9. Köy 2019 - Sayı 4

Page 1

2019 / Sayı 4

1


2019 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan

Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten

Veri Uzmanı Umut Irmaksever

Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan Destek Prog. Uzm. Merve Kambur Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak Editör Göksel Bozkurt

Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven Çevirmen Ozan Acar Araştırmacılar Dicle Ekmekçi Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal


2019 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 4

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 4

Içindekiler

Yeni Yargı Paketi yerel basının sonu olur

6

Sokakta şarkı söylemek özgürleştiriyor

8

Suriyeliler ülkelerine dönecek mi?

10

İklim kriziyle mücadelede zaman daralıyor

12

Parayla saadet oluyor mu?

14

Nafaka süreli mi süresiz mi

16

Türkiye’de sendikalaşma işlevini mi yitiriyor?

19

Ekmeklerini denizden çıkarıyorlar

21

“Şerife Bacının ayak izinde Atatürk ve İstiklal yolu” 1.Bölüm Kayık ve kağnının mucizesi ile gelen kurtuluş

23

“Şerife Bacının ayak izinde Atatürk ve İstiklal yolu” 2.Bölüm Bülent Ecevit’e soyadını veren destansı han

26

Hacivat ile Karagöz yaşıyor!

29

5


2019 / Sayı 4

Yeni Yargı Paketi yerel basının sonu olur 6  Metehan Ud / Izmir

Haber Yazısı

Y

eni Yargı Paketi ile icra iflas ilanlarının gazetelerde yayınlama zorunluluğunun kaldırılmasının yerel gazetelerin kapısına kilit vurma anlamına geleceğini belirten gazeteci örgütlerinin temsilcileri aksine yerel basının desteklenmesi gerektiğini vurguladılar. Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı Yargı Reformu Strateji Belgesinde, gazeteleri yakından ilgilendiren önemli bir madde de yer alıyor. Yargı Reformu Paketi’nde yer alan ‘icra ve iflas ilanlarının gazetelerde yayınlanma zorunluluğunun kaldırılması’ maddesi başta yerel olmak üzere basını zor durumda bırakacak. Basın İlan Kurumu (BİK) tarafından gazetelere paylaştırılan ilanlar, yazılı basını ayakta tutan en önemli gelir kaynakları arasında yer alıyor. Döviz kurlarındaki artış nedeniyle kağıt ithalatında darbe yiyen

gazete sahipleri, BİK gelirlerinin kesilmesinin aksine artırılmasını istiyor. Değişikliğin Ekim ayında Meclis’in açılmasının ardından gündeme gelmesi bekleniyor. Gazeteci örgütleri temsilcileri düzenlemenin olası sonuçlarını 24 Saat’e değerlendirdi. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, Yargı Reformu Strateji Belgesi ile birlikte yerel basının yaşam damarı olan Basın İlan Kurumu resmi ilanlarının dağıtılması sisteminden vazgeçilmesi girişimini endişe ile karşıladıklarını belirterek, “Eğer kamu ilan gelirleri kesilirse bu işten çıkarmalara yol açacak. Özellikle yerel basında ciddi ekonomik sonuçları olacak. Biz paket Meclis’te görüşülmeden önce Gazeteciler Cemiyeti olarak yerel basını ayakta tutma işlevine sahip kamu ilan gelirleri konusunda gazetecilik meslek örgütlerine kulak verilmesi çağrısını yineliyoruz” dedi.

25 Temmuz 2019

‘TEŞVIK EDICI DÜZENLEMELER YER ALMALI’ Başkan Nazmi Bilgin, söz konusu belgenin gazetecilere yönelik yargılamalar ve basın kuruluşlarına resmi ilan verilmesi başlıklarında getirdiği değişiklik önerileriyle tartışma yarattığına dikkat çekerek şu değerlendirmeyi yaptı: “Gazetecilere yönelik yargılamalarda kamuoyunda ‘adalet’ duygusunun hissedilebilmesi için reform paketinin bu ayağını önemli buluyor ve bir an önce hayata geçirilmesini talep ediyoruz. Yargıda yapılacak reformla sağlanabilecek olumlu gelişme ihtimaline karşın yerel basının ilan gelirlerinin ortadan kaldırılmasına ilişkin düzenlemeyi ise endişe ile karşılıyoruz. Gazeteciler Cemiyeti olarak, ilan gelirlerinin kesilmesinin başta yerel basın olmak üzere


2019 / Sayı 4

basının genelini etkileyecek, ekonomik yaşam damarını kesecek bir girişim olduğunu düşünüyoruz. Düzenleme gerçekleşirse zaten zor şartlarda ayakta kalma savaşı veren yerel basının yaşamını sürdürmesi imkânsız hale gelebilecek, pek çok gazete kapısına kilit vurmak zorunda kalacak, kitlesel işten çıkarmalar söz konusu olacaktır. Doğrudan halkın haber alma hakkına, basın özgürlüğüne ağır bir darbe anlamına gelecektir. Bu gerekçelerle söz konusu düzenleme paketten çıkarılmalı, özellikle yerel basını güçlendirecek düzenlemelere yer verilmelidir.” Bilgin, Basın İlan Kurumu’nun 1960 öncesi siyasi iktidarca ‘kamu ilan pastasının yandaş medyayı geliştirme maksatlı kullanımı’ iddialarına karşın medya kuruluşları arasında eşitlik ilkesi ve özellikle yerel basını destek amacıyla bu sistemin geliştirildiğini anımsatarak, “Her türlü yeni düzenlemede bu temel ilkelinin korunması muhakkak ki yararlı olacaktır. Teşviksiz yerel medya ciddi darbe alır” dedi. IZMIR’DEKI GAZETELERDEN KAMPANYA: YEREL BASINA SES VER İzmir Gazeteciler Cemiyeti öncülüğünde bir araya gelen 7 yerel gazete düzenlemeye karşı harekete geçti. ‘Yerel Basına Ses Ver’ kampanyası başlatan gazeteciler, söz konusu maddenin yargı paketinden çıkarılmasını istiyor. 24 Saat’e açıklamada bulunan İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Misket Dikmen, Türkiye’deki yerel medya içinde bulunduğu cenderede can vermek üzere olduğunun altını çizdi. Olumsuz ekonomik koşullar nedeniyle varlığını sürdürebilme mücadelesi veren yerel basının nefes alamaz hale geldiğini dile getiren Dikmen “Baskıdan kağıda, mürekkepten boyaya her üretim kaleminde dövize bağımlı sektörümüzde, gazetelerin yüzlercesi kapanma tehlikesiyle karşı karşıya. Yeni Yargı Paketi’nde yer alan icra ve iflas ilanlarının gazetelerde yayınlanma zorunluluğunun kaldırılması maddesi, özellikle yerel basının bitirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü; bugün ülkemizde binin

üzerinde yerel gazete, on binlerce meslektaşımıza istihdam sağlamakta, ekonomimize yıllık 2 ila 2.5 milyar lira üzerinde katma değer yaratmaktadır. Yerel basının bu önemli gelir kaynağının kesilmesi işsizlik demektir, iflas demektir, özgür basının sesinin kısılması demektir. Kuruluşundan bu yana varlık amacıyla Anadolu basınını güçlendirmek, yükseltmek için çalışan Basın İlan Kurumu da böyle bir düzenleme ile tamamen baltalanmış olur” dedi. ‘SAHTE VE YALAN HABERLER KATLANARAK ARTACAKTIR’ Yaşanan bilgi kirliliğine, her türlü manipülasyona, yalan habere karşı yerel medyanın en güvenilir haber kaynağı olmaya devam ettiğini ifade eden Dikmen “Yerel medyanın yokluğunda kirli bilginin yayılması, sahte ve yalan içeriğin çarptırılarak kullanımı katlanarak artacaktır. En büyük sorunların başında işsizliğin geldiği sektörümüzde bu düzenleme ile çalışacak gazete de kalmayacaktır. Bu maddenin o yargı paketinden çıkarılması şarttır. Yaygın ve yerel medyanın her biriminden yükselen bu çığlığımız umarız duyulur ve yanlıştan dönülür” diye konuştu. ‘YEREL BASIN AÇISINDAN DARBE OLUR’ İzmir’de yayın hayatını sürdüren Dokuz Eylül Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Murat Atilla da yerel gazetelerde yayınlanan basın ilanlarının yaklaşık yüzde 40’ını icra iflas ilanlarının oluşturduğunun bilgisini vererek “Tasarı bu haliyle yasalaşırsa yerel basın için çok büyük bir darbe olur. Ayrıca haziran ayında bu ilanları alabilmek için vergi borcunun olmaması şartı getirildi. Bu iki uygulama üst üste gelirse çok açıkça söyleyebilirim ki Anadolu’daki yerel gazetelerin yaklaşık yüzde 30’u, yüzde 40’ı kapısına kilit vurur ve binlerce meslektaşımız işsiz kalır. Bütün korkumuz endişemiz bu” dedi. ‘YEREL YÖNETIMLER YEREL BASINI DESTEKLEMEK IÇIN ADIM ATMALI’ Metni hazırlayan bürokratların yerel basını etkileyen kısmından habersiz olduğunu düşünen Atilla şunları söyledi:

“Gazetecilik meslek örgütleri bu maddenin geri çekilmesi için çalışmalara başladı ve ben bu hatadan geri dönüleceğini düşünüyorum, iyimserim. Yerel gazeteleri ayakta tutmak için yerel yönetimler çeşitli adımlar atabilir. Hem yerel yönetimlerin şeffaflığı hem de demokrasiye katkısı açısından belediyeler meclis kararlarının özetlerini yerel gazetelerde yayınlaması için bir girişimde bulunduk. İzmir Büyükşehir Belediyesi bunu kabul etti ve ilçe belediyelerin de kabul edeceğini düşünüyorum. Bu çalışma bütün Türkiye’de örnek olabilir. Demokrasiye ve şeffaflığa inanıyorsak yerel yönetimler iş birliği yapabilir. Bu yerel basının maddi sıkıntılarına kısmen de çözüm olabilir”. ‘YERELDEKI HALKIN HABER ALMA HAKKI DA ZARAR GÖRECEK’ Türkiye Yerel Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Kenan Akçahanoğlu, yerel basının bu yargı paketinin yasallaşması durumunda ciddi manada sıkıntıya düşeceğini belirtti. Hükümetten bu konuda farklı bir düzenleme beklediklerini dile getiren Akçahanoğlu “Bu ilanların yerel basına desteği yüksek. Yerel basının zaten her geçen yükü artıyor, masrafları ağırlaşıyor. Bu düzenleme yasallaşırsa kapanmalar da başlayacaktır. Düzenleme ile ilgili hem hükümete hem de Meclis’te bulunan partilere bir dosya sunmayı düşünüyoruz. Eğer bir yasa çıkacaksa bu yerel basını destekler şekilde olmalı. Yerel basının bulunduğu bölgelerdeki okunurluk oranı ulusal gazetelere göre daha yüksek. Yerel basının bulunduğu ilin ve ilçenin gözü kulağıdır. Vatandaş da yerel gazetesine sahip çıkmalıdır. Ulusal basında yer alamayan ama kayda değer çok sayıda haber yerel basın aracılığı ile okurlarla buluşuyor. Eğer yerel basın zarar görürse o bölgedeki halkın da haber alma hakkı da zarar görecektir. Biz düzenlemenin geri çekileceğini umut ediyoruz” dedi.

