9. Köy 2019 - Sayı 8

Page 1

2019 / Sayı 8

1


2019 / Sayı 8

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan

Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten

Veri Uzmanı Umut Irmaksever

Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan Destek Prog. Uzm. Merve Kambur Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak Editör Göksel Bozkurt

Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven Çevirmen Ozan Acar Araştırmacılar Dicle Ekmekçi Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal


2019 / Sayı 8

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 8

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 8

İçindekiler

“İŞSİZ GAZETECİLER” ne yapıyor, nasıl yaşıyorlar?

6

Bildirici: Medyada taraflılık arttı; habercilik evrensel çizgiden uzaklaştı

8

Semra Topçu: Dijital medya umut veriyor

10

Erkek sporculara meydan okudu

12

“Ötekinin ötekisi” görülen Alevi Romanlar: Daha fazla ayrımcılığa uğramak istemiyoruz

14

“Sanal taciz” cezasız kalmadı

16

TBB’de, “olağanüstü genel kurul” tartışması sürüyor

18

Mülteci çocuklar 20 Kasım’a haklarından mahrum giriyor

20

Amanoslar’da bilinmeyen şelaleler keşfedildi

23

“İNCİ KEFALİ, yumurtlama döneminde uygun yer bulamıyor”

25

“Köy Enstitüleri, dünyada tescil edilen en büyük eğitim sistemlerinden birisi”

27

Suriye’den ithal edilen zeytinyağından, zeytin üreticisi rahatsız: “Böyle devam ederse zeytin ağaçlarını sökeceğiz”

31

5


2019 / Sayı 8

6

“İŞSİZ GAZETECİLER” ne yapıyor, nasıl yaşıyorlar? Nurdane Sağkan / Ankara

Dizi Yazısı

B

ugün, medyanın yüzde doksanı iktidara yakın çevrelerin elinde… Binlerce gazeteci “işsiz bırakılırken” iktidarı eleştiren az sayıdaki medya kuruluşu ve çalışanı ise baskılar nedeniyle işlerini yapamaz durumda. Türkiye’de son yıllarda medya kuruluşlarının çoğu satılıp patronlar değişince, bu kurumlarda çalışan birçok deneyimli gazeteci de kapının önüne konuldu. Peki, işten çıkarılan bu gazeteciler bugün ne durumda, yaşamlarını nasıl sürdürüyor, geçinmek

için neler yapıyorlar? Genel olarak medyanın mevcut durumuyla birlikte, işten çıkarılmış deneyimli iki gazetecinin, medyadaki değişimlerle ilgili görüşleri, işten çıkarılma gerekçeleri, sonrasında neler yaşadıkları ve ne yaptıklarını, 24 Saat’te üç bölümlük dizi yazısı olarak sizlerle paylaşacağız. “MEDYA ZOR DURUMDA, BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE GERİLİYOR…” Geçen aylarda Yeniçağ Gazetesi yazarı Yavuz Selim Demirağ, Sabahattin Önkibar, Adana’da iki yerel, Antalya’da

12 Kasım 2019

bir gazeteci yaptıkları haberler nedeniyle saldırıya uğradılar. Paris merkezli, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) her yıl yayımladığı “Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi” sıralamasının 2019 yılı verilerine göre Türkiye; basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 157. sırada yer aldı. Sıralamada Afrika ülkesi Ruanda bir sıra önümüzde, Kazakistan ise bir sıra gerimizde. Son on iki yılda toplam 56 basamak düşüş yaşayan Türkiye, hâlâ “gazetecilik yapmanın zor olduğu ülkeler” kategorisinde. Listede birinci sırayı Norveç, ikinci sırayı ise


2019 / Sayı 8

deneyimli olmak.

basın kartı iptal edildi. 2018’de, 15 bin 202 sarı basın kartı sahibi bulunurken, 2019 Nisan’ında bu sayının 14 bin 759’a gerilediğini görüyoruz. Önceki dönem milletvekili olan gazeteci Barış Yarkadaş’ın kamuoyuyla paylaştığı verilere göre ise, 141 gazeteci şu an hapiste, 173 medya kuruluşu kapandı. 3 bin 300 basın emekçisi işsiz kaldı. 800 gazetecinin pasaportuna el konuldu.

İsveç aldı. Bir önceki yıla göre dört basamak gerileyen Türkiye, hapiste en fazla gazetecisi olan ülkeler arasında başı çekiyor. Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI) göre Türkiye’de 162, Türkiye Gazeteciler Sendikası’na (TGS) göre 142, Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne (ÇGD) göre ise 139 basın çalışanı cezaevinde. Uluslararası Basın Enstitüsü raporuna göre; Türkiye’de medyanın yaklaşık yüzde 95’i hükümetin etkisi altında. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un (Özgürlük Evi) 2019 “Dünyada Özgürlük” raporuna göre puanı 31’e düştü. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) raporunda, Türkiye’nin, gazeteci Pelin Ünker’in, “Cennet BelgeleriParadise Papers” konusunda yaptığı haberlerin Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanması nedeniyle hakkında dava açılan tek ülke olduğuna dikkat çekildi. CHP Milletvekilleri Atilla Serter ve Sezgin Tanrıkulu’nun, basın kartlarıyla ilgili ayrı ayrı sundukları soru önergesine verilen yanıttan da şu kaygı verici bilgilere ulaşıyoruz: Son üç yılda; 2 bin 397 gazetecinin sarı

“HER DÖRT GAZETECİDEN BİRİ, İŞSİZ” Türkiye’nin yaşadığı kritik süreçlerde, ilk önce gazetecilerin işten çıkarılma ve hapse atılmalarına tanıklık ettik. Gezi olayları ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da gazeteci tasfiyelerindeki artış, dikkat çekmişti. Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlarda ise, birçok gazeteci hapse atılmıştı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2018 yılı İşgücü İstatistikleri’nde gazeteciler, işsizlikte ikinci sırada. Resmi verilere göre, her dört gazeteciden biri işsiz. Gazeteci işsizliği bir yılda 4.7 oranında artıp yüzde 23.8 oldu. Basın kartsız ve sigortasız çalışan gazetecilerden dolayı, TGS’nin yüzde 30 olarak verdiği gazeteci işsizliği oranı, TÜİK’in resmi rakamlarında daha az, yüzde 23.8 olarak görülüyor. 2001 yılında yaşanan krizden sonra 5 bin gazetecinin işsiz kaldığı bilinirken bugün bu sayının bir rekora koşarak, 10 bine ulaştığı söyleniyor. “İşsiz gazeteci” sayısı hızla artarken OHAL kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnameyle, arasında İMC ve Hayatın Sesi televizyonları da olan 12 televizyon kanalı kapatıldı. Bu arada Reuters Enstitüsü’nün raporuna göre; halk arasında Sabah, A Haber ve TRT gibi yayıncılara güvenin azalırken

Sahada güvenliğinizi sağlayacak en önemli nokta

daha eleştirisel konumda bulunan FOX, Cumhuriyet ve Sözcü gibi yayınlara güven arttı. TGS’ye göre: 2018 yılının başında net gazete satışı, 2.593.986 iken, yılsonunda bu sayı beş yüz bin azaldı. Çalışan gazetecilerin durumu da oldukça vahim. Çalışma koşulları her geçen gün ağırlaşırken toplu sözleşmelerden yoksun bırakılıyorlar. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK Araştırma Merkezi’nin (DİSKAR), 2019’da yaptığı araştırmada Türkiye, OECD ülkeleri içinde sendikalaşma ve toplu sözleşme oranı açısından sonuncu sırada. SOSYAL MEDYANIN HABER AMAÇLI KULLANIMI Türkiye’de sosyal medyada haber alma amaçlı en çok Facebook, daha sonra YouTube, ardından da Twitter ve Whatsapp kullanılıyor Uluslararası dört kamu yayın kuruluşu; Alman Deutsche Welle (DW), İngiliz British Broadcasting Corporation (BBC), Fransız France 24, ABD’li Voice of America (VOA) birleşerek Türkçe yayın yapan +90 adlı bir YouTube kanalı açtı. Türkiye’nin uluslararası telefon kodu olan +90’dan yola çıkılarak kanala bu ad verildi. +90 kanalının amacı, Türkiye’deki ve ülke dışındaki Türkçe izleyicisine ifade özgürlüğüne dayanan, farklı görüşleri yansıtan, bağımsız ve güvenilir haberlere yer vermeye özen gösterileceği açıklandı. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) birlikte hazırladığı Medya Sahipliği İzleme Projesi (Media Ownership MonitorMoM) dijital medya araştırmalarına göre: Ülke nüfusunun yüzde 53’ü aktif sosyal medya kullanıcısı. Haber alma platformu YouTube dokuz kat, Twitter kullanımı on kat, haber amaçlı Whatsapp kullanımı ise yüzde otuz artış göstermiş.

7


2019 / Sayı 8

8

Bildirici: Medyada taraflılık arttı; habercilik evrensel çizgiden uzaklaştı Nurdane Sağkan / Ankara

Dizi Yazısı

G

azeteci Faruk Bildirici, neden işten çıkarıldığını, sonrasında ne yaşadığını, medyadaki dönüşüm konusunda ne düşündüğünü 24 Saat’e anlattı Gazeteci Faruk Bildirici, medyadaki değişimi, işten çıkarılma gerekçesi, sonrasında yaşadıkları ve yaptıklarını 24 Saat’e anlattı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirip gazeteciliğe, Cumhuriyet’te başlayan Faruk Bildirici, sıkıyönetim, eğitim muhabirliği, siyasi parti ve parlamento muhabirliği yaptı. Bir süre

Haber Müdürlüğü görevinde bulunduğu Cumhuriyet ve Sabah gazetelerinden sonra Hürriyet’e geçti. Yaklaşık beş yıl Hürriyet Ankara Büro Şefi olarak görev yapan Bildirici, yazı dizileri hazırladı; portre yazıları kaleme aldı, araştırma kitapları yayınladı. “Anlatsam Roman Olur” başlığıyla Hürriyet gazetesinde gerçek yaşam öyküleri kaleme aldı, televizyon kanallarında programlar yaptı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda üç dönem ders veren Bildirici, 19 Nisan 2010- 4 Mart 2019 tarihine kadar Hürriyet gazetesinin Okur

13 Kasım 2019

Temsilciliği (Ombudsman) görevini yürüttü. Mayıs 2018’de Demirören Grubu, Hürriyet’i satın alınca 386 kişi işten çıkarıldı. İşine son verilen Bildirici, 4 Mart 2019’da yayımlanan veda yazısıyla Hürriyet’ten ayrıldı. Bildirici bir süre işsizliğin ardından CHP kontenjanından RTÜK Üyesi seçildi. 31 Ekim 2019 tarihinde RTÜK üyeliği düşürüldü. Bildirici, Hürriyet’te işten çıkarılma sürecinde yaşadıklarını 24 Saat Gazetesi’ne şöyle özetledi: “Gazeteciliğe katkı sağlamak, hataları düzeltmek, daha kaliteli gazetecilik için dokuz yıl Hürriyet’te okur ombudsmanlığı


2019 / Sayı 8

yaptım. Yazılarımda, meslek ilkelerini hatırlatan uyarılarda da bulunuyordum. 2018 Aralık ayı başında üç yazım kullanılmadı. Yayın politikaları, Saraydakileri mutlu etmek üzerine kurulmuş. Önceden sansür vardı, bugün sansür ve otosansür ikisi birden var. Korkunuz varsa sürekli geri çekilirsiniz, otosansürün sonu yok. Türkiye’de ne zaman özgür gazetecilik yapıldı ki? Demokrasi, gazeteciliğin oksijenidir o yoksa boğulursunuz. Demokrasi için mücadele ederiz, haksızlıklara karşı çıkarız.

“Gazeteci soru sormuyor, ortada tiyatro var, insanlar inanıyor. Bu gazetecilik değil, bir gün tiyatroda perde, alkışlar ya da ‘yuh’larla kapanır. “

” Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra mesleğiyle ilgili yaptıkları ve yapacakları konusunda da Bildirici, şunları açıkladı: “Yeni bir kitaba başladım. Okur Temsilcisi (ombudsman) olarak Hürriyet’te yaşadıklarımı, mücadelemi, deneyimlerimi kâğıda döküyorum. O dönemde medya ombudsmanlığı görevimi, kişisel olarak Kendi web sayfamda sürdürmeye karar verdim. Tamamen bağımsız ve tarafsız bir ‘medya ombudsmanlığı.’ Gazete, televizyon ve internet sitelerindeki gazetecilik yanlışları, eksikleri konusundaki değerlendirmelerimi yazacağım. Amacım mesleğime, basın özgürlüğüne ve halkın haber alma hakkına elimden geldiğince katkıda bulunmak. Gazeteciliği ilkeler açısından denetleyecek, hatırlatacak, uyaracak herhangi bir mekanizma

yok. Gazetecilik umudumu korumaya çalışıyorum. Hayatımı canlandıran motivasyon kaynağı, yazmak. Bilgiye inanıyorum. Susmayacağım, konuşmaya devam edeceğim, nereyi bulursam orda yazacağım, kitap yazacağım. Çetin Altan’ın ‘Yazmak, şehvettir’ sözüne katılıyorum.” “GAZETECİLİK HER ZAMAN OLACAK, ZAMAN VE MÜCADELE GEREKLİ” Bildirici, medyanın günümüzdeki durumuna ilişkin şu değerlendirmede bulundu: “Türkiye’de medyada taraflılık alabildiğine arttı; habercilik evrensel çizgiden iyice uzaklaştı. Eskiden Türkiye’de kitle haberciliği vardı, evrensel gazetecilik bunu gerektirir ama şimdi kitle haberciliğinden söz edemiyoruz. Hep söylüyorum, medyanın gerçeği insanlara aktarması gerekir ama şu anda gerçeği aktarmak yerine maalesef siyasi iktidar ve diğer güç odaklarının tamamen aygıtı olmuş durumdalar. Güç odaklarını, kimi zaman iş insanlarını, kimi zaman şirketleri, kimi zaman siyasi iktidarı mutlu etmeye çalışıyorlar. Oysa bizim işimiz insanları, şirketleri ya da güçlüleri mutlu etmek değil. Tam tersine azınlığın, sessizlerin, haksızlığa uğrayanların sesi olmak, onların haklarını aramak ama biz şu anda öyle bir durumda değiliz. Medya kuruluşlarının ekonomi sayfalarına bakın, ekonomi sayfalarında binlerin, on binlerin sorunlarını görmüyorsunuz. Bir iş insanının, bir şirketin problemini sayfalar dolusu görüyorsunuz, öbürlerini göremiyorsunuz. Gazeteci soru sormuyor, ortada tiyatro var, insanlar inanıyor. Bu gazetecilik değil, bir gün tiyatroda perde, alkışlar ya da ‘yuh’larla kapanır. Elbette mevcut gazetelerin, medya kuruluşlarının içerisinde hala bağımsız, hâlâ eleştirel gazetecilik yapmaya çalışan bazı gazeteler, televizyonlar var. Geleneksel medya dışında, Ruşen Çakır’ın kurduğu Medyascope gibi internet medyasında gazetecilik yapmaya çalışan, yapan, çok iyi örnekler sergileyen arkadaşlar da var.

