9. Köy - 2020 - 3. Sayı

Page 1

2020 / Sayı 3

1


2020 / Sayı 3

Gazeteciler Cemiyeti Kurulu Gazeteciler CemiyetiYönetim Yönetim Kurulu Başkan Nazmi Bilgin Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.

Başkan Vekili Savaş Kıratlı Başkan Yardımcıları Ertürk Yöndem Ayhan Aydemir Yusuf Kanlı Genel Sekreter Ümit Gürtuna

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9. Köy’de paylaşıyor.

Mali Sekreter Mustafa Yoldaş Üyeler Güray Soysal, Ali Şimşek Ali Oruç, Önder Yılmaz Önder Sürenkök, Olgunay Köse Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

2

Başkan Nazmi Bilgin

9.Köy

Akademisyen Üye Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Çalışma Grubu Koordinatörü Yusuf Kanlı

Hukukçu Üye Tuncay Alemdaroğlu

Editör Göksel Bozkurt

STK Üyesi Sefa Özdemir

Grafik Tasarım Arife Acıyan

Kıdemli Gazeteci Üyeler Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

Araştırmacı Deniz Savaş

M4D Proje Ekibi

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi Telefon: +90 312 468 12 09 Mobil: +90 533 045 08 67 Faks: +90 312 426 06 36 E-Posta info@gazetecilercemiyeti.org.tr info@media4democracy.org Web Adresi www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.media4democracy.org Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.) No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü Yusuf Kanlı Proje Direktör Yardımcısı Seva Ülman Erten Proje Sorumlusu Igor Chelov Finans Müdürü Kağan Kıraç Muhasebeci Feridun Doğan

Bilişim Tekn. Uzm. Arife Acıyan Veri Uzmanı Umut Irmaksever Görsel- İşitsel Tek. Uzm. Alican Sağın Basın Evi Ofis Sekreteri Sibel Güven

Destek Prog. Uzm. Merve Kambur

Çevirmen Ozan Acar

Politika Uzmanı Özgür Fırat Yumuşak

Araştırmacılar Deniz Savaş Deniz Rende Ebru Önal

Editör Göksel Bozkurt


2020 / Sayı 3

Gazeteciler Cemiyeti Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu. Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi. Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956 yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957 döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi. Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen, 1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi. Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne atandı. Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres, Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü, yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü. BRT televizyonunun Ankara temsilciliği görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği, Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu üyeliği görevlerini de sürdürüyor. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle, daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu, sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün, Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden birisidir. Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak ettiği yeri aldı.

3


2020 / Sayı 3

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi ve Mart 2022’ye kadar devam edecek. Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının güçlendirilmesidir. Projenin özel hedefleri: Birinci hedef toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum tarafından destek gördüğü ve farkındalığın arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise, Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki gibidir: Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine, AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır. Sivil izleme kapsamında veri toplama ve bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde durum değerlendirme toplantıları yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması, gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal ve uluslararası konularda görüş alışverişinde bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda katkıda bulunacaktır. Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak, medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli ziyaretler yapılacaktır. Uluslararası savunuculuk eylemlerinin yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır. Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup, konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere, akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine, program destek programları faydalanıcılarına açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve açık çağrı yoluyla seçilecektir. Proje kapsamında Türk medyasına uzun vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği Onur Ödülü” verilecektir. Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir ortak çalışma alanı içermektedir. Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir. Medya alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir. Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2020 / Sayı 3

Içindekiler

“Şiddeti İzlerken” TV’de sunulan şiddet içeriklerinin nedenleri ve etkileri

6

Kamu Denetçiliği Kurumu: Adli ve idari uygulamada iyileştirmeler ve kanun değişikliği yapılmalı

10

Ekmeğini “top”tan çıkarıyordu şimdi “hat”tan çıkarıyor

12

Off-roadcular, karın keyfini çıkarıyor

14

Kadın Hakları Mücadelesi ve İstanbul Sözleşmesi

16

Yalnız yaşamayı sevdik…

18

Satıyorum, Satıyorum, Sat…

20

Uluumay Vakfı Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi

22

“Statüsüzlük” ve “geri gönderilme” korkusu, geçişleri arttırdı

26

Kaplancan: Siyasi kaygı gözetmeksizin ‘Deprem Konseyi’ oluşturulmalı!

28

Üniversite eğitimi alarm veriyor…

30

5


2020 / Sayı 3

6

“Şiddeti Izlerken” TV’de sunulan şiddet içeriklerinin nedenleri ve etkileri Dilan Karacan / Istanbul

Haber Yazısı

T

v eleştirmeni Doğan, kanalların şiddetin kuşatması altında olduğuna işaret edip kanal yöneticilerinin “Şiddet reyting aldığı sürece yani para kazandırdığı sürece de gözlerini kırpmadan dozunu artıracaklar” diyor. Psikiyatri Uzmanı Güveli, şiddeti sevimli gösterebilecek her türlü yayının kısıtlanması gerektiğinin altını çizerek “Tabi ki şiddet hayatımızda vardır, insanlar bunu bir şekilde öğrenirler ama özendirecek her türlü süreç yanlış ve hatalıdır” uyarısında bulunuyor. Uzman psikolog Zat ise, şiddet içerikli medya ürününe

maruz kalmanın ardından “dikkat, karar vermek, kendini kontrol etme” duygularının azalabildiğini, duyguları tanıma, hissetme ve yönetme ile ilgili de zayıflıklar görülebildiğini vurguladı Günümüz toplumlarında insani temellerde yaşanan sarsılma, her bireyin bilinçaltına şiddete maruz kalma ve şiddet uygulama ihtimalleri ekiyor. Bu durum artık sosyal yaşamda herkesin cebinde taşıması gereken bir gerçeklik haline geldi. Gerek ekonomik sistem, gerek toplumsal psikoloji ve gerekse kişisel problemler sonucunda biriken öfke, insanlar için kontrolü zor bir hal aldı. Durum

23 Ocak 2020

böyleyken, toplumun bu birikmiş öfkesini yönlendirmek ve örtmek medyanın ana sorumluluklarından bir tanesi olarak addedilebilir. Alışkanlıklarından zor kopabilen bir toplum olarak, televizyona (Tv) hâlâ ilk günkü gibi ilgiyle sarıldığımızı göz önünde bulundurursak televizyonun psikolojik etki açısından ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Peki, televizyonlarda halkın huzuruna sunulan hizmetler, insan psikolojisi açısından ne kadar sağlıklı? Şiddet gibi bir olguyu karalamak, yok etmek ve örtmenin aksine şiddetin insanlar üzerinde yarattığı görsel


2020 / Sayı 3

talepkârlığı, kâr güdümlü projeler ile sömüren bir medya düzeninde toplumun bu yarasının üstüne tuz basıldığını söylemek yanlış olmaz. Şiddet içerikli programların himayesinde seyir zevklerine şiddet bulaşmış her yaştan insan, gün geçtikçe bu olguyla yüz göz olmaktan kaçamaz hale gelir. Tv’de şiddet olduğu gibi sergilenmek ile kalmayıp aynı zamanda özendirilen hallerde de karşımıza çıkmaya başladı. Hiçbir denetleme kurumunun, Tv sahibinin, yapımcının, programcının ve senaristin, insanları şiddete karşı duyarsızlaştıran bu gibi şiddet içerikli yayınların izleyenler üzerindeki etkisini göz önünde bulundurmadığı aşikâr. Peki, televizyonlardaki şiddet içerikli programlar (diziler vs.) izleyenler üzerinde ne gibi psikolojik olumsuzlara yol açabilir? İnsanlar neden bu tarz içeriklere rağbet ediyor? İnsan psikolojisi açısından bu eğilim nasıl değerlendirilebilir? Yukarıdaki soruların izinde televizyonlarda halka sunulan şiddet içerikli yayınların insanlar üzerindeki etkisini, insanların bu programları izlemeyi tercih etmesinin ardında yatan sebepleri ve genel bir bakış açısı ile “Şiddeti” uzmanlara danıştık. Konuyla ilgili uzman psikolog Zeynep Zat’ın, Tv eleştirmeni Oya Doğan ve Psikiyatri Uzmanı Mustafa Güveli’nin yorumlarını aldık. Tv eleştirmeni Oya Doğan, şiddetin neden tercih edildiği ve talep gördüğü ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Televizyon, bir ticarethane. Asıl amacı insanları eğlendirmek ve para kazanmak. Bunun Tv dilindeki karşılığı ise reyting almak. Reytingin ibresi ise siyasetin oltasında takılı duruyor. Çünkü siyaset arenasında yaşananlar toplumun beğenilerini de direkt olarak etkiliyor. Mesela ekonomik olarak alım gücü azaldığında toplumun beğenisi yani televizyon içerikleri komedi ya da masalsı, imkânsız aşklara, zengin-fakir çatışmasına sahip hikâyelere yöneliyor. Ulusal güvenlik tehdit altına girdiğinde ise kahramanlık, derin devlet, asker, polis dizileri ilgi görmeye başlıyor. Ama işin neresinden bakarsanız bakın sabah haberlerinden gündüz

kuşağı kadın programlarına, ana haberlerden dizilere kadar her yer şiddetin kuşatması altında! Peki, şiddet neden kanal yöneticileri tarafından seçiliyor? Çünkü her sektörde olduğu gibi televizyon dünyasında da para konuşuyor. Şiddet reyting aldığı sürece yani para kazandırdığı sürece de gözlerini kırpmadan dozunu artıracaklar. Peki, şiddet neden reyting alıyor? Çünkü şiddet sokakta, çünkü şiddet evde, çünkü şiddet siyasette… Haliyle toplumun aynası televizyonda… Televizyon hayatın içinde olmayan bir şeyi göstermiyor. Mesela kadına şiddet bu ülkede olduğu için neredeyse her dizide kadınlar şiddete maruz kalıyor. İşte asıl sorun burada devreye giriyor. Herkese posta koyan, racon kesen adamlar ya da erkeksileşmiş kadınlarla dolu ekran. Herkes herkesi kıskanıyor, herkes birbirine bağırıyor, hakaret ediyor ve haddini bildiriyor. Bunu sözlü ve fiziksel olarak yaptığında başarılı olamazsa canını alarak yapıyor. Kendisinde birisini öldürme hakkını görüyor. Bu devrin asıl sorunu bu! Herkes kendisinde, başkasına zarar verme hakkı olduğuna inanıyor. Ve karşılığında alkış bekliyor, hayranlar istiyor. Her şey normalleşti. Bence; siyasetin sivri dili, büyük ağabey tavrı ve ‘Herkes bize düşman’ repliği, bugün her sokak başında görülüp duyuluyor. Televizyon da sokağı ekrana taşıyor. Şiddet neden mi reyting yapıyor? Bunun cevabını siyasette aramak lazım. Neden oy getiriyorsa sebebi aynı çıkacaktır.” Psikiyatri Uzmanı Mustafa Güveli, Tv’de yayınlanan şiddet içeriklerinin insanlar üzerinde olumsuz ve tehlikeli etkiler yaratabileceğine dikkat çekerek şunları söylüyor: “İnsan psikolojisi, çevresinde olan olayları örnek alarak kendi tutum ve davranışlarını geliştirir. Çocukluk çağından itibaren kendimize model olarak aldığımız kişi ya da kişilerin yaptıklarını taklit ederiz. Bu yüzden özellikle kişilik özelliklerimizin gelişme ve değişiminin hızlı olduğu dönemlerde çevreden aldığımız uyaranlar bizim davranış kalıplarımızı şekillendirir. Bu da bebeklikten ergenliğe kadar ki dönemde en hızlı şekilde

olur. Bu dönemde gördüğümüz şiddet içerikli sahneler, ilkel benliğimizin ilkel güdülerine hitap ederek onlardan haz alma durumumuz olursa şiddeti bazen bir çözüm üretme bazen de kendimizi tatmin için kullanılacak bir araç haline getirebiliriz. Bu nedenle özellikle gelişim çağındaki çocuklara çizgi filmlerdeki şiddet içerikli sahneler dahil şiddeti sevimli gösterebilecek her türlü yayını kısıtlamalıyız. Tabi ki şiddet hayatımızda vardır, insanlar bunu bir şekilde öğrenirler ama özendirecek her türlü süreç yanlış ve hatalıdır. Her ne kadar şiddet ve onu öven, önceleyen içerikleri yok saysak da insanın ilkel güdülerinden olan şiddete eğilim, zorlandığında kaba kuvvet kullanma dürtü ve arzusu tetiklenen bir durumdur. Yerine yeni çözüm yollarını koyamadığımız bireyler şiddeti uygulayacaklardır.”

