9. Köy 2020 -14. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 14

1


2020 / Sayı 14

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ayhan Aydemir Ertürk Yöndem Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Okan Özmen Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 14

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 14

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 14

İçindekiler

UGİAD Karabük İl Temsilcisi Erkan Börekçi: “Dijital dönüşümü göremeyen gazeteler salgına hazırlıksız yakalandı”  6 “Kıdem tazminatı 84 yıllık kazanılmış bir haktır”  8 Tarihi “Şamran Kanalı” ilgi bekliyor  10 Vanlıların pandemiden dolayı keşfettiği tarih: Keşiş Gölü  12 Soframızdaki ölümcül tehlike  16 Çölyak hastaları: Hayatları hep “Yeni normal”  18 Van Gölü’ndeki endemik tür olan İnci Kefali, yok olmakla karşı karşıya  20 Van kahvaltısı nasıl doğdu?  22 “Çocukları anlayın ve onlarla oyun oynayın”  24 “Ben yapayım yayınlamazlarsa onlar düşünsün”Basında sansürün kaldırılmasının yıldönümü

27

Meslek örgütleri: Gazeteciler işini kaybetmemek için daha fazla otosansür uyguluyor  29 Lozan Antlaşması 97 yaşında: Lozan’da imza Atatürk’ün kalemiyle atıldı  32

5


2020 / Sayı 14

6

UGİAD Karabük İl Temsilcisi Erkan Börekçi: “Dijital dönüşümü göremeyen gazeteler salgına hazırlıksız yakalandı”

Haber Yazısı

Elif Şahin Hamidi / Karabük

13 Temmuz 2020


2020 / Sayı 14

C

ovid-19 salgını, basında dijital dönüşümü zorunlu hale getirdi ve bu dönüşümü hızlandırdı. Ancak her geçen gün kan kaybeden Anadolu basını bu dönüşüme henüz tam olarak ayak uydurabilmiş değil. Karabük Bülten İnternet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Uluslararası İnternet Gazeteciliği ve Gazeteciler Derneği (UGİAD) Karabük İl Temsilcisi Erkan Börekçi, dijital dönüşümü göremeyen gazetelerin ve basın çalışanlarının bu salgın sürecine hazırlıksız yakalandığına dikkat çekti Abone ve ilan gelirleriyle ayakta kalması her geçen gün daha da zorlaşan Anadolu basını, henüz dijital dönüşümü de gerçekleştirebilmiş değil. Karabük Bülten İnternet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Uluslararası İnternet Gazeteciliği ve Gazeteciler Derneği (UGİAD) Karabük İl Temsilcisi Erkan Börekçi, dijital dönüşümü göremeyen gazetelerin ve basın çalışanlarının bu salgın sürecine hazırlıksız yakalandığına dikkat çekip şunları söyledi: “Covid-19 salgınının medya sektörüne yansımasına baktığımızda gazeteler, televizyonlar, internet medyası gazete ve internet siteleri, kısa sürede evden çalışma modeline geçmek zorunda kaldılar. Aslında gazete binalarında ve ofislerde çalışma zorunluluğunun olmaması büyük oranda gazetecileri salgına karşı korudu. Dijital dönüşümü göremeyen gazeteler ve basın çalışanları, salgın sürecine hazırlıksız

yakalandılar. Öte yandan evden çalışma, esnek çalışmayı da beraberinde getirdi ve mesai kavramı büyük oranda değişti.” “GAZETE TIRAJLARINDA YÜZDE 60’A YAKIN BIR DÜŞÜŞ YAŞANDI” Dijital dönüşümle birlikte gazete tirajlarında büyük bir düşüş yaşanırken, internet sitelerinin takibinde kayda değer bir yükseliş görüldüğünü belirten Börekçi, geleneksel basının internet medyasına geçişte zorlandığını vurgulayarak sözlerini şöyle sürdürdü: “Dijitalleşmeyle birlikte gazete tirajlarında yüzde 60’a yakın bir düşüş meydana gelirken, internet sitelerinin takibinde bir o kadar yükseliş görüldü. Halkın, salgın sürecinde habere, daha çok televizyon kanalları ve internet medyası üzerinden ulaştığına şahit olduk. Geleneksel basın, internet medyasına geçişte zorlansa da kamuoyuna ulaşmak için onlar da internet medyasını kullandı. Son yıllarda teknolojik gelişmeler ve dijital dönüşümün hâkim olduğu alanların genişlediğini, medya sektöründe de dijitalleşmenin önemli bir gelişme gösterdiğini ve ciddi bir boyut kazandığını görebiliyoruz. Salgınla birlikte evden çalışma, evden konuk alma gibi dijital gazetecilik çeşitliliğinin, önümüzdeki dönemde gazetecilik sektöründe kabullenilmek zorunda kalınan gelişmeler olacağını söylemek mümkün.” “DIJITAL GELIŞMELERE GÖRE MESLEKI ILKELER BELIRLENMELI” Dijital dönüşümün, basın

çalışanlarını esnek ve güvencesiz bir alana sürüklenmemesi gerektiğinin altını da çizen Börekçi, açıklamalarını şöyle tamamladı: “Geleceğin dijital koşullarına göre değişim gösteren gazetecilik sektöründe yapılacak yasal düzenlemelerle, yaşanan ve yaşanması olası muhtemel sıkıntılar ortadan kaldırılabilir. Aksi takdirde hiçbir gazetecinin işini ve ekmeğini koruyacak gücü kalmayacak. Ekonomik sorunlar nedeniyle dar kadrolarla gazetecilik yapılmak zorunda kalınan zorlayıcı süreçle birlikte salgın sonrasında evden çalışma ve çalıştırma eğilimi artacak. Devletin medya sektörüne yeterli destek sağlamaması, reklam ve diğer gelirlerindeki ciddi azalma gibi sorunlar çok sayıda gazeteciyi mağdur etti ve dijital gazetecilik koşulları dikkate alınarak yasal düzenlemelerin yapılmaması halinde, bu kargaşa daha fazla içinden çıkılamaz bir hal alabilir. Yerel yazılı basının gelir ve kaynak teşkil edebileceği beklentisiyle, siyasi yakınlıkları tercih etmesi, gazetecilikte objektif olma ve güven duygusunda itibar kaybına sebep oluyor. Gazetecilerin ekonomik açıdan yaşam standardını koruyabilmesi, mesleki ilgi ve sorumluluklarını üstlenebilmesi için salgın sonrası dijital gelişmelere göre mesleki ilkelerin belirlenmesi gerekiyor. Aksi takdirde niteliği belirlenmeyen bir dijital gelecek, gazetecilik etik değerlerinden uzaklaşmanın yanı sıra hem kapasite hem de güvenilirlik kaybına neden olacaktır.”

7


2020 / Sayı 14

8

“Kıdem tazminatı 84 yıllık kazanılmış bir haktır” Kevser Özkaynak / İstanbul

Haber Yazısı

Y

ıllardır birçok tartışmanın yaşandığı kıdem tazminatı, bu kez Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi nedeniyle gündemde. DİSK Genel Sekreteri Serdaroğlu, işçilerin parasıyla birtakım pazarlıklar yapıldığını, kıdem tazminatına dokundurtmamak için mücadele vereceklerini söyleyip bütün sendikaları da mücadeleye çağırdı. Çalışma Ekonomisi Uzmanı Özveri ise, işçiyi yoksullaştıracak şekilde düzenlenecek yasaların, kazanılmış haklar ilkesine aykırı olduğunu vurguladı. İş hukukumuza 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu ile giren,

işçilerin en önemli haklarından biri olan “Kıdem tazminatı”, geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan İstihdam Kalkanı Paketi’yle birlikte yeniden tartışmaları gündeme getirdi. Son 10 yıldır her gündeme geldiğinde sendikaların tepkisine neden olan kıdem tazminatı fonu için, ekonomi yönetimi yeni bir model arayışında. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bazı işçi ve işveren temsilcileriyle bir araya gelinen toplantıda, kıdem tazminatıyla ilgili değişikliklerin yapılacağı Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) hakkında görüşüldü. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu

13 Temmuz 2020

(DİSK) Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu ve Çalışma Ekonomisi Uzmanı Murat Özveri ile getirilmek istenen yeni düzenlemeyi ve modelleri konuştuk. Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi’yle hakkında görüşülen toplantıya davet edilmediklerini bildiren DİSK Genel Sekreteri Serdaroğlu, şu değerlendirmeyi yaptı: “Yıllardır kıdem tazminatıyla ilgili birtakım tartışmalar yaşanıyor. Somut olarak yasal düzenleme ve taslaklardan tehlike ve kayıpların neler olabileceğine dair cevaplar verebiliyorduk. Elimizde işverenin ya da hükümetin hazırladığı somut taslak olmadığı için DİSK


2020 / Sayı 14

olarak sadece varsayımlar üzerinden değerlendirme yapıyoruz. O yüzden kayıpların neler olabileceğine dair net bir bilgi sahibi değiliz. Türk-İş ve Hak-İş KESK ve TOBB çağrıldı. Yani işveren kesimin toplu olarak çağrıldığı bir toplantı yapıldı. İşçilerin parasıyla birtakım pazarlıklar yapılıyor. İşçinin kıdem tazminatı hakkına sahip çıkmak ve birileri tarafından gasp edilmesini engellemek adına her türlü planlamayı yapıyoruz. Yine Türk-İş’in de bu konuda genel kurul kararı var. Umuyoruz ki ona uygun davranırlar.” “AMAÇ IŞÇI HAKLARINI GASP ETMEK” Kıdem tazminatının işçi için önemli bir iş güvencesi olduğunu belirten Serdaroğlu, şunları söyledi: “Kıdem tazminatı, 84 yıldır alınan bir haktır ve işçinin işverende bırakmış olduğu ücretin bir parçasıdır. Kıdem tazminatı konusunda yapılmak istenen işçinin haklarını düşünmek değil. İşçi birikimini patron çıkarları için kullanmak hedefleniyor. Amaç 84 yıllık işçi haklarını gasp etmek. Fondaki biriken paranın da aynı işsizlik sigortası gibi işverenlere teşvik olarak ve hükümetin birtakım mali açıklarını kapatacağı para anlamına geliyor.” İşçilerin geleceğe dönük tüm planlamalarını kıdem tazminatı üzerinden yaptığına dikkat çeken Serdaroğlu, “İşçinin iş güvencesinin ortadan kaldırılması işçinin hayallerini ve geleceğini de ortadan kaldırmaktır. Kıdem tazminatı işçinin 25-30 yıl boyunca çalışıp işverende bırakmış olduğu ücretinin bir parçasıdır. Ayrıca kıdem tazminatı işçinin kolayca işten çıkarılamamasıyla ilgili de bir güvence sağlar” diye konuştu.

“DEVLET AYIBINI ÖRTMEYE ÇALIŞIYOR” TES ile ilgili konuşan Serdaroğlu, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Daha önce Avusturya modeli diye bir model ortaya koymuşlardı. O modelde kıdem tazminatının bireysel emeklilik üzerinden değerlendirilmesi ve belirli şartlar içerisinde emekli olduktan sonra kısmi ödemeler yapılmasıydı. Şu an da bahsedilen yeni model Güney Kore modelidir. Bu modelde düşük emeklilik maaşlarının yükseltilmesiyle ilgili olarak işçinin kendi parasının, yani kıdem tazminatının kullanılması yöntemi uygulanmaya çalışılıyor. Aslında devlet ayıbını örtmeye çalışıyor. Bu model Güney Kore’de de sağlıklı işleyen bir model değil.” “SENDIKALARI MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ” Kıdem tazminat tartışmalarıyla alakalı iki modelin üzerinde durulduğunu ifade eden Serdaroğlu, sözlerini şöyle tamamladı: “Birinci modelde yüzde 6 oranında prim kesilmesi, bunun yüzde 4’ü işveren yüzde 1’i devlet, yüzde 1’i ise işçi tarafından ödenecek şekilde gerçekleşiyor. İşçi, bu modelde de prim ödüyor. İşverenin işçiye vereceği tazminat oranı 8.3’tür. Ancak bu modelde tazminat yüzde 6’ya düşürüldüğü gibi yüzde 1’lik bir kısmını da tekrar işçiye ödetiyorlar. İşin özeti, işçi kendi parasıyla tamamlayıcı emeklilik fonuna para yatırmış oluyor. İşçi hakları kayıpları detaylı bakıldığında kötü bir tablo oluşturuyor. DİSK olarak kıdem tazminatı, kırmızı çizgimizdir ve kıdem tazminatına dokundurtmamak için mücadele vereceğiz. Bütün sendikaları da bu mücadeleye çağırıyoruz.”