Bizler, tek tek çalışıyoruz, bu iş evrilir mi? Galiba biraz zamana ihtiyacımız var. Bu da, hem bizim yaptığımız işin insanlarda göreceği karşılığa, hem de dijital, teknolojik gelişmenin nereye gideceğini görmemize bağlı. Şunu düşünüyorum; gazetecilik her zaman var olacak, çünkü insanın bilgi alma ihtiyacı her zaman devam edecek. Zaman ve mücadele gerekli yani hiçbir şey mücadele etmeden kazanılmıyor.” “YENİ MECRALARI KULLANARAK YAZMAYA, ÜRETMEYE DEVAM ETMELİ” İşsiz kalan gazeteci arkadaşlarına ise Bildirici’nin önerileri şöyle: “Benim, işsiz kalan gazeteciler için önerebileceğim yine yazmaya, üretmeye devam etmeleri, özellikle yeni mecraları kullanmaları. Yeni mecralardan, yeni filizlenmeler olabilir diye düşünüyorum. Biz gazetecileri ayakta tutan, diri tutan her zaman üretmemiz. Kendi adıma, ben yazdıkça güçleniyorum. Her yazdığımda beni işten atanlara, ‘Bak beni işten attınız ama ben yazmaya devam ediyorum, çünkü ben insanlara bilgi aktarmaya önem veriyorum, bu beni var ediyor’ diye bir mesaj veriyorum ve o zaman daha güçlü oluyorum. Hepimizin onu yapması gerekiyor. “GAZETECİLER, HAKLARINI SAVUNAMIYOR ÇÜNKÜ ÖRGÜTLÜ DEĞİLLER” Gazeteciler, toplumda sessizlerin sesi, haksızlığa uğrayanların yanında olması gereken bir mesleğin erbapları, kendi haklarını savunamıyorlar neden? Çünkü kendileri örgütlü değiller. Sendikal örgütlenmenin yeniden onarılması, güçlenmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Şu anda işsiz gazeteciler sorunu, bizim sadece örgütlenmemizle de ilgili değil. Medyanın içinde bulunduğu durum, tekelleşme ve dijitalleşmeyle de ilgili tabii ki. O nedenle, onların da gidişatına bağlı.”

9


2019 / Sayı 8

10

Semra Topçu: Dijital medya umut veriyor Nurdane Sağkan / Ankara

Dizi Yazısı

G

azeteci Topçu, gazeteciye yaşam hakkı tanınmadığını savunarak “Medya, sadece bağımsız olursa düzeltilebilir” dedi Gazeteci Semra Topçu, medyadaki değişimi ve işten çıkarılma sürecini 24 Saat’e anlattı. Topçu, ana akım medyanın tüm olumsuzluklarına karşı yükselen dijital medyanın umut verdiğini söyledi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1993’te mezun olup aynı yıl meslek hayatına TRT’de muhabir olarak başlayan Semra Topçu, Flash TV ve ETV’de muhabirlik yaptı. ETV’nin Ankara Haber Müdürü oldu. 2003’te televizyonculuktan ayrılarak, Eski Bakan Ahmet

Kurtcebe Alptemoçin’in kitaplarını hazırladı; Özallı Yıllar ve Özal’dan Sonra isimleriyle yayınlanan iki kitap çıkardı. Topçu, 2011’de televizyonculuğa Halk TV haber müdürü olarak döndü. Aynı zamanda “Güne Başlarken” adlı Haber Kuşağı programını hazırlayıp sunmaya başladı. 31 Mart yerel seçimlerinin tamamlanmasının ardından 1 Nisan sabahı Topçu’nun işine son verildi. “MEDYA, SADECE BAĞIMSIZ OLURSA DÜZELTİLEBİLİR” Topçu, işten çıkarılma gerekçesi ve o süreci, şöyle anlattı: “18 Mart 2019’da, çalıştığım kanalın yönetimi ile yaptığımız bir toplantıda bana, yorumlarımın rahatsızlık yarattığı söylendi.

14 Kasım 2019

Bu toplantı, kanalda birtakım değişiklikler yapılacağının da bir göstergesiydi aynı zamanda. 23 Haziran Seçimlerinin yapıldığı gece de yayın arkasında çalışmıştım. 31 Mart Yerel Seçiminin ertesi sabah da yayına girdim, hiçbir şeyden haberim yoktu. Yayın çıkışı üç avukat bana, iş akdimin feshedildiğine dair bir belge verdiler ve gerekçe olarak, kanalın reytinglerinde düşüş olmasını gösterdiler. Ben program ve yayın müdürüydüm, dolayısıyla reytingler elimdeydi ve bu gerekçe doğru değildi. Sonuç olarak tasfiye edildik. Çalıştığım kurumla o kadar aidiyet içerisindeydim ki; biz büyüttük orayı, çocuğumuz gibiydi, geceli gündüzlü çalıştık. Sabah yayına girip akşam tekrar yayına gidiyor, boşlukları dolduruyorduk,


2019 / Sayı 8

onun için çok şaşırdım. Çok büyük haksızlık, vefasızlık olarak gördüm bu şekilde işten çıkarılmayı. İşsiz kalmak çok çaresizce bir durum, aç ve açıkta kaldım gibi düşünüyor insan. Özellikle para kazanmaya başka türlü bir alternatif düşünmemiş bizler için, çünkü öyle bir kültürümüz yok, öyle bir yapımız yok. Bu insanı çok üzen bir şey. O hayal kırıklığının yanı sıra, çok kıvanç duyduğum, çok mutlu olduğum arayanlarım oldu. Meslek büyüklerimin, hiç daha önce yüz yüze gelmediğim, tanışmadığım insanların desteğini gördüm. Mesela Özdemir İnce arayıp, çok yakışıksız bir işten çıkarılma olduğunu söyledi. Uğur Dündar’ın yaptığını tabii hiç unutamam, çok önemli. Pek çok kişinin arayıp sorması beni çok güçlü kıldı. Sarıkeçili’lerin, göçerlerin Pervin Anası ile yıllar önce yayın yapmıştım, Pervin ana aradı ve şöyle dedi ağlayarak: ‘Develerimi nereye yıkayım, kimin kapısına yıkayım. Bu sana değil bize yapıldı.’ Bu destek, bu içten sevgi tabii ki insanı çok mutlu ediyor. Orda çalışırken hiç bilmediğim, hissetmediğim bir destekle karşılaştım.” “GAZETECİYE YAŞAM HAKKI TANIMAYAN BİR ÜLKEDEYİZ” Topçu, medyanın durumu konusunda şu değerlendirmeyi yaptı: “Türkiye’de hâlâ gazeteciler rahatsızlık yaratıyor. Gazeteciler faaliyet alanlarında ürettikleri çalışmalarıyla saldırıya uğruyorlar. Gazeteciye yaşam hakkı tanımayan bir ülkede olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bizler gazetecilik faaliyetini, bir kuruma bağlı olarak gerçekleştiriyoruz ve maalesef yaşadığımız problemler de genel olarak o kurumlardan kaynaklanıyor. Bu ülkede örgütlenme eksikliği var, sendikalı gazeteci sayısı çok az. 1990’lar güçlü patronlar dönemi oldu. Patronlar o kadar güçlüydü ki, ‘Hükümet yıkar, hükümet kurarız’ sözü bile tarihe geçti. Sözünü ettiğimiz patronlar, sendikasızlaşmayı başlattılar.

Bu dönemin bir iyiliği var, araştırmacı gazeteciliğin basın tarihindeki yüz akı örnekleri verildi. Gazeteciler o sırada o kadar güzel dosyalar çıkardılar ki; Susurluk gibi, İtalya’daki süper savcılar raporu gibi. Gazeteciler o dönemde, böyle haberler yapabildikleri için çok şanslıydılar. Kamu yararı olmadan, kâr amaçlı medya anlayışıyla, büyük bir sistem değişikliği, dönüşüm başladı. AKP döneminde sosyal haklar, sendikalaşma giderek azaldı, işsizlik daha da arttı. AKP gelmeden önce RTÜK yasasındaki değişiklik ve 4756 sayılı kanunun çıkmasıyla birlikte, tekelleşme ve AKP’nin havuz medyası sistemini kurabilme imkânları yaratıldı. Havuz medyasına baktığımızda, Erdoğan’ın bir cümlesinin neredeyse aynı yansımalarıyla karşılaşıyoruz: ‘ABD’ye göbekten bağlı değiliz’, ‘Göbeğimizden bağlı değiliz’, ‘ABD’ye göbeğimizden bağlı değiliz’ gibi… Yazamıyorlar hem refleksleri yok oldu, hem de baskı nedeniyle yazmaktan kaçınıyorlar. Bu gazetecilik değil aslında, iktidar yandaşlığıyla, gazeteciliği birbirinden ayırmamız gerekiyor. Kabataş yandaşlığı gazetecilik değildi. Kadınların camiyi, ezanı protesto ettikleri yalanı gazetecilik değildi.” “GAZETECİ İŞSİZ OLMAZ, GAZETECİ HEP ÜRETİR” Halk TV’den ayrıldıktan sonra yaptıkları ve yapmak istedikleri konusunda ise Topçu, şunları söyledi: “İşsiz kaldıktan sonra gezdim, yıllardır yapamadığım tatillerin acısını çıkardım ama mesleğimi de özledim. İşsiz gazeteci mi olurmuş? Gazeteci işsiz olmaz, gazeteci hep üretir. Twitter da, Instagram da, Facebook da yazıyorsun, duramıyorsun, şurada bir olay olsa, kaçmaya değil çekmeye çalışırsın, gazetecisin çünkü. Önceden başladığım tamamlanmamış ‘Alternatif Habercilikte Halk TV örneği’ başlıklı bir tez çalışmam var, Halk TV’yi yazacağım.”

“DİJİTAL MEDYA UMUT VERİYOR” Hafta içi her sabah “Semra Topçu ile Gündeme Dair” adlı haber programını kendi YouTube kanalından sunan Topçu, işsiz gazetecilerin ne yaptıkları konusunda da şu açıklamalarda bulundu: “Umut veren bir zemin var; dijital mecra. Patron imajını ortadan kaldıran, basını daha özgürleştirip, kamu hizmetini yaptığı kitleyle, gazeteciyi baş başa bırakan bir dijital medya gerçekliği var. İşsiz gazeteciler dijital mecralarda; bloklarda, YouTube kanallarında mesleklerini yapmaya çalışıyorlar. Mesela Ünsal Ünlü bu konuda çok başarılı. Kurumsal olarak; T24, Duvar, Diken, Bianet gibi mecralarda da birleşmiş işsiz gazetecilerin yazılarını okuyabiliyoruz. Belki bu örnekler büyüyecek, ana akımın boşluğunu dolduracak. Bireysel çabalarla kendi internet sayfalarında, köşelerinde yazılarına devam eden, mecrası genişleyen birçok gazeteci var. Artık internet mecrasının reklam pastası yavaş yavaş büyümeye, internet kullanıcısı sayısı da artmaya başladı. Sonuç olarak dijital medya umut veriyor. İşsiz gazeteciler, çeşitli mecralarda hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bir arkadaşım zeytinyağı işine girmiş, tarım sektörüne giren var, dijital medyaya girenler var. Hepimiz, geçimini sağlayacak, hayatını sürdürecek kadar para kazanmanın yolunu bulacağız. Bu anlamda ‘Basın Evi’nin kuruluşu ve faaliyeti çok olumlu. Sadece ‘Basın Evi’ değil, gazetecilik meslek örgütlerinin de sendikalar aracılığıyla Türkiye’de daha etkin olup, kamu yararına gazetecilik yapabilmenin yollarını açmaları gerekir. Özgür ve bağımsız haberciliği geliştirebilmek için, medya örgütlenmeleri daha güçlü olmalı. Medya, dördüncü güç olmasının kaynağını herkese ulaşma yeteneğinden alıyor. Medya, sadece bağımsız olursa düzeltilebilir. Ama insanlarda talep yok, talep tavır almayı gerektiriyor.”