Peki, şiddet neden reyting alıyor? Çünkü şiddet sokakta, çünkü şiddet evde, çünkü şiddet siyasette…

TÜRKIYE’DEN ÖRNEKLER ATV’nin şiddet sahneleriyle gündemden düşmeyen dizisi Sen Anlat Karadeniz, bu sefer çocuğa şiddet sahnesiyle gündem oldu. Sahne, sosyal medyada büyük tepki topladı. Geçmişte para karşılığı satıldığı adamdan kaçan, çocuğuyla birlikte Karadeniz’e sığınan bir kadının hikâyesini anlatan “Sen Anlat Karadeniz” dizisinde gösterilen, “çocuğun sırtının tımarlandığı” sahne, izleyicilerin tepkisini çekti. Dizinin sahnesinde “Sana hayat dersi veriyorum” repliğiyle atı tımar edemeyen çocuğa, “Hayvan bu, diyemez ki canım yanıyor yapma, diyebilir mi?” diyerek

7


2020 / Sayı 3

8

çocuğun tişörtünü çıkarttırıyor ve “tımar böyle yapılır” diyerek küçük çocuğa işkence ettiği görülüyor. Bu sahnenin ardından sosyal medyada birçok kişi olaya tepki gösterdi. Dizinin önceki sezonunda yayınlanan kadına şiddet sahneleri de olay yaratmıştı. Tepki çeken sahnede, erkek karakter, kadın karaktere “Niye gösterdin bileklerini?” deyip, kemiğini kırmıştı. Görüntüler aynı zamanda Twitter’da da paylaşılmıştı. Başta kadınlar olmak üzere izleyiciler ayağa kalkmıştı. Geçtiğimiz yıl, 409 kadının erkekler tarafından katledilmesini unutan yapımcılar, şiddeti resmen teşvik ederek, ateşe kömür taşımıştı. “KURTLAR VADISI” GERÇEĞI Hürriyet’ten Umut Erdem’in haberine göre, “Kurtlar Vadisi Pusu” dizisine 1 Haziran 2014-1 Mayıs 2019 tarihleri arasında 1060 bildirim geldiğini belirten RTÜK, bunlar arasında da şu örnekleri gösterdi: – İnsanların psikolojisini bozuyor, istemiyoruz bu filmi. Babam bunun hastası, küçük kardeşim bu filimden

çok etkileniyor. Yeter, bizi bu ıstıraptan kurtarın. Babam bu film yüzünden annemi dövüyor, bizi dövüyor. Allah rızası için bu filmi kapatın. (Erkek/Lise/ Öğrenci/Hatay/16-20) – Bu dizinin içeriği yüzünden aile içi şiddet görüyorum. Eşim bu diziyi seyredecek diye zulüm yaşıyorum. Lütfen dizi yayından kalksın, eşim bu dizi yüzünden ailedeki herkesi dövmeye bağırmaya başlıyor. Eşim kendini Polat Alemdar sanmaya bile başlayabilir. Allah aşkına lütfen kaldırın şiddet içeren dizileri… (Kadın/Lise/ Ev Hanımı/Ankara/36-40) Uzman psikolog Zeynep Zat, şiddet içerikli programların insanlara etkisini, insanların neden şiddeti izlemeyi cazip bulduğunu ve ne gibi önlemler alınmasını gerektiği konusunda şu açıklamayı yapıyor: “Günümüzde eğlence dünyası televizyonda, dizilerde, filmlerde ve video oyunlarında şiddete sıkça yer veriyor. Üstelik de şiddet, sıklıkla güçlü ve övülen karakterlerle eşleşmiş şekilde sunulabiliyor. ‘Şiddet içeren dizi ve filmleri izlemek bir çeşit

eğlence ve rahatlama yolu olarak görülse de zararlı mıdır?’ sorusu akıllara gelmektedir. Gelin, bu sorunun cevabına şiddet içerikli medya ürünlerine maruz kalmış kişilerin beyni üzerinde yapılmış araştırmalar ile yanıt arayalım. Indiana Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapılan araştırmada, şiddet içerikli video oyunlarına maruz kalmış gençlerin MRI beyin görüntülerini 1 hafta sonra incelediklerinde, beynin prefrontal korteks ve amigdalanın büyük bölümündeki aktivasyonda düşüş olduğu görülmüştür. Bu ne demek? Beynimizin ön bölümü olan prefrontal korteks, odaklanma, karar verme, kendini kontrol etme gibi görevlerden sorumludur. Amigdala ise, beynimizin duygulardan sorumlu bölümüdür. Özetle, şiddet içerikli medya ürününe maruz kalmanın ardından, dikkat, karar vermek, kendini kontrol etme azalabilirken, duygularımızı tanıma, hissetme ve yönetme ile ilgili de zayıflıklar görülebilmektedir. INSANLAR, NEDEN ŞIDDETE EĞILIM GÖSTERIR? Peki, ya izleyenler neden kan


2020 / Sayı 3

döküldüğünü ve şiddeti izlemeye çekim duymaktadır? Augsburg ve Wisconsin-Madison Universitesi araştırmacıları, insanların kendi gerçek yaşamlarının şiddetli yanlarına dair bir anlam bulduklarını hissettiklerinde şiddet içerikli şeyler izlediğini ortaya koymuştur. Bir diğer yaklaşıma göre, şiddet içeren prodüksiyonları katastrofik bir rahatlama sağladığı için insanları bu tür filmleri izlemektedir. İnsanların duygusal olarak bir rahatlama ve boşalma yaşadığı düşünülmektedir. Farklı ve genel olarak kabul görmüş görüşler bu şekildedir. Fakat uzmanların genel olarak anlaştığı ortak sabit tek bir açıklama yoktur. Önlem olarak yetkililer hangi dizinin veya filmin kaç yaşa uygun olduğu üzerinde yazılmaktadır. Dizi ya da filmin şiddet içerip içermediği yazmaktadır. Dolayısı ile bizlerin de çocuklar için de film seçerken bu işaretlere dikkat etmek önemli olacaktır. Bizler ise, televizyon, dizi, film gibi medya ile geçirilen sürenin ebeveynin belirlemesi gerekmektedir. Burada koyulan kurallarda ebeveynin de bu kurala en iyi şekilde uyması ve kuralları uygulaması gerekmektedir. Yetişkinler için de kişinin kendine belirlediği sürenin ihlal edilmemesi yararlı olacaktır. Ayrıca, televizyon ve medyada şiddetin bu denli çok yer almaması için çağrılar yapılmaktadır. Bu gibi etkinliklerle konuya olan farkındalığın arttırılması sağlanabilir.

ÇOCUKLAR VE EBEVEYNLER Çalışmalar, özellikle küçük çocuklar için, şiddet sahnelerinin etkileyici ve belirleyici olduğunu göstermektedir. 3-4 yaş çocukları içinde bulundukları bu dünya ile ilgili bazı algılar ve beklentiler geliştirirler. Bu da günlük yaşamlarından oldukça etkilenmektedir. Çocukların şiddet sahnelerine maruz kalmaları dünyayı olduğundan daha tehlikeli bir yer olarak algılamalarına neden olabilmektedir. Okul çağındaki çocuklarda ise, pişmanlık hissinin azalması, yalan söyleme, diğerlerinin duygularına hassasiyetsiz görülebilmektedir. Bunun önüne geçebilmek için ebeveynler bazı önlemler alabilirler. Modelleme yapmak ve pozitif şiddet içermeyen davranışlar sergilemek yararlı olabilir. Pozitif davranışa örnek, bir problem olduğunda agresyon yerine konuşarak bunu çözmek olabilir. Çocukların izlemiş oldukları şiddet içerikli materyal üzerine konuşarak çocukların negatif duygularının azalmasına yardımcı olabiliriz. Çocuklar uyumaya giderken tabletlerden uzak kalmasını sağlamak ve gece internet kapatmak gibi kuralları koymak. Çocukların medya kullanımını yakından gözlemlemek yararlı olabilir. Böylece çocuğun maruz kaldığı içeriğe ebeveyn hâkim olabilir ve kontrol sağlayabilir.

RTÜK’TEN “HABERLER” AÇIKLAMASI Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) geçtiğimiz günlerde, kamuoyunda olumsuz etkiye neden olabilecek haberlerin yayınlanması konusunda daha dikkatli davranılması, haberlerde şiddet ve benzeri olayların özensiz gösterimi konusunda yayın kuruluşlarını uyardı. RTÜK’ten yapılan açıklamada, bugüne kadar genel izleyici kategorisinde görülen ve özel bir uyarıcı akıllı işaret kullanılmayan haberlerde akıllı işaret kullanılması için hazırlıklara başlandığı ifade edildi. RTÜK açıklamasında “Milletimizin son zamanlardaki en büyük şikâyetlerinden olan şiddet ve onun özensizce gösterimi konusunda medyamızdan azami hassasiyet bekliyoruz. Haberler, genelde olumsuzlukları içerir diye bir olgu İle hareket edilmemeli, ülkemizde güzel şeylerin yaşandığını da görmek gerekir. Öncelikle, olumlu gelişmelerin de haber niteliği taşıdığını haberci dostlarımıza hatırlatıyoruz. Ayrıca, darp, gasp, her türlü silahın kullanıldığı kavgalar, soygun ve cinayet gibi gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan haberler, ana haber bültenlerinin neredeyse tamamını kaplar hale gelmiştir” ifadelerine yer verildi.

9


2020 / Sayı 3

10

Kamu Denetçiliği Kurumu: Adli ve idari uygulamada iyileştirmeler ve kanun değişikliği yapılmalı Alkan Uçarsu / Ankara

Haber Yazısı

H

akkaniyetli uygulamanın” önünde mevzuat ve adli süreçengeli olduğu tespiti yapan Kamu Denetçiliği Kurumu, hakkaniyetli nafaka sisteminin uygulanmadığını belirtip “Hakkaniyetli bir sistem” kurulması, kanun değişikliği yapılması ve nafaka alacaklarının tahsili için ihtisaslaşmış birimler ihdas edilmesini önerdi. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Güllü ise sağlıklı veriler olmadan konuyu tartışmanın anlamlı olmadığının altını çizip nafakaların tahsil edilemediği ve bağlanan rakamın ekonomik koşullara uygun olmadığını iddia etti Kamu Denetçiliği Kurumu’nun (KDK) yoksulluk nafakasına

ilişkin raporunda; yoksulluk nafakasının hakkaniyetli bir şekilde uygulanmasının önünde mevzuat engeli bulunduğu, adli ve idari uygulamada iyileştirmeler gerektiği ve kanun değişikliği yapılmasının yerinde olacağı tespitleri yer aldı. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu(TKDF) Başkanı Canan Güllü ise sağlıklı verilerin ortaya konmadan konu üzerine tartışmanın anlamlı olmadığını, bakanlıklar tarafından bu verilerin açıklanması gerektiğini vurguladı. KDK tarafından “Çocuk Tesliminde Hak İhlallerine ve Yoksulluk Nafakasına İlişkin Özel Rapor” hazırlandı. Konulara ilişkin tespit ve önerilerin yer aldığı rapora göre; yoksulluk nafakasının hakkaniyetli bir