7


2019 / Sayı 4

8

Sokakta şarkı söylemek özgürleştiriyor Elif Aydoğmuş / Istanbul

Haber Yazısı

H

ayatın koşuşturmacasında bir yerlere ulaşmaya çalışırken, büyükşehirlerin kalabalığında boğuluyorken, yüksek binaların arasında nefes bile almakta zorlanırken bir anda kulaklara çalınan melodilerle ruhlara dokunuyorlar… Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerin sokaklarında birçok müzisyenle

karşılaşmak mümkün. Kimi sanatını icra edecek alan bulamıyor, kimi sadece sokakta çalıp söylemek istiyor kimi ise para kazanmanın iyi bir yolu olarak görüyor. Onların amaçları ve gerekçeleri farklılık gösterse de sanatseverlerin kendilerine ilgisi yoğun. Öyle ki sadece sevdiği sokak müzisyenini dinlemek için sokağa çıkanlar bile var. Sokakların sevilen müzisyenlerinden biri de 6 yıldır

30 Temmuz 2019

Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nde tarıyla (bir tür bağlama aleti) şarkılarını söyleyen İranlı müzisyen Mehrdad Kholghi. Henüz 4 aylıkken kız kardeşi hariç tüm ailesini trafik kazasında kaybeden Kholghi sığınacak liman olarak notaların dünyasını keşfetti. TAR ILE ÇIKILAN YOLCULUK İran’da sokak müzisyenliğinin yasak olduğunu iddia eden Kholghi, ülkesinin koşullarında


2019 / Sayı 4

“TAHRAN’A DAIR HATIRALARIM VAR AMA HAYALLERIM YOK” Kholghi, İran sokaklarında yeniden şarkı söylemek konusundan ise düşüncelerini “Türkiye’ye gelmek istediğimde bir şeyleri unutma konusunda çok ciddiydim. Yeni bir dünyaya gitmek istemiştim. Yani aslında Tahran’da geçmişten hatıralarım var ancak geleceğe dair hayallerim yok” cümleleriyle özetledi.

sevdiği işi yapmanın imkansızlığı nedeniyle yeni bir ülkede farklı bir maceraya atıldığını söyledi. 20 yıldır müzikle ilgilenen Tahranlı Kholghi tarıyla birlikte çıktığı bu yolculuğu şöyle dile getirdi: “Tahran’da işim bitmişti. Sanatımla ilgili kötü anılarım var. Büyümem gerekiyordu bunun içinde yeni maceralara atılmam gerekiyordu. İlk geldiğimde bir ay kadar Ankara’da kaldım. Fakat İstanbul hakkında çok şey duymuştum. Bu şehirde tanıdığım hiç kimse olmadığı halde gelip yerleştim. Benim işim benim hayatım gibi. Yeni bir deneyim ve macera. Burada her İranlı gibi 3 ay serbestçe kalabildim. Sonrasında ise oturum izni almam gerekiyordu ve şimdi oturum iznim de var”. IRAN’DA KHOLGHI, TÜRKIYE’DE HULKI Türkiye’de kendisine “Hulki” denildiğini söyleyen Kholghi müziğin önceleri kendisi için hobi olduğunu belirterek ,“Sonra ciddileşti müzik benim için, 16 yıldır müzikle daha profesyonel ilgileniyorum. 45 yaşındayım. İran’da bir dönem taş üzerine

kaligrafi sanatı ile ilgilendim. Macera dolu yolculuğumda bana yoldaşlık eden elimdeki bu tarı da İran’ın en iyi kaligraflarından biri hediye etti ve halen müziğimi bununla yapıyorum” dedi. MOHSEN NAMVE AHMET KAYA AYNI Yasak olmasına rağmen 16 yıl önce sokak müziğine başladığını aktaran Kholghi, kendisi gibi İran müzisyenlerinden Mohsen Namjo’nun söylediği şarkılar nedeniyle İran’da ceza aldığını ve bu sebeple sürgün hayatı yaşadığı bilgisini paylaşarak “Türkler Mohsen Namjo’yu biliyor, biz ise ‘Kürtçe şarkı söyleyeceğim’ dediği için linç edilmek istenen Ahmet Kaya’yı. Onlar aynı. İran’da sokak müziği yasak. Bu yasağa rağmen ben ilk sokak müzisyenlerinden biriyim. Türkiye’de de bazı zamanlar İran’da olduğu gibi zabıta engel olmaya çalıştı. Kimi zabıtalar var sokak müziğini seviyor ve karışmıyorlar. Sokak müziği İran’da ve engellenmek istenen birçok yerde zamanla kabul edilecek” diye konuştu.

“SOKAKTA ŞARKI SÖYLEMEK ÖZGÜR HISSETTIRIYOR” Bazen yalnız bazen farklı gruplara eşlik ederek, sokakta “özgün tarz” olarak tanımladığı şarkılarını söyleyen Kholghi, Türkiye’de insanların sokak sanatçılığının ne demek olduğunu bildiğini ve dinlerken keyif aldıklarını yüzlerinden anlayabildiğini belirtti. Enstrümanının insanların ilgisini çektiğini dile getiren Kholghi, sokak müzisyenliğinin tek işi olmadığını aktararak, festivallerde sahne aldığını, müzik enstrümanı tamiri ve eğitmenlik yaptığını söyledi. Kholghi sokakta müzik yapmayı, “Yani aslında sokak müzisyenliği işimin bir parçası. Bunu gerçekten sevdiğim için yapıyorum salt para kazanmak için değil. Tabi kazancı da iyi sokak müzisyenliğinin. Bir araba ya da apartman alamam ama yaşamımı idame ettirebiliyorum. En önemlisi tüm zorluklarına rağmen sokakta şarkı söylemek özgür hissettiriyor. Beni mutlu ediyor… Herkes üretmeli. Sadece müzik değil bu edebiyat olabilir, fotoğraf olabilir, bir film ya da bir bina… İnşa etmek ve üretmek anlam kazandırıyor” sözleriyle açıkladı.

9


2019 / Sayı 4

10

Suriyeliler ülkelerine dönecek mi? Ayla Ganioülu/ Ankara

Haber Yazısı

D

ört milyona yakın Suriyeli sığınmacıya geçici koruma olanağı tanıyan Türkiye’de, halkın Suriyelilere karşı olumsuz düşüncesi her geçen gün artıyor. Araştırmalar kötüye giden ekonominin Suriyelilere karşı memnuniyetsizliği de beraberinde getirdiğini gösteriyor. Peki çözüm ne? Siyasi partilerin ortak görüşü, Suriye’de güvenli bölge oluşturularak sığınmacıların önemli bir bölümünün ülkelerine geri dönüşünün sağlanabilmesi Türkiye’nin Suriyelilerle imtihanı giderek zorlaşıyor. 2011’deki iç savaşın ardından başlayan göçle birlikte Türkiye’ye neredeyse Gürcistan, Hırvatistan, Moldova, Kuveyt, Singapur,

Uruguay büyüklüğünde bir ülke eklendi. Sayıları resmi rakamlara göre 3 milyon 657 bin. Bunların bir milyonu çocuk. En fazla Suriyeli 517 bin kişiyle İstanbul’da yaşıyor. 27-30 Haziran 2019 tarihli Kadir Has Üniversitesi’nin yayınladığı araştırmaya göre, halkın yüzde 57,6’sı sığınmacı alımına son verilmesini istiyor. Suriyeli sığınmacılardan memnuniyet oranı ise geçen yıl yüzde 13,6 iken, bu yıl yüzde 7’ye inmiş durumda. İpsos’un araştırmasında ise sınırların mültecilere kapatılmasını isteyenler sıralamasında Hindistan yüzde 64 ile birinci sırada gelirken, Türkiye yüzde 59 ile ikinci sırada yer aldı. Araştırmalar ekonomik sıkıntının yaşandığı ve işsizliğin

1 Ağustos 2019

yükseldiği dönemlerde yabancılara karşı olumsuz bakışın da artığını gösterdi. Piar’ın, 11 Temmuz tarihli araştırmasında, Türkiye’nin en önemli sorunları sıralamasında “ekonomi” yüzde 26,4’lük oran ile birinci sırada yer alırken, yüzde 18’lik oran ile “Suriyeliler” problemini, yüzde 15,6 ile “işsizlik” takip etti. Peki, Türkiye bu sorunu nasıl çözecek? Suriyeliler Türkiye’de yaşamaya devam mı edecekler yoksa ülkelerine mi dönecekler? Görüşlerini ve çözüm önerilerini 24 Saat gazetesine anlatan iktidar ve muhalefet temsilcilerinin ortak görüşü, sığınmacıların önemli bir bölümünün Suriye’de oluşturulacak güvenli bölgelere


2019 / Sayı 4

gitmelerinin sağlanması. Ancak bunun ne zaman gerçekleşeceği belirsizliğini koruyor. Suriye’ye dönüş sağlanıncaya kadar da bu zor sınav devam edecek. “YÜZDE 70’I DÖNMEK ISTIYOR” AKP Milletvekili ve TBMM İnsan Hakları Göç ve Uyum Alt Komisyon Başkanı Atay Uslu, Suriyeli sığınmacıların zorunlu olarak Türkiye’ye göç ettiklerini belirterek, “Türkiye kapılarını açmasaydı, Suriye’de savaşta ölen 700 bin insana bunlar da eklenecekti. Ufak tefek sorunlar yaşanıyor. Kim ne derse desin, toplumsal kabulümüz yüksek. Bu, bizim insanlığı, Ensar’ı bilmemizden. Suriyeli komşusu olan onlarla görüşen sorun etmiyor burada olmalarını. Ama görüşmeyen, komşu olmayanlar kulaktan dolma bilgilerle sorun ediyor. Algıdan kaynaklanıyor. Basının da rolü var bu algının oluşmasında. Bazı siyasiler de nefret dili kullanıyor” dedi. Bugüne kadar 350 bine yakın Suriyelinin ülkelerine geri döndüğünü belirten Uslu, “Bize düşen, güvenli bölge oluşturarak insanların oraya güvenli bir şekilde yerleşmelerini sağlamak. Sahada benim gözlemlerine göre, yüzde 70’i güvenlik sağlandığında ülkelerine dönmek istiyor” diye konuştu. Suriyelilerin bayramlarda ülkelerine nasıl gittikleri ve neden geri döndükleri tartışmalarını hatırlatan Uslu, “Gidip orada belki evlerini görüp yaptırmak isteyecekler ya da başka imkanlar arayacaklar, bu daha doğru. Bayramlar için gidenlerin yüzde 25’i orada kaldı” dedi. Uslu, aksi iddialara rağmen kayıt dışı Suriyeli olmadığına vurgu yaparak, kayıt dışı olmaları durumunda eğitim, sağlık desteği ve AB yardımlarından faydalanamadıklarına dikkat çekti. Uslu, “Neden gidip savaşmıyorlar?” söylemlerine ise “Orada bir savaş yok. İç savaş var. Ellerinde silah yok. Uçaklarla bombalamalar var. Özgür Suriye Ordusu var. O da savaşıyor zaten” yanıtını verdi. “TEPKININ NEDENI YOKSULLUĞUN ARTMASI” CHP Genel Başkan Yardımcısı

ve emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz, Suriyelilerle ilgili rahatsızlığı “ayyuka çıkaran” en önemli unsurun “Türkiye’de yoksulluğun artması” olarak değerlendirdi. Çeviköz, “Bu rahatsızlık konusu yoksulluk çerçevesinde ele alınmalıdır. Çünkü yoksulluk arttıkça Suriyelilerden rahatsızlığın da arttığı ortadadır. İktidar uygulayacağı iktisadi politikalarla emekçi halkları birbirine rakip göstermekten kaçınmaya özen göstermelidir” dedi. Suriyelilerle ilgili bir diğer önemli meselenin, “kayıt dışı istihdam” olduğuna dikkat çeken Çeviköz şunları söyledi: “Bu mesele ilerde Türkiye’nin SGK sistemini çökertecek bir konu. Türkiye ekonomisine Suriyelilerin katkısı yadsınamaz, bunu kayıtlı hale getirmek; iş gücündeki arzı da dengeleyecektir. Kayıt altına almadığınız zaman hem sağlık sistemi etkilenecektir hem de diğer sosyal güvenceler. Bunu planlı bir şekilde yapmayarak, sağlık hizmetlerini aksatacak hamleler uygulanırsa, Türkiye çok ciddi salgın hastalıklarla karşı karşıya kalabilir. Sağlık konusu, popülizme kurban edilmeden etraflıca ele alınmalıdır”. Çeviköz, öncelikle Suriyelilerin bir kısmının Türkiye’de kalacağını kabullenerek, kayıp kuşakların oluşmasına engel olmakla işe başlanması gerektiğini söyledi. Çeviköz, “Bize düşen ülkelerine dönmek isteyen Suriyelilere yardımcı olmak ve Türkiye’de kalanları da topluma entegre etmek olmalıdır. Suriyelilere yönelik dezenformasyon kampanyaları, ırkçılık, sömürü ve gettolaşma yakın gelecekte çözümü çok zor sorunlara yol açabilir” dedi. Türkiye’de kalmak isteyen Suriyelilerin topluma entegrasyonları yönünde, yapıcı ve olumlu bir siyaset izlemenin CHP’nin sosyal demokrat kimliği ile uyumlu olacağını belirten Çeviköz, bu yönde yaptıkları somut çalışmaların da bulunduğunu ifade etti. “GÜVENLIKLI BÖLGELERE GÖÇ TEŞVIK EDILMELI” MHP Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi Kamil Aydın, sığınmacılık ve mültecilik

