9. Köy - 2020 - 4. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 4

1


2020 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Umut Irmaksever Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 4

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 4

İçindekiler

Bir ayaklanmanın anatomisi

6

Olimpiyata Yelken Açtı

8

Feminist Yazar Gürcü: “Aramızda Kalmasın” kitabım kolektif bir çağrı

10

Hedefi Dünya Şampiyonluğu

13

TESK Başkanı Palandöken: Esnafın sorunu çok

15

Hasankeyf’in “lal” çığlığı!..

17

Bir Anadolu efsanesidir Köy Enstitüleri

20

Türkiye’de aslında kim, nereli?

24

Zamansız sanat sedefkârının genç ustası

26

Gastronomi şehri yöresel lezzetlerine tescil bekliyor

28

5


2020 / Sayı 4

6

Bir ayaklanmanın anatomisi Hasan Safa Tekeli / İstanbul

E

mperyalist devletlerin her zaman iştahını kabartan Orta Doğu’nun zengin petrol kaynakları, 95 yıl önce Türk devletini, Musul mu yoksa genç Cumhuriyetin geleceği mi konusunda karşı karşıya getiren bir isyanla başa çıkmak zorunda bırakmıştı “Musul sorunu”, Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyince; konu Türkiye ile İngiltere arasında ileride varılacak bir mutabakata bırakılır. Emperyalistlerin her zaman iştahını kabartan bölgenin zengin petrol kaynaklarının üzerine oturan ve hiç kalkmak istemeyen

bu güçler, çeşitli zamanlarda doğu illerinde ayaklanmaların baş göstermesinde önemli roller üstlenir. Bu ayaklanmalardan büyüğü olan “Şeyh Sait Ayaklanması”, 95 yıl önce 13 Şubat 1925’te başlar. Lozan Barış Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923’te imzalanmasından sonra, Musul konusu, Türkiye ile İngiltere arasında 19 Mayıs 1924’te başlayan “Haliç Konferansı”nda ele alınır. Türkiye, Musul’daki haklarına ilişkin tezini savunurken, İngiltere, “Nasturi sorunu”nu ortaya atar ve Hakkâri’yi de ister. Şeyh Sait ayaklanmasından önceki büyük ayaklanma ise işte bu

13 Şubat 2020

Nasturi ayaklanmasıdır. Gazeteci yazar Uğur Mumcu, “Kürt İslam Ayaklanması” adlı kitabında; 5 Haziran’da sona eren toplantının ardından, 7 Ağustos 1924’te Nasturi ayaklanmasının baş gösterdiğine dikkati çekiyor: “Süryani papazlarından Nastoris tarafından kurulan ‘Nastur’ mezhebine bağlı Hıristiyanlar”dan olan Nasturiler, Hangediği bölgesinde Hakkâri Valisi Halil Rıfat Bey’i yaralayarak tutsak edip, jandarma komutanını öldürürler. Uğur Mumcu, ayaklanmadan önce, Hakkâri bölgesinde İngiliz misyonerlerinin görüldüğünü, “bu misyoner kılığındaki İngiliz subaylarının İmadiye ve Çömelek’te


2020 / Sayı 4

Nasturileri örgütledikleri ve ayaklanmaya hazırladıklarının anlaşıldığı”nı kaydediyor. Uğur Mumcu, kitabında, “Turkish Petroleum” şirketinin 25 Temmuz 1923’te İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na başvurarak, Musul’un Türklere bırakılmamasını istediğine de dikkatleri çekiyor. İngiltere de 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyeti’ne başvurarak Musul sorununun ele alınmasını ister. Nasturi ayaklanmasının bu başvurudan bir gün sonra çıkarılması da dikkat çekicidir.

Peki, şiddet neden reyting alıyor? Çünkü şiddet sokakta, çünkü şiddet evde, çünkü şiddet siyasette…

İNGİLİZ UÇAKLARI ATEŞ EDİYOR Hükümet, 14 Ağustos’ta ayaklanmayı bastırma kararı alarak, Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa’yı görevlendirir ve Kürt aşiretlerinden yararlanmak da düşünülür. Musul’daki İngiliz birlikleri ise hava akınları ile Nasturileri destekler. 21. Süvari Alayı’na 14 Eylül günü Şiraniş ve Birsivi’de üç İngiliz uçağı ateş eder. 4 Eylül günü ise aralarında Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya’nın kardeşi olan 18. Alay Emir Subayı Teğmen Rıza ile Yüzbaşı İhsan, Teğmen Vanlı Hurşit, Teğmen Rasim ile 270 kadar er, 10 otomatik tüfek ve 380 tüfekle birliklerinden kaçarlar. Kaçan subaylardan biri Zaho’da İngilizlere sığınır. Nasturi ayaklanması 28 Eylül 1924 günü tamamen bastırılır. Ayaklanmanın bastırılması için askerî harekât sürerken, Milletler Cemiyeti 20 Eylül’de Musul sorununu görüşmeye başlar. Türkiye’nin, Musul’da plebisit yapılması önerisine karşı çıkan İngiltere ise 9 Ekim’de Türk birliklerinin 48 saat içinde geri çekilmesini ister. Türkiye de geçici bir sınır çizilmesi

amacıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurur. 29 Ekim 1924’te Musul’u dışarıda bırakarak Türk-Irak sınırının geçici olarak saptanması üzerine, sorun dondurulmuş olur. BU KEZ ŞEYH SAİT AYAKLANIYOR Şeyh Sait, Ağustos 1924’te Erzurum’da Cibranlı Halit Bey ve Mutki Aşireti Reisi Musa Bey ile yapılan toplantıda “Kürt İstiklal Cemiyeti” başkanlığına seçilir. Bu toplantıdan sonra ayaklanma tarihi, (Nevruz günü de olan) 21 Mart 1925 olarak belirlenir. İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti (Kürt Yükselme Derneği) Başkanı Seyit Abdülkadir de 15 Kasım 1924’te kendisiyle ayaklanma için yapılan görüşmede, “bütün gücüyle destekleme” sözü verir. Ayaklanmaya “dinsel görüntü” verilmesini isteyen Seyit Abdülkadir, kendisiyle görüşmeye gelen Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’ya, “Mustafa Kemal aleyhine yazılmış bildiriler” de verir. Ancak ayaklanma belirlenen tarihten önce çıkarılır. Şeyh Sait’in, 300 atlı ile kardeşi Abdurrahim’in, Genç (Bingöl) ilinin Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının Piran köyündeki evinde olduğu sırada; Jandarma Birliği, haklarında tutuklama kararı bulunan birkaç eşkıyanın kendilerine teslim edilmesini ister. Şeyh Sait ve Şeyh Abdurrahim, “Şeref ve haysiyetlerinin zedeleneceği”ni öne sürerek bu kişileri teslim etmezler. Jandarma teğmenleri Mustafa ve Hasan Hüsnü’nün ısrarı üzerine, Şeyh Abdurrahim, adamlarına ateş açtırır ve iki teğmeni tutsak alır. 13 Şubat 1925 günü bu olayla başlayan ayaklanma kısa sürede büyür. Şeyh Sait, Genç, Maden, Siverek ve Ergani’yi ele geçirip Diyarbakır’a ilerler.Hükümet 21 Şubat’ta doğu illerinde sıkıyönetim ilan eder. Ayaklanmanın bastırılamaması üzerine Başbakan Fethi (Okyar) 3 Mart’ta istifa eder ve İsmet Paşa (İnönü) tarafından kurulan yeni hükümet 4 Mart’ta güvenoyu alır ve aynı gün Takriri Sükûn Kanunu çıkarılır. Ayaklanmacılar, 7 Mart’ta kuşattıkları Diyarbakır’dan, kentteki direniş karşısında çekilmek zorunda kalırlar. 26 Mart’ta da ayaklanmacılara karşı başlatılan toplu saldırı sonrasında üstünlüğü ele geçiren ordu

güçleri, 15 Şubat’ta Şeyh Sait’i yakalarlar. Ayaklanma da mayıs ayında tamamen bastırılır. Şark İstiklal Mahkemesi’nce 28 Haziran 1925’te idamla cezalandırılan Şeyh Sait ve 46 adamının cezası bir gün sonra infaz edilir. AMAÇ KÜRT DEVLETİ Uğur Mumcu, kitabında, ayaklanma konusunda bazı dikkat çekici noktalara da işaret ediyor: Açıklanan İngiliz gizli belgelerine atıfta bulunan Mumcu, ayaklanmadan sonra yurt dışına kaçan Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza’nın “Bağımsız bir Kürt devleti” kurulması için İngiltere’ye gitmek istediğini, bu amaçla İngiltere’nin Tebriz’deki Başkonsolosluğuna başvurduğunun ortaya çıktığını kaydediyor. KÜRT LEWRENCE’İ NOEL Ayaklanmayı izleyen günlerde Fransız Yüksek Komiserliği de ülkesine bir rapor gönderir. Raporda, şu cümleler dikkat çekmektedir: “Şeyh Sait, 1918 yılından beri amacı İngiliz mandası altında bir Kürt devleti kurmak olan İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır. Şeyh Sait, 1919 yılında Kürdistan Bağımsızlığı Türk Komitesi lideri Abdullah Djendel Bey tarafından İngilizlerin Kürt politikasında temel unsur olan Binbaşı Noel ile ilişkiye geçirildi.” “Abdullah Djendel” hakkında bilgi edinilemediğini kaydeden Uğur Mumcu, Binbaşı Edward Noel’i ise “Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı ayaklandırmaya” çalışan “Kürt Lawrence’i” olarak tanımlıyordu. ÖTEKİ AYAKLANMALAR VE MUSUL’UN SONU Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra da kışkırtıcılar boş durmadılar. Hemen ardından Reçkotan ve Roman ayaklanmaları baş gösterdi. 1925’te Sason ayaklanması, 16 Mayıs 1926 günü de 1. Ağrı Ayaklanması çıktı. İşte bu ortamda Musul konusunda 5 Haziran 1926’da bir anlaşmaya varıldı. Buna göre Türkiye, Musul petrollerinin gelirinden 25 yıl süreyle yüzde 10 pay almayı kabul ederek, haklarından vazgeçti

7


2020 / Sayı 4

8

Olimpiyata yelken açtı Işıl Çalışkan / İstanbul

Haber Yazısı

2020 Tokyo Olimpiyatları yolcusu, Olimpiyat Seçmesi’ni kazanan ilk yelken sporcusu olan Ecem Güzel, aynı zamanda Galatasaray Yelken Şubesi’nden de olimpiyatlara gidecek ilk kadın sporcu. Güzel, arkasından gelecek “küçük takım” arkadaşlarına da bir yol çizdiğine inanıyor Galatasaray sporcusu milli yelkenci Ecem Güzel, ilklerin gururunu yaşatıyor. SakaiminatoCity Japonya’da gerçekleşen Laser Radial Dünya Şampiyonası’nı 10’uncu olarak tamamlayan Güzel, 2020 Tokyo Olimpiyatları’na seçilme başarısı gösterdi. 49 ülkeden 111 sporcunun mücadele ettiği şampiyonada 120 net puan aldı. Böylece Olimpiyat seçmesini kazanan ilk yelken sporcusu olan

Güzel, aynı zamanda Galatasaray Yelken Şubesi’nden Olimpiyatlar’a katılacak ilk kadın sporcu olarak da adını tarihe yazdırdı. 24 SAAT Gazetesi’ne konuşan Güzel, hem başarılarını hem de spor serüvenini anlattı. Sözü daha fazla uzatmadan milli yelkencinin serüvenine küçük bir yolculuk gerçekleştirelim. Küçük yaşlarından beri denizle arasının hep iyi olduğunu belirten Güzel, “Yaz aylarında suyun kenarında vakit geçirmek favori eğlencemdi. Yelkene başladığımda da kıyıdan çok açıkta olduğumuz için tedirgin oluyordum ama bu da zamanla geçti” diyor. Yelken ile nasıl tanıştığını ise şöyle aktarıyor: “Annemin işi nedeniyle Bodrum’a tatile gitmemiz ile başladı. Bir aile

18 Şubat 2020

dostumuzun kızının ‘optimist’ kursuna gittiğini duyuyordum ve bu isim bana çok cazip ve ilgi çekici gelmişti. Israrlarım sonunda kursa başladım ama gidene kadar yelkenli tekne olduğunu bilmiyordum.” DENİZ, BİR MÜCADELE BİÇİMİ Denizde olmanın kendisi için mücadele ile eşdeğer olduğuna işaret eden sporcu, en çok kış aylarında zorlandığına değinip “Psikolojik olarak soğuk havada denize çıkmak zor ama imkânsız değil. Sadece o eşiği aşmak gerekli” ifadesini kullanıyor. Kendi kategorisi olan Laser Radial’ın çok rekabetçi bir sınıf olduğuna dikkat çeken Güzel, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Birinci ile onuncu arasındaki farkı, çok küçük


2020 / Sayı 4

hatalar belirliyor ve seviyeler oldukça yakın. Yarış içerisinde diğer teknelerin pozisyonları ve nerede oldukları önemlidir ama en önemlisi kendimize odaklanıp en hızlı şekilde tekneyi sürmeli, doğru teknik kullanmalı ve parkurun doğru yerinde olmalıyız. Bunun için de her şeyde olduğu gibi çok antrenman yapıp rakip teknelerle oluşabilecek pozisyonları sürekli canlandırmalıyız.” AVANTAJA ÇEVİRİYORUM Yelkende başarının en önemli kriterinin tekne üzerinde çok zaman geçirmek olduğunu vurgulayan milli yelkenciye kendisinde avantajlı ve dezavantajlı gördüğü noktaları sorduğumuzda, cevabı “Bazen bazı konuları çok kafama taktığım oluyor. Ancak bunu avantajlı durumlara dönüştürdüğümü de düşünüyorum. Kafama bir şeyi ne kadar takarsam onun üzerine daha çok gidiyorum ‘Bunu yapabilirim’ diye. Bundan dolayı aslında avantaj bile sayılabilir” şeklinde oluyor. İstanbul’da olduğu zamanlarda haftanın altı günü günde iki veya üç antrenmanı olduğunu belirten Güzel, “Rüzgârın durumuna göre altı gün, suya çıkmaya çalışıyoruz. Bunun yanında salon çalışmaları, bisiklet, yüzme, koşu ve kürek ergometre antrenmanlarımız oluyor” diye konuşuyor.