23 Ocak 2020 şekilde uygulanmasının önünde mevzuat ve adli süreçle ilgili engeller bulunuyor. Adli ve idari uygulamada iyileştirme yapılması, kanunda değişikliğe gidilmesi gerekiyor. Nafakasını alamadığı veya nafaka ödediği için mağdur olanlar hakkında mağduriyet analizi yapılması, dosya adaletinin tesis edileceği sistem kurulması, kadınların ve kız çocuklarının hizmetlere erişimleri sağlanarak fırsat eşitliği gerçekleştirilmesi, destek mekanizmalarının geliştirilmesi ve “hakkaniyetli bir sistem” kurulması önerildi. “KANUN DEĞIŞIKLIĞI YAPILMASI YERINDE OLACAKTIR” Raporda, KDK’ye yapılan yoğun başvurular kapsamında


2020 / Sayı 3

“yoksulluk nafakasının” uygulamasından kaynaklanan sorunların kamunun genelini ilgilendiren yaygın bir sorun olarak tespit edildiği belirtiliyor. Yapılması gereken yeni düzenlemelerin, kanuni birtakım değişiklikleri de içermesi nedeniyle rapor, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM), “Özel Rapor” şeklinde sunuldu. Raporda, uygulamadaki tereddütleri giderecek bir kanun değişikliği yapılmasının da yerinde olacağı değerlendirmesi yapıldı. Yoksulluk nafakasının evliliklerini sonlandırmak zorunda kalan, eğitim ve istihdam olanaklarından faydalanamamış kadınlar için önemine dikkat çekilen raporda, hakkın kötüye kullanıldığı durumların da olduğu ifade ediliyor. Raporda öne çıkan tespitler şöyle sıralanıyor: Mevzuat ve adli süreç kaynaklı engeller: Yoksulluk nafakasının hakkaniyetli bir şekilde uygulanmasının önünde mevzuattan ve adli süreçten kaynaklanan engeller bulunuyor. Hakkaniyetli nafaka sistemi uygulanmıyor: Kişilerin öznel durumlarına uygun hakkaniyetli kararlar verilmesini sağlayacak bir nafaka sistemi uygulanmıyor. Her vaka kendine has: Her vakanın kendine has özellik arz ettiği aile hukukuna ilişkin konularda hâkime geniş takdir yetkisi bırakan kanuni düzenlemelerin somut dosya adaletinin tesisi için gerekli ve yeterli olduğu ve mevcut mevzuatın daha geniş yorumlanması ile yoksulluk nafakası ile ilgili yaşanan sorunlara içtihatlar kapsamında çözüm sağlanabiliyor. Bu yönde uzlaşı sağlanamaması halinde uygulamadaki tereddütleri giderecek bir kanun değişikliği çalışması yapılması da yerinde olacaktır. Iyileştirmeler gerekiyor: Her durumda nafaka uygulamasında somut dosya adaletinin sağlanması için durum analizi doğrultusunda adli ve idari uygulamada birtakım iyileştirmeler yapılması gerekiyor. Raporda yapılan tespitler doğrultusunda getirilen öneriler ise şu şekilde yer alıyor: Mağduriyet analizi yapılmalı: Öncelikle nafakasını alamadığı

için mağdur olanlarla, nafaka ödediği için mağdur olanlar hakkında ülke genelinde yaygın bir araştırmayla yeterli veri toplanarak mağduriyetlere ilişkin durum analizi yapılmalı. Nafaka miktarının tespitine ilişkin teknik ve adli sosyal hizmet altyapı güçlendirilmeli. Dosya adaletinin tesis edileceği sistem kurulmalı: Düzenli kontrollerle nafakanın sürekliliği ve miktarının hâkim takdirinde belirlenmeye devam edeceği, böylece somut dosya adaletinin tesis edilebileceği bir sistem kurulmalı. Nafaka alacaklarının tahsili için ihtisaslaşmış birimleri ihdas edilmeli. Kadın ve kız çocukları için fırsat eşitliği: Kadın ve kız çocuklarının öncelikle eğitim ve istihdam alanlarındaki hizmetlere etkin erişimleri sağlanarak fırsat eşitliği gerçekleştirilmeli. Destek mekanizmaları güçlendirilmeli: Kadınların, çocuk ve yaşlı bakımı başta olmak üzere, diğer ailevi sorumlulukları açısından gerek duydukları destek mekanizmaları güçlendirilmeli. “Hakkaniyetli bir sistem” kurulmalı: Nafakayı gerektiren unsurlar dikkate alındığında, bireyleri farklı açılardan destekleyen iş aile ve sosyal hayatı uyumlaştırıcı (kadınlar için ücretsiz kreş imkânları, esnek çalışma vb.) “hakkaniyetli bir sistem” kurulmalı. “VERILER ORTAYA ÇIKARILSIN BU VERILER ÜZERINDEN KONUŞALIM” TKDF Başkanı Canan Güllü, KDK’nin raporunu değerlendirdi. Konu hakkında gerçekçi veriler olmadan bu konuda konuşmanın anlamlı olmadığına dikkat çeken Güllü, şu değerlendirmede bulundu: “Kamu Denetçiliği Kurumu, kaç başvuru sonucu bu raporu yayınlamış? Türkiye’de nafakanın gündeme gelmesi, Aydın Üniversitesi’ndeki bir panel toplantısı ile tartışmaya açıldı. Orada bu konudan şikâyetçi olanların ‘2 milyon mağdur var’ diyerek başlattığı tartışmadan daha sonra Adalet Bakanlığı ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile yapılan çalıştayda, her siyasi görüşten kadın örgütleri olarak, şunu sorduk: ‘Sayın Bakan,

elinizde bir araştırma var mı? Aile Bakanlığı’nda var mı, Adalet Bakanlığında var mı?’. ‘Hayır, yok’ dediler. Bu kanundan mağdur olanların adli sistemde kayıtları var, bunları çıkarılsın. Kaç kişi boşanmadan dolayı nafaka alıyor, kaç kişi bu nafakanın yoksulluk nafakası kısmını alıyor, kaç kişi bu süreçte artan nafakaya itiraz etmiş? Öncelikle bu sayılara ulaşalım. Ulaştıktan sonra kim, hangi konuda mağdur, ortaya çıkacaktır. Biz de iddia ediyoruz ki; nafaka tahsil edilemiyor ve nafaka bağlanan rakam bugünün ekonomik koşullarına uygun değil. Yine de diyoruz ki, veriler ortaya çıkarılsın bu veriler üzerinden konuşalım, mahalle ağzıyla konuşmayalım. Çünkü biz mahalle ağzıyla konuşmadan önce bu Cumhurbaşkanlığı’nın 100 Günlük Eylem Planı’na girmiş. Nasıl girmiş? Mahalle ağzıyla konuşanların siyasal baskısıyla. Bizim tüm bunları işleri bir tarafa bırakarak, yasayı mı değiştirmemiz gerekiyor, yasayı değiştirelim; yasanın içeriğinde yönetmelik mi değiştirilecek, değiştirelim; ama verisi olmadan Kamu Denetçiliği Kurumu’nun ‘Bize gelen başvurular’ diyerek yola çıkmaması gerekiyor. Biz de 55 bin kişiyiz, biz de örgütlenip KDK’ye dilekçe yazalım. Bu tarz raporlarla, veriler olmadan kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor. 6 aydır twitter hesabımız bu konuda troller tarafından saldırıya uğruyor. Böyle yasa değişmez. Yasalar, bulunduğu toplumun ihtiyaçlarına göre yapılır. Yasanın mağduru ve yasadan yararlanacak kimler varsa, akademisyenlerle ve toplumun bu konuda emek verenleri bir araya gelir aylarca üzerine tartışırlar. Konu üzerinde veriler elde edilir, onların sosyal çıktıları üzerine tartışılır sonra da süreç başlar. Kulaktan dolma bilgilerle yasa değişmez. Ombudsman, ombudsmanlığını yapacak; ombudsman toplumun var olan sorunun giderilmesi için arabuluculuk yapacak. Sorunun tespiti yapılmadan, tespiti yapılmayan sorun hakkında ahkâm kesmeyecek.”

11


2020 / Sayı 3

12

Ekmeğini “top”tan çıkarıyordu şimdi “hat”tan çıkarıyor Serkan Talan / Osmaniye

Haber Yazısı

Y

ıllarca birçok profesyonel takımda santrafor olarak ter döken Bekir Korkmaz, artık hattatlık yapıyor ve yeni hattatların yetişmesi için çaba harcıyor. Hat sanatına çocukluğunda merak salan ancak lisede futbola başlamasıyla hatta bu ara veren Korkmaz, futbolu bırakınca “Huzuru buldum” dediği hat sanatına döndü Bir zamanlar profesyonel ligde ter döken Bekir Korkmaz, şimdilerde hattatlık yapıyor ve yeni hattatların yetişmesi için uğraş veriyor. Günümüzde pek yapılmayan ve zamanla unutulan hat sanatına çocukluğunda merak salan ancak lisede futbola başlamasıyla busanata ara veren Bekir Korkmaz, futbolu

24 Ocak 2020

bırakmasıyla futbol antrenörlüğü yapmak yerine çok sevdiği hat sanatına yeniden başladı. Bir zamanlar sahalarda rüzgâr estiren Korkmaz şimdi ise hat sanatında yaptıklarıyla adından söz ettiriyor.

olmuş. Bütün İslam dünyasında tartışmasız kabul edilen bu gerçek, en güzel biçimde şu sözlerle ifadesini bulmuştur: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.”

GEÇMIŞI ÇOK ESKILERE DAYANAN SANAT: HAT Hat sanatı geçmişi çok eskilere dayanan bir sanat dalı. Osmanlı’dan günümüze kadar gelen ve usta çırak ilişkisiyle gelişen, hat sanatı, Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı yazma sanatı olarak tanımlanıyor. Hat sanatının Arap harflerinin gelişme gösterdiği dönemden sonra, 6.yy ve 10.yy arasında ortaya çıktığı tahmin ediliyor. İstanbul, fethinden sonra hat sanatının “ölümsüz” merkezi

YILLAR SONRA HAT SANATIYLA YENIDEN BULUŞTU Yıllardır birçok profesyonel takımda santrafor olarak görev yapan evli 2 çocuk babası Bekir Korkmaz futbolu bıraktıktan sonra ortaokulda ara verdiği hat sanatına yeniden başladı. Kendi deyimiyle “Yetenekliydim” diyen Korkmaz, camilerin süsleme işini yaparken diğer yandan da Halk Eğitim Merkezi’nin açtığı hat kursunda usta öğreticilik yaparak yeni hattatların yetişmesi için mücadele ediyor.


Lisede, yaşadığı İzmir Çiğli’de bir camiye çırak olarak giren Hattat Korkmaz “İlk başlangıcım orasıdır. Lisede profesyonel futbol ligde oynayınca bu işe ara vermek zorunda kaldım” diyor. ÜNLÜ HATTAT AVNI NAKKAŞOĞLU’NU ÖRNEK ALIYORUM Hat sanatında kendisine öncü olan ismin Kerküklü Avni Nakkaşoğlu olduğunu belirten Korkmaz “Onun yaptıkları benim hat sanatında ilerlememe neden oldu. Kendisini dünya tanıyor. Bende onun yolundan gitmek için çalışıyorum. Bu sanat zahmetli ancak çok bilinmiyor. Ben de eserlerimle, yetiştirdiğim öğrencilerle bu sanatın dünya çapında tanınması için gayret gösteriyorum” sözleriyle yeni hedefini açıklıyor. ANTRENÖRLÜK YERINE HATTATLIĞI TERCIH ETTI Profesyonel futbolculuk yaşamında İzmirspor, Tirespor, Kütahya Simav,

EynalsporPetkimspor ve Uşakspor takımlarında santrafor olarak görev yapan Korkmaz, futbol yaşamının sona ermesiyle futbol antrenörlüğü yapmak yerine çok sevdiği ve “Huzuru buldum” dediği hat sanatına deri dönmüş. Bir zamanlar futboldan ekmeğini çıkartan Korkmaz, şimdilerde tarihi saray ve camilerde hat sanatıyla süslemeler yaparak ekmeğini tabir yerindeyse “taştan” çıkarıyor. “Bu işi severek yaptığım için yorulmuyorum” diyen Korkmaz, hattatlığın incelikleri ve zorluklarından söz ederken “Yukarılarda çalışıyoruz. Bunun tehlikesi var tabi. Ayrıca hatta renk uyumunu iyi yakalamanız gerekiyor” diye konuşuyor. “HAT SANATIYLA HUZURU BULDUM” Futbolculuk yaşamının son bulması nedeniyle başka işlerle uğraştığını, başarılı olamadığını ancak hat sanatına başlamasıyla adeta kendini bulduğunu aktaranKorkmaz,“Bu işi yapmak

bana huzur veriyor. Ruhumun arındığını hissediyorum. Balkanlar ve Orta Asya olmak üzere yurtdışında birçok ülkede birçok caminin işlemelerini yaptım. Şimdilerde yaşadığım Osmaniye ve çevresindeki camilerde süslemeler yaparken, diğer yandan yeni hattalar yetiştirmek için uğraşıyorum” ifadelerini kullandı. “HAT KURAN’I KERIM’DEN NEŞET ETMIŞTIR” Hat sanatıyla ilgili bilgilerde veren Korkmaz şunları söyledi: “Hat sanatı, birçok anlam içeriği olan, mesaj ve huzur veren bir sanattır. Bu sanat, Kur’an-ı Kerim’den neşet etmiştir. Kuran’ın en güzel şekilde yazılması hedeflenerek, böyle bir sanat gelişmiştir. Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladığından itibaren vahiy kâtipleri ve sonraki hattatlar aracılığıyla ayet-i kerimeler yazıya dökülmüş. Hat sanatı kademe kademe ilerleyerek, bugüne kadar gelişmiştir.”