konularında doğu-batı geçiş güzergâhlarında bir merkez olan Türkiye’nin diğer batı ülkeleriyle mukayese edildiğinde en ağır ekonomik, sosyal ve kültürel bedeli ödediğini dile getirdi. Aydın, Türkiye’nin sığınmacı sorunu çözümünde batılı muhataplarınca yalnız bırakıldığını belirterek şunları söyledi: “Güney illerimiz başta olmak üzere Türkiye’nin birçok bölgesinde iskân edilen sığınmacıların neden olduğu sosyal, ekonomik, kültürel sorunlar günden güne artmaktadır. Bu durumda artan enflasyon, işsizlik ve yaşanan bir takım münferit olumsuzluklar, Türk toplumunu da bu konuda rahatsız etmektedir. Son yıllarda yaşananların ışığında ülkemize gelen sığınmacıların geriye dönmesini ve ülkeye yeni girişlerin önlenmesini önceleyen bir tutum ve davranış üstlenilmelidir. Bu bağlamda en doğrudan çözüm önerisi olarak sığınmacıların ülkelerine dönmeleri için, Suriye’deki iç savaşın sona erdirilmesi ve güvenlikli bölgelerin oluşturularak geriye göçün teşvik edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde başlangıçta istihdam ve fiyat artışları şeklinde bilinen ekonomik sıkıntılar zamanla sosyal patlamalara ve çatışmalara yol açabilecektir. Diğer bir ifadeyle, olumsuz algılar daha da radikalleşerek nefret ve kutuplaşmaya dönüşebilir.” “ÜLKELERINE GÖNDERILMELILER” MHP Mersin Milletvekili Baki Şimşek ise Suriyelilerle ilgili olarak her türlü “düzensizliğin” görüldüğünü belirterek, “Sahilde, trafikte, plajda umuma açık her yerde kurallara uymuyor ve toplumun düzenini bozuyorlar. Çözüm olarak; Suriye’de terörden arındırılmış bölgelere yani kendi ülkelerine gönderilmelerinin en hayırlısı olduğunu düşünüyoruz” dedi.

11


2019 / Sayı 4

12

Iklim kriziyle mücadelede zaman daralıyor Kevser Özkaynak / Istanbul

Haber Yazısı

T

ürkiye’de iklim krizini tetikleyen birçok proje mevcut ancak mücadele konusunda herhangi bir adım atılmıyor.İklim kriziyle mücadele rotasında neler yapılabilir? Uzmanlar ne diyor, daralan zamanda kim ne öneriyor? Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Meteoroloji Örgütüne göre; geçen yıl iklim değişikliği nedeniyle aşırı hava koşullarının neden olduğu doğal afetlerden 62 milyon kişinin yaşamı etkilendi. 2018 yılı dünya sıcaklık ortalamasının en yüksek yılı olarak kaydedildi. Raporda milyonlarca bitki ve hayvan türünün yok olma tehlikesi altında olduğu ve doğayı koruma alanında acil değişiklikler yapılması gerektiği belirtildi.

Türkiye ise iklim kriziyle mücadelede en somut diplomatik adım olan Paris Anlaşması’nı hala onaylamayan ülkeler arasında. Anlaşma küresel ortalama sıcaklık artış limitinin 1,5 ile 2 derece arasında sınırlandırılmasını hedefliyor. Ülkeler arasında anlaşma onaylanıp yürürlüğe girmezse dünya için ciddi bir yıkım söz konusu olacağı öngörülüyor. Türkiye’de iklim krizini tetikleyen birçok proje mevcut ancak mücadele konusunda herhangi bir adım atılmadı. İklim kriziyle mücadele rotasında neler yapılabileceği konusunda uzmanlar köprü, havalimanı gibi mega projelerinin etkilerini, azalan biyoçeşitliliğin risklerini ve Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı

2 Ağustos 2019

felaketi 24 Saat ile paylaştı. ILK ADIM PARIS ANLAŞMASI’NIN ONAYLANMASI Gazeteci ve Enerji Analisti Özgür Gürbüz, iklim kriziyle ilgili bireysel çabalarınhükümet politikalarıyla desteklenmediği takdirde yeterli olamayacağını söyledi.Acilen harekete geçilmesi gerektiğinin altını çizen Gürbüz, krizi şöyle değerlendirdi: “Türkiye’nin iklimi değiştiren sera gazı emisyonlarının dörtte üçü enerji kaynaklı. Ulaşım, ısınma ve elektrik üretiminde kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılmasından bahsediyoruz. İyi bir sürücü olabilir ve aracınızı daha az yakıt tüketecek şekilde kullanabilirsiniz


ama bu çabalar yeterli olamaz. Ulaşım politikasının değişmesi gerek ki köklü bir sera gazı emisyonu indirimi gerçekleşsin. Merkezi hükümet kömür santrallerine onay verirken siz istediğiniz kadar enerji tasarrufu yapın, sonucu değiştiremezsiniz. Bu yüzden dekarar alıcılardan artık net adımlar bekliyoruz. Paris Anlaşması’nın onaylanması, fosil yakıtlardan çıkış için rakamsal, ölçülebilir hedefler konması bunun ilk adımı”. Türkiye’de iklim krizine neden olan çok sayıda proje olduğuna dikkat çeken Gürbüzbu projelere; termik santralleri, karayolu ulaşımını destekleyen ve ormanlık alan üzerine yapılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nü, havayolu ulaşımını özendiren havalimanlarını ve giderek büyütülen kentleri örnek gösterdi. KRIZE “KRIZ” DEMEK ÇOK ÖNEMLI İklim krizini işlerken gazetecilere de görevler düştüğünü söyleyen Gürbüz şöyle devam etti: “İklim krizinibilim kurgu filmlerini andıran felaket senaryoları ile özdeşleştirmek yerine Türkiye’de olan biteni gösteren, örnekleri ve çözüm önerilerini okuyucuya aktarmalıyız. Okuyucuların yıllardır alıştığı bir dil var. Haber algısında, “kriz”, “felaket” ve “afet” gibi kelimeler hem dikkat çekiyor hem de acil bir durum olduğuna işaret ediyor. Zaten en önemli sorunlardan biri de eylem eksikliği. İklim

değişikliği dediğimizde insanlar bilimsel bir metin dinler gibi sizi dinliyor, haberleri okuyor ama harekete geçmelerini gerektiren bir çağrı görmüyor. “Kriz” kelimesi okuyucunun bir sorunla karşılaştığını hemen anlatıyor ve haliyle nasıl bu krizden çıkabiliriz sorusunu sorduruyor. Bu nedenle iklim konusundan bahsederken doğru kelimeleri seçmek çok önemli”. HALK SAĞLIĞI TEHLIKEDE Halk Sağlığı ve Çevre Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. Cavit Işık Yavuz, iklim krizine yol açan başlıca etkenin sera gazları olduğunu belirtti. Sera gazı artışının ana kaynağının fosil yakıtların tüketilmesi olduğunu dile getiren Yavuz, BM Hükümetlerarası İklim Paneli’nin(IPCC) son raporuna işaret ederek krizin halk sağlığına etkilerini şöyle anlattı: “İklim değişikliği gıda güvencesini zora sokuyor. Aşırı yağışlar, kuraklık, ani hava olaylılarının sıklığında ve etkisinde artış bekleniyor. Bunların yol açtığı sağlık sorunları artacak. İshalli hastalıklarda artış bekliyoruz. Bir diğer başlık sıcak dalgaları. Sıcak hava dalgalarının ölümlerde artışa neden olduğunu bugün bile gözlemlemek olanaklı. 2003 yılında sıcak hava dalgası nedeniyle sadece Fransa’da 15 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bir diğer başlık da sıtma vb. hastalıklarda artış olacağı öngörüsü. Bu hastalıklar vektörlerle bulaşan(sinek, böcek vb.) hastalıklar. Ekolojik tahribatın ve

biyoçeşitlilik kaybının artması ve hızlanması en büyük riskler arasında yer almaktadır”. “ENERJI POLITIKAMIZI GÖZDEN GEÇIRMELIYIZ” Kömürlü termik santral kurarak iklim kriziyle mücadele edilemeyeceğini dile getiren Yavuz, “Karbon ayak izi ya da sanal su gibi tüketici bilincini geliştirmeye yönelik çabaları geliştirmeli ama meselenin sadece birey düzeyinde ele alınmaması gerektiğini unutmamalıyız. Politik faktörleri, özellikle kapitalizmi göz ardı ederek sorunu ele almak krizi görmezden gelmek anlamına geliyor. Şu anda enerjimizin yüzde 70’e yakınını fosil yakıtlardan, kömür ve doğalgazdan, elde ediyoruz. Öncelikle enerji politikamızı gözden geçirmekte yarar var” dedi. ÜLKEMIZ İÇIN KURAKLIK BEKLENIYOR Türkiye için beklenen en önemli etkinin kuraklık olduğunu vurgulayan Yavuz, “Bu etkilere yönelik tarımsal politikaların şekillendirilmesi gerekiyor. Su sıkıntısı yanında bir gıda sorunu da bizi bekliyor olabilir. Önümüzdeki on yıllarda Türkiye nüfusunun hızla yaşlanacak olması, daha doğrusu yaşlı nüfus oranının hızla artacak olması bizi iklim krizine karşı daha kırılgan hale getiriyor. Zaman daralıyor” değerlendirmesini yaptı.


2019 / Sayı 4

14

Parayla saadet oluyor mu? Hüseyin Tunçay / Ankara

T

ürkiye’de en yüksek ortalama yaşam süresine sahip ilk 10 il arasında yer alan Ankara’da kişi başına gelir ülke ortalamasının üzerinde…45 ilin ortalama yaşam süresi ülke ortalamasının üzerinde yer alırken, 36 il ise Türkiye ortalamasının altında bulunuyor Halk arasında meşhur olan ‘Parayla saadet olmaz’ deyişi ortalama yaşam üzerinde de kendini gösteriyor. Nitekim refah seviyesinin yüksekliği ile doğuşta en yüksek yaşam beklentisinin olduğu ilk 10 il ele alındığında bunlardan sadece Ankara’da kişi başına gelirin Türkiye ortalamasının üzerinde olduğu gözleniyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun Doğuşta ortalama yaşam beklentisi ve il bazında kişi başı milli gelir tablolarından yapılan hesaplamaya göre, Türkiye’nin 2015-2017 döneminde doğuşta beklenen ortalama yaşam süresi 78 olarak hesaplanıyor. Türkiye’de 45 ilin ortalama yaşam süresi ülke ortalamasının üzerinde yer alırken, 36 il ise Türkiye ortalamasının altında bulunuyor. 2017 yılı kişi başına geliri ise 10 bin 602 dolar olarak kayıtlarda yer alıyor. Buna göre ülkede sadece 10 ildeki kişi başına gelir Türkiye ortalamasının üzerinde. Bu iller genellikle sanayi ve ticaretin geliştiği, yaşam koşullarının nispeten daha rahat olduğu ve