EMEKLILERI YOKSULLAŞTIRDILAR: PIYASAYI FONLAMAK ISTIYORLAR Çalışma Ekonomisi Uzmanı Murat Özveri ise 2008 yılında çıkan 5510 sayılı yasayla emeklilerin maaşlarının düşürüldüğüne dikkat çekerek, “Emekli aylıkları hesaplanırken üç tane çarpan vardır; prime esas aylık kazanç. Bu aylık kazançla çarpılan güncelleme kat sayısı ve aylık bağlama oranıdır. 2008’den itibaren aylık bağlama oranı ve güncelleme kat sayısını düşürerek emeklileri yoksullaştırdılar. Bu düzenlemeyi gidermek için işçinin hak etmiş olduğu cebindeki kıdem tazminatına uzanmak, işçinin cebinden hak ettiği parayı alıp piyasaya fonlayarak aktarmak sermayeye kaynak transferidir” açıklamasında bulundu. EMEKLI TAZMINI BIR LÜTUF DEĞIL Yapılmak istenen değişikliğin Güney Kore Modeli olduğunu söyleyen Özveri, durumu şöyle özetledi: “Örnek aldıkları Güney Kore’ye bakarsanız yaşlı nüfusun en fazla olduğu ülkedir. Onlar da aynısını yaptılar. Önce emeklileri yoksullaştırdılar sonra da kıdem tazminatıyla bu yoksulluğa katkı sunmaya çalıştılar. Ancak herkesin atladığı bir şey var ki emekli tazmini dediğimiz şey, bir lütuf değildir. Yaşlılık sosyal bir risktir. İşçi çalışırken bu sosyal riskin olumsuz sonuçlarını prim ödeyerek satın alır. Yani emekli olan işçi aldığı aylığın karşılığını zaten çalışırken ödemiştir. Dolayısıyla yasayla işçi arasında kararlaştırılmış bir statüyü başka yasalar çıkarıp işçiyi yoksullaştıracak şekilde düzenlemek, kazanılmış haklar ilkesine aykırıdır.”

9


2020 / Sayı 14

10

Tarihi “Şamran Kanalı” ilgi bekliyor

Haber Yazısı

Muhammetemin Sari / Hakkari

13 Temmuz 2020


2020 / Sayı 14

V

an denilince insanların aklına ilk gelen tarihi ve turistik değerlerden bir olan, Urartulardan kalma Şamran Kanalı, bugün bakımsızlık ve ilgisizlik yüzünden ne yazık ki yok olma tehlikesiyle yüz yüze ve “çöp kanala” dönmüş durumda. Savaşçı özelliklerinden çok mimari ve sanattaki ustalıklarıyla bilinen Urartulardan günümüze, birçoğu Van Havzası’nda bulunan onlarca tarihi eser kaldı; Tarihi Van Kalesi, Çavuştepe Kalesi, Toprakkale, Ayanıs Kalesi ve tabi ki ünlü suyolu Şamran Kanalı. Urartular diğer ustalık alanlarının yanında sulama kanalı ve gölet yapımında şaşmaz bir ustalığa sahipti. Bu ustalığın bir yansıması olan Şamran Kanalı’nın yapımına, yazıtlardan anlaşıldığına göre, Urartu Kralı Menua (M.Ö. 810-786) zamanında başlanmış. Kanalın Menua olması gereken isminin “Şamran”a dönüşmesinin nedeni bugün tam olarak bilinmiyor olmasına rağmen Şamran isminin Asur Kraliçesi Semiramis’e (Sammuramat) kadar uzandığı ve zaman içinde Şamiram ve Şamram şeklinde fonetik bir değişime uğradığı kabul ediliyor. Günümüzden binlerce yıl öncesinde yapılan bu şaheser, Gürpınar İlçesi yakınlarındaki bir kaynaktan aldığı suyu 50 km’yi aşan dolambaçlı bir rota ile Edremit üzerinden Van’a taşıyor. Şamran Kanalı ile ilgili görüşlerini belirten Vadi Doğa Sporları Kulübü Başkanı Ömer

Demez, kanalın başlangıç noktası ile sonu arasında 2 metrelik bir rakım farkı bulunduğunu belirterek şunları söyledi: “Bu hassaslık kanalın yapımında ne denli usta bir mimarlık sergilendiğini göstermektedir. Kanalı yapan Kral Manua kızı için kanalın güzergâhı üzerine bazı yerlerde bağlar kurmuş ve teraslar inşa etmiştir. Bunlardan biride Van Edremit Kadembas bölgesidir. Bu alanda içinde modern sayılabilecek tuvalet sistemi de olan bir kale inşa ettirmiştir. Böylesi bir tarihi miras mutlaka korunmalı, koruma altına alınmalıdır.” Yüzyıllardır aktif bir fay hattı üzerinde bulunan Van’da yaklaşık 2700 yıldır ayakta kalmayı başaran ve hâlâ su taşımaya devam eden bu görkemli yapı, korunma ve gelecek nesillere ulaşmayı hak ediyor. Ancak bu konuda bir hassasiyetin olmadığını belirtmek gerekiyor. Zira birinci derecede sit alanı olması gereken bu “arkeolojik yapı”, aslında şu anda Devlet Su İşleri’nin (DSİ) mülkü durumunda. Zaten Şamran Kanalı’nın bugün büyük ölçüde yok olma tehlikesiyle yüz yüz olmasının önemli bir nedeni de DSİ’nin daha önce Şamran Kanalı’na yakın inşa ettiği bir sulama kanalı. Bu sulama kanalının Şamran Kanalı ile kesiştiği noktalarda Şamran Kanalı ciddi zarar görmüş. Ayrıca birçok yerde onarım adı altında kanal betonla kaplanmış. Şamran Kanalı ile ilgili bir başka gerçek de suyunun aslında Edremit İlçesi’nin 5 km dışında bulunan bir

“hidroelektrik santralı”na akıyor olması. Aslında bu yönüyle bugün Van merkezde Şamran Kanalı, tarihi dokusunu tamamen yitirmiş ve Şamran Kanalı ile hiçbir bağı kalmamış. Üstelik birçok noktada çöp yığınlarıyla dolmuş kirli bir akıntıdan ibaret duruyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen birçok kişi Şamran Kanalı’nın geri kazanılması ve il turizmine katkı sunacak kapasiteyi kazanması için hâlâ zaman olduğuna inanıyor. Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz Profesyonel Tur Rehberi Murat Beyaz da buna inananlardan biri. Beyaz, yerel yönetimlerin bu konuda inisiyatif kullanabileceğini belirterek, şu önerilerde bulundu: “Şamran Kanalı, Urartu Krallığı’nın önemli eserlerinden biridir. Öncelikle Şamran Kanalı’nın yerel yönetimler tarafından bir proje dahilinde çevre düzenlemesinin yapılması gerekmektedir. Şimdiki hali ile çok ilgi çekebileceğini düşünmüyorum. Yapılacak peyzaj çalışması ile yürüyüş yolları ile desteklenmeli ve tanıtımı yapılmalıdır. Geçtiği güzergâh itibari ile yürüyüş turlarına açılabilir, ‘Şamran Yürüyüş Yolu’ adı ile pazarlanabilir. Özellikle yürüyüş ve farklı rotalar keşfetmek isteyen önemli bir kitle var. Bu kitle tarafından ciddi bir alıcısı olur. Tabi bunun yanında kültür turları programına da dâhil edilebilir ve Van programlarını daha da zenginleştirmiş olur.”

11


2020 / Sayı 14

12

Vanlıların pandemiden dolayı keşfettiği tarih: Keşiş Gölü

Haber Yazısı

Mehmet Sıddık Güler / Van

14 Temmuz 2020


2020 / Sayı 14

P

andemi nedeniyle Van Gölü sahillerinin de ziyaretçilere kapatılması üzerine yurttaşlar, merkeze 30 km uzaklıktaki Keşiş Gölü’nü ziyaret etmeye başladı. Urartular tarafından yapılan yapay göl, etrafına kurulan çadırlar ve hafta sonları da doğaseverlerin akınına uğruyor. Tarihi gölün en büyük sorunu ise ilgisizlik ve altyapı eksikliği Van’ın Gürpınar İlçesi sınırlarında yer alan Urartular kalan antik baraj gölü olarak kabul edilen Van Keşiş Gölü, Urartu Kralı II. Rusa tarafından MÖ 685-645 yılları arasında yapıldı. Keşiş Gölü, Urartu Kralı II. Rusa (MÖ 685-645) zamanında küçük bir akarsuyun önü, iki bent ile kapatılması ile baraj gölü olarak oluşturulmuş. Zamanının mühendislik şaheseri olan göl, 2700 yıldan beri çalışan sulama sistemi. Van Gölü Kapalı Havzası içinde bulunan göl, yağışlar, kaynak suları ve geçici dereler ile besleniyor. Erek Dağı’nın tepesinde bir düzlükte kurulan göl, çok sayıda su kuşunun yaşama ve üreme alanı durumunda. Bir doğa harikası olan Keşiş Gölü, özelikle pandemi nedeniyle yurttaşlara Van Gölü sahillerinin yasaklanması üzerine yeniden keşfedildi. Kent merkezine 30 km uzaklıkta bulunan ve renk renk

çiçeklerin açtığı göl, etrafına kurulan çadırlarla, halkın, fotoğrafçı ve belgeselcilerin, hafta sonları da özellikle doğaseverlerin akın ettiği bir mekân haline geldi. Çevre il ve ilçelerden yurttaşların akın ettiği Keşiş Gölü’nün en büyük sorunu ise ilgisizlik ve bakımsızlık. Van merkezden göle giden 30 km yolun tamamı topraklı olmasından dolayı giden yurttaşlar toz-toprak altında kalırken, gölün etrafından yurttaşların ihtiyaçlarını giderecek hiçbir yapının olmamasından dolayı da ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Uzun yıllardır Van’da dağcılık yapan ve Vadi Doğa Sporları Kulübü Başkanı Ömer Demez, Covid-19 salgını nedeniyle Keşiş Gölü’nün yurttaşların nefes alma yeri haline geldiğini dile getirdi. Van’da dağcılık yaptıklarını, kentin tarihi ve doğa yerlerini yıllardır gezdiklerini belirten Demez, “Aylardır insanlar evlerinden çıkamıyordu. Buraya gelmek için çağrı yapınca, 85 kişi başvurdu. İlginin büyük olmasının nedeni son zamanlarda isminin sürekli gündeme gelmesidir” dedi. Göl hakkında da bilgi veren Demez, gölün yapay ve bir doğa harikası olduğuna dikkat çekerek “Bu göl Urartular tarafından iki tarafı kapatılarak yapılan yapay bir göldür. Ve bu gölün suları ile Van merkezindeki tarım arazileri

sulanıyordu. Halen de bu işlevini görüyor” diye konuştu. İnsanların beton duvarlar içinde kendilerine bir hapishane yarattığına değinen Demez, yurttaşları doğayla bütünleşmeye çağırdı. Demez, gölün alt yapısının çözülmesi ve iyi bir tanıtım yapılması durumunda kentin önemli bir turizm merkezi haline geleceğini vurguladı. “DOĞA VE CANLILARI KURUMALIYIZ” Van’ın Başkale İlçesi’nden Keşiş Gölü doğa yürüyüşüne katılmak üzere gelen Mesut Çubukçu, göle ilk defa geldiğini, gölün bir doğa harikası olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu göl, gerçekten insanları büyülüyor. İnsan bu dağın başında böyle bir güzelliğin olduğuna inanamıyor. Burada yollar gerçekten çok sorunlu. Bir de göl kenarında insanların lavabo ihtiyaçlarını giderecek bir yer dahi yok. Özellikle gelenlere burayı kirletmemeleri çağrısında bulunmak istiyorum. Buranın doğasını temiz tutmalıyız çünkü hem insanlar bu güzelliği görsünler hem de gölün etrafında çok sayıda canlı yaşıyor. Bu canlılar da zarar görmesin. Biz de elimizden geldikçe bu güzellikleri tanıtarak, özellikle turistlerin burayı ziyaret etmesini sağlayacağız.”