BURUK SEVİNÇ Güzel, Laser Radial Dünya Şampiyonası deneyimi konusunda şu açıklamayı yapıyor: “2019 senesinin önceliği Olimpiyat Seçmesi’ni kazanmaktı. Son yarış ise Dünya Şampiyonası idi. Bütün hedefimiz, seçmeyi kazanmaktı ancak dünya şampiyonasında yarış bir yerden sonra tahmin edemediğimiz yerlere geldi. Bütün sene çok çalıştık ve bence en önemlisi doğru çalıştık. Dünya Şampiyonası’nda son güne, ikinci durumda çıktım ama son gün, iki kötü yarışla onuncu bitirdim. Sonuç olarak matematik hesabına bile kalmadan seçmeyi kazanmış oldum. Senenin en büyük hedefine ulaşmış olduk ama itiraf etmeliyim ki içimde buruk bir sevinç oldu. Yarıştan sonra seçmeyi kazanmış olmamdan daha çok son gün yaptığım iki kötü yarışımı düşündüm.” Bu yarış sayesinde Tokyo Olimpiyat kotası alarak Olimpiyat Seçmesi’ni kazanan ilk yelken sporcusu olduğunu anımsatan Güzel, sözlerine şöyle devam ediyor: “Yarışmaya başladığımda, eğer bir gün olimpiyata gideceksem ilki 2020 olimpiyatları olmalı diye konuşulurdu. Çünkü yelkende belli bir tecrübe gerekli ve aslında yaş almak yelken sporunda avantaj olabiliyor. Kendimi her zaman düşündüğüm yerde olmam, en büyük sevinç oldu. Federasyonumuzun

açıkladığı ilk sporcu ben oldum. Olimpiyatların açılışıma tam bir sene kala bunu garantilemiş olmak beni mutlu etti.” GURURLUYUM Galatasaray Yelken Şubesi’nin Olimpiyatlara katılacak ilk kadın yelken sporcusu olmanın kendisi için çok gurur verici olduğunun altını çizen Güzel, “Daha önceden Galatasaray’dan birçok erkek sporcu Olimpiyata gitmiş ancak kadın olarak bu yolu ilk ben açtım. Arkamdan gelecek küçük takım arkadaşlarıma da bir yol çizdim. İstanbul’da olduğumda hafta sonu her biri kulübe antrenmana geliyor. Aslında sadece kız sporcularla sınırlandırmamak lazım. Belki de beni kulüpte yanlarında gördüklerinde daha çok antrenman yapmak istiyorlardır” sözleriyle sevincini paylaşıyor. Güzel, söyleşimizi bundan sonraki hedeflerini şöyle sıralayarak tamamlıyor: “Bu sene Olimpiyattan önce iki önemli yarışım var. Biri Şubat ayında Avustralya’da yapılacak olan Dünya Şampiyonası diğeri ise Mayıs ayındaki Avrupa Şampiyonası. Sonrasında da Olimpiyat var tabii ki. 2020 sonrası için de şanslıyım ki Laser sınıfı, 2024 Olimpiyatları’nda olacak. Olimpiyat sonrası hiçbir değişiklik yapmadan çalışmalarıma devam etmek istiyorum.”

9


2020 / Sayı 4

10

Feminist Yazar Gürcü: “Aramızda Kalmasın” kitabım kolektif bir çağrı Dilek Atlı / Bursa

Haber Yazısı

F

eministlerin “radikal” olmadığını, “Eşit hak ve olanaklar” için mücadele verdiğini vurgulayan Yazar Gürcü, “Aramızda Kalmasın” adlı kitabında, kadınların aralarında konuştuğu ancak toplumunca mahrem bulunan konuları da açıp “Bence biz kadınlar ne kadar çok konuşup anlatmaya devam edersek, erkekler için de o kadar doğal, olağan konular hâline gelecek hepsi” dedi Son yıllarda evrensel kadın hareketi; şiddete maruz kalmanın, ikinci cins olarak görülmenin ve kadın haklarıyla ilgili tüm konuların ötesine geçerek kendi mücadele pratiğinin yanında toplumda ötekileştirilen tüm hak sahiplerini kucaklayan

ortak bir bilincin ve kolektif hareketin, fitilini yaktı. Bu kucaklayıcı mücadelenin kahramanlarının özel yaşamlarında teke tek, toplumsal yaşamda ise kol kola mücadelesi, dünyanın pek çok yerinde yükselen seslerle yankı bulmaya devam ediyor. Söz konusu mücadelenin kahramanlarından biri olan feminist yazar Dilâra Gürcü, kadın hareketine aktif olduğu kadar yazarak da destek veriyor. Gürcü’nün “Kadınlığın Mahremiyet Atlası” alt başlığı ile bir araya getirilen yazıları “Aramızda Kalmasın” adıyla Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Feminizmin ne olduğunun açıklandığı kitapta, kadınların aralarında konuştuğu ancak

21 Şubat 2020 toplumunca mahrem bulunan konular da tartışılmaya açıldı. 24 Saat Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan, kolektif bir çağrıya dikkat çeken Gürcü, “Aramızda kalmasın, gelin konuşalım. Konuşalım ki anlaşalım” diyor. Tarihin ilk insan izlerine bakacak olursak, bize mesajlarının tek cümleyle özeti, “Ben varım” olurdu. “Ben buradaydım, ben vardım”. Ne gariptir ki 21. yüzyılda “Biz buradayız, biz varız” cümlesi de kadınların benlikleri ve bedenleri ile ilgili dünyaya mesajının özeti olsa gerek. Ne dersiniz? -Çok haklısın. Hâlâ var olduğumuzu, haklarımız olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Yeni bir mücadele de değil bu. Tarih


2020 / Sayı 4

konusunda uzman değilim ama örneğin İtalya doğumlu; ancak Fransa’da yaşamış olan 15. yüzyıl yazarı Christine de Pizan’ın “Le Livre de la Cité de Dammes” (Kadınlar Kentinin Kitabı) ve “Le Trésor de la Cité des Dames” (Kadınlar Kentinin Hazinesi) kitapları basılmış. Bunlara ilk feminist edebiyat eserleri diyebiliriz. Belki daha öncesinde de eserler vardı tarihin düzgün anlatmadığı; zira tarihi de erkekler belgelemişler sonuçta. Anonim olup kadın olan yazarlar da olabilir. Christine de Pizan’ın kitaplarını okuduğumuzda görüyoruz ki, 6 yüzyıl önce de çok benzer talepleri varmış kadınların. Burada olduğumuzu, insan olduğumuzu, eşit insan haklarına sahip olmamız gerektiğini anlatmış. 6 yüzyıldır aynı mücadele, düşününce insanın sinirleri bozuluyor açıkçası.

Peki, şiddet neden reyting alıyor? Çünkü şiddet sokakta, çünkü şiddet evde, çünkü şiddet siyasette…

Dilâra Gürcü’nün çabasını anlamak için onu tanımak lazım. Sizi, T24’teki köşe yazılarınız ve Doğan Kitap’tan çıkan ilk kitabın “Aramızda Kalmasın/Kadınlığın Mahremiyet Atlası” ile tanıyoruz. Siz, kendinizi ve mücadelenizi nasıl tanıyor ve anlatıyorsunuz? Açıkçası kendimi tanıtmakta zorlanıyorum. Benimle yeni tanışan insanlar hep “Sen şunu da yapıyorsun ama bunu da yapıyorsun. Buralısın ama şuralı gibi konuşuyorsun” gibi yorumlarla kafa karışıklıklarını dile getiriyorlar. İzmir’de doğdum, 16 yaşında New York’a gittim tek başıma, sonra İstanbul’a döndüm okumak için. Üniversite sonrası bir süre psikolog olarak çalıştım orada. Şimdi de 6 yıldır Paris’teyim. İnternet teknolojileri üzerine çalışıyorum. Başka bir

ülkeye “beyaz yakalı” olarak çalışmaya gidenler kendilerine “expat” diyorlar. Ben “göçmen” olarak görüyorum kendimi. Evden sabah 7:30’da çıkıyor akşam 19:30’a eve dönüyorum. Bu saatler arası “beyaz yakalı” bir iş kadınıyım. Geceleri ve hafta sonları da, seyahatlerim ve sosyal yaşamımdan arta kalan zamanda, yazıyorum. Eskiden feminist aktivizmin içindeydim ama çok yorucu olduğu için artık sadece yazıyorum. Senede bir bağış kampanyası yürüterek belli ihtiyaçları olan kadınlara ya da derneklere destek olmaya çalışıyorum. Gündüzleri göçmen, beyaz yakalı bir iş kadını, zaman zaman göçebe bir gezgin, geceleri de feminist kahraman olmaya çalışan biri diyebiliriz sanırım özetle. Feminist kadınlar, bağıran, tırnaklarını gösteren, erkeklere saldıran, hatta her konuda “saldırgan olabilen, alıngan, edepsiz, hayalperest” kişiler olarak algılanıyor. Üstelik bu, bazı aydın insanlar ya da bazı kadınlar için de böyle algılanıyor. Feminist olmak bu kadar yırtıcı bir şey mi? -Kitabım son bölümünde bundan bahsediyorum aslında. Evet, feminist olmak bu söylediğin tanımlara sahip olmak, kısaca el âlem örgütüne göre radikal olmak diyebiliriz. Bana göre radikal değiliz. Eşit hak ve olanaklar için mücadele veriyoruz. Bunu dünyanın hangi yerinde, tarihin hangi döneminde isterseniz isteyin radikal olarak algılanırsınız. “Aramızda Kalmasın”ı eline alan bir kadın, kendinden ve diğer kadınlardan, gündeliğinden, alışılagelmişliklerden, öğretilmişliklerden çok tanıdık “muhabbetler” buluyor. Peki, tespit edebildiğin kadar, erkekler bu “muhabbetler”i sıkıcı mı, cüretkâr mı, yerinde mi buluyor? -Açıkçası kitap hakkında çok fazla erkekten geribildirim almadım. Aldıklarım da olumlu diyebiliriz. Bu konuları konuşmaya utanıyorlar daha çok. Haddime değil, ben anlamam, ben şimdi bilmeden yanlış bir şey söylemeyeyim mahcupluğu oluyor üstlerinde. Oysa kitapta bahsettiğim tabu olan regl, cinsel

yolla bulaşan enfeksiyonlar, klitoris, orgazm, şiddet ve daha nicesi gibi tüm konuların tabu olmaktan çıkabilmesi için erkeklerin de bu konuları rahatça konuşabilmeleri gerekiyor. Tabii bizim yaşadıklarımızı bizden iyi bildiklerini iddia ederek yani “mansplaining” yaparak değil! Bence biz kadınlar ne kadar çok konuşup anlatmaya devam edersek, erkekler için de o kadar doğal, olağan konular hâline gelecek hepsi. Kitabın adı bu nedenle “Aramızda Kalmasın”. Kolektif bir çağrı bu aslında. Benden çıktı, sıra sizde diyorum. Tüm söyleşilerim de bu şiarla ilerliyor. Aramızda Kalmasın’ın içeriği çok kuvvetli, sizin T24’de kaleme aldığınız konular kadar ek başlıklar da var. Peki, geçtiğimiz bir yılda eklenmesi gereken başka konularda birikti mi? -Benim yazmak istediğim, hatta kitabı bitirmeye çalışırken yazmaya başladığım sonraysa yazamadığım bir konu var; özgüven. “Kendini sevmek” diyebiliriz ya da. Tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp oraya geliyor. Kız çocukları, oğlan çocukları kadar pohpohlanarak, övülerek, yüceltilerek büyütülmüyor. Öyle büyütülenleri de toplum baskılayıp, törpülüyor. Kendine güvenen, kendini öven kadınlar ukala, çokbilmiş, üstten bakan kadınlar olarak görülüyor. Ne zaman başarılı bir işkadını, çok satan, kendi değerini bilerek davranan ünlü yazar ya da sanatçılardan bahsedildiğini duysam “o kadın deli”, “o kadın baskıcı”, “o kadın mafya gibi çalışıyor”, veya “o kadına bulaşmam ben” gibi yorumlarla karşılaşıyorum. Toplum, böyle kadınları sevmiyor. Özgüven sorunları yaşayanlar mutlu değil, yaşamayanlar da dışlanıyor. Bir de bazı kadınlar kendilerini erkek gözünden onaylayıp sevebiliyor sadece, o olmadığı zaman eksik hissediyor. Bu konulara değinen bir bölüm yazmak istemiştim, yetişmedi. Yazmayı dener miyim tekrar bilemiyorum. Kitap, sadece kadınların hakları üzerine eğiliyor değil, LGBTi+’ların da haklarına