6 Ağustos 2019

sağlığa ulaşımın kolay olduğu iller. Yaygın düşüncede parası olanın sağlığa daha kolay ulaştığı, gerekli tedavileri yaptırabildiği, yaşam koşullarının daha iyi olması nedeniyle daha uygun gıdalarla beslenebildiği dolayısıyla refahla birlikte yaşam süresinin uzayabileceği düşünülse de söz konusu rakamlar tam olarak bunu doğrulamaktan uzak. ORTALAMA YAŞAMIN YÜKSEK OLDUĞU ILLERDE DURUM Nitekim Türkiye ortalaması olan 78 yaşın üzerinde ortalama yaşam beklentisine sahip ilk 10 iden 9’unda kişi başına gelir Türkiye ortalamasının altında. İlk 10 il içinde sadece Ankara istisnayı bozuyor ve 14 bin 253 dolar kişi


2019 / Sayı 4

başı gelire sahip. Ankara’da ortalama yaşam beklentisi 79,36 ile ortalamanın üzerinde yer alıyor. Ortalama yaşam süresinin en yüksek olduğu ilk 10 il içinde yer alan Muğla ve Antalya’nın kişi başına geliri 10 bin doların üzerinde, ancak Türkiye ortalamasının altında bulunuyor. PARASIZ DA OLMUYOR Bunun yanında ortalama yaşam süresinin en düşük olduğu son 10 ile bakıldığında ise daha da ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. Söz konusu 10 ilin tamamında kişi başına gelir 10 bin doların ve Türkiye ortalama kişi başına gelir rakamının altında. Bu illerden Ağrı, Van ve Hakkari’de kişi başına gelir 5 bin dolardan bile düşük. Bir de özellikle bu illerin yer aldığı Doğu Anadolu bölgesindeki yaşam koşulları ve coğrafi engeller göz önüne alındığında ortalama yaşam süresinin düşük olması daha anlaşılabilir görünüyor. GELIRI EN YÜKSEK VE EN DÜŞÜK 10 ILDE YAŞAM BEKLENTISI Şimdiye dek yapılan analize gelir açısından bakıldığın da ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor. Nitekim kişi başına geliri en yüksek on il ile en az 10 ilde de 6’şar il Türkiye ortalamasının üzerinde yaşam beklentisine sahip. Kişi başına gelirin en yüksek olduğu 10 il içinde yer alan İstanbul, Kocaeli, Ankara, İzmir, Yalova ve Bolu’da doğuşta beklenen ortalama yaşam süresi Türkiye ortalamasının üzerinde. Ancak kişi başına geliri yüksek olsa da Tekirdağ, Bursa, Bilecik ve Eskişehir’de ortalama yaşam beklentisi ortalamanın altında kalıyor. En az kişi başına gelire sahip son 10 ilde de durum değişmiyor. En az gelire sahip illerden Siirt, Bitlis, Sinop, Batman, Diyarbakır ve Adıyaman’da doğuşta beklenen yaşam süresi ortalamanın üzerinde. Ancak Ağrı, Van, Muş ve Hakkari hem gelirin hem de yaşam beklentisinin en az olduğu iller olarak görülüyor.

DOĞUŞTA BEKLENEN YAŞAM SÜRESI NEDIR Doğuşta beklenen yaşam süresi, yeni doğmuş bir bireyin yaşamı boyunca belirli bir dönemdeki yaşa özel ölümlülük hızlarına maruz kalması durumunda yaşaması beklenen ortalama yıl sayısını ifade ediyor. TÜİK bu sürelerin belirlenmesinde veri kaynağı olarak Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi ve Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi ‘ni(MERNİS) kullanıyor. İl düzeyinde hayat tabloları oluşturulurken, iller arası göç, nüfus büyüklüğünü ve ölüm hızlarını etkilediğinden, göçün bu etkisini arındırmak için il düzeyinde göç düzeltmesi yapılıyor. Kurumsal nüfus, ölüm verisiyle uyumlu olacak şekilde ikamet kaydının bulunduğu ilde değerlendirilirken, ülke sınırları içerisinde ikamet eden yabancı uyruklu nüfus hesaplamalarda kapsam dışı bırakılıyor. KUTSAL: “TOPLUMSAL FARKINDALIK ARTIRILMALI” Hacettepe Üniversitesi Geriatrik Bilimler Uygulama ve Araştırma Merkezi-GEBAM Müdürü ve Türk Geriatri Derneği Başkanı Prof. Dr. Yeşim Gökçe Kutsal da konuya ilişkin şunları kaydetti: ‘’Tüm Dünya’da olduğu gibi; ülkemizde de yaşlıların yaşamdan beklentilerinin başında yeterli gelire sahip olmanın çok önemli bir rolü olduğu bilinen bir gerçektir. Böylelikle yıllar geçse de kişiler yaşam kalitelerini de koruyabilmekte, güvenli, saygın, sağlıklı ve üretken yaşlanabilmektelerdir. Toplumların en savunmasız kesimleri; 1-Yaşlı kadınlar, 2-Yoksullar ve 3-Olanaksız koşullarda yaşayan yaşlılardır… Çoğu yaşlılar ve özellikle kadınlar ekonomik zorluklar ve sosyal izolasyon nedeniyle ortaya çıkan tıbbi sorunlar yaşamaktadırlar. Bir hekim olarak; karmaşık sorunlar ile sağlık merkezlerine başvuran yaşlılarda sadece tıbbi değil, sosyal ve ekonomik öykünün de mutlaka alınması gerektiği düşüncesindeyim. Bu konularda toplumsal farkındalığın ve duyarlığın artırılması anlamlı olacaktır.’’

15


2019 / Sayı 4

Nafaka süreli mi süresiz mi 16

Haber Yazısı

Esra Koçak Mayda / Ankara

Uzun bir süredir gündemde olan “nafaka düzenlemesi” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Nafaka düzenlemesi adil hale gelecek” açıklamasıyla tarafları harekete geçirdi. Meclisin açılmasıyla gündeme gelecek ilk konulardan biri olan “nafaka düzenlemesine” ilişkin taraflar 24 Saat’e konuştu Adalet Bakanlığı ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 10 Ekim 2018’te ortaklaşa düzenledikleri “Nafaka Çalıştayı” nın ardından “nafakaya sınır getirilmesi” tartışmaları konunun taraflarını karşı karşıya getirdi. Mevcut kanun, eşler boşandıktan sonra yoksulluk nafakasına hükmedilecek durumlarda nafaka alacaklısı eşin, yoksulluğa düşmesi ve ağır kusurlu olmaması şartı arıyor. Bu durum Türk Medeni Kanunu’nun

(TMK) 175. maddesinde, “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz” şeklinde düzenleniyor. NAFAKAYA 5 KRITER GELIYOR Kanun bunu derken yapılması planlanan yeni bir düzenlemeyle maddedeki “süresiz” ifadesinin kalkacağı ve nafaka hesaplamalarında beş alternatifli bir çalışmaya gidileceği konuşuluyor. Adalet Bakanlığının yürüteceği bu çalışmaya göre, yapılacak değişiklik ile yoksulluk nafakasına kriter getirilecek. Çocuk sayısı, boşanan eşin “kusur” derecesi, evliliğin süresi, kadının yaşı ve gelir seviyesi olmak üzere beş kriter nafaka hesaplamasında göz önünde

8 Ağustos 2019

bulundurulacak. Ayrıca, kadının boşanmadaki kusurunun yüzde 50’nin üzerinde olması durumunda mahkeme, nafaka verilmemesi yönünde karar alabilecek. Peki buna konunun tarafları ne diyor? MHP’DEN KADINLARA ASGARI ÜCRET DÜZEYINDE MAAŞ Yargı Reformu Strateji Belgesi’ni tanıtırken konuya değinen Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, “Süresiz nafaka adil değil, hakkaniyet ve adalet içerisinde düzenlenmesi gerekir” dedi. Bunun üzerine MHP nafaka sürelerini kısaltmayı öngören bir yasa teklifi hazırladı.Yasa teklifinde imzası bulunan MHP Kahramanmaraş Milletvekili Sefer Aycan 24 Saat’e konuştu. Aycan, bu düzenlemenin kısa süre evli kalmasına rağmen süresiz nafaka ödeyen eski eşlerin şikayetleri doğrultusunda


2019 / Sayı 4

şekillendiğini söyledi. “Diğer ülkelerde böyle süresiz nafaka yok. Süreli nafaka var bazı ülkelerde. Bir de İslam hukuku açısından baktık olaya. İslam hukukunda süresiz nafaka yok” diyen Aycan, toplumsal bir uzlaşı sonunda teklifi meclise sunacaklarını belirtti. Meclise sunmaya hazırlandıkları teklifin iki bölümden oluştuğunu ifade eden Aycan şunları söyledi: “Birincisi evlilik süresine paralel olarak eski eşten nafaka alsın diyoruz. İkincisi de bir Aile Destek Fonu kurulmasını, bunun yapısı ve oluşumunu ele aldık. Eğer kadının beş yılın sonunda hâlâ geliri yoksa işi yoksa ve hakikaten mağdursa bu kişilere de devlet tarafından maaş bağlanmasını öneriyoruz. Aralarında artık bir hukuk olmayan, eski kocası olan bir kişiden para almak zorunda kalmasın. Devlet bunu himaye etsin, maaş versin diye, aile destek fonu kurulsun Aile Bakanlığı bünyesinde ve buradan maaş verilsin. Bu maaşın da asgari ücret düzeyinde olmasını öngörüyoruz.” KOCALARA SGK BENZETMESI Aycan düzenlemenin bu haliyle kalmasını isteyen kadınların eski eşlerine “Benim sosyal güvenlik kurumum olsunlar, ömür boyu bana baksınlar” demiş olduklarını savunarak, bunun adil olmadığını ve anayasaya aykırı olduğunu söyledi. “NAFAKA IÇIN YOKSULLUK TANIMINI DEĞIŞTIRMEK ISTIYORLAR” Süreli nafaka düzenlemesine karşı çıkan Eşitsiz İzleme Kadın Grubu’ndan Avukat Hülya Gülbahar ise düzenlemede geçen yoksulluk kavramına dikkat çekti. Gülbahar yaşanılan süreci şu şekilde değerlendirdi: “Nafaka konusu, Boşanmış Babalar Platformu olarak başlayan ve sonra Süresiz Nafaka Mağdurları olarak devam eden kadın hakları karşıtı hareketin koçbaşı olarak kullandığı bir konu. Sadece yoksulluk nafakasının süreye bağlı olmasını talep etmiyorlar, istekleri çok geniş. Yargıtay’ın yaptığı ‘yoksulluk’ tanımının da kaldırılmasını istiyorlar ki orada şunu diyor ve Anayasa’nın 55.

maddesi ve 17/1 maddesine dayandırılan bu tanıma göre yoksulluk ‘yeme, içme, barınma, sağlık gibi giderlerin yanı sıra aynı zamanda kültürel ihtiyaçların da giderilememesi halidir’. Kadın cinsini erkek cinsine doğduğu andan öldüğü ana kadar hatta öldüğünde bile zira o soğuma anında bir veda seksi de var bir paket halinde hizmet ve itaat etme zorunluluğu getiren bir sistem yaratılmaya çalışılıyor. Çin’den Kutuplara kadar kadınlar da buna direnmeye çalışıyorlar. Türkiye’de de biz bu direnişin içerisindeyiz fakat artık bu mesele ders kitaplarına dahi girdi, ‘kocaya itaat ibadettir’, şeklindeki ifade ders kitaplarında yer alıyor.

