9. Köy 2020 - 5. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 5

1


2020 / Sayı 5

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Umut Irmaksever Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 5

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 5

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 5

İçindekiler

Şehitler Dağ Oldu Çanakkale’den Geçirmedi

6

Hayvanların yemediği tırşik şifa dağıtıyor

9

Ekonomideki olumsuzluk: Otomobil pazarını daraltı

11

Kadının olmadığı yerde nüfus da yok

14

Sağlık Bakanlığı, çocukluk obezitesine savaş açtı

16

Türkiye’nin ekonomik problemlerinin sonucu: Genç işsizlik

18

Basın kartı muamması: Hedefte muhalif gazeteciler mi var?

21

Yüzyıllara meydan okuyan kültür: Bursa’da tarihin tanığı hamamlar

24

Hakkari’de ekmeğini iğneden kazanan kadınlar!

28

Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı “farkındalık fabrikası” olma yolunda

30

5


2020 / Sayı 5

6

Şehitler Dağ Oldu Çanakkale’den Geçirmedi Hasan Safa Tekeli / İstanbul

,

C

anakkale’de 105 yıl önce, 18 Mart 1915’te elde edilen zafer, Türkiye’nin geleceği için bir dönüm noktasıdır. Kara, hava ve deniz güçlerinin; her türlü teknoloji ve stratejinin ilk kez bir arada kullanıldığı Çanakkale Savaşlarında, bu topraklar için canını veren subayıyla eriyle erbaşıyla binlerce şehit, âdeta dağ oldu ve tüm dünyaya Çanakkale’nin geçilemeyeceğini gösterdi. Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli savaşlarından olan Çanakkale Savaşı öncesinde İngiltere, Avrupa’da savaşın mevzi çatışmalara dönüşmesi üzerine, Çanakkale ya da Balkanlarda

yeni bir cephe açıp, İstanbul’u ele geçirerek, Osmanlı Devleti’ni, Almanya’dan ayırmak ve kararsız Bulgaristan’ın İttifak Devletleri yanında yer almasını önlemeyi düşünüyordu. Osmanlı güçlerinin Süveyş Kanalı’na taarruzu (3 Şubat 1915) sonuç vermeyince; İngiltere, Mısır’daki güçlerini Boğazlara yöneltti. İtilaf Devletleri, 12’si İngiliz, 4’ü Fransız olmak üzere 16 muharebe gemisi, 6 muhrip, 14 mayın arama tarama ve 1 uçak gemisinden oluşan donanmasıyla, 19 Şubat 1915 sabahı, “Müstahkem Mevki Methal Grubu Bataryaları”na bombardıman başlattı. Methal Grubu’nda; Ertuğrul, Seddülbahir,

18 Mart 2020

Kumkale, Orhaniye bataryaları ile Erenköy civarında yerleştirilmiş bir kısım Seyyar Obüs bataryası, Merkez Grubu’nda ise Anadolu ve Rumeli bataryaları bulunuyordu. NUSRET DÖŞÜYOR Havanın elvermemesi üzerine ikinci bombardıman 25 Şubat’ta yapıldı. 26 Şubat-17 Mart arasında ise İtilaf Devletleri Donanması mayın arama taraması gerçekleştirdi. Ancak, 17-18 Mart gecesi Nusret mayın gemisi, Erenköy Koyu’na ve Boğaz’a elde kalan son 26 mayınını döşedi. Müttefik donanması, 18 Mart günü saat 11.15’te ilk atışlarla büyük bir taarruz başlattı. Saat 18.00’e kadar


2020 / Sayı 5

süren şiddetli çatışmalar sonunda, İtilaf Devletleri donanmasının üç muharebe gemisi Bouvét, Irresistible ve Ocean zırhlıları battı, iki muhabere gemisiyle bir muharebe kruvazörü yara aldı. Yedi saat süren savaşta elde edilen kesin zafer; tarihe “Çanakkale Deniz Zaferi” olarak geçti ve Çanakkale’nin geçilmezliğinin, tüm dünyaya habercisi oldu. DÜNYADA İLK Çanakkale Savaşları, kara, hava ve deniz güçlerinin; her türlü teknoloji ve stratejinin ilk kez bir arada kullanıldığı, o güne kadar bu denli yoğun bir savaşın yaşanmadığı çarpışmalara sahne oldu. Çanakkale Savaşlarının, Türkiye’nin tarih boyunca yaşadığı en yoğun ve “teknolojik-stratejik” savaş olduğuna işaret ediliyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bir parçası olan Çanakkale Savaşları, dünya savaş tarihi açısından da ilklerle dolu. “Her türlü teknoloji, strateji ve taktiği içeren savaş biçimi”ni anlatan İngilizce “Warfare” sözcüğünün hemen hemen hiçbir dilde karşılığı bulunmuyor. Çanakkale Savasılarının dünya “warfare” tarihi açısından bir “kırılma noktası” olduğunu kaydeden stratejistler, “Kara, hava ve deniz güçlerinin bir arada görüldüğü ve bu denli yoğun bir savaş o güne kadar yaşanmamıştı. Çanakkale Harbi denizde amfibi harekâtın ve uçak gemilerinin, havada savaş uçaklarının ve sabit balonların, karada ise o güne kadar tarihin yazmadığı bir yakınlıkta siper savaşlarının yaşandığı bir savaştır” diyor. Her iki saftaki askerin direnci ve kayıplarından ötürü destanlaştığı Çanakkale Savaşlarında, bu denli yoğun çıkarma ya da amfibi harekâtı tarihte ilk kez yaşanıyordu. Bütün bu özellikleri ve destansı yönüyle Türkiye’nin geleceğini etkileyen Çanakkale Savaşlarında elde edilen eşsiz zafer, Türk tarihinin yanı sıra dünya tarihinde de önemli bir yer edindi. ÇANAKKALE SAVAŞLARI KRONOLOJİSİ Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, küresel anlamda hem siyasal hem de toplumsal bakımdan büyük değişikliklerin yaşanmasına yol açan ve

tümüyle tarihe damgasını vuran Çanakkale Savaşlarının yaşandığı olaylar şöyle gelişti: 28 Haziran 1914: AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun varisi arşidük François Ferdinand ve eşi, Sırp öğrenci Gavrilo Princip tarafından Saraybosna’da öldürüldü. 28 Temmuz 1914: AvusturyaMacaristan İmparatorluğu, Sırbistan’a savaş ilan etti. 2 Ağustos 1914: Osmanlı Devleti de topraklarında genel seferberlik ve sıkıyönetim ilan etti. OsmanlıAlman ittifakı imzalandı. İttifak uyarınca iki devlet, AvusturyaSırbistan arasındaki anlaşmazlıkta tarafsızlık gösterecekti. 3-4-5 Ağustos 1914: Enver Paşa, Başkomutan Vekili oldu ve İngiliz filosunun izlediği Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) adlı Alman savaş gemilerinin Osmanlı karasularına gelmesine karar verildi. 10-11 Ağustos 1914: İki gemi (Goeben ve Breslau), Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Marmara’ya girdi. 12 Eylül 1914: Çanakkale Boğazı girişine mayın döşendi. 27 Eylül 1914: Çanakkale Boğazı tamamen kapatıldı. 2 Kasım 1914: İngiltere, Fransa, Rusya, Belçika, Sırbistan, Japonya, Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu ile siyasi ilişkilerini kestiklerini açıkladı. 29-30 Ekim 1914: Alman Amiral Souchon komutasındaki Yavuz ve Midilli, gece Karadeniz’e çıktı ve Odessa ile Sivastopol limanlarını bombaladı. 3 Kasım 1914: Çanakkale Boğazı giriş tahkimatı, 6 düşman zırhlısı tarafından bombalandı. 7 Kasım 1914: Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletlerine karşı savaş ilan etti. 29 Kasım 1914: Mesudiye zırhlısı, İngiliz denizaltısı (B11) tarafından Çanakkale Boğazı’nda batırıldı. 11 Ocak 1915: Amiral Carden, İngiltere Deniz Bakanlığı’na, Çanakkale Boğazı’na taarruz için hazırlattığı planı sundu. 20 Ocak 1915: Mustafa Kemal, Tekirdağ’da 19 Fırka Komutanlığı’na atandı ve 2 Şubat’ta tümeni kurmaya başladı. 19 Şubat 1915: İtilaf Devletleri

Çanakkale Harbi denizde amfibi harekâtın ve uçak gemilerinin, havada savaş uçaklarının ve sabit balonların, karada ise o güne kadar tarihin yazmadığı bir yakınlıkta siper savaşlarının yaşandığı bir savaştır” diyor. Donanması (12’si İngiliz, 4’ü Fransız olmak üzere 16 muharebe gemisi, 6 muhrip, 14 mayın tarama ve 1 uçak gemisinden oluşuyordu.), Çanakkale Boğazı giriş tabyalarına taarruzu ile İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale Boğazı’na ikinci büyük saldırısı başlatıldı. 25 Şubat 1915: Mustafa Kemal’in kuruluşunu tamamladığı 19. Tümen, Gelibolu Yarımadası’nın doğu kıyısındaki Maydos’ta (Eceabat) görevlendirildi. 25 Şubat 1915: İtilaf Devletleri donanması, Boğaz girişi tabyalarındaki topları tahrip ederek, Boğaz’a girmeye başladı. 26 Şubat 1915: DeğirmenburnuÇanakkale Feneri arasında 10. Mayın Hattı oluşturuldu. Seddülbahir ve Kumkale’ye çıkarma başlatıldı. 2 Mart 1915: General Liman Von Sanders, Çanakkale’deki Osmanlı Kara Kuvvetleri Başkomutanlığına atandı. 4 Mart 1915: 3. Avustralya Tugayı, Mondros’ta limana girdi. 5-6 Mart 1915: Çamkoyu batısından, HMS Queen Elizabeth gemisinden, Merkez Tahkimatını aşırma biçiminde bombardıman başlatıldı. 17 Mart 1915: Amiral J. de Robeck, İtilaf Devletleri Donanması Komutanlığı görevine başladı. 17-18 Mart 1915: Nusret Mayın Gemisi, gece elde kalan son 26 mayınını, Boğaz girişindeki Karanlık Koy’a döşedi.

7


2020 / Sayı 5

8  18 MART 1915: ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ. İtilaf Devletleri Donanması, yaklaşık 30 savaş gemisiyle en geniş kapsamlı saldırıyı başlattı. Çanakkale Boğazı tahkimatı 7 saat süreyle ateş altında tutuldu. Nusret Mayın gemisinin gizlice döşediği mayınlar ve kıyı topçularının etkili ateşi altında, kuvvetinin üçte birini kaybederek geri çekildi. Altı büyük gemiden Bouvét, Irresistible ve Ocean zırhlıları batırıldı, üçü de kullanılmaz hâle getirildi. 24 Mart 1915: General Liman Von Sanders, 5. Ordu Komutanlığı’na getirildi. Bu ordunun ihtiyatı, komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal olan 19. Fırka tarafından oluşturulacaktı. 25 Nisan 1915: İtilaf Devletleri, geniş kapsamlı ilk çıkarmayı başlattı. Gelibolu ve Çanakkale yarımadalarının Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale gibi yerlerine yapılan çıkarma, 308 savaş ve nakliye gemisi ile gerçekleştirildi. Orda komutanı, Saros’ta olduğundan, Mustafa Kemal, emir beklemeksizin birliklerini harekete geçirdi ve

Arıburnu’na çıkıp yarımadanın en kritik tepesi olan Kocaçimen’de ilerleyen İngiliz birliklerini durdurdu ve kıyıya kadar sürdü. İngiliz birlikleri, donanmalarının ateşi sonucu denize dökülmekten kurtuldular ve Arıburnu Zaferi kazanıldı. 27 Nisan 1915: İngiliz denizaltı gemileri, Marmara’da Barbaros zırhlısını batırdılar. 2 Mayıs 1915: 3. Kolordu Komutanı Esat (Bilkat) Paşa, Arıburnu cephesine gelerek, Mustafa Kemal ile görüştü. 10 Mayıs 1915: Mustafa Kemal’in çarpışmaları yönettiği yere “Kemalyeri’’ adı verildi. 14 Mayıs 1915: Winston Churchill ve Amiral Fisher, görevlerinden istifa ettiler. 1 Haziran 1915: Atatürk albaylığa yükseltildi. 6-7 Ağustos 1915: İngilizler, Gelibolu’ya yeni kuvvetler çıkardılar. 8 Ağustos 1915: Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı’na getirildi. 9 Ağustos 1915: Mustafa Kemal’in komutasında 1.