11


2020 / Sayı 4

12

değiniyorsun. Bizler, toplumda baskılanan, ötekileştirilen gruplar olarak 21. yüzyılda halen iğne ile kuyu kazıyor gibi hissetmeli miyiz? -Yavaş ilerliyor haklısın. Hele ki günümüzde dünyadaki politik düzenin ekseni oldukça sağa ve muhafazakârlığa kaymışken. Tarih böyle ilerlememiş mi ama? Bazı dönemler karanlık, bazı dönemler aydınlık. Bize düşen bu karanlık dönem oldu ama ilerlemeye devam etmek zorundayız. Vazgeçtiğimiz anda elimizde olanı da alacakları bir dönemden geçiyoruz çünkü. Paris’te yaşıyorsunuz ve Türkiye’deki kadın hareketleri kadar Paris’te Avrupa’daki kadın hareketlerine de destek veriyorsunuz. Orada ve burada atılan adımların arasındaki farklar neler, dünden bugüne olumlu gelişmeler var mı? -Buradaki kadın hareketi çok parçalanmış durumda. Laik, Fransız, burjuva feministler bir cephede, dışladıkları trans, seks işçisi veya Müslüman feministler bir cephede. Kuzey Afrikalı göçmen feministler bir yerde, Orta Doğulu göçmen feministler bir yerde. Buranın göçmen politikası entegrasyon değil asimilasyon üzerine kurulu olduğu için göçmenlerin belirli hareketlere

katılması çok olası olmuyor. Herkes kendi topluluğunda bir hareket yürütüyor. Ben kendimi bir yere ait de göremiyorum burada. Bir hareket ilgimi çekiyorsa kimlerin başlattığını bulup katılıyorum ben de. Gündemi takip ediyorum yani. Türkiye’deki hareketin daha kolektif olduğuna inanıyorum, elbette yine de bölünmeler var ama burası kadar değil. Bir 8 Mart’ta Paris’te 4 ayrı yürüyüş oldu birkaç yıl önceydi. O kadar bir araya gelemiyorlar yani, öyle diyeyim. Fransa’da devlet destekli bir kadın hareketi de var elbette bu değerli. Macron hükümetiyle birlikte atanan kadın erkek eşitliği sekreteri Marlène Schiappa, burada eleştirilse de benim çalışmalarını beğendiğim biri. Sokak tacizine ceza getirdi, kadın cinayetlerine bütçe ayrılmasında büyük rol oynadı; röportajlarında, sosyal medyada cinsellikten, reglden bahsediyor rahatça. Bir başka fark da Fransa’da cinsel özgürlük üzerine son birkaç yıldır aktif iş yürüten sosyal medya hesapları ve oluşumlar var. Benim kitabımın cinsellik bölümünde yazdığım konuları ve daha nicesini aktarıyorlar. Türkiye’de bu henüz yaygınlaşmış bir akım değil. Cinsellik hâlâ çok sert bir tabu.

Yeni kitap için kolları sıvadığınızı biliyorum. Diğer taraftan mücadelenden uzak bir kitap olmayacağını da tahmin ediyorum. İçeriği ya da türü hakkında ipucu verebilir misiniz? -Aslında yine kurgu dışı bir çalışmam olacaktı ama bu yaz birden bir roman yazmaya başladım. Bambaşka bir dünyası varmış, gerçekten çok zorlayıcı. Türkiye’deyken kadın kimliğimi keşfetmiştim, Fransa’da da göçmen kimliğimi. Bu kimlikler ön planda romanımda. Ben distopik bilim kurgu ya da spekülatif gerçeklikte geçen distopyaları okumayı ve izlemeyi çok seviyorum. Bu akımlardan etkilendiğim için sanırım yazarken de öyle bir karanlığı yazmaya başladım. Ben gerçeklikle gerçekdışını kolaylıkla ayırabilen biri değilim. İzlediğim ve etkilendiğim bir filmde ya da okuduğum bir romanda mesela hemen bir karaktere bürünür, dünyayı bir süre onun gözünden görür, ona dönüştüğüm rüyalar görürüm. Romana başladığımda da kendi yazdığım karakterlerin yaşadıklarını kendim yaşıyormuşum gibi hissetmeye başladım yazarken. Ara verdim ondan, bir çıkış bulabilecek miyim emin değilim. Bakalım nereye gidecek.


2020 / Sayı 4

13

Hedefi dünya şampiyonluğu 27 Şubat 2020

Haber Yazısı

Eylem Sonbahar / İstanbul


2020 / Sayı 4

A

14

blasının antrenmanlarını izleyerek Muay Thai sporuna başlayan, 10 yıldır bu sporu yapan milli gururumuz Yılmaz, “Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez, dikenlere de basalım ki başarılı olalım” dedi Geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan, bir savaş sanatı ve yaşam biçimi olarak öğretilen Muay Thai, günümüzde dünyada popüler olarak en yaygın olan ring sporlarının başında geliyor. Türkiye’de ise, Muay Thai spor dalının ilk çalışmaları, 1999’a kadar iniyor. Hiç aklında yokken ablasının antrenmanlarını izleyerek Muay Thai sporuna başlayan Ezgi Yılmaz, Kasım 2018’de yapılan Avrupa Muaythai Federasyonu Uluslararası Antalya Açık Kupası’nda, 11 yıldır rakiplerine yenilmeyen Avrupa ve Dünya şampiyonu Finlandiyalı Satu Mykkanen’i mağlup ederek bir ilke imza attı. İstanbul Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi Spor Yöneticiliği Bölümü’nde okuyan Yılmaz, Muay Thai’ye başlama serüveni ve hedeflerini 24 Saat Gazetesi’ne anlattı. PES ETMEK YOK Yılmaz, Muay Thai’ye başlama sürecini şöyle anlattı: “İstanbul doğumluyum ama aslen Tunceliliyim. İstanbul Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi Spor Yöneticiliği 1. sınıf öğrencisiyim. 10 yıldır Muay Thai sporu yapıyorum. Muay Thai sporu aslında aklımda hiç yoktu. Benden önce ablam yapıyordu. Ablam antrenmanlara gidince arkasından gizlice gidip izlerdim, izledikçe heveslenirdim.

Spor sayesinde birçok arkadaşı olmuştu, şehir şehir geziyordu. Ben de doğal olarak fazlasıyla ablama özeniyordum. Her gün kesintisiz antrenmanlarını izliyordum. Daha sonra Türkiye şampiyonasında kolu kırıldığı için sporu bıraktı. 2010 yılında antrenörüm okuduğum okula geldi ve ben de dahil yetenekli sporcuları spora başlattı. Böylelikle elime fırsat geçmişti ve bu sayede de spor serüvenim başladı.” Haftada 7 gün kesintisiz antrenman yaptıklarını söyleyen Yılmaz, her gün 2 saat sabah, 2 saat akşam antrenman yaptıklarını, koşularının bazen ormanda bazen de salonda gerçekleştirdiklerini aktarıp “Ağır yorucu antrenmanlarımız oluyor ama pes etmiyoruz. Çünkü hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez, dikenlere de basalım ki başarılı olalım” dedi. SPORA YANSIDI Muay Thai Dünya ikinciliği, 1 Balkan Şampiyonluğu, 2 Avrupa Kupası Şampiyonluğu, 3 de Türkiye Şampiyonluğu bulunan A Milli sporcusu Yılmaz, “Gelecekte bu alanda ilerlemek istiyorum. Her zaman daha iyiye gitmek için çalışacağım. Hedefim dünya şampiyonu olmak” vurgusu yapıyor. Kadınların toplumun her kesiminde erkeklerle eşit düzeyde temsil edilmesinin henüz sağlanmadığına değinen Yılmaz sözlerini, “Mesleklerin, ‘kadın işi’ ve ‘erkek işi’ olarak ayrılması spora da yansımış ve bazı spor dalları erkek sporu olarak algılanmıştır. Elbette erkek bedeni, kadın bedenine göre daha kaslı, darbelere karşı daha dayanıklı ama bu kadınların dövüş sporu yapmasına engel bir

durum değil. Kadınlar da çok güçlü ve dayanıklı, bedensel acı ve ağrı dayanılmaz değil” diye sürdürdü. HER KADIN YAPMALI Muay Thai sporu başladığında çok tepki gördüğünün altını çizen Yılmaz, konuşmasına şöyle devam etti: “Eskiden turnuvalarda erkek yoğunluğu hep daha fazlaydı ama artık her yıl kadın dövüşçüler çoğalıyor, kendi gücünün farkına varıyor. Ben de bu spora başladığımda çevrem çok tepki gösterdi. Antrenmandan çıkıp eve yüzüm gözüm şiş gidiyordum. Defalarca pes ettirmeye, bıraktırmaya çalıştılar ama kulak asmadım. Lise yıllarımda hocam, ‘Ne işin var senin dövüş sporuyla git evine çamaşır as’ derdi. Daha çok güçlendim söylenilenlere hep başarımla cevap verdim. Ben başardıkça onlar sustular. Şimdi ise akrabalarıma, aileme benden bahsedilince, haberlerimi gördükçe gururlanıyorlar, destekliyorlar. Annem, babam ve ablalarım en büyük destekçilerim. Ben insanlara ne kadar güçlü olduğumu gösterdim, insanların ön yargılarını kırdım bu yüzden çok mutluyum.” Yılmaz, kadınların şiddete karşı her alanda hayatlarını, bedenlerini ve haklarını savunmak için öz savunmaya ihtiyaçları olduğunu vurgulayarak söyleşiyi, “Savunma sporu özgüvenle, disiplinle önlediği depresyonla hayata karşı daha pozitif yaklaşmaya yardımcı olur. Kadın isterse yapar çünkü biz güçlü ve azimliyiz. Bu yüzden her kadının bir savunma sporu yapmasını tavsiye ederim” diyerek tamamladı.


2020 / Sayı 4

TESK Başkanı Palandöken: Esnafın sorunu çok

H

aksız rekabet olduğu, sicil nedeniyle esnafın kredi olanaklarından yararlanamadığını belirten Palandöken, esnafın kıdem tazminatı gibi düşündükleri Ahilik Fonu’nun şimdi kaldırılmasını istediklerini vurguluyor 962 yılında babasının vefatından sonra 13 yaşında, Ankara’nın Cebeci semtindeki bakkal olarak meslek hayatına başlayan Bendevi Palandöken, 1984’te Ankara Bakkallar ve Bayiler Derneği’ne başkan seçildi. 1990’da Türkiye Bakkallar ve

Bayiler Federasyonu Başkanlığı’na seçilen ve bu görevi halen devam eden Palandöken, 2007’de seçildiği Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanlığını da sürdürüyor. 24 Saat Gazetesi olarak Palandöken ile konuştuk. Palandöken’in, 1970’lerdeki bakkal dükkânı hâlâ çalışıyor. Ve o yıllarda kullandığı teraziyi makamında özenle sergiliyor. Esnafın sorunları konusunda oldukça dertli olan Palandöken, sözlerine şöyle başlıyor: “Esnaflık erozyona uğradı. Bakkal, mahallenin dert ortağıydı, kredi kartıydı. Ek hesabıydı. Bir

2 Mart 2020

teyze çocuğuna şunu diyebilirdi: ‘Koş evladım bakkal amcandan 20 lira al. Akşam baban gelince veririz’ derdi. Bakkal olarak bizim de hayallerimiz vardı o zamanlar. Esnafın yanındaki çırak, evladı gibiydi. Mesleğin ayrıntıların öğrenirdi. Şimdi öyle mi? Makine mi bozuldu, hemen servis geliyor, parça değişiyor. Oysa çırak parçayı temizliyordu, iş tamam. Tüketici 10 lira yerine 100 lira vermekten kurtuluyordu.” “Sicil affı değil, düzeltme istiyoruz” diyen Palandöken, bunun esnafın, ticaretinin devamı için gerekli olduğuna

Haber Yazısı

Nihal Alp / Ankara

15


2020 / Sayı 4

16

dikkat çekip “Kredi veriyoruz diyorsun ama esnaf bu krediden yararlanamıyor ki. Bankalar sicil kötü diyor vermiyor. Bir de ne oldu biliyor musunuz? Borcu borçla ödeme alışkanlığı gelişti. Borç katlanıyor da katlanıyor. Sonunda ödenmeyecek hale gelince sonuç iflas” diye konuşuyor. TESK Başkanı piyasada kalitenin bozulduğunu söylüyor ve şöyle açıklıyor: “Haksız rekabet var. Herkesin canının istediğini yapamaması lazım. Bir bakıyorsun bugün bakkal, yarın müteahhit. Eskiden bonservis vardı. Bakalım eğitimin var mı, bu işi biliyor musun? Uçak da alabilirsin ama kullanabilir misin? Adam araba alıyor ertesi gün yolcu taşıyor. Şoför oluyor. Her şey çoğaldı ama kalite düştü maalesef.” AHİLİK FONU

Esnafın derdinin çok olduğuna işaret eden Palandöken, “Ahilik Fonu” kurulması için çok emek verdiğine değinip “Düşünebiliyor musunuz şimdi de kaldırılsın diye uğraşıyoruz” diyor ve devam ediyor: “Ahilik Fonu’nu esnafın kıdem tazminatı gibi düşünmüştük. Yani esnaf yaşlanınca ya da işini bıraktığında birikmiş parasını alacaktı. Bu fona bir pay esnaf, iki pay da devlet koyacaktı. Böyle olmadı. İki pay esnaf, bir pay devlet koyuyor. Hadi bu da neyse şimdi bir de iflas şartı getirildi. Yani iflas ederse ancak yararlanabilecek. Esnafa yaramadığı gibi sırtında yük oldu. Şimdi kaldırılsın istiyoruz.” NORM BİRLİĞİ SSK, Bağkur ve Emekli Sandığı SGK olarak birleştiğinde

çalışanlar arasında norm birliği gerçekleşeceğinin söylendiğini ancak bunun gerçekleşmediğini belirten Palandöken, Bağkurluların yine en az emekli maaşını almaya devam ettiklerini ekliyor. ARA GÜLER’İN HATIRASI Bir antika meraklısı, Palandöken. Odası eski radyo, daktilo, gramafonlarla dolu. Bunlara bakarken bir camlı dolap dolusu fotoğraf makinesi gördük. Kocaman flaşlar, marka marka makineler. Palandöken, “Fotoğraf sanatçısı Ara Güler’in hayatı boyunca kullandığı makineler bunlar. Biliyorsunuz kendisi için ‘Ben foto muhabiriyim’ derdi. Bir Büyükelçi’den aldım. O’na vermiş. Türkiye’den ayrılırken kendisinden rica ettim. Bu topraklarda kalsın deyip aldım.”


