9. Köy 2019 - Sayı 2

Page 1

2019 / Sayı 2

1


2019 / Sayı 2

Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan

Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten

Veri Uzmanı Umut Irmaksever

Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan Destek Prog. Uzm. Merve Kambur Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak Editör Göksel Bozkurt

Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven Çevirmen Ozan Acar Araştırmacılar Dicle Ekmekçi Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal


2019 / Sayı 2

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 2

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 2

İçindekiler

Doğu Karadeniz’in gözdesi: Elevit Yaylası

6

Kaçkarların seyir terası: Gito Yaylası

9

Bir vatansızlık hikâyesi: Uygur Türklerinin acılı yaşamı

11

Asbest ölçümsüz yıkım, işçi ve halk sağlığını tehlikeye atıyor

14

Çocuk işçiliği ile mücadele kağıt üzerinde kaldı

17

İnternet medyası, yazılı basını bitirir mi?

19

Kadın cinayetleri neden durdurulamıyor?

21

Rahatsız ve mutsuz oluyorlar diye yaşama karışamayacak mıyız?

23

20 yıldır dışarı çıkamayan Sarıbıyık: En büyük hediye iki kelâm edebilmek

26

Engellilerin hayatın içine karışması bile ön yargıyı yıkıyor

28

İnsanlığın binlerce yıllık birikimi ‘Diller’ yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

30

5


2019 / Sayı 2

6

Doğu Karadeniz’in gözdesi: Elevit Yaylası Besim Güçtenkorkmaz / Ankara

Dizi Yazısı

M

asallardan çıkmış gibi büyüleyici ahşap yayla evleri ve modern konaklarıyla Kaçkar Dağları eteğindeki Elevit Yaylası, gözdesi haline geldi. Yaylanın girişinde sizi karşılayan tabelanın üzerinde şu yazıyor: “Rakım 1800, Nüfus: Belirsiz” Fırtına Deresi, kaynağına doğru ilerledikçe daha gür akar. 4 bin metre yükseklikteki Kaçkar Dağları’nda toplanan yağmur suları, çok kısa mesafede denizle buluştuğu için Fırtına Deresi’nin de debisi oldukça fazladır. Onu, diğer akarsulardan ayıran en büyük özelliği üzerinde Hidroelektrik Santrallere (HES) ve ona benzer yapı bulunmamasıdır. Dere

üzerinde yapılmak istenen HES’e karşı bölge halkının verdiği destan gibi mücadele hâlâ dilden dile anlatılır. İşte o Fırtına Deresi’nin yakınlarında yer alan muhteşem yaylalardan biridir, Elevit Yaylası. Bu yayla, bölgedeki Ermenilerin yaşadığı son yayla olarak da bilinir. Kafkaslar’a geçiş noktasında, yani İpek Yolu üzerinde bulunur. Bir ucunda Kafkaslar, diğer ucunda ise Bayburt’a uzanan dağdan yürüyüş yolu vardır. Elevit, yayla olarak tanınıp bilinmesine karşın, muhtarlığının bulunması nedeniyle aslında bir köydür. Yaylaköy olan yeni adı ise hemen hemen hiç kullanılmamaktadır. Masallardakine benzeyen

30 Mayıs 2019

büyüleyici, geleneksel, tipik ahşap yayla evleri ve modern villa tipi konakları ile Kaçkar Dağı eteğindeki Elevit Yaylası, turistlerin Doğu Karadeniz’deki uğrak noktası haline geldi. Yoğun ilgi çeken, 1800 metre yükseklikteki Elevit’in girişinde sizi karşılayan tabelanın üzerinde şu yazar: “Rakım 1800, Nüfus: Belirsiz”. Elevit’in nüfusu gerçekten de yaz ve kış aylarında büyük değişkenlik gösterir. Yaz aylarında, özellikle son yıllarda Elevit’e büyük bir turist akını yaşanıyor. Tabii bir de, çoğu büyük kentlere göçen eden bölge insanı da yaz aylarında 2-3 aylığına köylerine geri geliyor. Konaklama olanağı bulunan Elevit’te, diğer yaylaların aksine


2019 / Sayı 2

bir de bakkal mevcut. Bakkalın adı da oldukça ilginç: “Yok yok bakkalı”. Yöresel giysileriyle hizmet veren bir kadının alışveriş edenlere yardımcı olduğu bakkalda, tabelasında yazıldığı gibi hemen hemen her şeyi bulmak mümkün. Bakkalda bulabilecekleriniz arasında tedavülden kalkan birçok eski sigaranın koleksiyonu da, tahtadan yapılmış binlerce oyuncak da var. 80’lerden sonra yaşanan yangından sonra büyük bir yapılaşma sürecine giren Elevit, bölgedeki horonlarıyla ünlü en büyük eğlencelerin yapıldığı yayla olarak biliniyor. Bu yaylaya sadece horon oynamak için gelenler

oluyor. Her yıl Ağustos ayının 15’inden sonra yaylada başlayan eğlenceler ilgi çekiyor. Aslında bu eğlenceler, eskiden “ot biçme şenliği” olarak düzenlenirmiş ama şimdi yaylada “ot biçme” bitmiş, geriye eğlencesi kalmış. Elevit’te, “Horon”un süresini anlatmak için ilginç benzetmeler yapılıyor: “Gençler yorulana, evdeki yer tahtaları kırılana, sevdalıların attıkları türküler bitene dek horon sürer”. Elevit’in, “horon”u öyle iki kelime ile geçiştirilmeyecek kadar değerlidir ve profesyonellik gerektirir. Horon sırasında atma türkülere hemen cevap veremeyenler için, horon oyunu orada biter.

Evli, bekâr fark etmez, herkes kol kola girerek kardeşçe, dostluk içinde horon oynayabilir bu güzel yayla köyünde. Yemyeşil örtünün ortasında akan dere, renk renk, çeşit çeşit çiçekleri ve ahşap mimarideki evleri ile büyüleyen yayla, foto safari tutkunlarının ilgi gösterdiği bir yer. Yaylada, başta Yaban Keçisi olmak üzere Karadeniz’e özgü diğer yabani hayvanlar da bulunuyor. Elevit’ten, dağlık alandaki taşlı tozlu daracık tarihi İpek Yolu’nu takip ederseniz, yine bir dönem Ermenilerin yoğunlukta yaşadığı Trovit ve Palovit yaylalarına ulaşırsınız.

7


2019 / Sayı 2

8


2019 / Sayı 2

9

Kaçkarların seyir terası: Gito Yaylası

G

ito Yaylası, eşsiz doğasıyla adeta bir seyir terası. Altınızda kalan bembeyaz bulutların, yeşilin her tonundaki ormanla buluşmasıyla ortaya çıkan manzaranın keyfine doyum olmuyor. Doğu Karadeniz, her geçen yıl biraz daha ilgi çekip önemli bir turizm merkezi haline geliyor. Her ne kadar bölge, Arap turistlerin istilası altındaymış gibi gözükse de, çok sayıda gezgin ve yerli turistin akınına uğruyor. Öyle ki, Karadeniz, Norveç fiyortlarına benzeyen kıyısı ve muhteşem yaylaları ile farklı bir destinasyon (turizm sektörünün en önemli

bileşimlerinden biri, gidilecek yer) oluşturdu denilebilir. Yemyeşil bitki örtüsü ve maviserin havası ile yaz aylarında, özellikle çok sayıda Arap turistin akın ettiği Karadeniz yaylalarının büyük bölümüne, rahatına düşkün Araplar, asfalt yol olmadığı için henüz çıkamıyorlar. Yaylaların yerli sahipleri, tabii ki yolların bozuk olmasını hiç dert etmiyor. Hatta taşlı, tarla gibi yollarından memnun oldukları söylenebilir. Hayvancılıkla geçinen Karadeniz yaylacıları, çöplerini toplamayan, her yeri kirleten turistlerin istilasına kendilerini henüz hazır hissetmiyor. Turist akınının ardından, temiz,

31 Mayıs 2019

huzurlu ve sakin yaylalarının, Ayder veya Uzungöl gibi otel ve binalarla dolmasından korkuyorlar. Neredeyse tamamı bunu kesinlikle istemiyor. Yayla sahipleri, turizm furyasının farkında ve yaylalarını, içgüdüsel olarak kontrolsüz yabancı akınından korumak istiyor. Yerli turiste bir dereceye kadar izin verirken, henüz turizme açılmayan bu enfes yaylalara yabancı turistin çıkmamasından şimdilik memnun bile sayılır. Karadeniz’in belli bir yere kadar ancak arazi araçları ile gidilebilen, sonrasında ise yürüme gerektiren “bulutlara asılı” efsane yaylalarından birisi, Gito Yaylası.

Dizi Yazısı

Besim Güçtenkorkmaz / Ankara


2019 / Sayı 2

10

ÇİNÇİVA KÖPRÜSÜ Diğer birçok yaylaya olduğu gibi, Gito Yaylası’na da çıkmak için hareket noktası Rize’nin Çamlıhemşin İlçesi. Özellikle yaylaları, köyleri, doğal güzellikleri, tabiat ve bitki örtüsüyle Çamlıhemşin, bölgeyi görmek isteyen gezginler için bir çekim merkezi olmasının yanında, birçok otantik ve turistik değere sahip. Müze olabilecek güzellikteki evleri, ilginç kafeleri ve restoranları, yöresel yemekleri ile olağanüstü doğal güzellikleri ve farklı bir dokunun merkezi. Mıhlama, kara lahana dolması ve fırın sütlaç en revaçta olan yemekler arasında sayılabilir. Ancak, yemeklerin fiyatlarını sormadan sipariş vermemenizi öneririm. Rize’nin bu en sosyetik ilçesinde, zengin Arapların da bölgeye gelmesi ile bir öğle yemeği için, kişi başına 80-100 lira arasında hesap gelebiliyor. Çamlıhemşin merkeze 5-10 dakikalık mesafedeki Fırtına Deresi kenarında kurulan Çinçiva (Şenyuva) Köyü’nde, akarsuyun da sesini duyabileceğiniz otantik otellerde konaklamak mümkün. Elbette, bu ünlü dere üzerinde harika, kartpostallara konu olan1696’da yapılan tarihi taş köprü Çinçiva (Şenyuva) ile birlikte

başka köprüleri de görebilir, fotoğraf çektirmek için çok güzel manzaraları yakalayabilirsiniz. GİTO YAYLASI Çamlıhemşin’den Zil Kale (Kale-i zir, Aşağı Kale) yönünde, Çat Vadisi’ne doğru giderken, Karadeniz’in bakir yaylalarından biri olan Gito Yaylası’nın tahta tabelasını kolayca görebilirsiniz. Yol üzerindeki Zil Kale, bölgenin önemli kalelerinden birisi ve ne yazık ki, restore edildikten sonra, bütün özelliğini yitirmiş ve İngiliz şatolarına benzemiş. Keşke olduğu gibi bırakılsaydı. Bir saatlik zorlu bir orman yolundan geçildikten sonra ulaşılan Gito Yaylası, bulutların üstünde, adeta dünyada olmadığınız hissi yaşatıyor. 2 bin metrenin üzerindeki Gito, eşsiz manzarasıyla, aslında doğal bir seyir terası konumunda. Yaylaya girişte, son virajdaki düzlükte Hızır Dayı karşılar sizi ve yaylanın yol-yordamını anlatır. Konuşma sırasında mutlaka, “Burada kalın ama çöpünüzü de giderken götürün” der. Konaklayacakları önce baştan ayağa süzen Hızır Dayı, halini tavrını beğendiklerine, evlerden biraz daha uzaktaki kamp alanını gösterir. Bir süre önce çadır alanı olarak kullanılan