Medeni Kanundaki haklar üzerinden kadınların ekonomik haklarına saldırılıyor, bunun başını da yoksulluk nafakası çekiyor

Kadın karşıtı hareketin de istediği bu. Kadınların erkeklere koşulsuz itaat etmesi ve ne ev içi emeğinin karşılığını alması ne de yoksulluk nafakasından yararlandırılması. Bu hizmet ve itaat kavramları Türkiye’de iki şekilde tartışılıyor. Kadının emeğine ve bedenine hükmetmek. Bu ikisini elinize alırsanız, kadının kimliğini de siz belirlemiş oluyorsunuz. O yüzden dünya feministlerinin ana sloganı ‘Emeğim, bedenim, kimliğim benimdir’ der.” “SIRADA GENÇ EVLILIKLERE, ÇOCUK ISTISMARCILARINA AF VAR “ Türkiye’de feminizmin bağımsız bir siyasi ve toplumsal hareket olarak güçlenip, kazanımlar elde etmesinin ardından bir dizi yasada, çok önemli değişiklikler yapıldığını hatırlatan Gülbahar,

bu kazanımların budanmak istendiğine dikkat çekti. Gülbahar, TBMM bünyesinde kurulan Boşanma Komisyonun raporunda 3 temel başlıkta değişiklik yapılmak istendiğini belirtti. Gülbahar bu konuya ilişkin şunları dile getirdi. “Medeni Kanundaki haklar üzerinden kadınların ekonomik haklarına saldırılıyor, bunun başını da yoksulluk nafakası çekiyor. Çünkü yoksulluk nafakasını kaldırdıkları zaman hemen arkasından gidilecek hikaye evlilik içerisinde edinilen malların eşit paylaşılması olacak. TCK üzerinden ise özellikle çocuklarla girilen cinsel ilişki yaşının tartışılmaya açılması ve genç evliliklerin önünün açılması, bunu yapanların cezaevinden kurtarılması tartışmaları yürüyor. Bu Boşanmış Babalar Platformu’nun talepleri arasında genç evlilere af getirilmesi de var. Şu anda Meclis gündeminde ikisi birden duruyor. Biz meclis açıldığı anda af tartışmaları ile beraber çocuk istismarcılarına af getirilmesi meselesini ve nafaka mağdurlarının talebi olan kadınların yoksulluk nafakasının süreye bağlanmasını tartışacağız. Cinsiyetçi bu sistem hem emeğe hem bedene sahip olmak istiyor.” Gülbahar süresiz nafakaya ilişkin tartışmalarda; çocuksuz evliliklerde 1, çocuklu evliliklerde 5 yıl ödeme, sürenin kanunla belirlenmesi ya da hakim görüşüne bırakılması ve işsizlik fonu oluşturulması gibi farklı görüş ayrılıklarının bulunduğunu belirterek, “Erkekler sosyal güvenlik kurumu değildir, sosyal devlet görevini yerine getirsin gibi argümanlar kullanıyorlar. Devlete bu konuda güvenemeyeceğimizi hep söylüyoruz. Çünkü siyasetçilerden birisi söylemişti, sosyal devlet anlayışını da abartmamak lazım nedir bu dul maaşı demişti. Yani ayda bir verilen 275 TL’lik dul maaşı bile çok görülüyor. Bu dul maaşı tartışmaları yapılırken kadın örgütleri olarak bu maaşın boşanan kadınlara da verilmesi gerektiğini belirttik. Dulluk sadece eş öldüğünde değil boşanmayla da olur diye. Ancak bu şekilde kadınları boşanmaya teşvik ederiz diyerek toptan reddettiler. Hani nafakayı devlet ödesin

17


2019 / Sayı 4

18

diyorlar ya işte biz bu tartışmayı dul maaşı sırasında yaptık. Ama devlet kapı duvar. Çünkü devlet zaten kadının boşanması kavramına karşı” diye aktardı. Gülbahar son olarak nafaka düzenlemesi konusunun partiler üstü olduğuna dikkat çekerek kendilerini zorlu bir mücadelenin beklediğini aktardı. KADEM’DEN 5 BAŞLIKLI ÇÖZÜM ÖNERISI Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) ise nafaka tartışmalarına ilişkin bir açıklama yayınlayarak çözüm önerilerini açıkladı: a. Aile Hukuku bağlamında arabuluculuk kurumu işletilmelidir: Aile içi şiddet kapsam dışı bırakılarak aile hukukundan doğan uyuşmazlıklarda öncelikle zorunlu arabuluculuk kurumu işletilmelidir. Zira boşanma sürecine girildiği andan itibaren, söz konusu durum taraflar ve müşterek çocuklar için çekilmez bir hal almaya başlamaktadır. Özellikle nafakaya ve tazminata hükmedilmesinin kusura endeksli olması nedeniyle taraflar öncelikle birbirlerinin özel hayatlarına müdahale etmekte, süreç bir savaşa dönüşmekte ve çok yıpratıcı olmaktadır. Bu sebeple bu alanda uygulamaya konulacak zorunlu arabuluculuk kurumu, tarafların, hem boşanmadan kaynaklanan haklarına daha kısa sürede kavuşmasını

hem de yıpratıcılığa engel olunmasını sağlayacaktır. b. Nafakanın toplu ödenmesi – maddi ve manevi tazminat: Boşanma davaları, tabiatı itibariyle taraflar arasındaki gerilim ve çekişmenin en yüksek olduğu ve duygusal anlamda en yıpratıcı noktaya ulaştığı davaların başında gelmektedir. Boşanma sürecinde, hem davanın hem de sonuçlarının olabilecek en kısa sürede sonuçlanıp bitmesini sağlayacak tedbirlerin gözetilmesinin uygun olacağı kanaatindeyiz. Bu meyanda nafaka borcunun zamana yayılarak taraflar arasındaki çekişmeyi sürdürmek yerine, maddi ve manevi tazminat, nafakanın topluca ödenmesi gibi yasada tanınan diğer imkânların daha sıklıkla uygulanması mümkündür. c. Yargıtay’ın içtihat değişikliği: Nafaka kararlarında, tarafların durumuna göre, süre tayin edilmesi mevcut kanunumuza göre mümkündür. Hâlihazırda süren nafaka tartışmalarını sonlandırmak için, Kanun’da değişiklik talebi yerine, Yargıtay’ın görüş değişikliği yapması için etkin bir kamuoyu oluşturmanın daha sağlıklı bir çözüm yolu olduğu kanaatindeyiz. Örnek davalar yoluyla bu hususta hukuki tazyik uygulanması mümkündür. d. Nafakanın azaltılması ya da kaldırılması: Türk Medeni Kanunu’nda açık cevaz olmasına

karşın uygulamada nafakanın azaltılması veya kaldırılması kararlarının çok zor verildiğini görmekteyiz. Oysa nafaka alacaklısının ihtiyacının azalması ya da ortadan kalkması halinde nafaka miktarında da buna uygun yeni düzenlemeler yapılmasının kolaylaştırılması gerektiği kanaatindeyiz. e. Evlilik süresine bağlı nafaka ödemesi: Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız üzere, bizce yasa değişikliğine ihtiyaç olmamakla birlikte, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin görüş değiştirmemesi halinde, nafaka ödeme süresiyle evlilik süresi arasında orantı kurulması da mümkündür. Nafaka alacaklısının ihtiyacı halinde, kısa süreli evliliklerde dahi, en az 2 yıl nafaka ödenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Nafaka alacaklısının ihtiyacının devam etmesi halinde ise en fazla evlilik süresi kadar süre boyunca nafaka ödenmesi kanunla düzenlenebilir. Burada şu şekilde bir tasnif yapmak mümkündür; 0-2 yıl arası süren evliliklerde, nafaka alacaklısının ihtiyacı varsa mutlak surette 2 yıl; 2 yıldan fazla süren evliliklerde ise nafaka alacaklısının ihtiyacı devam ettiği sürece en fazla evlilik süresi kadar nafaka ödenir. Örneğin, 10 yıl süren bir evlilikte nafaka alacaklısına en fazla 10 yıl nafaka ödenecektir.


2019 / Sayı 4

Türkiye’de sendikalaşma işlevini mi yitiriyor? 19

C

alışma hayatında yaşanan sendikasızlaşma emekçileri tedirgin ediyor. Çalışan işçilerin yüzde 90’ı sendikasız ve yüzde 93’ü toplu iş sözleşmesi kapsamında değil. OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alan Türkiye’de kadınların sendikalılık oranı erkeklere göre daha az. Memur sendikalarında ise bu durum hala siyasetin kontrolünde Çalışma hayatının öncelikli gündemi olan kıdem tazminatları tartışmasının taraflarından olan sendikalar tepkili. İşçilerin sendikasızlaştırılmasının altında, kıdem tazminatlarının gasp edilmek istendiği görüşünü savunan sendikalar, işverenlerin

çoğu zaman hukuk dışı, iş ahlakına ve çalışma barışına aykırı uygulamalarla sendikaların işyerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyledi. Bunun yanı sıra hazırlanan mevzuatlarda örgütlenmeyi zorlaştıran hükümler, boşluklar, yetersiz yaptırımlara dikkat çekiyor. Konuyu 24 Saat Gazetesi ile paylaşan sektör bileşenleri, Devrimci İşçi Sendikaları Araştırma grubu (DİSKAR) yayınladığı rapora dikkat çekti. Raporda, Türkiye’de memurlar haricinde 16 milyon 250 bin civarında işçi çalıştığı, ancak bunlardan sadece 1 milyon 800 bininin sendikalı olduğu bilgisi yer aldı.

9 Ağustos 2019

SENDIKALAŞMA ORANI YÜZDE 10 Raporda yer alan çarpıcı başlıklardan bir diğeri ise sendikalı olan geniş bir işçi kitlesinin toplu iş sözleşmesinden yararlanmayışı. DİSKAR araştırma grubu içinde yer alan Doç. Dr. Aziz Çelik bu çelişkiyi, “Bu konuda ülkemizde tuhaf bir durum var. Dünyada özellikle Avrupa ülkelerinde sendikalaşma oranı daha düşüktür. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı daha yüksektir. Bunun sebebi ise sendikaların yapmış olduğu toplu iş sözleşmelerinden sendikalı olmayan işçilerin de yararlanmasıdır. Bu durum

Haber Yazısı

Cengiz Aldemir / Ankara


2019 / Sayı 4

Türkiye’de ise tam tersidir. Sendikalaşma oranından daha düşük bir toplu sözleşme kapsamı ile karşı karşıyayız. Bakanlık sendikalaşma oranını yüzde 14 olarak açıklıyor ama gerçekte bu oran 10 ile 11 arasındadır. Aslında kayıt dışı işçilerin de bu orana katılması gerekiyor. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı da yüzde 7’ye kadar düşüyor” sözleriyle ortaya koydu.

“SENDIKASIZLAŞTIRMANIN BESLEDIĞI ÇALIŞMA HAYATI IŞÇILER IÇIN BIR CEHENNEM” İşçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıların giderek yoğunlaştığı bir dönemden geçtiğine vurgu yapan Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) eski Genel Başkanı ve CHP İzmir Milletvekili Kani Beko ise kuralsız, güvencesiz çalışmanın kural haline getirildiğine dikkat çekti.

20

Çelik, bu farkın nedenini Türkiye’de özellikle 2014 ve 15 yılları sonrasında kamuda taşeron çalışanların sendikalaşmasını kolaylaştıran düzenleme ile açıklayarak sözlerine şöyle devam etti: “Bu şirketlerde çalışan işçiler sendikalara üye oldular. Fakat bunların toplu iş sözleşmelerinin yapılması sürecinde büyük sorunlar çıktı ve yapılan sözleşmelerden yararlanamadılar. Sendikalı görünseler de toplu iş sözleşmelerinden faydalanamayan bir kesim de var. Sendikalaşmadaki gerçek oran ölçüsü için sendikanın üye sayısına değil, toplu iş sözleşmesine katılan işçi sayısına bakmak gerekir. Bu da Türkiye’de 16 milyon işçinin bir milyon 130 bini toplu iş sözleşmesi kapsamına giriyor demektir. Bunun dışındaki işçiler güvencesiz ve toplu iş sözleşmesiz bir biçimde çalıştırılıyor.”