Anafartalar Savaşı kazanıldı. 9 Ağustos 1915: İtilaf Güçleri, Seddülbahir’i boşalttılar. 10 Ağustos 1915: Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal öncülüğünde geniş kapsamlı Conkbayırı taarruzu başlatıldı. 21-22 Ağustos 1915: 2. Anafartalar Savaşı kazanıldı. 17 Ekim 1915: Çanakkale bölgesinde General Hamilton, komutayı General Birdwood’a devrederek cepheden ayrıldı. 19-20 Aralık 1915: İtilaf Güçleri, işgal ettikleri siperleri boşaltarak gece Anafartalar, Arıburnu bölgesinden gizlice çekildiler. 9 Ocak 1916: 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, Başkomutanlık Vekâletine şu telgrafı çekti: “Tanrı’ya şükür Gelibolu Yarımadası tamamen düşmandan temizlenmiştir. Diğer ayrıntılar ayrıca sunulacaktır.’’ 17 Ocak 1916: Mustafa Kemal’e Çanakkale Savaşı’ndaki üstün başarılarından dolayı “Muharebe Altın Liyakat Madalyası’’ verildi.


2020 / Sayı 5

Hayvanların yemediği tırşik şifa dağıtıyor

T

oroslarda hayvanların yemediği zehirli bir ottan hazırlanan “andırın doktoru” olarak bilinen tırşik çorbası, şifaya dönüşüyor. Prof. Dr. Karatay, kışın bol tırşik içenlerin gribe yakalanmayacağını söylüyor Özellikle Osmaniye ve Kahramanmaraş illerinde Toros Dağları’nın eteklerinden toplanan bir ottan yapılan ve “Andırın doktoru” olarak da bilinen tırşik çorbası, kış ayının gelmesiyle sofraları süslemeye başladı. Dağlarda yetişen ve hayvanların yemediği bu zehirli ot, belli işlemlerden geçtikten sonra adeta şifaya dönüşüyor.

Antioksidan özelliği ile vücut direncini arttıran ve bağışıklık sistemini kuvvetlendiren tırşiğin ölüm hariç her şeye iyi geldiği dile getiriliyor. Özellikle kış mevsiminde Adana, Osmaniye ve Kahramanmaraş bölgelerindeki dağlardan toplanan yılan pancarı, zehirli pancar ve yılanyastığı olarak adlandırılan bu bitkiyi, doğada acı olması nedeniyle hiçbir canlı yemiyor. Halk arasında mucizevi etkileri olduğu düşünülerek bu çorbanın yılda en az 7 kez içilmesi öneriliyor. Bilimsel araştırmalara da konu olan tırşik çorbası ve ona bu adı verdiren bitkiyle ilgili araştırmalar ise hâlâ devam

19 Mart 2020

ediyor. Ünlü Lokman hekimin kitaplarında söz ettiği ileri sürülen tırşik çorbası, büyük zahmetler verilerek hazırlanıyor. TIRŞİĞİN ANTİOKSİDAN ÖZELLİĞİ KANITLANDI Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Sinan Dayısoylu tarafından yapılan araştırmada, yılan pancarı, zehirli pancar ve yılan yastığı olarak adlandırılan bitkiden yapılan Tırşik çorbasının yüksek miktarda antioksidan özelliği taşıdığı ortaya çıktı. Aynı üniversitenin Tıp Fakültesi’ndeki bir öğretim üyesi

Haber Yazısı

Serkan Talan / Osmaniye

9


2020 / Sayı 5

10

ile birlikte bitkinin özellikleri ile ilgili çalışma yapan Dayısoylu, yaklaşık 2 yıl süren akademik çalışmanın ardından bu bitkinin yüksek miktarda antioksidan özelliğe sahip olduğunun tespit edildiğini aktardı. Dayısoylu’nun konuyla ilgili yaptığı akademik araştırma, uluslararası bir dergi olan Asian Journal Of Chemistry’ de yayınlandı. Öte yandan ünlü Beslenme Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay da tırşiğin antioksidan özelliğine dikkat çekerek “Bu çorbadan kış boyu içen grip olmaz. Viral enfeksiyon ve hiçbir enfeksiyonla karşılaşmazsınız. O yüzden yetiştiği bölgede vatandaşlar, ‘Andırın doktoru’ adını vermiş” açıklamasında bulundu. BİR GÜN BEKLETİLİP KAYNATILINCA ŞİFAYA DÖNÜŞÜYOR Bu çorbayı kendisini bildi bileli

yaptığını belirten 80 yaşındaki Halime Ağsubaşı, tırşiğin kaynadıktan sonra şifaya dönüştüğünü belirterek “Bu çorbayı herkesin mutlaka yılda en az 7 kez tüketmesi gerektiğine inanıyoruz. Böyle yapan hasta olmaz” diyor. Osmaniye’de uzun yıllardan beri tüketilen Tirşik için Ağsubaşı, “Tırşik pancarı, çok acıdır. Toplarken elinizi dahi yakabilir. Ancak toplanıp temizlendikten sonra bir gece, un ve yoğurtla beklettikten sonra acısı kayboluyor. İşin diğer sırrı da çorbanın saatlerce kaynatılması” diye konuşuyor. Zahmetli olması nedeniyle kadınlar tarafından imece usulü yapılan tırşik için halk arasında Lokman hekimin “ölümün sırrını bulduğu” bitki olduğu da rivayet ediliyor.

DAĞLARDA HİÇBİR CANLI YEMİYOR Tırşik çorbası için komşularıyla birlikte hazırlık yapan ev hanımı Ayşe Akkuş, toplaması, yapılması gerçekten zahmetli olan çorbanın bu zahmete değdiğinin altını çiziyor. Çıplak elle toplandığında eli yaktığını dağda bu bitkiyi hiçbir hayvanın yemediğini belirten Ayşe Akkuş “Ancak biz acısının çıkması için önce ince ince kıyıyoruz. Ardından ayran ve un atıyor ve bunu karıştırıyoruz. Bir gece bu ağzı kapalı bekliyor ve acısı çıkıyor. Daha sonra ise hazırlanan karışıma önceden ıslatıp beklettiğimiz yarma ve nohudu katarak yaklaşık 2-3 saat kaynatıyoruz. Ortaya harika bir lezzet çıkıyor” ifadesini kullanıyor. Halk arasında çok sevilen ve şifa dağıttığına inanılan Tırşik çorbası için, “Başım sızlii, garnım ağrii canım tırşik istii” manisi de söyleniyor.


2020 / Sayı 5

Ekonomideki olumsuzluk: Otomobil pazarını daraltı

D

öviz kurlarındaki hareketlilik, son zamanlarda ekonomide yaşanan olumsuz gidişat, ÖTV oranlarının artması Türkiye’deki otomobil ve hafif ticari araç satış piyasasını derinden etkiledi Döviz kurlarındaki hareketlilik, son zamanlarda ekonomide yaşanan olumsuz gidişat, ÖTV oranlarının artması Türkiye’deki otomobil ve hafif ticari araç satışlarını olumsuz etkiledi. Otomobil satışı 2019 yılı Kasım ayı sonunda geçen yıla göre yüzde 25,63 oranında azalarak, 316 bin 427 adet oldu. Geçen yıl aynı dönemde 425 bin 478 adet satış yapılmıştı. Sıfır araç pazarı 2018 yılında ise Haziran ayında yaşanan ekonomik gelişmeler ve kurdaki

yükseliş sebebiyle artan fiyatlara bağlı olarak yılı 600 bin adet seviyesinde kapattı. 2019 yılının ilk 6 ayında uygulanan ÖTV/ KDV indirimlerine rağmen pazar daralmaya devam etti ve ilk 6 ay 200 bin satış adedi ile kapandı. Kurda yaşanan sert dalgalanmaların otomobil piyasasına da etkisi büyük oldu. Geçen yıla göre yüzde 25,63 azalan otomobil pazarında, ekonominin olumsuz yönde hareket etmesiyle 2020 yılında da bu düşüşlerin süreceği tahmin ediliyor. Otomotiv Distribütörleri Derneği’nden (ODD) yapılan açıklamaya göre, Türkiye otomobil ve hafif ticari araç toplam pazarı, 2019 yılında bir önceki yıla göre yüzde 22,85 gerileyerek 479 bin 60 adet olarak gerçekleşti. Toplam

20 Mart 2020

pazarda 2018 yılında 620 bin 937 adet toplam satış gerçekleşmişti. Geçen yıl bir önceki yıla göre otomobil satışları, yüzde 20,37 azalarak 387 bin 256, hafif ticari araç satışları yüzde 31,8 gerileyerek 91 bin 804 adet oldu. Türkiye Hafif ticari araç pazarı, 2019 yılı Ocak-Kasım döneminde geçen yıla göre yüzde 38,74 azalarak 72 bin 133 adet oldu. 2018 yılı aynı dönemde 117 bin 753 adet satış gerçekleşmişti. 2019 yılı Kasım ayında hafif ticari araç pazarı 2018 yılının Kasım ayına göre yüzde 13,56 azaldı ve 10.373 adet olarak gerçekleşti. Geçen sene 12 bin adet satış yaşanmıştı. Hafif ticari araç pazarı, 10 yıllık Kasım ayı ortalama satışlara göre yüzde 42,99 azaldı. 2019 Kasım ayı sonunda otomobil pazarı motor

Haber Yazısı

Dudu Gül Güray Demir / Antakya

11


2020 / Sayı 5

hacmine göre incelendiğinde, en yüksek paya yüzde 93,95 oranıyla 1600cc altındaki otomobiller 297 bin 297 adet ile sahip oldu. Ardından yüzde 2,42 pay ile 1600-2000cc aralığındaki otomobiller ve yüzde 0,31 pay ile 2000cc üstü otomobiller yer aldı. 2018 Kasım ayı sonuna göre, 1600cc altındaki otomobil satışlarında yüzde 27,3, 16002000cc aralığında motor hacmine sahip otomobil satışlarında yüzde 34,2 ve 2000cc üstü otomobillerde ise yüzde 20,6 azalış görüldü. 2019 yılı on bir aylık dönemde 85kW altı 39 adet ve 121kW üstü 137 adet, toplam 176 adet elektrikli otomobil satışı gerçekleşti. 2019 Kasım ayı sonunda otomobil pazarı ortalama emisyon değerlerine göre incelendiğinde en yüksek paya, yüzde 40,04 oranıyla 100120 gr/km arasındaki otomobiller 126 bin 687 adet ve ardından yüzde 27,37 payla 120-140 gr/ km arasındaki otomobiller 86 bin 611 adet ile sahip oldu.