alana, yerel bir işletmeci tarafından yapılmak istenen kafeteryaya, Gito sakinlerinin büyük tepki gösterdiklerini hatırlıyorum. Dinlenmek, doğa yürüyüşü ve trekking yapmak, foto safariye katılmak, vadiye çöken sisi, yemyeşil doğası ve karlı dorukları için turizme yeni kazandırılmış noktalardan biri olan Gito Yaylası’nda konaklamak isteyenlere, iki otel hizmet veriyor. Uzun yıllardır hizmet veren Koçira Pansiyon’un yanına, geçtiğimiz senelerde Hozboncuk adlı dağ evi de eklenmiş. Koçira Pansiyon’un, insana uçma hissi veren salıncağı bayağı ünlenince, Hozboncuk Dağ Evi de benzerini yapmış. Gito Yaylası’nda çadırda kalıp, yaylanın müthiş manzarasında kamp kahvaltısı yapmak, zaman geçirmek ömre ömür katar nitelikte. Yalnız yaylanın marketi yok, bilesiniz. Araba ile yarım saat daha devam ederseniz, 2 bin 500 metredeki Ambarlı Yaylası’na ulaşabilirsiniz. Ambarlı Yaylası’ndan bir saat yürüme mesafesinde ise, Kaçkarlar’ın bahar aylarında bile buzul kaplı zirve göllerinden birisine çıkabilirsiniz.


2019 / Sayı 2

Bir vatansızlık hikâyesi: Uygur Türklerinin acılı yaşamı

S

incan Özerk Bölgesi’nde yaşayan Müslüman azınlık Uygur Türkleri, uzun yıllardır inanış ve ırkları nedeniyle Çin’in baskısı altında…Gözaltına alınma, “eğitim kampları” adı altındaki uygulamayla Çinlileştiriliyorlar. Baskı ve işkenceden kaçabilenler, Türkiye’deki yakınlarının yanına sığınıp kendilerine yeni bir yaşam kurma çabasında... En çok ailelerinden haberdar olup onlara kavuşmayı umut ediyor, Türkiye’nin Suriyelilere sahip çıktığı gibi kendilerine de sahip çıkmasını istiyorlar. Çin, yıllardır yürüttüğü sistematik hak ihlalleri ve asimile politikalarıyla Uygur Türklerini Çinlileştirme çalışmalarına

devam ediyor. “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” olarak adlandırılan Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türkleri, Çin’in tartışmalı uygulamaları, baskı ve zulmü ile karşı karşıya. Çin’in Uygur Türklerini Çinlileştirmek ve dini inançlarından uzaklaştırmak için uyguladığı baskıdan kaçabilenler, Mısır ya da Türkiye’yi tercih ediyor. Akrabalık bağları dolayısıyla en önemli sığınak ülkelerden biri Türkiye’ye gelen Uygur Türkleri, İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya, Tekirdağ ve Bursa’da hayata tutunmaya çalışıyorlar. Eğitim kamplarına alınma ya da gözaltında tutulma nedeniyle Sincan’da yaşayan aile üyelerinden haber alamayan Uygur Türklerinin çoğu, İstanbul’da daha çok

7 Haziran 2019

Sefaköy ve Zeytinburnu’nda kalıyorlar. Türkiye’de sağlık hizmetleri ve sigortalı çalışma gibi haklardan yararlanamayan Uygur Türkleri, Çin’de üniversite mezunu olup doktorluk, avukatlık gibi mesleklere sahip olsalar da Türkiye’de farklı işte çalışarak hayatlarını kazanmak durumunda kalıyorlar. Bu arada Uygurlu aileler, eğitim için çocuklarını devlet okullarına yerleştiriyor. Ailesinden koparılan ve ebeveynleri Çin’de kalan çocuklar, okulun yanı sıra Sefaköy’deki “Satuk Buğrahan Kız Kuran Kursu, Uygur Dili ve Medeniyeti Sınıfı”nda Kur’an kursuna gidiyor, dilleri ve kültürlerini yaşatmayı sürdürüyorlar. Türkiye’deki

Haber Yazısı

Dilek Atlı / İstanbul

11


2019 / Sayı 2

12

akrabaları ya da yakınlarının yanında kalan çoğu çocuk ve genç, haber alamadıkları ailelerinin hayatlarından endişe ediyor, yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarını tutamıyorlar. “Yok olmak” ya da “Çinlileşmek” arasında seçime zorlanan Uygur Türkleri, Müslüman ve Türk olduklarından 2017’den beri uygulamada olan eğitim kamplarında ötekileştirilerek inanışlarından vazgeçme ya da Çinli olmak için işkence görüyor, aileleriyle tehdit ediliyorlar. Sincan’da ibadet ettiği için gözaltına alınanların yanı sıra Uygur Türkü aydınlar da fikirleri nedeniyle soruşturma geçiriyorlar. “AİLELERİMİZDEN HABER ALAMIYORUZ…” Sefaköy’de yaşayan ve devlet lisesinde eğitim gören Şerafettin ve Mücahit adlı öğrenciler, Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan Bölgesi’nde sosyal medya platformları yasak olduğu için ailelerinden internet üzerinden haber alamadıklarını söylüyorlar. Anlatılanlara göre, Sincan’da yasaklı olan Facebook, Whatsapp, Wechat, Twitter gibi sosyal medya hesaplarından birini açmak bile, terörist muamelesi görerek gözaltına alınmak için bir neden. Aile üyelerinin eğitim kamplarında olduğunu ve hayatlarından haber alamadıklarını belirten Şerafettin ve Mücahit, ailelerini

tehlikeye atmamak için fotoğraf ve soyadlarını vermek istemeyip “Burada yaşayan bazı Uygur Türkleri, Çinli yetkililere istihbarat sağlıyorlar. Yani, babası, kardeşi, yakınları eğitim kampında olan kendi soydaşlarını burada takip ederek yaptıklarını, kimlerle konuştuklarını Çin hükümetine rapor ediyorlar. Bunun karşılığında ne alıyorlar, aileleri mi korunuyor bilmiyoruz” diye endişelerini dile getiriyorlar. Eğitimi sürdürdükleri lisede derslerinde başarılı olmayı hedefleyen Şerafettin ve Mücahit, bazı arkadaşlarının okuldan sonra bir işte çalışarak ailelerine destek olduklarını kaydediyorlar. Hayallerinin ilk önce ailelerinden haber almak sonra da okuyup doktor olmak olduğunu söyleyen Şerafettin ve Mücahit, yaşadıklarını şöyle özetliyorlar: “2016-2017’de geldik İstanbul’a. Burada yakınlarımız vardı. Bize yardımcı oldular. Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek ve bizi inancımızdan koparmak istiyorlardı. Köylerdeki zor işlere Uygur Türklerini işçi olarak gönderiyorlar. Okumak çok zordu yani. Üniversiteye giden gençleri ise ötekileştiriyorlar. Sivil halktan bazı Çinliler, askerler gibi Sincan’da yaşayıp Kur’an okuyan, başörtüsü takan, namaz kılan Uygur Türklerini dövüyorlar, hükümete şikâyet edip gözaltına aldırıyorlar. Aile

üyeleri gözaltına alınan, eğitim kamplarına gönderilen Uygur Türklerinin çocukları ise yakınları tarafından pasaport sağlanıp Çin’in dışına çıkarılamıyorsa yetiştirme yurtlarına gönderiliyor. Düşünün ki bir ailenin babası ve diğer erkekleri eğitim kampına gönderildiyse o aile ile birlikte yaşaması için bir Çinli erkek görevlendiriliyor. Anlatılanlara göre, birçok Uygurlu genç kız, yaşadıkları nedeniyle intihara teşebbüs ediyor ya da hayatına son veriyor. Bu nedenle aileler, çocuklarını bir an önce yakınlarının yaşadığı Müslüman ülkelere göndermek istiyor. Bize, Çin hükümetine yapılan baskılar sayesinde 2015’te pasaport verildi. Ancak, bu tarihten sonra Hacca gidenleri ya da Mısır ve Türkiye’ye ailelerini ziyarete gidenleri, ülkeye dönüşte, yani Çin’e girerken sınırda gözaltına alındı. Biz de Türkiye’ye o zaman aldığımız pasaportlarla geldik ama şimdi süresi bitecek. Bu pasaportlarla burada ne yapacağımızı bilmiyoruz. Türkiye’yi anne babamızdan dinliyorduk. Türk dizilerini izliyorduk. Adanalı, Kurtlar Vadisi izlediğimiz dizilerdi. Sonra Kurtlar Vadisi de yasaklandı. Sadece Müslümanlık değil Türklük de yasak kavramlardı. Bize Türk olduğumuzu unutturmak istiyorlardı, halen öyle.”


“BİZİ SURİYELİLERLE KARIŞTIRIYORLAR…” Sincan’daki ailesini korumak için ismini vermek istemeyen “Satuk Buğrahan Kız Kur’an Kursu, Uygur Dili Ve Medeniyeti Sınıfı” öğretmeni ise çok sayıda aile dramının yaşandığına değindi. Toprakları olan Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgalinden sonra Uygur Türklerinin mavi üzerine ay yıldızlı bayraklarından bile haberdar olmadıklarının altını çizen Uygurlu öğretmen, “Öyle bir baskı var ki bir millet bayraklarını taşıyamamış, gençler bayraklarını bile görmemiş. İbadetimizi deseniz, evlerde gizli ve korkarak yapıyorduk. Namaz kıldığı ya da Kur’an okuduğu için insanlar gözaltına alınıp eğitim kamplarına gönderilmeye devam ediyor. Biz burada, ailelerimiz orada, yediğimizden içtiğimizden anlamıyor, uyku uyuyamıyoruz” diye konuştu. Uygurlu öğretmen, yaşadıkları acıyı anlatmaya şu sözlerle devam etti: “Ana dilimizi konuşamıyor, dinimizin ibadetlerini yapamıyoruz. Kaçtık geldik Türkiye’ye. Çok teşekkür borçluyuz Türkiye devletine. Ancak yine de kendi memleketimizi, ailelerimizi, hayatımızı, düzenimizi arıyoruz. Burada çoğumuzun ailesi yok. Haber alamıyoruz.

Koptuk, parçalandık. Orada bir düzenimiz vardı. Şimdi her şey yıkıldı. Türkiye’de yaşama tutunmaya çalışıyoruz.

koparmak istiyorlardı

ilahiler söylüyorlar. Kimilerinin aileleri çalışma zorunda ve çocuklara bakacak kimseleri yok. Burada diğer çocuklarla birlikte oluyorlar. Aileler, Sefaköy ve Zeytinburnu’nda kendilerine yaşam alanları da kurmaya devam ediyorlar. Bakkal, lokanta açıyorlar. Doğu Türkistan Derneğimiz var. Böylece dayanışma doğuyor. Biz, Türkiye’den yaşadıklarımızı görmelerini, Suriyelilere sahip çıktıkları gibi bize de sahip çıkmalarını istiyoruz. En çok da ailelerimizden haber almayı, onlara kavuşmayı umut ediyoruz. Vatansızlık çok zor.”