13


2020 / Sayı 14

14



2020 / Sayı 14

Soframızdaki ölümcül tehlike 16

Haber Yazısı

E

ndüstriyel tarımda kullanılan 16 kimyasal madde Tarım Bakanlığı’nca yasaklandı. Avrupa’da yasak olan 19 etken maddenin Türkiye’de kullanıldığına dikkat çeken Buğday Derneği’nin Müdürü Şehirlioğlu “Sağlıklı bir gelecek için alternatif tarım yöntemlerini destekleyici politikalar üretilmesi gerekir” dedi. Ziraat Yüksek Mühendisi Çiftçi ise pestisitin toprak canlılığını yok ettiğini bildirdi. Pestisit piyasasını kontrol eden firmaların 2018 yılı satış gelirleri 68 milyon doları buldu Tarım ve Orman Bakanlığı geçen yıl üniversitelerden görüş istediği 41 pestisitten 16’sını kademeli olarak yasaklama kararı aldı. Avrupa Komisyonu ise yayımladığı “Çiftlikten Çatala

Sercan Engerek / İzmir

14 Temmuz 2020

ve Biyoçeşitlilik” raporunda 2030 yılına kadar yüksek derecede tehlikeli pestisit kullanımının yüzde 50 azaltılmasını hedefledi. Avrupa Birliği’nde (AB) yasak olan 19 etken maddenin hâlen ülkede kullanıldığına dikkat çeken Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu, “Organizmalar zamanla bu zehirlere karşı direnç geliştirerek daha dayanıklı hâle geliyorlar. Ürün zararlıları dayanıklılık geliştirdikçe de daha zehirli pestisitlere ihtiyaç duyuluyor. Kısır bir döngü bu… Kalıcı çözüm ve sağlıklı bir gelecek için organik tarım, agroekoloji, biyolojik ve biyoteknik mücadele gibi alternatifleri destekleyici politikalar üretilmesi gerekir” açıklamasında bulundu.

Tarım ilacı olarak bilinen pestisitler tarlada ürüne zarar veren yabancı ot ve böcekleri yok etmek ve ürün miktarını artırmak için kullanılıyor. Gıdada bıraktığı kalıntı yoluyla insan sağlığını etkilediği için Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kanserojen madde olarak değerlendirilen pestisit, biyoçeşitliliği de bozuyor. 100’ün üzerinde sivil kuruluşun bir araya gelerek oluşturduğu Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın, geçen yılın kasım ayında başlattığı Zehirsiz Sofralar* kampanyasında “ölümcül tehlike” olarak nitelendirilen 13 pestisitin acilen yasaklanması talep edildi. Proje Danışmanı Dr. Bülent Şık, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın üniversitelere sorduğu 41 etken maddenin zararlarını araştırdı. Araştırma sonucunda kimyasalın


2020 / Sayı 14

çiftçiler, tarım işçileri, ekosistem için taşıdığı tehlikeye dikkat çekilirken pestisitlerin üreme sistemine ve beyne zarar verdiği, çocuklarda gelişim bozukluğuna neden olduğu tespit edildi. Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı’nın belirlediği 13 pestisitten 4’ü yasaklanırken, AB’de yasak olan 19 etken madde ise hâlen Türkiye’de serbest olarak kullanılıyor.

Doğa içindeki av-avcı ilişkisi bozulunca ve ürün zararlıları dayanıklılık geliştirdikçe daha fazla pestisite ve hatta daha zehirlilerine ihtiyaç duyuluyor. Bu da kısır bir döngü yaratıyor.”

“Buradaki adetlere göre gelin, kayınbaba ile oturup yemek

“Buradaki adetlere

yemezmiş sofrada.”

göre gelin, kayınbaba ile oturup yemek yemezmiş sofrada.”

Dünyanın çeşitli yerlerinden toplanan bal örneklerinden dörtte üçünün pestisit kalıntısı içerdiğini belirten Buğday Derneği’nin Genel Müdürü Şehirlioğlu, “Kimyasal içeren etken madde için bir alt limit belirlense de özellikle hormon bozucu pestisitler için böyle bir alt limitin tanımlanamayacağı”nın altını çizdi. BIYOÇEŞITLILIK AZALIYOR, GIDA ÜRETIMI DÜŞÜYOR Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) geçen yıl açıkladığı rapora göre ise biyoçeşililikteki azalma nedeniyle gıda üretimi düşüyor. Bitki, arı, kuş ve balıkların azalmasında tarımsal üretimde kullanılan kimyasalların etkisi öne çıkıyor. Endüstriyel tarımda kullanılan pestisitlerin ancak yüzde 2’sinin hedeflenen zararlıyı yok ettiğini, geri kalan yüzde 98’inin ise havaya, suya ve toprağa karıştığına işaret eden Şehirlioğlu şunları söyledi: “Kullanılan zehirler ürünlerde zarar yapan organizmalardan çok faydalı canlılara zarar veriyor. Zararlı diye bilinen organizmalarla beslenen kuşlar ve avcı böcekler pestisitlerden daha fazla etkileniyor. Ayrıca hastalık etmenleri organizmalar, bu zehirlere karşı direnç geliştirerek daha dayanıklı hâle geliyorlar.

TOPRAK ÖLÜYOR 1950’li yıllarda üretimi artırmaya yönelik tohum ıslahını, kimyasal gübre kullanımını, tarımda makineleşmeyi öngören “Yeşil Devrim” ile dünyada tarımsal üretim biçimi değiştirildi. Yeni tohum türüyle pestisit, gübre tüketimi ve çiftçinin maliyeti artarken, toprak daha çok kimyasala maruz kaldı. Aşırı, bilinçsiz ve yoğun kullanımı nedeniyle pestisitlerin toprağı verimsizleştirdiğinin altını çizen Ziraat Yüksek Mühendisi Ferdan Çiftçi, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Pestisitler toprak mikroflorasını oluşturan algler, funguslar, örümcekler, bakteriler, toprak solucanları gibi organizmaları yok ederek toprakların zaman içinde verimsizleşmesine neden olmaktadır. Çünkü bu organizmaların toprağın fiziksel yapısını düzeltmek, nitrifikasyonu gerçekleştirmek gibi yararları vardır. Toprak canlı bir varlıktır. Bir küp şeker büyüklüğünde bir toprak parçası içinde mikroskobik boyutta binlerce canlı vardır. Pestisitler toprak canlılığını yok etmektedir. Endüstriyel tarımda pestisit kullanımı şu anda bir zorunluluktur. Eğer hastalık ve zararlılarla mücadele edilmez ve pestisit kullanılmazsa ürün kayıpları yaşanabilir. Ancak çevreye ve insan sağlığına etkileri ile birlikte düşündüğümüzde toplam faydasının ne olduğu sorusu yakıcı bir sorudur. Buna

olumlu cevap verebilmek de mümkün değildir.” TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’nın değerlendirmesine göre dünyada yıllık olarak 3 milyon 800 bin ton pestisit kullanılıyor. İspanya, Fransa ve İtalya’dan sonra Türkiye pestisit tüketiminde dördüncü sırada yer alıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “Çevresel Göstergeler” raporuna göre Türkiye’de 2016 yılında 50 bin ton olan pestisit tüketimi 2017’de yüzde 8 artarak 54 bin tona yükseldi. Ziraat Mühendisleri Odası, 2018 yılsonu itibariyle Türkiye’de 59 bin ton kimyasal tarım ilacı kullanıldığını açıkladı. ZEHIR PIYASASI BEŞ ŞIRKETIN ELINDE Tarım ilacının ekonomisini yorumlayan Buğday Derneği’nin Müdürü Şehirlioğlu, tarım zehri piyasasının yüzde 65’inin beş şirketin elinde olduğunu belirtti. Public Eye ve Unearthed adlı sivil toplum kuruluşlarının analizine göre tarım zehri piyasasına hâkim olan Bayer, BASF, Syngenta, FMC ve Corteva gibi şirketlerin Türkiye’deki 2018 yılı satış gelirleri 68 milyon dolar. Şehirlioğlu, “Bize tohum satıp arkasından da bu tohumların direnç gösteremeyecekleri hastalık etmenlerine karşı tarım zehirlerini pazarlıyorlar. Hatta bu firmalar arasında sonrasında bu zehirlerin etkisi ile kanser olanlarımıza kanser ilacını satanları da var” ifadesini kullandı. Şehirlioğlu’na göre pestisite bağımlı tarım sisteminde köklü bir reform yapılamamasının gerisinde lobi faaliyeti var. BM’nin 2017’de yayımladığı rapora atıfta bulunan Şehirlioğlu, sözlerini şöyle tamamladı: “Pestisit şirketlerine yönelik kimyasal zehrin ‘zararlarının sistematik inkârı’, ‘agresif ve etik dışı pazarlama yöntemleri’ ve hükûmet içinde lobicilik çalışmaları yapmak iddiaları gündeme getirildi. Bu şirketler ‘reformları engelleyerek küresel pestisit kısıtlamalarını felç etmek’ ile itham edildi. Raporda artan dünya nüfusunun pestisitler olmadan beslenemeyeceği iddiası ise ‘bir masal’ olarak nitelendi.” * Zehirsiz Sofralar hakkında ayrıntılı bilgiye şu linkten ulaşabilirsiniz: www.bugday.org

17


2020 / Sayı 14

18

Çölyak hastaları: Hayatları hep “Yeni normal”

Haber Yazısı

Burcu Özkaya Günaydın / Hatay

15 Temmuz 2020


2020 / Sayı 14

C,

ağın en önemli hastalıklarından biri çölyak. Türkiye’de sayıları, 250-750 bin arasında değişiyor. Covid-19 salgını tüm dünyayı olmak üzere Türkiye’yi de hem sağlık hem de ekonomik olarak derinden sarstı. İnsanlar yaşama, sağlık, gıda bulma endişesine düştü. Özellikle de kronik hastalığı olanlar, bu süreçte en etkilenen kesimler arasında yer aldılar. Normal zamanlarında dahi ekmek bulmakta zorluk yaşayan çölyak hastalarının hem genelde hem de pandemi sürecinde yaşadıkları sorunlara yakından baktık.

“Buradaki adetlere göre gelin, kayınbaba ile oturup yemek yemezmiş sofrada.”