12

DİZEL MOTORLU ARAÇLARA TALEP İLK SIRADA 2019 yıl Kasım ayı sonunda otomobil satışları motor tipine göre incelendiğinde dizel otomobil satışları yüzde 53,72 pay 169 bin 972 adet ile birinci sırada yer alırken, benzinli otomobil satışları yüzde 38,61 pay 122 bin 184 adet ile ikinci sırada, ardından otogazlı yüzde 4,35 pay ile üçüncü, hibrit yüzde 3,26 pay ile dördüncü ve elektrikli otomobiller ise yüzde 0,06 pay ile beşinci sırada yer aldı. EN ÇOK C SEGMENTİ TERCİH EDİLDİ Segmentlere göre en yüksek satış adetine yüzde 61,5 pay alan C segmenti 194 bin 562 adete ulaştı. 2019 Kasım ayı sonunda otomobil pazarı segmentinin yüze 85,7’sini vergi oranları düşük olan A, B ve C segmentlerinde yer alan araçlar oluşturdu. Segmentlere göre değerlendirildiğinde, en yüksek satış adetine yüzde 61,5 pay alan C (194 bin 562 adet) segmenti ve ardından yüzde 24,0 pay ile B (75 bin 973 adet) segmenti ulaştı. 2019 Kasım ayı sonunda otomobil pazarı kasa tiplerine göre değerlendirildiğinde, en çok tercih edilen gövde tipi yine Sedan otomobiller yüzde 50,5 pay, 159 bin

829 adet oldu. Sedan otomobilleri yüzde 24,3 pay ve 76 bin 771 adet satış ile SUV yüzde 21,4 pay ve 67 bin 820 adet satış ile H/B kasa tipindeki otomobiller takip etti. OTOMATİK ŞANZIMANLI OTOMOBİLLERE TALEP AZALDI 2019 Kasım ayı sonunda otomatik şanzımanlı otomobil satış adetleri 2018 Kasım ayına göre yüzde 22,34 oranında azaldı. 2019 yılı on bir aylık dönemde otomobil satış adetleri geçen yıl aynı dönem ile kıyaslandığında, otomatik şanzımanlı otomobil satışlarının payı yüzde 65,42’den yüzde 68,31’e 216 bin 154 adete ulaştı. Ocak-Kasım döneminde kaydı yapılan otomobillerin 185 934’ü beyaz renklidir Ocak-Kasım döneminde trafiğe kaydı yapılan otomobilin yüzde 53,9’u beyaz, yüzde 24,1’i gri, yüzde 6,8’i siyah ve yüzde 5,7’si kırmızı iken yüzde 9,5’i diğer renklerdedir. 2019 yılı otomotiv sektörü toplam pazarının 450 bin – 500 bin adet, 2020 yılı otomotiv sektörü toplam pazarının ise 525 – 575 adet aralığında olması tahmin ediliyor. Araştırmanın bin 500’den fazla kişiyle sorulduğu, sorulan katılımcıların sadece yüzde 55’inin aracının olduğunu, aracı olmayanların satın alma isteğinin ise yüzde 96.2 olduğu ve tasarımların beğenilme oranının yüzde 98.4, Türkiye’nin Otomobili’nin bir dünya markası olabileceğine inanma oranının da yüzde 90,3 olduğu kaydedildi. Otoshops Satış ve Operasyon Müdürü Melih Mutlu, yaptığı açıklamada, şunları kaydetti: “Son çeyrekte faizlerdeki düşüş trendi, kredi kampanyaları, olumlu ekonomik veriler ve ertelen taleplerin gerçekleşmesi ile hızlanan satışlar sonucunda Kasım ayı sonu itibariyle pazar, 388 bin seviyelerine geldi. Aralık ayında artan talep karşısında yeterli araç sağlanamaması sebebiyle pazarın 475 bin seviyelerinde yılı kapatacağı öngörülmektedir. Özetlemek gerekirse 2018 yılında Pazar 2017 yılına göre yüzde 34, 2019 yılında ise 2018’e göre yüzde 28,5 daralmıştır. 2020 yılında ise distribütörlerin pozitif ekonomik verileri de göz önüne bulundurarak araç planlamalarını daha iyi yapacaklarını varsayarak

550 bin adetlik sıfır araç pazarı öngörümüz bulunmakta.” İKİNCİ ELDE TABLO İYİMSER Sıfır araç pazarında daralmayı konuşurken 2.el tarafında daha iyimser bir tablo olduğunu söyleyen Mutlu, “2017 yılında 2.el pazarı 6.5 milyon adet ile kapatmıştı. 2018 yılında 2.el pazarı büyüyerek 6.8 milyon seviyesine çıktı. 2019 yılında ilk 10 ayda 2.el pazarı 2018 yılının aynı dönemine göre yüzde 4 büyüyerek 6 milyon adetlere ulaştı. Sıfır pazarında fiyatlardaki artış, sıfır araç stoklarının da tükenmesiyle talep 2.el’e doğru yöneldi. Bu nedenlerle 2019 yılı 2.el pazarı 7.5 milyon adet seviyelerinde kapanması öngörülüyor. 2.el pazarındaki toplam adet artışını tetikleyen diğer bir unsur ise 2.el ticareti yapan firmaların kendi aralarında satış hacminin geçmiş yılara göre artış göstermesi.” diye konuştu. 2017 yılında 1’e 7 olan sıfır-ikinci el oranı, 2018 yılında 1’e 13, 2019 yılında ise bu oran 1’e 18 seviyesine çıktığını dile getiren Mutlu, 2020 yılında ekonomik verilerde bir değişiklik olmadığı takdirde 2.el pazarının 7.8 milyon adet ile kapanacağını öngörüldüğünü kaydetti. ELEKTRİK MOTORLU ARAÇLARIN ÇEVREYE ETKİSİ Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi (HMKÜ) -Biyosistem Mühendisliği Bölümü Öğr. Üyesi Dr. Ömer Eren, yaptığı açıklamada, Avrupa Çevre Ajansının 2016 yılında yayınladığı raporda, ulaşımdan dolayı oluşan GHG salımlarının 1990 yılına göre yüzde 16 oranında arttığını, bunun da en büyük sebebinin içten yanmalı motorlu araçların kullanılmasından kaynaklandığını söyledi. Elektrik motorlu araçların içten yanmalı motorlar gibi çevreye doğrudan zehirli gaz salmadığını belirten Eren, şöyle devam etti: “Hava kirleticilerinin insan sağlığı üzerinde hem akut hem de kronik etkileri olabilmektedir. Ajans, daha önceki yıllarda yayınlamış olduğu EU White Paper’e göre(2011), 2050 yılına kadar bütün şehirlerde içten yanmalı motorlu araçların kullanımının yasaklanması gerektiğini söylemekte ve böylece


2020 / Sayı 5

ulaşımdan dolayı oluşan GHG salımlarının yüzde 60 oranında azalacağına ifade etmektedir. Eğer elektrikli motorlu araçları şarj edeceğimiz elektrik, yenilenebilir enerji kaynaklarından (güneş, rüzgar, hidrolik, jeotermal, dalga ve biyoyakıt) üretilirse, elektrikli motorlu araçlar çevre açısından daha da avantajlı olabilecektir. Bunu su şekilde açıklayabiliriz: Yenilebilir enerjiden üretilmiş elektrik motorlu aracı şarj edip kullanılırsa, benzin yakıtlı içten yanmalı motorlu araçlara göre yüzde 20-24 ve dizel yakıtlı içten yanmalı motorlu araçlara göre yüzde 10-14 küresel ısınma potansiyeli düşürülebilir.” Elektrik motorlu araçların otomotiv pazarında başarılı bir şekilde pazarlanması üç temel faktöre bağlı olduğunu dile getiren Eren, “Maliyetler, müşteri memnuniyeti ve mühendislik performansı. Bu bağlamda, bir elektrikli motorlu aracın çevreye etkisi de piyasa kabulü için önemli bir rol oynamakta ve ilk etapta geliştirilmelerinin ana nedenlerinden de biridir. Sadece elektrikli motorlu araçların kullanımı sırasında değil de üretiminden pazara kadar sokulması sırasında ki çevresel etkiler, diğer içten yanmalı motorlu araçlarla kıyaslanarak değerlendirilmesi önem kazanmakta ve bu konuda yaşam

döngüsü değerlendirilmeleri Yönetim Danışmanları Derneği tarafından yapılmaktadır. Yapılan YDD çalışmalarına göre; araçların üretim safhası sırasında ki çevresel etkilerini belirlemede teknik özellikleri, özellikle boş kütleleri ve bataryanın kütlesi önemli faktörlerdir. Kullanım safhası sırasındaki çevresel etkileri belirlemede içten yanmalı motorlu araçları için yakıt tipi ve ortalama yakıt tüketimi ana faktörlerdir. Bunların yanında aracın üretim yılı da önemli bir rol oynamaktadır (yeni araçları yakıt tüketimi daha düşük olabilecektir). Elektrikli motorlu araçlar için ise elektrik üretiminde ki yakıt kaynağı ve teknolojisi belirleyici bir faktördür. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki elektrikli motorlu araçların iklim değişikliğine etkisi, içten yanmalı motorlu araçlara göre düşüktür. Ama insan zehirlenmesine etkisi ise yüksek olmaktadır. Bu etkinin yüksek olmasının sebepleri, Elektrikli motorlu araçlarda ki üretim safhası ve batarya kullanımıdır. HALKIN TERCİHİ YERLİ VE ELEKTRİKLİ OTOMOBİL Türkiye’nin Otomobili Girişim Grubu Sanayi ve Ticaret A.Ş. tarafından tasarlanan ve Türkiye’de üretilecek elektrikli otomobili TOGG’un tanıtımının

ardından vatandaşlar ÖTV muafiyetinin olacağından yerli otomobile ilgi duyuyor. Vergilerin az olması ve yerli üretime olan ilgiden dolayı 2022 yılında üretime geçecek olan yerli otomobil TOGG için vatandaşların yüzde 97’si olumlu karşılıyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın yapmış olduğu araştırmada, projeyi destekleme oranının yüzde 97.6 olduğunu, aracı satın almak isteyenlerin oranının ise yüzde 89 olduğu belirtildi. Vatandaşlardan Yusuf Toğrul, arabasını maddi imkansızlıklardan dolayı sattığını ve bir daha araba alacak kadar parasının olmadığını söyledi. Halkın genel olarak tercihinin elektrikli kilometre mesafesinin uzun olduğu araçlara yöneldiğini dile getiren Toğrul, şöyle devam etti: “Benim arabam yok ama halk genel olarak kendisine külfet olmayan araçlara yöneldi. Çünkü alım gücü günden güne eridi. Benzin ve motorin fiyatları ise çok yükseldiği için gelir düzeyi normal insanlar için bir lüks olmaya başladı. Bunun yanı sıra otomatik motorlu araçların manuel araçlara göre fiyat farkı çok fazladır. İkinci el araçların alımında yüzde 20 gibi bir artış oldu. 2006-2007 model araçların bile fiyatı en az 30 bin TL dir. Durum böyle olunca otomobil pazarında da haliyle bir daralma olduğunu gözlemliyoruz.”

13


2020 / Sayı 5

14

Kadının olmadığı yerde nüfus da yok

Haber Yazısı

Hüseyin Tunçay / Ankara

21 Mart 2020


2020 / Sayı 5

N

üfus yoğunluğunun en az olduğu 10 ilimizin tümünde kadın nüfusunun oranı erkeklerin altında Türkiye’de nüfusu gittikçe artarken, bazı bölgelerimizdeki yoğunluk düşüyor, bazı illerdeki yoğunluk ise artıyor. Bun yaşanırken, nüfus yoğunluğunun en az olduğu illerin tümünde kadın nüfusunun erkek nüfusunun altında kaldığı görülüyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri üzerinden yapılan hesaplamaya göre, Türkiye’de ortalama nüfus yoğunluğu 2018 yılında kilometrekareye 107 kişi olarak hesaplanırken, nüfus yoğunluğunun en az olduğu il 12 kişi ile Tunceli. Bu ili 20 kişi ile Erzincan ve Ardahan, 22 kişi ile Bayburt, 23 kişi ile Sivas, 24 kişi ile de Artvin izliyor. Gümüşhane, Karaman, Kars ve Çankırı da ‘En ıssız’ illerimizden. KADIN ORANI DA AZ Bunun yanında en az nüfus yoğunluğuna sahip olan iller göz önüne alındığında bu illerin nüfusu içindeki kadın sayısının oranının azlığı dikkat çekiyor. Nüfus yoğunluğunun en az olduğu 10 ilimizin tümünde kadın nüfusunun oranı erkeklerin altında. Türkiye nüfusunun yüzde 50,17’sini erkekler, yüzde 49,83’ünü ise kadınlar oluşturuyor. Buna karşın en az nüfus yoğunluğuna sahip olan Tunceli’de kadın oranı yüzde 44,31 olarak dikkati çekiyor. Kadınların oranı en az yoğunluğa