Bizi Suriyelilerle karıştırıyorlar. Biz Türk’üz. Ayrıca, Suriyelilere sağlık sigortası veriliyor, bizim herhangi bir sağlık güvencemiz yok. Birimiz hasta olsa burada yaşayan Uygur Türkü bir doktor buluyoruz. O, bize bakıyor. Birbirimize yardımcı oluyoruz. Türkiye’de komşularımız çok iyi şükür ki. Dinimizi rahatça yaşayabiliyoruz. Ama ailelerimizin acısı kalbimizi yakıyor. Minicik çocuklar var. Buradaki sınıflarda onlara eğitimler veriyoruz. Kur’an okumayı öğreniyorlar,

EKONOMİK NEDENLER ÜLKELERİ SUSTURUYOR… Çin’in, Uygur Türklerini ayrımcılık ve radikalleşme ile suçlaması nedeniyle Çinlileşme uygulamalarını hayata geçirdiği belirtilse de Çin hükümeti, 2017’de açılan eğitim kamplarını uluslararası baskılarla 2018’de kabul etti. O dönem yapılan açıklamada, eğitim kamplarının radikal İslam ve terörle mücadele kapsamında mesleki yeterlilik kursları olduğu söylendi. Uluslararası platformda, özellikle İslam ülkelerinin sessiz kaldığı Sincan Bölgesi’ndeki insan hakları ihlallerinin asıl nedeninin Çin’in ekonomik gücü ve dış ticaret hacminin büyüklüğü olduğu iddia ediliyor.

Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek ve bizi inancımızdan


2019 / Sayı 2

14

Asbest ölçümsüz yıkım, işçi ve halk sağlığını tehlikeye atıyor Metehan Ud / İzmir

Haber Yazısı

O

nbeş yıl önce çıkarılan ilgili Yönetmeliği’ne göre, binalar yıkılmadan önce, asbest incelenmesinden geçip “asbest envanter raporu”nun hazırlanması gerekiyor. Ancak yerel yönetimler, bazen inşaat şirketlerinden söz konusu raporu istemiyor. Son olarak İzmir’de, 1970’li yapılan Atatürk İl Halk Kütüphanesi için rapor hazırlanmadan yıkım izni verildiği ortaya çıktı. Solunan havada 1 lif asbetin dahi kanser gibi ciddi sağlık riski taşıdığına dikkat çeken uzmanlar, yerel yönetimleri riske izin vermemeye ve yönetmeliği uygulamaya çağırıyor Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (The

International Agency for Research on Cancer- IARC), dünyada kanser yapıcı maddeler listesinde “asbest”i, “kesin kanserojen” olarak tanımlıyor. Avrupa Birliği (AB), 2005 yılından beri üye ülkelerde asbest üretimi ve kullanımını yasaklarken Türkiye’de bu yasak 2010 yılında hayata geçirildi. Türkiye’deki mevcut binalarla ilgili bir envanter çalışması olmasa da bu tarihten önce inşa edilen konut, devlet daireleri, askeri yapılar ve endüstriyel bölgelerde asbest ile karşılaşmak mümkün. Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği’ne göre, binaların yıkımından önce belediyelerin asbest envanter raporu istemesi

10 Haziran 2019

sonra yıkım izin ruhsatı vermesi gerekiyor. Ancak yönetmeliğin tam olarak uygulanmaması, hem yıkım aşamasında çalışan işçileri, ailelerini ve çevrede yaşayan insanların hayatlarını tehlikeye atıyor. “ATATÜRK KÜTÜPHANESİ’NİN ASBEST ENVANTER RAPORU YOK” İzmir’de yakın zaman önce yıkılan Atatürk İl Halk Kütüphanesi için asbest ölçümü yaptırılmadan yıkım ruhsatı izni verildiği bildiriliyor. Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) üzerinden Konak Belediyesi’nden binanın asbest envanter raporunu talep ettik ancak belediyenin Yapı


2019 / Sayı 2

Kontrol Müdürlüğü tarafından “Mithatpaşa Caddesi No:45 adresinde ve tapunun 128 ada 46 parselinde kayıtlı taşınmazla ilgili talep edilen belge Müdürlüğümüz uhdesinde kalmamaktadır” yanıtı geldi. Deprem analizi sonrasında yıkım kararı alınan Atatürk İl Halk Kütüphanesi, 1970’li yılların başında hizmete girmişti. İhalesi yapılmadığı için yeni binanın inşaat çalışmaları henüz başlamamış. Kütüphanenin enkazı da tamamen temizlenmemiş, eski binadan kalan hafriyatın bir kısmı hâlâ yerinde duruyor. Konak Belediyesi, ilgili “asbest envanter raporunu istemediği gibi İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü de asbest ölçümü yaptırmamış. Müdürlük, CİMER üzerinden verdiği yanıtında sorumluluğu yıkımı yapan taşeron şirket ile belediyeye attı. ASBEST NEDİR? Asbest, çeşitli kayalarda damarlar halinde bulunan bir grup mineral. Bu minerallerin yapısında genellikle kalsiyum ve magnezyum oksit ve demir bulunuyor. Lifsi yapısı nedeniyle pamuk ipliği gibi eğrilebiliyor, kumaş biçiminde dokunabiliyor ya da dövülerek keçe haline getirilebiliyor. Başka hiçbir mineral bu özellikleri taşımıyor. Asbest, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, ısıyı ve elektriği yalıtması, sürtünmeye ve asit gibi maddelere dayanıklı olması nedeniyle kullanılmaya başlandı. Fakat 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra insan sağlığına önemli zararlar verdiği, kanser hastalığına sebep olduğunun tespit edilmesi ile asbest maddesi için öldürücü toz tanımlaması yapıldı. 3.000’den fazla kullanım alanı olan asbest, özellikle gemi, uçak, otomobil sanayiinde, makine endüstri alanlarında çalışan işçiler için de çok zararlı. “HAVADA 1 LİF DAHİ OLSA SAĞLIK RİSKİDİR” Jeoloji Yüksek Mühendisi ve Asbest Söküm Uzmanı Eşref Atabey, asbest lifi ve tozlarının belli bir süre ve yoğun şekilde solunduğunda asbestos ve mezotelyoma hastalığı (akciğer zarı kanseri) yaptığına dikkat çekerek şunları söyledi:

Eşref Atabey “Asbest Uluslararası Sağlık Örgütü’nce kanserojen maddeler GRUP 1A listesine almıştır. Solunum yoluyla bünyeye alınan asbest lifleri vücutta ya cisimcikler ya da serbest lifler halinde bulunmaktadır. Mezotelyoma; akciğerler ve karın organlarını örten zarların kanseri olup, Türkiye’de en sık rastlanan kanser türlerindendir. Solunabilir toz; 0,1 mikron ile 0,5 mikron arası tozlardır. Solunan ortamda 8 saatlik sürede ölçülen asbest lif sınır değeri 0,1 lif/cm3 olmalıdır. Bu sınır aşıldığında hastalanma riski taşıyor anlamı çıkmaktadır. Ancak Dünya Sağlık Örgütü, solunan havada 1 lif dahi olsa, sağlık riski kapsamına almıştır. Kentlerde binaların yıkımından önce; gerek halk sağlığı, gerekse çalışan sağlığı yönünden gerekli önlemler alınmadığı takdirde sağlık riski olabilmektedir.” “YEREL YÖNETİMLER RİSKE İZİN VERMEMELİ” Yeni seçilen yerel yönetimlere çağrıda bulunan Atabey, şu açıklamalarda bulundu: “Tüm yerel yönetimler kendilerine şunu ilke edinmelidirler: Asbest maruziyeti sonucu hava yoluyla insanların sağlığını riske sokacak ve kanser hastalığına neden olabilecek riskler, yıkım öncesi teknik incelemeler sonucu önlenmesi olanaklı. Bu nedenle yıkım faaliyetinin, gerek çalışanlar ve gerekse çevrede asbest maruziyeti yaratmaması için; mevzuattaki hukuki ve teknik kurallara uygun şekilde yönetilmesi gerekiyor. Yıkımı güvenli kılacak

koruyucu önlemlerin alınması, bu konuda insan ve çevre sağlığına risk oluşturacak olası aykırı davranışlara izin verilmemesi önemli. Yıkımına makamlarca onay verilmiş bir yapıda, asbest ve benzeri tehlikeli maddelerin bulunup bulunmadığının belirlenmesi, yıkımda tehlikeli madde maruziyetinin önlenmesi adına sürecin ilk ve en önemli adımını oluşturuyor. Yıkılacak binaların asbest ve benzeri malzemelerden arındırılmadan ana yıkıma geçilmemesine kesinlikle izin verilmemelidir. Kentsel dönüşüm kapsamında olsun ya da olmasın yıkılacak ya da yıkılmasına onay verilmiş tüm yapıların yıkılmadan önce, asbest ölçme ve numune alma işlemlerinin yaptırılması, binanın tamamen tehlikeli maddelerden arındırılması halinde yıkımına geçilmesi halk ve çevre sağlığı bakımından gerektiğini bir görev bilmelidirler.” MEVZUAT NE DİYOR? 18 Mart 2004 tarihli Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği ile; konut, bina, köprü, yol ve benzeri alt ve üst yapıların yıkımı öncesinde seçici yıkım ilkesiyle yıkımın belirli ölçülerde ve kontrollü olarak yapılması, yıkım sonrasında oluşan inşaat ve yıkıntı atıklarının çevreye zarar vermeyecek şekilde öncelikle kaynakta azaltılması, toplanması, geçici biriktirilmesi, taşınması, geri kazanılması, değerlendirilmesi ve bertaraf edilmesi düzenleniyor. Yönetmelik, asbest maddesini de kapsıyor. Buna göre, yıkılacak binalarda bulunan asbest, yıkım faaliyetinden önce belirlenip sökülür, ayrı olarak toplanır ve tehlikeli atık olarak bertaraf edilir. 25 Ocak 2013 tarihinde çıkarılan Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmeliğe göre, asbesttin sökümü, yıkımı, tamiri, bakımı ve uzaklaştırma işleri, belirli usullere göre yapılmalı. Yetkili olmayan kişiler asbestle ilgili işlerde çalışamıyor. PEKİ, ASBEST TESPİT EDİLİRSE? Binalarda asbest tespit edilip sökülmesi istenirse, çalışmalarınbir prosedür