2020 / Sayı 3

14

Off-roadcular, karın keyfini çıkarıyor

Haber Yazısı

Özel Çelik / Düzce

24 Ocak 2020


2020 / Sayı 3

15

Ö

zellikle yüksek kesimlerde etkili olan kar yağışı, eşsiz manzaralar ortaya çıkarıyor. Bu manzarayı görmek isteyen arazi aracı sahipleri, konvoylar halinde yayla yollarını kullanarak görsel şölenin seyrine doymuyor Düzce şehir merkezinde henüz kar görülmemiş olsa da yüksek kesimlerde görünen kar doğa tutkunlarını adeta davet ediyor. Bu davete kayıtsız kalmayan doğa tutkunu off-road meraklıları, yağan karın keyfini çıkartıyor. Özellikle yüksek kesimlerde etkili olan kar yağışı, doğaseverlere eşsiz manzaralar sunuyor. Bu görselliğe şahit olmak isteyen arazi aracı sahipleri konvoylar halinde, yayla yollarını kullanarak kar manzarasının tadını çıkarıyor. Düzce’nin doğası, her mevsim de eşsiz güzellikler sunuyor. Kar yağışı nedeniyle ilk ve son

baharda oluşan renk cümbüşüne şahit olmak çok daha kolay iken, kar yağışı ile kapanan yollarda ilerlemek neredeyse imkânsızlaşıyor. Tam da bu noktada 4×4 araçlarıyla off-road tutkunları devreye giriyor. Hemen her hafta sonu doğa gezisine çıkan off-road cular için karlı yollarda ilerlemek hem başka bir keyif hem de iyi bir tecrübe oluyor. Düzce Safari Offroad Kulübü Başkanı Mehmet Albayrak, gönüllerinin her zaman dağlarda olduğuna işaret ederek “Dağlar beyaza büründüğünde ayrı bir heyecanla yola koyuluyoruz. Bazen bu heyecanımızı farklı hobi grupları ile paylaştığımız da oluyor. Çünkü sevinç ve mutlulukların paylaşıldıkça çoğalacağına inanıyoruz” diyor. Başkan Albayrak; ihtiyaç duyulduğunda araçları ile kurtarma faaliyetlerine de katıldığını belirterek, “Yolda

kalmış herhangi biri için bir bilgi geldiğinde, muhakkak yola koyuluyoruz. Gerek araçlarımız anlamında, gerekse yol bilgimiz anlamındaki tecrübemizden ötürü idari makamlarla işbirliği halinde arama-kurtarma faaliyetlerine de görev alabiliyoruz” diye konuşuyor. Albayrak, ayrıca arazi aracı sahibi her vatandaşın bu yollara girmemesi gerektiğinin ve muhakkak uygun lastik ve araç modifiyesinin gerekli olduğunun da altını çiziyor. Off-road tutkunları, yer yer bir metreyi bulan karlı yollarda konvoylar halinde ilerlerken güvenliği asla ihmal etmiyorlar. Gezi esnasında belirli yerlerde fotoğraf çekimi için molalar verilirken, kar üstünde yakılan mangalda pişirdikleri sucuk ve semaver çayı ile karınlarını doyuruyorlar.


2020 / Sayı 3

Kadın Hakları Mücadelesi ve Istanbul Sözleşmesi

Haber Yazısı

16

Büşra Taşkıran / Eskişehir

K

adına yönelik şiddet ve cinayetlerin artarak sürmesi, hukuki düzenlemelerin caydırıcı olup olmadığını tartışılır kıldı. Kadın cinayetlerinin artması nedeniyle kadın örgütlerinin gerçekleştirdiği eylemler ise emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı Kadına yönelik şiddet ve cinayet eylemlerinin her geçen gün artarak devam etmesi hukuki düzenlemelerin caydırıcı olup olmadığı tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Artan kadın cinayetlerinin ardından Türkiye’nin pek çok kentinde kadınlar sokağa çıktı. Feminist örgüt Las Tesis’in dünyaya yayılan dansı Türkiye’de de birçok ilde polis engeline rağmen yapıldı. Kadın örgütlerinin yaptığı eylemler, emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle karşı karşıya kaldı. Kadınlar danslı protestolarıyla beraber İstanbul Sözleşmesinin uygulanması taleplerini de dile getiriyor. Peki, kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını neden ısrarla istiyor?

ISTANBUL SÖZLEŞMESI’NIN AMACI Avrupa Konseyi’nin imzaya açtığı ve asıl adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan sözleşme, İstanbul’da 2011 yılında imzaya açıldı. Uluslararası camiada “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülke Türkiye. Hukuki bağlayıcılığı olan sözleşme, Türkiye’de 1 Ağustos 2014 itibariyle yürürlüğe girdi. Kadına yönelik şiddet konusunda uluslararası alanda imzalanan ilk sözleşme olması nedeniyle sadece Türkiye açısından değil diğer Avrupa Konseyi’ne üye devletleri içinde önemli bir yere sahip. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi adına ileri bir düzenleme olarak nitelendirilen sözleşme, kadın ve erkek arasındaki eşitliği sağlamanın kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğunu üzerinde duruyor. Kadınları her türlü şiddete karşı

27 Ocak 2020 korumak ve kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti önlemek sözleşmenin amaçları arasında yer alıyor. Sözleşmede kadına karşı şiddeti kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınlarla erkekler arasında eşitliği sağlamak; kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı politika ve önlemler geliştirmesi de yer alan düzenlemelerden birkaçı. Ayrıca kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak şeklinde çok yönlü mücadele yöntemlerini sözleşme içeriyor. SÖZLEŞMENIN ÖNEMI İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliği, ailevi veya hukuki bağı olup olmadığına bakılmaksızın ev içi şiddetin ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin düzenlemeler getiren uluslararası


2020 / Sayı 3

alanda ilk belge olması. Sözleşme, sadece ev içindeki kadınlara yönelik şiddeti değil, aynı zamanda kamusal alandaki şiddeti, işyerleri, okullar, karakollar, hapishaneler vb. kurumlardaki kadınlara yönelik şiddeti de yasaklamakta. Sözleşme, silahlı çatışma dönemlerindeki ve silahlı çatışma sonrasında devam eden şiddeti de yasaklıyor. Ayrıca toplumsal cinsiyeti tanımlayan ilk uluslararası belge niteliği de taşıyor sözleşme. ISTANBUL SÖZLEŞMESI KIMLERI KAPSIYOR? İstanbul Sözleşmesi, “kadına yönelik şiddet” ve “ev içi şiddet”i yaşayan yaşı ne olursa olsun yalnız kadınlar değil erkek, kız ve oğlan çocuklarını da kapsıyor. Mağdurlar arasında her türlü ayrımcılığı yasaklayan sözleşme, sığınmacı ve hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlar için de koruma sağlıyor. Cinsiyeti ne olursa olsun tüm çocukların, ev içi şiddetin mağduru olabildiklerine dikkat çekiyor sözleşme. Kız çocukları ile yetişkin kadınların, ev içi şiddet dışında, cinsel taciz ve saldırı, zorla evlendirme, sözde “namus” adına işlenen suçların yanında kadın sünneti gibi şiddete erkeklerden daha fazla oranda da toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalabildiklerine vurgu yapılıyor sözleşmede. Sözleşme, erkeklerin de ev içi şiddet mağduru olabileceğinden söz etmesine rağmen yaşlı veya yetişkin erkekler dahil ev içi şiddet mağduru diğer gruplara uygulanıp uygulanmayacağına karar verme yetkisini taraf devletlere bırakıyor ve teşvik ediliyor. “EV IÇI ŞIDDET” MI, “AILE IÇI ŞIDDET” MI? İstanbul Sözleşmesi’nin birçok alanında öncü olan Türkiye, sözleşmenin çevirisinden dolayı sıkça eleştiriliyor. Sözleşmede yer alan “domestic violence” sözcüğünün “ev içi” değil de “aile içi şiddet” olarak çevrildiği ve sözleşmenin asıl metnine uymayan bu çeviri kadın örgütleri, gazeteciler ve akademisyenler tarafından eleştiriliyor. Konuyla ilgili çalışmaları bulunan Av. Seher Kırbaş Canikoğlu, “Sözleşme’nin

isminde bu biçimde bir değişiklik olması, mağdur olarak kabul edilecekleri sınırlamaktadır. Orijinal haliyle, aile olmasa da birlikte yaşayan eşcinsel bireylerin dahi bu Sözleşme kapsamında değerlendirilebilmesi mümkünken; aile içi olarak tercüme edildiğinde, sadece resmi olarak aile kavramı içinde kalan bireylerin bu Sözleşme kapsamında değerlendirilmesi söz konusu olmaktadır” açıklamasıyla yapılan çeviri ile kapsam dışında bırakılan kişilere de çekiyor. “Aile içi şiddet” kavramı, Sözleşme’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce (TBMM) yapılan çevirisinde, “aile içerisinde, hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir” ifadesi, sözleşmesinin asıl metninden daha geniş bir mağduru kapsamı içine alıyor. ISTANBUL SÖZLEŞMESI KAPSAMINDAKI SUÇLAR Sözleşme, kadına yönelik şiddeti, “insan hakları ihlali” olarak tanımlıyor. Kamusal alanda ve özel alanda yaşanan kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma eylemlerini kapsıyor. Sözleşmede, psikolojik şiddet ve taciz amaçlı takibin de cezalandırılması isteniyor. Sözleşmede taraflar, bir kişinin ya da çocuğun evliliğe zorlanmasının cezalandırılmasını da temin etmekle görevlendiriliyor. Kadınların zoraki kürtaja ve kısırlaştırılmaya karşı da korunması isteyen Sözleşme, cinsel mahiyette fiziksel davranışların yanı sıra sözlü veya sözlü olmayan davranışları da “cinsel taciz” kapsamına alınması ve cezalandırılmaları isteniyor. Sözleşmede yukarıda belirtilen suçların işlenmesine yardımcı olmanın da yasalarla suç kapsamına alınması isteniyor. Öte yandan Sözleşme, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm yollarını da yasaklıyor. Sözleşmeye

göre, sözleşme kapsamına giren her türlü şiddete ilişkin olarak arabuluculuk ve uzlaştırma gibi zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki tedbirlerin alınması öngörülüyor. TARAF DEVLETLERIN YÜKÜMLÜLÜKLERI İstanbul Sözleşmesi, uzun ve kısa vadede taraf devletlerden talepleri ise: -Ulusal yasalarında ve ilgili mevzuatlarında gerekli düzenlemeleri yapmalarını, -Toplumsal cinsiyete duyarlı, eşgüdümlü, bütünsel politikalar geliştirmek, -Şiddetle mücadele için mali kaynak tahsis etmek, -Farkındalığı arttırmak ve toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimleri vermek, -Uzman destek hizmetleri vermek, – Sığınma evlerinin niteliğini ve sayısını arttırmak, -Telefonla yardım hattı kurmak, -Cinsel şiddet mağdurları için tecavüz kriz merkezleri ve travma destek ve danışmanlık merkezleri kurmak, -Şiddet mağduruna güvenli bir yaşam kurması için gerekli destekleri vermek, -Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddete karşı uzman eylem grubu kurmak şeklinde sıralanabilir. IZLEME MEKANIZMASI İstanbul Sözleşmesi, taraf devletlerin, Sözleşme’nin hükümlerini etkili bir biçimde uygulamalarını sağlamak amacıyla özel bir izleme mekanizması oluşturuyor. Sözleşmenin gereklerini yerine getirip getirmediğini denetlenmek için oluşturulan kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddete karşı eylem uzman grubu (GREVIO), 15 Ekim 2018’de ilk Türkiye raporunu yayınladı. Sözleşmenin taraf devletlere yüklediği yükümlülüklere uygun davranılmadığı/ihlal edildiği takdirde, yaptırım olarak herhangi bir düzenleme getirilmiyor. Bu durumda taraf devletler için sözleşmeyi imzaladıktan sonra uyup uymamak, yalnızca devletlerin uluslararası arenada prestijleri açısından önemli olacak.