Kocaeli Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü öğrencisi 23 yaşındaki Kadir Güney’e 2018 yılında çölyak teşhisi konulmuş. 10 yıldır demir ve B12 eksikliği tedavisi gören mide rahatsızlığından tedavi görüyor. Güney, 2018’de bir ayda 15 kilo verince hastanelik olduğunu, çölyak teşhisi konulduktan sonra hayatında yaşadığı değişikliği şöyle anlatıyor: “23 yıllık bir beslenme alışkanlığım bir anda değişti. Dün severek yediğiniz bir şey bugün hayatınızdan yok oldu. Buna hastalık değil de diyet demeye başladım. İlk bir yıl arkadaşlarımla buluşmaya dahi gitmek istemiyordum. Dışarıda yemek yiyeceksiniz, satılan hiçbir şey size uygun değil. Yanınızdaki arkadaş da geriliyor. Yemek istemiyor. Ya da hastalığa dahil çok bilgi sahibi olmadıkları için bir kereden bir şey olmaz yesene diyorlar. Yani bir lokma gluten içeren bir yiyecek beni ölüme dahi götürebilir ama

kimse bunun farkında dahi değildi. Sonra kabulleniyorsunuz. Hastalık değil de diyet olarak görüyorsunuz. Ona göre bir yaşam şekilleniyor. Dışarıya çıkılacaksa yemeğimi yanımda götürüyorum. Hayatımı buna göre dizayn etmek zorundayım.” BIR PAKET MAKARNA, 20 TL Güney’e göre çölyak hastalarının en büyük sorununun hastalığın toplum tarafından bilinmemesi ve ürünlerinin hem az yerde bulunması hem de çok pahalı olması. Glutensiz makarna, bulgur, ekmek gibi ürünlerin asgari fiyatının 20 TL olduğunu belirten Güney, asgari ücretin bir çölyak hastasının sadece aç kalmamasını sağlayacağına dikkat çekti. Pandemi sürecinin en çok etkilenen kesiminin yine çölyak hastaları olduğunu söyleyen Kadir, “İnsanlar panik halinde eve yiyecek stokladılar. Biz çölyak hastalarının normal zamanda dahi zor bulduğu glutensiz ekmekler dahi bitmişti. Ben şanslıydım benim ailem stok yapmıştı. Ama İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım günlerce ekmek bulamadı. Ben bunun bilgisizlikten olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de çölyak hastalığı bilinmiyor” diye konuştu. HAYATIM BIR GÜNDE DEĞIŞTI Hatay’da yaşayan Şeyda Giritli de çölyak hastası. Çocukluğu hep hastalıklarla geçen Şeyda’ya 32 yaşında tanı konulmuş. Hastalığın kendisinde etkisini “Hayatım, 32 yıllık beslenme alışkanlığım bir günde değişti” diye tanımlıyor Giritli. Yiyecek sıkıntısını sürekli çektiğine dikkat çeken Giritli, “Hatay’da glutensiz ürün bulmak çok zor. Ben de ekmeğimi İstanbul’dan getirtiyorum. Burada glutensiz ekmek üretimi yok. Bazı ürünleri sadece büyük marketlerde bulabiliyorum. Markette 250 gr glutensiz un 8 TL, bir baton ekmek 10 TL. Bu ürünlere de öyle rahat ulaşamıyorum. Devletin 108 TL gibi bir yardımı var. Ama o da çok yeterli olmuyor. Bu karantina sürecinde ekmeksiz kaldığım zamanlar oldu” diye konuştu. YILLARCA ANTIDEPRESAN YAZDILAR Hatay’da yaşayan Mediha

“Buradaki adetlere göre gelin, kayınbaba ile oturup yemek yemezmiş sofrada.”

Gülenç ise, tam anlamıyla çölyak olmasa da gluten hassasiyeti olduğu için glutensiz ürün tüketmek zorunda. Gülenç da uzun yıllar hastane kapılarında olmuş ama bir türlü derdine çare bulunmamış. Hatta yaşadığı ağrıların psikolojik olduğu söylenmiş ve antideprasan ilaç kullanmış. Yıllardır sebze ve protein ağırlıklı beslenen Gülenç, korona sürecinde zorlanmamış. Ekmeğini, sirkesini, nohut ununa kadar evde yaptığını anlatan Gülenç, şunları söyledi: “Hatay’da glutensiz ürün satışı yok. Bu yüzden yıllardır yiyeceklerimi kendim yapıyorum. İş yerine de evden yiyecek götürüyorum. Yıllardır yapınca alıştım artık. Ama çölyak ya da gluten hassasiyeti hastalığı Türkiye’de çok bilinen bir konu değil. Farkındalık yaratılmalı. Bir de çölyak pahalı bir hastalık 100 TL devlet desteği var. Bu çölyaklının aylık ekmek ihtiyacını dahi karşılamaz. Devlet maddi desteği artırmalı.”

ÇÖLYAK NEDIR? Çölyak hastalığı; besinlerdeki buğday, arpa ve çavdarda bulunan glüten adlı bir proteine karşı hassasiyet ile ortaya çıkar. Türkiye’de 750 bin çölyak hastası var. Tanısı zor konulan, maddi külfeti olan bu hastalıkta gluten diyeti uygulanmadığı takdirde kansere dönüşebiliyor.

19


2020 / Sayı 14

20

Van Gölü’ndeki endemik tür olan İnci Kefali, yok olmakla karşı karşıya Mehmet Sıddık Güler / Van

Haber Yazısı

S

adece Van Gölü’nde yaşayan İnci kefali balığı, üreme döneminde oluşturduğu görsel şölen, büyük ilgiyle izleniyor. Erciş Cezaevi Müdürlüğü’nün geçen yıl Deli Çay üzerinde yaptığı kaz çiftliği ile Zilan Deresi’ndeki HES, bu balığın neslini tehlikeye soktuğu gerekçesiyle tepkiyle karşılanıyor. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (Van YYÜ) Su Ürünleri Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Akkuş, “Kazlar, akarsuya girerek ekolojik yapıyı tamamen bozmakta ve üreme döneminde yumurtadan çıkan İnci kefali yavrularını tüketmektedir” uyarısında bulundu

Türkiye’nin en büyük gölü, Van Gölü’nde yaşayan endemik tek balık türü olan inci kefalinin (Van balığı) neslinin devamı için üreme dönemi, 15 Nisan-15 Temmuz’da avlanması yasak. Suyun akışının tersine doğru yüzdüğü ve önüne çıkan engeli uçarak aştığı için “uçan balık” olarak da adlandırılan İnci kefalinin tatlı sulara başlattığı göç, renkli görüntüler oluşturuyor. Erciş İlçesi’ndeki Deli Çay’ın bulunduğu alanda oluşturulan balık bendine her yıl bu dönemde festival düzenlenirken, binlerce yurttaşta ziyaret ediyordu. Ancak bu yıl yaşanan salgın hastalıktan dolayı ziyaretçilere kapatılırken, bu seferde Erciş Cezaevi Müdürlüğü

16 Temmuz 2020

tarafından Deli Çay üzerinde yaptığı kaz çiftliği, balık cinsinin neslinin tehlikeye soktuğu gerekçesiyle tepkilere neden oldu. Yaklaşık 14 bin insanın avlanma dönemi sırasında geçimini sağladığı Van Balığı’nın son yıllarda aldığı tedbirler kapsamında balığın boyu uzadığı gibi göldeki balık sayısı da arttı. Balık göçü sırasında alınan önemler balıkçıların yüzünü güldürürken, son olarak balık bendi üzerine kurulan kaç çiftliği yeni tartışmaları beraberinde getirdi. Göl üzerinde kurulan ve yüzlerce kazın yetiştiği çiftlikte kazlar özelikle üreme döneminde balıkları yemeye başladı. Duruma


2020 / Sayı 14

“Buradaki adetlere göre gelin, kayınbaba ile oturup yemek yemezmiş sofrada.”

tepki gösteren Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (Van YYÜ) Su Ürünleri Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Mustafa Akkuş, Erciş Deliçay üzerine kurulan kaz çiftliğinin dünyanın en büyük tuzlu-sodalı gölü olma özelliğine sahip Van Gölü’nde yaşayan İnci kefali, yeni bir tehditle karşı karşıya bıraktığını söyledi. Van Çevre Derneği Başkanı Ali Kalçık ise, kaz çiftliğin balık neslini tehlikeye soktuğuna dikkat çekerek, çiftliğin derhal kaldırılması gerektiğini kaydetti. “İNCI KEFALLERIN HAYATI BIR KEZ DAHA TEHLIKEYE GIRDI” Her yıl 15 Nisan-15 Temmuz tarihlerinde üremek için tatlı sulara göç eden ve önüne çıkan engelleri geçmek için uçarcasına zıplayan İnci kefalini binlerce yerli ve yabancı turist izliyor. Ancak bu yıl içerisinde Erciş Deliçay üzerine kurulan kaz çiftliği nedeniyle İnci kefallerin hayatı bir kez daha tehlikeye girdi. Van YYÜ Su Ürünleri Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Mustafa Akkuş, Erciş Deliçay’da bulunan göç gözlem noktasının bu duruma gelmesinin yaklaşık 25 yıl süren bir mücadelenin sonucunda olduğunu belirtti. Öğretim Üyesi Akkuş, konuya ilişkin şu açıklamalarda bulundu: “Her yıl nisan ayı geldiğinde Van Gölü’nde yaşayan İnci kefalleri sürüler halinde üremek için Van Gölü’ne dökülen derelere göç etmektedirler. Bu göç esnasında engelleri aşmak için zıplayan İnci kefallerinin oluşturduğu görüntüler adeta bir görsel şölene dönüşmektedir. Bölgemizde göçün en güzel izlendiği yerlerin

başında şüphesiz Erciş İlçesi’nde bulunan Deliçay’daki balık bendi gelmektedir. Göç zamanı ülkemizin çeşitli yerlerinden binlerce insan göçü izlemek içi bu alana geliyor. Bugün insanların göçü izlediği Erciş Deliçay’da bulunan göç gözlem noktasının bu duruma gelmesi yaklaşık 25 yıl süren bir mücadelenin sonucunda olmuştur. Geçmişte insanların gündüzleri dahi girmeye korktukları bu alan Prof. Dr. Mustafa Sarı tarafından, Erciş Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği adına hazırlanan projenin Doğu Anadolu Kalkınma Programı (DAKAP) tarafından finanse edilmesiyle meydana getirildi.” KAZLAR, İNCI KEFALI YAVRULARINI YIYOR Deliçay üzerine kurulan çiftlikteki kazların akarsuya girerek bu alandaki ekolojik yapıyı tamamen bozduğunu dile getiren Akkuş, sözlerini şöyle sürdürdü: “İnci kefali göçünün izlenmesi için planlanan bu alanın işletmesi için ihaleye çıkılması durumunda kaçak balıkçıların alma ihtimaline karşı dönemin kaymakamının onayı ile işletme hakkı Erciş Açık Ceza İnfaz Kurumu’na devredildi. Aradan geçen bu zaman diliminde, bölgemize gelen vali, kaymakam, belediye başkanı, cumhuriyet başsavcısı ve açık cezaevi yöneticileri balık bendine katkı sunarak günümüzdeki konumuna gelmesini sağlamışlardır. Fakat alanda kurulan kaz çiftliği, İnci kefali göçünün izlenmesi için kurulan bu alanda göçü tehdit eder bir duruma gelmiştir. Bu alanda bulunan kazlar akarsuya girerek ekolojik yapıyı tamamen bozmakta ve üreme döneminde yumurtadan çıkan inci kefali yavrularını tüketmektedir.” KALÇIK: KAZ ÇIFTLIĞI VE HES PROJELERI DURDURULMALI Van Gölü’ne dökülen Zilan ve Bendimahı çayları özelikle üreme dönemlerinde Van balığının yumurtasını bırakması üremeleri için önemli kaynak olduğuna dikkat çeken Van Çevre Derneği (ÇEVDER) Başkanı Ali Kalçık, Van Gölü’ne dökülen bütün derelerde Nisan ve Haziran aylarında balıkların yumurtalarını bırakmak için göç ettiğini