15


2019 / Sayı 2

16

kapsamında işlenmesi gerekiyor. Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmeliğe göre, öncelikle iş planı hazırlanıyor. Plan, söküm yapılacak yerdeki Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne bildiriliyor. Bu bildirimde; işyerinin ticari unvanı ve adresi, sökümü yapılacak asbestin türü ve miktarı, yapılacak işler ve işlemler, çalışan sayısı, işe başlama tarihi ve işin tahmini süresi, asbest söküm uzmanı belgesi, asbest söküm çalışanı belgeleri bulunuyor. Ayrıca, asbest sökümünün yapılacağı işyerinde yapılan risk değerlendirmesi doğrultusunda, çalışanlara ve çevreye yönelik tehlikeler karşı önlem alınıyor. Asbest sökümü, yıkımı, tamir, bakım ve uzaklaştırma işlemleri sona erdiğinde, işyerinde asbest tozuna maruziyet riskinin kalmadığını belirten ölçüm raporu

alınıyor. Bu raporda da, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü ya da Türk Akreditasyon Kurumu (TÜRKAK) tarafından yetkilendirilmiş laboratuvarlardan alınabiliyor. Alınan rapor, Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne teslim ediliyor. Ancak halen Türkiye genelinde yetkilendirilmiş laboratuvar sayısı sadece 13, toplamda ise 497 asbest söküm uzmanı bulunuyor. “HER YIL 125 MİLYON İNSAN ASBESTE MARUZ KALIYOR” Dünya Sağlık Örgütü (The World Health Organization-WHO) verilerine göre, dünyada 125 milyon kişi çalışma ortamlarında asbeste maruz kalıyor. Birleşmiş Milletler (BM) kayıtlarına göre de, asbestin neden olduğu hastalıklara bağlı her yıl yüz binin üzerinde işçi ölüyor. Asbestin binalarda yaygın olarak kullanım yerleri; yer ve

tavan kaplamaları, yalıtım amaçlı püskürtme kaplamalar, ara duvarlar, yangına dayanıklı yalıtım panelleri, kazanlar, kaloriferler, cam macunları, asbestli çimentodan imal edilmiş ürünler, conta elemanları, pis su boruları, eternit levhalar ve derzlerdir. Asbest kullanım yasağının başladığı 2010 yılına kadar, 1.200.000 ton asbest ithal edilmiş. Asbest lifleri, fizikokimyasal özelliklerine bağlı olarak kolayca ufalanır, toz haline gelebiliyor. Ancak bu lifler, çoğunlukla gözle görülemiyor. Asbest lifleri, havalandıklarında günlerce havada asılı kalabiliyor. Solunum yoluyla vücuda girip akciğerlere yerleşen mikron boyutunda asbest lifleri, kimyasal bileşimleri ve fiziksel özelliklerine bağlı olarak zaman içinde akciğer, gırtlak ve sindirim sistemi kanserlerine neden olabiliyor.


2019 / Sayı 2

Çocuk işçiliği ile mücadele kağıt üzerinde kaldı

B

irleşmiş Milletler (BM), artan çocuk işçiliğine dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak için 2002 yılında 12 Haziran’ı Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü olarak ilan etti. Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) “Çocuk İşçiliği Küresel Tahminler Raporuna göre, tüm dünyada 73 milyonu “tehlikeli” işlerde olmak üzere halen 152 milyon çocuk işçi bulunuyor. Tarım yüzde 70,9’luk oranla çocuk işçilerin en fazla olduğu sektör durumundayken, tarımı sırasıyla hizmet ve sanayi sektörü izliyor. Raporlar, çocuk işçiliği ile mücadelenin kağıt üzerinde kaldığını ortaya koyuyor. Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı’nın (TOÇEV)

12 Haziran 2019

düzenlediği Çocuk Hakları Perspektifinden Türkiye’deki Risk Altındaki Çocuklar Sempozyumu’nun sonuç raporuna göre, çocuk işçi sayısı 2018’de 2 milyona yaklaştı ancak gerçek sayının çok daha üstünde olduğu hesaplanıyor. TÜİK’te yer alan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre de 2017 yılında 15-17 yaş grubundaki çocukların işgücüne katılma oranı yüzde 20.3 düzeyinden 2018 yılında yüzde 21.1’e yükseldi. Verilere göre bu yaş aralığındaki her beş çocuktan biri çalışıyor.

5 ayında en az 27 ( Ocak 10, Şubat 1, Mart 5, Nisan 2, Mayıs 9), son 6 yılda en az 371 çocuk (nisan, mayıs hariç) iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Tüm bu verilere rağmen Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2010’dan bu yana dokuz yılda 416 işyerinde çocuk işçi ihlali tespit edebildi. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından 2017-2023 yılları için ‘Çocuk İşçiliği ile Mücadele Ulusal Programı’ hazırlanmış ve 2018 yılı ise ‘Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Yılı’ ilan edilmişti ancak bu adımlar çözüm üretmenin gerisine düştü.

6 YILDA EN AZ 371 ÇOCUK İŞÇİ İŞ CİNAYETİNDE ÖLDÜ İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporlarına göre 2019 ilk

İZMIR’DE AĞIRLIK ATÖLYE VE TARIM Suriyeli mültecilerin gelişiyle birlikte çocuk işçiliğinin daha

Haber Yazısı

Metehan Ud / İzmir

17


2019 / Sayı 2

da arttığı İzmir’de ise çocuk işçiler kent merkezinde Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesindeki atölyelerde ya da mahalle içlerindeki tekstil atölyelerinde, kırsalda ise tarlalarda çalışıyor. Özellikle Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi’ndeki en son tepki eylemlerinde çalışan çocuk işçiler öne çıktı ve tepkilerini dile getirdiler. Yetişkinlerde işsizlik oranı arttıkça çocuk işçiliği oranı daha da artıyor. Çocuk işçilerin önemli bir kısmının anne ya da babası işsiz ya da aldığı maaş asgari ücretin bile altında. Çocuklar düşük haftalıkları ve rahatlıkla işten çıkarılmalarından kayna lı daha kolay iş bulabiliyorlar. İşsizliğin yüksek olduğu Suriyeli mültecilerin çocukları arasında işçilik oranı ise daha yüksek.

18

HAFTALIKLAR 250-300 TL İzmir’in Konak ilçesinde tekstil atölyelerinin yoğun olarak bulunduğu Basmane bölgesindeki ‘merdiven altı’ olarak tabir edilen kayıt dışı atölyelerin hemen hemen hepsinde en az 2 bazen de 5’i bulan çocuk işçi ile karşılaşmak mümkün. Okulların tatile girmesi ile birlikte sayının daha da artması bekleniyor. Çocukların yaş aralığı ise 10 ila 16 arasında değişiyor. Daha çok temizlik ve getir götür işlerini yapan çocuk işçiler gün boyu ayakta. Sabah 8.30’da başlayan mesai akşam 6’ya kadar sürüyor. Çocuk işçilerin haftalığı ise 250-300 lira arasında değişiyor. Çocuklar ilk başta konuşmaya çekinseler de sonrasında anlatmaya başlıyorlar. Çocuk işçiler 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü’nden haberdar bile değiller. İZMİR BAROSU: BAKANLIK VERİ AÇIKLAMAKTAN ÖTEYE GİDEMEDİ İzmir Barosu Çocuk Hakları Merkezi Sorumlusu Av. Cansu Seçgin, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın çalışmalarının veri açıklamak ve beyan etmekten öteye gidemediğini belirterek “Önemli olan veri açıklamak, kaç çocuğumuzun işçi olarak çalıştığını, kaçının iş cinayetlerine kurban gittiğini tespit etmek değildir. Önemli olan ve ivedilikle

hayata geçirilmesi gereken çocuk işçiliğini yasaklamaktır! Ancak ne yazık ki devlet nezdinde çocuk işçiliğinin önüne geçilmesi amacıyla hiçbir denetleme, izleme ve çalışma yapılmadığı gibi aksine sermayenin ihtiyaçlarını karşılama konusunda çalışmalar yürütülmektedir” dedi. İzmir Barosu Çocuk Hakları Merkezi olarak çocuklarla ilgili her türlü hak ihlali başvurusunun takipçisi olduklarını ifade eden Seçgin, çocuk İşçiliği hususunda da sahada çalışmalarının devam ettiğini dile getirdi.

İşsizliğin yüksek olduğu Suriyeli mültecilerin çocukları arasında işçilik oranı ise daha yüksek.

‘MEVZUAT ÇOCUK İŞÇİLİĞİN ÖNÜNÜ AÇIYOR’ Mevzuat eksikliğine dikkat çeken Seçgin “Ulusal Mevzuatımızda çocuk işçiliğin tanımını düzenleyen 4857 sayılı İş Kanunu’nun 71. Maddesi ve Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliği kapsamında çocuk işçiler için öngörülen alt yaş sınırı 14, üst yaş sınırı ise 15 olup çocukların çalıştırılmasına ilişkin farklı esaslar içermektedir. Bu durum farklı çocuk işçi statüleri yaratmaktadır. Oysa öncelikle Uluslararası mevzuat çerçevesinde ‘18 yaşını doldurmamış her birey çocuk sayılır’ tanımı çerçevesinde 15 ve 14 yaş ve daha küçük çocukların çalışmasının önünü açan ulusal esnek yasal düzenlemeler yeniden gözden geçirilmelidir. Zira esnek yasal düzenlemeler özelikle ‘ekonomisi’ ve ‘eğitim olanakları’ yeterince gelişmemiş ülkeler söz konusu

olduğunda güçlü olan sermayenin talepleriyle ucuz ve korunmasız emek olarak çocuk işçiliğinin önünü açmaktadır” diye konuştu. ‘4+4+4 ÇOCUK İŞÇİLİĞİN YAŞINI DÜŞÜRDÜ’ 4+4+4 eğitim sisteminin de çocuk işçiliğin yaşını 12-13’lere çektiğini söyleyen Seçgin “Önemle belirtmeliyim ki; bizce çocukların tehlikeli, ağır ya da hafif iş ayrımı yapılmaksızın hangi sebeple olursa olsun işçi olarak çalıştırılmaları, onların en doğal hakları olan oyun haklarının ve eğitim haklarının ellerinden alınmalarına neden olmaktadır. Çocukların çalıştırılabileceğine ilişkin tüm yasal mevzuatın yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Çocuk işçiliğinin en önemli sebeplerinden biri ülkemizdeki yoksulluktur. Ailelere destek olmak amacıyla çalışmasına izin verilen çocukların sayısı sermayenin ucuz iş gücü arayışı nedeniyle de gün geçtikçe artmaktadır” dedi. ‘GEÇİM KAYGISI ÇOCUKLARIN ÜZERLERİNE YIKILMAMALI’ Geçim kaygısının çocukların üzerlerine yıkılmaması gerektiğinin altını çizen Seçgin, çözüm önerilerini şöyle sıraladı: “Sorumluluk vatandaşına temel hak özgürlükleri çerçevesinde yaşamını devam ettirmeimkanı sağlamakla yükümlü olan devlettir. Gelişmekte ve sosyal bir devlette geçim kaygısının çocuklarımızın küçücük omuzlarına yüklenmesi asla kabul edilemez. Bu nedenle en kısa vadede, çocukların çalışmalarına neden olan bütün toplumsal, ekonomik ortam yeniden sosyal devlet anlayışı temelinde kamusal olarak yapılandırılmalı, yeni yasal düzenlemelerle çocuk işçiliğine son verilmeli, eğitim olmak üzere ailelere ekonomik ve sosyal destek sağlanmalı, gerçek anlamda denetimler yapılmalı ve bu denetimler sıkılaştırılmalı, tarım sektöründe denetimlere önem verilerek çocukların köleleşmesine son verilmelidir”.


2019 / Sayı 2

İnternet medyası, yazılı basını bitirir mi?