17


2020 / Sayı 3

18

Yalnız yaşamayı sevdik…

Haber Yazısı

Ercan Yavuz / Ankara

27 Ocak 2020


2020 / Sayı 3

T

ürkiye’de toplam hanehalkı sayısı 2014-2018 döneminde yüzde 10,1 oranında artışla, 21 milyon 91 binden 23 milyon 221 bine çıktı. Tek başına yaşayanların sayısı ise aynı dönemde yüzde 27,3 oranında artarak 3 milyon 730 bine yükseldi. Tek ebeveynli ailelerin sayısında da yüzde 30’a yakın artış oldu Türk hane halkı yapısı, hızla değişiyor. Kalabalık ailelerden çok çekirdek aileye, hatta tek kişilik hanelere doğru gidiyor. Nitekim 2014-2018 dönemini kapsayan 4 yılda, Türkiye’deki hane halkı sayısındaki yüzde 10,1’lik artışa karşın, tek yaşayanların oranı yüzde 27,3, tek ebeveynli ailelerin oranı da yüzde 30’a yakın artış gösterdi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden yapılan hesaplamaya göre, Türkiye’de hane halkı sayısı 2014-2018 döneminde 21 milyon 91 bin kişiden 23 milyon 221 bine yükseldi. Buradaki artış yüzde 10,1 olarak hesaplanıyor. Ancak ailedeki kişi sayısının, daha doğrusu hane halklarının oluştuğu kişilerin sayısının ortalamanın üzerinde bir

hızla düştüğü gözleniyor. Nitekim Türkiye’de 2014 yılında 2 milyon 931 adet olan tek kişilik hanelerin sayısı 2018 yılına gelindiğinde 3 milyon 730 bini buldu. Yani ortalama yüzde 10,1’lik hanehalkı sayısının büyümesine karşın buradaki artış yüzde 27,3 oldu. ÇEKIRDEK AILE SAYISI ESKISI KADAR ARTMIYOR… Buna karşın 2018 yılı için toplam hane halklarının yaklaşık üçte ikisini oluşturan tek çekirdek aileden oluşan hane halkının sayısı, toplam artışın oldukça gerisinde kaldı. Bu dönemde tek çekirdek aileden oluşan hane halkı sayısı, 14 milyon 212 binden 15 milyon 173 bine çıktı. Ancak buradaki artış genel ortalamanın altında yüzde 6,8 seviyesinde gerçekleşti. Sadece eşlerden olan çekirdek aile sayısı, 2 milyon 970 binden 3 milyon 262 bine çıkarken, 4 yıldaki artış yüzde 9,8 oldu. Aynı dönemde eşler ve çocuklardan oluşan ailelerdeki artış ise sadece yüzde 2’de kaldı. Eş ve çocukların oluşturduğu çekirdek aile sayısı 9 milyon 637 binden 9 milyon 833 bine çıktı.

TEK EBEVEYNLI AILELER ARTIŞTA Bunun yanında sadece anne ya da baba ile çocukların yaşadığı ailelerdeki artış ise dikkat çekiyor. Ölüm ya da boşanma gibi nedenler sonucu ortaya çıkan bu ailelerden sadece baba ve çocukların olduğu ailelerin sayısı 317 binden 447 bine fırlarken, artış oranı da ortalamanın oldukça üstünde yüzde 41 olarak hesaplandı. Anne ve çocukların olduğu ailelerin sayısı da 1 milyon 286 binden yüzde 26,8’lik artışla 1 milyon 630 bine çıktı. ÇOK KIŞILI HANE HALKLARI DA ARTIŞTA Çekirdek ailenin yanındaki kişilerin bulunduğu ailelerin artışı yüzde 4,4 seviyesinde kalırken, en yüksek artışın yüzde 49 ile çekirdek aile bulunmayan ve birden fazla kişinin oluşturduğu hane halklarında göründü. 2014’te bu durumdaki hane halkı sayısı 435 bin iken 2018 yılına gelindiğinde rakam 648 bine fırladı. 2014-2018 döneminde hane halkı tipleri ve sayıları ile bunların artışları da şöyle:

19


2020 / Sayı 3

20

Satıyorum, satıyorum, sat… Melike Ceyhan / Istanbul

Haber Yazısı

P

ara kazanmanın yanı sıra, geri dönüşüme katkı sağlayan mezatlardaki ürünler, yurtdışı, diğer pazarlar ve ihtiyaç fazlası objelerini elden çıkarmak isteyenlerden alınıyor. “Herkesin evinde eski bir obje olmalı” diyen Asaf Antik’in işletmecisi Kara, kadınların mezatlara daha fazla ilgi duyduğunu aktarıyor. Mezat Cihangir’in işletmecisi Özcan ise mezatların yeterince ilgi görmediğine dikkat çekip tanıtım konusunda çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyor Antika severlerin ilgi odağı olan mezatlar, İstanbul’un çeşitli semtlerinde haftanın en az iki

günü yapılıyor. Mezatlarda, eskiden günümüze kadar gelmiş yüzlerce obje, meraklılarıyla buluşturuluyor. Porselen vazolardan, el dokuma halılara, taş plaklardan daktilolara kadar pek çok eşya açık artırma usulüyle satışa sunuluyor. Katılımın ücretsiz olduğu mezatlarda teklif usulü ile birçok eseri uygun fiyata almak mümkün. Ayrıca mezatlara katılan herkes, küçük bir komisyon karşılığında evindeki ihtiyaç fazlası ürünleri getirip burada satabiliyor. Para kazanmanın yanı sıra, geri dönüşüme katkı sağlayan mezatlar, insanların sosyalleştiği ve kültürel alışverişte bulunduğu, sanatseverlerin bir araya geldikleri

27 Ocak 2020

yerler olarak da biliniyor. PORSELENLER, KAHVE FINCANLARI, BAKIRLAR… İstanbul’un tarihi semti Balat’ta bulunan Asaf Antik’in işletmecisi Faruk Kara, 2014 yılında katıldığı bir mezat sonrasında bu işi yapmaya karar verdiğini söylüyor. Kara, ürünlerinin bir kısmını yurt dışından, bir kısmını ise pazarlardan temin ediyor. Bazen de ihtiyaç fazlası objelerini elden çıkarmak isteyenlerden alıyor. Asaf Antik’in müşterilerini, daha çok yerli ve yabancı turistler oluşturuyor. Kadınların mezatlara daha fazla ilgi duyduğunu aktaran Kara, porselen, kahve


2020 / Sayı 3

Faruk Kara

21  Özkan Özcan

fincanları, bakır ve minyatür objelerin en çok satılan ürünler arasında yer aldığını belirtiyor. “HERKESIN EVINDE ESKI BIR OBJE OLMALI” Kara, mezat yapmaktaki amacını şu sözlerle anlatıyor: “Herkesin evinde eski bir obje olmalı. Ürünü biz perakende ya da internetten de satabiliriz. Ancak insanların hafta içi yaşadığı stresten bir nebze kurtulmasını, hafta sonlarını eğlenceli vakit geçirmesini istiyoruz. Biz işimizi severek keyifle yapıyoruz. Gelenlerin de keyif alması için sunumlar yapıyoruz.” “GERI DÖNÜŞÜME KATKI” Beyoğlu’nda bulunan Mezat Cihangir’in işletmecisi Özkan Özcan ise, haftanın iki günü mezat düzenliyor. Müşterilerinin daha çok çevredeki esnaftan

oluştuğunu söyleyen Özcan, “Bazı müşteriler, buradan aldıkları ürünleri başka platformlarda satıyor. Bazıları ise kıyıda köşede kalmış eşyalarını değerlendirmek için gelip ihtiyacı olan başka ürünler alıyor. Bir bakıma geri dönüşüme katkı sunuyoruz. Bu da iyi hissettiren bir duygu” diye aktarıyor duygu ve çalışmalarını. “HAK ETTIĞI KITLELERE ULAŞAMADI” Mezatların yeterince ilgi görmediğine dikkat çeken Özcan, sözlerini şu şekilde sürdürüyor: “Maalesef bizim işimizi yapanlar reklam konusuna önem vermiyorlar. Reklam için de bütçe ayrılması gerekiyor ancak bu iş kıt kanaat yapıldığı için bu pek mümkün olmuyor. 8 sene önce bu işe başladım. O günden bu yana mezat sayısında

artış yaşandı elbette. Ancak hak ettiği kitlelere ulaşmadı. Mezatlardan haberi olmayan çok sayıda insan var. Haberdar olmayan insanlara ulaşmalı.” “DAHA ÇOK TANITIMI YAPILMALI” Tanıtım konusunda çalışmalar yapılması gerektiğini de sözlerine ekleyen Özcan, “Sosyal medya aktif kullanılmalı. Gerekirse kapı kapı dolaşarak insanların kullanmadığı ihtiyaç fazlası ürünlerini mezatlarda değerlendirmesi için çalışmalar yapılmalı. Böylece kişiler kullanmadıkları ürünleri kendi biçtikleri fiyata satabilirler. Kendi aile bütçelerine katkıda bulunabilirler” diyerek herkesi mezatlara daha fazla katılmaya çağırıyor.