11


2019 / Sayı 8

Erkek sporculara meydan okudu 12

Işıl Çalışkan / Ankara

Haber Yazısı

G

ençler ve Avrupa 23 Yaş Altı Avrupa Halter Şampiyonası’nda ikinci kez şampiyonluk kazanan Milli Halterci Ayşegül Çakın, en büyük motivasyonunun, “Halterin sadece erkekler için olduğu mitini yıkmak” olduğunu söyledi Babasının güçlensin diye taşıttığı tuz çuvallarının onu yıllar sonra Avrupa şampiyonluklarına götüreceğini kim bilebilirdi ki… Hayatın getirdiği olumsuz şartları, fırsata çevirmeyi başarmış, takdire şayan bir isim Milli Halterci Ayşegül Çakın. Kazandığı 30’a yakın altın madalyayla “Aydın’ın altın kızı” unvanını alan Çakın’ın başarısının ardında yatan hikâye ise kazandığı şampiyonlukları daha da anlamlı kılıyor… Serüveninin başına dönersek… Milli sporcunun halterle tanışmasında ikiz kardeşi

Emre Çakın’ın rolü büyük. Televizyonda izlediği yarışlar sayesinde bu spora merak salan kardeşi Emre’nin halter sevgisi kısa sürede Ayşegül’ü de etkisi altına alır. Ailesinin ilk etapta kardeşinden umutlu olduğunu aktaran Ayşegül Çakın, “Beni, yanında iki kardeş birbirlerine göz kulak olsun diye göndermişlerdi, ama daha sonra o bıraktı ben devam ettim” diyor. Zaten çok geçmeden kendisini ailesine de Türkiye’ye de kanıtlamayı başarır… Nasıl mı? Elbette azmin ve sevginin gücü ile… Şöyle ki; 2016 yılında Yıldızlar Türkiye Halter Şampiyonası’nda Birinci olan milli sporcu, aynı yıl Yıldızlar Avrupa Şampiyonası’nda ikincilik aldı. Yine 2016’da Malezya’da düzenlenen Yıldızlar Dünya Halter Şampiyonası’nda da şampiyon oldu. 2017’de Polonya’daki Gençler Avrupa Şampiyonası’nda

15 Kasım 2019

ikinciliğin ardından 2018’de İspanya’daki Akdeniz Oyunları’nda silkmede oyunlar rekorunu kırarak altın madalya elde etti. En son Romanya’da gerçekleşen Gençler ve Avrupa 23 Yaş Altı Avrupa Halter Şampiyonası’nda 59 kiloda Şampiyonu oldu. Bükreş’te düzenlenen şampiyonada, koparmada 87 kiloyla gümüş, silkmede 116 kiloyla altın, toplamda da 203 kiloluk derecesiyle altın madalya kazandı. İkinci Avrupa Şampiyonluğu’nun ardından Milli Halterci Çakın, yarış deneyimi ve halterle olan serüvenini 24 Saat Gazetesi’ne anlattı. Aydın’ın Kemer Mahallesi’nde tuz değirmeni ve bakkal işleten işçi bir ailenin kızı Ayşegül Çakın. Eski bir güreşçi olan babası Ali Çakın’ın tam bir spor aşığı olduğunu belirten sporcu, “Bu yüzden ikizimle birlikte kas ve kemiklerimiz


güçlensin diye tuz çuvallarının taşınmasında yardım ettirirdi” diyor. Babasına yardım ederken çok çabuk güçlendiğini, hatta haltere başlandığında zorlanmama sebebini de taşıdığı tuz çuvallarına bağlıyor Çakın. Bir sporcu için aile desteğinin önemini Çakın, kendi yaşamı üzerinden şöyle açıklıyor: “Annem ve babam ciddi anlamda destek oldu. Bugün yağmur yağıyor ya da ödevim var desem de başarı için antrenman şart deyip birçok kez halter salonuna arabayla bırakıp aldılar. Ayrıca birçok Türkiye Şampiyonası’na yarışmalarda destek olmak için geldiler. Onların varlığı bile bana manevi bir güç veriyor.” KIZLARDAN HALTERCİ OLUR MU? Halteri niye tercih ettiği konusunda, “Sanırım güç sporlarını sevdiğim için bu spor bana daha cazip geldi. Ayrıca kızlardan halterci mi olur erkek sporu dedikleri için bu beni daha da hırslandırdı” açıklamasında bulunan Çakın, bu sporda kısa boyunun da bir avantaj olduğunu belirterek “Boyum 1.58 olduğu için uzun boylu sporculara göre çok daha avantajlıyım. Halterde boyunuz ne kadar kısaysa kaldırma mesafeniz azaldığı için o kadar avantajlısınız” diye konuşuyor. Halter için, “Ne kadar fiziksel bir spor gibi görünse de psikolojik boyutu çok önemli” diye konuşan Çakın, bunun sebebini, “Eğer kötü bir olay yaşadıysanız bunu antrenman salonuna girdiğiniz an unutmak ve her zaman motivasyonunuzu yüksek tutmak zorundasınız.

Bu anlamda psikoloji her şey” sözleriyle anlatıyor. Ve disiplin ile azmin halter için olmazsa olmaz iki özellik olduğunu ekliyor. Başarıları sayesinde halterin bir cinsiyeti olmadığını kanıtladığını vurgulayan sporcu, en büyük motivasyon kaynağının da bu olduğuna dikkat çekerek, “Güç sporu olduğu için kadınlar yapamaz” gibi bir algı vardı. Ama böyle güzel başarılar geldikçe bunun doğru olmadığını gösterdik. O asil kan ve iman gücü bizde, kadınlarda da var. Halterin sadece erkeklerin yapacağı bir spor olduğu mitini yıkmaya başladık” sözleriyle iddiasını ifade ediyor. DAHA İYİ OLABİLİRİZ “Halterde dünyaya göre neredeyiz?” sorusunu Çakın, “Genel olarak iyiyiz, ama daha iyi olabiliriz. Özellikle büyükler ve olimpiyat kategorisinde madalyamız çok az. Mesela antrenman periyotlamasından uyku ve beslenme düzenine kadar a’dan z’ye her şeyi oturtmuş ülkeler var. Özellikle Asya ülkelerinden bahsediyorum. Eğer bizim de böyle bir durumumuz olsa eminim halterde zirvede olurduk. İyiyiz ama neden bir olimpiyat ve dünya şampiyonasında da bir şampiyonluk gelmesin ki?” diye yanıtlıyor. Gençler ve 23 Yaş Altı Avrupa Halter Şampiyonası’nda elde ettiği başarının kendisini hırslandırdığını kaydeden Çakın, Romanya’nın başkenti Bükreş’te yapılan yarışa ilişkin şunları söylüyor: “Aslında çok güzel bir kamp dönemi geçirdim ve her şeyimle birebir ilgilendim. Bildiğiniz üzere halterde koparma ve silkme

üzerine 2 kategori, her birinde 3’er hak var. Koparmada ikinci hakkımıkaçırdığım için rakibim 1 Kilo ile altın madalyanın sahibi oldu. Ama silkme kategorisine gelince daha da hırslandım ve kendime güvendim. 116 kg ve 203 kg total ile 2 altın madalyanın sahibi olup İstiklal Marşı’mızı okuttum. Bu yarışmalar için daha da motive etti.” SPOR, FUTBOLDAN İBARET DEĞİL Bazı sporlardaki başarıların yeterince görünür olmamasından yakınan Çakın, “Ülkemizde spor sadece futboldan ibaret gibi. Ben ve benim gibi sporculara maddi ve manevi açıdan daha fazla destek olunmalı, sponsor bulunmalı, medyada daha fazla yer ve Kazandığı madalyaların kendisi için, “emek, alın teri ve mücadeleyi” ifade ettiğini belirten milli halterci, “Benim için maneviyatı ve yaşattığı hissi çok güzel. Size bir çanta dolusu para verseler, şampiyonluk madalyasıyla birlikte o kürsüye çıkıp o duyguları yaşayamazsınız. Çünkü bazı şeylerin değeri parayla ölçülemiyor” diye konuşuyor. ÖNCE 2020, SONRA 2024 En büyük hedefinin olimpiyatlara katılmak olduğunu bildiren Çakın, “Olimpiyatlarda gidip İstiklal Marşı’mızı okutmak istiyorum. Bunun için kota yarışmalarına katılıyorum. Şansım yüksek ve yaşım küçük. İnşallah 2020 Tokyo hedefim, ardından da 2024…” diyor.


2019 / Sayı 8

14

“Ötekinin ötekisi” görülen Alevi Romanlar: Daha fazla ayrımcılığa uğramak istemiyoruz Hemra Nida / İstanbul

R

omanlar, yıllardır bu topraklarda “öteki” olmanın dayanılmaz zorluğunu yaşıyor. Eğitim, barınma, istihdam ve yoksulluk gibi sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bunlara bir de ayrımcılık ekleniyor. Üstelik bu tavır, aynı inancı paylaştıkları Alevi kardeşlerinden gelince daha ağır oluyor Dünyanın dört bir yanına dağılan ve köklü geçmişe sahip olan Romanlar, yıllardır bu topraklarda “öteki” olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyor.

Eğitim, barınma, istihdam ve derin yoksulluk gibi üstesinden gelmeye çalıştıkları sorunların üzerine bir de ayrımcılık ekleniyor. Üstelik bu tavır, aynı inancı paylaştıkları Alevi kardeşlerinden gelince daha ağır ve acıtıcı boyut kazanıyor. Erdoğan Şener, Niyazi Buluter ve Necla Buluter hak temelli çalışan Roman sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden. Kimliklerinden dolayı maruz kaldıkları sosyal dışlanmayla yeterince savaştıklarını bildiren bu temsilcilerle, nasıl mücadeleye mecbur bırakıldıklarını konuştuk.

16 Kasım 2019

“BU ÜLKEDE KİRACI DEĞİL, EV SAHİBİYİZ” Avrupa Birliği Konseyi Roman Forumu Türkiye Temsilcisi Erdoğan Şener, çocukluğuna ait ilk hatıraların bile kimliğinden ötürü dışlanmak üzerine kurulu olduğunu anımsatıp şunları söylüyor: “İlkokula 1,5 ay geç başladım. Roman olduğumu bilen çocuklar, benimle aynı sıraya oturmadı, döverek masanın altına soktular. Öğretmen gelince beni onların yanından kaldırdı ve sınıfta kalmış çocukların yanına oturttu. Hatırladığım ilk


2019 / Sayı 8

dışlanma budur.” Çocukluğundan itibaren buna benzer birçok olayla karşılaştığına değinen Şener, sırf Roman oldukları için pazar yerlerinden tezgâhlarının kaldırıldığını, kahvehanelerden çıkarıldıklarını, zaman zaman nezarethanelere götürülüp bekletildiklerini söylüyor. Roman olmak bir yana Alevi olmaktan ötürü de sıkıntı çektiğini aktaran Şener, asker ocağında yaşadığı bir olayı şöyle aktarıyor: “Sabah sporuna çıkmıştık. Bölüğümüzün başında Alevi bir çavuş vardı. Koşarken önümüzden tavşan geçince inancımız gereği çavuş bizi geri çevirdi, ters istikamette koşmaya başladık. Asteğmen bu hareketinden dolayı ona çıkışmıştı.” Karşılaştığı onca ayrımcılığa rağmen “öteki” olmayı asla “içselleştirmediğini” vurgulayan Şener, kimsenin kimseden üstün olmadığını altını çiziyor. Şener, Romanların bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olduğunu, vergi verdiklerini ve askerlik yaptıklarını dile getirip sözlerini şöyle bitiriyor: “Kimse bizi bu ülkede kiracı gibi görmesin, Romanlar, 950 yıldan beri Anadolu’da var, bundan sonra da var olacağız. Ülkemiz için elimizden geldiği kadar çalışacağız.” “ALEVİ TOPLUMU DA BİZİ HİZMETKÂR OLARAK GÖRÜYOR” Gaziantep Abdallar Yardımlaşma ve Kültür Derneği Başkanı Niyazi Buluter, hem göçebe Abdal Roman olmaktan hem Alevi olmaktan ötürü çok zorluklar yaşadığını belirtiyor. Alevi toplumunun da herkes gibi Romanları hizmetkâr olarak gördüğüne değinen Buluter, değerlendirmelerine şöyle devam ediyor: “Aynı inanca sahibiz ama bizi Alevi’den saymıyor, kendileriyle eşit görmüyorlar. Karşılaştığımızda ‘Bunlar çingene’ deyip yukardan bakıyorlar. Yanlışlarını dile getirecek olsak ‘Sen bize akıl verecek durumda değilsin’ diyorlar. Roman olarak birçok şeyle

Niyazi Buluter mücadele ediyoruz, Alevi Roman olarak ayrıca mücadele etmek zorunda kalıyoruz.” Aynı Allah’a, peygambere inandıklarını, Ali sevgisinde buluştuklarına işaret eden Buluter, cemevlerinden dışlanmak istemediklerini bildiriyor. Her şeyin konuşularak çözüleceğine inanan Buluter, muhatap alınmak istediklerini vurgulayıp “Biz sizi dinliyorsak sizde bizi dinleyin. Bizim de sizin kadar inançlı ve bilgili olduğumuzu bilin, yukardan bakmayın, toplumumuza kulak verin” diyor. Ötekileştirilmeden yaşamak istediklerine dikkat çeken Buluter, devlet politikalarının bu konularda yetersiz olduğunu, mevcut politikaların icraata dönüşmediğini dile getiriyor. Buluter, son olarak kendilerini dışlayanlara bakış açısını değiştirmelerini ve eşit bireyler olarak görülmek istediklerini söylüyor. “ÇOK KİMLİKLİ BİR KADIN OLMAK DAHA ZOR” Gaziantep’teki Roman kadın ve çocuklar için çalışmalar yürüten Necla Buluter de, göçebe Abdal Roman ve Alevi olarak her yerde dışlandıklarından yakınarak şunları anlatıyor: “Hacıbektaş anma törenlerine geliyoruz, orda dışlıyorlar. Cemevlerine gidiyoruz, istemiyorlar. ‘Onlar Roman, onlar Abdal’ diyerek bizi hem

mekânların, hem toplumun dışına itiyorlar. Sonra da dışarıda çadır kurdular diye şikâyet ediyorlar ama bizi buna mecbur ediyorlar.” Kimlikleriyle kabul edilmek istediklerini, kendilerine sahip çıkılması gerektiğini belirten Buluter, toplumun eğitilmesi tavsiyesinde bulunup Gaziantep’te açtıkları toplum merkezinde kadın ve çocuklara çeşitli kurslar verdiklerini aktarıyor. Sivil toplum çalışmalarıyla ellerinden geleni yaptıklarını anlatan Buluter, kimliklerinden ötürü iş bulamayan gençlere iş verilmesi, sokakta suça bulaşan çocukların eğitime ve spora yönlendirilmesi konusunda da kamu kuruluşlarından destek beklediklerini bildiriyor.