2020 / Sayı 4

17

Hasankeyf’in “lal” çığlığı!..

D

aha önceleri o kadim topraklara her gidişimde tepeden tırnağa imgeler sarardı yüreğimi, dünyanın en uzun destanını yazmak için!.. Ama şimdilerde hırçın Dicle’nin sularında “İnsan eli” ihanetiyle boğulup gidiyor Anadolu’nun kalbi Mezopotamya’nın kadim topraklarındaki o antik kent… Dünya medeniyetinin ilk uygarlık adresi, UNESCO için gerekli 10 kriterden 9’unu taşıyan, yanlış politikalar sonucu, Dicle nehrinin çarmıhına gerdirilerek çığlığını duyuramayan antik kente bir damla can katarak dili ve nefesi olmaya çalışıyorum

buğulu hüznümle… Bizans, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Asuriler, Akkoyunlular, Eyyubi ve Osmanlıların hâkimiyet kurduğu, tarihi geçmişiyle on binlerce tarihi eserle birlikte birçok inanca şahitlik eden Mezopotamya coğrafyasının “insanlık nişanesi” olan antik kent ilçesi Hasankeyf’i anlatmaya çalışıyorum. Batman’a bağlı, iki yakasını Dicle’nin ayırdığı tarihi ilçe Hasankeyf’in tarihi, 12 bin yıl öncesine kadar gidiyor. İnsanlık tarihinin ilk adresi olan Hasankeyf, 1981’de doğal koruma alanı ilan edilmiş. Yüzlerce tarihi eser ve binlerce tarihi mağaradan oluşan bu antik kent, adeta her

3 Mart 2020

kederine ortak olan Dicle Nehri’nin sularıyla kısacık ömrü olan Ilısu Barajı’na kurban ediliyor. Yaklaşık iki yıldan beridir Hasankeyf’e gitmek istemiyordum. Ama yıllarca orada gezip dolaştığım, neredeyse her noktasında 4 mevsim çektiğim fotoğrafları, bir daha çekmeyeceğimi bildiğim halde, “Son helallik” dedikleri duygularımla yola çıkarak bu kadim toprakların binlerce yıllık tarihiyle sulara nasıl boğdurulduğunu, can çekişirken, çektiği acılara ortak olmak için bir kez Hasankeyf’i görmek için gittim. Hasankeyf’e vardığımda talan edilmiş o antik

Haber Yazısı

Mehmet Sait Değer / Batman


2020 / Sayı 4

18

kenti gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm. Buruk bir yürekle biraz fotoğraf çektikten sonra bazı aktivistler, sivil toplum kuruluşları (STK) temsilcileri ve esnafla Hasankeyf’i konuştum. Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi aktivisti Bulut, Hasankeyf’in rant, para ve çıkar uğruna yok edildiğine, yeni yerleşkede toprak kayması tehlikesi altında olduğuna işaret etti. Batman Çevre Gönüllü Derneği Başkanı Argunağa, dünyanın başka bir ülkesinde olsaydı “altın” gibi korunacağının altını çizdiği Hasankeyf’i, “tarihi zenginlik” olarak gördüklerini, uluslararası kamuoyunda tanıtmak istediklerini anlatarak “Bu ülkeye yazık ediliyor. Bu aşamadan sonra hukuken de yasal olarak da bir şey yapamıyoruz” dedi. Hasankeyf’in baraj altında kalmasını kabullenemediklerini dile getiren esnaf Argın, nefes alınacak yer kalmadığından yakındı. Doğma büyüme Hasankeyfli olan Nuri, on yıl öncesinde turist kaynayan yerin tarihi eserler taşındıktan sonra bir özelliği kalmadığını, artık kimsenin gelmediğini, ekonomik kazançlarının yüzde 90 düştüğünü söyledi. “MOĞOLLAR BİLE BUNU YAPMADI” Uzun yıllardan beri kendini dervişane bir şekilde Hasankeyf’e adamış, Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi aktivisti Emin Bulut ile karşılaştım. Hasankeyf’in yok edilişini Moğol istilasına benzeten Bulut, dünyanın en geri kalmış toplumlarında bile tarihi eserlerin bu şekilde talan edilmediğine dikkati çekerek şunları anlattı: “Hasankeyf, şu anda büyük bir talan, yağma ve büyük bir tahribatla karşı karşıya. Burada devletin denetleme sistemi maalesef yok, tam aksine tamamen buradaki yüklenici firmalar kendi hesaplarına, rantları uğruna 12 bin yıllık bir tarihi resmen yok ediyor. Bu yok ediş yaklaşık beş yıldır devam ediyor. ‘Danıştay kararına rağmen’ El Rızık Camisi, Koç Camisi ve kale kapıları, El Rızık Camii’nin tarihi duvarları alınan kararlar doğrultusunda durdurulmasına rağmen şu anda taşıma işlemleri devam ediyor. Bu da bize gösteriyor ki burada

kanun yok, adalet yok, vicdan yok, merhamet yok. Birkaç tane yüklenici firmanın antik bir şehri Moğollar gibi nasıl talan ettiğinin resmen şahitliğini yapıyoruz. Bu Ilısu Barajı Projesi’ni de 1954 yılından bu yana ikinci Nuh tufanı olarak görüyoruz. Yani siz Hasankeyf gibi turistik, tarihi, kültürel, inanç abidesi bir kenti tamamen rant, para ve çıkar uğruna yok ediyorsunuz. Bu yok ediliş, insanlık tarihinin 12 bin yılını ortadan kaldırmaktır. Bunun ötesinde de başka bir şey göremiyoruz. Bu durumdan Hasankeyfliler tedirgin, bizler tedirginiz, sivil toplum örgütleri tedirgin. Herkes büyük bir şok ve hayal kırıklığı içinde, büyük bir sıkıntı içerisindedir. Taşınan tarihi eserlerin; özellikle El Rızık Camii ve Koç Camii ile birlikte kale kapılarının da götürüldükleri yeni yerleşkede heyelan tehlikesi, toprak kayması tehlikesi altındadır. Burada ciddi bir tehlike daha söz konusu. Resmen tarihi bir talan, tarihi bir yıkım, tarihi bir afet yaşanıyor. 700 – 800 yıllık El Rızık Camii’nin minaresinin alt kısmı olan temel taşlarını, kesme taşlarını hiltilerle söktüler. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir sistem yoktur. Gidin bütün dünyaya bakın, Afrika ülkelerinde dahi böyle bir sistemle, hiltilerle tarihi taşları çıkarmak, sökmek, kırmak gibi yaklaşım yoktur. Zaten bu sistemin kendisi bile şu anda suçtur. Bu suça kim ortak oluyorsa bunun hesabını vermek zorundadır.” “DÜNYANIN BAŞKA BİR ÜLKESİNDE OLSAYDI ALTIN DEĞERİNDE KORUNURDU” Batman Çevre Gönüllü Derneği Başkanı Hasan Argunağa ise Hasankeyf gibi dünya mirası olan bir değerin başka bir ülkede olması durumunda altın gibi korunacağını ifade ederek, baraj altında kalmaması için yıllarca mücadele ettiklerini söyledi. Uzun yıllardan beri Hasankeyf için çabalayan bir aktivist olduğunu aktaran Argunağa, verdikleri mücadeleye ilişkin şu bilgileri verdi: “Hasankeyf, dünyanın başka bir ülkesinde olsaydı her halde altın gibi korunurdu. Maalesef uzun yıllar verilen tüm uğraşlara rağmen bir baraj

uğruna Hasankeyf’e kıyıldı. Şu anda Hasankeyf’e gitmekten utanıyorum. Çünkü Hasankeyf Kalesi’nin etrafında duvarlar inşa edilmiş ve hangi mantıkla inşa edildiğini bilmiyoruz. Bu durumu özellikle sordum. Fakat bu konuda hiç kimse cevap vermedi. Biz Hasankeyf’i ülkemizin tarihi zenginliği olarak görürdük, uluslararası kamuoyunda tanıtmak istiyorduk. Çünkü çok büyük bir getirisi vardı. Şu anda baraj suları hızla yükselmektedir. Her tarafı yıktılar, toprakla, kayalarla kapattılar. Mağaraların doldurulmasına gelince hangi bilimsel kurul buna karar verdi, bunu özellikle ısrarla sordum. Ama maalesef hiçbir cevap verilmiyor ve Hasankeyf yok oluyor. Sadece yukarıdaki şehir kalacak. Sonuç olarak çok büyük maddi zararlara uğrayacağız, iklim değişikliği olacak. Ilıman iklime geçiş olacak. Küresel ısınmadan dolayı zaten su çekilme olayı var. Barajların buna etkilerini de biliyoruz. Ben kişisel olarak da, düşünce yapım olarak da bunu ısrarla dillendiriyorum. Hangi bilim kurulu, hangi bilim insanları Hasankeyf kalesinin duvarlarla korunma kararını almıştır? Hangi bilim kurulu kimlerde oluşuyor ki mağaraları özel betonla dolduruyor. 70 yıl sonra baraj bittiğinde gene trilyonlar mı harcanacak o mağaraları açmak için. Bu ülkeye yazık ediliyor. Ama edilmiştir. Bu aşamadan sonra hukuken de yasal olarak da bir şey yapamıyoruz. Üzgünüz.”

Hasankeyf gibi turistik, tarihi, kültürel, inanç abidesi bir kenti tamamen rant, para ve çıkar uğruna yok ediyorsunuz. Bu yok ediliş, insanlık tarihinin 12 bin yılını ortadan kaldırmaktır.


2020 / Sayı 4

“HASANKEYF’İ DİCLE’YE BOĞDURDULAR” Batman Kültür Sanat Derneği Üyesi Fotoğrafçı Selim Toprak da Hasankeyf’in bilinçli bir şekilde baraja kurban edildiğini belirterek sözlerini şunları söyledi: “12 bin yılık bir geçmişi olan ve büyük bir aşkla Dicle Nehri ile yaşayan Hasankeyf’i çok acıdır ki Dicle’ye boğdurdular. 40 yıllık bir baraja kurban ettiler. Ben yıllarca Hasankeyf’e fotoğraf çekmeye giderken; bir aşkla, bir keyifle gidiyordum. Ancak uzun zamandır kendi kendime şu kararı aldım: Eğer ben bundan sonra fotoğraf çekmek için Hasankeyf’e gidersem ihanet etmiş olurum. Çünkü Hasankeyf’i bitirdiler ve artık keyif vermiyor. Hasankeyf’e yazık ettiler. Türkiye’de birçok sivil toplum örgütü, birçok tarih sever bu konuda ellerinden geleni yaptı ama gücümüz yetmedi” ifadelerini kullandı. “TARİHİ ESERLERİ İŞKUR ELEMANLARINA TAŞITIYORLAR” Kerim Argın isimli esnaf Hasankeyf’in baraj altında kalmasını kabullenemediklerini

dile getirerek, bu kararın ardından tarihi eserlerin çok amatörce taşındığı için zarar gördüğünü hatırlattı. Tarihi eserlerin yeni Hasankeyf’e Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) elemanları tarafından yerinden sökülerek taşınmasının yanlış olduğunu vurgulayan Hasankeyf’i yoğun bakım ünitesinde can çekişen bir hastaya benzeten Argın, “Şu anda Hasankeyf yoğun bakım ünitesindeki bir hasta gibi, fişi çektikleri gibi biter. Barajdan ve plansız çalışmaktan dolayı bu hale geldi. Şu anda yeni yerleşim alanında ve eski Hasankeyf talan edildi, yeni Hasankeyf’te ise her taraf inşaat alanı. Buralarda yaşanmaz hale geldi. Nefes alacak yer bırakmadılar. Tarihi eserlerin bir kısmını bir yerlere taşıdılar. Allah aşkına o yetkililer gidip bir baksınlar nasıl taşımışlar. 12 bin yıl önce o minareyi yapan o usta bugün yaşasaydı çok üzülürdü, pişman olurdu. Yaptığı eserin girdiği hale bak. Bütün taşlar kırılmış, bütün parçalar kırılmış, çok yazık oldu. Maalesef 3 – 5 tane İŞKUR elemanına veya taşeron elemanlarına güzel tarihi eserleri

taşıttılar ve hepsi paramparça oldu” şeklinde konuştu. “ESNAFIN VE TURİZMCİNİN KAZANCI YÜZDE 90 DÜŞTÜ” Doğma büyüme Hasankeyfli olan Mehmet Nuri Aydın ise baraj projesiyle beraber ekonomik kazançlarının yüzde 90 düştüğünü vurgulayarj şunları anlattı: “Doğup büyüdüğümüz yer olan Hasankeyf, tarihle kaynayan bir yerdi. Tarihi eserlerin az bir kısmı taşındı. On sene öncesine kadar tarihi sayesinde turist kaynayan bir yerdi. Ama tarihi eserler taşındıktan sonra öyle bir özelliği kalmadı. Şimdi ise baraj sularında kayboluyor. Ne yazık ki eski özelliği de kalmadı. Tarihi eserler, Raman Dağı’nın eteğine taşındı. Taşındığı yerde hiçbir zaman eski halini yakalayamaz. Hasankeyf’in sular altında kalması ekonomik olarak bizi olumsuz anlamda ciddi bir şekilde etkiledi. Ekonomik kazancımız yüzde 90 düştü. Artık kimse buraya gelmiyor. Yeni Hasankeyf’e de eskisi kadar artık turist gelmez. Her şey yerinde ve kendi ikliminde güzeldir. O güzel tarihe yazık oldu.”