2020 / Sayı 3

22

Üç kıtayı buluşturan koleksiyon: Uluumay Vakfı Osmanlı Halk Kıyafetleri Takıları

Haber Yazısı

Dilek Atlı / Bursa

30 Ocak 2020


2020 / Sayı 3

B

ursalı koleksiyoner Esat Uluumay, 60 yıl boyunca topladığı Osmanlı halk kıyafetleri ve el sanatları ile imparatorluğun son 350 yılını anlatan ihtisas koleksiyonu oluşturmuştu. Bu kolekiyon, Bursa Ahmet Paşa Medresesi’nde sergileniyor. Babasının mirasını vakıf çatısında korumaya çalışan Feyza Uluumay Gökalp, koleksiyonu evrensele ve gelecek yüzyıllara taşımayı hedefliyor Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtada 623 yıl boyunca onlarca millete hükmederken Anadolu başta olmak üzere pek çok kültüre de ev sahipliği yaptı. Sanat, bilim ve el zanaatlerinde çalışmaların yapıldığı, yapıtların doğduğu topraklarda insanlık tarihine tanıklık eden cansız miraslar, koleksiyonerler sayesinde günümüze kadar ulaştı. Tarihe yön veren gelişmelerden bilim ve sanattaki gelişmelere; günlük yaşayışa ait izlerden sosyokültürel yapıya kadar Anadolu’nun pek çok köşesinden bugüne kalan antika niteliğindeki eser ve eşyaları toplayan koleksiyonerden birisi de 2018 yılında hayata veda eden Bursalı Esat Uluumay’dı. Yedi kuşak Bursalı olan Esat

Uluumay, ilk ve tek ihtisas koleksiyonunun sergilendiği Uluumay Vakfı Osmanlı Halk Kıyafetleri Takıları Müzesi’nin kurucusuydu. Müzede 60 yıllık emeğini, 2013 yılında yerli ve yabancı halklarla buluşturdu. Yarım asrı aşkın sürede topladığı Osmanlı halk kıyafetleri ve el sanatları ile imparatorluğun son 350 yılını anlatan bu ihtisas koleksiyonu, Muradiye’de Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden divan edebiyatının önemli doğa ve aşk şairi Ahmet Paşa’nın 1495’de inşa ettirdiği medresede halen sergileniyor. Müzedeki koleksiyon, Esat Uluumay’ın 2013 yılında kurduğu ve ilk başkanı olduğu Uluumay Vakfı’nca korunuyor. UNESCO kültür mirasına giren Muradiye Külliyesi’ne komşu olan medresedeki müze, yerli ve yabancı turistleri 350 yıllı kapsayan zaman tünelinde sihirli bir yolculuğa çıkarmaya devam ediyor. Babasının 2018 yılındaki ölümünün ardından Uluumay Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı olan Feyza Uluumay Gökalp, ailesinin Bursa sevgine dikkati çekerek kentin köklü ailelerinden biri olduklarını şöyle anlatıyor:

“1935’te Umay Ana’dan ödünç aldığımız soyadımıza gelene kadar soyağacımızda çok değerli insanlar bulunmakta; Yıldırım Beyazıt’ın damadı Alaaddin bey, Hüdavendigar Medresesi’nin hocası Mehmet efendi, Debbağ şeyhi dedeler ve Atatürk Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimya mühendisi babaannemize kadar. Ancak sevgimiz sadece Bursa ile sınırlı değil, bizimkisi Anadolu ve memleket sevgisi tabii ki.” YEDI YAŞINDAN ÖLENE KADAR… Esat Uluumay’ın koleksiyonerliğe başlama öyküsünün 7 yaşlarına dayandığını aktaran Uluumay Gökalp, “Babamın henüz çocukken Kapalı Çarşı’da bir dükkânın vitrininde gördüğü matarayı çok istemesiyle başlıyor koleksiyonerlik öyküsü. Annesi Sadiye Hanım, küçük Esat’ın ısrarla istediği matarayı almayınca dükkân sahibi Esat’ın hayatına yön verecek koleksiyonerliğinin başladığı o cümleyi sarf ediyor: ‘Bu matarayı ben sana hediye ediyorum. Bundan sonra harçlıklarını biriktir ve öbür mataraları da alıp koleksiyonunu yap.’ İşte böylece Esat Uluumay’ın koleksiyonerlik serüveni başlıyor”

23


2020 / Sayı 3

24

şeklinde özetliyor süreci. Uluumay’ın Anadolu ve Osmanlı coğrafyasındaki kıyafetleri toplamaya başlaması ise 60 yıl öncesine kadar gidiyor. Folklor oynadığı yıllarda bu konuda yeterli kaynak olmaması ve yanlış uygulamalar nedeniyle menşeinden uzaklaşan geleneksel kıyafetlerin kaybolmasına daha fazla gönlü razı gelmeyen Esat Uluumay, koleksiyonerlik ruhuyla kolları sıvıyor. Babasının, iyi bir koleksiyoner olmak için kişinin kendine yakın bulduğu belli bir objeyi seçmesi gerektiğine inandığının altını çizen Feyza Uluumay Gökalp, sözlerini şöyle devam ediyor: “Koleksiyonu yapılan obje, her zaman yanı sıra farklı alternatifleri sürükler. Bir koleksiyonerle bir toplayıcıyı birbirinden ayıran en önemli şey her gördüğünü toplamak değil, bir konuda farklı alternatifleri bir araya getirebilmektir. Aksi halde bu, para ve zaman kaybı olur, koleksiyon olmaz.” Osmanlı şehzadelerinin türbelerinin bulunduğu, yerli ve yabancı turistlerin akın ettiği Muradiye Külliyesi’ne komşu olan Uluumay Vakfı Osmanlı Halk Kıyafetleri Takıları Müzesi’nin aslında bir özel koleksiyon sergisi olduğunu belirten Gökalp, “Normalde bizim dörtte birimiz kadar eseri olan pek çok müze olmasına rağmen biz müze olmamayı tercih ediyoruz. Ama Bursa halkı ve sanatseverler bizi müze olarak benimsemişler ve öyle adlandırıyorlar” diyor.

Esat Uluumay

NATIONAL GEOGRAPHIC’TEN CORNUCOPIA’YA… Alanında Türkiye’nin ilk ve tek

sergisinin açılış hikâyesine de değinen Vakıf Başkanı Uluumay Gökalp, şunları anlattı: “Babam Esat Bey, 60 yıl süresince Osmanlı halk kıyafetleri takıları ve yaşam objeleri hakkında yaptığı koleksiyonu öyle bir noktaya getiriyor ki ilgi ve sevgiyle yıllarca toplayıp araştırmasını yaptığı bu eserlerin ünü yurtdışına taşıp National Geographic ve Cornucopia gibi dünyaca ünlü dergilere dosya konusu olmaya başlıyor. Dikkatleri üzerinde toplayan koleksiyon sayesinde Şair Ahmet Paşa Medresesi TBMM Bakanlar Kurulu kararıyla Esat Beye tahsis ediliyor. Böylece daimi sergimiz olan Osmanlı Halk Kıyafet ve Takıları koleksiyonumuz halkla buluşuyor.” Koleksiyonun Anadolu ile sınırlı kalmadığını, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet sürdüğü tüm topraklarda yaşamış halklara ait kıyafet, takı ve yaşam objelerinden oluştuğuna vurgulayan Gökalp, Türkiye’de örneği bulunmayan koleksiyonun içeriğini şöyle özetliyor: “Irak’tan Macaristan’a, Yemen’den Bulgaristan’a, Azerbaycan’dan Kosova’ya kadar uzanan koleksiyonumuzda; ayakkabısından başlığına tamamı orijinal 240 adet halk kıyafetleri, 520 adet halk takısı, askeri müzede olmayan çeşitlilikte tamgalı binicilik ve at aksesuarları, hamam ve kahve kültürü koleksiyonları, yok olan el sanatları, tekstil aletleri ve tüm coğrafyadan toplanmış müzik aletleri bulunmaktadır. 15. ila 20. yüzyıl aralığında sergilediğimiz genel koleksiyonumuz yanı sıra Türklerin tek tanrılı dine geçmesinden önceki Şaman ve Tengri inanış ve törenlerine ait objeler ile Anadolu’dan geçiş yaptığı söylenen Budist rahiplerin aksesuarları bulunmaktadır. Şimdilerdeyse koleksiyonumuzda eksikliğini hissettiğimiz Kazakistan gelin kıyafeti için görüşmelerimizi sürdürüyoruz.” ZIYARETÇILERINI ADETA BÜYÜLÜYOR… Uluumay Vakfı Osmanlı Halk Kıyafetleri Takıları Müzesi’ne gelen ziyaretçilerin koleksiyon karşısında adeta büyülendiklerini ifade eden Uluumay Gökalp, “Özellikle böyle geniş bir koleksiyonun bir kişinin gayretiyle

Feyza Uluumay Gökalp

toplanmış olması onları şaşırtıyor. Eserlerin toplandığı bölgelerde yaşayan ya da o bölgelerle bağları olan kişiler ise geldiklerinde kendi geçmişlerindeki parçaları görüp mutlu oluyor. Hatta bazıları kendilerinde bulunan bazı antika eşyaları bağışlamak suretiyle koleksiyonumuza katıyorlar” diyor. Uluumay Vakfı’nın ilk amacının, koleksiyonun dağılmasını önlemek olduğunu belirten Gökalp, 2018 yılından beri üstlendiği Uluumay Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı’nda babasından devraldığı görevi, geniş kitlelerle buluşturarak yoluna devam etmek istiyor. Üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak araştırmalarına, yayınlarına devam ettiklerini bildiren Gökalp, bundan sonraki hedeflerinin koleksiyonlarını dünyaya taşımak olduğunun altını çizerek sözlerini şöyle tamamlıyor: “Dünya kentlerinde ve Türkiye’de çeşitli sergiler açmanın yanı sıra workshop’lar ve tanıtımlar yapmak ve maddi zorluklar çeken sanat öğrencilerine burs sağlamayı amaçlıyoruz. 2020 yılında babam Esat Uluumay’ın basıma hazır olarak bıraktığı birbirinden değerli bilgiler içeren 3 kitabı yayımlayacağız. Bunun yanı sıra İstanbul’da görüşmelerini sürdürdüğümüz büyük bir serginin hazırlıkları içerisindeyiz. Ayrıca, Esat Uluumay adına düzenleyeceğimiz bir tasarım yarışmasının ve vakfa gelir sağlayacak atölyelerin yapılabilmesi için hayat geçirilecek bir ek binanın yapımını planlıyoruz. Tüm gayretimiz insanlık tarihine tanıklık etmiş koleksiyonumuzu gelecek yüzyıllara taşıyabilmek.”


2020 / Sayı 3

25


2020 / Sayı 3

26

“Statüsüzlük” ve “geri gönderilme” korkusu, geçişleri arttırdı Onur Pazarlı / Izmir

Haber Yazısı

T

ürkiye ile AB arasında imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”ndan bugüne, ilk defa geçişler en yüksek sayıya ulaştı. Ölen mültecilerin sayısının azalması tek sevindirici durum oldu. MülteciDer Başkanı Geçmez, artışın, “statüsüzlük” ve “geri gönderilme” endişesinden kaynaklandığını vurguladı. Yetkililer, ülkelerin gerekli tedbirleri alması ve yasal yollardan kabul ettiği mülteci sayısını artırma gibi çözümler üretmesini öneriyor Göç İdaresi Genel Müdürlüğü geçtiğimiz yılı, mülteciler için “uyum yılı” ilan etse de değişen hükümet politikaları, mülteci geçişlerini arttırdı. Politikacıların mülteciler üzerinden siyaset yapması, sosyal medyanın da etkisiyle nefret söylemlerinin

artması, istikrarlı bir mülteci politikasının olmaması, ülkeler arası ilişkilere göre politikaların değişiklik göstermesi, herhangi bir uluslararası anlaşmazlıkta mültecilerin öne sürülmesi, ülkedeki çeşitli sorunların temeline inilmek yerine mültecilerin sorumlu olarak gösterilmesi ve sınır dışı edilme gibi nedenler, mültecilerin Avrupa’ya geçişini arttırarak devam etmesini getirdi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNCHR) verilerine göre, 2019 yılında 59,591 mülteci Ege Denizi’nden, 14,891 mülteci ise kara yoluyla Yunanistan’a geçiş yaptı. Böylece, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında 18 Mart 2016’da imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”ndan bugüne

31 Ocak 2020

en yüksek rakama ulaşıldı. 2018’de 50 bin civarında mülteci geçiş yaparken geçen yıl, yarı yarıya bir artış yaşandı. Geçiş yapanların önemli kısmını Afganistanlılar oluşturuyor. 20 bin 607 Afganistanlı, 14 bin 868 Suriyeli, 3 bin 662 Kongolu, 3,355 Iraklı ve 2 bin 921 Filistinli geçiş yaptı. Ayrıca İran, Pakistan, Kuveyt ve Cezayir ve diğer pek çok ülkeden gelen mülteciler de, Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçti. Yunanistan’da adalarda bekleyenlerin sayıları da 60 bini buldu. Mülteciler, en çok Lesvos, Kios, Samos adalarında bekletiliyor. ENGELLENEN MÜLTECILERIN SAYISI DA ARTTI Geçiş yaparken engellenen mültecilerin sayısında da