anımsattı. Kalçık, “Ancak yapılan Hidroelektrik santrali (HES) ve suların kirletilmesinden dolayı milyonlarca balığın ölümüne neden olmaktadır. Özelikle Zilan bölgesinden gelen Zilan Çayı üzerinde kurulan kaz çiftliği ve HES projesi ile endemik bir tur olan Van Balığının nesli yok edilmeyle karşı karşıya bırakmaktadır” uyarısında bulundu. Kaz üretim çiftliğinin bu alandan çıkarılması gerektiğini belirten Kalçık, “Kazlar etçil olmasından dolayı balık ve yumurtalarını yiyerek yok olmasına neden olmaktadır. Ekolojik denge bozulmaktadır. Bu yüzden alanda bulunan kaz üretim çiftliğinin bu alandan ivedilikle çıkarılması gerekmektedir. Kaz çiftliğin yanı sıra balık bendi üzerinde Zilan Deresi’nde kurulmaya başlayan HES projesi de yeni bir tehlikeyi beraberinde getirmektedir” diye konuştu. MAHKEME KARARINA RAĞMEN HES SÜRÜYOR Zilan Deresi üzerinde yapılan HES projesinin daha önce mahkeme kararı ile durdurulduğunu da işaret eden Kalçık, şunları söyledi: “Burada bir yanda kaz çiftliği kurulurken diğer tarafta HES projesi yapılmaktadır. Suyun oksijensiz kalması ve kirlenmesinden dolayı kapalı sisteme alınmasında dere yatağının değişmesi sonucu doğal denge yok edilerek su ticari bir meta haline getiriliyor. Burada HES projesi 2014’te Zilan Deresi’nde inşa edilmesi için müracaatta bulunuluyor. ÇED Değerlendirme Raporu için köylülerle toplantı yapılıyor. Orada yerleşik olanlar buna itiraz ediyor. İtirazların sonucunda proje bir süreliğine durduruluyor. Daha sonra 2015 yılında ÇED raporu esas alınmadan, mahkeme durdurma kararına rağmen bu hastalık döneminde yapılmaya başlandı. Bu çalışma hâlâ devam ettiriliyor.” Doğanın ve ekolojinin korunması gerektiğini vurgulayan Kalçık, “Bugün koronavirüs salgınının bir nedeni de çevre kirliliğidir. Enerji günümüzün temel ihtiyacıdır. Ama eğer sorun enerji ise bugün yenilenebilir, temiz bir enerji ile bu sorun çözülebilir” dedi.

21


2020 / Sayı 14

22

Van kahvaltısı nasıl doğdu? Muhammetemin Sari / Van

Haber Yazısı

K

ahvaltı dendiğinde herkesin aklına ilk gelen, servis edilen ürünleri organik ve bol çeşitli Van kahvaltısının 50 yıl bir geçmişi bulunuyor. 20 ila 30 arasında çeşide sahip Van kahvaltısı, 2014’te Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi Yemek dendiğinde dünyada farklı birçok ülke ve şehir, kendisine has tatları ve yemek kültürleriyle öne çıkar. Türkiye’de de zengin mutfaklarıyla bilinen birçok şehir var ama kahvaltı dendiğinde herkesin aklına gelen ilk şehir Van’dır. Bunun en önemli nedeni servis edilen ürünlerin tamamen organik olmaları ve çeşit bolluğudur. Aslında bugün Van ismiyle

özdeşleşen Van kahvaltısının geçmişi çokta gerilere dayanmıyor. Evet, insanlar kendi evlerinde yaptıkları kahvaltılarda bu ürünleri geçmişten beri kullanıyorlardı ama ticari bir faaliyet olarak kahvaltı veya kahvaltı salonu işletmeciliği, 50 yıl öncesine gidiyor. Van’da ilk kahvaltı salonun açıldığı 1970’li yıllardan önce, Van’da kahvaltı yapmak isteyen biri, sütçü dükkânlarına gitmek zorundaydı. Bu gelenek aslında bugünde Van’da kahvaltıcılar sokağı olarak bilinen sokaktaki tüm kahvaltıcılarda hâlâ yaşatılıyor. Buradaki işyerlerinin tabelalarında hâlâ “kahvaltı salonu” değil, “sütçü” yazıyor. Peki, başlangıçta neredeyse tek başına süte dayanan “Van

17 Temmuz 2020

Kahvaltısı”, nasıl oldu da hem ülkemiz hem de Avrupa’nın en çok bilinen kahvaltısına dönüştü? Gerçekten de mevsimine göre, 20 ila 30 arasında çeşide sahip olan Van Kahvaltısı, 2014 yılında Guinness Rekorlar Kitabı’na girerek bu özelliğini tescillemiştir… Bilinirliği ve tercih edilirliğiyle Van’ın tanıtımına da önemli katkısı olan Van kahvaltısının hikâyesini bu başarıda önemli payı bulunan, “Bak Hele Bak Yusuf ” olarak bilinen Yusuf Konak’a sorduk. Adeta “fahri bir turizm elçisi” olarak çalışan Yusuf Konak’ın işyeri, otantik dekorasyonu, anı defteri ve duvarlarını kaplayan tanınmış simaların fotoğraflarıyla ilgi odağı haline gelmiş. Müşterilerine ikram ettiği tüm


2020 / Sayı 14

ürünleri, özelikle Van köylüsünden aldığının anlatan Konak, Van köylülerini Van kahvaltısının kahramanları olarak adlandırırken diğer tüm kahvaltıcı esnafının da böyle yapması durumunda hem Van kahvaltısının kalitesinin artacağını hem de Van köylüsünün kazanacağının belirtti. Daha çocuk yaşta iken Van’ın ilk süt dükkânlarında çalıştığını aktaran Konak, Van kahvaltısının geçmişiyle ilgili şunları söyledi: “Bu işe ilk olarak sütçü dükkânlarında çalışarak başladım. İlk zamanlar müşterinin önüne somun ekmek, bir de alüminyum kabın içine iki kepçe süt bırakırdık. Vatandaşta sütün içine ekmeğini doğrayıp kaşıkla yerdi. Daha sonra yoğurt getirdik. Bu da cacık şeklinde sunuldu. Bir dönem, özelikle yazın moda oldu, yazları herkes bunu yerdi. 1965 ile 1970 yılları arasında böyleydi. Bu kahvaltıyı, 55 yıl önce o zaman ilk kahvaltıyı getiren Ömer İpek’ti. “Kahvaltının piri” odur. Ömer amca, benim patronumdu. 110 yaşında vefat etti. Yine Sütçü Fevzi vardı, Sütçü Nusret vardı. Yine benim ikinci Patronum Sütçü Ali Asker vardı. Sonra yoğurtun üzerine pekmez dökme uygulaması çıktı.

Kahvaltıda, köylü sabah evinde, bez mendilinin içinde kendine tandır ekmeği, birazda çörek ile kade (Van ev çöreği) ve cacık getirip kahvede yerdi. “Kahve altı” deniliyordu buna. Ben, 1970’lerde ilk olarak İstanbul gittim. Orada sucuk, sosis gibi şeyleri gördüm. Bir yerde işe başladım Orada ilk olarak tava ve porselen tabak gördüm. Sonra gidip kendime porselen tabak aldım. Kulplu tava alıp memleketim Van’a geri döndüm.” Van’da “kahvaltı salonu” adı altında ilk işyerini açan Konak, daha sonra bu işi geliştirmek için durmadan çalıştığını söyledi. 1990 yılların başında işe renk katmak için işyerine gelen müşterileriyle farklı bir diyalog geliştirmeye başlayan Konak, müşterilerine bilmeceler sormaya, maniler okumaya ve Van kartpostalları gibi küçük hediyeler vermiş. Bu şekilde yavaş yavaş tanınmaya başlayan Konak, daha sonra yerel ve ulusal basına çıkıp Van kahvaltısını tanıtmaya ve ulusal yemek fuarlarına katılmaya başlamış. Bu çabalarının, Van kahvaltısının bu günlere gelmesinde önemli payı olduğunu vurgulayan Konak daha sonraki çalışmalarını ve

Van Kahvaltı çeşitlerini şöyle anlattı: “Sonra Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için mücadele başladık. Ticaret ve Sanayi Odası öncülüğünde 52 bin kişiye kahvaltı vererek bunu başardık ve Guinness Rekorlar Kitabı’na girdik. Yine yerli birçok ürünümüz tescillendi. Amacımız artık patent almadan ve orijinal Van ürünleri olmadan kimsenin kahvaltı yeri açmamasıdır. Van Kahvaltısı, 15 çeşittir. Bunların en önemlileri tereyağı, otlu peynir bal, peynir, cacık, kavurma tereyağında köy yumurtası, Mırtoğe ve benzeri bölgeye has kahvaltılık ürünlerdir. Bunların dışında bulunanlar Van’ın gerçek kahvaltısı değil, Van Kahvaltısı, köyden gelen saf organik malzemelerdir. Ben, 10 yaşında ilk kez domates gördüm. Şimdi “Domates Reçeli Van’ındır” diyorlar. Alakası yok ama Gül Reçeli, Van’a has bir şeydir. Bunları bilip yapmak lazım! Van kahvaltısında somun ekmek gitmez. Van Kahvaltısı, lavaş ekmeği ile yapılır.”

23


2020 / Sayı 14

24

“Çocukları anlayın ve onlarla oyun oynayın”

Haber Yazısı

Beste Salman / İstanbul

20 Temmuz 2020


2020 / Sayı 14

H

ayatlarımıza bir kâbus gibi giren Covid-19 salgınından en çok çocuklar etkilendi. Isınan havalara rağmen sokağa çıkamayan çocukların içinde bulunduğu ruh hali ve ailelerin yapmaları gerekenlerle ilgili Çocuk Gelişimi Uzmanı Binici bilgi verdi. Öfke, değersizlik, korku, üzüntü, suçluluk, kaygı gibi duyguları hissedebilecek çocukların ikincil bir travma yaşamaması ve psikolojik dayanıklılıkların artırılması için doğru bilgiye ulaşması gerektiğini vurgulayan Binici, soğukkanlı davranıp tepkilerde kontrollü olunmasını önerdi Tüm dünyada hızla yayılan Covid-19 can almaya devam ediyor. Covid-19 nedeniyle, dünya genelinde şimdiye kadar 10 milyonun üzerinde vaka görülürken 500 binin üzerinde insan yaşamını yitirdi. Türkiye’de, ilk defa 11 Mart’ta resmi olarak varlığı açıklanan Covid-19 salgını, tedbirlerin yetersiz olması nedeniyle her geçen gün daha da yayılıyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın açıklamasına göre, şimdiye kadar yaklaşık Türkiye’de 5 bin 200 kişi yaşamını yitirirken 201 bin 98 vaka tespit edildi. Bu tablo karşısında büyükler kadar çocuklar da tedirgin. Aylar önce okulları tatil edilen çocuklar, yaz tatiline rağmen zamanlarını evde geçirmek zorunda. Pandemi sürecinin çocuklar üzerindeki etkilerini ve ailelerin neler yapması gerektiğine dair sorularımızı Hacettepe Üniversitesi mezunu Çocuk Gelişimi Uzmanı Anı Binici yanıtladı. Aylardır ülkeyi etkisi altına alan Covid-19 nedeniyle toplumda artan bir korku ve paranoya ortamı var. Bu durum, özellikle çocuğu olan ailelere ne tür zorluklar çıkardı? Çocuklar nasıl etkilendi? Bu konudaki gözlemleriniz nedir? Covid-19, her gelişim döneminden bireyleri etkilese de, çocukların ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamamaları, gelişimlerini tamamlamamaları ve diğer ruh sağlığı sorunlarına daha açık halde olmaları nedeniyle çocuklara yönelik verilen öneriler ve bu yönde