19


2020 / Sayı 4

20

Bir Anadolu efsanesidir Köy Enstitüleri

Haber Yazısı

Ö

ğretmenlik dışında köyün canlanması, kalkınması için köy lideri olması özelliği taşıyacak kişiler yetiştirmek için Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri’nin, parasız yatılı ve bölgesel kurumlar olduğunu belirten Atıcı, enstitülerin, toprak ağaları, din şeyhleri ve katı devlet bürokratlarını tedirgin ettiğini dikkat çekti. Atıcı, 1947–1948 öğretim yılında kapatılan enstitülerde uygulanan eğitim felsefesinin anlaşılıp bugün uygulanabilirse, sorunların büyük ölçüde çözeceğini düşünüyor Türk toplum yapısını incelediğimizde hangi ideolojiye

Cengiz Aldemir / Ankara

5 Mart 2020

ait olursa olsun önemli bir girişim olarak nitelendirebileceğimiz Köy Enstitüleri’nin, kuruluşundan kapatılışına kadar olan süreçle ilgili sorularımızı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Erdal Atıcı’ya sorduk. Atıcı, “Bir Anadolu efsanesidir Köy Enstitüleri. Eğer kapatılmasaydı, bugün her şey çok farklı olurdu” görüşünde. 24 Saat Gazetesine konuşan Eğitimci Atıcı, hakkında çok sayıda yazı ve kitap olan bu girişimin sosyolojik boyutlarına dikkat çekiyor ve uyarılarda bulunuyor.

bilgi verir misiniz? – Cumhuriyet kurulduğunda yüz erkekten 7’si, bin kadından yalnızca 5’i okuryazardı. Yaklaşık 13 milyon nüfusun yüzde 80’i köylerde ilkel koşullarda yaşıyordu. Köylerde okuryazar bulabilmek neredeyse imkânsızdı.

Osmanlı devletinin Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı eğitim mirası hakkında

Sanırım, Cumhuriyet ilan edildikten sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk işi eğitim sorununu ele almak oldu… -Emperyalizme karşı dünyanın en büyük savaşını veren ve kazanan Mustafa Kemal Atatürk, köklü devrimler gerçekleştirilip, büyük dönüşüm sağlanamazsa, yeniden emperyalizmin pençelerine


2020 / Sayı 4

düşüleceğinin farkındaydı. O nedenle; daha Kurtuluş Savaşımız sırasında bu konularda okumaya, düşünmeye, fikir üretmeye ve arayışlara başlamıştı. Örneğin, Sakarya Savaşı’nın hemen öncesine Ankara’da Öğretmenler Kurultayını toplaması, burada konuşma yapması ve “Asıl savaşın cehaletle savaş olduğunu ve bu savaşı öğretmenlerin yapacağını” ifade etmesi, bu eğitim devrimi düşüncesinin ürünüdür.

Hasankeyf gibi turistik, tarihi, kültürel, inanç abidesi bir kenti tamamen rant, para ve çıkar uğruna yok ediyorsunuz. Bu yok ediliş, insanlık tarihinin 12 bin yılını ortadan kaldırmaktır. Cumhuriyet ilan edilmeden önce ve sonra öğretmenlerle konuşmaları ve toplantıları var… -Neredeyse her gittiği yerde okul varsa okullara uğrayıp öğretmenlerle konuştu. Köhnemiş medrese eğitimi yerine çağdaş eğitimin nasıl yapılacağı konusunda bilgi alışverişinde bulundu. Bu arada eğitim alanıyla ilgili büyük devrimleri başlattı… -Evet, onu diyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük devrimleri 3 Mart 1924’te yapıldı. O gün; Halifelik kaldırıldı, Öğretim Birliği Yasası çıkarıldı. Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Bu yasaların çıkması; Laiklik ve laik eğitim yolunda en önemli adımların atılmasını sağladı. Sonra Mustafa Necati’nin Milli Eğitim Bakanı olması var… -1925’te Mustafa Necati, Milli Eğitim Bakanlığı’na atandı. Mustafa Necati, Kuvayı Milliye içinden gelmiş, Mustafa Kemal Atatürk’ü

en iyi anlayan kahramanlardan biriydi. Bakan olduktan sonra 1 Kasım 1928’de “Yeni Türk Abecesi” kabul edildi. Millet Mektepleri açıldı ve okuma yazma öğretme seferberliği başlatıldı. Bu arada Mustafa Necati’nin en önemli atılımlarından biri de karma eğitime geçilmesi oldu. Necati’nin çok genç yaşta ve ani ölümüyle (1 Ocak 1929) eğitim alanındaki bu hızlı dönüşümler sekteye uğradı. Tüm iyi niyetli çalışmalara rağmen, eğitim alanındaki gelişmeler yeterli olmadı. Öyle ki; 1935 yılına gelindiğinde; Türkiye’de 40 bin köyün hâlâ 35 bininde okul ve öğretmen yoktu. Okullu olan köylerle, okulsuz köyler arasında yaşam bakımından da çok fark yoktu. Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim alanındaki arayışları sürüyordu… -Elbette, 1920 yılından 1935 yılına kadar geçen on beş yılda 18 Milli Eğitim Bakanı, 8 İlköğretim Genel Müdürü görev yapmıştı. Bu rakamlar bir arayışın olduğu ama bulunamadığının da belgesiydi. Mustafa Kemal Atatürk nasıl bir önlem düşündü? -1935 yılında yöntem değişikliğine gidildi. Atatürk’ün yakından tanıdığı asker kökenli Saffet Arıkan, Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Kendisinden Türkiye’de ilköğretim işini kısa sürede çözmesi istendi. Saffet Arıkan ilk iş olarak bu işin uzmanı olan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne vekâleten getirdi. Tonguç’a göre düzeltilmesi istenen işin mevcut durumu iyi bilinmeliydi. Bilimsel çalışmalar yapılarak rapor haline getirildi ve Bakana sunuldu. Bu rapor hakkında bilgi verebilir misiniz? -Bu raporun saptadığı durum şuydu: • Asıl sorun nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı köylerdedir. Köylerle kentler arasında köyler aleyhine oluşmuş büyük bir dengesizlik vardır. • Köylerin sorunu yalnız okul ve öğretmen olmaması sorunu değildir, köylerin başka ciddi sorunları da vardır. • Okulu olan köylerle okulsuz

köyler arasında yaşam farkı yoktur. Okul köylerde yaşam değişikliğine neden olamamıştır. • Köyler nüfus bakımından çok farklılıklar göstermektedir. 16 bin köyün nüfusu 150’den azdır. • Türkiye’de bölgeler arasında da dengesizlikler vardır. Sanırım bu rapor önerilerini de beraberinde sundu… -Rapora göre öneriler özetleyeyim kısaca… • 35 bin okulsuz köyün okullaşması için uzun süre beklenmemelidir. Mevcut sistemle sorun ancak 80–100 yılda çözülebilir. • Az nüfuslu köyler için geçici de olsa farklı bir çözüm bulunmalıdır. • Köyde iyiye doğru değişiklik yapabilecek okul açılmalıdır. Bu değişikliği yapabilecek yeni tip öğretmen yetiştirilmelidir. Kalkınmada lider özelliği olan öğretmen yetiştirilmelidir. • Türkiye bütçesi eğitime çok kaynak ayıramamaktadır. Bu nedenle okul yapımında yeni yöntem bulunmalıdır. Köylünün katkısı düşünülmelidir. • Mevcut okullar sistemi, kentler için devam edebilir. Ama ihmal edilmiş geniş kitle için – o zaman köyde yaşayanlar- o kitleye öncelik veren sadece o kitle ile ilgili yeni bir sistem kurulmalıdır. Raporun saptamaları gerçekti, yapılan öneriler denenmeye uygun bulundu, deneme süreci başlatıldı. (1936) Sonuçta köyler için yeni bir okullaşma sistemi oluşturulması kararı alınarak, yasalar çıkartıldı. Bu arada milli eğitim bakanı değişti… -Evet, Atatürk’ün ölümü üzerine görevinden ayrılan Saffet Arıkan’ın yerine Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı oldu. Hemen de Köy Enstitüleri ve Köy Enstitüleri Sistemi uygulaması başlatıldı. İlk iş, köylerde çalışacak, başarılı öğretmeni yetiştirmekti. Hem köy öğretmeni hem köye yararlı olabilecek başka elamanlar yetiştirecek Köy Enstitüleri açılmaya başlandı. (17 Nisan 1940) Köy Enstitüsü mezunu öğretmen köyün canlanması, kalkınması için öğretmenlik dışında köy lideri olması özelliği taşıyacaktı.

21


2020 / Sayı 4

22

Köy Enstitüleri’nin kendinden önce açılan öğretmen okullarından farkı neydi? -Kısaca onları da sıralayayım… • Köy Enstitüleri, parasız yatılı kurumlardı. Öğrencisini köyden alıyorlardı. Öğretim programlarında kültür dersleri yanında tarım ve teknik dersler de vardı. Öğretim yöntemleri farklıydı. İş eğitimi ilkesi uygulanıyordu. İş içinde, iş aracılığıyla üretim amaçlı eğitim. Ezbere dayanmayan uygulamalı eğitim. Bilgi depolamayı amaçlamayan, öğrenme yollarını öğreten bir yöntem. Okuma alışkanlığı kazandıran bir yöntem. Ülkenin demokrasi aşamasına geçmesi istendiğinden Köy Enstitüleri’nde demokrasi yaşam biçimi haline gelmişti. Her enstitü sanki öğrencilerce yönetiliyordu. • Köy Enstitüleri bölgesel kurumlardı. Her enstitünün 2 – 4 ilden oluşan bir bölgesi vardı. Ülke enstitü sayısı kadar enstitü bölgesine ayrılıyordu. Enstitü, bölgesindeki köylerin her türlü eğitiminden sorumluydu. Öğrencisini bölgesi köylerinden alır, mezunlarını bölgesi köylerinde görevlendirirdi. Mezunları ile ilişkisini kesmez, onların başarılı olması için her türlü yardımı yapardı. Genel planlamaya uygun olarak bölgesi eğitim planlamasını yapmak enstitünün göreviydi. • Köy Okulları, Köy Enstitüleri ve Yüksek Köy Enstitüleri ile Köy Eğitim Sistemi oluşuyordu. Bu sistemle köylerin yetenekli çocukları ilkokuldan sonra Köy Enstitüsüne giderek ortaöğretim, Yüksek Köy Enstitüsüne giderek yükseköğrenim görmüş oluyorlardı. Böylece ülke yönetiminin çeşitli kademelerinde görev almalarının önü açılmış, kolaylaşmış oluyordu. Bu görev ortaklığını istemeyenler kapatılmasında önemli rol oynamışlardır. Peki, Köy Enstitüleri neden kapatıldı? -Evet, Cengiz kardeşim en can alıcı soru da bu. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Atatürk devrimlerine ve aydınlanmacı kurumlara karşı olanlar seslerini yükseltmeye başladılar. Köy Enstitüleri, toprak ağalarını, din şeyhlerini ve katı devlet bürokratlarını

tedirgin etmeye başlamıştı. 1946 seçimleri sonrasında Köy Enstitüleri’nin açılmasında önemli bir payı olan Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanı olarak atanmadı. Köy Enstitüleri’nin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden alındı. Hasan Ali Yücel’in yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na atanan Reşat Şemsettin Sirer, gerici ve tutucu bir politikacıydı. Tonguç’a ve Köy Enstitüleri’ne karşı önyargılıydı. Enstitülerin kapatılması sürecini başlattı. Köylerde görev yapan enstitülü öğretmenlerin kurumları ile ilişkisi kesildi. Ellerinden araç gereçleri alındı. Yüksek Köy Enstitüsü, 1947–1948 öğretim yılında kapatıldı. Öğrencilerin yönetimde söz sahibi olmalarına son verildi. Ders dışı çalışmaları kısıtlandı. Karma eğitime son verildi. Enstitüde okuyan kız öğrencileri iki enstitüde toplandı. Enstitü kitaplıklarında “sakıncalı” görülen kitaplar ayıklandı ve yakıldı. 1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri oldu. 27 Ocak 1954’te, daha önceden ilkeleri değiştirilen Köy Enstitüleri’nin adı da ortadan kaldırıldı. Çok özetleyerek verdiğimiz Köy Enstitüleri’nin hangi gerekçelerle kurulduğunu, nasıl bir eğitim yaptığını, neden kapatıldığını düşündüğümüzde Köy Enstitüleri’nin bugün açılmasının bir iktidar sorunu olduğunu, çok güçlü bir irade gelmesi halinde çağımızın koşullarına uyarlayarak açılabileceğini söyleyebiliriz. Köy Enstitüleri’nde uygulanan eğitim dizgesi; uygulamaların sonuçlarına bakılarak sürekli geliştirilmiş, geliştirilen sistem yeniden uygulamaya konulmuştur. Köy Enstitüleri’ni evrensel yapan ilkeler: Bu okullarda iş eğitiminin uygulanmış olması, öğrencilerin her türlü ezberden uzaklaştırılarak, işin içinde eğitilmesi ve iş sonucunda bir değer üretilmesidir. Ayrıca enstitülerde; öğrencilerin yeteneklerinin ortaya çıkarılması için ortam hazırlanması esastır. Yine enstitülerde; okuma bilinci oluşturularak, onların ömürleri boyunca öğrenmelerinin sağlanması, imece usulüyle kendi