sahip illerden Erzincan’dan yüzde 49,01, Ardahan’da yüzde 47,84, Bayburt’ta da yüzde 49,71 seviyesinde kalıyor. Öte yandan, Türkiye’de en azla nüfus yoğunluğuna sahip iller içinde ise kadın sayısının ağrlığının Türkiye ortalamasının üzerinde olduğu dikkat çekiyor. Nitekim nüfus yoğunluğu en fazla olan ilk 10 il için de sadece 3 tanesinde kadın nüfus oranı Türkiye ortalamasının altında kalıyor. Geriye kalan 7 ilde ise kadın nüfus oranı Türkiye ortalamasının üzerinde. KADIN AĞIRLIKLI ŞEHİRLER Bunun yanında Türkiye’de kadın nüfusunun toplam içinde ağırlıklı olduğu iller de var. Toplam nüfusa göre en yoğun kadın nüfusu yüzde 50,74’lük oran ile Kütahya’da yaşıyor. Nüfusun, Nevşehir’de yüzde 50,58’si, Trabzon’da 50.57’si, Çorum’da 50,48’i, Samsun’da da yüzde 50,43’ü kadınlardan oluşuyor. Kadın nüfus ağırlığı Ankara ve Zonguldak’ta yüzde 50,42, Konya ve Bolu’da da yüzde 50,38 olarak hesaplanıyor. NÜFUS YOĞUNLUĞUNDA İSTANBUL’DA ANKARA’NIN 12 KATI Bunun yanında en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip ilimiz tahmin edilebileceği gibi İstanbul. Kilometrekareye 2 bin 900 kişinin düştüğü bu ilimizle ikinci nüfus büyüklüğüne sahip olan Ankara arasında 12 kata yakın fark var. Ankara’nın nüfus yoğunluğu

sadece 224 kişi. İstanbul’un en yakın takipçisi olan Kocaeli ile bile 4,5 katlık bir farkı var. Bu ildeki yoğunluk da kilometrekareye 528 kişi olarak hesaplanıyor. Yoğunluk sayıları İzmir’de 360 kişi, Yalova’da 310 kişi, Gaziantep’te de 297 kişi olarak göze çarpıyor. Türkiye’de 2018 yılı itibariyle en az ve en çok nüfus yoğunluğuna sahip illerden bazıları ile kadın nüfus oranları da şöyle: NÜFUS KADIN İL YOĞUNLUĞU ORANI (Yüzde) —————- —————— 1-TUNCELİ 12 44.31 2-ERZİNCAN 20 49,01 3-ARDAHAN 20 47,84 4-BAYBURT 22 49,71 5-SİVAS 23 49,96 6-ARTVİN 24 49,59 7-GÜMÜŞHANE 25 49,33 8-KARAMAN 28 49,99 9-KARS 29 48,24 10-ÇANKARI 29 49,38 ………………….. 1-İSTANBUL 2.900 49,94 2-KOCAELİ 528 49,47 3-İZMİR 360 50,18 4-YALOVA 310 49,89 5-GAZİANTEP 297 49,53 6-BURSA 287 49,97 7-HATAY 276 49,72 8-ANKARA 224 50,42 9-SAKARYA 209 49,97 10-ZONGULDAK 182 50,42

15


2020 / Sayı 5

16

Sağlık Bakanlığı, çocukluk obezitesine savaş açtı

Haber Yazısı

Dilan Çiçek / Ankara

23 Mart 2020


2020 / Sayı 5

A

şırı ve yanlış beslenme ve fiziksel aktivite yetersizliği obeziteyi tetikliyor. Fazla kilo ve obeziteden her yıl milyonlar ölüyor. Önlenmesi ve tedavisi son derece güç ve karmaşık olan obeziteye karşı savaş açan Sağlık Bakanlığı; sağlıklı besinlerin tüketimi teşvik edilecek, okullarda meyve ve sebze programı başlatılacak, okul kantinlerinde satılan gıdalar mevzuata uygun hale getirilecek Sağlık Bakanlığı’nın “Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı” kapsamında hazırladığı “Çocukluk Çağı Obezitesinin Önlenmesi ile İlgili Eylem Planı”nda ilginç veriler yer aldı. Plana göre; tüm dünyadaki ölümlerin yüzde 8,4’ü hareketsizlikten, yüzde 5’i obeziteden dolayı gerçekleşiyor. Fazla kilo ve obezite yüzünden her yıl en az 3,4 milyon kişi hayatını kaybediyor. Kalp hastalığı, felç ve diyabet riski; beden kütle indeksinin artmasına bağlı olarak giderek artış gösteriyor. Obezite, ülke ekonomilerini doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor. Obezite ile ilgili sağlık harcamaları gelişmiş ülkelerde tüm sağlık harcamalarının yüzde 2-7’sini oluşturuyor. AŞIRI VE YANLIŞ BESLENME OBEZİTEYE NEDEN OLUYOR Obeziteye neden olduğu bilinen çok sayıda faktör içinde, aşırı ve yanlış beslenme ve fiziksel aktivite

yetersizliği en önemli nedenler olarak kabul ediliyor. Bu faktörlerin yanı sıra genetik, çevresel, nörolojik, fizyolojik, biyokimyasal, sosyokültürel ve psikolojik pek çok faktör birbiri ile ilişkili olarak obezite oluşumuna neden oluyor. Tüm dünyada özellikle çocukluk çağı obezitesindeki artışın sadece genetik yapıdaki değişikliklerle açıklanamayacak derecede fazla olması nedeniyle, obezitenin oluşumunda çevresel faktörlerin rolünün ön planda olduğu kabul ediliyor. 10-14 YAŞ ARALIĞININ YÜZDE 20,1’İ FAZLA KİLOLU Türkiye’de, 10-14 yaşlarındaki 3 milyon 750 bin 999 ortaokul öğrencisinin yüzde 20,1’i fazla kilolu. Beş yaş altı çocuklarda şişmanlık oranı yüzde 10,9. Türkiye’deki bireylerin yüzde 71,9’u düzenli fiziksel aktivite yapmıyor. Dört yetişkinden biri ve ergen nüfusun yüzde 80’inden fazlası fiziksel olarak aktif değil. HASTALIĞIN ÖNLENMESİ VE TEDAVİSİ GÜÇ VE KARMAŞIK Obeziteden korunma büyük önem taşıyor ve bunun için, çocukluktan başlanması gerekiyor. Çocukluk ve adolesan döneminde oluşan obezite, yetişkinlik dönemi obezitesi için zemin hazırlıyor. Bu nedenle aile, okul ve yaşanılan çevre yeterli ve dengeli beslenme ve fiziksel aktivite konularında bilgilendiril-

mesi gerekiyor. Obezitenin etiyolojisinde pek çok faktörün etkili olması, bu hastalığın önlenmesi ve tedavisini son derece güç ve karmaşık hale getiriyor. Tedavisi için; gerçekçi bir vücut ağırlığı kaybı hedeflenerek, obeziteye ilişkin morbidite ve mortalite risklerini azaltmak, bireye yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak ve yaşam kalitesini yükseltmek gerekiyor. Vücut ağırlığının 6 aylık dönemde yüzde 10 azalması, obezitenin yol açtığı sağlık sorunlarının önlenmesinde önemli yarar sağlıyor. Obezite tedavisinde; tıbbi beslenme, egzersiz tedavisi, davranış değişikliği tedavisi, ilaç tedavisi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılıyor. YENİ UYGULAMALAR GELECEK Plana göre; Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere işbirlikleri yapacak. Evlilik danışmanlığı kapsamında annebaba adayları bilgilendirilecek. Emzirmenin önemi konusunda aileler eğitilecek. Ailelerin alım gücü dikkate alınarak sağlıklı besinlerin tüketimi teşvik edilecek. Okullarda okul yemeği programı gündemde. Sağlıklı gıda tüketiminin artırılması için okul meyve ve sebze programının başlatılacağı okul kantinlerinde satılan gıdalar mevzuata uygun hale getirilecek. Belediyelerin tarifeleri, yayalaştırma uygulamaları ve park yasalarında düzenleme yapılacak.

17


2020 / Sayı 5

18

Türkiye’nin ekonomik problemlerinin sonucu: Genç işsizlik

Haber Yazısı

Eda Narin / İstanbul

24 Mart 2020


2020 / Sayı 5

T

ürkiye genç işsizlik giderek artıyor. Genç İşsizler Platformu’ndan Dr. Kubilay, genç işsizliğin ekonomik problemlerin sonucu olduğunu belirterek, “işsizlik bireysel değil, toplumsal bir sorundur” diyor Türkiye’nin yıllardır en büyük sorunlarından biri, tartışmasız işsizlik. Her geçen gün işsizlik oranları artarken buna bağlı olarak intihar vakaları da yaşanıyor. İşsizlik verilerinde genç işsizliği incelediğimizde, 15-34 yaş arası genç işsiz sayısının 2 milyon 609 bine ulaştığını görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine baktığımızda, “çalışmak istemeyenler” olarak kategorileştirilen genç üniversite mezunu sayısı, bu yıl rekor seviyeye ulaşarak 1 milyon 39 bini buldu. Bu sayı, bir önceki veriye bakıldığında 200 binlik bir artışa tekabül etmekte. Genç işsizliğinde en yüksek oran, ilköğretim ve altı düzeydeki gençler arasında iken; en yüksek işsizlik oranı ise lise mezunları arasında görülmekte. Ocak 2020’de Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından açıklanan iş arama sürelerine göre, bir yıldan uzun süredir iş arayan gençlerin sayısı 444 bin. Bu sayının sadece son bir yıldaki artışı ise verilere 282 bin olarak yansıyor. Verilere bakıldığında gün geçtikçe artan genç işsizliğin

Türkiye için çok önemli bir sorun olduğunu söylemek mümkün. Veriler ışığında bu alanda çalışmalar yapan Genç İşsizler Platformu’ndan Dr. Murat Kubilay ile konuştuk. DÜŞÜK ÜCRET DAYATMASI… Genç İşsizler Platformu’ndan Dr. Kubilay, Türkiye’nin yakın dönemde ekonomik dinamizmini kaybetmeye başladığını, bu dönemde genç istihdam sorununun da iyice belirginleştiğine dikkat çekti. Kubilay, göreli genç bir nüfusa sahip olan ülkemizde, çok yönlü istihdam sorununun ortaya çıkma sebeplerini, “eğitim kalitesinin düşmesi, insan kaynakları planlamasının yapılmaması ve ekonomi yönetimine ilişkin hata ve noksanlıklar” şeklinde sıraladı. İşsiz sayısının artmasının yanı sıra işsizliğin süresinin uzadığı, reel ücretlerde kayıpların başladığı, asgari ücret ve sigorta priminin ihlal edildiğini belirten Kubilay, işverenlerin çalışanlardan beklentilerinin de arttığına dikkat çekti. Kubilay, “Üstelik işverenlerin çalışanlardan beklentileri gittikçe artmış, bu nitelikler için gerekli olan tecrübe ve teknik donanım, gençlerin eğitimlere ek ücret harcamasına ve sadece tecrübe kazanabilmek adına düşük ücret dayatmasına maruz kalmalarına neden olmaktadır” dedi.

“PLATFORM, SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ OLARAK ORTAYA ÇIKTI” Genç İşsizler Platformu’nun nasıl ortaya çıktığı, platformun amaç ve çalışmalarını Kubilay, şöyle anlattı: “Platform, genç işsizlik probleminin belirmesi ve ardından patlaması üzerine bir sosyal sorumluluk projesi şeklinde ortaya çıktı. Çok sayıda yapay gündemle meşgul olan Türkiye’de, ülkenin asıl bekâ sorunu olarak niteleyebileceğimiz ‘gençlerin geleceksizliği’, maalesef konunun birinci muhatabı politika yapıcılar tarafından göz ardı edilmektedir. Kimi zaman politikacılarca bu konu dile getirilse de yönetenlerle bu sorunu yaşayanlar arasındaki gelir uçurumu samimiyetsizliği ortaya koyuyor. Sorunun bir diğer boyutu ise, kitlesel bir sorun olan genç işsizliğin, bu sorunu yaşayanlarca bireyselleştirilmesi ve kusuru sürekli kendilerinde aramaları. Özellikle üniversiteli işsizlerde, rekabetçi iş gücü piyasasından ötürü kişi sürekli yaşadığı şehri, okuduğu bölümü ve mezun olduğu üniversiteyi yetersiz bulmakta. Hâlbuki birbirinden bağımsız bir şekilde hikâyeleri gelişen yüz binlerce kişi eş zamanlı bu sorunu yaşıyorsa; sorunun kaynağı ortaktır; yani işsizlik bireysel değil, toplumsal bir sorundur. İşte hem bu konunun ülke gündeminin

19


2020 / Sayı 5

en ön sırasına konması hem de gençlerin sorunun toplumsallığını anlayıp dayanışması için Genç İşsizler Platformu kuruldu.”