2020 / Sayı 3

bir artış oldu. Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın verilerine göre, 2019 yılında Ege Denizi’nde 60,744 mülteci geçiş yaparken durduruldu. Ege Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’i kullanarak Avrupa’ya geçmeye çalışırken Sahil Güvenlik Komutanlığı’nca alıkonulan mülteci sayısı, son 5 yılda 238 bin 158’e ulaştı. Yine kara yoluyla Avrupa’ya geçmeye çalışırken engellenen mülteci sayısı da arttı. Edirne İl Göç İdaresi’nin verilerine göre, geçtiğimiz yıl Edirne’de 123 bin 377 mülteci durduruldu. Geçtiğimiz yıl bu rakam 74 bin 824 idi. Yine geçen yıl Türkiye genelinde mültecinin iltica hakkı engellendi. Edirne’de engellenen 123 bin 377 mülteciden ilk sırayı 33 bin 154 kişiyle Pakistanlılar alırken, onları 26 bin 61 kişiyle Afganistanlılar, 11 bin 722 kişiyle Bangladeşliler aldı. Rakamların tek sevindirici yanı ise, ölen mültecilerin sayısının azalması. 2018’de 174 mülteci Ege Denizi’nde yaşamını yitirirken 20 19’da 71 mülteci yaşamını yitirdi. “Mülteciler, korku ve belirsizlik içinde yaşıyor” 24 Saat Gazetesi’ne açıklamalarda bulunan Mültecilerle Dayanışma (Mülteci-Der) Derneği Başkanı Avukat İrem Geçmez, 2019 yılının mülteciler açısından oldukça zor bir yıl olduğunu belirtti. MülteciDer Başkanı Geçmez, 2019’da da ülkelerin mülteciler bakımından ellerini taşın altına koymalarının sağlanamadığına dikkat çekerek şunları söyledi: “Uluslararası

alanda paylaşılması gereken bu yük, maalesef Türkiye’nin omuzlarına bırakıldı. Suriyeliler açısından ele alındığında 2011 yılından beri ‘geçici koruma’ kapsamında tutulan mülteciler, istikrarlı bir politika olmadığı için, kayıtlı olsun ya da olmasın bir korku ve belirsizlik içerisinde yaşıyor. Geçici koruma kapsamında olanlar ‘geçici’ olan korumanın sonlandırılması halinde ne yapacaklarını, uluslararası koruma başvurucusu olanlar da bu başvurunun nasıl ve ne zaman sonuçlanacağını bilmiyor.” “IDARI GÖZETIM SAYILARI DA ARTTI” Geçen yıla oranla hakkında sınır dışı kararı alınan ve sınır dışı edilmek üzere idari gözetim altına alınan mülteci sayısında artış yaşandığını kaydeden Geçmez, açıklamasını şöyle sürdürdü: “İdari gözetim alanlarının yetersiz gelmesi sebebiyle bu alanların da sayısı artırıldı. Kanunda sınır dışı etme kararı alınacaklara ilişkin maddede yer alan kamu düzeni ve güvenliğini tehdit etme unsuru çok geniş bir şekilde yorumlanarak pek çok kişi adalete erişemeden sınır dışı edildi. 2019 yılının sonunda ise mültecileri önümüzdeki yıllarda da olumsuz etkileyebilecek bir durum meydana geldi.” “ŞARTLAR ZORLAŞTI, UMUT TÜKENMEDI” Yasalarda gerçekleştirilen son

değişikliklere de değinen Geçmez “Yeni düzenlemeler, adalete erişim konusunda zorluk yaşayan ve pek çok hak ihlaline maruz kalan mültecilerin geri gönderilmesini kolaylaştırma amacını ortaya koymakta. Kanunda sınır dışı kararlarına karşı dava açma süresi, 15 günden 7 güne indiriliyor. Meclis tarafından kabul edilen değişikliklerden biri de kabul edilemeyen yolcuların işlemleri sonuçlanıncaya kadar sınır kapılarında kendileri için belirlenen alanlarda bekletilebilmesine ilişkin. Burada, yabancıların belirsiz ve öngörülemez bir şekilde özgürlük ve güvenlik hakkının kısıtlanması söz konusu olabilecek” ifadelerini kullandı. Geçmez, açıklamasını şöyle tamamladı: “Bütün bu yaşananlar şartların zorlaşmasına neden oldu ancak bunun umutları tükettiğini söyleyemem. Geçiş sayıları da aslında bunu gösteriyor. Çünkü insan yaşadığı sürece umut var. Bu insanlar, insan onuruna yaraşır bir hayat sürdürmek için ölümü göze alıyorlar. Mayınlı arazileri, çoğu yüzme bilmediği halde denizleri aşıyorlar. Bir kere başaramayan çoğu zaman bunu tamamlayana kadar deniyor. Maalesef haberlerde sadece sayısal değer olarak görsek ve etkisini yitirmeye başlasa da bu denemelerde pek çok insan hayatını kaybediyor. Bu yüzden ülkelerin bu konuda gerekli tedbirleri alması ve yasal yollardan kabul ettiği mülteci sayısını artırma gibi çözümler üretmesi gerekiyor.”

27


2020 / Sayı 3

28

Kaplancan: Siyasi kaygı gözetmeksizin ‘Deprem Konseyi’ oluşturulmalı! Cengiz Aldemir / Ankara

Haber Yazısı

D

eprem öncesi ve sonrası planlamanın önemine değinen Tarihsel Depremler Araştırmacısı Kaplancan, hiçbir siyasi kaygı gözetmeksizin Türkiye Deprem Konseyi’nin oluşturulmasının önemini vurguladı. Japonya ve pasifik ülkelerinde 7 şiddetinde yaşanan depremlerde ölüm olayına rastlanmadığına dikkat çeken Kaplancan, Elazığ’da yaşanan 6.8 büyüklüğündeki deprem dahil yaşanan ölümleri, eğitim

ve yapı stoğundaki binaların deprem dayanıksızlığına bağladı “Deprem tam unuttuğumuz anda kendini hatırlatan bir gerçeklik olarak ülkemiz gündeminden hiç düşmemektedir” diyen Tarihsel Depremler Araştırmacısı Cenk Kaplancan, 24 Saat Gazetesi’ne konuştu. Açıklamasında öncelikle deprem konusundaki eğitimsizliğe işaret eden Kaplancan, sözlerini şöyle sürdürdü: “1999 Marmara Depremi’nden hemen sonra yapılan yapı denetimi, kentsel

4 Şubat 2020

dönüşüm, acil müdahale, zarar azaltma, deprem bölgelerinin derece tespiti çalışmaları, afetlerde kentsel risklerin değerlendirilmesi ve afet öncesi ve sonrası alınacak tedbirler ile afet toplanma alanlarının belirlenmesi çalışmalarında istenilen noktaya bir türlü ulaşılamamıştır. Deprem ülkesi olarak adlandırılan Japonya ve diğer pasifik ülkelerinde, 7 ve 7’nin altındaki depremlerde panik veya sağlıksal sebeplerden dolayı görülen ölümler dışında enkaza dayalı bir ölüm olayına


2020 / Sayı 3

sıklıkla rastlanmazken, maalesef ülkemizde bu büyüklükteki bir depremde onlarca ölümün meydana gelmesi, başta eğitim olmak üzere insan odaklı daha çok işimizin olduğunun en belirgin göstergesidir.”

Cenk Kaplancan

DEPREM GEÇMIŞIMIZ Türkiye’nin kritik fay hatlarında yaşanabilecek depremlere dikkat çeken ve geçmişte yaşanan depremleri hatırlatan Kaplancan, sözlerine şöyle devam etti: “Ülkemizin depremler geçmişine bir göz attığımızda ise karşımız çok dramatik bir tablo çıkmaktadır. Örneğin Erzincan’da 1939 yılında iki kez, 1941 ve 1992 olmak üzere 1900-2000 aralığında dört yıkıcı depremi yaşadığından hareketle bu ve benzeri illerimizin artık senkronize olmuş bir depremselliğinden söz etmek yanlış olamaz. Özellikle GüneyBatı Anadolu ve Akdeniz-Ege kavuşumunda bulunan GiritRodos-Marmaris-Muğla, Aydın, Denizli hattında da bir başka gerçekle yüzleşiyoruz. Öyle ki, bu hat boyunca tarihsel depremlere bakıldığında 109 adet 5 ve üstü deprem kaydına rastlıyoruz. Yine üst Ege kesiminde de tarihsel depremlerin dili bize aynı bilgileri veriyor. Ancak hiç şüphesiz bilim insanlarının da üzerinde sürekli uyarı ve açıklama yaptığı ve olası depremlerinden çekindiği bölgelerin başında Kuzey Anadolu Fayı Zonu (KAFZ) ile Doğu Anadolu Fayı gelmektedir. Özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde uyuyan veya uzun zamandır hareket gözlemlenmeyen fakat geriliminin sürekli arttığı bilinen fayların varlığı bilim insanlarında kaygı ve endişe yaratmaktadır. Mesela,

büyüklüğü 6.8 olan depremle sarsılan Elazığ’ın Sivrice İlçesi ve çevresinde aktif olan, fakat 1875 yılından beri hareket etmeyen 85 km uzunluğundaki HazarSincik Fayı, 1874’ten beri hareketi olmayan 50 kilometrelik PaluHazar Fayı, 1905’ten beri faaliyeti olmayan 50 km uzunluğundaki Çelikhan-Gölbaşı Fayı, 1971’den 6.8 büyüklüğünde deprem üreten 65 km uzunluğundaki BingölKarlıova Fay hatları ile Bingöl ve Türkoğlu-Gölbaşı sismik boşlukları -aktif bir fayın uzun süre deprem üretmeyip hareketsiz kalması anlamına gelmektedirgelecekte büyük bir deprem olma ihtimalini artırmaktadır.” DEPREM ÖNCESI VE SONRASI PLANLAMA Bilim insanı Kaplancan, deprem riski yüksek bölgeler konusunda şu uyarılarda bulundu: “Kuzey Anadolu Fay Zonu (KAFZ) ise ülkemizin bir başka deprem üreten gerçeği olarak aklımızda önemli bir yer işgal etmektedir. Öyle ki; bu fay hattı üzerinde 6.7 ile 7.8 arasında değişen büyüklüklerde meydana gelen 12 adet hasar veren depremlerde 63.846 kişi hayatını kaybetmiştir. Deprem ve Kuzey Anadolu Fayı konuşulduğunda konu hemen İstanbul’a gelmekte ve tartışmalar olası İstanbul depremi üzerine yoğunlaşmaktadır. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 19’unun yaşadığı ve ülke istihdamının yüzde 20’sinin, ülke endüstrisinin yüzde 38’ine, ticaretinin yüzde 27’sine hükmeden bir şehrin olası bir deprem ile karşı karşıya olması tabi ki çok özel bir konudur. Ancak KAFZ boyunca yaşanan ölümlü depremlerin yüzde 73’ü olan 46 bin 728 kaybın Marmara dışında yaşandığı göz önünde bulundurulursa aslında konuşulacak bir diğer önemli konunun da olası, Düzce, Bolu (Merkez, Mudurnu, Gerede, Mengen), Çankırı (Kurşunlu Vadisi), Ankara (Kızılcahamam), Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Tunceli, Muş, Bingöl, Ağrı ve Van illerimizde meydana gelebilecek orta şiddette veya şiddetli depremlerin yıkıcı etkisinin ne olacağı ve alınacak önlemler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yaklaşık 45

milyon insanın yaşadığı 14 ili kapsayan bir hat boyunca etkili olan ve dünyanın en tehlikeli diri fay hatlarının başında yer alan KAFZ, bu 14 il için de hayati öneme haiz bir afet öncesi ve sonrası planlamaya ihtiyaç duymaktadır.” TÜRKIYE DEPREM KONSEYI OLUŞTURULMALI Deprem konusunda önceliğin acil müdahale eğitimi ve yapı stokunun kategorilere ayrılarak en kısa sürede dönüşüme açılması ve siyasi kaygılardan uzak “Deprem Konseyi” oluşturulmasına vurgu yapan Kaplancan, şunları söyledi: “Öncelikle Türkiye Deprem Konseyi, hiçbir siyasi kaygı gözetmeksizin tekrar oluşturulmalı. KAFZ ve Doğu Anadolu Fay Zonu boyunca köy yerleşik alanlarında hemen yapı düzenlemesi başlatılmalı, kerpiç ve yığma yapılar zorunlu iskâna tabi tutularak bu yapılarda ikamet engellenmelidir. Bu seferberlik İl Özel İdareleri ve Büyükşehir Belediyelerine kaynak aktarmak suretiyle gerçekleştirilmelidir. Tarihsel depremlerin bize anlattıkları çok açık ve nettir. Can kayıplarına bakıldığında eski dönemlerdeki ölüm oranları ile yakın tarihlerdeki yıkıcı depremlerin can kayıp oranları arasında farklılıklar gözden kaçmamaktadır. Hiç kuşku yok ki bunda en önemli pay geleneksel yöntemlerle inşa edilmiş yapıların günümüzde terk edilmeye başlanmasıdır. Özellikle her deprem sonrası kırsal alandan gelen haberler de bunu doğrulamaktadır. Orta veya şiddetli sınıfında kayıtlı 2002 adet depremin yaşandığı ülkemizde her geçen gün olası depremlere bir adım daha yaklaşmaktayız.” Kayıtlı veya kayıtsız zamanlarda meydana gelen depremlerin uygarlıkları sonlandırdığını, kent veya site nüfuslarını yok ettiğine dikkat çeken Kaplancan, günümüzde tarihi eser ve ören alanlarının şiddetli depremlerle toprak veya sular altında kaldığını belirtip “Şunu çok net biliyoruz ki insanları deprem değil bina öldürür. Eğitimle depremin önüne geçilebileceğine bir kez daha vurgu yapmak istiyorum” diyerek sözlerini tamamladı.