gereksinimlerini üretmeleri, demokrasinin uygulamalı bir biçimde öğretilmesi, yaşam biçimine dönüştürülmesidir. Köy Enstitüleri, sistemi o zaman nüfusun yüzde 80’inin köylerde yaşaması göz önünde bulundurularak, köyü içten canlandırmaya yönelmiş ve başarılı olmuştur. Siz vakıf olarak Köy Enstitüleri deneyiminden yararlanılması konusunda ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz? -Köy Enstitüleri Sistemi, Türk eğitim sistemine birçok yenilik getirmiştir. Bugün bu yeniliklerden yararlanmak olasıdır. 1. Köy Enstitüleri’nde temel amaç ihmal edilmiş kitleyi okutup aydınlatmak ve köyü öğretmenler aracılığıyla içeriden canlandırmaktı. Bugün hedef kitle kentlerde yaşamakta ve yine ihmal edilmektedir. Bu konuda ihmal edilmiş geniş kitleyi hedef alan bir eğitim sistemi oluşturulabilir… 2. Köy Enstitüleri Sistemi, eğitimi Türkiye’nin kalkınmasına aracı olarak gördüğünden, enstitülerde kalkınmanın türlü yönleri ele alınmış, derslerde buna yönelik işlenmiştir. Bugün eğitimin kalkınma içindeki yeri yeniden saptanıp ona göre bir eğitim sistemi oluşturulabilir. Örneğin on binlerce ziraat mühendisi işsiz gezmektedir. Bu insanlar eğitim içinde değerlendirilip, ülke tarımı yeniden canlandırılabilir. 3. Köy Enstitüleri’nde eğitiminde Türkiye gerçeği dikkate alınmış ve bu gerçeğe göre hareket edilmiştir. Örneğin Anadolu’nun “İmece” geleneğinden yararlanılmıştır. Askerliğini çavuş olarak yapanlar altı aylık kurstan geçirilerek “Eğitmen” olarak okulsuz öğretmensiz nüfusu az olan köylere gönderilmişler, başarılı olmuşlardır. Enstitülerde çok yönlü öğretmen yetiştirilmiştir. 4. Köy Enstitüleri’nde, planlama yaşamsal kabul edilmiş, ciddi bir planlama yapılmıştır. Bugün böyle bir planlama söz konusu değildir. Öyle ki, on binlerce öğretmen atanamadığı için işsiz dolaşmaktadır. 5. Köy Enstitüleri, demokrasinin uygulamalı olarak öğretildiği yerlerdi. Öğrenciler okul


2020 / Sayı 4

yönetimine doğrudan katılırlar ve her alanda söz sahibi olurlardı. Öğretmen olarak gittikleri yerde de demokrasi açısından güzel bir örnek olurdu. Bugün göstermelik uygulamalar dışında öğrenciler üniversitede bile yönetime katılamamaktadır. 6. Köy Enstitüleri eğitiminde toplumun çıkarları öncelenmiş, ona göre eğitim verilmişti. Bugünkü eğitim birey çıkarlarını öne çıkarmaktadır. 7. Köy Enstitüleri’nde mezun olan öğrencilerin kurumla ilişkisi hiç kesilmezdi. Her enstitü bölgesinden sorumluydu. Uygulama, denetleme ve yardımlaşma sağlanırdı. Bugün öğretmen yetiştiren kurumlar, yetiştirdikleri öğrencilerden sorumlu değildir. Meslek yaşamı boyunca da yalnız bırakılmaktadır. 8. Köy Enstitüleri’nde öğrenme okulla sınırlı değildi. Yaşam boyu öğrenme esas alınmıştı. Öğrenciye okuma alışkanlığı kazandırmaktaki amaç yaşam boyu öğrenmelerini sağlamaktı. Bugün çocuklarımız cep telefonlarının, on-line oyunların ve sosyal medyanın esiri durumuna getirilmiştir. Öyle birçok öğrencimiz cep telefonlarını 24 saat yanlarından ayırmamaktadır. Öğrencilerin konuşmaları ve yazmaları sosyal medyada sınırlı kalmaktadır.

9. Gezici Başöğretmenlik uygulaması, öğretmeni iş başında yetiştirmek için başlatılmıştı. Bugün maarif müfettişlerinin öğretmen yetiştirmek gibi bir özellikleri yoktur. Denetim yönleri öne çıkmaktadır. Köy enstitülerini, bugün eğitimde yaşanan sorunları düzeltebilecek bir sistem olarak görebilir miyiz? -Eğer orada uygulanan eğitim felsefesi anlaşılabilir, ilkeler ve iş eğitimi bugün uygulanabilirse, sorunları büyük ölçüde çözer diye düşünüyorum. Çünkü bugün dünyanın en iyi eğitim sistemlerine bakın, karşınızda 80 yıl önce kurulmuş ve başarılı olmuş köy enstitüleri çıkar karşınıza. Oradaki iş eğitimi çıkar, oradaki müzik ve sanat eğitimi çıkar, kendi kendine yetecek olan insan yetiştirme politikası çıkar karşınıza. Elbette orada uygulanan başarılı sonuçlar bugüne de uyarlanabilir… Dünden bugüne eğitim sisteminde ne gibi bir değişim görüyorsun? -Çok çok gerileme görüyorum. Deyim yerindeyse eğitim bugün ölmüş ağlayanı yoktur. Her alanı büyük sorunlarla boğuşmaktadır. Açın gazeteleri her gün okullarımız ile ilgili bir olumsuz bir haber yayınlanmaktadır. Buna karşın ne öğretmen

yetiştirme alanında ne de eğitim sistemi hakkında iyileştirmeye yönelik bir adım atılmaktadır… Devletin eğitime bakışını nasıl değerlendiriyorsun? -Keşke öyle bir bakışları olsa, bu konuya kafa yorsalar. O kadar ihtiyaç olduğu halde okullara ve öğretmenlere katkı yapılabilse… MEB’in tarikatları eğitime açmasını nasıl değerlendiriyorsun? -Üzüntü duyuyorum. Okullar, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır ve duvarlarında devletin resmi okulları olduğu tabelası vardır. Milli Eğitim Bakanlığı bu görevini ihmal edilemez!.. Bu görevini hiçbir kuruma ve zümreye kısmen de olsa devredemez. Türkiye; çok kısa bir süre önce FETÖ belasıyla karşılaştı. FETÖ’nün ilk saldırdığı alan okullardı. Okulları ele geçirmeye çalıştı bunu yapamayınca dershaneler, yurtlar ve özel okullar açarak milli eğitime ortak olmak istedi. Soruları çaldı, okullarında okuyan militanlarına sızdırdı. Türkiye böyle böyle büyüyen bir tehlikeyi yeni atlatmışken, yeni tehlikelere yelken açmak neden diye sormak gerekiyor!

23


2020 / Sayı 4

24

Türkiye’de aslında kim, nereli? Ercan Yavuz / Ankara

Haber Yazısı

N

üfus büyüklüğü açısından 66’ncı sırada bulunan Yalova, bu ilde doğan kişi sayısı bakımından en son sırada yer alıyor » Türkiye’nin en az nüfusa sahip son 10 ilinin tamamında doğan kişi sayısı, bu illerin nüfusundan fazla » Bu illerin çoğunun mevcut nüfusu bu illerde doğanların yarısından az, ardahan’ın mevcut nüfusun bu ilde doğanlara oranı sadece yüzde 27 » Türkiye’nin ilk 3 büyük ili bu kentlerde doğanlar açısından da aynı sıraları işgal etse de örneğin ilde doğan kişi sayısı açısından Şanlıurfa 4’üncü sırada bulunmasına rağmen mevcut nüfusu ile 8’inci sırada kalıyor » En kalabalık 10 il nüfusu içindeki illerden sadece Konya

ve Şanlıurfa bu ilde doğanlardan daha az nüfusa sahip Türkiye’deki hızlı göç hareketleri şehir nüfuslarında dramatik değişikliklere neden olurken, insanlar doğdukları yerden ziyade hayatını daha kolay kazanabilecekleri, iş imkanı olduğunu düşündükleri, daha rahat yaşayabilecekleri şehirlere akın ediyor. Peki Türkiye’de illerin bir nüfus sıralaması var, ancak insanların doğdukları illere göre nüfuslarına bakıldığında nasıl bir tablo ortaya çıkıyor? Bir diğer deyişle Türkiye’de aslında kim, nereli? Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) illere göre doğum sayıları ile illerin mevcut nüfusları dikkate alınarak yapılan hesaplamaya göre, Türkiye’nin doğum yerine göre en az nüfusa sahip ili Yalova.

9 Mart 2020

Doğum yerine göre 116 bin 775 Yalova doğumlu vatandaşla son sırada yer alan bu il, aldığı göç ile birlikte şu anda 262 bin 234 kişilik nüfusa sahip ve bu nüfusu ile 66’ncı sırada bulunuyor. NÜFUSU İLLERİN DURUMU Bir başka ilginç nokta da doğum yerine göre nüfusun, Türkiye’nin en az nüfusuna sahip illerin neden bu konumda olduklarının da cevabını vermesi. Şu anda en az nüfusa sahip 10 ilin tamamında da doğmuş olan nüfus mevcut nüfusun çok üzerinde. Bu illerde doğanlara oranla şu anda yaşayanların oranı genelde yarının altında kalırken, bu rakam Ardahan’da dibe vurmuş durumda. Ardahan’da yaşayan sayısı burada doğanların sadece yüzde 27’sinde kalıyor. Başka bir deyişle burada


2020 / Sayı 4

doğanlar, yaşayanların yaklaşık 3.5 katına ulaşıyor. En az nüfusun yaşadığı Bayburt’un bu ilde doğanlara nispetle ağırladığı nüfus yüzde 41’de kalıyor. Bugünkü nüfusu 82 bin olan Bayburt’ta bu il doğumlu olanların sayısı 200 bine yaklaşıyor. Şu anda 88 bin nüfusun bulunduğu Tunceli’de doğanların sayısı da 210 bin kişi civarında. REVAÇTA OLAN İLLER Tahmin edilebileceği gibi şu anda en fazla nüfusu ağırlayan illerde ilk 3 sıra doğanların sayısı açısından da eşit. Ancak 8 milyon 190 bin İstanbul doğumlu kişiye karşı bu ilin nüfusu 15 milyon 67 bine ulaşıyor. Aynı şekilde 3 milyon 597 bin Ankara doğumlu vatandaş olsa da il nüfusu 5 milyon 503 bine çıkmış durumda. 2 milyon 713 bin İzmir doğumlu kişiye karşılık da 4 milyon 320 bin kişilik nüfus

bu ilimizde yaşıyor. Şu anda en kalabalık 10 içinde Konya ve Şanlıurfa dışındaki diğer illerin tamamı kendinde doğanların üzerinde insana ev sahipliği yapıyor. İlde doğan kişi açısından 4’üncü sırada yer alan Şanlıurfa bu ilde yaşayan mevcut nüfusu ile 8’inci sırada. Şanlıurfa’da 2 milyon 354 bin kişi doğmuş, ancak şu anda yaşana sayısı 2 milyon 35 bin kişi. Yine Konyalı 2 milyon 273 bin kişi olmasına rağmen, ilin mevcut nüfusu 2 milyon 205 bin kişi ve 5’inci olmak yerine 7’nci sırada kalıyor. İlk 10’daki illerden Bursa doğum sırasına göre 8’inci sırada kalacakken 4’üncü sırayı, 15’inci olması gereken Antalya da 5’inci sırada yer alıyor. AŞIRI GÖÇ VEREN SİVAS VE ÇORUM Doğum yeri ve mevcut nüfus açısından birçok ilde farklılık

olduğu görülüyor. Nitekim doğum yeri açısından 19’uncu sırada olan Sivas’ın mevcut sıralamadaki yeri 32’incilik, 28’inci sırada olan Çorum’un 41’incilik, 7’nci sırada olması gereken Diyarbakır’ın 12’ncilik, 13’üncü olması gereken Erzurum’un ise 30’unculukta olduğu gözleniyor. Tabi bu rakamların bir başka anlamı da siyaset açısından… Zira bir ile ilişkin yapılan uygulamalar, alınan kararlar sadece orada yaşayanları, değil oralı olanları da yakından ilgilendirdiğinden farklı yansımalara neden olabiliyor. Siyasetçiler ve Türkiye’yi yönetenler açısından politika oluşumunda bunlar da dikkate alınıyor. Türkiye’de bazı illerde, doğan nüfus ile mevcut nüfusa göre sıralamalar da şöyle:

25


2020 / Sayı 4

26

Zamansız sanat sedefkârının genç ustası Dilek Atlı / Bursa

Haber Yazısı

T

ürkiye’nin en genç sedefkâr ustası olmayı başaran, Türkiye Kültür Bakanlığı’nın belgeli sanatkârlardan biri olan Sedefkâr Mümin Orhan, 22 yaşında aldığı “ustalık” unvanını 10 yılı aşkın süredir Bursa Fidan Han’daki atölyesinde yaptığı çalışmalar ve hazırladığı özel koleksiyonlarla sürdürüyor Sedef ustaları için Osmanlı’da bir tabir vardır: Caminin minaresinden hanımefendilerin takunyasına kadar her sedefkâr sanatını işler. Teknoloji ve elektronik çağının gerisinde kalan -zamansız bir sanat olan sedefkârıyı halen hayatın her alanındaki eşyalara işleyen ustalardan biri de 32 yaşındaki

sedefkâr Mümin Orhan. Orhan, henüz 16 yaşında başladığı ve 22 yaşında ustalık makamına ulaştığı sedefkârı sanatını bugün Ankara ve İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin pek çok iline yaptığı eserlerle ulaştırıyor. Kültür Bakanlığı’nın hediyelik eşya mağazalarına ürünler hazırlayan Orhan, “zamansız” olarak nitelendirdiği sanatını meslek haline dönüştürerek modern hayata aktarıyor. Çocuk yaşta babasıyla birlikte gezdiği müzelerde, gördüğü tarihi eşyaların etkileyici incelikteki detaylarına duyduğu hayranlıkla antikaya ilgi gösterdiğini anlatan Orhan, bu zarif ve değerli eşyaların nasıl yapıldıkları