KAMUDA SENDIKALAŞMA SIYASETIN KONTROLÜNDE Kamu çalışanlarının sendikalaşma oranının yüzde 67,4 iken kurum genelinde bu oranın yüzde 27,39 seviyelerine düştüğünü belirten Bağımsız Kamu Çalışanları Sendikası (BAKSEN) Genel Başkanı Tülin Yanmaz Özgen, kamu çalışanlarının sendikalaşmasında siyasetin etkin olduğunu vurguladı. Görüşlerini 24 Saat Gazetesi ile 24 Saat’e konuşan Beko konuya paylaşan Özgen, “Sendikaların siyasetten bağımsız olmaması ilişkin görüşlerini şu cümlelerle ve maalesef her sendikanın bir aktardı: siyasi parti adıyla anılıyor olması “Emek piyasalarındaki en kötü çalışma biçimlerinin yasal statüye çalışanların sendikalardan uzak kavuşturularak yaygınlaştırıldığı, durmasında en önemli etken işsizliğin gizlenmeye çalışıldığı bir olduğu tespit edilmiştir” dedi. süreçteyiz. Sendikasızlaştırmanın Örgütlenme özgürlüğünün beslediği çalışma hayatı işçiler yasalarla güvence altına alınmış açısından bir cehenneme olduğunu hatırlatan Özgen, dönüşmüş durumda. Dünyada uygulamaya bakıldığında ise iktidar en uzun çalışma sürelerinin, yanlısı bir sendikaya üye olmayan en az yıllık ücretli izin hakkının çalışanların mobbing altında olduğu ülkelerden biriyiz. İş olduğunu kaydetti. Özgen, “Devletin cinayetlerinde de üst sıralardaki en tepesindeki yöneticilerden tutun yerimizi koruyoruz. İş Kanunu’ndan da kurumlardaki en alt yöneticilere doğan haklarımızı bile kullanamaz kadar yandaş sendikaya üye olma haldeyiz. İşsizlik Fonu’nda biriken konusunda ciddi bir yönlendirme paralarımız, hükümetin ve yapılmaktadır. Yani sendika sermaye kesimlerinin çıkarları özgürlüğünün yandaş sendika ile için yağma ediliyor. Kıdem sınırlı olduğu ve çalışanların hala tazminatımız, sendikal iktidara yakın olmayan sendikalara haklarımız gasp edilmek üye olmaktan korktuğu acı isteniyor. Ne yazık ki ülkemizde sendikalaşma işlevini yitiriyor.” bir gerçektir” diye konuştu.


2019 / Sayı 4

Ekmeklerini denizden çıkarıyorlar Metehan Ud / Izmir

Yasaklandığı için diken üstünde çalışan kum midyesi işçileri sürekli olarak ceza yiyorlar ve tekneleri bağlanıyor. Başka bir iş bilmedikleri için mecbur olduklarını dile getiren kum midyesi işçileri çıkardıkları kum midyelerini bu işle uğraşan tüccarlara satıyorlar. Tüccarlar da kaçak yollarla yurt dışına çıkarıyorlar. İzmir Körfezi’nin kirlenmesinden kaynaklı kum midyelerinin sayısı da azalmış durumda. Kum midyesi iki şekilde çıkarılıyor. Deniz kıyısından kürek ve elek yardımı ile toplanırken tekneyle açılan kum midyesi işçileri de dalgıç elbiseleri ile dalarak çıkarıyorlar. Kum midyesi işçileri denizin altında uzun

10 Ağustos 2019

süre kalabilmek için teknede bulunan ayrı bir motorun hava bastığı hortumdan nefes almaya çalışıyorlar. Sabah dokuzda denize açılan işçiler akşam dörde, beşe kadar denizde kalıyorlar ve bunun büyük bir kısmını suyun içinde geçiriyorlar. BARAKALARDA YAŞIYORLAR İnciraltı’da milyonlarca liralık yapıların arasındaki boş arsalara kurdukları barakalarda yaşayan kum midyesi işçileri tamamı Güneydoğu illerinden geliyor. Yıllarca kum midyesi topladıkları halde bir defa yiyemeyen bu işçilerin tek derdi ailelerinin geçimlerini sağlayabilmek. Hemen hemen hepsi denizle kum midyesi çıkarmaya başlarken tanışmış.

Haber Yazısı

Z

engin sofralarının mezesi olan kum midyesini çıkararak ailelerinin ekmek parasını kazanan işçiler, denizle ilk kez çalışmaya başlarken tanışıyorlar. Barakalarda kalan kum midyesi işçileri uzun saatler soğuk suda kaldıkları için akciğer hastalıklarına yakalanıyorlar. Akivades ya da halk arasında bilinen ismiyle kum midyesi, başta Yunanistan, İtalya ve Fransa olmak üzere Akdeniz mutfağının en çok tercih edilen soslarının arasında yer alıyor. Ancak bu midyeyi çıkarmak kolay değil. Deniz işçileri, İzmir İnciraltı’nda saatlerce soğuk suyun altında kalarak, kum midyesi çıkarıyorlar.

21


2019 / Sayı 4

22  Kum midyelerinin çıkarma mevsimi ise suyun en soğuk olduğu eylül ile haziran ayları arasında. Denizden artakalan vakitlerini ise tahta, naylon ve brandalardan yaptıkları derme çatma çadırlarda geçiriyorlar. Uyumaktan, yemek yapmaya ve banyoya kadar bütün yaşamsal ihtiyaçlarını bu alanda gideriyorlar. Elektriğin ve suyun olmadığı bu çadırları, kışın kurdukları odun sobalarıyla ısıtmaya çalışıyorlar. ‘BIR GÜN SIGORTAM YOK’ 25 yılı aşkın süredir kum midyesi çıkaran Süleyman, çalışma şartlarının zorluklarını anlattı. Yaş ilerledikçe vücutlarının kaldırmadığını dile getiren Süleyman “Kaç sene daha bu mesleği yapabilirim bilmiyorum. Soğuk suda çalıştığımız için ileri derecede akciğer sorunu yaşıyorum, nefes almakta zorluk çekiyorum. Raporlara göre akciğerimde yüzde 50 oranında fonksiyon eksikliği var. Dalgıç elbiselerimiz bir işe yaramıyor. Yeni gelenler hariç hasta olmayanı bulamazsınız burada.

Tek bir sigortam yok, en büyük problemimizden biri de sosyal güvencemizin olmaması. Bu işe hayatımızı verdik. Ailem Bingöl’de. Yılın 8 ayı kadar buradayım. Diğer aylarda ise köydeki işlere yardımcı olabiliyorum. Köyde geçinebilmemiz mümkün olsaydı ya da başka bir iş bilseydim bu meslekle uğraşmazdım” dedi. ‘BIZIM EMEKLILIĞIMIZ ÖLÜNCE’ İşçilerden Veysi ise Diyarbakırlı ve yaklaşık 20 yıldır kum midyesi çıkarıyor. Günde 5 kilo kadar kum midyesi çıkardıklarını söyleyen Veysi, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Hava kötü, deniz dalgalı olunca bir kilo bile çıkaramıyoruz. Çoğu günler boş dönüyoruz. Önceden daha kolaydı, yasak geldikten sonra zorlaştı. Alıcılar fiyat kırdılar. Sahil güvenlik ekipleri gördüğü zaman ceza kesiyor. Denizi ilk kez 22 yaşında kum midyesi çıkarmaya geldiğimiz zaman gördüm. Bir arkadaşım böyle bir iş var dedi geldik. O akciğerinden dolayı erken yaşta yaşamını yitirdi. Bizim emekliliğimiz öldüğümüz zaman. Kazandığımız

paranın büyük bir kısmını memlekete gönderiyorum. Tek isteğim çocuklarımızın bizim gibi olmaması. Bizden zaten geçti…” ‘BIR YILDA 4 KEZ CEZA YEDIM’ İşçilerden Ramazan da son bir yıl içinde 4 defa ceza yediğini belirterek şunları söyledi “Sahil Güvenlikle köşe kapmaca oynuyoruz. Bildiğimiz başka bir iş yok. Karada ekmek yok bize. Köyde tarla ile uğraşıyoruz ama onda da para yok. Kimseye bir zararımız yok. 30 senedir bu İzmir’deyim, bir karakolda ismim yoktur. Biz hırsızlık yapmıyoruz. Gece de çalışamıyoruz. Biz denizin dibinden çıkartıyoruz ekmeğimizi. Sigortalı bir işte çalışsaydım emekli olmuştum şimdi. Üniversitede iki çocuğum var. Eve çıkmayıp bu barakalarda kalıyoruz ki çocuklarımız biraz daha rahat yaşasınlar. Çocuklarım işe başlayana kadar ben de çalışmayı sürdüreceğim.”


2019 / Sayı 4

“Şerife Bacının ayak izinde Atatürk ve Istiklal yolu” 1.Bölüm

Kayık ve kağnının mucizesi ile gelen kurtuluş

Kurtuluş Savaşımızın en zorlu günlerinde, Rusya’dan gönderilen cephaneler, düşman donanmasının Karadeniz kıyısında kontrol edemediği tek ilçe olan İnebolu açıklarına Çatana adı verilen balıkçı tekneleriyle getiriliyordu. Gece karanlığında İnebolu’ya özgü “Denk” adı verilen kayıklarla gemilere yanaşan bölgedeki kayıkçılar, cephaneyi hemen kıyıdaki Türk Ocağı binasına taşıyarak mahzene saklamaktaydı. Düşmanın Ankara kapısına dayandığı günlerdi. Savaş en şiddetli şekilde sürerken, bu cephanenin cephelere taşınması işini kadınlar ve yaşlı erkekler üstlenmişlerdi. Mühimmatın öncelikle İnebolu’dan

Kastamonu’ya ulaştırılması gerekiyordu. Dile kolay, kadınlar, 3 yıl boyunca İnebolu Kastamonu arasındaki 95 kilometrelik patikadan, kağnılarla ve sırtta askerlerimize destansı bir çabayla cephane taşıdılar. İşte o cefalı yol, bugün İstiklal yolu olarak anılıyor ve mermi taşırken donarak ölen şehitlerimizin anısına her yıl gönüllüler tarafından yürünüyor. KARINCA DIZILERI TOPLANIYOR Silahların İnebolu’ya geldiği duyulunca, istiklal yolu kendi kağnıları ile gelen çoluklu çocuklu, hatta bebekleri kundaklı kadınlar ile cepheye gidemeyen yaşlı erkeklerden oluşan kahramanlarla dolar. Bu görüntüye şahit olanlar, o günleri, “İnebolu-Kastamonu

15 Ağustos 2019

arasındaki karınca dizileri hiç durmadan çalıştı” diye anlatır. Bazı kadınlar, kağnıya koydukları malzemenin yanında, bir tanesini de “bunları erkeklerimiz düşmana atacak, vatan kurtulacak” diyerek omuzlarına da yüklerler. Şerife Bacı da o destansı kadınlardan birisidir. Kağnıya yüklediği cephanenin üzerini bir güzel örter. Diz boyu karda, hem de yağış altında yola koyulmadan önce, kundaktaki bebeğini de üzerini örttüğü cephanenin arasına yatırır. Şerife Bacı, 95 kilometrelik yolu bitirip Kastamonu kışlasına mühimmatı teslim etmeye geldiğinde soğuktan donmuş haldedir. Tüm çabalara rağmen kurtarılamaz ve orada şehit olur. Cephanenin

Dizi Yazısı

Besim Güçtenkorkmaz / Ankara

23


2019 / Sayı 4

yanına koyduğu çocuğu ise donmaktan son anda kurtarılır. DESTAN YAZAN KADINLAR Anlatılanlara göre, cephaneyi ıslanmaması için yorganla, kucağındaki bebeğini ise geriye kalan tek örtü olan peştamalla örten ve yarı çıplak ayakları ile bu yolda kışın mühimmat taşıyan çok sayıda destansı kadın vardır. Bu cennet vatan işte böyle kazanılır. Şimdi unutmaya yüz tuttuğumuz o milli mücadelenin arkasında, hiç unutmamamız gereken işte büyük acılar bulunuyor. Şerife Bacının ve diğer kahramanların anısına, o günlerin zor şartlarını yaşamak, değerlerini bir kez daha anlamak ve kahramanlıklarına şahit olmak için İnebolu-Kastamonu arasını, yaklaşık 300 kişi, 4 gün boyunca yürüdük. Geceleri, dağlarda kurduğumuz çadırlarda geceledik. İnebolu, Küre ve Seydiler Belediyeleri yemek ihtiyacımızı karşıladı. Gördük ki, Şerife bacıların kağnı

