yok yanımda, ne param var, ne gidecek yerim var, ne geri döndüğümde bana sahip çıkacak bir ailem var. Bir süre sokakta dolaşıp kendime geldikten sonra anne babamın yanına geldim, babam “kabul edemem bu evden nasıl çıktıysan öyle gelirsin ancak, böyle bir şey mümkün değil” diye beni eve almadı. Sonra çalıştığım yere gittim. Uzun bir süre oğlumla beraber Arnavutköy’de işyerinin deposunda kaldık. Fareler vardı. Gece sabaha kadar uyumuyordum ki, oğlumu fareler ısırmasın diye.” Şimdi erken evliliğe affın gündeme gelmesine dair ise çok tepkili: “Bu yasayı çıkaran insanların ilk önce bizim yaşadıklarımızı bir yaşamalarını istiyorum, küçücük bir kısmını, tamamını da demiyorum. Buna psikolojileri yetip kaldırabilecekler mi? Buna hangi akıl ve mantıkla karar verebilirler ki? Onlar benim yaşadığımın üçte birini yaşasalar, acaba bu kadar sağlıklı kalıp bir çocuk yetiştirebilirler mi? Bu kabul edilemez bir şey.” Erken yaşta evlilikleri savunanlar çoğunlukla bu savunularına dini referans olarak gösteriyorlar. Bu yüzden Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekmesini de hararetli bir şekilde savunuyorlar. Peki, gerçekten öyle mi, erken evlilik İslam’ın emri mi, muhafazakârlar sahiden de erken evliliği destekliyor mu? DINDARLAR DA KARŞI Ayrımcılığa karşı ‘La Havle’ diyerek yola çıkan ve kendilerine

27


2020 / Sayı 12

28

Müslüman Feminist diyen Havle Kadın Derneği kurucularından Rümeysa Çamdereli, kamuoyunda yaratılmaya çalışılan algının aksine muhafazakâr camianın erken yaşta evliliğe sanıldığı gibi sıcak bakmadığını belirterek, bu konuda yaptıkları ‘erken yaşta evlilik’ araştırmasının verilerini paylaşıyor: “Türkiye çapında 2700 anket, 70 kadınla derinlemesine görüşme yaptık. ‘Bir insanın evi çekip çevirebileceği yaş kaçtır’ diye sorduğumuzda kadınlar için bu yaşın 24, erkekler için de 26 olduğunu söylüyorlar. Yani Türkiye toplumu 24 yaşından önce kimsenin evi çekip çevirebileceğine inanmıyor. ‘Kızlar için ideal evlilik yaşı nedir?’ diye sorduk, 23 dediler. Erkek için ise 25. Peki, ‘Bir kız kaç yaşına kadar çocuktur?’ dedik, 20 dediler, erkeklere de 19 dediler. Bir de ‘İslami olarak sizce kaç yaşına kadar evlilik caizdir?’ dediğimizde yine ağırlıklı ortalama kızlar için 18, erkekler için de 19 olarak çıktı. Burada 18 yaşın altında diyenlerin oranı oldukça düşük çıktı.” Araştırmada çarpıcı sorulardan biri de katılımcıların kendi kızlarına dair sorulan soru, bakalım nasıl yanıtlar almışlar: “Evlilik meselesine dair sorduğumuz bir soru vardı: ‘Bir kızınız olsa ya da varsa kızınızı 18 yaşından önce evlendirir misiniz’ diye sormuştuk. Orada yüzde 91,8 evlendirmeyeceğini söylüyor, yüzde 7,1 de ‘emin değilim’ diyor. ‘Peki mesela kızınız