hazırlanan kaynaklara daha fazla ihtiyaç duyuldu. Çocuklar, pandemi sürecinde eğitim öğretim faaliyetlerinin uzaktan eğitime geçmesiyle, sokağa çıkma kısıtlamaları sebebiyle akranlarından ayrılmalarıyla şüphesiz süreçten en çok etkilenen yaş grubu olmuşlardır. Pandemi sürecinde çocuklar öfke, değersizlik, korku, üzüntü, suçluluk, kaygı gibi duyguları hissedebilir ve bu duyguları farklı şekillerde çevredeki bireylere yansıtabilirler. Belirsizliğin getirdiği bu duygu durum değişiklikleri ve korku çocuklarda davranış değişimlerine neden olabilir ki bu süreçte çocuklarda bu değişiklikleri gözlemledik. Belirsizlik yetişkin insanlarda bile ciddi bir endişeye sebep oluyor. Peki, çocuklar bu belirsizlik hallerini nasıl yaşıyor? Onlarda sonuçlar neler oldu ya da oluyor? Eğitim öğretim faaliyetlerinin uzaktan eğitime geçmesiyle, sokağa çıkma kısıtlamaları sebebiyle akranlarından ayrılmalarıyla çocuklar için bu sürecin endişe yaratması kaçınılmaz oldu. Her çocuğun bireysel ve özel bir gelişim gösterdiği gibi bu sürece de her çocuğun tepkisi farklı yansımıştır. Ailenin endişeyi yaşama ve çocuğuna yansıtma durumu da bu konudaki en önemli etkenlerden biri. Her kanalda haberlerde Covid-19 aktarılırken çocuğun tüm haberlere şahit olmaması uzmanlar olarak öncelikli önerimiz. Ayrıca Covid-19 süreciyle birlikte çocuklarda uykuya dalmakta güçlük, uzun süreli uyuma, kâbuslar görme, öğün atlama gibi uyku ve beslenme düzeninde birtakım değişiklikler meydana geliyor. Bu değişiklikler çocukların Covid-19 pandemi sürecinin öncesindeki işlevselliğine dönmelerinde sorunlar oluşturmakta. Belli yaş gruplarına göre salgın konusu ve alınması gereken önlemler çocuklara nasıl anlatılmalı? Covid-19 pandemi sürecinde çocuklar ölüm haberlerini daha sık almaya ve/veya kayıplar yaşamaya başladı. Bu noktada çocukların ikincil bir travma

yaşamaması ve psikolojik dayanıklılıkların artırılması için çocukların doğru bilgiye ulaşması gerekiyor. Çocuklarınıza yardımcı olabilmeniz kendi beden ve ruh sağlığınızla birebir ilişkilidir. Onlar, sizi sandığınızdan çok daha yakından gözlüyor. Haberlere ve görüntülere verdiğiniz tepkiler çocukları doğrudan etkileyeceğinden; soğukkanlı davranmanız ve verdiğiniz tepkilerde kontrollü olmanız gerekir. Sadece koronavirüs değil; virüslerin genel zararlarını ve salgınları da içine katarak çocuklarla konuşulmalı. Hastalıkla ilgili neler bildikleri sorulmalı ve onların öğrenmek istediklerine cevap verilmeli. Çok küçük çocuklarda ayrıntılı bilgi vermek, onları rahatlatmak yerine yeni korkuların ortaya çıkması kolaylaştırabilir. Bu nedenle ayrıntıya girmek yerine uygun hijyen önlemleri hakkında bilgi vermek yeterli olur. Konuşmayı güvenli bir ortamda, çocuğun rahatça kendisini ifade edebileceği, kitap okuma, oyun, resim yapma ve benzeri etkinlikler sırasında gerçekleştirmek gerekir. Endişeleri küçümsenmemeli veya görmezden gelinmemeli. Bu duyguları yaşamanın olağan olduğunu ve ne zaman isterlerse bu konu hakkında konuşabileceğinizi belirtmek gerekir. Koronavirüsün çabuk yayılabilse de herkes hijyen kurallarına dikkat ettiğinde korunmanın mümkün olduğunu; büyükanne ve büyükbabasına da zarar gelmeyeceğini ve güvende olacaklarını anlatmalı. Okullar tatil edildi, aylardır çocuklar evde. Havaların da ısınmasıyla sokakta daha fazla vakit geçirmek isteyen çocuklara bir anda sokak adeta yasaklandı. Çocukların sürekli evde vakit geçirmeleri ruh hallerini nasıl etkiler? Yaşamın eve sığdırılmaya çalışıldığı Covid-19 pandemi sürecinde okulların da kapatılmasıyla evlere kapanan bireylerin büyük bir kısmını çocuklar ve anneleri oluşturmaktadır. Çocuklar yetişkinlere nazaran ilk defa böyle bir durumla karşı karşıya

25


2020 / Sayı 14

26

kalmış ve sosyal medya kanalları ile salgının gidişatına tanık olmuşlardır. Ev ortamında çocukların Covid-19 pandemi süreciyle ilgili gereğinden fazla görsel ve işitsel uyaranlara (medya, sosyal medya vb.) maruz bırakılmaması gerekmektedir. Çocuklar bu dönemde akranlarından uzak kaldıkları için odalarında bilgisayar ve telefon kullanarak akranlarıyla sohbet etmek veya oyun oynayarak arkadaşlarıyla sosyalleşmek isteyebilir. Aile günlük rutin planlamasına kontröller dahilinde bunu da eklemelidir. Evde tüm gün sıkılan çocukların bu sorunu nasıl giderilebilir? Günlük rutin planlamalar yapılmalıdır. Esnek olma ve kabul edici davranılmalıdır: Covid-19 pandemi süreci öncesinde çocukların sergilediği fakat aile üyelerinin hoşlanmadığı veya onaylamadığı uzun süreli bilgisayar başında oturma, oyun oynama, telefonla meşgul olma gibi davranışların sıklığı Covid-19 pandemi sonrasında artış gösterebilir. Bu nedenle aile üyelerinin bu artan davranışlar karşısında daha esnek olması, dışarı çıkamadığı için sosyalleşemeyen çocuklarının yalnız kalmaya ihtiyacı olabileceğini kabul etmesi ve çocuklarını

eleştirmemesi çocuklarının bu süreci atlatabilmelerine yardımcı olacaktır. Evde görev dağılımı yapılmalıdır. Özellikle mutfak, çocuklar için gelişimsel destek atölyesidir. Çocukların gelişimlerini desteklerken kaliteli vakit geçirmek mutfak aktiviteleri ile çok verimli olabilmektedir. Ne tür oyunları önerirsiniz? Aileler yaratıcı oyunları nasıl bulabilirler? Ev içinde günlük rutinimizde kullandığımız materyaller birer oyun materyali olabilir. Örneğin tahta kaşıklarla balon yarışı, meyvelerle renk çalışmaları, evde hazırlanabilecek kartlarla hafıza oyunları ve daha sayabileceğim birçok aktivite. Unutmayalım ki “Oyun, çocuğun işidir”. Sizler yeter ki onunla oyun oynamak isteyin. Çocuklar da büyükler gibi bu kaos ortamında gerginleşiyorlar ve ailelerine daha agresif cevaplar veriyor. Bu agresifliğin kalıcı olmaması için neler yapılmalı? Tüm bireyler bir gelişim süreci içerisinde ve yaşanılan belirsizlik ve kaos ortamı herkeste farklı bir tepkiye sebep oluyor. Gerginlik ve agresiflik de bu sürecin getirdiği tepkilerden biri. Çocuklarda kalıcı olmaması ebeveynlerin bu noktadaki yaklaşımıyla ilintilidir. Ebeveynler için de belirsiz ve zor olan bu süreçte çocuklarına karşı daha esnek ve yapıcı olmaları,

çocuklarına bu süreçle ilgili doğru bilgileri aktarmaları ve mümkün olduğunca güzel vakit geçirmeye özen göstermeleri bu süreçteki agresifliğin geçiciliğine olanak sağlayacaktır. Hangi noktaya gelindiğinde bir uzmandan yardım istenmeli? Ailelere bu konuda bir mesajınız var mıdır? Benim Çocuk Gelişimi Uzmanı olarak önerim, biricik ve değerli olan çocuklarınızın gelişimlerini doğru bir şekilde gözlemleyebilmek ve destekleyebilmek için yaş ve gelişim özellikleri dikkate alınarak bütüncül bir bakış açısı yakalayabilmek ve çocuklarınıza bu şekilde yaklaşabilmek adına takıldığınız her noktada çocuk gelişim uzmanlarından destek alarak ilerlemenizdir. Yani uzman desteği almak için özellikle bir noktaya ulaşmayı beklemek doğru olmayabilir. Erken teşhis ve müdahalenin önem arz ettiğini vurgulayarak çocuğunuzun gelişimi ve gelişim desteği konusunda soru işaretleri yaşadığınızda Türkiye’nin neredeyse tüm hastanelerinde görev alan Çocuk Gelişim Uzmanlarından destek almanızı öneririm.


2020 / Sayı 14

27

“Ben yapayım yayınlamazlarsa onlar düşünsün”

Basında sansürün kaldırılmasının yıldönümü

B

asında sansürün kaldırılmasının yıldönümü 24 Temmuz, “Basın Bayramı”. TGS’nin güncel verilerine göre, 76 gazeteci ve basın çalışanı cezaevinde. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde ise Türkiye, 180 ülke arasında 154’üncü sırada. Gazeteciler sansürleneceğini düşündükleri haberi yaptıklarını belirtirken otosansürün işsizlik, düşük ücretler ve hapsedilme korkusu nedeniyle uygulandığına işaret ettiler

24 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet yürürlüğe girdikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda çıkan tüm gazetelerin sansür memurlarının kontrol ve denetiminden geçtikten sonra yayınlanması uygulamasına son verildi. Türkiye’de, Türk basınında sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olan 24 Temmuz, “Basın Bayramı” veya “Gazeteciler ve Basın Bayramı” olarak kutlanıyor. Fakat günümüzde 24 Temmuz, gazeteciler için basın özgürlüğüne kavuşabilmek için bir mücadele günü konumunu almış durumda.

24 Temmuz 2020

Öyle ki bugün itibarıyla Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) 2 Temmuz 2020’de güncellediği veriye göre, 76 gazeteci ve basın çalışanı cezaevinde. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) ise bu sayıyı, 92 olarak belirtiyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde ise Türkiye 180 ülke arasında 154’üncü sırada yer alıyor. Ayrıca raporda dikkat çekilen başka bir konu ise internet sansürünün artması. Tam da sansürünün kaldırılmasının yıldönümü olan

Haber Yazısı

Eda Narin / İstanbul


2020 / Sayı 14

günde gazeteciler ile sansür ve otosansür hakkında konuştuk. Haberlerinde sansüre maruz bırakılan ya da otosansür uygulamak zorunda kalan gazetecilere sansür ve otosansür kelimlelerinin kendilerinde çağrıştırdığı ilk 3 şeyi sorduk. “Sansür” denilince gazetecilerin aklına en çok gelen kelime “baskı” oluyor. Devamında ise en çok verilen cevaplar şöyle sıralanıyor: “Kontrol, yasak, ceza, istibdat, Erdoğan.” “Otosansür denince aklınıza gelen ilk 3 şey” sorusuna gazetecilerin en çok verdiği cevap “korku” oluyor. Bu cevabı “işsizlik, utanç, cezaevi, engel” kelimeleri takip ediyor. Peki, gazeteciler sansür ve otosansür pratiklerini nasıl yaşıyorlar? Gazeteci Elif Akgül ve ismini vermek istemeyen gazeteci D. K. ile konuştuk.