20

“GENÇ İŞSİZLİK, EKONOMİK PROBLEMLERİN SONUCU” Genç işsizliğin, ülkenin genel ekonomik problemlerinin bir sonucu olduğunun altını çizen Kubilay, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Bu konu, özel politikalardan öte sürdürülebilir istihdamı hedefleyen iktisadi politikalar uygulanırsa çözülebilir. Türkiye’de uygulanan ekonomik model, kriz öncesinde 2012-2018 döneminde yüzde 5’in üzerinde büyüme yaratmış; fakat aynı dönemde işsizlik yüzde 3 artmıştır. Bu modelin işçilerden ve çalışmak isteyip de iş bulamayan işsizlerden yana bir model olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Krizin 2018 yılında patlak vermesiyle birlikte genç işsizliğin zirve yaparak 15-34 yaş grubunda 2,6 milyona ulaştığını gördük. Ek olarak işsizlik ve iş olsa dahi düşük ücretler Türkiye’ye özgü sorunlar değildir. Yurt dışında hatta gelişmiş ülkelerde de benzer sorunlar farklı düzeylerde bulunmaktadır. Bu da sorunun yalnızca ekonomik model ve onun uygulaması kaynaklı değil; ayrıca içinde bulunulan iktisadi sistem kaynaklı olduğunu göstermektedir. İş gücüne ihtiyacı azaltan otomasyon, robot teknolojisi ve yapay zekâ gibi ilerlemeler; gerçekleşen büyümenin küresel çapta istihdama dönüşememesine yol açmaktadır.” “İŞ İMKÂNLARI YARATILMAZSA İŞSİZ SAYISINDA PATLAMA YAŞANIR” İşsizliğin çözümünde dünya genelinde sosyal adaleti ön plana alan yeni bir sistem gerekli olduğunu dile getiren Kubilay, bu konuda şu değerlendirmede bulundu: “Teknolojik gelişim kaynaklı oluşan kârın, iş yaratan alan ve çalışanlara daha fazla dönmesi sağlanmalıdır. Böylece refah seviyesi korunurken, çalışma süreleri düşecek ve daha fazla sayıda kişiye iş imkânı sağlanacaktır. Ardından bu sistemin yurt içinde uygulamasında, istihdam yaratma

kapasitesi yüksek sektörlere teşvikler yaratılmalıdır. Son olarak yeni ve etkin bir eğitim planlamasına geçilerek; gelecekte talebi yüksek meslekleri seçen ve nitelikleri artırılmış bir genç nesil için uygun ortam sağlanmalıdır. Aksi takdirde son verilere göre, 860 bin dolayındaki 15-34 yaş arası üniversiteli işsizlerin sayısı maalesef önümüzdeki yıllarda hızlı bir artış göstererek katlanacaktır. Şu anda 7,7 milyon önlisans, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencisi olduğunu ve iş imkânları yaratılamaması halinde işsiz sayısında patlama yaşanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.” “İŞSİZLİK ORANININ DÜŞÜK OLDUĞU ÜLKELERDE BİLE SORUN YAŞANMAKTA” Kubilay, genç işsizliğin çağın en büyük sorunlarından biri olduğunu vurgulayıp Fransa ve İtalya gibi gelişmiş ülkelerde dahi genç işsizliğin oldukça yüksek olduğu ve iş arama süresinin de uzun olduğu bilgisini paylaştı. Genç işsizliği görece düşük olan Britanya ve ABD gibi ülkelerde ücretlerin düşük düzeyde olduğuna değinen Kubilay, “İş bulmak için gerekli olan üniversite eğitimi oldukça pahalıdır. Yalnızca ABD’de 1,6 trilyon dolar düzeyinde öğrenim kredisi stoku bulunmaktadır. Kısacası işsizlik oranının düşük olduğu ülkelerde bile sorun yaşanmaktadır” diye konuştu. “BİR NEVİ MODERN KÖLELİK” Türkiye’nin gelir grubuna yakın olan Güney Afrika, Brezilya, Hırvatistan ve Arjantin gibi ülkelerde de yüksek genç işsizliğin olduğuna işaret eden Kubilay, sözlerine şöyle devam etti: “Geleceksizlik endişesi nedeniyle, imkânları daha geniş olan yabancı ülkelere taşınma talebi yüksek düzeydedir. Böyle bir imkânı olmayan kişilerde ise sürekli niteliklerini artırma çabası bulunmaktadır; çünkü çok sayıda işsiz, işverenlerin çalışanlardan beklediği niteliklerin düzeyini de artırmaktadır. Buna karşılık işe giriş ücretlerinde genel düşüklük bu ülkelerin tamamı için geçerlidir. Sürekli gelişim çerçevesinde eğitim masraflarının da çok arttığını belirtmeliyiz. Eğitim ücretinin çok yüksek

olduğu Anglosakson ülkelere ek olarak; okul ücretlerinin görece düşük olduğu bu ülkelerde yüksek işsizlik ve faiz oranları neticesinde, iş bulmadan önce borçluluk oluşmaktadır. Bu durum bir nevi ‘modern kölelik’ haline dönüşmektedir.” “İŞSİZLİĞİN ARTMASIYLA GENÇLER HEM MADDİ HEM MANEVİ SORUNLAR YAŞAMAKTA” Türkiye’de genç nüfusun yüksek olduğu ve hükümet politikaları sonucu yükseköğretimin yaygınlaştığını kaydeden Kubilay, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Her ne kadar bu eğitim düzeyi ücretsiz olsa da kaliteli eğitim için çok sayıda öğrenci özel üniversiteleri tercih etmekte veya okul dışı etkinliklere para ve zaman sarf etmektedir. İşsizliğin artması ve süresinin uzaması neticesinde kredi borçları oluşmakta; gençler hayatlarının bu dönemlerinde hem maddi hem de manevi sorunlar yaşamaktadır. Yunanistan ve İspanya gibi genç işsizliği yüksek ülkelerdeki gibi AB düzeyinde serbest dolaşım hakkına sahip değildirler. Yine ABD ve Britanya gibi okul ücretleri yüksek olmasa da faiz oranlarının yüksek olması öğrenim kredisi borcunun Türkiye’de de artmasına neden olmaktadır.”

Son verilere göre, 860 bin dolayındaki 15-34 yaş arası üniversiteli işsizlerin sayısı maalesef önümüzdeki yıllarda hızlı bir artış göstererek katlanacaktır.


2020 / Sayı 5

Basın kartı muamması: Hedefte muhalif gazeteciler mi var?

2

018’de “Başkanlık” sistemine geçilince, Basın Kartı Komisyonu’nun bağlı olduğu Başbakanlık BasınYayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü lağvedildi. Müdürlüğün yerini alan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, basın kartlarının yenilenmesini zorunlu kıldı. Ancak iktidarla aynı çizgide olmayan pek çok basın kartı sahibi gazeteci, yenilenme başvurularının üzerinden bir yılı aşkın süre geçtiği halde yeni kartlarını hâlâ alamadı… Türkiye’de basın kartları, pek çok Avrupa ülkesinde olduğunun aksine basın meslek odaları tarafından değil devlet tarafından

veriliyor. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne 2018 yılında geçilmesiyle birlikte, önceden Basın Kartı Komisyonu’nun bağlı olduğu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) lağvedildi. Bu kurumun yerini Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı aldı. Ardından Başkanlık, eski basın kartlarının yenilenmesi zorunluluğunu getirdi. Sarı Basın Kartı yerine Turkuaz Basın Kartı verilmeye başladı. Ancak bugün basın kartı sahibi ama iktidarla aynı çizgide olmayan pek çok gazeteci, yenilenme başvurularının

25 Mart 2020

üzerinden bir yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen yeni kartlarını alabilmiş değil. Bu durum kaçınılmaz olarak, muhalif gazetecilerin basın kartı almasının iktidar tarafından zorlaştırıldığı yönündeki tartışmaları beraberinde getiriyor. Geçtiğimiz ay, aralarında BirGün ve Evrensel çalışanlarının da olduğu gazetecilerin basın kartlarının toplu olarak iptal edilmesi bu tartışmaları kısa bir süreliğine de olsa yeniden gündeme getirdi. Milletvekillerinin, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) gibi meslek kuruluşlarının art arda yayınladığı açıklamalar ve sosyal

Haber Yazısı

Defne Sarıöz / İstanbul

21


2020 / Sayı 5

22

medyadan yükselen itirazlar ne derece etkili oldu bilinmez ama geri bir adım atıldı. 23 Ocak’ta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın sitesinde “iptal” edildiği öğrenilen bazı kartlar, 3 gün sonra sistemde yeniden “kullanımda” olarak değiştirildi. Değişiklik de bir pazar günü yapıldı. Bu, her ne kadar olumlu bir gelişme olarak yorumlansa da, 24 Saat Gazetesi’ne konuşan Evrensel ve BirGün çalışanları, bunun yeterli olmadığı görüşünde. Pek çok “muhalif gazeteci” ile birlikte onların bazıları da, 2019 yılında yenilenerek sarı basın kartlarının yerini alan turkuaz kartları hâlâ alamamaktan şikâyetçi. Kartlarını ne zaman teslim alacaklarını sormak için Basın Kartı Komisyonu ile iletişime geçmek istediklerinde, çoğunlukla muhatap bulamıyorlar, bulduklarında ise kendilerine yalnızca başvurularının “incelenmekte olduğu” bilgisi veriliyor. Muhatap bulamamak, aslında Basın Kartı Yönetmeliği’nde 2015’te yapılan değişiklikten bu yana basın kartı olan veya basın kartı başvurusu yapan gazetecilerin genel problemi. Söz konusu değişiklikle birlikte, Basın Kartı Komisyonu’nda yer alan Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi meslek örgütlerinin temsilci sayıları düşürülmüştü. 2018’de Başkanlık Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte ise temsilciler tamamen komisyonun dışında bırakıldı. Komisyon, önceden Başbakanlığa bağlı olan pek çok kurum gibi, Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Görüştüğümüz gazetecilerin çoğu, bu değişiklikten sonra, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na ulaşmamaktan yakındı. Her ne kadar bazılarına göre basın kartı bugün mobil gazeteciliğin ve sosyal medyanın yükselişiyle ağırlığını yitirmiş olsa da, akreditasyon gerektiren toplantıların ve belli davaların izlenmesinde elzem olabiliyor. Peki birçoğuna sigortalı olmayan gazetecilerin üye dahi olamadığı sendikalar ve meslek örgütleri basın kartları ile ilgili ne derece etkin muhalefet yürütebiliyor?