evlilik dışı cinsel bir ilişkide bulunsa evlendirir miydiniz’ diye sorduğumuzda, ‘evlendirmem’ diyenlerin oranı yüzde 66,1’e kadar düştü. Bunun dışında namus meselesini sormuştuk, ‘Eğer oğlunuzun evlilik dışı cinsel ilişkisi olsa oğlunuzu evlendirir misiniz’ diye sormuştuk, yüzde 69,1’e kadar düşürdü oranı. Kadının cinsel tacize uğraması yüzde 72,1’e kadar düşürdü, aile baskısı yüzde 78,2’ye kadar düşürdü ve ailesinde ekonomik sorunlar varsa diye sorduğumuzda, yüzde 81’e kadar düşürdü sadece.” ‘ORTAÇAĞ TOPLUMUNU BUGÜNE UYARLIYORLAR’ Berrin Sönmez, 28 Şubat’ta üniversitelerden tasfiye edilen akademisyenlerden biri. Müslüman Feministlerden Sönmez, erken evliliğe ilişkin iktidarın hazırlıklarına yönelik yekten ‘çocuk istismarı’ diyerek başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor: “TCK 103 kapsamına giriyor, 15 yaş altı çocuklarla ilgili bir düzenleme düşünüyorlar ve kesinlikle 15 yaş altı çocuklarla ilgili her türlü ilişki, çocuğun cinsel istismarıdır. Buna başka bir isim verilmesi gerçeği değiştirmiyor. Evlilik dense de gerçeği değiştirmiyor.” Sönmez ayrıca bu yasa girişiminin kız çocuklarını cinsel saldırılar karşısında savunmasız bırakacağını, aileleri cinsel saldırı durumunda kız çocuklarını hemen evlendirmeye teşvik edeceğini

ve çocukların bütün haklarını ellerinden alacağını söylüyor: “Eğitim hakkı gasp ediliyor kız çocuğunun, kendisine güvenli bir yaşam kurma hakkı, kendi kararlarını alma hakkı hepsi gasp ediliyor.” Berrin Sönmez, en çok Romanların erken evlilik yaptığı, esas mağdurların onlar olduğu yönündeki propagandanın ise gerçek dışı olduğunu anlatıyor: “Romanlarda görülen erken evlilik, akran evliliği şeklinde. 15 yaşın altında da değil üstelik. 15 yaşın üstünde ve sadece bir iki yaş farklı gençlerin evliliği şeklinde karşımıza çıkarmış. Yaygın olanın bu olduğunu, üçten fazla pek fazla görülmediğini, beş yaş farkın son derece nadir olduğunu söylüyorlar. Ancak Romanları bahane eden AKP içinden önerge hazırlayanlar diyorlar ki, en fazla 15 yaş fark olsun. Ha 15 yaşa kadar çıkardıklarına göre Romanlar gerçekten bahane ediliyor.” Peki Kuranı Kerim gerçekten de Ortodoksi yorumlar mı içeriyor? Berrin Sönmez bu soruya ‘hayır’ yanıtını veriyor: “Ortodoksi din yorumları dediğimiz, dinin evlilik ile ilgili usullerini değil dinin indiği çağın şartları içerisinde Arap yarımadasında yaşanmakta olan evlilik geleneklerini, sanki din hükmüymüş gibi sunuyorlar topluma, biz buna itiraz ediyoruz. Ortaçağ tarım toplumlarında hangi dinden olursa olsun bütün topluluklar benzer özelliklere sahipti.”


2020 / Sayı 12

29  2. Bölüm

Kadın örgütleri: ‘Ha yasa çıkmış ha çatıya çıkmış intihar etmişiz’ 4 Temmuz 2020

Dizi Yazısı

Müjgan Halis / İstanbul


M

eclis’in açılmasının ardından yeniden gündeme gelmesi beklenen çocuk istismarına ilişkin yasayı yorumlayan kadın örgütleri, hem çok öfkeli hem de yasanın sonuçlarının bütün kadınları mağdur edeceğini söylüyor.