15

Necla Buluter Buluter’in ifadesiyle, “dert çok” ama derde çare yok. Çünkü kimliklerinden dolayı ciddiye alınmıyorlar. Birden fazla kimliğe sahip olmanın zorluklarına değinen Buluter, tüm bunlara kadın olmanın zorluğunu da ekleyip “Bir yere gittiğimizde, giyimimiz veya konuşmamıza bakarak bir şey bilmediğimizi düşünüyorlar ama yanılıyorlar. Buradan Roman kadınlara da sesleniyorum. Artık kendinizi gösterin, ‘Biz varız’ deyin, kendiniz de okuyun, çocuklarınızı da okutun” çağrısıyla sözlerini bitiriyor.


2019 / Sayı 8

“Sanal taciz” cezasız kalmadı Gülseren Tozkoparan Jordan /Ankara

Haber Yazısı

16

M

essenger’dan cinsel tacize uğrayan kadının 1 yıl önce açtığı dava sonuçlandı. Mahkemeyi kazanan Yıldızbaş dava sonucunu “Kazandım, kazandık” sözleriyle ilan etti “Bugün güzel bir gün. Kazandım, kazandık!” sözleriyle duyurdu Perçem Yıldızbaş, bir yıl süren mücadelesinin sonucunu sosyal medya hesabından… Zafer haberini herkese ilan etmek, paylaşmak istemişti. Peki kazanılan neydi!.. “Kazandım” diyordu! Şahsına yapılan “tuhaf bir” tacizi sineye çekmemiş, sessiz kalmamış, şikâyet etmiş, dava açmış, avukatlarıyla birlikte mücadele vermiş ve haklı çıkmıştı. “Kazandık” diyordu, çünkü bu dava, aynı zamanda benzer sorunu yaşamış ya da yaşayacak tüm kadınlar adına açılmış bir davaydı, sonucu herkese örnek, ders, emsal olacak bir zaferdi! Olay, bir yıl önce meydana geldi. Perçem Yıldızbaş’ın bir sosyal medya grubundaki paylaşımlarını

gören tanımadığı bir erkek, kendisi ile iletişim kurmak istedi ve konuşma başladı. Yıldızbaş, “Tamamen monoloğa dönüşen bir konuşmanın bir anda, keskin bir değişimle pornografik içeriğe dönüşmesi söz konusu. Önce cinsel içerikli bir fotoğraf sonra cinsel içerikli cümleler, akabinde benim tepki göstermem ve engelleme” diye özetliyor olayı. SANAL TACİZ MESAJI, GÜNDELİĞİN PARÇASI OLMAMALI Yıldızbaş, dava açmaya, olayı mahkemeye taşımaya nasıl karar verdiğine ilişkin süreci ise şöyle açıklıyor: “İlk anda şikâyetçi olmak gelmedi aklıma. İşte bu, çok problemli bir durum. Aslında ortada bir tahakküm ve açık bir dijital şiddet var. Ama cinsel şiddetin ve kadın cinayetlerinin normalleşme sınırında gezdiği bu korkunç zamanlarda, mesaj yoluyla gelen cinsel taciz sıradan kalıyor. Hak aramanın karşılığı ise ‘Uğraşmak, bulaşmak’ oluyor. Hal böyleyken taciz, taciz eden açısından ‘fütursuzca yapılabilir’ bir şeye dönüşüyor. Bu beni

18 Kasım 2019

çok öfkelendirdi. Bu rahatlık, bu aymazlıktan çok rahatsız oldum. Bunu engellemenin yolu da sessiz kalmamaktan geçiyor sonuçta. Benim bildiğim örnekler yoktu o günlerde. Ama buna gerek de yoktu. Sonuçta ortada tanımlı bir suç ve bu suçun da yasalar tarafından verilen bir cezası var. Sonrasında, şikâyet ettikten sonra benzer şeyleri yaşamış ve duruşma salonundan zaferle çıkmış kadınların hikâyelerini okudum, onlardan çok güç aldım. Sözgelimi geçenlerde bir kadın, kendisine arabadan laf atan adamı dava etti ve onun ceza almasını sağladı. Onun mesajı da benimkiyle aynı kaygıyı taşıyordu. ‘Hâlâ aramızda arabadan laf atan erkekler varsa bir gün birinin çıkıp onlara haddini bildirebileceğini görsünler.’ Laf atılması, sosyal medya mesajı vs. gündeliğin parçası olmasın.” Eylül 2018’de şikâyetçi olduğu davanın duruşması, Ekim 2019’da gerçekleşti. İzmir Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, tek celsede taciz eden tarafın suçlu bulunması ve ceza almasıyla


2019 / Sayı 8

dosya kapandı. Şikâyet sürecinde masraf olmadığını, avukatlık masraflarını da davayı kaybettiği için karşı tarafın ödediğini belirten Yıldızbaş, dava sürecinde dikkat edilmesi gereken detaylara ilişkin olarak şunları anlattı: “İnternet üzerinden tacize uğradığım için Siber Suçlar Birimi’ne şikâyetçi oldum. Elimde karşı tarafın adres ya da kimlik bilgileri yoktu. Sadece ekran görüntüleri ile birlikte ifade verdim. Bu noktada ekran görüntülerinin, adres çubuğu görünecek şekilde olmasına dikkat edilmeli. Aksi halde şikâyet kabul edilmiyor. Sonrası bekleyiş… Siber suçlar inceliyor ve gerek görülürse dava açılıyor.” TACİZCİ İLE KARŞILAŞMAK EN KÖTÜSÜ Mahkeme aşamasında en sarsıcı durumun, messenger üzerinden hem fotoğraf hem de sözlü olarak kendisini cinsel içeriklerle taciz eden kişiyle duruşma sırasında karşı karşıya gelme, aynı koridorda beklemek olduğunu işaret eden Yıldızbaş, “İkimiz de orada, karşı karşıya idik. Taciz uzaktan gelmiş ve engelleme yoluyla sürekliliği ortadan kaldırılmış olsa da karşı karşıya gelmek berbat bir duygu. Fiziksel cinsel saldırı/istismar söz konusu olduğunda insanlara yaşatılanları düşünemiyorum bile… Daha kötüsü de tacize uğrayanların bazılarının çocuk olması. Detaylarını bilmiyorum ama çocukların dahil olduğu süreçler için adli görüşme odaları uygulaması var sanırım, öyle olmalı” açıklamasıyla sıkıntının altını çizdi. ADRES BEYANI PROBLEMLİ Yıldızbaş, duruşma sırasında rahatsız olduğu diğer bir konunun ise, başlangıçta sanık ile aynı ortamda adreslerinin sorulması olduğuna işaret ederek, “Duruşma açılırken adresinizi sanığın yanında soruyorlar. Müşteki ve sanığın hiçbir biçimde yolunun kesişmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ne fiilen ne de bilgi paylaşımı açısından. Güvenlik zafiyeti yaratmaya müsait bir uygulama bu!” sözleriyle endişesini dile getirdi. Karşı tarafın adresini güvenlik

kaygısıyla öğrenmesini istemediği için adresini yazılı vermek istediğini belirttiğinde talebinin kabul edilmesini memnuniyetle karşıladığına değinen Yıldızbaş, ancak bu noktada doğal olarak yaşanacak endişe ve tehlikenin mahkeme tarafından görülmemiş olmasını garip buluyor. Yıldızbaş, adliyeden çıkarken de temkinli olunması gerektiğinin altını çizdi. “BU NOKTAYA GELEBİLECEĞİNİ DÜŞÜNMEMİŞTİM!” İTİRAFI “Bu davayı kazanmış olmayı bir zafer olarak değil olması gerekendi oldu” diyerek yaşamayı tercih ettiğini vurgulayan Yıldızbaş, sözlerini şöyle sürdürdü: “Zafer diyebileceğim çok kıymetli bir şey var, o da sanığın ifadesi alınırken birçok ilgisiz şey söylemesi. Alkolü olduğunu, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda büyüdüğünü vurgulayarak mazeret bulmaya çalışması… Ama en önemlisi itiraf niteliğinde sayılabilecek sözü, ‘Bu noktaya gelebileceğini düşünmemiştim!’ oldu. Düşünmemiştir gerçekten. Çünkü gelmiyor. Ben de tereddüt ettim önce, ‘Şimdi kim uğraşacak, başıma bela almayayım, engelle gitsin…’ diye. Ancak artık bu noktaya geleceğini düşünmek zorundalar bu suça yeltenenler. Bu dava sonucunda o noktaya gelindi. Benim için işte zafer bu.” “SUÇ, DOĞRU YERDE ARANMALI” Yıldızbaş, dava sürecinde dayanışma gösteren, görünür kılması yolunda destek veren çok kişi olduğunu, özellikle yol gösteren ve güç veren avukatları Özge ve Nergiz’in mücadeleye dair verdikleri umudun davanın kendisini de aştığını ifade ediyor. Bunun yanında üstü kapalı olarak suçlayıcı tavır takınanların, sessizliği rıza olarak görenlerin de cesaret kırdığını eklemeden geçmiyor. Benzer durumu yaşayanlara önerilerini ise Yıldızbaş, şöyle aktarıyor: “Benden önce de açılmış bir yol, kazanılmış haklar, söz söylemiş insanlar var. Bu anlamda yeni bir şey yapmadım ben. Bu süreçte çevremdeki bazı insanlardan, en alt perdeden, makyajlı itirazlar ya da iyi niyetli sorular aldım. Alt metninde ‘Fırsat vermiş olabilir misin acaba?’ mesajı yatan, hatta

zaman zaman söyleyenin bile bilinç düzeyine çıkmamış bir ‘suçu tacize uğrayanda ara’ refleksi var. Bu gerçekten incitici bir tutum. İnsanı erkenden yorabiliyor, kalbini kırabiliyor, ilişkileri altüst edebiliyor bu. Fakat sonuç onları da dönüştürdü, dönüştürüyor. Bu, böyle güçlü bir şey işte. Tacize uğrayan kişi kendini değiştirmek zorunda değil. Hiçbir şey yapmak zorunda değil. Suç, doğru yerde aranmalı, haksız yere kimse suçlanmamalı ya da suç paylaştırmamalı. Hakkını arayacak insanların da yaşam enerjisi bu şekilde sömürülmemeli.” “LAF ATMAK” DA CEZASIZ KALMADI Yıldızbaş’ın atıfta bulunduğu benzer bir taciz davası, 2019 Eylül ayı sonunda sonuçlanmış ve basına yansımıştı. Adı geçen davada, Kayseri’de yolda yürüyen üç üniversite öğrencisine arabasından laf atarak “Kızlar ne yapıyorsunuz?” diyen şahıs, cevap almayınca kızlara hakaret etmeye başlamış, öğrencilerin 155’i arayıp polise arabanın plakasını vermeleri üzerine laf atan kişi yakalanmış, sorgulanmış, alkollü olduğu tespit edilmişti. Olayın peşini bırakmayan öğrencilerden Gamze G.’nin ilgili şahıstan şikâyetçi olması üzerine dava süreci başlamıştı. On ayın sonunda mahkeme, “Basit cinsel taciz ve hakaretten 180 gün hapis cezası karşılığı adli para cezası” vermişti. Davayı kazanan Gamze G. de, haberi sosyal medya hesabından; “Benim için özel olan bugünü sizinle paylaşmak istiyorum. Arabadan laf atarak beni taciz eden birine açtığım davayı kazandım” şeklinde duyurmuştu, tabii bu davanın emsal olarak gösterilecek olmasından duyduğu mutluluğu dile getirmişti. Gamze G., dava sürecinde psikolojik olarak zor zamanlar geçirip yıpransa da sonuca değdiğini ve “Ülkede laf atmanın bile bir cezası olduğunu gösterdiği için kendisiyle gurur duyduğunu” ifade etmişti. İnternet üzerinden işlenen suçlara ilişkin Emniyet Genel Müdürlüklerinde Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlıkları bulunuyor. Buralarda şikâyetler alınıyor ve bu tür suçların içerikleri web sayfalarında açıklanıyor.