“AĞIR BİR KEYFİYET VAR” Evrensel Gazetesi editörlerinden Erdi Tütmez, bu iletişimsizliği kendi deneyimi üzerinden şu sözlerle anlattı: “2016’da Basın Kartı için başvurumu yapmıştım. O, tarihten bu yana sistemde ‘Kart beklemede’ ifadesi yer alıyor. Hiçbir şekilde hangi aşamada olduğunun cevabını yetkili kurumlardan alamıyoruz. Benim durumumda onlarca arkadaşımız bulunuyor gazetede. 2015’ten bu yana bekleyen arkadaşlarımız var. Hiçbir şekilde bu mecralardan cevap alamıyorlar, yani sağlıklı bir bilgi akışı yok, ancak ağır bir keyfiyet var.” Tütmez, Komisyon’un Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmasından önce, sürecin en azından ilgili mercilerle iletişim kurulabiliyor olması açısından nispeten daha açık ilerlediğini aktararak “Adı iletişim, ama hiçbir şekilde ‘iletişim’ kurulamayan bir başkanlık bu. Mail atıyorsunuz, arıyorsunuz, bilgi almaya çalışıyorsunuz ama hiçbir şekilde bir bilgi alışverişi olmuyor” dedi. Evrensel Haber Müdürü Ercüment Akdeniz, basın kartını Basın Kartı Komisyonu’nun Başbakanlığa bağlı olduğu dönemde alanlardan. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte “Sarı Basın Kartları”nın üzerinde Başbakanlık ibaresini hatırlatarak, kartların yenilenmesini zaten beklediklerini belirtti. Başvuru sürecinin uzadıkça, bekleyenlerde, kendilerine yeni kartların verilmeyeceği yönünde bir kanı oluşmaya başladığına işaret eden Akdeniz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Türkiye’nin siyasal iklimine bakınca acaba bize verecekler mi, kime verirler kime vermezler, bunları düşünmeye başladık. Memurlar, KHK’larla ihraç ediliyor, güvenlik soruşturmasından geçen pek çok insan iş başı yapamıyor. O kadar güvenlikçi bir yaklaşım var ki… Gazeteciler de bu güvenlikçi yaklaşımdan etkilenecekti, böyle düşündük. Olağanüstü durumun olağan hale geldiği bir durum yaşadık.” “YENİLEME BAŞVURUSU YAPANLAR AÇISINDAN BELİRSİZLİK SÜRÜYOR” Basın kartının iptali, üç gün sonra yeniden kullanıma açılmasıyla ilgili

olarak, kamuoyu tepkisinin etkili olduğunu düşünse de fazla iyimser

Basın Kartı Komisyonu ile iletişime geçmek istediklerinde, çoğunlukla muhatap bulamıyorlar, bulduklarında ise kendilerine yalnızca başvurularının “incelenmekte olduğu” bilgisi veriliyor.

olmayan Akdeniz, kartların “kullanımda” statüsünün geçici olup olmadığı yolunda çekincesini şöyle ifade etti: “Kamuoyu baskısı çok açık, iyi bir kampanya yürütüldü. Sonuçta bir hakkın ihlali söz konusu, o açıdan başarılı bir kampanyaydı ancak şöyle bir durum var. Neyi başardık? Kazandığımız şey nedir? Sistemde ‘iptal edilmiştir’ ibaresi kalktı, yerine yeniden ‘kullanımdadır’ ibaresi geldi. Ama hâlâ kart yok, muhatap yok, aradığınızda bir yanıt yok. Dolayısıyla kartı verip vermeyecekleri hâlâ belirsiz.” Sorunun temelinde, basın kartlarının basın meslek örgütleri değil de devlet tarafından verilmesinin yattığını düşünen Akdeniz, bunu şöyle açıkladı: “Medya bağımsız olacaksa, tarafsız olacaksa basın kartını neden devlet versin? Ama 12 Eylül’den bu yana bu ülke bir garabet yaşıyor. Biz de söylüyoruz, basın meslek örgütleri versin. Evet, bunu talep ediyoruz. Ama sadece onların vermesi de bir şey değiştirmiyor ki, akreditasyon diye bir bariyer koyunca ister istemez o karta ihtiyaç duyuyorsunuz. Aslında bu akreditasyon mantığının ortadan kalkması ve devletin bu alandan çekilmesi, basın meslek örgütlerine saygı duyması lazım.” Basın kartlarının sağladığı “devlet


2020 / Sayı 5

güvencesi”nin, gazeteciliği yıpratması gibi bir riski de bulunduğuna işaret eden Akdeniz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Baroda, Tabipler Birliği’nde vb. meslek odalarında bir avukat, doktor, mühendis kurum ilkelerine aykırı davrandığı zaman ne yapılıyor? Hakkında soruşturma yapılıp hatta ihraç ediliyor değil mi? Basın meslek örgütleri ilkeleri belirlemezse, mesela biri bu ilkeleri çiğneyecek olsa nasıl olacak? Dokunamıyorsunuz, doğrudan devlete bağlanmış bir durum var. Bu sadece üçbeş gazetecinin işi değil, bizim sorunumuz da değil sadece. Demokratikleşme olacaksa bütün basının bunu tartışması lazım.” Sendikalar Kanunu’nun işçi ve gazetecilerin örgütlenmesi bakımından dikenlerle dolu olduğunu belirten Akdeniz, kadrosuz gazetecilerin üye olamayışının sendikaların inisiyatifinde olmadığının altını çizerek “Bu 10 milyonun üzerinde insanın sigortasız çalışması ve sendikaya üye olamaması demek. Bu durumda haliyle ‘freelancer’ dediğimiz arkadaşlar da hem ‘mobbing’e maruz kalıyor” ifadesini kullandı. Sendikaların da bu süreçte şartları yeterince zorlamadığı görüşünde olan Akdeniz, açıklamasını şöyle bitirdi: “212’den ya da değil, sigortalı ya da sigortasız, her çalışanın sendikal örgütlenme özgürlüğüne kavuşması lazım. Ama bunun için basın meslek örgütlerinin ve sendikaların zorlaması da lazım. Bu konuda bir zayıflık var.

Eleştiren kurumlara tek tek ambargo mu konulacak? Bu, akla SETA raporunu, uluslararası alanda çalışan gazetecilerin o raporda fişlenmesi olayını da getiriyor elbette.”

Sadece yasalar bu kadarına izin veriyor derseniz, Türkiye’de sendikal hak ve özgürlüklerin önünü açan 15-16 Haziranları görmezden gelirsiniz. Yani ne kadar mücadele o kadar sendikal özgürlük… Dolayısıyla o konuda daha zorlayıcı olması gerektiğini düşünüyorum sendikaların da.” “KAZANILMIŞ HAKLAR SORGULANIYOR” Konuştuğumuz bir diğer isim, Evrensel Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat. İptal edilen kartların mesai saati dışında kullanıma açılmasına dikkat çeken Polat, İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “İptal iddiası kesinlikle gerçek dışı” şeklindeki sözlerine karşılık, alınan ekran görüntülerini anımsattı. Altun’un, “Başvuru sahibinin gerçekten mesleki faaliyet icra edip etmediği, herhangi bir terör örgütüyle bağlantılı olup olmadığı, mahkûmiyet kararı ya da meslek onurunu zedeleyici tutumları gibi çeşitli kriterler göz önünde bulundurulmaktadır” şeklindeki açıklamasıyla ilgili olarak Polat, kartlarının yenilenmesi için başvuran 894 kişinin, zaten basın kartı sahibi olduğunu vurgulayarak şunları söyledi: “Burada basın kartı almış kişilerden, kazanılmış basın kartlarından söz ediyoruz. ‘Ne gibi bir araştırma olabilir?’ Aklıma şu geliyor: Basın kartları Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlandıktan sonra artık bu konudaki temel kriter, acaba gazetecinin iktidarı eleştiren haberler yapması ya da yapmaması mı? Eleştiren kurumlara tek tek ambargo mu konulacak? Bu, akla SETA raporunu, uluslararası alanda çalışan gazetecilerin o raporda fişlenmesi olayını da getiriyor elbette.” Polat’a göre de yeni basın kartları eline geçmeyen gazetecilerin durumu muallakta. “Peki, niyet gerçekten de muhalif gazetecilerin basın kartlarını yenilememekse, neden geri adım atıldı?” diyen Polat, bunun nedenin, basın kartlarının topluca iptal edilmiş olmasının kamuoyunda yarattığı infial olabileceğinin altını çizerek “Basın İlan Kurumu’nun Evrensel ve BirGün’e ilan cezasını

hatırlayalım. Şimdi Birgün’ünki kalktı Evrensel’inki devam ediyor. Bu tepkiyi bölmeye yönelik bir tutum olarak okunabilir, basın kartlarında da benzer bir durum olabilir” diye konuştu. “İNCELEMEYİ KİM YAPIYOR BİLMİYORUZ” Görüştüğümüz bir diğer isim BirGün Gazetesi’nden Berkant Gültekin. Kendisi 2019’un ocak ayında basın kartının yenilenmesi için başvuruda bulunmuş, ancak geçen bir yıla rağmen olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamamış. Telefonla kuruma ulaşabildiğinde kendisine “incelemenin sürdüğü” denildiğini belirtip şunları söyledi: “Bir numara var arıyorsunuz, telefona çıkan kişi memur. O da bilmiyor, ekranda gördüğü şeyi okuyor, detaylı bilgiye o da sahip değil. Kendi de söylüyor bilmediğini, bu incelemeyi kim yapıyor yani bilmiyoruz. Gerçek sorumlularla da görüşemiyoruz, arada bir duvar var. Bu insanlar bizim için tam bir gölge. İnceleme kararını alan, yapan, devam ettiren kim, bilgimiz yok…” Gültekin bu bürokratik “oyalamanın” fiili hak gaspı olduğuna değinerek, “Bir kere makul süre içinde sonuçlanmıyor, cevap vermiyorlar. İnceleme mesela ne kadar sürecek belli değil. Neyi inceliyorlar, mesela yargı kararı yok. O zaman basın kartımın verilmemesi fiili olarak hak gaspı oluyor.” “NE KADAR MÜCADELE, O KADAR SENDİKAL ÖZGÜRLÜK…” Bu durum, gerçekten de sadece “muhalif” gazetecileri mi etkiliyor? Gültekin, ana akım medyada bu sorunla karşılaşan çok az kişi duyduğuna işaret ederek açıklamalarını şöyle tamamladı: “Genelde tırnak içinde iktidara muhalif olan, aslında gerçek gazetecilik yapan ya da yapmaya çalışan kurumlar, ya da daha net ifadeyle, durduğu siyasi pozisyon ve anlayış ne olursa olsun, iktidarla çok uyumlu hareket etmeyen kurumlardaki gazetecilere bu kartın verilmesinde ayak diretiliyor. Bizde özellikle yönetici pozisyonunda olan arkadaşlarımız hâlâ kartlarını alamadı.”

23


2020 / Sayı 5

24

Yüzyıllara meydan okuyan kültür: Bursa’da tarihin tanığı hamamlar Dilek Atlı / Bursa

Y

üzyıllar boyu şifalı suları ve hamamları ile yerli ve yabancı gezginleri, bilgeleri, halkları kucaklayan Bursa, hamam kültürünün beşiği olarak 21. yüzyılda da popülerliğini sürdürüyor. Bir bakıma, “eski tas eski hamam” tabiri geçerliliğini koruyor Hayatın en temel ve önemli unsuru olan su, asırlar boyunca tarih sahnesinde hep büyük rol oynadı. Su, insanlığın varoluş sürecinde yaşam, temizlik, sağlık ve ibadet gibi ihtiyaçları karşılamak üzere doğanın bize bahşettiği bu hayat pınarı. Evliya Çelebi’nin ünlü “Seyahatname”sinde, “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” tespitinden de anlaşılacağı üzere Bursa, şifalı su kaynakları bakımından

belki de dünyanın en şanslı merkezlerinden biri. Bursa’nın şifalı suları, geçmişten günümüze kentin tarihi, yerleşimi, turizmi, ticareti ve sağlığını etkiliyor. Osmanlı’dan günümüze toplumun sosyal yaşamında önemli bir yeri olan hamamlar, eğlence, sosyalleşme, kişisel temizlik gibi nedenlerle kadın ve erkeklerin toplantı yerleridir. Hamam, kimi zaman kadınların yemeklerini de yanlarına alarak sabahtan akşama vakitlerini geçirdikleri, sazlı sözlü eğlendikleri, sosyalleştikleri ve dostlarıyla vakit geçirdikleri mekânlardır. Özel günler düzenlenerek kızların beğenildiği, gelinlerin hazırlandığı “gelin hamamları”, yeni doğmuş bebeklerin yıkanıp ebesinin okuduğu dualar eşliğinde kırkı çıkarıldığı “lohusa veya

26 Mart 2020

kırk hamamı” gibi törenler, hamamlarda yaşanan eşsiz sahnesidir. Erkeklere “tellak”, kadınlara “natır” denildiği, “kurna başı” ve “göbek taşı” gibi terimlerin kullanıldığı hamam kültürü, yüzyıllara imzasını atmış, Türkiye’ye özgü ve dünyaca ünlü bir kültürdür. ULUDAĞ’IN BEREKETLİ SULARI Uludağ eteklerinde kurulan Bursa’nın, hem soğuk hem de mineralli sıcak su kaynakları bakımından zengin oluşu, çeşitli dönemlerde hamam yapılmasına olanak sağladı. Bursa’da bugün mevcut olan 41 hamam ve kaynaklardan alınan bilgilere göre, varlıkları tespit edilen 14 hamam ile birlikte toplam 55 hamam yapıldığı belirlendi. Bursa kaplıcaları ise, özellikle Çekirge