B

asının tiraj kaybı devam ederken, internet medyasının her gün daha çok okuyucuya ulaşması tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de internet haberciliğinin yazılı basının sonunu getirip getirmeyeceği tartışmalarını gündeme getiriyor. Yıldızı yükselen internet medyası bu konuda ne düşünüyor? Yazılı basındaki tiraj kaybının engellenememesiyle birlikte, internet haberciliğinin yaygınlaşarak gazetelerin yerine alacağı endişesi her geçen gün artıyor. Konda’nın bir araştırmasına göre, 2010’da gazete okuma oranı, yüzde 61 iken, 2018’de bu oran yüzde 26’ya düştü. Gerçekten de bir gün gazeteler artık kâğıda

basılmayacak ve sadece internetten mi yayın yapacaklar? 24 Saat Gazetesi, internette habercilik yapan yayıncıların bu konudaki görüşlerini aldı. Yazılı basının geleceği konusunda fazla iyimser görüşler olmamakla birlikte tamamen yok olmayacağını düşünenler de var. “TÜRKİYE’DE GAZETELER YOK OLMAZ” İnternethaber Yayın Grubu Yönetim Kurulu ve İnternet Medyası Derneği Başkanı Hadi Özışık, artık genç ve teknoloji ile barışık kesimlerin gazeteyi eline almadığını, internetten okuduğunu söyledi. Özışık, internet medyasının yazılı basını ya da konvansiyonel medyayı bitirebilmesi için

14 Haziran 2019

öncelikle Türkiye’de patronajın internet medyasına yatırım yapması gerektiğini belirtti. Türkiye’de gazetelerin yok olmayacağına inandığını belirten Özışık, “Türkiye’de internet medyası, mevcut patronaj devam ettikçe hiçbir zaman gazeteleri yok etmez, edemez. Gazeteler tehlikeyi gördükleri anda, hemen teknolojik yatırımlara girişir ve önlem alırlar. Şu anda bir tehlike görmüyorlar” dedi. Özışık, şu değerlendirmeyi yaptı: “Türkiye’de hali hazırda medya gücünü elinde tutan patronlar, böyle bir yatırımı kârsız bulduğu için -Çünkü Türkiye’de İnternet reklam bilinci yok, hâlâ tam sayfa gazete ilanı veren bilgisayar şirketleri var internet medyasına yatırım yapmıyor.

Haber Yazısı

Ayla Ganioğlu / Ankara

19


2019 / Sayı 2

Medya sektörü dışındaki birçok isim, inşaat yapmayı daha kârlı ve risksiz buluyor. Zira medyaya yatırım yapmak Türkiye’de bir risk. Bu nedenle herkes bu riski göze alamıyor.”

20

“İNTERNET MEDYASI YASASI” İnternet medyasının şu anki haliyle baştan sona sorunlu olduğuna işaret eden Özışık, hâlâ bir İnternet Medyası Yasası çıkarılmadığını, çalışanların yasal haklarını alamadıklarını ve sarı basın kartı kullanamadıklarının altını çizdi. Özışık, İnternet Medyası Derneği’ni 2005 yılında kurduklarını anımsatıp “Kapı kapı dolaştık, yalvardık, yakardık, ‘Biz sorunluyuz, gelin biziderneği sorumlu yapın da bu alanda gerekli düzenlemeleri oluşturabilelim’ dedik. Bütün uğraşlarımıza rağmen, İnternet Medyası Yasası’na el atan olmadı, sözler verildi uğraşıldı ama sonuç alamadık. Böyle bir sorun varken, diğer sorunları anlatmak, dile getirmek abes olur” sözleriyle internet medyasının temel sorununa dikkat çekti. “GAZETELER BİR SÜRE SONRA ÇIKMAYABİLİR” Haber7.com Genel Yayın Yönetmeni Osman Ateşli, artık toplumun büyük bir kesiminin dünyadaki gelişmeleri internet üzerinden ve dijital aygıtlar üzerinden takip ettiğini belirterek, “Kâğıda basılı gazetelerin, ilgi ve gelir kaybı neticesinde bir süre sonra çıkmayacağı yönündeki öngörülere katılmamak elde değil” dedi. Ateşli, internet sitelerinin tek gelir kaynağı reklamlar olduğunu kaydederek “Müşteriye daha hızlı ulaşma, takip edilebilirlik, hedef kitle seçebilme gibi sağladığı avantajlardan dolayı reklam verenler haber sitelerini ‘öncelikli’ mecralar arasına aldı. Bu da kâğıda basılı gazetelerin yaşadığı kayıpların sebeplerinden biri oldu” diye konuştu. Dijital mecraların reklam gelirlerinin sürekli arttığını anımsatan Ateşli, IAB Türkiye tarafından açıklanan rakamlara göre 2018 yılında dijital reklam yatırımlarının, 2017’ye göre yüzde 14 oranında artarak 1 milyar 213

Milyon TL’ye ulaştığını söyledi. Ateşli, haber7.com’un günlük tekil kullanıcı sayısının 4 milyonu bulduğunu bildirip bunun Türkiye’de yayınlanan ulusal gazetelerin tamamının tirajının neredeyse iki katına tekabül ettiğini dile getirdi. “İNTERNET HABERCİLİĞİ GAZETELERİ BİTİRECEK” Haber7.com İçerik Sorumlusu ve Haber Şefi İbrahim Günay ise internet haberciliğinin basılı gazeteleri bitireceğini düşünenlerden biri olduğunu belirtti. Gazetelerin daha ne kadar ayakta kalacağını kestirmenin zor olduğunu söyleyen Günay, ancak gazetelerin son tirajlarına bakılırsa bunun fazla sürmeyeceğini vurguladı. Günay, şu anda ısrarla basılmaya devam eden birçok gazetenin maddi olarak zararı göze aldığını, bunun nedeninin de “bazı iş adamlarının sahip oldukları gazeteleri güç olarak görmesi” olduğunun altını çizdi. “DÖNÜŞÜM, 10 YILDA TAMAMLANABİLİR” Diken.com.tr Genel Yayın Yönetmeni Erdal Güven, istisnalar dışında, gazetelerin giderek dergiye dönüşeceği; bilgilendirme, haberdar etme işlevinin azalacağı, hafta sonları ya da periyodik olarak çıkacak “keyif” içerikli yayınlar şeklinde olacağını düşündüğünü söyledi. Güven, dönüşüme ilişkin açıklamasını şöyle detaylandırdı: “Bu dönüşüm, 10 yıl gibi bir süre içinde tamamlanacak gibi görünüyor. Sosyal medya, ilk günden itibaren konvansiyonel medya için hem bir haber kaynağı haline geldi, hem de var olmak, daha görünürlür ve bilinirlik için vazgeçilmez bir mecraya dönüştü. Uydurma haber, dezenformasyon, sansasyonel yayıncılık ya da ‘tıklatma’ gibi tuzaklarını düşülmediği müddetçe bu iki özelliğiyle sosyal medya konvansiyonel medyayı beslemeye ve daha da etkin kılmayı sürdürecektir.” “İNTERNET MEDYASI GÜNLÜK BASININ YERİNİ ALACAK” Gazeteduvar.com.tr Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran

Topuz , ”İnternet medyası, elbette konvansiyonel günlüksüreli basının yerini alacak” iddiasında bulundu. Topuz, Türkiye’de gazete okuma oranının hızla düşmesinin sadece dijital devrimle ilgili olmadığını, “klasik basının hastalıkları ve hükümetin medyayı bir şekilde kendisine bağlama isteğinin de bunda büyük payı” olduğunu söyledi. Diğer ülkelere göre Türkiye’de gazetelerin güven kaybına uğradığı için erken biteceğini ileri süren Topuz, “Küresel güce sahip büyük gazeteler bir on yıl daha yaşayabilir. Bazıları yirmi yıl sonrayı da görebilir, ama 30 yıl sonra dünyada gazete diye kâğıda basılı bir şeyin kalması şaşırtıcı olur. Gelecek, dijital olacak” diye konuştu. Topuz, internet medyasının getirdiği sorunların, konvansiyonel medyanın bildiğimiz sorunlarından kat kat fazla olduğuna da işaret etti. “İNTERNET, GAZETELERİ BİTİRMEZ” Medyafaresi.com kurucusu Kubilay Tümen ise, internetin gazeteleri tamamen bitireceğine inanmadığını belirterek, “Televizyon çıktığında nasıl ki radyolar bitmediyse, internet haberciliği de gazeteleri ve televizyonları tamamen ortadan kaldıramaz. Birçok gazete reklam geliri ve maliyetler nedeniyle dijital yayına geçmekte. Ancak sayısı azalsa da gazetelerin de içeriklerini zenginleştirerek dijital yayınlara rakip olmaya devam edeceğini düşünüyorum. Ben yıllardır elime kâğıt gazete almıyorum ama kâğıt gazetenin kendine has müşterisi olmaya devam eder. Kâğıt gazetelerin tabiattaki kâğıt kaynakları bitene kadar yayına devam etmesi sürpriz olmaz” dedi. İnternet haberciliği için sosyal medya kullanımını, “kendini yok eden bir ilişkiye” benzeten Tümen, “İnternet haberlerinin daha çok okunması için sosyal medyadan faydalanması gerekiyor. Ancak sosyal medyada tek satırlık son dakika bilgisini okuyanlar artık haberin detaylarını merak etmiyor ve oradaki sitenin linkini tıklayanlar giderek azalıyor” görüşünü dile getirdi.


2019 / Sayı 2

Kadın cinayetleri neden durdurulamıyor?

21

E

rkek şiddeti, tacizi ya da tecavüzüne uğrayan kadın cinayetleri artmaya devam ediyor. Son 9 yılda 2 bin 696 kadın cinayet sonucu yaşamını yitirdi. 2019’un ilk beş ayında öldürülen kadın sayısı ise 174 Neredeyse her gün bir kadın, eşi, sevgilisi, aile bireyi, tanıdığı ya da hiç tanımadığı bir erkeğin şiddeti, tacizi ya da tecavüzüne uğruyor. Yüzlerce kadın, erkek şiddeti nedeniyle hayatını kaybediyor. Artan kadın cinayetlerine son vermek amacıyla 2010 yılında kurulan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, son 9 yılda işlenen kadın cinayetlerinin korkunç

tablosunu gözler önüne serdi. Platformun açık kaynaklardan elde ettikleri verilere göre, 20102019 yılının mayıs ayı da dahil olmak üzere toplam 2 bin 696 kadın, cinayet sonucu yaşamını yitirdi. Ortaya çıkan istatistiklere göre, 2010 yılında 180, 2011’de 121, 2012’de 210, 2013’te 237, 2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da 328, 2017’de 409, 2018’de 440 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Bu sayı, 2019 yılının ilk 5 ayında ise 174’e ulaştı. Günümüzde yalnızca kadınlara değil, çocuklara ve hayvanlara yapılan şiddet de tırmanıyor. Ürküten tablo akıllara, “Şiddet son yıllarda neden arttı?” sorusunu getiriyor. Uzmanlar, bu durumun nedenleri hakkında ne diyor?