28

Öncelikle haberlerinizde sansüre maruz kaldınız mı? Eğer bir sansür söz konusuysa hangi haberine/haberlerinize uygulandı? Elif Akgül: Haberi yaparken sansür yemedim. Lakin Bianet’te çalışırken ifade özgürlüğü üzerine yaptığım birçok haberim erişime engellendi. Ayrıca «Bir sansürün anatomisi” haberimdeki görsel (vajina) nedeniyle Facebook’tan sansür yedim. D. K.: Evet, uygulandı. İktidarı, “bankamatik memuru- Hiç işe gitmeden belediyeden maaş alan kişiler” bulundurmakla suçlayan bir kurumun başkanının, “bankamatik memuru” olduğunu ortaya çıkaran bir haberdi. Haberin muhatabının patronumu aramasıyla haberimin tamamına sansür uygulandı. Peki, kendi haberlerinize hiç otosansür uyguladınız mı? Uyguladıysanız nedeni neydi? D. K.: Çalıştığımız kurumların bir yayın politikası oluyor. Daha önce karşılaştığımız uyarılar nedeniyle yayınlanmayacağını düşündüğümüz haberlerde “otosansür” uyguluyoruz. Aslında bu bir yerde kendimizden çok haberi koruma çabasına da dönüşmüş durumda. Haberin yayınlanması için de bir mücadele veriyoruz.

Sansür uygulandığında refleksiniz ne oluyor? Bununla mücadele yönteminiz var mı? Elif Akgül: Haberi yaptıktan sonra sansürlendiyse çok yapacak bir şey yok. Sansürlenme haberini yapıyorum genelde. Neyi sansürledilerse açık açık yazıyorum. Aksi durumda tartışıyorum ama son söz bana kalmıyor. Lakin çok önemli bir şeyse, “Ben haberi yapmam” derim ama o duruma hiç gelmedim. D. K.: Sansür uygulamalarında genellikle haber müdürü ya da yayın yönetmeni ile tartışma boyutuna varabiliyor. Ancak belli durumlarda haber müdürü ya da yayın yönetmeninin yayınlanmasına müsaade ettiği haberler de sansüre uğruyor. Çünkü çalıştığımız gazetelerin patronları var. Bununla mücadele etmek için belli yöntemlerim elbette var. Ancak patronların iş ilişkileri mesleğimizde çok fazla karşımıza çıkıyor ve bu yöntemler etkisiz kalıyor. Sansürleneceğini düşündüğünüz haberi yine de yapıyor musunuz? D. K.: Sansürleneceğini düşündüğüm haberi yine de yapıyorum. “Ben bunu yapmayayım ne de olsa yayınlanmıyor” demiyorum. Aksine “Ben yapayım, yayınlamazlarsa onlar düşünsün” diye düşünüyorum. ELIF AKGÜL: SANSÜRLENECEĞIMI DÜŞÜNDÜĞÜM HABERLERI YAPIYORUM. Hangi alandaki haberleriniz daha çok sansürlendi? Elif Akgül: En çok ifade özgürlüğü haberlerim ile vajina, meme ucu gibi görseller içeren haberlerim sansürlendi. D. K.: Genelde politika üzerine haberlerim sansürlendi, sansürleniyor. Geçmişte yaptığım emek veya sendikal haberlerim hiç sansürlenmedi. Politika üzerine yaptığım haberlerde sansürle tanıştım. Son olarak gazetecilikte sansür ve otosansür hakkında neler

düşünüyorsunuz? D. K.: Gazetecilikte sansür ve otosansür ülkedeki gazetelerin yönetimleriyle alakalı bence. Çünkü gazeteler, gazetecilerin elinde değil, iş insanlarının elinde bulunuyor. İş ilişkileri olan patronlar diğer işlerini kaybetmemek için direnemiyor. Oysa gazetecilerin dışarıda kaybedecek başka bir işi yok. Yapılan haberi sonuna kadar savunabiliyor. Çözümün de burada olduğunu düşünüyorum. Elif Akgül: Gazetecilikte sansürün mevcut medya sahipliği içinde olmaması mümkün değil. Ötesi muhalif ya da ekonomik anlamda bağımsız yerlerin de bu sefer “mahalle” üzerinden bir sansür uyguladığını görüyoruz. Bununla mücadele sürüyor. Otosansürse kişinin kendisiyle alakalı. Birincisi, “Neden sansür uyguluyorum?” diye sormak gerek. Birine zarar veriyorsa bununla ilgili bir sorunum yok ama sonucu beni etkileyecekse bu durumda kişinin hem mental hem ekonomik olarak hazırlıklı olması gerekiyor. Mevcut işsizlik ortamı, düşük ücretler ve her daim hapsedilme korkusu nedeniyle bunu yapmak zor. Yapanlara selam olsun.

“Otosansür denince aklınıza gelen ilk 3 şey” sorusuna gazetecilerin en çok verdiği cevap “korku” oluyor. Bu cevabı “işsizlik, utanç, cezaevi, engel” kelimeleri takip ediyor.”


2020 / Sayı 14

29

Meslek örgütleri: Gazeteciler işini kaybetmemek için daha fazla otosansür uyguluyor 24 Temmuz 2020

Haber Yazısı

Yusuf Özgür Bülbül / İstanbul


M

30

eslek örgütleri “Basın Özgürlüğü Günü” olarak anılan “24 Temmuz Basın Bayramı”nı bu yıl da kutlayamıyor. Basın meslek örgütleri, sansürün kaldırıldığı günü uzun yıllardır bayram olarak görmediklerini ifade ederken, sansür ve otosansürün giderek yaygınlaştığına dikkat çektiler 24 Temmuz, Türk basınında sansürün kaldırılışının yıldönümü… 24 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile matbuat üzerinde ağır biçimde uygulanan sansür uygulamalarına son verildi. 1946’dan sonra Falih Rıfkı Atay’ın önerisi ile 24 Temmuz’un bayram olması benimsendi. Ancak basın meslek örgütleri uzun yıllardır 24 Temmuz’u bayram olarak kutlamıyor. Gazeteci örgütleri, sansürün kaldırıldığı günü bugün de bayram olarak görmediklerini ifade ederken, sansür ve otosansürün giderek yaygınlaştığına dikkat çekiyorlar. Türk basınında sansürün kaldırılmasının yıl dönümünde basın meslek örgütü temsilcileri medyanın içinde bulunduğu sorunları nasıl görüyor? Sansür ve otosansür konusunda ne düşünüyor? Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı Yusuf Kanlı, Uluslararası Basın Enstitüsü (International Press Institute-IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkan Yardımcısı Emre Kızılkaya, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (The Media and Law Studies Association-MLSA) Başkanı Barış Altıntaş ve Uluslararası İnternet Gazeteciliği ve Gazeteciler Derneği (UİGAD) Genel Sekreteri Selçuk Taşdemir 24 Saat’e konuştu. KANLI: BAYRAM KUTLAYACAK DURUMDA DEĞİLİZ... Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı Yusuf Kanlı, Tele1 ve Halk TV’nin beşer gün ekranlarının karartılmasına, hapisteki gazetecilere ve otosansüre bakıldığı zaman “sansürün kaldırıldığına” dair bir işaret göremediğini belirterek, gazetecilik mesleğinde ciddi bir erozyon yaşandığına dikkat çekti. Kanlı şu değerlendirmeyi yaptı:“İfade ve basın özgürlüğü

2020 / Sayı 14

“Otosansür denince aklınıza gelen ilk 3 şey” sorusuna gazetecilerin en çok verdiği cevap “korku” oluyor. Bu cevabı “işsizlik, utanç, cezaevi, engel” kelimeleri takip ediyor.”

dediğimiz olayı, sanki birilerinin, birilerine verdiği bir lütufmuş gibi gördüğümüz zaman işin içinden çıkma imkânı kalmıyor. Halbuki insanlığın çağlar boyunca geliştirdiği bir hürriyet. Basından sansürün kaldırıldığı dönem, Türkiye’de çok sancıyla gelinen bir aşama iken o zamandan bu zamana toplumumuz dönemsel olarak daha rahat olduğu aralıklar da yaşadı. Darbeler, darbelerden sonra tekrar demokratikleşmeler, sivil iktidarların tekrar ceberut bir iktidar haline gelmeleri gibi zorlaşan koşullar altında medya ciddi bir yolculuktan geçmek durumunda kaldı. Bugün yaşadığımız mevcut koşullar altında bırakın medyanın özgürce sözünü söyleyebilmesini, siyasiler bile özgürce sözünü söyleyemiyor. Basında sansürün kaldırıldığı günü kutlayacak durumda değiliz.” Kanlı, gazetecilerin yıpranma hakkının uzun yılların ardından kaldırıldığını, Gazeteciler Cemiyeti ve meslek örgütlerinin büyük uğraşları sonucu geri alındığını anımsattı. Kanlı, “Parlamenterlere de verilen bu hak, basın mensuplarına yarısı miktarında verildi. Yılda 90 gün değil 45 gün olarak verildi. Bunu da medyada çalışılmasına değil de basın kartına sahip olunup olunmamasına bağladılar. Zaten Türkiye’de basın kartı ciddi bir sıkıntı, tamamen kendinden oluşan bir ekiple istediğine verdiği, istediğine vermediği bir kart. Bu karta bağlı bir yıpranma kabul edilecek bir şey değil. Cemiyetimiz ve mesleki diğer örgütler uğraş veriyor. Anayasa

Mahkemesi bunu geri gönderdi ve 9 aylık bir süre verdi. Bunun 3 ayı kaldı zaten. Gayretlerimiz sürüyor, 45 gün değil yeniden 90 gün olmasını ve basın kartı şartının kaldırılmasını istiyoruz bununla birlikte internet medyasının da özlük haklarının korunması için uğraş veriyoruz. Bir tane web sitesi kurup eline cep telefonu alan herkesin gazeteci olması mümkün değil. Bunun da uygun bir şekilde editoryal sürece girmesi lazım. Sorumluların ve sorumlukların netleşmesi lazım. Türkiye’de internet medyasını düzenleyecek bir yasa yapılması lazım. Daha önce denemeler oldu biz de katkı verdik. Bu alanda şimdi boşluk var, internet medyasında görev yapan arkadaşlarımızın büyük çoğu hak mağduriyeti yaşıyorlar” dedi.

“Otosansür denince aklınıza gelen ilk 3 şey” sorusuna gazetecilerin en çok verdiği cevap “korku” oluyor. Bu cevabı “işsizlik, utanç, cezaevi, engel” kelimeleri takip ediyor.”