16 Mart 2020

ve nasıl tamir edildiklerini merak etmeye başladığını söylüyor. Antika mobilyalar, ok, yay, kılıç, tarihi kapılar ve kutular gibi pek çok eşyanın el işçiliğiyle nasıl üretildiğine dair duyduğu derin merakını daha fazla bastıramayınca küçük yaşta kendini ustaların arasında buluyor… “NEY YAPIMI İLK HEVESİM” Ortaokul yıllarında ney üflemeye başladığına değinen Orhan, doğal malzemeler ile yapılan bu çalgıyla olan ilişkisini şu sözlerle açıklıyor: “Ney, ilgimi çekiyordu, çünkü bir müzik aletini önce elinde yapıp sonra üflemek çok ustaca geliyordu. Açıkçası, ailemde


2020 / Sayı 4

müzisyen yoktu ve ben buna rağmen ney yapımı ve ney üflemesi için dersler almaya karar verdim. Ney yapımı, benim ilk hevesim oldu. Bu kararımda o yılların televizyon programlarında yer alan Türk çalgıları ve Türk Musiki eserlerinin çok payı var diyebilirim aslında. Bana göre insanın içten gelen bir duygusu var ve bu duygunun gösterdiği yolda insan yaşamını devam ettiriyor. Benim içimdeki ses de beni bu yola çağırdı ve ben o çağrının sesine kulak verdim, yolumda yürüdüm, yürümeye de halen devam ediyorum.” Ney yapım ustası Selahattin Gürzel ile ney üfleme sanatında neyzen Özer Yavaş’tan uzun yıllar boyunca dersler alan Orhan, neyzen Ahmet Argun Aktuğ’dan da ney üfleme ve musiki dersleri alma fırsatı yakaladığı için kendini şanslı görüyor. Sonraki yıllarda ney gibi hassas bir çalgı aletinin nasıl üretebileceğinin yanı sıra nasıl süsleyebileceği hakkında da düşünmeye başlayan Orhan’ın yolu ünlü sedefkâr Zafer Karazeybek ile çakışıyor. Orhan, bu döneme ilişkin şunları söylüyor: “Ustamla tanışıp onun yanına çırak olma şansı kazanınca neyzenlik biraz daha geri planda kaldı ve ben sedef işçiliğine yöneldim. Çünkü sedef beni adeta büyülemişti. Sedefin renk tonları, çocukluğumda gezdiğim müzelerden aklımda kalan işçiliğin güzelliği beni bir amaca yöneltti. Henüz 16 yaşındaydım ve sedefkâr olmak üzere kolları sıvadım. Ne istediğimi çok iyi biliyordum. Sedefi hayatın her köşesinde kullanmak, her yere işlemek istiyordum.” Sedefkârı sanatının çırakların ustalarından aldığı icazetle gelecek nesillere taşındığını ifade eden Orhan, Sedefkâr Zafer Karazeybek’in yanında 7 yıla yakın bir süre çırak olarak hizmet ettiğini ve icazet aldığını belirterek “Türkiye’de ustasının yanında en uzun süre kalan sanatçı benim. Böylece en genç sedefkârı ustası da ben olmuştum. Bugün 32 yaşındayım ve halen en genç ustalardan biriyim” dedi. TARİHİ HANLAR BÖLGESİNDE İcazet aldıktan sonra Bursa’nın merkez ilçesi Osmangazi’nin tarihi mekânlarından biri

olan Fidan Han’da atölye açan Orhan, yaklaşık 10 yıldır yerli ve yabancı ziyaretçilere sedef işçiliği hakkında bilgi veriyor ve sedef işi süslemeler yapıyor. Orhan, Fidan Han’ın zamana meydan okuyan ruhunun kendini beslediğinin altını çizerek “Mesleğe dönüştürdüğüm sanatımı evimde ya da başka bir atölyede de yapabilirim, hatta daha rahat edebilirim. Ama Bursa’nın Hanlar Bölgesi’nin ilham veren bir ruhu var. Buradaki atölyemde aldığım ilhamla eserlerimi üretmeye ve zaman zaman ney üflemeye devam ediyorum” diye konuşuyor. Ustası Karazeybek’in işçiliğinin kuyumculuktan gelen bir üslup olduğunu bildiren Orhan, sedefkârlığın ana temelinin kuyumculuk olduğunu vurguluyor. Kuyumculukla birlikte gelişen mesleğe altının yanı sıra gümüş ve ağaç türevlerinin de eklendiğini kaydeden Orhan, tezhip ve hat bilmenin bu tür sanatlara olan etkisine dikkati çekti. Tüm bunların bir bütüne ulaşmadaki önemine işaret eden sedef ustası, gelenekseli günümüze uyguladıklarını belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bugün, yapımı 4 ila 5 yıl süren sedef süslü bir cami kapısı yapamıyoruz. Ama farklı boylarda kutular, çeşit çeşit takılar yapıyoruz. Sadece bununla da sınırlı kalmıyoruz. Kol saatinden sandıklara, dolma kalemlerden aydınlatma objelerine, kol düğmesinden ayakkabı bağcığına kadar aklınıza gelebilecek her üründe sedefi kullanabiliyoruz.” Sedef süslemesinin yanına doğal malzemeler ekleyip sanat alanını genişleten Orhan, kaplumbağa kabuğundan manda boynuzuna, kemikten Padu, Avonoz ve Yılan Ağacı gibi ağaç türevlerine kadar pek çok malzeme kullandığını anlattı. İstenirse bu malzemelerin bir taş ya da bir yaprak da olabileceğini belirten Orhan, sözlerine şöyle devam etti: “21 yüzyılın hız ve elektronik çağında doğal malzemelerle uğraşmak, zaman mefhumunu ortadan kaldırıyor. ‘Zamansızlık duygusu’, bu hız çağının koşuşturması içinde doğrusu iyi hissettiriyor. Böylece hangi yüzyılda olduğumuzu unutup atölyemizde işimizi yapıyoruz. Bu, çağımızda ustalık

ve el emeği isteyen sanatlarla uğraşmanın anlamsız olduğu inancını ortadan kaldıran iyi bir detay doğrusu. Örneğin Osmanlı’da sedef yüzük yoktu, ama şu an üretiliyor. Ya da bugün kullandığımız dolma kalemleri sedef ile süslüyorum. Zamana hapsolmuş bir iş olmadığı için elimize her dönemden iş geliyor yani. Diğer taraftan da bir doktorun, bir mühendisin, hatta bir cumhurbaşkanının bile dokunamayacağı eşyaya ben dokunabiliyorum. Çünkü restorasyon yapıyorum. Müzede duran, yüzyıllar öncesine ait bir kılıca bu sayede dokunabiliyorum. Bu, bana çok özel bir his veriyor.” SEDEF İŞİ DOLMA KALEMLER Türkiye ve dünyada, dolma kaleme sedef kakma işi yapan ilk kişi olduğunu, sedef kakmalı dolma kalem koleksiyonu hazırlığı yaptığını bildiren Orhan, Kültür Bakanlığı’nın hediyelik eşya mağazalarına da ürünler hazırlıyor. Orhan, insanların mutlaka sanatla uğraşması gerektiğini belirterek ekranlara bakarak zaman geçirmek yerine üretimde yapmalarını öneriyor. Türkiye’de bir elin parmakları kadar az sayıda sedef ustası olduğunun altını çizen Orhan, “Ülke genelinde çıraklarla birlikte 30 kişiyi bulamayacak kadar sayımız düşük ne yazık ki. Genç yaşta yetiştirdiğim benden küçük ve büyük ustalar var. Onlar da kendi atölyelerini kurdular ve çalışıyorlar. Şu anda yanıma zaman zaman gelip giden sedefe meraklı çıraklar var ama benimle birlikte tüm gün atölyede özveriyle bu sanat için emek veren bir çırağım yok” ifadelerini kullanıyor. Orhan, sözlerini şöyle bitiriyor: “Ustaların merak ve edep sahibi tüm çıraklara kapısı her zaman açıktır. Bu ve bunun gibi sanatlar, ustalardan öğrenilir. O sanata tutkun ve ustasına da saygının olması gerekir. Elbette özveri ve sabır da olmalı. Çırak olarak yaklaşık 7 yıl boyunca ben de gayret gösterdim. Bugün usta olarak sanatımı icra ediyorum. El sanatlarına ilgisi olan, bu ilgiyi mesleğe ve bir yaşam şekline dönüştürmek isteyen herkese bunu öneriyorum. Kapımız, sanat tutkunlarına her zaman açık.”

27


2020 / Sayı 4

28

Gastronomi şehri yöresel lezzetlerine tescil bekliyor Halit Demir / Hatay

Haber Yazısı

K

ünefesinden kabak tatlısına, kâğıt kebabından bin bir çeşit kahvaltı ile mezeye kadar çok geniş gastronomi yelpazesine sahip Hatay, elinde bulundurduğu lezzetleri tescilleyip dünya mutfaklarında söz sahibi olma amacında Binlerce yıldır sayısız medeniyete ev sahipliği yapan, Osmanlı, Fransız ve Arap mutfağının lezzetlerini bünyesinde harmanlayan, her damağa hitap eden farklı lezzetleriyle gastronomi şehri olan Hatay, yöresel lezzetlerini kayıt altına almak istiyor. Eşsiz tatlarında her medeniyetin izini taşıyan gastronomi şehri,

kültürel ve mutfak zenginliklerini ulusal ve uluslararası arenaya taşımayı hedefliyor. Osmanlı mutfağının en önemli tatlıları arasında yer alan ve dünyanın ilk peynir tatlısı olarak bilinen künefesini tescil eden Hatay, Sürk Cara peyniri; tuzlu yoğurt, kabak tatlısı, tepsi kebabını da kayıt altına alıp tescil etmek istiyor. Hatay mutfağını yetkili ve ilgililerle konuştuk. Geleneksel Ürünler ve Coğrafi İşaretler Derneği (GÜCİSDER) gönüllü üyesi de olan Mustafa Kemal Üniversitesi (MKÜ) Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yahya Kemal Avşar, coğrafi işaretlerle ilgili yaptığı çalışmada, Hatay’daki yöresel ürünleri

17 Mart 2020

Fransa, İspanya ve İtalya’daki toplantılara götürerek tanıttığını anlattı. Avşar, şunları aktardı: “Kente özgü karakteristik süt ürünleri bulunuyor. Bunların en başında tuzlu yoğurt, Sürk ve Cara peyniri yer alıyor. Çökeleğin içerisine konulan baharatların karışımıyla elde edilen Sürk, yağsızdır ve baharat içerdiği için aromatiktir. Sürk her öğünde yenilebiliyor. Bu ürünün şekli, lezzeti ve bileşimi farklı. Sürk, tam bir coğrafi işarete konu olacak bir ürün. Hatay’da dikkati çeken diğer bir yöresel ürün ise tuzlu yoğurt. Tuzlu yoğurdun da pişirmeden dolayı kendisine ait tütsü aroması var. Keçi sütünden yapılır ve kıvamı macun gibidir. Bilindiği üzere keçi sütü ve keçi


2020 / Sayı 4

sütü ürünlerinden olan talep artmış durumda. Çünkü süt alerjisi daha az görülüyor. Daha aromatik ve sindirimi daha kolay.” Hatay’ı coğrafi işaret anlamında zengin bir olduğuna dikkati çeken Avşar, “Coğrafi işaret anlamında Hatay, çok avantajlı bir yer. Sayısız ürün çeşidi bulunuyor ve bunların tescilinin yapılarak katma değer kazandırılması gerekiyor” dedi. Kentteki peynirlere tescil alınarak üretim kalitesinin standart hale getirilmesi gerektiğini vurgulayan Avşar, farklı üretim tiplerinin ürünlerin kalitesine zarar verdiği uyarısında bulundu. Bilimsel olarak Hatay’ın yöresel süt ürünlerinin kimyasal ve aromatik özelliklerini saptamak ve bunların ilerde coğrafi işaretlemede kullanılabilecek şekilde belirlemek üzere uzun yıllar çalıştığına değinen Avşar, “2020 başı itibariyle Türk Patent Enstitüsü’nde 469 ürünün coğrafi işaretli olarak tescil edildiği görülüyor. Ancak, Hatay’ın Antakya Künefesi, Antakya Küflü Sürkü, Antakya Sürkü, Dörtyol mandarini, Hatay’ın 5, Osmaniye’nin 1; Kahramanmaraş’ın ise 12 olmak üzere Maraş Burma TR63 Bölgesi’nde 15 coğrafi işaret bulunmaktadır” diye konuştu. COĞRAFİ İŞARETLER SINIFLANDIRILIRKEN NELER DİKKATE ALINIR? Coğrafi işaretlerin “menşe” veya “mahreç” olarak sınıflandırıldığını belirten Avşar, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu ikisi arasındaki fark kısaca, menşe uygulamasında ürünün tüm ayırt edici özelliklerinin bir yörenin doğa ve beşeri unsurlarından kaynaklanması ve üretimi ve işlenmesinin tümüyle sınırları belirlenmiş bir yöre içinde yapılan bir ürün olması gerekir iken (Aydın İnciri gibi), mahreç uygulamasında ürünün üretimi, işlenmesi ve diğer işlemlerinden en az birinin belirlenmiş yöre, alan veya bölge sınırlarında yapılıyor olması gerekmektedir (örneğin, Adana Kebap). Ancak ülkemizde yöresel yemeklere de mahreç kapsamında tescil için başvurulmakta olması coğrafi işaretler ile tam bağdaşmayan bir durumdur. Bu nedenle, yemekler için ayrı bir