30

YASA HIÇ GÜNDEMDEN DÜŞMEDI Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Canan Güllü’ye göre çocuk istismarına ilişkin af teklifinin iktidar tarafından aralıklarla gündeme getirilmesini yüzyıllardır süren savaşın sonucu: “Yüzyıllardır süren erkek egemenliğinin kadınlar üzerindeki değişime karşı açtığın savaşın bugün devam eden sürecidir bu. Hepimiz biliyoruz ve bekliyoruz, tetikteyiz, hazırdayız, 2016’da raflara konduğu zaman önerge, bir gün o raftan ineceğini, genel kurula geleceğini düşündük. Ki biliyorsunuz infaz yasası taslağı görüşülürken de önümüze çıkmıştı.” Mor Çatı kurucularından Av. Canan Arın kadınların güçlenmesinin, erkek iktidarının işine gelmediği görüşünde. Arın’a göre amaç, cumhuriyeti yıkmak, laikliği yok etmek ve şeriatı getirmek. Onun için de Medeni Kanun’un kazanımlarının hemen hemen tamamının geri alınmaya çalışıldığını söylüyor: “Eski Medeni Kanun’da kızlar ve erkekler için evlenme yaşı farklıydı ve bu hakikaten çocuk evliliklerine yol açıyordu. Yeni Medeni Kanun yapılırken, dedik ki Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve hatta TCK’nın 6. Maddesinin fıkralarından bir tanesi 18 yaşın altındakilerin çocuk olduğunu söyler. Dolayısıyla çocuk olan herhangi bir insanın bir ticari, hukuki işlem yapması mümkün değildir.” ‘HA YASA ÇIKMIŞ HA ÇATIYA ÇIKIP INTIHAR ETMIŞIZ’ Nebahat Akkoç, Türkiye’de ve özellikle Kürt ilerinde kadın hakları ve aile içi şiddet konusunda öncü bir role sahip. Kamer’deki yol arkadaşlarıyla beraber doksanlı yılların ortasından itibaren aile içi şiddeti gündeme taşıyıp kadınlara destek oldu. Çocuk yaşta evlilik vakalarıyla ilgili oldukça

2020 / Sayı 12

deneyimli olan Akkoç süreci şöyle yorumluyor: “Hem genel olarak kadın hareketi için hem de benim için gerçekten bu yasa söylenildiği şekilde çıkarsa, Türkiye’deki kadınlar aleyhine somutlaşmış ilk geri adım olacak.” Peki, bu teklif yasalaşırsa ne olur, Türkiye’deki kadınların hayatı nasıl değişir? Canan Güllü çarpıcı ve biraz da korkutucu bir tarif yapıyor: “Yasalaşması demek hepimizin çatıya çıkıp intihar etmesi demek. Onların evlilik dediği şey 10 yaşındaki, 12 yaşındaki, 14 yaşındaki çocuk için evlilik değil, bir meta olarak erkeklerin cinselliğini tatmin ettiği bir mekanizma.” Nebahat Akkoç ise erken evlendirilen ya da cinsel şiddet sonrası evlenmeye zorlanan kız çocuklarına dair gözlemlerini anlatırken, aslında yasanın sonuçları konusunda bütün kadınları uyarıyor: “Biz o zaman erken yaşta evlilikler bir yana, tecavüze uğramış çocuklar görürdük, duruşmalara katılırdık, sayısını bile hatırlamıyorum izlediğim duruşmaların, koca koca adamlar, mahkeme heyetleri, izleyenler ve belki tecavüzcü. Karşıda titreyen, korkan bir çocuk. Adama sorulurdu, sen buna tecavüz ettin peki evlenecek misin? Eğer adam evet evleniyorum derse, genellikle ceza almadan serbest kalırdı. Ve tecavüze uğradığı için büyük bir travma yaşamış o çocuk, 1213-14 yaşındaki o çocuk hayatı boyunca bir tecavüze mahkum edilirdi. Bu yasa onaylanırsa bana o dönemdeki bu durum bu sefer daha aleni, daha yasal bir düzenleme haline gelecek gibi görünüyor.” ‘HEDEF MEDENI KANUN’UN KAZANIMLARI’ Peki, bu yasayı savunanlar neden ergenlik çağındaki flörtlerle çocuk evliliğini karşılaştırıyor ya da karıştırıyor? Canan Güllü “15 yaşındaki çocuğun cinselliğinin oluşma aşamasındaki flörtleriyle, bu taraftaki evliliği birbirine karıştıran zihniyetin yapmaya çalıştığı şey aslında kazanılmış Cumhuriyet değerleriyle bütün kazanımların üstüne bir çizgi çekmektir. Çünkü bu taslakta diyor ki, 13 yaşını tamamlamış