24

tekerleklerinin izinde, bugünün geniş olanakları ile yürümek de o kadar kolay değilmiş. ISTIKLAL YOLU İnebolu’daki Türk ocağı binasının mahzeninden aldıkları mühimmat ile yola çıkan kağnılar, sokaklardan sessizce geçer ve ilçenin yaslandığı sarp Küre dağlarındaki patikalara ulaşır. Yüksek bitki örtüsü cephane taşıyanların üzerini örter, onları görünmez yapar. Küre dağları kısa sürede 2 bin metrelere yükselirken, kağnılar, bizim de yürüdüğümüz 950 metredeki Çulha geçidinden dağın arkasına geçer. Yamaçların arkası daha da güvenlidir ama dağlar zorludur. Karda, kışta, yağmurda sık orman yapısı ile Küre Dağları, karınca gibi mermi taşıyanlarla dolar. Çulha geçidinden bir gün yürüyünce, Bakır Madeni ocakları ile bilinen Küre ilçesi gelinir. Küre’nin az ilerisinde Bülent Ecevit’e soyadını veren Ecevit köyü ve Ecevit Han vardır. 60 kilometre sonra

Seydiler kasabası karşılar sizi. Kastamonu’ya mühimmatı teslim etmeye geldiğinizde, İnebolu’dan ayrılalı 95 kilometre olmuştur. ŞERIFE BACI Dağların üzerinden geçen 95 kilometrelik bu kahramanlık yolunda, cephane taşırken donarak ölen Şerife Bacı’yı ve diğer tüm kahramanları her adımda saygıyla andık. Kahraman kayıkçıları ve kadınları ile kurtuluş savaşımızın kazanılmasında önemli rol oynayan İnebolu’nun, istiklal madalyası ile onurlandırılan tek ilçemiz olduğunu öğrendik. Seydiler ilçesinde, Şerife bacı için yaptırılan görkemli anıt mezar önünde saygı duruşunda bulunduk. İlçe merkezinde de adının yaşatıldığı, müze olarak kullanılan konakta bir bardak su içip serinledik. Vatan uğruna yapılan kahramanlığın değerini, o günleri yaşayarak, çok daha iyi anladık.


2019 / Sayı 4

25


2019 / Sayı 4

“Şerife Bacının ayak izinde Atatürk ve Istiklal yolu” 2.Bölüm

26

Bülent Ecevit’e soyadını veren destansı han Besim Güçtenkorkmaz / Ankara

Dizi Yazısı

M

illi mücadele yıllarında ülkemizi ele geçirmek isteyen düşman birliklerinin en stratejik hamlelerinden birisi, Ankara ile İstanbul arasındaki karayolu ulaşımını kesmek oldu. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçerken, denizyolunu kullanması da bu yüzdendi. Ayrıca, İstanbul’dan kaçırılan cephanenin Ankara üzerinden cepheye ulaştırılması için de o yıllarda karayolu çok tehlikeliydi. Cephaneler denizyolu ile İnebolu limanına getirilmekte ve donarak ölen Şerife Bacı gibi çıplak ayaklı kadın ve yaşlıların kullandıkları kağnılarla

Anadolu’ya aktarılıyordu. Mustafa Kemal savaşı yönetirken, işte bu yüzden “Gözüm cephede, kulağım İnebolu’da” demişti. İnebolu-Kastamonu hattı, milli mücadelenin en önemli yolu haline gelmişti. Kağnısıyla cephane taşırken donarak ölen şerife Bacı anısına benim de 4 günde yürüdüğüm yol, o yılların şartlarında, kağnılarla çok daha uzun sürede aşılmaktaydı. Yıllar boyunca Ankara ve havalisinin tiftiğinin İnebolu limanına taşındığı şose yol, Kurtuluş savaşı ile birlikte, en stratejik yol haline geldi. Tiftik yolunun hanları ise önem kazandı. Bu hanlardan birisi de İnebolu ile Kastamonu’nun hemen hemen tam ortasında, Küre dağları

16 Ağustos 2019

içerisinde yer alan Ecevit Handı. BÜLENT ECEVIT’E SOYADINI VEREN HAN Arkeolog Murat Karasalihoğlu’nun araştırmasına göre, “Hanlar bölgesi” de denilen, bir kaç hanın bulunduğu, Ecevit bölgesindeki en yapılı hanlardan birisi Ecevit Han’dı. Bu han, bir dönem sarayda da çalışan “Kel İsmail” lakaplı İsmail ağa tarafından işletiliyordu. İsmail Ağa, saray kültürü almış, temizliğe önem veren bir han sahibiydi ve konuklarına yapımını sarayda öğrendiği bir çorbayı “Ecevit çorbası” adı altında ikram etmekteydi. Çorbası da han kadar tanınmıştı.


2019 / Sayı 4

SOYADI NASIL ECEVIT OLDU? Görev yeri Kastamonu olan Bülent Ecevit’in babası Dr. Fahri Bey, sık sık bölgedeki köylere gitmekte ve hastaları ile ilgilenmekteydi. İhsan beyle birlikte yaptıkları bu seyahatlerden birisinde Ecevit handa, lezzeti oldukça yaygınlaşan Ecevit çorbasından içmek için mola vermişlerdi. Henüz soyadı kanunu çıkmamıştı ama bu konu gündemdeydi. Sohbette soyadı konusu açılınca, İhsan Bey,

Bülent Ecevit’in babasına, “siz burayı çok seviyorsunuz. Sizin soyadınız da uygun bulursanız Ecevit olsun” der. Dr. Fahri Bey, bu öneriyi dikkate alır ve soyadı kanunun çıkması ile birlikte “Ecevit” soyadını kütüğüne İşletir. Bülent Ecevit de bir Kastamonu ziyaretinde, yörenin adını soyadı olarak aldıklarını, soyadlarının yöreye verilmesi gibi bir durum olmadığını söyleyerek, bu konuya açıklık getirir.

ATATÜRK’Ü DE AĞIRLADI Atatürk, İstiklal yolunda cephane taşıyarak Kurtuluş savaşının kazanılmasında büyük fedakarlık gösterenlerle tanışmak için 25 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu-İnebolu seyahatini yaparken, Ecevit Han’a da uğrar ve meşhur çorbasını içer. Ayrılırken de, “Ben ülkenin her yerini gezdim. Ama buraları bilmiyordum. Halkımızın candan kabulleri, gönlümü inşirah içinde bırakıyor” der.

27


2019 / Sayı 4

ECEVIT HANDAN GEÇEN ÜNLÜLER Ecevit Han’dan Kurtuluş savaşı döneminde birçok ünlü geçer. İstiklal yolunu kullanan ve Ecevit Han’da konaklayan ünlü yazarlar arasında, Nazım Hikmet, Mehmet Akif Ersoy, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Emin Yalman, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Tunalı Hilmi, Mustafa Necati, Peyami Sefa, Mahmut Esat Karakurt gibi yazarların yanı sıra, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Rafet Bele gibi paşalar da yer alır. Mahmut Esat Karakurt, “Allahaısmarladık” adlı romanında, Ecevit Han’da bir Türk subay ile İngiliz nişanlısı arasında yaşanan bir aşkı anlatır. Yakup Kadri, İstiklal yolunda yaşananları ve Ecevit Han’ı gazetede yazdığı dizi yazıda anlatır. Nazım Hikmet ise, İnebolu’dan günlerce yürüyerek

28

geldiği Ecevit Han’da bir şiir yazar. O şiirin bir bölümü ise şöyledir: İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu Öyle yükselmişiz ki sahilde İnebolu İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı Minareler çizgi camiler nokta kaldı Görüyorduk uzaktan dereye inen yolu Sağ yanımda bir çayır, solda çam ağaçları O kadar yakın ki dağların yamaçları Dereye düşen bahar bir daha çıkamamış VEHBI KOÇ DA KONAKLADI Ecevit Han’da konaklayanlardan birisi de merhum Vehbi Koç’tur. Vehbi Koç kitap haline getirilen

hatıralarında Ankara ile İstanbul arasında ticaret yolları kapanınca, elindeki malzemeleri İnebolu üzerinden İstanbul’a ulaştırmak ister ve bu amaçla, 1921 yılında Kastamonu-İnebolu arasındaki İstiklal yolunu görmeye gelir. Konaklamayı da Ecevit Han’da yapar. İçtiği ilk çorbanın tadını unutamaz ve 1985 yılında yine aynı Han’a gelerek doktor nezaretinde iki tabak daha içer. ECEVIT HAN HALA AÇIK Kurtuluş savaşında önemli bir karakterlerinden birisi olan Ecevit Han, Kastamonu Valiliği tarafından aslına uyulmaya çalışılarak ayağa kaldırıldı ve kullanıma açıldı. Ecevit Han, konuklarını tarihin derinliklerinde kalan anılarıyla ve Ecevit çorbası ile İstiklal yolunda ağırlamaya bugün de devam ediyor.


2019 / Sayı 4

Hacivat ile Karagöz yaşıyor! 29

Türk kültürünün en önemli figürlerinden Hacivat ile Karagöz, 21.Yüzyıl’da Hayali adı verilen Karagöz sanatçılarının perdesinde yaşamını sürdürüyor. Hacivat ve Karagöz’ün yaşıyor olması bir taraftan içimizi rahatlatırken dünya çapındaki geleneğimize yurtdışındaki örnekleri kadar değer veriliyor mu sorusu kafaları kurcalıyor Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa’dan çıkıp Anadolu’nun kültür mirasları arasında yerini alan Hacivat ile Karagöz, bugün halen perdelerde vücut buluyor. Buna rağmen tam anlamıyla “gölgede kalan” geleneğimiz Bursa başta olmak üzere Türkiye’deki sanatçıların emeğinin yanı sıra halkın da desteğine ihtiyaç duyuyor. Geleneksel Türk Tiyatrosu Karagöz, Orta Oyunu, Köy Seyirlik Oyunları, Meddah

üzerine kuruludur. Bu nedenle çocuklar kadar, yetişkinleri de ilgilendiren bir sanattır Karagöz. Zira, Karagöz’ün bir felsefesi vardır. Ustaları der ki: “Karagöz perdesi dünyaya benzer Arkada yanan ışık ruha benzer Oynayan Karagöz ve Hacivat da insana benzer Arkada ışık yandığı zaman insanlar dünyada hayat bulur Eğer ışığa üflediğinizde ruh giderse tasvirler de, insanlar da dünya da ölür Ve perde kararır” 14. yüzyılda Karagöz ve Hacivat, perdede bir gölge oyunu olarak Şeyh Küşteri tarafından canlandırılmış, böylece bu iki isim gölge oyununun en önemli simgeleri olarak ünlenmişti. Asırlar önce Bursa’da doğup dünyaya yayılan Karagöz oyunu, 2009 yılında UNESCO Somut

19 Ağustos 2019

Olmayan Kültürel Miraslar listesine alındı. 700 yıl öncesinden bugüne adını yaşatmayı başaran Karagöz oyunu, Türkiye’nin farklı yerlerinde halen izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. Karagöz oynatıcısı, Karagöz ustası ya da Karagöz sanatçısı… Aslında gerçek isimleri “Hayali”… Karagöz ile ilgili hayal kurup, bunu yazıya dökerek oyunlar hazırladıkları için onlara “Hayali” deniliyor. Hayali Osman Ezgi de bu sanatçılardan biri. 31 yaşındaki Hayali Ezgi, Bursa’nın en genç Karagöz sanatçısı. Profesyonel olarak Karagöz oynatıcılığı yapan, 21. yüzyılda bunu meslek olarak seçip ekmek parasını kazanan Hayali Osman Ezgi, Karagöz ile bundan 12 yıl önce tanışmış. Aslında tiyatro oyuncusu olmayı hedefleyen Ezgi, ustası Nevzat Çifçi tarafından yeteneği keşfedilerek Karagöz