17


2019 / Sayı 8

18

TBB’de, “olağanüstü genel kurul” tartışması sürüyor Şeyma Paşayiğit / Ankara

Haber Yazısı

O

lağanüstü kongre isteyen baroların talebi, iki kez reddedildi. 24 Saat’e konuşan baro başkanları, 50 yıllık baro tarihinde bir ilki yaşadıklarına dikkat çektiler. Kişilerle bir dertleri olmadığını, birliğin yönetim biçimi yönetim tarzı ile ilgili dertleri olduğunu vurgulayan başkanlar, kuvvetler ayrılığı hassasiyetine hukuk kurumlarının üst düzeyde ortaya koyması gerektiğinin altını çizdiler Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, 2 Eylül 2019’da yapılan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki Adli Yıl Açılış Töreni’ne katılmasıyla alevlenen tartışmalar; İstanbul

Barosu Yönetim Kurulu’nun TBB’yi “seçimli olağanüstü genel kurula götürme” çağrısı ve çağrının reddedilmesiyle devam etti. İstanbul’u; Adana, Ankara, Antalya, Aydın, Bursa, Diyarbakır, İzmir, Mersin, Şanlıurfa, Tunceli ve Van Baroları izledi. TBB önce; yasada yer alan “en az 10 baronun yönetim kurullarının yazılı talebi olması” şartının, oluşmamasını gerekçe göstererek olağanüstü genel kurul çağrısını reddettiğini açıkladı. Bunun üzerine diğer bazı barolar da, olağanüstü genel kurula gitme talebinde birleşti. Bu kez aynı talep, 12 baronun imzasıyla TBB Yönetim Kurulu’nun toplantısı öncesi verildi. Birlik

19 Kasım 2019

yönetimi, söz konusu 12 baronun olağanüstü genel kurul çağrısını oy çokluğuyla yine reddetti. İkinci reddedilmede, “olağanüstü genel kurul talebinin ancak başkanlık makamının boşalması halinde istenebileceği” ve “seçim talebinin hukuksuz” olduğu savunuldu. Ret gerekçesinde, “Bu yol, hukuka aykırı olarak bir kez açılacak olursa sadece TBB değil, her baromuz sürekli, seçimli olağanüstü genel kurullara sürüklenerek görev yapamaz hale getirilir” uyarısı da yapıldı. Yönetiminden gelen “genel kurul istekleri hukuksuz” savunusuna karşı barolar, tüm hukuki süreçleri harekete geçirecek eylem planı hazırlama


2019 / Sayı 8

kararı aldı. 16 barodan 96 TBB delegesi, yönetimin görevi kasten kötüye kullandığını açıkladı. Ortak basın açıklamasında, “Alınan bu karar meslek adına utanç vericidir. Tüm TBB delegelerini bu hukuksuzluğa sessiz kalmamaya çağırıyoruz. TBB delegeleri olarak Avukatlık Kanunu ve ahlakını yok sayan bu kararı, bu kararı alan TBB Başkanı ve Yönetim Kurulu’nu tanımadığımızı kamuoyuna saygıyla sunarız. TBB delegeleri olarak Avukatlık Kanunu ve ahlakını yok sayan bu kararı, bu kararı alan TBB Başkanı ve Yönetim Kurulu’nu tanımadığımızı kamuoyuna saygıyla sunarız” ifadeleri yer aldı. Olağanüstü genel kurul çağrısını reddeden TBB yönetimini hukuksuzlukla suçlayan İstanbul, İzmir, Antalya ve Adana baro başkanları, olağanüstü genel kurul taleplerinin gerekçelerini ve yaşanılan süreci 24 Saat Gazetesi’ne anlattı. “ŞİMDİYE KADAR SEÇİMLİ YAPILMADI” İstanbul Baro Başkanı Mehmet Durakoğlu, “Bazı arkadaşlarımız seçimli olağanüstü genel kurul yapılması gerektiğini düşünüyordu ancak yasa, seçimli yapılıp yapılamayacağı konusunda açıklık taşımıyor. Şimdiye kadar hiç seçimli yapılmamış” vurgusunda bulundu. TBB Başkanı Feyzioğlu’nun tartışma yaratan açıklamalarını eleştiren Durakoğlu, “Gündemi bizim için devam ettiriyor, sağ olsun” dedi. “YÖNETİM TARZI İLE İLGİLİ DERDİMİZ VAR” İzmir Baro Başkanı Özkan Yücel ise, konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: “Yargı yılı açılışına katılma konusunda kanundan kaynaklanan görevleri yerine getirmediler. Avukatlık Kanunu’nun 110. Maddesi, baroların ortak görüşünü alıp bunu deklere etme görevi veriyor. Bu ve benzeri birçok olay yerine gelmedi. Başkan, tümüyle barolardan görüş almaksızın kendi tasarrufuyla belirlediği hareketlerde bulunuyor. Eminim yönetim kurulunun birçoğu başkanın bu tasarrufundan ve

gerçekleştirdiği eylemlerden bilgisi yoktur. Birey olarak bu açıklamaları yapmak elbette mümkün ama birlik başkanı olarak yapıyorsanız kanunun şartlarını yerine getirmek zorundasınız. Kanun hükümleri açıkça yerine getirilmeyerek bu işlemler yapılıyor. O nedenle açık bir karşı çıkışımız söz konusu. Üstelik avukatlarla ilgili pek çok konuda da eksik davrandığını düşünüyoruz.” Birliğin daha etkin daha aktif ve daha mücadeleci bir çalışma biçimine sahip olması gerektiğine inandıklarını belirten Yücel, “Çünkü Türkiye hukuk konusunda, yargı bağımsızlığı konusunda sınıfta kalmış durumda. Dünya sıralamasında en sonlarda yer alan ülke haline geldik. Oysa ülke olarak, yargı olarak, avukatlar olarak bunu hak etmiyoruz. O nedenle birliğin olması gerektiği gibi bir yönetim anlayışına sahip olarak hareket etmesini istiyoruz. Derdimiz budur. Kişilerle ilgili bir derdimiz yok ama birliğin yönetim biçimi yönetim tarzı ile ilgili derdimiz var” açıklaması yaptı. “GÖREVİMİZ, HUKUKTAN YANA TAVIR ALMAK” Antalya Baro Başkanı Polat Balkan, olağanüstü genel kurul talep etme nedenlerine ilişkin şunları söyledi: “Referandum sürecinden sonra TBB başkanı ve yönetimine egemen olan anlayış sanıyorum şöyle bir varsayım üzerinden gitti: Rejim değişti, her şey cumhurbaşkanlığına bağlandı, bundan sonra siyasal iktidar ile iyi geçinmeliyiz. Aksi takdirde, çeşitli sorunlarla karşılaşabiliriz. Bunun da şöyle bir yansıması oldu, siyasal iktidarla uyumlu bir çizgi yürütmeye başladılar. Bizim temelde karşı çıkışımızın altında bu yatıyor. Yargının eşit bir kurucusu olan savunma, gerek uluslararası sözleşmeler gerek anayasa gerekse bizim özel yasamız gereği hukuk devleti ve insan haklarını savunmak ve korumak ile görevlendirildik. Bu bizim varlık nedenimiz. Hak ihlallerinin ve hukuka aykırılıkların kaynağının da siyasal iktidarlar olduğuna göre;

savunma örgütlerine düşen bu hak ihlalleri ve hukuka aykırılıklar karşısında hukuktan yana tavır almaktır. Dolayısıyla işin doğası gereği, siyasal iktidarda kim olursa olsun o güç sahibi ile uyumlu bir politika yürütmesi düşünülemez. Temelde karşı çıkışımız bu.” Balkan, sözlerini “Bizim derdimiz içimizden birilerini bir yere taşımak değil, ilkesel bir duruş. Bu kuruluşundan beri var olan hukuktan ve insan haklarından yana tavır alan aktivist bir tavır sergileyen anlayışa geri dönülmesi, özü bu. 50 yıllık baro tarihinde bu bir ilk. Biz, varlığını Atütürk ilkelerine bağlayan, demokrasinin erdemlerine bağlı olan baroyuz. Barolar Birliği’nin de çizgiye gelmesini istiyoruz. Bu anlamda da mücadelemiz dünden daha güçlü bir biçimde sürecek” diye bitirdi. “ANA GEREKÇEMİZ, YÖNETİM ÇİZGİSİ” Kuvvetler ayrılığı hassasiyetini hukuk kurumları üst düzeyde koymalı Olağanüstü genel kurul talebinin ana gerekçesinin, yeni adli yıl sürecindeki Türkiye Barolar Birliği Başkanı ve yönetimi çizgisi olduğunun altını çizen Adana Baro Başkanı Veli Küçük ise, sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye’deki avukatlarının yüzde 90’ını temsil eden barolar, yargı bağımsızlığı noktasında, bu hassasiyeti ortaya koyarak, adli yıl açılışının Külliye’de yapılması görüntüsünün doğru olmadığını belirterek katılmadı. Doğrusu da budur. Yargıtay’ın kendi ev sahipliğinde şeklen, içerik olarak ve görüntüsel olarak yapacağı adli yıl açılışına hepimiz seve seve gideriz. Kuvvetler ayrılığı hassasiyetini mutlak suretle hukuk kurumlarının daha üst düzeyde ortaya koyması gerekir.” Küçük, “Avukatların yüzde 90’ının beklentisine, çok büyük çoğunluğunun düşüncelerine uygun olmayan yaklaşım bizlere göre tesviye sorununu da gündeme getirmiştir” vurgusu yaptı.

19


2019 / Sayı 8

20

Mülteci çocuklar 20 Kasım’a haklarından mahrum giriyor Onur Pazarlı / İzmir

Haber Yazısı

B

irleşmiş Milletler (BM) tarafından dünya genelinde çocukların karşı karşıya kaldıkları hak ihlallerini gündeme taşımak amacıyla 20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü” olarak kabul edildi. Özellikle savaş ve yoksulluğun hüküm sürdüğü ülkelerde yaşam mücadelesi veren çocukları korumak ve koşullarını iyileştirmek için 20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’’ imzalandı. Bildirge esas olarak yoksulluk, çocuk işçiliği, eğitim gibi dünya çocuklarının refahını ilgilendiren konulara odaklanmakta. Toplam 193 ülkenin onay verdiği sözleşme en fazla sayıda ülke tarafından

imzalanan ve en kısa zamanda yürürlüğe giren uluslararası belge olma özelliğine sahip. Cinsiyet, din, dil, ırk ve sosyal statüye bakılmaksızın çocukların güvenli ve sağlıklı koşullarda barınması ilkeleri üzerine kurulan sözleşme, uluslararası platformda mutabakata varılmış, değiştirilmesi mümkün olmayan standartları ve yükümlülükleri içermekte. Onaylayan devletlerin kendi iç hukuklarında gerçekleştirecekleri düzenleme ve değişimleri kontrol etmek ve her beş yılda bir bu değişiklikleri yayımlamak için BM tarafından bir Çocuk Hakları Komitesi de oluşturuldu. Sözleşme, yerinden edilmiş, göç etmek zorunda kalmış mülteci çocukları da kapsıyor. Bu

20 Kasım 2019

sözleşmenin temel ilkelerinden biri ayrımcılık yapmama ilkesidir ve cinsiyetleri, dinleri, etnik kökenleri, yetenekleri, kültürleri ne olursa olsun tüm çocukların bu haklara sahip olmasını garanti altına almayı amaçlar. Sözleşmeye göre, çocukları etkileyebilecek her karar çocuğun üstün yararına öncelik tanımalıdır ve çocuklarla ilgili alınacak kararlarda çocuğun katılımı da sağlanmalıdır. Çocuklara gelişmeleri ve potansiyellerini gerçekleştirebilmeleri amacıyla her türlü fırsatın sağlanması konusunda da yetişkinlerin ve devletlerin sorumlulukları Sözleşmede açıkça belirtilmiştir. Ancak, Çocuk Hakları Sözleşmesi neredeyse tüm ülkeler


2019 / Sayı 8

tarafından imzalanmış olmasına rağmen, halen çocukların bu hakları anlaması ve bu haklara erişmesinin önünde pek çok engel bulunuyor. Çocukların durumlarına ilişkin pek çok istatistik ise dünyada çocukların haklarına erişebilmeleri konusunda durumun ne olduğunu açıkça gösteriyor. Bugün, dünyada her gün yaklaşık yüzlerce çocuk temiz su kaynaklarına erişememe, yetersiz sağlık hizmeti ve hijyen kaynaklı önlenebilir hastalıklardan dolayı ölüyor. Çocukların eğitim, sağlık, ekonomik sömürüden korunma hakları ihlal ediliyor. Çocuklar uygun standartlarda yaşayamıyor ve oyun oynama haklarından mahrum kalıyorlar. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de çocukların hakları çiğneniyor ve çocuklar olması gereken yaşam standartlarının altında yaşıyorlar. Mülteci çocuklar sözleşmenin kendine verdiği temel haklardan faydalanamıyor. Geçici Koruma Yönetmeliği ile verilen haklar, yönetmeliğin adı gibi geçici, sadece kağıt üzerinde ve uygulamada çok az yer edinebilmiş durumda. Türkiye’deki yaklaşık 3 milyon 680 bin Suriyeli mültecinin 1 milyon 725 bini 0-18 yaş aralığında. Suriyeli mülteci çocukların dışında da farklı ülkelerden çok sayıda mülteci çocuk bulunuyor. ‘YÜZDE 40’NIN OKUL KAYDI BİLE YOK’ Kentlerin yoksul semtlerinde yaşayan mülteci çocuklar, harabe binalarda kalıyor, eğitim ve sağlık haklarına ulaşmakta zorluk çekiyor, ya çocuk yaşta çalışmak ya da evlenmek zorunda kalıyor. UNICEF’in raporuna göre Örgün eğitim programlarına kayıtlı Suriyeli mülteci çocuk sayısı 645.140 (317.761 kız çocuğu ve 327.379 erkek çocuğu). Bu sayı, okul çağındaki mülteci nüfusunun yüzde 62’sine karşılık geliyor. 400 binin üzerinde mülteci çocuk hala okulsuz. Okula gitmeyen çocukların büyük bir kısmı mevsimlik tarım, geri dönüşüm, mobilya, tekstil ve ayakkabı iş kollarında çalışıyor.