olmak. 13 yaşını tamamlamış olmak demek, Medeni Kanun’un bize bıraktığı ve 60 yıldır yürürlükte olan kadınların 16 yaşından önce evlenemeyeceğine dair, bunun için mahkeme kararı gerektiğine dair kazanımların boşa çıkarılmasıdır. Yani Medeni Kanun’un boşa çıkarılmasıdır” diye konuşuyor. Canan Arın’a göre de “Bunların hepsi Medeni Kanun’u bypass etmek için yaratılan gerekçeler bence, asıl mesele Medeni Kanun’u tamamen ortadan kaldırmak, şeriatı getirmek, mümkünse İstanbul Sözleşmesi’nden ve CEDAW’dan çekilmek ve tam anlamıyla kadınları köle haline getirmek” demek. Ancak Arın ekliyor: “Ama zannetmiyorum ki, bu tasarıları getirenlerin kız çocukları sahip oldukları haklardan vazgeçsinler.” TKDF Genel Başkanı Canan Güllü, bu yasanın Meclis’e gelmemesi için Cumhurbaşkanı’na sorumluluk düştüğü görüşünde: “Çünkü Cumhurbaşkanlığı makamı çocuklara tecavüz edilme makamını onaylayacak bir makam değildir. 83 milyonluk toplumun da çocuklarına tecavüz edilmesi için böyle bir yasaya evet demeyeceğini sayın Cumhurbaşkanı da biliyor.” Nebahat Akkoç’a göre ise bu bir siyasi irade meselesi ve hükümet küçük oy hesabı yapmamalı: “Eğer ki birtakım muhafazakâr oyları gözden çıkarmamak adına yapılıyorsa bu yasa, yanlış hesap yapılıyor. Çünkü şu anda benim gördüğüm, son 30 yıldır kadın ve insan hakları çalışıyorum, kadınlar arasındaki en yüksek iş birliğini sağlamış durumdayız.” CHP’LI KARABIYIK: İNANDIRICI BULMUYORUZ Yasa teklifi her gündeme getirildiğinde hep iktidar çevreleri tarafından ‘bir defaya mahsus’ deniliyor. Bu anti parantez bile aslında böyle bir yasanın bizzat önerenler tarafından yanlış olduğunun bilindiği intibaını oluşturuyor. CHP Milletvekili Lale Karabıyık, buna inanmadığını söylüyor. “İnandırıcı gelmiyor tabii ki. Burada bir mağduriyet gideceğiz diye yola çıkıyorlar ama yeni mağduriyetler yaratıyorlar. Hep


2020 / Sayı 12

Kaynak: Giacomo Ferroni erken evlilik yasası deniyor aslında biz buna çocuk evlilikleri diye baksak daha doğru bence. Çocukların yeri eğitimdir, o yaştaki bir çocuğun evliliğinden bahsedilemez, çocukların yeri okuldur. Bu şekilde yapılmış birtakım yanlışlar var, 274 kişiyi ilgilendiren bir durum için şu anda bir af yasasından bahsediliyor. Ama bu gelecek için iyi bir örnek teşkil etmeyecek, biz kesinlikle buna razı değiliz. Asla bu yasanın getirilmesini istemiyoruz.” ‘KIZ ÇOCUKLARI DOĞAR DOĞMAZ EVLILIĞE KOŞULLANDIRILIYOR Avukat Hülya Gülbahar ise başka bir tehlikeye dikkat çekiyor, ona göre affın sürekli gündemde tutulması bile riskli: “Af çıkartılsa da çıkartılmasa da ihtimalinin sürekli Türkiye gündeminde tutulması, o af çıkmış gibi, şu anda yürümekte olan çocuk istismarı davalarının hepsinin beraatla sonuçlanmasına neden oluyor. “Onun için sadece af teklifinin çekilmesi değil af konusunun net bir şekilde Türkiye gündeminden çıkartıldığını, 15 yaşın altındaki bir çocuğa hiç kimsenin dokunamayacağını, dokunan herkesin TCK çerçevesinde ağır bir şekilde cezalandırılacağını, o düğüne katılanların, o çocuklara takı takanların, o çocukları arabayla gezdirenlerin hepsinin istismarcı gibi aynı cezayla