Haber Yazısı

Dilek Atlı / Bursa


2019 / Sayı 4

30

Oyunları’na teşvik edilmiş. O günden sonra da Karagöz, Ezgi için adeta bir tutku haline gelmiş. “Yıl 2019 ve biz Hayaliyiz” diyerek sözlerine başlıyor Ezgi. Nasıl hayali olunacağını da şu sözlerle anlatıyor: “Ustalarımızın çoğu 40 ila 60 yaşlarındadır. Çünkü usta-çırak ilişkisi ile yaşamını sürdüren bu meslek, ilerleyen yaşlarda altın çağınızı yaşamanızı sağlar. Üniversitelerde okutulan bir bölümü yok. Çalışmalar yapılıyor, belki bir süre sonra gerçek olur. Dernek çatıları altında Hayaliler toplanıyor. Uluslararası Gölge ve Kukla Oyunları Birliği (UNİMA), benim üyesi olduğum bir dernek. Karagöz, usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir meslek olarak vakti geldiğinde ustanın çırağına peştamal bağlamasıyla başlar. Bu da, çırağın ustasının da yer aldığı Hayalilerden oluşan bir kurulun karşısına geçerek oyununu sergilemesi ve gereken onayı kuruldan almasıyla gerçekleşir. Orta Oyunu’nda da “kavuk geleneği” vardır örneğin. Karagöz Oyunu’ndaki ustalıkta ise peştemal kuşanılır.” Türkiye’nin birçok yerinde Karagöz oynatıcıları olduğunu belirten Hayali Ezgi, meslektaşları arasındaki iletişim eksikliğini vurgulayarak, Hayalilerin rekabet nedeniyle sadece festivallerde

bir araya geldiklerini söylüyor ve ekliyor: “Karagöz’ü en iyi kim oynatıyor sorusunun bir yanıtı yok. Bunu en iyi halk belirleyebilir. Eğer izleyici sizi beğeniyorsa, iyi bir ustasınız demektir. Fakat, ustalar birbirini eleştirmekten öteye geçemiyor.” Genç Karagözcülerin yeniliğe açık olduklarını ve yeni metinler denemekten korkmadıklarını ifade eden Hayali Osman Ezgi, sözlerine şöyle devam ediyor: “Genel olarak oyunları ikiye ayırıyoruz. Bunlar, Kar-i Kadim dediğimiz gelenekçi metinler ile Nev-i İcat dediğimiz yeni yazılmış metinlerdir. Yeni kuşak, yeni metinlere güncel konuları ve günlük dili eklerken olgun ustalarımız eski dilin kullanıldığı gelenekçi metinler kaleme alırlar. Eski oyunların tabii ki devam etmeli. Ama ağır bir dil, günümüzde seyirci ile bağın kurulamamasına neden oluyor. En büyük yenilik metin üzerinde yapılıyor. Zira bir usta, metni kendi yazar, oyunda kullanılan “tasvir” adını verdiğimiz figürleri kendi tasarlar ve yapar. Deriden yapılan bu tasvirleri, yani tüm karakterleri perde arkasında seslendiriyoruz. Elektrik bu topraklara gelmeden önce kandil ve mumla aydınlatılan perde, saz ekibinin icra ettiği müzikle seslendirilirken günümüzde aydınlatma ve ses

sistemleri kullanılıyor. Yani teknolojiye uyum sağlanıyor. Bu uyum, genç Hayaliler tarafından metinlere de aktarılıyor. Bu da Karagöz sanatının ölmemesine, günümüzde halen varlığını sürdürmesine katkı sağlıyor. Olgun ustalarsa metin de eskiyi savunmaya devam ediyor. Oysa mizah dili bile iki yılda bir değişiyor.” Hayali Ezgi, okullardan belediyelere, festivallerden özel gösterimlere kadar her davete katıldıklarını söylüyor: “Karagöz metinleri doğaçlamaya açık metinlerdir. Çocuk ya da yetişkinlere özel olarak oynanırlar. Mekan, zaman ve güncelin etkisi altındadır oyun. Bir de garantili espriler vardır ki eğer kimsenin gülmediği oyunlar varsa bunlar devreye sokulur ve illa ki izleyicilerden alkış ya da kahkaha alır. Bu bakımdan nitelikli Karagözcülerin yetiştirilmesi önemlidir. Çünkü Karagöz oyunu çok popülerleşirse kalitesinin düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Karagöz, her zaman gününün problemlerini yansıtır. Günümüz problemlerine baktığınızda ekonomik sıkıntı, işsizlik, çevre kirliliği, küresel savaşlar… Bunları her zaman oyunlarda görebiliyorsunuz. Eskiden Karagöz oyunları,


2019 / Sayı 4

Anadolu’da gazetelerin ulaşamadığı ücra yerlerdeki insanların haber alma aracıymış. Karagöz ustası, her yeri gezdiği için topladığı tüm haberleri oyununu sergilediği halka mizah ve kurgu ile aktarırmış. Yani, Karagöz’ün bir haberci özelliği de varmış. Bizim bu yüzyıldaki derdimizde izleyenlerin dersler çıkarabileceği, farkındalık sağlayabilecekleri konulara değinmek. Bu nedenle nitelikli ustalara çok fazla şey düşüyor.” “KARAGÖZ’Ü ÇOCUK OYUNU SANIYORLAR” Merkezi Fransa’nın Charleville Mezieres kentinde bulunan Uluslararası Gölge ve Kukla Oyunları Birliği’nin (UNİMA) Bursa Şube Başkanı ve Karagöz Sanatçısı R.Şinasi Çelikkol, yaklaşık 35 yıldır Karagöz Oyunu’nun yaşatılması ve gelişmesi için çabalıyor. Bursa Kapalı Çarşısı’nın içinde bulunan Aynalı Çarşı’daki antikacı dükkanı, Karagöz figürlerinin satıldığı, Karagöz perdesinin bulunduğu, zaman zaman Karagöz gösterilerinin yapıldığı tarihi bir mekan olarak dikkati çekiyor. Karagöz sanatına verdiği emeklerden yola çıkarak bir değerlendirmede bulunan Çelikkol, bir halk oyunu olan Karagöz’ün

halk tarafından derinlemesine tanınmadığını söyledi. Çelikkol, “Karagöz’ü çocuk oyunu sanıyorlar. Hayır, Karagöz bir çocuk oyunu değil. Çocuklar için kaleme alınmış oyunlar da var elbette ama Karagöz, geleneksek Türk Tiyatrosu’nun bir parçası olan, yetişkinlere yönelik bir oyundur. Herkese hitap eder” dedi. Karagöz’ü geleneksel yöntemlerle oynatılmazsa yozlaşacağını belirten Çelikkol, şunları söylüyor: “Karagöz, yok olmaya yüz tutmuş bir sanat olmasa da dejenere olmaya açık. Hiç peştamal bağlamamış kişiler bile Karagöz oynatıyor. Çin’de, Endonezya’da, Hindistan’da, Kamboçya’da, Tayland’da bu tür oyunlar geleneksel olarak oynatıyor. Endonezya’da 4 ila 6 saat süren oyunlar var örneğin. Bizde ise yetişkinler için 1 saat, çocuklar için 20 dakika sürüyor Karagöz oyunu. Karagöz geleneğini yaşatmak için 1984 yılından beri çaba sarf ediyoruz. 1993’te Karagöz Festivali düzenledik. Bunu uluslararası platforma taşıdık. Karagöz Evi’ni açtık. Siyaset herşeye sahip çıkmaya çalıştığı için şimdi de halk, belediyelerin Karagöz’e sahip çıkacağını düşünüyor. Elbette belediyeler sanata destek versinler ama her sanatı erbabına

bırakarak, mesleğe yönelik derneklerin önünü açarak destek vermek daha doğru olacaktır.” “1990’LI YILLARA NAZARAN GERIYE GIDIYOR” Uluslararası Gölge ve Kukla Oyunları Birliği (UNİMA) Merkez ve Bursa Şubesi üyesi, turizmci Uğur Çelikkol, babası Karagöz Sanatçısı R.Şinasi Çelikkol’un Bursa Aynalı Çarşı’daki antika dükkanında Karagöz figürleri yapıp satarak mesleğe başladığını belirterek, 1980’li yıllardan günümüze kadar Karagöz sanatının macerasına tanıklık ettiğini belirtti. 1970’li yılların sonunda Türkiye’de neredeyse hiç Karagöz sanatçısı kalmadığını ifade eden Uğur Çelikkol, Karagöz’ün Bursa’daki serüvenini şöyle anlatıyor: “Babam, Orhan Kurt, Tuncay Tanboğa, Metin Özden, Tacettin Diker gibi Türkiye’nin en iyi Karagözcüleri ile Aynalı Çarşı’daki dükkanımız nedeniyle sürekli iletişim halindeydi. Onların yaptığı figürleri dükkanda yabancı turistlere satıyordu. Bursa’da Karagöz oyunun olmaması babamı son derece üzüyordu. Bu nedenle, Bursa’da Karagöz oyunları düzenlemeye başladı. 1984 yılından itibaren Kapalı Çarşı’ya bağlı Aynalı Çarşı’da, turistlerin

31


2019 / Sayı 4

kaldığı otellerde Karagöz günleri düzenlenmeye başladı. Hatta bizim dükkanda bile Karagöz perdesi kurarak Karagöz gösterileri yapıyorduk. Babam daha sonra Karagöz sanatçısı oldu. Derken 1993 yılında Türkiye’de var olan Karagöz sanatçılarını bir araya getirmek için festival düzenledik. Bu festivali ertesi yıl uluslararası platforma taşıyıp dünyadaki kukla ve gölge oynatıcılarıyla bir araya geldik. Bursa Kültür Sanat Turizm Vakfı (BKSTV), ardında da iki yılda bir düzenlemek üzere Bursa Büyükşehir Belediyesi bu görevi üstlendi. Şu anda süregelen Karagöz Festivali bizim emeklerimize dayanır özetle.” UNİMA gibi dünya çapında destek veren bir derneğin Türkiye’de işlevselliğinin az olduğunu, bunun nedeninin de dernek üyelerinin maddi ve manevi özveriden kaçınmasından kaynaklandığını sözlerine ekleyen Uğur Çelikkol, “Bir dönem

32

yurtdışından Karagöz gösterileri ile ilgili o kadar çok davet alıyorduk ki neredeyse yetişemiyorduk. Dünya insanlarıyla buluşuyor, fuarlara katılıyorduk. 1990’lı yıllar böyle geçti. Bugün ise birkaç kişinin özverisiyle yaşamını sürdürüyor Karagöz. Karagöz’e ilginin günümüzde 1990’lı yıllara nazaran geriye gittiğine inanıyorum. Diğer taraftan, yerel yönetimlerin eline de bakar hale getirildi. Böyle olunca elbette kişisel çatışmalardan ve hırslardan kaynaklanan sorunlar Karagöz sanatını da olumsuz etkiledi. Karagöz Müzesi kurmak için önayak olan Karagöz sanatçısı babam R. Şinasi Çelikkol’a haksızlık yapıldığını, hak ettiği değerin verilmediğini düşünüyorum.” HACIVAT KARAGÖZ ANITINA ILGI AZALDI Bursa’nın eski semtlerinden Çekirge’de yer alan Hacivat Karagöz Anıtı, 1982’de inşa edildi.

Anıtı o günden beri yerli yabancı turistler ziyaret etmeye devam etse de son yıllarda ziyaretçi sayısındaki düşüş dikkati çekiyor. Anıt, Bursa’da Orhan Camii’nin yapımı sırasında çalışan ve nükteli sohbetleriyle işçileri cami yapımından alıkoydukları gerekçesiyle Sultan Orhan tarafından öldürülmeleri emredilen Karagöz’ün ve onun ardından ölen Hacivat’ın anısını yaşatmak için yaptırıldı. Anıtın arka tarafında Hacivat, Karagöz ve gölge oynatıcısı Şeyh Küşteri’nin mezarları sembolik olarak bulunuyor. Karagöz’ün mezar taşı ise günümüzde Bursa’nın Yeşil semtinde yer alan Türk İslam Eserleri Müzesi’nde sergileniyor. Anıtın karşısında yer alan Karagöz Müzesi’nde ise Karagöz sanatçıcı R.Şinasi Çelikkol’un koleksiyonunun bir bölümü, farklı sanatçılara ait kuklalar ziyaretçilerini bekliyor.


2019 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

33


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.