Ezgi Baltalı KONAK MÜLTECİ MECLİSİ: BARINMA, SAĞLIK EĞİTİM HAKLARINDAN MAHRUMLAR Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı İzmir’in Konak İlçesindeki Basmane semtinde mülteci çocuklarla ilgili çalışma yapan Konak Kent Konseyi Mülteci Meclisi Yöneticisi Ezgi Baltalı 24 Saat Gazetesi’ne Dünya Çocuk Hakları Günü ile ilgili açıklamalarda bulundu. Mülteci çocukların neredeyse tek bir haklarına erişiminin bile olmadığını dile getiren Baltalı “Mülteci çocuklar; hijyenik bir ortamda barınma, temel ihtiyaçlarının karşılanması, temel sağlık hizmetlerinden faydalanma, eğitim hakkı gibi pek çok haklarından mahrum kalıyorlar. Ayrıca, Türkiyeli yaşıtlarının yaşadığı hak ihlallerine ek olarak ayrımcılığın her türlüsüne maruz kalıyorlar. Mülteci çocukların %40’ı hala okula gidemiyor ve okula gidemeyen pek çok mülteci çocuk sağlıksız koşullardaki atölyelerde ve ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Çalıştıkları yerlerde ise ekonomik istismar başta olmak üzere, psikolojik, fiziksel ve cinsel istismarın her türlüsüne uğruyorlar” dedi. ‘ÇOCUKLARIN HAKLARINA ERİŞEBİLMESİ İÇİN ÇALIŞIYORUZ’ Konak Kent Konseyi Mülteci Meclisi’nin yaptıkları çalışmalarla mülteci çocukların haklarına erişebilmeyi amaçladığını ifade eden Baltalı şunları söyledi: “Bu

ülkede mülteci çocukların da yaşadığını ve onların da çocukların tamamına sağlanması gereken haklara erişemediklerini görünür kılmak önemli. Mülteci çocuklar, kamu ve yerel yönetimlerin sağladığı sosyal yardımlardan dahi yararlanamıyor. Bu anlamda, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 1-5 yaş arası çocuklara ulaştırdığı süt desteğinin mülteci çocuklara da ulaştırılmasının sağlanması ise Konak Kent Konseyi Mülteci Meclisi’nin kazanımlarının bir simgesidir. Mülteci Meclisi olarak çalışmalarımızı yerel ve mülteci ayrımı yapmadan Konak bölgesindeki tüm çocuklara ulaştırmayı temel ilkemiz olarak görüyoruz. Ve yaptığımız her çalışmada bölgede yaşayan yerel çocukların da katılımını sağlıyoruz.” ‘YEREL YÖNETİMLERE DE GÖREVLER DÜŞÜYOR’ Çocuklarla yaptıkları çalışmalarla kültürler arasında bir köprü kurmayı, çocukların birbirlerini ve birbirlerinin kültürlerini tanımalarına sağladığını belirten Baltalı “Yürüttüğümüz çalışmalar ile bulunduğumuz bölgede ayrımcılığı da azaltmayı hedefliyoruz. Kentte çocuklara yönelik her türlü etkinliğe mümkün olduğunca bölgemizdeki mülteci ve yerel çocukların birlikte katılımını sağlamaya çalışıyoruz. Bileşenimiz olan pek çok sivil toplum kuruluşu ve gönüllülerimiz aracılığıyla bugüne dek sürdürdüğümüz çalışmalardan bir tanesi de gönüllü velilik adını verdiğimiz uygulama. Geçen yıl pilot bir uygulama olarak başlattığımız gönüllü velilik uygulamasını bu yıl biraz daha yaygınlaştırıyoruz. Gönüllü velilerimiz Basmane bölgesinde yaşayan yerel ve mülteci bir grup çocuğun evlerine giderek derslerine yardımcı oluyorlar ve çocuklar ile birlikte zaman zaman sosyal ve kültürel etkinliklere de katılıyorlar” dedi. Baltalı, çocukların haklara erişimi ile ilgili yerel yönetimlere de önemli görevler düştüğünü dile getirdi ve çocuklara verilen hizmetlerde Türkiyeli-mülteci ayrımı yapılmaması gerektiğini vurguladı.

21


2019 / Sayı 8

22


2019 / Sayı 8

Amanoslar’da bilinmeyen şelaleler keşfedildi

Y

üzellinin üzerinde endemik bitki barındıran saklı cennet Amanoslar’da doğa severler için keşiflere açık sayısız güzellikler var Türkiye’de “doğa turizmi” denildiğinde daha çok Karadeniz akla gelse de, Amanoslar’da, keşfedilmeyi bekleyen sayısız güzellik bulunuyor. Avrupa’nın korumada öncelikli yüz orman alanından bir olan Amanos Dağları (Gavur Dağları), bütünlüğü bozulmamış ormanları, çeşitli yaşam alanları, farklı jeolojik yapıları, sarp kayalıkları

ve mağaraları, korunaklı vadileriyle yaban hayatı açısından önemli bir habitat. Amanoslar, Kahramanmaraş Sır Baraj Gölü’nden başlayıp Hatay ili Samandağ İlçesi’nde sona eren 175 km uzunluğu, 15-30 km genişliğinde değişen sıra dağlardan oluşuyor. İçerisinde birçok endemik bitki örtüsü ve canlısını barındıran Amanoslar’da gün geçmiyor ki yeni keşifler olmasın… Osmaniye Dağcılık ve İhtisas Kulübü (ODAK) üyesi bir grup antrenör, Amanoslar’daki güzellikleri ortaya çıkarmak ve yeni yerlerin bulunması amacıyla

21 Kasım 2019

keşif çalışması gerçekleştirdi. ODAK tarafından yapılan çalışmalarda, Osmaniye’nin Haraz Yaylası Cebel Vadisi’nde daha önce bilinmeyen “İncebel Takım Şelaleleri” keşfedildi. Amanoslar’ın saklı güzelliklerinden biri ve yöre halkı dışında kimsenin bilmediği “Haraz Şelalesi” denilen bölgede, 2 adet daha şelalenin var olduğu belirlenip, tescillendi. Yeni keşfedilen “İncebel Takım Şelaleleri”ne, önümüzdeki günlerde doğaseverler için rota çizilerek doğa yürüyüşleri tekrarlanacak.

Haber Yazısı

Serkan Talan / Osmaniye

23


2019 / Sayı 8

24

“KEŞFETTİĞİMİZ YERE, ‘İNCEBEL TAKIM ŞELALERİ’ ADINI VERDİK” İncebel Takım Şelaleri’ne geçtiğimiz aylarda yürüyüş düzenleyen ODAK Genel Sekreteri ve Antrenörü Yücel Erdoğan, “Amanoslar’ın Karadeniz’den bir farkı yok, ancak insanlar bilmiyor” dedi. Amanoslar’ın keşfedilmeyi bekleyen sayısız güzelliklerle dolu olduğunu ve yeni yerleri keşfetmekten büyük mutluluk duyduklarını anlatan Erdoğan, Amanoslar’da çok sayıda akarsu bulunduğunu bunlardan Hatay sınırları içindeki Deliçay ve Osmaniye sınırları içindeki Çona ve Karaçay’ın çok önemli olduğunu söyledi. 3 kişilik bir ekiple Cebel tarafında bulunan doğa harikası yeni şelaleler keşfettiklerini belirten Erdoğan “İncebel adı verilen bu yerlerde yürüdükçe yeni şelalelerle karşılaşıyorsunuz. Aynı vadi üzerinde ve aralarında kısa mesafeler olan üç şelale bulunuyor. Her ulaştığımız şelale, bir birinden güzel. Buraya bu yüzden ‘İncebel Takım Şelaleri’ adını verdik. En uzun mesafeli olanı yaklaşık 20 metre gibi bir yükseklikten dökülüyor. Buraları

doğa yürüyüş rotamıza eklemek istiyoruz” diye konuştu. “BURASI SAKLI BİR CENNET” Amanoslar’ın öneminden söz eden Erdoğan, “Burası adeta bir cennet. Keşfedilmeyi bekleyen daha neler var kim bilebilir. Biz kulüp olarak bu tür güzellikleri ortaya çıkarıp doğaseverlerin hizmetine sunmak istiyoruz. Burayı da bize bir doğasever arkadaşımız önerdi, gittik gezdik. İlk defa gördüğümüz yerler karşısında çok etkilendik. Buraya gelenler mutlaka bir daha gelmek isteyecek” dedi. Amanoslar, başta olmak üzere ülkedeki doğal güzelliklerin yavaş yavaş kaybolduğunu ve yok edildiğine değinen Erdoğan, ODAK olarak bu güzellikleri korumak için çalıştıklarını sözlerine ekledi. “151 ENDEMİK BİTKİ TÜRÜ” Amanoslar’la ilgili bilgi veren ODAK bünyesindeki kadın dağcılardan Şaziye Öğüt ise şu açıklamalarda bulundu: “Amanoslar, bin 500-2 bin 200 metre yükseklikte dik yamaçlı sıradağlar halinde uzanırlar. Düldül

Dağı, 2 bin 600 metre yüksekliğiyle Amanoslar’ın zirve noktasıdır. Biz de buralara zaman zaman tırmanışlar doğa yürüyüşleri yaparız. Amanos Dağları’nda 5 bin 500 çeşit bitki çeşidinin yaşadığı tahmin ediliyor ve Türkiye’de bulunan 251 çeşit endemik bitkinin 151 türü Amanoslar’da bulunuyor. Böyle bir yerin turizme kazandırılması için çalışıyoruz.” “DOĞAL SİT ALANI OLMALI” Amanoslar’daki doğal güzelliklerin korunması için çeşitli çalışmalar ve kampanyalar yürüttüklerinin altını çizen Öğüt, “Buralardaki bazı akarsu havzalarının doğal sit alanı olması için çalışıyoruz. Özellikle Karaçay üzerine kurulması planlanan Hidroelektrik Santral (HES) projesini engellemek amacıyla buranın doğal sit alanı olması için imza kampanyası başlattık. Buralar çok önemli doğal güzellikleri barındırıyor. Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde bu güzellikleri bir arada görmeniz mümkün değil” dedi.


2019 / Sayı 8

“İNCİ KEFALİ, yumurtlama döneminde uygun yer bulamıyor” Yusuf Özgür Bülbül / VAN

dünyada sadece bu kapalı havzada bulunan balık, 20 santimetre boy ve 80-90 gram ağırlığa sahip. İnci kefali, her yıl büyük sürüler halinde göç eder. Çünkü gölün tuzlu-sodalı suları üremesine imkân vermez. Akarsuların sıcaklıkları 13 dereceyi bulduğu zaman balık derelere girer ve yumurtasını bıraktıktan sonra tekrar göle döner. Bu eşsiz yaşam döngüsü her yıl Nisan’da başlayıp Temmuz’a kadar devam eder. İncili kefali, bu yolculukta akarsuya karşı büyük bir mücadele verir. Şelaleleri uçarak aşar. Yurtiçi ve yurtdışından binlerce insan

23 Kasım 2019

bu büyülü yolculuğa tanıklık etmek için Van’a akın eder. İNSAN KAYNAKLI MÜDAHALELER, POPÜLASYONUN DEVAMINI OLUMSUZ ETKİLİYOR Van’ın doğal, kültürel ve ekonomik değerlerinden biri olan bu balık türü sayesinde yörede yaklaşık 15-20 bin kişi geçimini sağlamakta. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fazıl Şen, Van Gölü balığı olarak da bilinen inci kefalinin dünü, bugünü ve geleceği üzerine 24 Saat

Haber Yazısı

P

rof. Dr. Fazıl Şen, Van Gölü’ndeki endemik bir tür olan inci kefali konusunda asıl problemin aşırı avcılıktan çok balığın yumurta bırakacak yer bulamaması olduğunu söyledi. Yumurtlama döneminde bölgedeki kum ocaklarının olumsuz etkilere yol açtığını belirten Şen, halkın bilinçlendirilmesinin önemini vurguladı “Uçan balık” inci kefali, Van Gölü’nün tuzlu-sodalı sularında yaşayabilen tek canlı türü. Adında kefal bulunmasına rağmen, sazangillerin bir üyesi olan ve

25


2019 / Sayı 8

Prof. Dr. Fazıl Şen

26

Gazetesi’ne konuştu. Prof. Dr. Şen, birçok tarihi kayıtlarda inci kefaline geniş yer verildiğinin altını çizdi. İlk bilgilerin Arapların Van Gölü çevresini fetihleri ile başladığına işaret eden Şen, şu açıklamalarda bulundu: “Evliya Çelebi, EbulFida, Lynch adlı gezgin, Mayewski, TheophileDeyrolle gibi birçok tarihçi ve önemli ismin çalışmalarında inci kefalinden bahsettiği görülmektedir. İnci kelimesinin ise, balığın pullarının sahte inci yapımında kullanıldığı söylenmektedir. Vücudu uzun, ince ve oval yapıdadır. Sırt kısmı gri yeşilimsi yan ve karın kısımları gümüşi-beyaz renklidir. Van Gölü havzasına endemik olan İnci kefali, 1966 yılında Burdur Gölü’ne, 1989’da Erçek Gölü’ne aşılandı. Burdur’daki aşılama başarılı oldu lakin üretim tahmin edilen seviyeye ulaşmadı. Bugün Burdur Gölü’nde bu balığın izlerine rastlanmamaktadır. Erçek Gölü’nde ise üretim yapılmaktadır. Bu türün kapalı ve sınırlı bir havzada neslini sürdürüyor olması sık sık insan kaynaklı müdahalelere maruz kalması; popülasyonun devamı açısından olumsuz sonuçlar doğruma potansiyeline sahiptir.” AKARSU SICAKLIĞI ÜREMEYE ELVERİŞLİ İnci kefalinin üreme göçüyle gündeme gelen ve kış aylarını Van Gölü’nde geçiren bir tür olduğunu anımsatan Prof. Şen, sözlerine şöyle devam etti: “Nisan ayında havaların ısınmasıyla birlikte akarsuların mansap kısımlarında

toplanıyorlar ve burada bir iki hafta bekledikten sonra mayıs ayından itibaren sürüler halinde akarsulara girmeye başlarlar. Haziran sonuna kadar bu döngü devam eder. Burada bekleme sebepleri ise, akarsu sıcaklıklarının üremeye elverişli olması sayılabilir. İnci Kefali, 550mOsm/kg değeri ile dünya genelinde bugüne kadar tespit edilmiş, osmolaritesi en yüksek balık türüdür. Balıkların baş kısmında üreme döneminde tüberkülü denilen sivilce benzeri çıkıntılar görülür. Bu oluşumlar sayesinde çıplak gözle ya da baş bölgelerine dokunarak balıkların cinsiyetleri de belirlenebiliyor. Üreme göçü sırasında da balıklar doğal setleri zıplayarak aşmaya çalışırlar. 3 yaşından itibaren 12-13 santimetre boya ulaşan İnci Kefali bireyleri üreme olgunluğuna erişirler. Bitki örtüsü bakımından zengin bölgelere 8 bin 500-9 bin adet/anaç civarında yumurta bırakırlar. Yosun ve zeminlere yapışan yumurtalar 3-4 günde açılmaktadır. Yumurtadan çıkan bireyler tatlı sulardan Van Gölü’ne doğru yeni bir yolculuğa çıkarlar. ”Balığın üreme dönemi ve av yasağının başladığı dönemde Karasu Çayı üzerindeki kum ocağı tesisinin faaliyette olması, düşük su seviyesi, düşük akıntı hızı, Ablangaz Köprüsü mevkiinin ıslah çalışması da popülasyonu olumsuz etkiliyor. Prof. Şen alınması gereken önlemleri de paylaştı. Üreme dönemindeki etkin av yasağının devamlılığının yanında halkın bilinçlendirilmesi, tanıtım ve eğitim faaliyetlerinin artırılmasının olumlu sonuçlar doğuracağını kaydeden Şen önerilerini şöyle sıraladı: “Kum alım faaliyetlerinin dere yatakları dışına taşınması ve bu faaliyetlerin Nisan-Temmuz ayları arasında tamamen durdurulması iyi olur. Dere yataklarında faaliyet gösteren ruhsatsız kum ocaklarının takibinin sık yapılması ve tamamen kapatılması gerekmektedir. Dere yataklarında ıslah çalışmasının yapılmaması en idealidir. Yapılma zorunluluğu varsa da menderesler ortadan kalkmamalıdır. Hidroelektrik Santrallere (HES) balıkların tırmanacağı nitelikte