cezalandırılacağını topluma duyurmak ve bunu uygulamak gerekiyor” diye konuşuyor. Gülbahar ayrıca, pek çok kurum ve kuruluşun erken evliliği teşvik edercesine dizayn edildiğine de vurguluyor: “Her çocuğa doğduğu anda çeyiz hesabı açılıyor. Doğduğunuz anda evliliğe koşullandırılıyorsunuz, devlet eliyle. Bu nasıl bir teşvik? Aile çeyiz hesabına para yatıracak ama devlet de para yatıracak. Beş çocuklu yoksul bir aile, eğer çocuklarına yemek yapacak para bulamıyorsa, çocuklardan birini gözden çıkarıp, çeyiz hesabını geri çekmek isteyebilir. Tabii ki bu durumda kız çocuğunu harcayacağını biliyoruz. Sezaryenle doğum yapmayın, kürtaj yasaklansın, aile planlaması yapılmasın, doğum kontrol yöntemlerine kadınlar ulaşamasın politikalarının arkasında da bu çok çocuk doğurtma ve bir an önce doğurtma politikası var. Kamuya ait bütün kreşlerin kapatıldığı, ‘kreş eken huzurevi biçer’ denildiği ve yaşlı bakımının evde kadınların üzerine yıkıldığı bir ortamda liselerde evlenmeyi serbest bırakmak ve liselerde kreş açmak ne anlama geliyor? Bir an önce erkeklerle evlenin ve bir an önce çocuk doğurun.” Av. Gülbahar’ın dikkat çektiği önemli bir noktaya geçmeden önce, pandemi öncesi bir durum özeti yapalım. Meclis kulislerinden

sızan bilgilere göre AKP’deki kadın milletvekilleri istismarcı ile çocuk arasında 10 yaş fark olsun, erkek milletvekilleri ise 15 yaş olsun demeye başlamıştı. Yani AKP’nin kadın milletvekillerine göre 14 ila 24 yaşı, erkek milletvekilleri ise 14 ile 29 yaşı akran olarak gördüklerini söylemeye başlamışlardı. Peki 10 ya da 15 yaş fark, gerçekten korunabilecek bir sınır mı? Av. Gülbahar’a göre değil, çünkü bu yasa yüksek bir olasılıkla Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı bulunacak. Av. Hülya Gülbahar şu soruları sorarak, Anayasa Mahkemesi’nin pozisyonuna dikkat çekiyor: “Bizim sorumuz şu 11 Nisan günü evlenen bir hükümlü, istismar ettiği çocukla evlendirildiği takdirde Anayasa Mahkemesi’ne giderse sen aile kurma hakkını 10 Nisan günü evlenene tanıyorsun, onunla benim aramda bir günden başka fark yok, bu ayrımcılığı yapamazsın derse ve Anayasa Mahkemesi bu maddeyi iptale ederse, ki edebilir, bu durumda çocuk istismarından ceza alıp hüküm giyen herkesin çocukla evlendiği anda salıverilmesinin koşulları açılmış olacak. Özetle resmi nikah yapan tüm cinsel istismarcılar serbest bırakılacak ve çocuk 13 yaşında, 12 yaşında istismarcı 60 yaşında olsa bile.”

31


2020 / Sayı 12

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

32

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Articles inside

Kadın örgütleri: ‘Ha yasa çıkmış ha çatıya çıkmış intihar etmişiz’ (2. Bölüm

6min
pages 29-32

Erken evlilik yasası tozlu raflardan iniyor: 2005 öncesine geri mi dönüyoruz? (1. Bölüm

6min
pages 26-28

Hem Covid 19 hem eşitsizlikle mücadele ediyorlar

5min
pages 18-20

Adana’da yapılmayan aslında temel gazetecilik

8min
pages 15-17

Termal mağdurunun gözü, TBMM’de

4min
pages 24-25

Geleneksel gazeteciliğin yerini dijital medya aldı

5min
pages 12-14

Kolluğun keyfi şiddeti, suç

7min
pages 21-23

Çocukların Covid-19’a yakalanma olasılığı düşük, okullar güvenli mi?

3min
pages 10-11

Mülteci örgütleri: Öncelik mülteci statüsünün sağlanması

3min
pages 8-9

Zorlu yaşamlarda ekmek mücadelesi

1min
pages 6-7
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.