I.P.I: GAZETECİLER IŞINI KAYBETMEMEK İÇİN OTOSANSÜR UYGULUYOR Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkan Yardımcısı ve Journo.com. tr Proje Editörü Emre Kızılkaya, “24 Temmuz 2020 itibarıyla Türkiye’de gazeteciliğin örneğin 10 yıl öncesine kadar çok daha ağır sorunlarla yüz yüze olduğunu görüyoruz” dedi. Teknolojik değişimlerle birlikte medyanın geleneksel iş modelinin çökmesi ve gazeteciliğin henüz bir çıkış yolu bulamamasının tüm dünyayı etkilemesi açısından en yaygın sorun olduğuna vurgu yapan Kızılkaya, şunları söyledi: “Dikkat ekonomisinin dönüşümüyle birlikte medyanın


2020 / Sayı 14

geçmişte reklamdan elde ettiği büyük kârlar artık ABD merkezli birkaç dijital platforma akıyor. Bu platformların gazeteciliği desteklememesi, hatta çoğu kez tam aksi yönde bir tavır takınması durumu daha kötüleştiriyor. Türkiye’de bu manzara daha vahimleşiyor. Çünkü siyasi iktidar uzun yıllardır gazetecilik üzerinde kurduğu baskıyı iyice artırmış durumda. Onlarca gazeteci hapiste, yüzlercesi işlerini kaybetmemek için otosansür uyguluyor ve 400 bini aşkın internet sitesi engellenmiş durumda. Kısacası güncel durumun olumlu olmadığı ortada.” “GAZETECILERİN KAZANDIĞI YASAL HAKLAR BİR BİR ÖRSELENDİ” Bireysel olarak gazetecilerin, okurların ve izleyicilerin taleplerini karşılamak için tazelenmiş bir bakış açısıyla ve ısrarla çalışmaları gerektiğinin önemine işaret eden Kızılkaya, “Dijital dönüşümün gerektirdiği bilgi ve becerileri de kazanmaları gerekiyor. Kolektif olarak, tüm sektörlerde olduğu gibi, gazetecilerin de örgütlenmesi; siyasi, ekonomik ve teknolojik baskıların bu kadar yoğun olduğu bir dönemde bir alternatiften öte, bir ihtiyaç. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) başta olmak üzere birçok meslek örgütünün de bu yönde yoğun ve samimi çabalar harcadığını görüyorum. Ne yazık ki babalarımızın ve dedelerimizin zamanında, örneğin 1960’larda gazetecilerin kazandığı yasal haklar, 2000’li yıllarda bir bir örselendi. En son kıdem tazminatı tartışmasında bunu gördük. 30’lu yaşların üstünde olan biz gazeteciler, haklarımızı korumak konusunda bugüne dek iyi bir sınav vermedik. Genç gazetecilerin işi bizden de zor olacak ama onların daha iyi bir sınav vereceğini umuyorum” dedi.

“Otosansür denince

“Otosansür denince

aklınıza gelen ilk 3 şey”

aklınıza gelen ilk 3 şey”

sorusuna gazetecilerin

sorusuna gazetecilerin

en çok verdiği cevap

en çok verdiği cevap

“korku” oluyor. Bu

“korku” oluyor. Bu

cevabı “işsizlik,

cevabı “işsizlik,

utanç, cezaevi, engel”

utanç, cezaevi, engel”

kelimeleri takip ediyor.”

kelimeleri takip ediyor.”

MLSA: MESLEK ÖRGÜTLERİ GAZETECİLERİN MESLEKTE KALMASINI SAĞLAMALI Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) Başkanı Barış Altıntaş, gazetecilerin tüm zorlu koşullara rağmen görevlerini yapmaktan vazgeçmediğini kaydetti. Altıntaş, şunları ifade etti: “Maalesef sansürün yasalar ve yargı eliyle son derece ağır bir şekilde uygulandığı, 100’e yakın gazetecinin haberleri ve fikirleri nedeniyle tutuklu olduğu, onlarcasının yargılandığı Türkiye’ de sansürün kaldırılışını kutlamak bir anlam ifade etmiyor. Hükümetin bağımsız gazetecilere açık tek alan olarak kalan internetin denetimini RTÜK’e devretmesi; o da yetmezmiş gibi sosyal medya ağlarına kısıtlama getirme çalışmaları da bu hamlelerin devam edeceğinin göstergesi. Ancak gazeteciler tüm baskılara ve olumsuz çalışma koşullarına rağmen işlerini yapmaktan vazgeçmiyor. Bu dönemde gazetecilere yönelik çalışan sivil toplum kuruluşları (STK) ve meslek örgütlerinin ne yapıp ne edip gazetecilerin meslekte kalmasını sağlamayı başarması gerekir. Bu yapılabilirse, gelecekte Türkiye’de var olan ağır sansür koşulları kalktığı zaman, güçlü bir basına sahip olabileceğimizi ve bu bayramı gerçekten kutlama şansı bulabileceğimizi umuyorum.”

OLUŞTURULMALI Uluslararası İnternet Gazeteciliği ve Gazeteciler Derneği (UİGAD) Genel Sekreteri Selçuk Taşdemir ise herkesin gazeteci olabilmesinin mesleğe zarar verdiğinden yakındı. Taşdemir, şu değerlendirmede bulundu: “Lise mezunu bulan birisi mevkute beyannamesi alabiliyor ya da sosyal medya hesaplarından gazetecilik yapıyorlar. Acilen internet yasasının mevcut yasaya entegre olacak şekilde çıkartılması gerekmektedir. Bu mesleği aktif olarak sahada yapan gazetecilere sosyal haklarının da kazandırılması lazım. Özellikle pandemi sürecinde yerel basın büyük zorluklar yaşadı. Sadece ulusal basında çalışan ya da basın kartı olanlara gazeteci olarak görmek sorunu çözmez. Gazeteci arkadaşlarımızın yazdıkları haberlere müdahale ya da reklamlarına müdahil olma sorunu her geçen gün artmaktadır. Esnafın da reklam vermesinin önü kesilebiliyor. Basın etiği ve denetimine dayalı bir değil birçok adımın atılması gerekiyor. İnternet gazetesi olan arkadaşların da gazete mevkutesi gibi bir geçerliliğinin sağlanması şart. Kaymakamlık ya da savcılıklarca bir birim oluşturularak bu işin yapılması birçok bilgi kirliliğini de engelleyecektir. Ayrıca gazetecilerin ayrıştırılması ve kategorizeleştirilmesi yerine birleştirilmesi adına tüm STK’ların bir arada çalışması gerektiğini düşünüyoruz” dedi.

UİGAD: İNTERNET GAZETELERININ GEÇERLİLİĞİ İÇİN ACİLEN BİR BİRİM

31


2020 / Sayı 14

32

Lozan Antlaşması 97 yaşında: Lozan’da imza Atatürk’ün kalemiyle atıldı Hasan Safa Tekeli / Ankara

Haber Yazısı

T

ürkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasını sağlayan Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Gazi Mustafa Kemal, “Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, yüz yıldan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş bir büyük suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir” dedi. İsviçre’nin Lozan kentinde, 20 Kasım 1922’de törenle açılan ve 21 Kasım’da ilk oturumu yapılan Lozan Barış Konferansı’nın, aslında 13 Kasım’da toplanacağı duyurulmuştu. Konferansın

toplanmasının ertelenmesiyle daha başlangıçta sorun çıkarılmasına; 11 Kasım’da Lozan’da olan Türk delegasyonu Başdelegesi, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa (İnönü), tepki göstererek, müttefiklere nota verdi. Konferans, hiç de iyi başlamamıştı. Müttefikler, daha konferans açılır açılmaz, İstanbul’daki işgal masrafları için 30 milyon altın lira istemeye varan isteklerde bile bulunmuşlardı. Konferansın belli başlı sorunlarını, “Arazi sorunları, Boğazlar, Kapitülasyonlar, Azınlıklar, Düyunu Umumiye, Irak sınırı” oluşturdu.

25 Temmuz 2020

KONFERANS KESİNTİYE UĞRUYOR İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya) temsilcileri, komisyonlarda biriken ve o zamana kadar çözülemeyen sorunları içeren bir anlaşma projesi hazırlamışlar ve şubat ayı başında bunu baskı altında imza ettirmeye girişmişlerdi. Bu baskı karşısında İsmet Paşa, 4 Şubat 1923’teki toplantıda, konferansın kesilme sorumluluğunu Lord Curzon’a yükleyecek şekilde, “Memleketime gittiğim zaman söyleyeceğim, bütün dünyaya ilan edeceğim. Lord Curzon barış istemiyordu, müzakereleri keser


2020 / Sayı 14

bir sonuca vardırmak için elinden geleni yaptı…” diye konuşacaktı. Lozan’daki barış görüşmeleri, 4 Şubat 1923’te kesildi ve Türk delegasyonu geri döndü. TBMM’de 27 Şubat 1923’te yapılan gizli toplantıya Mustafa Kemal Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da katıldılar. Toplantıda, Başbakan Rauf Bey, “Hükümetin askerî, ekonomik ve harici durumu inceledikten sonra kararını verdiğini ve Lozan konusunda mukabil bir proje hazırlandığını” bildirdi. TBMM’nin 1923’ün Mart ayı başlarında yapılan gizli görüşmeleri sonucunda, 129 milletvekilinin önergesiyle “Lozan konusunda hükümetin tam yetkili kılınması, güvenoyu verilmesi” istendi. 190 üyenin katıldığı oylamada önerge 170 oyla benimsendi. İMZA TÖRENİ Konferansın 23 Nisan 1923’te ikinci bölümünün başlamasından sonra da Lozan Barış Anlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. İmza töreni 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi salonunda yapıldı. İsmet İnönü, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka’dan oluşan Türk delegelerinin yanına ABD temsilcisi oturdu. İngiltere, Fransa ve İtalya devletleri arasında yer alan Yunan

Başbakanı Venizelos ise biraz arkaya çekilerek koltuğuna yan oturmayı yeğledi. Kürsüye gelen İsviçre Konfederasyonu Başkanı M. Schuer, bir konuşma yaptı. Konuşmasından sonra antlaşma ve eklerinin adını sayan Başkan, “Efendiler, buyurun imza edin!” dedi. Konferansın genel sekreterliğini yapan M. Massigli, bunun üzerine yerinden kalkıp İsmet İnönü’ye doğru ilerledi ve “Buyurunuz, evvela zatı devletiniz imza edeceksiniz,” dedi. İnönü de Mustafa Kemal’in kendisine bu amaçla verdiği altın kalemi ceketinin cebinden çıkararak, antlaşma ve eklerini sükûnet içinde imzalamaya başladı. Sekiz ay süren diplomatik savaş sona erdi ve Türk tarafının kayıtsız şartsız bağımsızlık için verdiği mücadele başarıya kavuştu. LOZAN’DAN ZAFERLE DÖNÜŞ TBMM Hükümeti Başdelegesi, Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) Paşa, antlaşmanın imzalanmasından sonra, 10 Ağustos’ta geldiği İstanbul’da törenlerle karşılandı. Ertesi gün İstanbul Darülfünunu’nca (üniversitesi) kendisine “fahri müderrislik”

(profesörlük) unvanı verilmesi törenine katılan İsmet Paşa, “Muhterem Öğretim Üyeleri ve Üniversiteli Arkadaşlarım” diye başladığı konuşmasında; Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Osmanlı İmparatorluğu”nun çöküşünden itibaren gelinen noktayı anlattı. İsmet İnönü, “Arkadaşlar” diye devam ederek, Millî Mücadele’de ilk ağır sınavdan başarıyla çıkıldıktan sonra konferansa (Lozan) gidildiğini belirtti. Konferansa giderken “üniversitenin antlaşmayı imzalaması için bir kalem armağan ettiği”ni anımsatan İsmet Paşa, “Başkumandan Paşa düşündüler ki, antlaşmayı kendi kalemiyle imza edeyim. Sebebi; bu kalemin Üniversite Kütüphanesi’ne Başkumandan Paşa tarafından hediye edilmesidir. Geçmiş maceramız diyerek antlaşmayı imzaladığım bu kalemi size tevdi edeceğiz, onu siz muhafaza ediniz” dedi. Bu arada, 2013 yılında açılan “Lozan’dan Cumhuriyet’e İsmet İnönü” sergisinin küratörlüğünü yapan Prof. Dr. Zafer Toprak da Atatürk’ün, İsmet Paşa’ya, “İsmet, Sevr’i imzalayan kalem Robert Kolej’e hediye edildi. Biz de Lozan’ı imzaladığımız kalemi Darülfünun’a hediye edelim” dediğini kaydediyor.

33


2020 / Sayı 14

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

34

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.