2020 / Sayı 5

Bölgesi’nde doğal mineralli sıcak su kaynakları ile de büyüklü küçüklü çok sayıda bulunuyor. Yerli ve yabancı turistlerin yıllardır güzellikleri ve sağlıkları için uğrak yeri haline gelen bu kaplıcalar, dünyada sayılı su kaynaklarından. Bursa’da 1835 tarihli hamam ritüellerinin kaleme alındığı bir mektupta bu kadim kültür şu sözlerle özetleniyor: “Hamam gelindiği zaman sedir örtüleri, yastık ve yer yaygısından oluşan hamam rahtı çıkarılarak oda hazırlanır. Hanım, çocuklar ve ailenin diğer kadın fertleri, diğer bohçalardaki hamam takımlarını çıkarılır. İpekli peştamallarını kuşanan kadınlar, nalınlarını giyerek yıkanmak üzere hamamın sıcaklık kısmına, kurnaların başına giderler. Yıkandıktan sonra kurulanırlar ve havlularının üzerine futalarını sararak soyunma kısmına gelirler.” ANTİK ÇAĞ VE BANYOLARI M.Ö.6. yüzyılın vazo resimlerinde banyoları gösteren betimlemeler, bu yüzyıldaki banyo kültüründen ipuçları veriyor. Antik çağlarda banyo kültürünün izleri, yazılı kaynaklar, betim sanatı ve arkeolojik kalıntılardan tespit ediliyor. Yazılı kaynak denince akla gelen Homeros’un İlyada ve Odysseia eserleri ile Hesiodos’un “İşler ve Günler” eserleri, bu çağdaki yıkanma kültürü ile ilgili verilere sahiptir. Betimlemelere gelince, dönem resimlerindeki

açık bir alanda yıkanma ve havuz benzeri bir su birikintisinde yüzen genç kız figürlerinin yanı sıra vazoların üzerinde kapalı alanda yıkanma, aslan, domuz başlıklı musluklar bize dönemle ilgili bilgiler veriyor. Ayrıca arkeolojik kazılar da evlerdeki banyo odaları, çeşitli küvet formları da yer alıyor. Hamamlar, Roma İmparatorluğu’nda da kent yaşamının önemli bir parçasıydı. “Thermae” olarak bilinen kamu hamamları, İsa’dan sonra 1. ve 2.yüzyılda gelişim göstererek önem kazandı, insanların birbirleriyle iletişim kurdukları, hoş vakit geçirdikleri yerler haline geldi. “Hypokaustum” adı verilen sıcak hava ve sıcak suyun borulardaki akış sistemiyle ısıtılan hamamlar, görkemli dekorasyonunun yanı sıra kompleks halinde inşa edildiği için bünyelerinde kütüphane, yürüyüş yolları, toplantı salonları, genelev, alış-veriş odaları ve spor tesislerini barındırıyorlardı. Ayrıca dört odaya ayrılan hamamlar, soyunma, soğuk yıkanma, ılıklık ve sıcak yıkanmadan oluşuyordu. BİZANS HAMAMLARINDAN SELÇUKLU’YA Bizans döneminde kentlerde hamam yapımının azalması, kullanımların da neredeyse yasaklanması nedeniyle dönemin hamam kültürü ile ilgili sınırlı bilgiye sahip olunmasına yol açıyor. Hıristiyanlığın

Anadolu’da yayılmasıyla hamamlardaki eğlence kültürü yeni dinin kurallarıyla çakışarak kullanılmamaya başlanmasıyla bu yapılar, zamanla harabeye döndü. İstanbul’daki manastırların içindeki küçük hamamlar hariç bu döneme ait hamamlardan günümüze kalan pek örnek yoktur. Anadolu Selçukluları tarafından yaptırılan hamamlar, Konya, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya, Niksar, Erzurum, Divriği gibi merkezlerde kendini gösterdi. Bu hamamlar, önceki dönemlerden izler taşısa da planlama ve yapı olarak kendine has inşa edildi. İslam dinindeki temizlik şartı, bu dönemde banyo kültürü üzerinde büyük etki gösterdi, hamam kültürü özellikle bu dönemden başlayarak gelişmesini sağladı. Selçuklu hamamları, suyun kaynağına göre; doğal sıcak suyun kullanıldığı ılıca, kaplıcalar ile suyun kendi içinde ısıtıldığı hamamlar olmak üzere ikiye ayrıldı. Çarşıdaki tekli hamamların yanına bir hamam daha inşa ederek kadın, erkek hamamlarının ayrıldığı bu dönemde hamamlar, plan olarak da “Soyunmalık, Aralık, Ilıklık, Sıcaklık, Su Deposu ve Külhan”dan oluşuyordu. MİMARİSİYLE OSMANLI HAMAMLARI Saray, konak ve büyük evler dışında orta halli ve küçük evlerde, yıkanma dolabı hariç, hamam

25


2020 / Sayı 5

26

bulunmazdı. İnsanlar, yıkanma ihtiyacını, “halk hamamı” ya da “çarşı hamamı” dediğimiz yerlerde karşılardı. Osmanlı’da inşasına öncelik verilen hamamlar, İslamiyet’ten gelen temizlik kuralı ve “boy abdesti” kültürü nedeniyle büyük önem taşırdı. Osmanlı’da sultan, devlet adamları ve varlıklı hayırseverlerin, halkın karşılık ödemeden yıkanabilmesi amacıyla yaptırdıkları hamamlar şu bölümlerden oluşuyordu; soyunmalık (camegahta), soyunmalıkla sıcak bölümü bağlayan ılıklık, sıcaklık, halvetler (terleme hücreleri), su deposu veya ocaklar ve külhan. Osmanlı hamamlarından çoğu günümüzde kullanılan hamamlardır. Ev, cami, medrese, tekke gibi yapılarda rastlanan dört eyvanlı, köşe halvetli, haçvari plan şekilleri, Osmanlı hamamlarının başlıca özelliği olarak sayılabilir. Soyunmalıklar, kare planlı olup büyüklüğü ise hamamın geri kalan büyüklüğüne yakın oluyor. Kaplıca şekilleri, büyük ve küçük boyutlu olarak değişiklik gösteriyor. Kare planlı bir havuzlu kısım ve yine kare veya dikdörtgen planlı bir soyunma mekânından oluşuyorlardı. Bursa hamamlarının üst örtülerinde ise, geleneksel kubbe ve tonoz kullanılmış. Dikkat çekici süslemeler de kubbe geçişlerindeki alçı bezemeler ve duvarlarda görülen çini kaplamalardır.

HAMAM BOHÇALARINDA NELER VAR? Hamam yaygısı denilen bohçalarda şunlar yer alıyor: Sedir üstüne serilmek üzere havludan kareli motifli bir örtü, kenarları desenli peştamal, nalın (takunya), işli ayak, sırt ve baş için üç ayrı havlu, hamam tası. Ayrıca, ekonomik seviyeye göre, gümüş kaplamalı veya sade olarak kullanılan topuk taşı, sabunluk, kese, sedef, bakır kemik veya fildişi işlemeli süslü bir taraklar, tokalar, pullu, boncuklu, mercanlı, işlemeli ahşaptan, gümüşten aynalar; kenarları oyalı tülbentler, sürmedanlar, kına ve tastık tasları, cımbız ile erkekler için fazladan tıraş usturası, fırçası, sabun ve kokuları… HAMAM TASI Hamamlarda yıkanırken kurnadan suyu almada kullanılan göbekli tasların ilk tasarımları, M.Ö. 9.-7. yüzyıllar arasında Orta Anadolu’da yaşamış Friglere kadar uzanıyor. Hamam taslarının Anadolu’nun Antik Çağ kültürünü günümüze taşıyan bir eşya olduğu söylenebilir. Yörelerine göre çapları 11,5 cm ile 27 cm arasında değişen hamam taslarının tasarımı da ait olduğu yöreye göre değişiklik gösteriyor. İstanbul yöresinde, gümüş, bakır, alüminyum malzemelerinin kullanıldığı tasların üzerinde kabartma teknikli, geometrik desenli ve bitki veya hayvan

motifli süslemelere rastlanırken, Doğu Anadolu Bölgesi’nde, bakırdan kabartma teknikli ve yivli desenlere rastlanıyor. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bakırdan geometrik ve/veya bitki desenli, yıldız motifli taslar göze çarpıyor. İllere göre de Kastamonu’da bakır ve geometrik desenli taslar, Erzincan ve Şanlıurfa’da pirinç veya bakırdan, ortasına oynar balık monte edilmiş tas tasarımları görmek mümkün. Gümüşten, panoramik hamam sahneli, ermeni işi hamam tasları ise İstanbul hamam taslarının içinde en ilginç olanlarıdır. LEĞEN VE İBRİK Hamamda abdest almak için kullanılan leğen ve ibrikler, eve dönüş öncesi son işlem olarak soyunmalıkta (camegahta) kullanılıyor. Kirli suyun görünmemesi için de leğen ve ibrik arasında “sabunluk” denilen süzgeç bulunur. Yükseklikleri 33 cm ile 50 cm arasında değişen leğen-ibrikler, taslar gibi süslemeleri ile göze çarpıyor. Gümüş veya pirinç malzemelerinden yivli, bitki ve kuş motifli, geometrik desenli, kabartma teknikli olarak tasarlanmış leğen-ibriklerin yanı sıra bakırdan, Osmanlıca soğuk mühürlü, Ermenice yazılı lif leğenleri ile yine bakırdan ayaklı sabunluklar da göze çarpan objeler arasında.


2020 / Sayı 5

BUHURDAN Genel olarak gümüş, bakır, tombaktan yapılan buhurdanlar, içinde güzel kokulu bitki ve nesneler yakılıp, kapağındaki deliklerden çıkan dumanıyla mekâna güzel kokular yaymaya yarayan kaplar. Gurur ve gösteriş kaynağı olarak kadın hamamlarında, özel günlerde misafirler için kullanılan buhurdanlık, yaydığı hoş koku ile hama kültürünün en ilginç detaylarından. Yükseklikleri 13 cm ile 30 cm arasında olan buhurdanlık, yivli, barok tarzda bezemeli, bitki desenli, geometrik motifli örnekleri ile karşımıza çıkıyor. GÜLABDAN Misafirlere ikram etmek üzere içine gülsuyu konan zarif tasarımlı kaba, gülabdan ismi veriliyor. Hamamda özellikle özel günlerde yıkandıktan sonra gülsuyu ikramı için kullanılan gülandanlar, gümüş, bakır, cam, porselen gibi çeşitleriyle, görkemli ve ince el emeği verilmiş, boyalı veya mercan taşlı süslemeleriyle dikkat çekiyor.

KİRDENLİK Halk arasında hamam kazanı adıyla da anılan kirdenlik, işlemeli örtülerle örtüp başlarda taşınan bakır, dibi geniş, ağzı dar bir kap. Kirli çamaşırların içinde yıkandığı kirdenlik, ters çevrilip üzerine oturunca tabure, eğlence sırasında da güzel ses verdiği için darbuka olarak da kullanılıyordu. Çapları 17 cm ile 44 cm arasında değişen bakırdan yapılan bu kaplar, üzerindeki motiflerin yanı sıra Osmanlıca veya Ermenice yazılar ile Tokat, Diyarbakır, Doğu Anadolu Bölgesi, Kastamonu, Konya, Bursa hamamlarının vazgeçilmezleriydi. SABUNLUK (KİLDENCE) Kilin temizlik malzemesi olarak kullanıldığı dönemlerde Kildence ismini de alan sabunluğun içine sabun, kese, tarak gibi malzemeler konuyordu. Sabun ve sabunlukların sularının akması içinde dibinde delikler bulunuyordu. Yükseklikleri 4 cm ile 23 cm arasında değişen, bakırdan, kopçalı, zarif bir çanta görünümündeki kildenceler, süslemeleri, kabartmaları ile göze çarpıyordu.