yüzme performanslarını da hesaba katarak ve akademik çevrelerin önerileri dikkate alınarak balık merdivenleri planlanmalıdır ayrıca yetiştiricilik metodoloji oluşturulmalıdır.” ASIL SORUN, BALIĞIN YUMURTA BIRAKACAĞI İÇİN YER BULAMAMASI Endemik tür olan inci kefaliyle ilgili sorunlara ilişkin bilgi de veren Dekan Şen, asıl problemin aşırı avcılıktan çok balığın yumurta bırakmak için uygun yer bulamaması olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi: “Havzada 1890’lı yıllara kadar geniş ormanlık alanlarının olması erozyona karşı koruma sağlarken zamanla tahrip olması nedeniyle erozyon probleminin çıkması, 1990’lı yıllardan sonra üreme ortamı olan dere yataklarının kum alımı, sulama amaçlı kullanım, dereler üzerinde kurulan baraj, set ve regülatörlerin inşa edilmesi ve ıslah çalışmalarıyla doğal mendereslerin yok edilmesi, uygun şekilde balık geçitlerinin yapılmaması, İnci Kefali üreme ortamlarında sorunları da beraberinde getirmiştir.” BİLİNÇLENDİRME VURGUSU Dekan Şen, üreme göçüyle ilgili konularda eksiklikler olduğunu da aktarıp açıklamalarını şöyle bitirdi: “Özellikle, göç süresi, dişi ve erkelerin ne kadar süre derelerde kaldıkları, üreme amacıyla anaçların her zaman yumurtadan çıktıkları sulara mı girdikleri, yoksa rastgele bir göç mü gerçekleştirdikleri gibi bilgiler henüz gün yüzüne çıkarılamamıştır. Türün geleceği konusunda planlamaların yapılabilmesi için bu konuların araştırılmasının yanında, güncel stok miktarının ivedilikle belirlenmesi ve gerçek avcılık miktarının net olarak ortaya konulmasını sağlayacak çalışmaların yapılması son derece önemlidir. Doğayı sevdirme yoluna gidilmeli ve özellikle çocuklara görsel materyallerle koruma bilinci aşılanmalıdır.”


2019 / Sayı 8

“Köy Enstitüleri, dünyada tescil edilen en büyük eğitim sistemlerinden birisi”

E

nstitülerde amacın “Okur-yazar olmak” değil, “okuyanyazan bireyler olmak” olduğunu belirten Eren, çağının tanığı, toplumcu aydın olma bilincini orada edindiğini vurguladı. “Topluma duyarlı bireyler” yetiştiğini aktaran Eren, Cumhuriyet’in bu ilk eğitim sisteminde “Bilen bilmeyene öğretsin” ilkesinin benimsendiğinin altını çizdi “Eğitimde fırsat eşitsizliğini ortadan kaldıran, herkesin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda üretkenliği esas alan bize özgü bir eğitim sistemi” olarak tanımlanıyor Köy Enstitüleri. On yedi bin 251 köy öğretmeni

yetiştiren bu efsane kurum, 1940-1946 arasında 15 bin dönüm tarlayı tarıma elverişli hale getirip üretim de yapmış. “24 Kasım Öğretmenler Günü” nedeniyle Köy Enstitüsü’nün son mezunlarından emekli İlköğretim Müfettişi Şahin Eren, ile Ankara’daki evinde görüştük. Eren, Köy Enstitüsü’ndeki hayatı, eğitimi ve arkadaşlıklarını ilk ağızdan anlattı. “Söz uçar yazı kalır” gerçeğini Akpınar Köy Enstitüsü’nde öğrendim. Okur-yazar olmak değildi amaç; okuyan-yazan bireyler olmaktı. O günden bugüne okuma, bir elli yıldır da yazma serüvenim sürmekte. Bu bilinçle elde ettim, çağımın tanığı toplumcu aydın olmayı. Türk

25 Kasım. 2019

aydınlanma devrimini insanlığın aydınlanmasıyla buluşturdukça yurttaşlık sorumluluğum giderek arttı. Doğru bildiğim yolda usanmadan yürürken yazmayı da unutmadım. Yaşadıklarım, aslında toplumsal bir aynaydı. “Mutlaka kitaplaştırılmalı” dedim. Gecikmeli de olsa dünden bugüne şiir ve şiirsel biçimde yazılmış güncelerimden seçtiklerimi tematik bir sırayla bir araya getirdim. Bir aydından geriye kalan ne olabilirdi ki elbette anmalık bir kitap. Bir de topluma duyarlı oğullarım kızlarım ve torunlarım elbette. Şiir gülmek ve ağlamak eyleminin arasındaki yaşamın kendisidir. Yaşantılarımın gülüşünü,

Haber Yazısı

Gülseren Tozkoparan / Ankara

27


2019 / Sayı 8

28

ağlayışını paylaşıyorum sizinle. Hoş geldiniz Eren’lerin şiir evrenine… Şahin Eren /Nisan 2006 Akpınar Köy Enstitüsü mezunu İlköğretim Müfettişi Şahin Eren, 2006 yılı basımı Güncemdeki Diziler adlı şiir kitabının önsözünde duygularını böyle ifade ediyor ve şiir evrenine alıyor sizi. Aradan geçen 13 yılda okuma, yazma ve günce tutma serüvenine devam ediyor, o güzelim el yazısıyla güncesini tutmakla kalmıyor, resimler de yapıyor. Birçoğunu hediye etse de Amasya ve Burdur’da kişisel sergiler açtı, Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nce düzenlenen karma sergiye katıldı. Köy Enstitüsü’ndeki yaratıcılığa, üretime yönelik eğitim hayatının her alanına yansımış, çevresindekilere ilham olmuş olmaya devam ediyor. Ürettiği bazı projeleri Yenimahalle Belediye Başkanı ile paylaşıyor, katkı vermek mutlu ediyor. Topluma duyarlı bireyler olarak bahsettiği beş çocuğundan üçü de kendisinin yolunu izleyerek öğretmenliği seçmiş, aydınlatıyorlar. Emekli İlköğretim Müfettişi Babam Yusuf Tozkoparan’ın kadim dostu Şahin amca ile lise yıllarımda Samsun’da 1980’lerde tanışmıştım, yıllar sonra Ankara’da yolumuz tekrar kesişti ve oradan devam ediyoruz. Efsane eğitim kurumları Köy Enstitüleri’nden kaç kişi kaldı, parmakla sayılacak kadar belki! Değerli Şahin Eren de onlardan birisi. 24 Kasım Öğretmenler Günü vesilesiyle kendisiyle görüştük, öğrencilik yıllarını ve Köy Enstitüleri’ni konuştuk Kendisinin ve bütün öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun. KÖY ENSTİTÜSÜ’NE GİRMESİ Şahin Eren’in babası eğitmendi. Samsun Akpınar-Ladik Köy Enstitüsü’ne 1948’de ilk okuldan sonra girdi ve 6 yıl okudu. İlk dört yıl tamamen Köy Enstitülü olarak son 2 yıl da öğretmen okulu müfredatıyla okudu. 1953-54 mezunu. Köy Enstitüsü olarak girdiği okuldan öğretmen okulu mezunu olarak çıktı. Nedeni ise dört yıl okuduktan sonra okul süresi uzatılmış, iki yıl daha eklenmiş ve öğretmen okuluna çevrilmiş olmasıydı. Dolayısıyla Köy Enstitüsü olarak

girdiği okuldan öğretmen okulu mezunu olarak çıktı. Ancak o bir Köy Enstitülüydü, o ruhu almıştı. Sonra Gazi Eğitim’de tamamlama yaparak müfettişliğe geçti. 11 yıl öğretmen, 36 yıl da ilköğretim Müfettişliği yaptıktan sonra emekli oldu olmasına ama her gün üretmeye devam ediyor.

Cumhuriyet’in ilk eğitim sisteminde “Bilen bilmeyene öğretsin” ilkesi mevcuttu

-Köy Enstitülerinin kurulduğu ortam nasıldı? -O yıllarda okur-yazarlık oranı son derece az ve kısa bir süre içerisinde okur-yazar sayısın artırmak için eğitim sisteminde reform gerekiyor. Cumhuriyet’in ilk eğitim sisteminde “Bilen bilmeyene öğretsin” ilkesi mevcut. Köy misafir evleri okuma evlerine çevriliyor ama bu yetmiyor. Türkiye’deki toprak dağılımı çok yetersiz. Sorduğunda “Rençberim” diyor. “Bağın bahçen var mı” deyince “Yok”. O zamanki durumda çoğunun kendi toprağı yok, ortakçı oluyor. Toprağın çoğu ağaların elinde. Diyoruz ki Türkiye tarım ülkesi, sanayi ülkesi haline getirmek için topraksız çiftçiyi topraklandırmak gerekiyor, toprak-tarım reformu yapmak gerekiyor. Bunun için okumuş eleman, okumuş eller, ustalar gerekiyor. Önce tarım okulları açılıyor, 8 tane Tarım Öğretmen Okulu var Anadolu’da, bunları köylere gönderemiyorsun, 6 tane Öğretmen Okulu var halihazırda ama yetmiyor. Öğretmen okulları yetişme menşeileri İstanbul, Balıkesir, Kayseri, Sivas, Diyarbakır. Eğitimde reform yapılıyor hemen. Laik

bir eğitim sistemi kuruluyor. Bunun içinde yapılacak toprak reformunun emin ellere teslimi için tarımı çiftçiye öğretecek öğretmen gerekiyor. Bununla ilgili olarak ilk defa 1938’de eğitmen kursları açılıyor. İlk denemesi Eskişehir’de yapılıyor, orada bir iki yıl denendikten sonra 28 tane daha açılıyor. Eğitmen kursları iyi ama yetersiz kalıyor. O zaman köydeki çiftçi çocuklarını ilkokuldan sonra öğretmen olarak yetiştirmeyi ve kendi köylerine göndermeyi planlıyorlar. Bunun içinde eğitim uzmanları gerekiyor. Bazı öğretmenler Almanya ve Avusturya’ya gönderildi eğitim almak, uzmanlaşmak için. Nasıl bir eğitim sistemi kuralım ki kısa zamanda bize faydalı olsun sorusundan yola çıkıldı! Amerikalı Eğitim Bilimci John Devi, Atatürk zamanında, 1945 yılında Türkiye’nin daveti üzerine Amerika’dan geliyor ve 8-9 ay kalıyor, inceleme yapıyor. O’nun raporu sonucunda kısa zamanda Türkiye’nin eğitim alanında hayata geçirilip, faydalı olacak bir sistem kurulması planlanıyor. Köy Enstitülerinin kuruluş mantığı ve dayanaklarında bu raporun yansımalarını görmek mümkün. İsmet İnönü, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel konuyla ilgili İsmail Hakkı Tonguç’u görevlendiriyor. Çünkü Tonguç Almanya, Avusturya iş okulundan mezun olmuştur. Bir de Rusya’daki toplu eğitim sistemlerini incelemiştir. Tonguç 1939’da başladı 1940’da kurdu Köy Enstitülerini. -Köy Enstitüsünde okul hayatı nasıldı, bir günü tarif eder misiniz? -Köy Enstitüleri teoriye değil uygulamaya dayanan eğitim anlayışını benimsemişti, 30 bin hektardan az olmaması gerekiyordu arazilerinin. Bir öğrenci günde 18 saat çalışır 6 saat uyurdu. Sabah 7’de kalkış, 7.30’da alanda, top sahasında toplanma, sabah yürüyüşü, beden eğitimi, ısınma çalışmaları, neşe ile halk oyunları çalışmaları yapılır, bütün bunların ardından 9 gibi kahvaltıya geçilirdi. Ardından müteala, 2 saat derse hazırlık yapardık kendi kendimize. Dört saat kültür dersi vardı, dört saat de tarım, hayvancılık, zanaat


2019 / Sayı 8

dersleri, uygulamalı marangozluk, duvarcılık, dokumacılık, müzik, demir doğrama derslerimiz vardı. Her konuda eğitim alırdık, kendimiz ekip biçerdik. Sınıftan çok sahadaydık. Bu sebeple Köy Enstitüsü mezunu olanlar yalnız öğretmen değildir, ikinci bir mesleği vardır. Marangozdur, meyvecidir, sebzeci, işletmecidir. Derslerden sonra yine iki saat çalışma vardı. 800 öğrencinin olduğu okulumuzda 40 keman, 40 mandolin, 1 piyano vardı. Okula başladığımda 11 yaşındaydım, ilk etapta dersler ağır geldi ama çalışarak üstesinden geldim. -Toplam kaç dersiniz vardı? -12-13 ders vardı. İlk 3 yıl genel kültür dersleri, 4 ve 5. yıl öğretmenliğe yönelik psikoloji, eğitim psikolojisi ve sosyoloji dersleri alıyorduk. Babam “Okuyamazsan dana güdersin, çobanın yanına katarım seni” demişti. O yüzden zayıf alınca üzülürdüm. Bir gün zayıf almış, teneffüste ağlıyordum. Okul müdürü beni gördü “Niye ağlıyorsun” dedi, söyledim. Beni yemekhaneye

götürdü, masaya oturduk, hep öğrencilerle beraber yemek yerdi müdür ve öğretmenler o zamanlar. Bu, 1950’den sonra değişti. Sonra odasına götürdü beni ve “Bundan sonra her gün odama gelip sobamı yakacaksın ve bana o günün derslerini anlatacaksın” dedi. Bu bir süre böyle her gün öğrendiklerimi tekrarladım müdüre, zayıfımı düzelttim. Okulda 3 dönem vardı ve 3. karnede teşekkür aldım. Köy Enstitüleri, eğitim ve öğretmenlerin başarısıydı. Usta öğrenciler vardı. Âşık Veysel bizim okulda usta öğretici olarak iki ay kaldı. Bir gün, bana “Sen adam olacaksın” dedi, herkese iyi okuyun, bu çok iyi bir fırsat, aman aman okuyun” diye öğüt verirdi. -Ders sonrası ne yapılırdı? -Dersler bittikten sonra akşamları ertesi günkü derse hazırlık zamanı vardı 2 saat, sonra bu 1 saate indi. Sınıfta her ay bir tane kitap okurduk. Kitabı bir öğrenci okur diğerleri dinler sonra kitap üzerinde tartışırdık. Birçok edebiyatçı-yazar çıkmıştır Köy Enstitülerinden. Proje çok iyi bir eğitim projesiydi.