17 Haziran 2019

“PSİKİYATRİ BİRİMİ OLARAK EN AZ SUÇLU OLAN BİZİZ” Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Adnan Cansever, toplumda şiddetin artmasını ‘psikolojik rahatsızlıktan’ çok ‘adalet sisteminin eksikliğine’ bağlıyor. Cansever, bu tezini şöyle detaylandırdı: “Her şiddet uygulayana ‘ruh hastası’ deniliyor. Bu durumun, bir psikiyatrik hastalık ürünü olduğu nereden belli? Bir ahlaksızlığın, namussuzluğun ürünü de olabilir ki bunlar ön planda zaten. Şiddetin pek çok nedeni olabilir. Öncelikle, adalet sisteminin düzgün olması gerekir. Eğer devlet olarak, insanlara adaletin sağlandığına yönelik bir güven duygusu veremiyorsanız, o toplumda şiddet

Haber Yazısı

Didem Çam / Ankara


2019 / Sayı 2

22

olaylarının yaşanması beklenen bir sonuç olur. Adalet sisteminde sıkıntı varsa, o zaman herkes kendi adaletini oluşturmaya çalışıyor. Medya da şiddeti ön plana çıkaran, öven yaklaşımlardan uzak olmalı. Bununla birlikte, dizilerde şiddet kahramanlaştırılıyor, silah kullanımı özendiriliyor. Aslında psikiyatri birimi olarak bu konuda en az suçlu biziz diye düşünüyorum. Psikiyatri tedavi olanakları son yıllarda oldukça arttı. Dolayısıyla, ruhsal hastalıklardan kaynaklanan şiddet de epey azaldı.” “6284 SAYILI YASA, BİRÇOK TEDBİRİ BARINDIRIYOR” Ankara Barosu Gelincik Merkezi Başkanı Avukat Aslı Koçak Arıhan ise yasal düzenlemeyi yerinde bulurken, ‘uygulanmasında’ sorun olduğu inancında. “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” hakkında bilgi veren Arıhan, yasada kadına karşı şiddeti

önleyici pek çok düzenlemenin olduğuna dikkat çekti. Yasanın, toplumda “uzaklaştırma yasası” olarak bilindiğine değinen Arıhan, şu değerlendirmeyi yaptı: “6284 sayılı yasa, kadının iş yerinin değiştirilmesi, kimlik bilgilerinin gizlenmesi, çocuğunun okul değişikliği, çocuğa ve kadına nafaka ödenmesi, sığınma evleri gibi birçok tedbiri barındırıyor. Bence, inanılmaz iyi bir yasa. Bu yasanın uygulanması halinde birçok konunun çözüme kavuşacağını düşünüyorum. Maalesef kadınla birlikte çocuklar da şiddete maruz kalıyor. Çocuklarla ilgili daha ağırlaştırılmış cezalar var. Ayrıca, hayvanlara yapılan eziyetin suç kapsamına alınacağı ile ilgili de çalışmaların olduğunu söylemek isteriz. Şiddete maruz kalan gerek kadınlar, yaşlılar, çocuklar gerekse de dezavantajlı gruplar, Gelincik Merkezi’nden ücretsiz bir şekilde hukuki destek alabilir. Bu kişiler, 444 43 06

numaralı telefondan 7 gün 24 saat merkezimize kolayca ulaşabilir.” “HAYVANLARA EZİYET EDEN BELEDİYELER DE CEZA ALMALI” Hayvanlara yönelik şiddet de son dönemde artış gösteriyor. Hayvan Kurtarma Derneği Başkanı Zekiye Taş Köklü, hayvanlara eziyet ve işkence edenlerin daha ağır cezalar alması gerektiğini savunuyor. Köklü, “Hayvanlara şiddet uygulayanlara düşük para cezaları veriliyor. Öyle olunca da şiddet, gün geçtikçe artarak devam ediyor. Cezalar, TCK’ye alınmalı, para cezasına dönüşmemeli, gerekirse şiddet uygulayanlara psikolojik tedavi uygulanmalı. Ayrıca, hayvanlara eziyet edip onları dağlara atan belediyeler de ceza almalı. Bu konuda, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) acil bir şekilde çıkarılmalı. Cezalar ağırlaştırılmalı ki kimsenin canı yanmasın” dedi.


2019 / Sayı 2

Metin- Derya Aksoy

Rahatsız ve mutsuz oluyorlar diye yaşama karışamayacak mıyız?

E

ngelliler ve onlara bakan yakınları, neler yaşıyor, ne hissediyor, toplum engellerinden kurtulabildiler mi? Engelli yakınları sorunlarını 24 Saat’e anlattı. Bir engelli yakının şu sorusu yaşadıkları travmayı özetliyor: “Rahatsız olup, mutsuz oluyorlar diye hayata karışamayacak mıyız?” Engelliler ve yakınları neler yaşıyor, hangi sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar? Onları en çok yaralayan söz ve davranışlar ne? Hayata hangi oranda karışabiliyorlar? İnsanlar, onlara engel olmamayı ne kadar başarıyor? Bütün bu soruların yanıtını, dizi yazımızı okumadan önce kafanızda

aramayı dener misiniz? Peki, şimdi daha fazlasına ne dersiniz? Birilerine bilerek ya da farkında olmadan engel olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Ya da engellilerin yaşadığı sorunların, kamuoyunca masaya yatırılıp gündeme getirilerek aşıldığını, çözüldüğünü gördünüz mü? Bir engelli ya da yakını değilseniz bu soruları yanıtlamak güç olabilir. 24 Saat gazetesi, engelli yakınlarının neler yaşadıklarına tanıklık etti, sorunlarını dinledi, çözüm önerilerini aldı. 27 yaşındaki hidrosefali hastası, yüzde 94 engelli Derya Aksoy’un babası Metin Aksoy neler yaşadıklarını anlattı. Metin Aksoy, 27 yaşındaki

20 Haziran 2019

hidrosefali hastası, yüzde 94 engelli Derya Aksoy’un babası. Aksoy, Ordu’da yaşıyor ve aynı zamanda Ordu Engelliler Derneği yöneticisi. Çocuğunun engeline dair karşılaştığı ayrımcılıklar konusunda Aksoy şunları söylüyor: “Akli dengesi yerinde mi diye sorduklarında ve Allah bir an önce sizi de onu da kurtarsın sözünü duyduğumuzda beynimize kan damlıyor sanki. Bizim çocuğumuz 27 yaşında yüzde 94 ağır engelli ve yatağa mahkûm. Yani biz 26 senedir çocuğumuzun engelinden zerre kadar şikâyetçi değilken bu tür sözler dayanılmaz geliyor. İnsanların çoğu bilinçli değil kesinlikle. Çünkü engellilere merhamet veya sadaka kültürü üzerinden bir bakış açıları

Dizi Yazısı

Zülal Koçer / İstanbul

23


2019 / Sayı 2

Burcu - Baran İpek

24

mevcut. Oysa yasal ve insani hakları, kişilerin tavırlarına göre değil var olan kurallara göre uygulanmalı.”Derya’nın ne sıklıkla dışarı çıkabildiğini sorduğumuzda ise “Ordu’da kış aylarında dışarı çıkmak zor oluyor ama yaz aylarında sık sık her türlü fiziki engele rağmen dışarı çıkıyoruz. Tabi ki dışarıdaki mutluluğu yaşamına olumlu etki ediyor. Bizde onun mutluluğundan mutlu oluyoruz” diye konuşuyor. “Toplumsal ayrımcılık maalesef tüm yasa ve düzenlemelere rağmen mevcut. Bu hastaneden sokaktaki birçok yaşamsal alana kadar uzanabiliyor” diyen Aksoy, toplumdaki engelli algısına ilişkin değerlendirmesini şöyle sürdürüyor: “Bize en ağır geleni, devletin verdiği bazı yasal hakları kullanmamız veya talep etmemiz nedeniyle diğer kesimlerin bakış açısı. Mesela bakım ücreti diye 2009’dan sonra ödenen bir ücret var. Ya da imkânı olanların araç alımında ÖTV muafiyeti. Bu hakları kullandığınız ya da talep ettiğinizde, engelli yakını veya engelli olmanızın bir avantajmış gibi konuşulması, davranılması üzücü. Bazen bunu düşünmekle kalmayıp ‘Şanslısınız’ bile diyorlar. Oysa engelli ve ailelerinin yaşadıkları ekonomik veya ruhsal

Gülender - Erdal Batmaz

o kadar büyük buhranlar var ki kimse bunu bilmiyor, algılamıyor.” Uzun zamandır işsiz olan Aksoy, Derya ile birlikte iki çocuğu daha olan ve bakımlarından sorumlu bir baba. Derya’nın bir ilacı için aylık 600 lira ödeniyor. Devlet tarafından kendilerine ödenen engelli ve bakıcı maaşını diğer ihtiyaçları misli ile geçiyor. Burcu İpek, otizmli 14 yaşındaki Baran İpek’in annesi. İstanbul’da yaşıyor ve çocuğuna bakmak zorunda olduğundan herhangi bir işte çalışamıyor. Oğlu Baran’ın öz bakım becerileri olmadığı için bakımını üstlenen Burcu İpek, oğlunun okulu nedeni ile Bakırköy’e taşınmış. İpek de karşılaştığı ayrımcı söylem ve durumlar konusunda şunları aktarıyor: “Birinin hakkını yiyip hırsızlık falan mı yaptınız? Dini günde mi hamile kaldınız da çocuğunuz böyle oldu gibi soru ve ithamlar inanın çok ağır geliyor bize. İnsanlar kesinlikle duyarlı ya da bilinçli değiller. Bu kadar farkındalık çalışmasına rağmen. Söylemde biraz düzelme var ama ortak yaşam alanlarına dahil olduğumuz an rahatsızlıkları hemen hissediliyor. Görmek, kendi tabirleriyle ‘üzülmek’ (acımak) istemiyorlar.” “Bu durum bizler

için ne ödül ne ceza” diyen İpek, “Ne cennetlik insanlarız, ne günahlarımızın bedeli. Bunun kararını vermesinler lütfen. Rahatsız olup, mutsuz oluyorlar diye hayata karışamayacak mıyız? Birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Engelliler için verilen bazı sosyal haklar bize ödül değil, zor olan yaşamımızda, bazı yüklerimizi alabilmek için gerekli olandır” diyor. Gülender Erdal, Dersim Ovacık’ta anne ve babası ile yaşamının sürdüren Down sendromlu Cihan Batmaz’ın ablası Gülender Erdal, kardeşinin engelli nedeniyle yaşadığı ve unutamadığı bir anı şöyle aktarıyor: “Yıllar önce eve misafirimiz gelmişti. Cihan’ın sofradan kalkmasını isteyerek ‘Misafir yemek yedikten sonra biz beraber yeriz’ demiştim. O da hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Arkasından gittiğimde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kahroldum. Bunu nasıl yapmıştım? Canımın parçasını üzmüştüm, ben de çok üzülmüştüm.” İnsanların engellilerle ilgili yeterli duyarlılık ve bilinçte olmadığına değinen Erdal, “Ben bile kardeşimi çok sevmeme rağmen onu üzebiliyorum. Bu da yeterli bilince sahip olmadığımızın göstergesi”