düzenlemeye ihtiyaç vardır. Aksi taktirde coğrafi işaretlemenin özündeki faydanın yitirilmesi riski bulunmaktadır.” Bir ürünün coğrafi işaretler bakımından tescil edilmesi, o ürünü yöresel ve geleneksel özelliklerinin ve üretiminin kontrol ve denetim altında olduğunun bir göstergesi olduğunu vurgulayan Avşar, şöyle devam etti: “Coğrafi işaretli bir ürün üzerinden markalaşmaya gitmek, firmalar için pazarda daha kolay bir şekilde yer almalarını sağlamaktadır. Böylece tüketici, ürün satın alırken benzer ürünler arasında coğrafi işaretli ürünlere yüzde 20-30 oranında daha fazla ödeme yapmaya razı olmakta. Ayrıca çoğunlukla menşe ürünlerde olduğu gibi ürüne olan talebin tek bir yöre, alan ve bölge tarafından karşılanmasını gerektirdiğinden, coğrafi işaretleme yöresel kalkınmanın bir anahtarları olarak görülmektedir. Kırsal kalkınmanın sağlanması durumunda ülkemizdeki göç olayının durması ve hatta tersine dönmesi, göç nedeni ile oluşan çarpık ve aşırı kentleşme, işsiz ve benzeri birçok sosyoekonomik problemin yarattığı sorunların etkisinin azalması mümkün görülmektedir.” Antakya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Başkanı Hikmet Çinçin ise Türk Patent Enstitüsü’nden Antakya Künefesi’nin coğrafi işaret tescil belgesini aldıklarını, Hatay’ın marka olmuş yöresel tatlarından olan Sürk ve Künefe peynirinin de coğrafi işaret tescil belgesinin alınması için müracaatta bulunacaklarını belirtti. Künefenin ulusal marketlerde satışının yapılmaya başlandığına işaret eden Çinçin, şunları söyledi: “Tarihten gelen değerlerimizi, geleneklerimizin tescili sadece Türkiye içinde değil, uluslararası sahada da gerekli. Buradan çıkarak ilk biz künefeyi tescil ettirebildik, coğrafi işaretlemesini aldık. Şimdi künefenin uluslararası işareti için uğraşıyoruz. Zaman zaman sosyal medyada, basında çok yapıcı eleştiriler de oluyor. Diyorlar ki, Antakya Ticaret Odası künefe, künefe, künefe. Evet, künefe çünkü nasıl baklava Antep için bir ekonomiyse, Antakya peynirli künefesi de Hatay için

değer ve önem. Ne oldu mesela geçen sene bizim tespitlerimize göre 20 milyon porsiyon künefe satılmış. Yani en azından şu an 5-6 firmamız soğuk zincir kurmuş durumda, ulusal marketlere girmiş durumda. Ve birçok yerde künefeyi alabilecek durumdasınız Türkiye’nin birçok coğrafyasında. Bu önemli bir kazançtır.” Coğrafi işaretlemelere bakıldığı zaman dünyada 200 milyar Dolarlık bir cironun olduğunu vurgulayan Çinçin, şu değerlendirmede bulundu: “Fransa’nın Rokfork kasabası Rokfork peyniri ile anılıyor. Yanılmıyorsam 70-80 bin nüfuslu bir kasabadır. Cirosu 2 milyar Euro. Dolayısıyla 2 tane şey var önümüzde. Bilim, sanayi, teknoloji. Bir de alım gücüne sahip insanların özellikle ilgi alanı yerel tatlar, yöresel kıyafetler, organik besinler, yüzde yüz pamukla üretilen giysiler gibi. Bu değerler ön plana çıkıyor şimdi. Biz kabaca bir inceleme yaptık, yetmişe yakın coğrafi tescil almamız gereken ürün var. Künefeden sonra tuzlu yoğurt. Daha gideceğimiz çok yol var. Bugün künefelik peynirin tescili gerekir. Ve biz tek başımıza Hatay’ın tüm ürünleriyle baş edecek pozisyonda değiliz.”

Anadolu’da açılan aynı tip fakülte bölümlerinde hiç öğretim üyesi olmayan ama öğrenci alan onlarca bölüm var.

Tarihi Uzun Çarşı’da 38 yıldan beri künefe teli imalathanesi işleten 53 yaşındaki Mehmet Mansuroğlu, künefenin tescil edilmesiyle tanınırlığının arttığını dile getirdi. Yıllardan beri künefe teli imal ettiğini belirten Mansuroğlu, sözlerine şöyle devam etti: “Hatay denilince akla ilk başta künefe gelir. Bunun nedeni, kendine has peynirden

29


2020 / Sayı 4

30

yapılarak tescil almış bir olmasıdır. Yerli ve yabancı turistler Hatay’a geldiğinde ilk olarak künefe yer. Çünkü damak tadı olarak bu kent binlerce yıldır sayısız medeniyete ev sahipliği yapması dolayısıyla Osmanlı, Fransız ve Arap mutfağının da lezzetlerini bünyesinde barındırıyor. Daha önce künefe tellerini küçük fanuslarda küçük bakır tepsilere dökerdik. Şimdi talepler arttığı için hem bakır tepsinin büyüklüğü hem de hamur koyduğumuz bakır kabın büyüklüğü arttı. Tescil olan künefemizin ardından satışlarımızda da bir hareketlilik meydana geldi. Fakat bu kentin tescil alması gereken birçok ürünü bulunuyor. Diğer ürünlerimiz de tescil alırsa maddi olarak büyük avantaj sağlarız. Çünkü taş kadayıfı, kabak tatlısı, künefe peyniri, kentle bütünleşmiş tepsi kebabı gibi birçok ürünümüz tescil bekliyor.” KENTE ÖZGÜ, CARA PEYNİRİ Tarihi Uzun Çarşı esnaflarından Mehmet Ethem Selçuk, baba mesleği olarak başladığı peynircilik işine 50 yıldır devam ettiğine değinerek şunları söyledi: “İşletmemiz, 70 yıldır hizmet veriyor. Cara peyniri, Sürk, tuzlu yoğurt gibi yöresel ürünleri yaparak satıyoruz.

Bölgenin damak tatları olan bu ürünlerin tescillenmesini istiyoruz. Kentimize özgü olan Cara peynirini yaparken taze peyniri hafiften tuzlayarak kurumaya bırakıyoruz. Taze çökeleğin içerisine birazcık çörekotu katarak ve tuzlayarak baskıya alırız. Buradaki amacımız, testiye basılacak peynir ve çökeleğin suyunun tamamen kurumasıdır. Testinin içerisine bir kat peynir daha sonra hava boşluğunun kalmaması için çökelek koyuyoruz ve iyice bastırıyoruz. Sıralamaya bu şekilde devam ediyoruz ve 3-4 gün testiyi oturtarak bekletiyoruz. Daha sonrasında 3-4 gün de ters çevrilerek suyunun iyice alınmasını sağlıyoruz. Tabii bu işlemler yapılırken testinin ağız kısmına beyaz örtü, tülbent dediğimiz ince örtüyle kapatıyoruz. Suyunun tamamen çıktığından emin olduktan sonra da bir miktar tuz, odun külü, biraz zeytinyağı ve su bir kapta karıştırıp bir harç hazırlıyoruz. Testinin ağzını bu karışımla sıvayarak iyice kapatıyoruz. Harç kuruduktan sonra testiyi toprak altına ters şekilde gömüyoruz. Ortalama 6 ay kadar toprak altında kalmasını sağlıyoruz. Bu lezzete Hatay’dan başta olmak üzere Türkiye genelinden de talep yoğun. Bu lezzetlerin tescillenmesi için

yetkili kurumlardan destek bekliyoruz. Damak tatları zaman içerisinde değişiyor, insanlar da bu lezzetlerden uzak kalıyor. Bu lezzetleri korumak adına yöresel ürünlerimizin tescillenmesini sağlamalıyız ve bu lezzetlerin kaybolmaması adına gerekli çalışmaları yapmalıyız.” TAŞ KADAYIFI VE KÜNEFE Uzun Çarşı esnaflarından Göksel Künefeci, yaptığı açıklamada, künefenin tescilinin ardından taş kadayıfının da tescil edilmesi gerektiğini söyledi. Künefeci, kente özgün birçok ürünün tescil edilmesi için birçok kez başvuru yapıldığını fakat

Damak tadı olarak bu kent binlerce yıldır sayısız medeniyete ev sahipliği yapması dolayısıyla Osmanlı, Fransız ve Arap mutfağının da lezzetlerini bünyesinde barındırıyor.


2020 / Sayı 4

netice alınmadığını vurgulayan sözlerini şöyle tamamladı: “Künefeci olduğumuzdan dolayı Soyadı Kanunu’nun gelmesiyle dedelerimiz soyadımızı Künefeci yapmış. Künefenin yanı sıra kentimize özgü ve sofraların başucundan eksik olmayan taş kadayıfının tescillenmesini isteriz. Genel itibariyle bu tatlımız kışın tüketilen bir tatlıdır. Fakat Taş Kadayıfı, hemen tüketilmesi gereken bir ürün olduğu için şehir dışına çıkarılması çok uygun değildir. Taş Kadayıfı, genel itibariyle içerisine ceviz içi ve yeni doğum yapan hayvanların sütünden yapılan ağız veya kaymak konularak yapılan Hatay’a özgü bir tatlımızdır. Künefe gibi kente özgü olan bu tatlımızın tescil alması için çalışmalarımız devam ediyor. Hatay denilince ilk olarak künefe akla geliyorsa, ikinci olarak da taş kadayıfı gelmesini istiyoruz.” KABAK TATLISI Yağsız ve hamursuz özelliğiyle diğer tatlılardan ayrılan Hatay’ın yöresel “kabak tatlısı” tescil bekleyen diğer lezzetler arasında. Lezzeti ustasının marifetiyle şekillenen, üzerindeki tahin, muz ve ceviz ile damakları şenlendiren Hatay’ın yöresel “kabak tatlısı”, yağsız ve hamursuz özelliğiyle kentin hafif tatlıları arasında yerini alıyor. Tatlı, damakların yanı sıra altın sarısı rengiyle de gözlere hitap ediyor. İsteğe göre üzeri tahin, muz ve cevizle

süslenen, yağsız ve hamursuz özelliğiyle diğer tatlılardan ayrılan kabak tatlısı da diğer yöresel ürünler gibi tezgâhlardaki yerini tescillenerek almak istiyor. Yıllardan beri Hatay’da kabak tatlısı yapan Mehmet Arslan, konuya ilişkin şu değerlendirmede bulunuyor: “Mevsiminde toplanan kış kabaklarının sabahın erken saatinde yıkanıp soyulmasıyla başlayan kabak tatlısının lezzet yolculuğu, ürünlerin kireç suyunda sertleşmesini beklemekle devam ediyor. Sertleşen kabaklar, daha sonra büyük kazanlarda özenle yıkanarak pişirme kaplarına diziliyor. Şeker ilavesi yapılan sarı renkteki kabaklar, kaynatılarak dışı hafif gevrek, içi yumuşak kıvama getiriliyor. Kabak tatlısının diğer tatlılar gibi sabit bir tarifi yok. Lezzeti tamamen ustasının marifetli ellerinde gizli. Usta,

Gastronomi kenti Hatay, adını yapılışından alan ve genelde yöre halkı tarafından Arapça olarak ‘Lahm-ı Sini’ olarak adlandırılan meşhur tepsi kebabıyla ön plana çıkıyor.

kabağına bakarak lezzetini, şeker ve bekleme süresini ayarlar. Kabak tatlısı, diğer tatlılara nazaran yağsız ve hamursuz olduğu çok hafif bir tatlı. Kabak tatlısını halkımıza tescil ettirdik. Bunu Türkiye ve bütün dünyaya tescil etmek istiyoruz. Bu konuda çalışmaların yapılmasını istiyoruz.” TEPSİYE ET (TEPSİ KEBABI) Hatay’da tepsi kebabı ustalarında İhsan İlkay Nar, tepsi kebabını dağlardan yetiştirdiği baharatlarla lezzetlendirdiğini söyledi. Hatay’ın zengin mutfak birikimine sahip olduğunu ve bu zenginliklerin tescil edilmesi gerektiğini vurgulayan Nar, şunları söyledi: “Etin zırh bıçak yardımıyla kıyılmasının ardından odun ateşinde pişirilerek servis edilen tepsi kebabı, Hatay’ın en önemli yöresel lezzetleri arasında bulunuyor. Gastronomi kenti Hatay, adını yapılışından alan ve genelde yöre halkı tarafından Arapça olarak ‘Lahm-ı Sini’ olarak adlandırılan meşhur tepsi kebabıyla ön plana çıkıyor. Hemen hemen her köşe başındaki kasaplarda marifetli ustalarca zırh bıçak yardımıyla hazırlanan tepsi kebabının baharatlarla lezzetine lezzet katılıyor. Biz bu lezzetlerin tescil edilerek kentimize ait olduğunu tüm dünyaya duyurmak istiyoruz. Yetkililer bu konu hakkında bir çalışma yapmasını istiyoruz.”

31


2020 / Sayı 4

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

32

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz


Articles inside

Gastronomi şehri yöresel lezzetlerine tescil bekliyor

9min
pages 28-32

Zamansız sanat sedefkârının genç ustası

5min
pages 26-27

Hasankeyf’in “lal” çığlığı

6min
pages 17-19

Feminist Yazar Gürcü: “Aramızda Kalmasın” kitabım kolektif bir çağrı

7min
pages 10-12

Türkiye’de aslında kim, nereli?

3min
pages 24-25

Bir Anadolu efsanesidir Köy Enstitüleri

9min
pages 20-23

Olimpiyata Yelken Açtı

3min
pages 8-9

TESK Başkanı Palandöken: Esnafın sorunu çok

2min
pages 15-16

Bir ayaklanmanın anatomisi

4min
pages 6-7

Hedefi Dünya Şampiyonluğu

3min
pages 13-14
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.