-Öğrenciler arasında ilişkiler nasıldı? -Sevgi ve saygıya dayalı ilişkimiz vardı. Erkekler kızlara sahip çıkar koruyup kollardı. Kendimizden büyüklere abla, ağabey derdik. Ablalar biz küçükleri kollar, gömleklerimizi ütülemeye bile yardım ederlerdi. Bazen duygusal ilişkiler de olmuyor değildi, 3 yıl içinde böyle duygusallıktan iki evlilik çıktı. Kız-erkek karışıktı, sahada hep beraberdik ama sonradan ayırdılar.3. Sınıfta bizim kızlar İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne gitti. -İlk tayin yeriniz? -Yaş 17, başladım öğretmenliğe. İlk görev yerim Amasya’nın Uygur köyü idi. Çok güzel bir köydü. Köyde Nebiler ve Türkler vardı. Uygur köyü bana çok uygundu. Neden! Kitap okumayı severdim, baktım orada muhtarın evinde kitaplık var. Bizim köyde yoktu mesela, yıl 1954. Bir yıl sonra kendi köyüme Amasya- TaşovaAlpaslan Köyü’ne tayin oldum ve orada 8 yıl çalıştım. 1965 yılında müfettişlik sınavını geçtim ve ilköğretim müfettişliğine başladım. Köy Enstitüleri,

29


2019 / Sayı 8

dünyada tescil edilen en büyük eğitim sistemlerinden birisidir.

30

-Unutamadığınız bir anınız? -Beşinci sınıfa geçtiğimde Enstitüler, öğretmen okullarına çevrildiğinde bazı kitaplar okullardan toplatıldı, önce sandıklara konulup paketlenmişti. Bir gün kütüphaneye girdiğimde sandığı gördüm açtım, elime Emile Zola’nın Nar Ağacı kitabı geldi, onu ve birkaç tanesini daha aldım sandıktan. O yıllarda okulda Rus Klasiklerini de okuyorduk. Sonradan sandığı almaya geldiklerinde kaldırmışlar sandığın içi boş. Meğer yalnız ben değilmişim oradan kitap alan, sandığı görenler kitaplardan almış. Bir hocamız bizi takip ediyormuş fark etmiş aslında, sonradan öğrendik bildiğini. Kitapların nereye götürüleceğini ve ne yapılacağını bilmiyorduk çünkü belki de atılacaktı. Bunlar hayatımızın tatlı ve acı noktalarıdır. -Köy Enstitüleri neden kapandı? -Köy Enstitüleri asılsız suçlamalarla yıpratıldı. Toprak reformunu ağalar istemiyordu. Tek partiden çok partiye geçince Meclis’e ağalar girdi. Kapanmasının tek sebebi bana göre toprak ağalarıdır. Köy çocukları böyle yetişiyor ama yarın onlar yönetime gelince ağalar ne yapacak! Hasan Ali Yücel’in 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmasına

değin Köy Enstitüleri devam etti. 1950’de Hasan Ali Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında isim değişikliği yapıldı ve Köy Öğretmen Okulları’na dönüştürüldü. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954’te kapatıldı. Kapatılmasaydı başta eğitim olmak üzere her alanda daha gelişmiş bir ülke olabilirdik, bir Cumhuriyet projesiydi. -Bugünkü sistem ve eksikleri hakkında düşünceleriniz? -Türkiye Cumhuriyeti laik bir Cumhuriyettir ve bir eğitim politikası vardır. Bireyin kendisine ve topluma yardımcı olması, onun yanında devlete göre vatandaş, rejime uygun bir vatandaş yetiştirme. Yurt Bilgisi, Coğrafya, Tarih, devlete özgüdür. Kendine özgü ise Türkçe, Matematik, diğer bilgi ve becerilerdir. Okullarda okutulan kitapların beş yılda bir güncellenmesi gerekir. Eskiden kitaplar Milli Eğitim Basımevi’nde basılırdı. Beş yılda bir yapılan Milli Eğitim Şurası’na okul aile birliklerinin temsilcileri katılırdı, iyi uygulamalardı bunlar. Acilen laik sisteme uygun bir eğitim politikasının yapılması ve uygulamaya konulması gereklidir. DÜNYAYA ÖRNEK Köy Enstitüleri, eğitimciler ve kaynaklar tarafından “Eğitimde fırsat eşitsizliğini ortadan kaldıran, herkesin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda üretkenliği esas

alan bize özgü bir eğitim sistemi” olarak tanımlanıyor. Toplam bin 308’i kadın, on yedi bin 251 köy öğretmeni yetiştirmiş bu efsane kurumlar.1940-1946 yılları arasında 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilerek üretim yapılmış. Köy Enstitülerinin kurulmasında verdiği rapor etkili olan John Dewey, 1945’te Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü inceledikten sonra ve daha sonra yurtdışında yaptığı konuşmalarında “Benim düşlediğim okullar, Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur. Tüm Dünya’nın bu okulları görüp eğitim sistemini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırması isabetli olacaktır” sözleri kayıtlara geçmiş, tarihte yerini bulmuştur. Şahin Eren, öğretmenimize uzun ve sağlıklı yıllar diliyor ve öğretmenler için yazdığı çok anlamlı şiirini bu özel günde tüm öğretmenler için paylaşıyoruz. ÖĞRETMENİM Kıyılırsın dövülürsün Her devirde övülürsün Çokça garip görünürsün Acep neden öğretmenim Laf atar kendini bilmez Eğri durmak sana gelmez Yüce tarih sensiz olmaz Bizi yücelt öğretmenim Elif heceyi söktü, Geri kinini döktü Atam sana soru sordu Hali anlat öğretmenim


2019 / Sayı 8

Suriye’den ithal edilen zeytinyağından, zeytin üreticisi rahatsız: “Böyle devam ederse zeytin ağaçlarını sökeceğiz”

C

ukurova Bölgesi’nde toplanan zeytin, bu yıl da üreticisini güldürmedi. İklimsel nedenle rekoltenin düşük olması ve Suriye’den gelen zeytinyağı nedeniyle sıkıntılı olan zeytin üreticisi, zeytine verilen desteklerin değişmediğinden şikâyetçi. İthal edilen zeytinyağının üreticiyi olumsuz etkileyeceğine dikkat çekti Bereketli topraklarında yıllardır üretilenlerin yanına son yıllarda stratejik öneme

sahip zeytinciliğin de eklendiği Çukurova Bölgesi’nde, zeytin hasadı başladı. Toplanan zeytinler, zeytinyağı ya da salamuralık olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de üretilen zeytinin yaklaşık yüzde 25’inin hasat edildiği Çukurova’da salamuralık ve yağlık zeytinler, Ortadoğu ve Uzakdoğu pazarına sunuluyor. Ancak bölgenin en büyük geçim kaynaklarından birisi olan zeytin rekoltesi, bu yıl beklentileri karşılamadı. Üreticiler mazot, ilaç, gübre ve işçilik gibi girdileri karşılamakta zorlanıyor.

26 Kasım. 2019

Rekoltenin düşük olduğu bölgede, zeytinyağı fiyatlarının artması bekleniyor. Bu yıl zeytinde hem iklimsel nedenle rekoltenin düşük olması hem de Suriye’den gelen zeytinyağı nedeniyle üreticiler tabir yerindeyse “kan ağlıyor.” 2005 yılında bölgede zeytinciliğin başlamasıyla bahçesine zeytin eken Osman Yanar, son yıllarda üretimin düşmesi girdi maliyetlerinin artması ve son olarak Suriye’den zeytinyağı getirilmesi nedeniyle ellerindeki ürünleri maliyetlerinin

Haber Yazısı

Serkan Talan / Osmaniye

31


2019 / Sayı 8

altına sattıklarını söylüyor. “Devletin Suriye’nin Afrin Kenti’nden zeytinyağı getirmeye son vermesi gerekir” diyen Yanar, “Böyle giderse hem bölgemizde hem de zeytin üretiminin yapıldığı Ege ve Marmara’da zeytin üreticileri büyük sıkıntılar yaşayacak” uyarısında bulunuyor.

32

7-8 YILDIR ZEYTİNE VERİLEN DESTEKLER DEĞİŞMEDİ Son yıllarda Çukurova Bölgesi’nin büyük bir ivme yaşadığı ve on binlerce kişinin ekmek kazandığını aktaran zeytin üreticisi Yanar, “Biz zeytinyağı ihraç etmeyi planlarken, zeytinyağı ithal ediyoruz. İthal çözüm değil. Türk çiftçisi desteklenmeli. 7-8 yıldır zeytine verilen destekler değişmedi. Ama bizim maliyetlerimiz arttı” diye konuşuyor. İklimsel nedenlerle bu yıl birçok bölgede zeytin rekoltesinin çok düştüğüne değinen Yanar, “Böyle giderse zeytin üreticisi zeytin ağaçlarını sökecek. Alternatif bir ürün bulsak hemen zeytin ağaçlarını sökeceğiz. Çünkü maliyetlerimizi karşılamakta zorlanıyoruz” sözleriyle yaşadıkları sıkıntıyı özetliyor. “İTHAL EDİLEN ZEYTİNYAĞI ÜRETİCİYİ OLUMSUZ ETKİLEYECEK” Zeytin rekoltesinin düşük olmasının sıkıntısını yaşarken bir de Suriye’den zeytinyağı ihraç edilmesinin gündeme geldiğine işaret eden zeytin üreticisi Gürsel Keskin ise, “Zaten fiyatlar çok düşük. Bir de

zeytinyağı ithal edilirse ne yaparız bilemiyoruz” diyor. Bu yıl tarlasına çalıştırmak için işçi tutamadığını kendi olanaklarıyla ve imece usulü zeytin topladıklarını anlatan Keskin “ Herkes kendi imkânlarıyla var olan zeytinini topluyor. Zeytinde mutlaka desteklemeler arttırılmalı. Çiftçiler bilgilendirilmeli. Sorunlara karşı çözümler üretilmeli” şeklinde önerilerini sıralıyor. Keskin, ancak bunlar yapılmak yerine ithalat yoluna gidildiğini, bunun da Türk çiftçisine darbe vurmak demek olduğunu vurguluyor. Zeytinyağının bu yıl kilosunun 20 TL’den satılmaya başladığını söyleyen Keskin, Suriye’den ithal edilen zeytinyağı ile bu fiyatın aşağılara ineceğini bunun da üreticiye olumsuz yansıyacağını belirtiyor. “ZEYTİN BÖLGENİN ‘YEŞİL ALTINI’ OLDU” Çukurova Bölgesi’nde zeytin, sadece yağıyla değil salamura olarak da değerlendiriliyor. Ağaçlardan toplanan zeytinler, ayıklanarak temizleniyor. Yıllardır kahvaltılık zeytinlerini geleneksel salamura yöntemle kendi elleriyle hazırladıklarını, ürünlerinde hiçbir katkı maddesi olmadığının altını çizen Selver Karalar, sürece ilişkin şunları söylüyor: “Topladıkları zeytinleri önce temizleyip sonra da kırıyoruz. Kırdığımız zeytinleri daha sonra bidonlara dolduruyoruz. Her gün suyunu değiştirerek acısının çıkmasını sağlıyoruz. Yaklaşık bir hafta sonra yeşil zeytinler yemeye hazır hale geliyor. En son yiyeceğimiz

zeytinleri tatlandırıyoruz, tuz ve limonla. Kışlık olanları ise tuzlu suya koyuyor ve kilerimizde saklıyoruz.” Böyle hazırladıkları zeytinlerin büyük talep gördüğünü kaydeden ev hanımı Karalar, yiyecekleri kısmı ayırıp kalanını eşe dosta dağıttıklarını, yurt dışından dahi zeytinlerine talep olduğunu söylüyor. Bu yıl zeytin ağaçlarının yeterli ürün vermediğini, hasat yapmakta bir hayli zorlandıklarını belirten Karalar, “Zeytin bu bölgenin ‘Yeşil altını’ oldu. Bu kaybolursa insanlar neyle geçinir bilemiyoruz” diyerek zeytinin bölgedeki önemini vurguluyor. ETİKETLİ SATIŞI YAPILMASI ZORUNLU Öte yandan zeytinin bölge açısından ekonomik kalkınma adına stratejik bir öneme sahip olduğuna dikkat çeken Osmaniye İl Tarım Gıda ve Hayvancılık Müdürlüğü, “Bu nedenle zeytin ve ürünleri üreten işletmelerimiz ile tüketicilerimizin korunması büyük önem arz etmektedir. Üretici ve tüketicilerimizin korunması için temel husus; etiketsiz, kaçak ve resmi kontrollerden geçmeden piyasaya sürülen ürünlerin engellenmesidir” uyarısında bulundu. Üzerinde etiketi olmayan zeytin ve zeytin ürünlerinin güvenli olmayabileceği, etiketi olmayan ürünlerde çeşitli hileler ve insan sağlığını bozabilecek maddelerin yer alabileceği belirtilerek “Vatandaşlarımızın etiketsiz zeytinyağı ve salamura zeytinlere rağbet etmemesi gerekmektedir” denildi.


2019 / Sayı 8

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

33


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.