2019 / Sayı 2

diyor. Erdal, kardeşinin dışarı çıkıp sosyalleşmesini isterken “Acaba dışarı çıkması onu mutlu ediyor mu? Ya acınacak gibi bakılıyor ya da dalga geçiliyor. Sevgi ile bakan çok az olduğu için onun mutlu olduğunu düşünmüyorum” diye bu konudaki kaygısını dile getiriyor. Bahar Erseven, 22 yaşındaki otizmli oğlu Berkan Özdemir ile Antalya’da yaşıyor. Berkan, öz bakımını yapamadığı için annesi 8 yıldır çalışmayıp çocuğuna bakıyor. Erseven, çocuğuyla ilgili karşılaşıp hâlâ unutamadığı ayrımcı söylem ve muamelelerden şöyle söz etti: “‘Hiç doktora götürmediniz mi?’ diye soruyorlar ben bu soruyu saçma buluyorum. Çocuğuma hep ‘deli’ diyorlar ve bu hiç aklımdan çıkmıyor. Bunu herkesten duymuyoruz ama bir kez duymak yetiyor, üzülüyoruz. Kiracı olduğumuz çok evden kovulduk, çıkarıldık. Çocuğumu görüp psikolojileri bozuluyormuş. Bir seferinde bir eve taşındık. Bir ay geçmeden çıkmamızı istediler. Nedenini sorduğumda, üst katımda oturan kişi, bizi istememiş. ‘11 yıllık kiracım, senin çocuğunu görmüş, psikolojisi bozulmuş, çıkın’ dediler. ‘Delini bağla’, ‘Sizin için ayrı bir yer yapılsın’ gibi çok şey diyenleri duydum…” Çocuğunun sosyalleşmesini topluma karışmasını önemli olduğuna işaret eden Erseven “Saklamadık çocuğumuzu, utanmadık bunun için, bizim için normal. Hem o mutlu oluyor, hem insanlar alışsınlar buna. Kimse bizimle empati kurmuyor. Oysa herkes bir engelli adayı, bunu unutmasın kimse” diye konuşuyor. İnsanların kendilerine engel olmadıkları takdirde hayatın daha kolaylaştığını vurgulayan Erseven engelli ebeveyni olmanın ortadan kaldırılabilir dezavantajlarına dair ise şunları söylüyor: “Herhangi bir sosyal güvencem yok. Ben çocuğuma baktığım için hiçbir yerde çalışmadım, tek gün sigortam yok. Bir anlamda sigortasız bakıcıyız biz. Biraz daha duyarlı olsun insanlar. Bize engel olmasınlar gerisi kolay. Çünkü biz diğer zorlukları aştık.”

25

Bahar Erseven


2019 / Sayı 2

Kemal Sarıbıyık

26

20 yıldır dışarı çıkamayan Sarıbıyık: En büyük hediye iki kelâm edebilmek Zülal Koçer / İstanbul

Dizi Yazısı

M

armara Depremi’nde yaralanıp vücudunun yüzde 87’sini kullanamayan öğretmen Kemal Sarıbıyık, okullarda gerekli olanaklar sağlansaydı mesleğini sürdürmek istediğini belirtip “Herkes bir engelli adayı olduğunu unutmadan baksın bize” diyor Toplumun ve Devletin Engeline Takılanlar” haber dizimizin ikinci bölümünde, 17 Ağustos Marmara Depremi’nde yaralanarak felç geçirip vücudunun yüzde 87’sini kullanamayan öğretmen Kemal Sarıbıyık ve O’na 20 yıldır bakan eşi Leyla Sarıbıyık ile konuştuk. Kemal Sarıbıyık, 17 Ağustos 1999 yılında meydana gelen Marmara Depremi’nde bulunduğu

evden çocuklarını çıkarmak isterken merdivenlerden düşerek sakatlanır. Sarıbıyık bu kazanın ardından felç kalır. Vücudunun yüzde 97’sini kullanamayan Sarıbıyık’ın gördüğü fizik tedavinin ardından engel oranı yüzde 87’e düşer. Bu oranı yükseltmemek adına sürekli hareket ediyor, etmediği zaman engel oranı tekrar artıyor. Eşi ve 3 çocuğuyla İstanbul’da yaşayan Sarıbıyık, öğretmenlik yıllarında ülkenin çeşitli illerini gezmiş, görev için gittiği köy okullarında ailesiyle birlikte köylü tarafından sahiplenmiş, insanlarla iyi ilişkiler geliştirmiş biri. Öğretmenlik için geldiği Gebze’de deprem onu bu hareketli yaşantısından koparıp başka bir

21 Haziran 2019

yaşam biçimi ile tanıştırıyor. 20 yıldır tüm ailesi başka bir yaşam sürüyor Kemal Sarıbıyık’ın. Eşine bakan Leyla Sarıbıyık, ev içerisinde O’nun eli kolu oluyor, yeri geliyor 3. kattaki evlerinden tek başına eşini aşağı indiriyor. Bu bakım işi onu da yıpratmış, “Çok zor” diyor. Eşine baktığı için düzenli bir işte çalışması zor olan Leyla Sarıbıyık, ev ekonomisini döndürebilmek için parça başı ya da dönemsel işlere giriyor. Malulen emekli maaşı yetmiyor ve bu maaş nedeniyle engelli ödeneği de alamıyorlar. Kemal Sarıbıyık ile 20 yıllık engelli öyküsünden bazı ayrıntıları dinlerken “Örneğin dışarı çıkmayı, dışarıda olmayı ister misiniz? sorumuzu, “Dışarı çıkmak istemiyorum” şeklinde


2019 / Sayı 2

27  Leyla Sarıbıyık

yanıtlıyor. Hem fiziki koşullar hem de insanların kendisine acıyarak bakmasından duyduğu rahatsızlık O’nu dışarı çıkma isteğinden alıkoyuyor. Belirtmeden geçmeyelim, İstanbul’un pek çok semtinde sokaklar fiziki engeli bulunmayan insanlar için bile yürünemez halde. Çünkü sokaklar dar, kaldırımlar araçlarla dolu, mağaza tezgahları çok büyük sorun. “İnsanların engellilere bakışını” sorduğumuzda da, eskiye nazaran daha duyarlı olduklarını düşünen Kemal Sarıbıyık, şunları aktarıyor: “Mesela hastaneye gittiğimde yardımıma koşan çok insan oluyor. Bazen de ‘Bu halde neden geliyor buraya, ne işi var burada’ diye söyleniyorlar. Ama bunu söylerken düşünmüyorlar ki, bir derdi var ki buraya geliyor.”

O’nu en çok rahatsız eden ise insanların kendisine acıması, “Yazık neden böyle oldu” denmesi. Dışarıya çıkma isteğini bile yok eden bir rahatsızlık bu. 20 yıldır hastane kontrolleri dışında dışarı çıkmayan eski öğretmen Kemal Sarıbıyık için en büyük hediye, kendisini ziyarete gelen, yolu evine düşen insanlarla sohbet. Eve gelen misafirle yapılan sohbet, O’nun deyimiyle “İki çift laf etmek” her şeyden daha kıymetli. Yıllar sonra bir şekilde kendisini bulan öğrencisinin sürpriz ziyaretini gözleri parlayarak anlatıyor. Sarıbıyık, okullarda gerekli olanaklar sağlanmış olsaydı yine öğretmenliği sürdürmek istediğini anlatıp sözlerini “Herkes bir engelli adayı olduğunu unutmadan baksın bize” diyerek tamamlıyor.

O’nu en çok rahatsız eden ise insanların kendisine acıması, “Yazık neden böyle oldu” denmesi.


2019 / Sayı 2

28

Engellilerin hayatın içine karışması bile ön yargıyı yıkıyor Zülal Koçer / İstanbul

K

21 Haziran 2019

Dizi Yazısı

amuoyunda engellilere yönelik yürütülen çalışmalarla bazı önyargıların kırıldığı, toplumsal farkındalığın arttırıldığını anlatan Özel Eğitim Uzmanı Psikolojik Danışman Köse, toplumun yargı ve davranışlarını değiştirmenin kolay olmadığını vurguladı. Köse, devletin engelli ve farklı insanlara pozitif ayrımcılık yapabileceğini, görünürlük ve sosyal hayatın içinde var olmalarının sağlandıkça ön yargıların kırılabileceğini belirtti


2019 / Sayı 2

Ada Ümmühan Köse

E

ngelli ve yakınlarının karşılaştığı toplumsal sorunlara ilişkin yazı dizimizin son bölümünde Özel Eğitim Uzmanı Psikolojik Danışman Ada Ümmühan Köse ile konuştuk. Uzun yıllar engelli çocuklara dönük çalışmaları bulunan Köse sorularımızı yanıtladı. Uzun süredir kamuoyunda, engellilere ilişkin çeşitli çalışmalar sürüyor, peki bu çalışmalar ne kadarı işe yaradı/yarıyor? Bu çalışmaların çok büyük katkısı oldu. İnsanlar engellilik hakkında az da olsa fikir sahibi olabiliyor. Reklamlar, dizler, filmler sayesinde bazı önyargılarını kırabildiler. Tüm toplumda aynı anda davranış değişikliğine neden olmasa da sadece görünür olmaları adına büyük önem taşıyor bu çalışmalar. Toplumun farkındalığının artmasına büyük katkısı oluyor. İnsanlar hiç olmazsa artık farklı engel gruplarının isimlerine aşina, sadece bir yük, ceza, acınası, işe yaramaz, hepsi sürekli bakıma muhtaç algısının kırılmasına büyük katkı sağlıyor, sadece hayatın içinde karşılaşmak bile bir sürü önyargıyı kırıyor. Buna rağmen engellilere bakış açısı, şimdiye kadar görüştüğümüz engelli yakınlarının da ortaya koyduğu şekilde pek de iç açıcı değil. Sizce bu algıyı genellemek mümkün mü? İnsanlar neden böyle düşünüyor? Bu algıyı değiştirmek

mümkün mü? Mümkünse nasıl? Engelliye acır, “Aman korunması kollanması” gereken bir nesne olarak görür, aşağılar, alay eder, “eksik, utanılacak, doğanın şakası” gibi görür, “günahımızın bedelidir”, “gözümüzden uzak olmasını isteriz” vb. çoğaltabiliriz bunu. Ama sadece bir birey, engelleriyle birlikte var olan, senin benim gibi duygu ve düşünceleri, ihtiyaç ve hevesleri olan bir birey olarak görmeyiz. Böyle olduğunda da kişinin toplumun genelinden farklı ihtiyaç ve gereksinimleri de pek uğraşımız veya derdimiz değildir. Hepimiz ünlü birinin sevdiği engelli çocuğa bayılır, ay ne güzel deriz. Ama otobüste kriz geçiren otizmli bir çocuğa ya da yetişkine aynı yüce duygularla hareket edip tolerans göstermeyiz. Hatta gazete haberlerinden, tiki yüzünden niye baktın diye dayak yiyen zihinsel engelli insanların, otobüse alınmayan, okuldan veli imzaları toplanarak atılmaya çalışılan engelli veya farklı gereksinimleri olan çocukların atılmaya çalışıldığı haberlerini vah vah tüh tüh eşliğinde okuruz. Uzakta olduğu sürece sorun çıkarmadığı, verilenle yetindiği sürece hiçbir sorunumuz yoktur engellilerle. Bu yüzden de farkındalık ne kadar artsa da toplumun yargılarını ve davranışlarını değiştirmek kolay iş değil. Ama genellemek ne kadar doğrudur emin değilim. Çünkü bunun yanında çok büyük değişimlerde

de oldu toplumda. Engellilerin okullaşması, rehabilitasyon merkezlerinin çoğalması, hayatın içinde daha çok bulunmaya başlaması, kamuoyu tepkisinden korkularak da olsa kamusal alanda açık ayrımcılık yapmaya çekinmeye yol açtı. Filmlerde otizmli bireyleri tanımak, engelli bireylerin çalıştığı mekânların açılması, bazı büyük firmaların engelli çalışanlar için özel istihdam yaratması olumlu dönüşümlere yol açtı. Bir 20 yıl öncesine göre çok daha iyi koşullar oluştuğu söylenebilir ama bu asgari insani sınırlara yaklaştığımızı göstermiyor. Hâlâ engelliler eksik, yarım, utanılacak, saklanılacak bir durum olarak görülüyor. Yasa ve yönetmeliklerimiz görece çok iyi olmasına rağmen uygulamada zevahiri kurtarmaktan öteye gitmiyor. Bu durumun değiştirilmesi tabi ki mümkün. Bunlar kalıcı sosyal politikalarla, öncelikle devletin engelli ve genelden farklı insanlar varlığını ve eşit haklara ve fırsatlara bazen pozitif ayrımcılığa sahip olduğunu kabulle başlar. Yine görünürlüğü, sosyal hayatın içinde var olmaları sağlandıkça bu ön yargılar kırılabilir. Ailelere ve de engelli bireylere bu anlamda büyük iş düşmekte, inatla, sabırla bazen gözümüze sokarak, sürekli talep etmeli, utanmadan çekinmeden bir insan olarak hakları olan, eğitimi, işi, sosyal hayatı talep etmeli, her yerdeyiz diyebilmeliler.