SABUN MÜHÜRLERİ Tarihi M.Ö.6 bine kadar giden sabun, Osmanlı döneminde Anadolu’nun zeytin yetişen bölgelerinde üretiliyordu. Küçük ailelerin atölyelerinde üretilen sabunlara aile damgaları basılıyordu. Tahtadan yapılan bu mühürler, imalatçı ile ilgili bilgi içeriyordu. Osmanlı döneminde Girit, Ayvalık, Edremit, İzmir, Cunda Adası ve Urla gibi merkezlerde sabun yapımı en fazlaydı. NALIN (TAKUNYA) Kızgın hamam zemininde ve kaynak sularda ayakların yanmaması için kullanılan nalınlar, gündelik veya özel günler için kişiye özel süslemeli olarak yapılan değerli nalınlar olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yükseklikleri, 3.5 cm ile 27.5 cm arasında değişen nalınlar, ahşap üzeri sedef kakma, telkari, deri, metal ve tekstil malzemelerinden oluşabilir. Aile büyüklerinden kalma bu nalınlar, günümüzde evlerde dekorasyon metası olarak da kullanılıyor.

27


2020 / Sayı 5

28

Hakkari’de ekmeğini iğneden kazanan kadınlar! Zeki Dara / Hakkari

Haber Yazısı

İ

şsizliğin en fazla olduğu illerin başında gelen Hakkari’de kadın istihdamı yok denecek kadar az. İş bulan kadınların büyük bir kısmı, terzilerde çalışıyor. Kente has yöresel elbise dikimi ve gelin-damat kıyafetleri üzerine çalışan kadınlar adeta ekmeklerini iğneden çıkartıyor 286 bin kişinin yaşadığı Hakkari’de, istihdam şansının en düşük olduğu kesimlerin başında kadınlar geliyor. İş bulan kadınların genelde düşük ücretlerle çalıştığı kentte, kendi işini kuran kadınlar da var. Çoğu terzi atölyelerinde çalışıp evine ekmek götüren kadınlar, büyük zorluklara göğüs gererek hayatta tutunmaya çalışıyorlar.

Terzi atölyelerinde çalışan genç kızlar, para kazanacak başka işleri olmadığı için günlerinin önemli bir bölümünü dikiş makinelerinin başında geçiriyor. Kadın ve erkek giyimi, paça yapımı, yöresel gelin elbisesi, damatlık ve nişan elbiseleri diken kadınlar, geçimlerini kendi emekleriyle sağladıkları için mutlu olduklarını belirtiyorlar. İncelik ve zarafet isteyen işlerinde başarının peşinde koşan kadınlar, büyük bir titizlikle içerisinde özenle kesip biçtikleri kumaşlardan şık tasarımlar elde edip, günün modasına uygun iş yapma telaşına giriyorlar. Yaklaşık 10 yıldır, terzi işinde usta öğreticilik yaparak geçimini sağlayan ve genç

27 Mart 2020

kızlara mesleğin inceliklerini öğreten Mizgin Harmancı, daha çok yöresel elbise diktiklerini anlattı. Düğün sezonuyla birlikte; nişan elbisesi, yöresel gelinlik ve damatlıklar diktiklerini ifade eden Harmancı, müşterileri memnun etmenin zor olduğunu ancak işini severek yaptığını belirtip sözlerine şöyle devam etti: “Bahar ayları ile birlikte düğün elbisesi ağırlıklı işler geliyor. Şark odaları, perdeler, nevresim takımları gibi işler de yapıyoruz. Erkeklerin tamirat işlerinin yanında yöremize has tırgal elbisesine büyük bir rağbet var. Kadınlar en çok aşir ve abiyeye rağbet ediyor. İşimizi severek yapıyoruz. Özelikle boncuklu elbise dikmek çok zor oluyor. Her


2020 / Sayı 5

29

müşteriyi memnun etmek zor ama işimizi severek yapıyoruz.” ÇALIŞAN HER KADININ AYRI BİR HİKÂYESİ VAR Hakkari merkeze bağlı Kaymaklı Köyü’nde yaşarken ailesi ile merkeze yerleşen Seyran Erçin ise ağabeyi ile beraber 15 yıldır terzilik yapıyor. “Eskilerde Hakkari’de kadının çalışması pek hoş karşılanmazdı” diyen Erçin, ağabeyi ile beraber açtığı küçük bir terzi dükkânında iş başı yaptığını, şimdilerde kentin en çok tercih edilen terzisi durumuna geldiğine değindi. Daha çok bayan müşterilerin işini yaptığını belirten Seyran Erçin, “İşimizi severek yapıyoruz. Düğün sezonunun başlamasıyla işlerimiz açıldı. Atölyemizde yöresel elbise dikimi basta olmak üzere, abiye, boydanlık, daraltma, kısaltma yapıyoruz. Ben bayan müşterilere

hizmet ederken, abim de erkeklere hizmet veriyor” diye konuştu. Ekmeğini iğnenin ucunda arayan kadınlardan bir diğeri de, evli, 2 çocuk annesi Caziye Kahraman. Kahraman, 12 yıldır terzilik yapıyor. 7 kadınla birlikte Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı (DAKA) tarafından desteklenen bir proje kapsamında kurdukları atölyede çalıştığını ve ekmeğini dikiş nakıştan kazandığını anlatan Kahraman, bu tür atölyelerde çalışan her kadının ayrı bir hikâyesinin olduğunu aktarıyor. “Her kadının farklı hayat hikâyesi var” diyen Kahraman, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Birçoğu çocuklu ve kocası işsiz. Bazı arkadaşlarımızın aileleri kalabalık ve evde çalışan tek kadın. Benim zor yanım hem evde hem de atölyede çalışıyor olmam. Buradan yorgun çıkıyorum, eve varınca da çocukların bakımıyla

ilgileniyorum. Bu yüzden dinlenmeye fırsat bulamıyorum. Ev ekonomisine katkıda bulunmak için ayakta kalmaya çalışıyorum. Mesleğimi severek yapıyorum. Tabi el becerisi gereken bir iş. Burada bedenin tüm organları çalışıyor. En çok yorulan organımız ise gözlerimiz. Çünkü o ipliği iğneden geçirmek bir yana makineden çift dikiş yapmamak için iğne ucundan gözlerimizi ayıramıyoruz. Atölyemizde ortamımız güzel. Burada 30 yıl önce annelerimizin giydiği yöresel elbiseleri bu yılın modasına uyarlayarak tasarlıyoruz. Tasarımlarımız çok beğeniliyor. Düğün sezonuyla birlikte bu yılın tasarımlarını dikmeye başladık. Önümüzde ki günlerde erkek şel û şepik dikimine de başlayacağız. Kış aylarında genellikle paça daraltma ve kısaltma yapıyorduk.”


2020 / Sayı 5

30

Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı “farkındalık fabrikası” olma yolunda

Haber Yazısı

Cemgazi Yoldaş / Ankara

27 Mart 2020


2020 / Sayı 5

K

uruluşunun ilk yılında 180’in üzerinde etkinlik düzenleyen Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı, 7 binin üzerinde insanı bir araya getirdi. İyiler kendilerini ifade edecekleri bir çatı bulduklarında yoğunluğun arttığını belirten Vakfın kurucusu İncili, “Sosyal devleti, düzgün dizayn edemezsen yük, böyle yapıların üzerine biniyor. Normalde bir sosyal devletin yapması gereken şeyleri yapıyor Gökyüzü” diyor Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı birinci yaşını doldururken, beklemediklerini ifade ettikleri bir başarıya ulaştı. Vakfın kurucusu Emrah İncili ve kuruluşun ardından bir araya geldiği Esra Hızal, bir yılda sosyal medyadaki takipçi sayılarının 40 bin kişiye ulaştığını ve etkileşimlerinin ülke genelinde, büyük bir yelpaze yakaladığını anlatıyor. İlk ödülünü ilk yıllarının sonunda Ankara Koru Rotary Kulübü’nden alan vakfın hedef kitlesi ise yolda değişmiş. Başta dezavantajlı gruplara sanatsal etkinliklerin ulaştırılması için harekete geçtiklerine işaret eden İncili, bugünkü yollarını “Herkesin sanata ihtiyacı var. Jeep kullanan kadın da sığınma evinde yaşayan bir kadın da aynı şekilde ihtiyaç duruyor” ifadesiyle çiziyor. Yükselişe geçen sivil hareketliliğin iyi insanlar için bir çekim merkezi haline geldiğine işaret eden İncili, sözlerini şöyle sürdürüyor: “İyiler, kendilerini ifade edecekleri bir çatıyı ne zaman bulsalar orada yoğunluk artıyor.

Bu, Gökyüzü ile sınırlı kalmayacak. Böyle bir şeye ihtiyaç olduğu için kısa zamanda büyüyebildik. Sosyal devleti, düzgün dizayn edemezsen yük, böyle yapıların üzerine biniyor. Normalde bir sosyal devletin yapması gereken şeyleri yapıyor Gökyüzü. Partisinin önemi yok, hangi belediyeye gitsen, bizim yaptığımız şeyler vaatlerinde var ama ortada iş yok. İnsanlar oralardan bir şeyler beklemeyi bırakmış. Biz her etkinliğimizde 100-200 kişi topluyoruz buraya. Ankara’daki tüm belediyeleri topla, onlar yapamıyordur bunu.” DEZAVANTAJLI GRUPLARDAN YOĞUN TALEP Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı’nı, hayatı güzelleştirmek, toplumsal huzur için toplumsal bilinci yükseltme yolunda adeta bir “farkındalık fabrikası” olarak değerlendiren İncili, şu ana kadar 70 civarındaki gönüllü eğitmenle, haftanın 6 günü etkinlik gerçekleştirdiklerini bildiriyor. Haftanın 3 gününü dezavantajlı gruplara ayıran Vakıf, grupların olası ulaşım sıkıntısını işbirliği içindeki kuruluşlarla beraber aşıyor. Hızal ise, bu grupların kendilerine sosyal medya aracılığıyla ulaştığını ve daha önce başvurdukları yerel yönetimlerden böyle destekler görmediklerini aktardıklarının altını çizdi. Özel eğitim alan çocukların okullarından sığınma evlerine pek çok kurumdan talep geldiğini belirten Hızal, “Bu insanlar, devlet kurumlarına başvurduklarını ama ya muhatap bulamadıklarını ya

da çok bekletildiklerini söylüyor. Bu insanlarla iletişim kuracak doğru mekanizmalar kurulmamış. Bu yanıtsızlık, her duyduğumda içimi parçalıyor” diye konuşuyor. GÖNÜLLÜ EĞİTMENLERLE HER ALANDA Eğitmenlerinden katılımcılara, kendine bir kürsü, platform arayan herkes için aracı olmaya çalıştıklarını vurgulayan İncili, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) ilk ve son kadrolu ressamı Yaşar Çallı’dan, amatör çalışmalar yapan ressamlara, el işi ustalarından robotik kodlama sınıflarına kadar pek çok alanda atölye, sergi ve paneller gerçekleştirdiklerini aktarıyor. Vakıflarını, iyi insanların bir araya geldiği ve bu iyiliklerini çoğalttıkları bir mekân olarak gören İncili, topyekûn bir toplumsal bilinçlenme fırsatı olarak görüyor. İncili, bunun yolunun “Gökyüzü gibi herkesi kuşatan bir çatının altında çoğalttığımız sanattan ve iyilikten” geçtiğine vurgu yapıyor. İyiliği çoğaltma macerasını bütünlüklü şekilde ele aldıklarını kaydeden İncili, bu yıl içinde artık sığamadıkları bin 500 metrekarelik alanı değiştireceklerini söyledi. “Yaşam alanı güzel olacak ki, insanlar güzellikler görsün ki daha çok iyi insan gelsin ve bu iyilikleri çoğaltalım” diyen İncili, daha büyük bir yaşam alanı için kollarını sıvamış bile. Vakıf, daha büyük ve kapsayıcı bir yerleşke için Çayyolu civarında arayışlarını sürdürüyor.

31


2020 / Sayı 5

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

32

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.