29


2019 / Sayı 2

Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) Genel Başkanı Yıldız Şekerci

30

İnsanlığın binlerce yıllık birikimi ‘Diller’ yok olma tehlikesiyle karşı karşıya Cengiz Aldemir/ Ankara

U

NESCO’nun yayınladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre; Türkiye’de konuşulan dillerden Kapadokya Yunancası, Mlahso ve Ubıhça gibi diller tamamen yok olurken aralarında Çerkezce, Lazca, Hemşince, Abazaca, Süryanice, Ladino gibi diller kaybolma tehlikesi yaşıyor. UNESCO’nun “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, önümüzdeki 100 yıl içerisinde dillerin yüzde 50’si yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Dünyada konuşulan dil sayısının 6 bin civarında olduğu düşünülürse 3 bin kadar dil tehdit altında. Türkiye’de ise 18’e yakın dil var olma savaşı veriyor.

Dillerin yok olma sürecini farklı bir açıdan ortaya koyan Dil Bilimci David Crystal, 100 yılın 1200 ay ettiğini, bu zaman zarfında ortalama birkaç hafta içinde en az bir dilin ölebileceğine dikkat çekiyor. UNESCO atlasına göre Türkiye’de Hertevin, Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romani, Adige, Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaki tehlike altındaki diller. Kapadokya Yunancası, Mlahso ve Ubıhça dilleri ise tamamen kaybolmuş durumda. UNESCO’nun listesinde yer alan ve sadece Siirt’in Pervari ilçesinde konuşulan Hertevince dili yok olmanın eşiğinde. Tehlike altında olan dillerden

25 Haziran 2019

Güneydoğu Anadolu bölgesinde konuşulan Süryanice’nin Doğu Süryanicesi Aramice ağırlıklı, Batı Süryanicesi ise Akadca ağırlıklı. Keldanice, Mahallimice, Nasturice, Marunice gibi dillere de kaynak olan bir dil Süryanice. “Önlem alınmazsa ne yazık ki dilimiz Süryanice de yok olabilir” diyen Tarihçi ve HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik,“Bir dil ölürse, o dili konuşan halk da yok olur. Şu anda Süryanice konuşan insanlarımız var. Henüz tamamen yok olmadı. Ama bu şekilde devam ederse yok olacaktır. Normalde dillerin varlıklarını sürdürebilmesi için belli bir eğitim süreçleri olması ve eğitimde kullanılması gerekiyor” dedi.


2019 / Sayı 2

Tarihçi ve HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik

Çelik, Süryanilerin özellikle Midyat, Nusaybin ve İdil gibi yoğunluklu olduğu yerlerde ana dilleri ile eğitim yapan okulların açılmasını istedi. Süryanilerin ekonomik imkanlarının olmadığını ve devletin bu konuda destek vermesi gerektiğini söyleyen Çelik, “Bilim insanları ile devlet bürokrasisinin bir arada çalışarak bu sorunu çözülebileceğini ve Süryanice gibi tehlike altında olan diğer dillerin de kurtulabileceğine inanıyorum” görüşünü savundu.

Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek ve bizi inancımızdan koparmak istiyorlardı

Laz Dili ve Kültürü Araştırmacısı Kamil Aksoylu

DÜNYADA TEK DİL KONUŞAN BİR ÜLKE YOK “Karadeniz topraklarında onca farklı dil ve kültür bir arada barınırken hepsinin Lazlaştırılması, Laz diline

ve kültürüne de bir değer katmamış ancak yok oluşunu hızlandırmıştır” diyen ve dünyadan örnekler veren bir diğer isim ise Laz Dili ve Kültürü Araştırmacısı Kamil Aksoylu. Çok dilli ve çok kültürlü kimi ülkeler bu zenginliklerini yasalarla korumaya çalıştığını, bazı ülkelerde de tehlike altındaki diller için UNESCO koruma programlarının uygulandığını hatırlatan Kamil Aksoylu, “Bizim ülkemiz de çok dilli ve çok kültürlü bir yapıya sahiptir. Fakat gel gör ki ülkemizde yakın bir gelecekte 20’ye yakın dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasına rağmen ne yasalarla koruma altına alınmıştır ne de ülkemizde UNESCO tarafından yürütülen bir çalışma vardır “dedi. Dil ölümlerinin tek nedene dayanmadığını söyleyen Aksoylu, şu değerlendirmelerde bulundu: “Eğer bir dilin konuşanı yoksa o dil ölü dil olarak kabul edilmektedir. Dilbilimcilere göre dünyada 6 bin dolayında dil konuşulmakta. Önümüzdeki yüzyıl içinde bu dillerin yarısının kaybolacağı ya da bir şekilde öleceği tahmin edilmektedir. Bizim dilimiz Lazca özeline gelirsek, dilimizin neden tehlike altında olduğunu anlamadan ‘ne yapılabilirim’ cevabı pek sağlıklı olmaz. Çözümü toplum, bilim insanları ve devlet üçgeninde aramak gerekiyor. Bunun için bana göre olmazsa olmaz birkaç unsurun altını çizmek gerekli. Bunlar, Toplumsal Farkındalık, Dilbilimcilerin Rolü, Devletin Rolü ve Metodolojik Çalışma.” KAYIP DİLİN YOLCUSU Türkiye’de kaybolacak diller arasında yer alan Ladino dili, öncelikle İspanyolca temelli olmakla birlikte içerisinde farklı dillerden de kelimeler barındıran bir dil. Anadili Ladino olan ve 7 dilde profesyonel turist rehberliği yapan Jak Arditi kendisini “kayıp dilin yolcusu” olarak ifade ediyor. 24 Saat’e konuşan Arditi, “1492 yılından itibaren Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan Sefarad diye adlandırılan Yahudilerdenim. Egenin incisi İzmir’de doğup büyüdüm. Halen İzmir’de yaşamaktayım. 1999 yılından itibaren profesyonel turist rehberliği yapıyorum.

Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek ve bizi inancımızdan koparmak istiyorlardı

Anadili Ladino olan ve 7 dilde profesyonel turist rehberliği yapan Jak Arditi

Gönül verdiğim Latin dillerinde ülkemizin tanıtımına katkıda bulunuyorum” dedi. Jak Arditi, nüfusun sadece 10 bininin nesilden nesile aktardığı Ladino dilini anlayabildiğini söylüyor. Sefarad Yahudilerinin 1970’li yıllardan itibaren belirli sebeplerden dolayı Ladino dilini konuşmayı terk etmeye başladığını kaydeden Arditi, dillerinin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Arditi, “Oysa Ladino veya Cudeyo Espanyol olarak bilinen dilin en önemli özelliklerinden birisi olan ve 527 yıldır dil bilgisi kurallarını tamamen muhafaza etmiş olmasıdır. Zaman içerisinde diğer etnisitelerle etkileşim sonucunda çok sayıda Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca kelimeler ilave olmuştur. Babaannem vasıtası ile küçük yaşta kazandığım bu dil, diğer Latin dillerini öğrenmemde kapıları aralamış, hızla öğrenmemi mümkün kılmıştır. İspanyolca, Fransızca, Portekizce ve İtalyanca yaşamımın ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüştür. Çok dilli yaşamımla birlikte, bu coğrafyada kendimi,” Kayıp dilin yolcusu” olarak kabul ediyorum. Ladino’yu şimdiki ve gelecek nesillere aktarmak arzu ve niyetindeyim. Eğer devlet destek olursa bu dili gelecek nesillere aktarmak için elimden geleni yapmak isterim” dedi. “KURSLARLA DİL ÖĞRENİLMEZ” Anadilini konuşmak ve

31


2019 / Sayı 2

Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek ve bizi inancımızdan koparmak istiyorlardı

32

Laz Dili ve Kültürü Araştırmacısı Kamil Aksoylu

yaşatmanın evrensel bir insan hakkı olduğunu hatırlatan Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) Genel Başkanı Yıldız Şekerci, kendi ana dillerinin de tehlike altında olduğuna dikkat çekiyor ve Çerkeslerin Türkiye’de dillerini ve kültürlerini korumada çoğu zaman engellemeler, kısıtlamalar ve yasaklamalarla karşılaştıklarını söylüyor. 24 Saat’e konuşan KAFFED Genel Başkanı Yıldız Şekerci, şöyle dedi: “Biz, Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) olarak bağlı 55 dernek ve binlerce üye ile Türkiye’deki Çerkeslerin temsil edildiği en güçlü sivil toplum kuruluşuyuz. Anadilini korumakta kararlı olan toplumumuz Adıgece, Abazaca ve

diğer dilleri bugünlere taşımayı başarmış olsa da, bugün artık dilin kurumsal bir yapıda öğretilmesi ve korunması için yapılan çalışmalarda federasyonumuz önemli bir misyon üstlenmiştir. Şu anda da pek çok derneğimizde Anadil kursları yürütülüyor. Ancak derneklerde amatör olanaklarla açılan kurslarda dili öğrenmek ve yaşatmak gerçekçi bir yaklaşım değildir.” “DİLLERİN KADERİ UBIHÇA GİBİ OLMAMALI” Şekerci, yasaların Adige, Abhaz vb. dillerin korunması yönünde “Dilinizi konuşmanızın önünde engel yok, evinizde konuşabilirsiniz, amatör şekilde açtığınız kurslarda dilinizi

öğrenebilirsiniz” demesinin kabul edilebilir bir yaklaşım olmadığını söyledi. Bu yaklaşımı ‘dillerini, kültürlerini ve kimliklerini kendi kaderine terk etmek’ olarak değerlendiren Şekerci, oylarıyla seçtikleri hükümetlerden gerçekçi çözüm beklediklerini belirtti. Yok olmakta olan bir dilin son sahipleri olarak pozitif ayrımcılık istediklerini ifade eden Şekerçi, Kafkas dillerinden Ubihça’nın en son konuşanı olan Tevfik Esenç’in ölümü ile bu dili konuşan kimsenin kalmadığını hatırlattı. Şekerci, “Bu durum insanlık adına büyük bir kayıptır. İnsanlığın kültür mirası olan bütün dillerin kaderi, Ubıhça gibi olmaması için yetkilileri göreve çağırıyoruz” dedi.


2019 / Sayı 2

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

33


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.