29


2020 / Sayı 3

30

Üniversite eğitimi alarm veriyor…

Haber Yazısı

Ayla Ganioğlu / Ankara

10 Şubat 2020


2020 / Sayı 3

G

eçtiğimiz on yedi yılda, üniversite sayısı iki kat artarken, yeterli öğretim üyesi olmaması ve plansız bölümler açılması nedeniyle eğitim kalitesinde düşüş ve iş bulamayan yüksekokul mezunları ordusu ile karşı karşıya gelindi. Bazı üniversitelerde hiç öğretim üyesi bulunmaması veya hiç başvuru yapılmayan bölümler bulunması da üniversite eğitiminde sorunun alarm verir hale geldiğinin göstergesi olarak kabul ediliyor. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) verilerine göre, 122 devlet üniversitesinin 78’inde, 273 bölümde profesör, doçent veya doktor öğretim üyesi bulunmazken, üniversitelerde doluluk oranları da son üç yıl içinde yüzde 96’dan yüzde 81’e düştü. Öğretim üyesi açığı, en fazla eşit ağırlıklı öğrenci alan bölümlerde görülüyor. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ise, bu açığı gidermek için geçtiğimiz günlerde toplam 535 araştırma görevlisi kadrosuna atama izninin Cumhurbaşkanlığınca onaylandığını açıkladı. YÖK, yapılan planlamalara göre, iki yıl içinde öğretim üyesi eksikliğinin büyük ölçüde giderilmiş olacağını açıkladı. Siyasi partiler ve eğitim sendikaları, sorunun, planlama olmaması, “liyakat”ın gözardı edilmesi, üniversitelere “norm kadro” atamalarının Cumhurbaşkanlığı onayına bağlanmasından kaynaklandığının altını çiziyorlar. “YANDAŞ REKTÖRLÜK!” Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Yıldırım Kaya, 24 Saat Gazetesi’ne, hükümetin, popülist bir yaklaşımla, yeterli öğretim üyesi yetiştirmek için bir planlama yapmadan, “her şehre, neredeyse büyük ilçelere” bir üniversite açtığını belirtti. Kaya, konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: “Profesörlük, doçentlik kadrolarının liyakate göre belirlenmesi gerekirken, ne liyakate ne de plan- programa bağlı kalındı. Rastgele üniversite açıldı. Kontenjanlar yüksek tutuldu, insanlar sınava girdiğinde bir üniversiteye yerleştiği sevincini yaşadılar. Ama o üniversiteyi bitirdiğinde, hiçbir

alanda iş bulamadılar. Şu anda her üç üniversite mezunundan biri iş bulamaz durumda. Bu da bize gösteriyor ki, üniversiteler bilim yuvası olmaktan çıkarıldı, tipik bir liseye dönüştürüldü.” CHP Genel Başkan Yardımcısı Kaya, eğitimde de “yandaş”lık ortaya çıktığını, “yandaş rektörlük, öğretim üyelikleri” oluştuğunu dile getirerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) il, ilçe örgütlerinden, cemaatlerden gelen referanslarla üniversitelere atamalar yapılıyor. Mesela bir bakıyorsunuz ilahiyat mezunu biri, fen bölümüne, hukuk bölümüne ya da ziraat fakültesine getirilip konmuş. Rektör atamalarında da, AK Parti’de milletvekili aday adayı, belediye başkan adayı olmuş ya da milletvekilliği, bakanlık yapmış kişiler seçiliyor. Bunların bu işi yapıp yapamayacağına bakılmıyor. Bunun için dünyadaki 500 üniversite arasına giren bir üniversitemiz dahi yok, yani üniversitelerimiz ne yazık ki AK Parti eliyle yok ediliyor. YÖK bu olayda inisiyatif koyabilecek durumda değil çünkü ‘Saray’da oluşturulmuş bir paralel YÖK var, diğer kurum ve bakanlıklar gibi… Bunların aldıkları kararları, bakanlıklar ve kurumlar uymak zorunda kalıyorlar.” “MEZUNLARIN IŞ BULAMAMASI, ÜNIVERSITELERE GÜVENI SARSTI” Kontenjanların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini vurgulayan Kaya, “mağaza zinciri gibi üniversite zinciri olamayacağını belirterek, şunları söyledi: “Eğitime dair iktidarın hiçbir başarı elde edemediğini görüyoruz. Ama tek hedefleri var: Cumhuriyetle, devrimleriyle hesaplaşmak. Bunun da tek yolu var. Eğitim sistemini bozarlarsa bunu sağlayabileceklerini düşünüyorlar. Ama farkında değiller. Bunlar ağaçta çürümüş meyvedir. Hiçbir çürümüş meyve ağaç dalında duramaz yere düşer. Bunlar da düşecek.” Mezunların iş bulamamasının önemli bir sorun olduğunu ve üniversitelere güveni sarstığını ifade eden Kaya, iş bulmak için daha çok meslek liseleri, meslek üniversiteleri, teknoloji

üniversitelerine yönelme olduğuna işaret ederek açıklamalarını, “Bu sorunların çözümü için iktidar değişikliği gerekiyor. Üniversite mezunu olmayanlar, üniversitelerin kıymetini bilmezler. Üniversite diploması olmayanların üniversitenin ne olduğunu bilmesi mümkün değil. Diplomasızlara ülke emanet etmemek gerekir” ifadesiyle tamamladı.

Anadolu’da açılan aynı tip fakülte bölümlerinde hiç öğretim üyesi olmayan ama öğrenci alan onlarca bölüm var.

“DURUM HÜSRAN” İYİ Parti Toplumsal Politikalar Başkanı Şenol Sunat da, programsız ve plansız şekilde her şehre üniversite açıldığını ve açılmaya devam edildiğini bildirerek, “2002 yılında 68’i devlet, 25’i vakıf olmak üzere 93 üniversite vardı. Bugün 2019 yılı itibarıyla, 129’u devlet ve 77’si vakıf olmak üzere toplam 206 adet üniversite var. 17 yılda Türkiye’de üniversite sayısı ikiye katlandı. Hangi yetkinlikteki öğretim üyesinin kadroya alınacağı tartışılmadan bölümler açılıyor. Anadolu’da açılan aynı tip fakülte bölümlerinde hiç öğretim üyesi olmayan ama öğrenci alan onlarca bölüm var. Bütün derslere bir asistanın girdiği bölümler var. Durum hüsran” saptamasında bulundu. Sunat,“15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile iltisaklı ve ilişkili olduğu ileri sürülerek Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile altı bini aşkın öğretim üyesinin görevden alınmasının da” öğretim üyesi açığı açığının nedenlerinden biri olduğuna dikkat çekip “Olağanüstü Hal

31


2020 / Sayı 3

32

(OHAL) şartlarında, FETÖ ile ilişkisi olmayanların bile görevden alındığı, haklarını arayamadığı gerçeği de ortadadır. Benden olsun anlayışıyla, liyakate önem vermemek, muhtelif konularda yurt içinde ve yurt dışında doktora yapmış ama adamını bulamamış akademisyenlere yol açmamak, bu iktidarın tüm devlet kurumlarında olduğu gibi en büyük zafiyetidir” diye konuştu.

iken gençler artık öğretim üyesi olmayan, merdiven altı yüksek lise denilebilecek, hatta lise şartlarından daha kötü okullarda okuyup ailelerine yük getirmek istemiyor. Anadolu üniversitelerinin fakülte ve bölümleri gözden geçirilerek çağın şartlarına uygun, meslek kazandırabilecek bölümlere dönüştürülmesi gerekir” çağrısı yaptı.

“YÖK KALDIRILMALI” İYİ Parti Toplumsal Politikalar Başkanı Sunat, 2019 yılı ve sonrası için kamu üniversitelerinin norm kadro onaylarının tamamının “Saray”a bırakıldığını kaydedip açıklamasına, “Bu durum zaten sıkıntılı durumda olan kadro durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Bu şartlarda akademik kariyer yapıp kadroya geçmek isteyenlerin yollarının Saray’la veya Saray’ın atadığı rektörlerden geçmesi gerek. Maalesef siyasi kadrolaşmayı tamamlamak için üniversitelerimize de kıydılar” diyerek devam etti. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen ucube sistemin getirdiği tek adam kararları ve sonuçlarının üniversiteleri de içinden çıkılmaz bir duruma düşürdüğünü dile getiren Sunat, “Üniversiteler özerk ve özgür olmalıdır. Kendi kadrolarını, belirlenen tutarlı ilkeler çerçevesinde tayin edebilme hakkına sahip olmalılardır. YÖK kaldırılmalıdır. Yerine üniversiteler arasında koordinasyondan sorumlu daha demokratik ve bilimsel özerkliği koruyacak, akademik başarıyı teşvik edecek bir kurul oluşturulmalıdır. Siyaset, üniversitelerden eline çekmelidir” önerisinde bulundu.

“ACIL TEDBIR GEREKLI” Eğitim Bir Sen Genel Sekreteri Latif Selvi, lise öğrencilerinden yüzde yüze yakının üniversite sınavlarına katıldığını, üniversite sayısının arttığını ama aşağı yukarı 12-15 yıl alan doktoralı bir öğretim üyelerinin yeterli oranda yetiştirilemediğini söyledi. Eğitim Bir Sen Genel Sekreteri Selvi, eğitim alanında bir dönüşüm yaşandığını, ayrıca öğretmenlik gibi bir dönemde çok yüksek istihdam olan alanlarla ilgili hızlı okullaşma sonucunda fazlalık ortaya çıktığına dikkat çekti. Halen 400 bin atama bekleyen öğretmen varken, bunların sadece 20 bininin atanabileceğini, geriye kalanların da “eğitim fakültesini bitirmiş işsizler ordusuna” katılacağına değinen Selvi, bunun da üniversite okuyarak emek verenlerde moral bozukluğunu getirdiğini ifade etti. Selvi, istihdam olmayan bölümleri tercihlerin azaldığını ve iş garantili meslek üniversitelerinin tercih edildiğini, üst dilimlerdeki öğrencilerin de bu bölümleri seçtiğini, şu anda Avrupa’nın en fazla yükseköğrenim öğrencisine sahip ülkenin Türkiye olduğuna işaret ederek şunları söyledi: “Sorunların temelinde planlama problemi var. Kamu sistemi içinde bir planlama yaparsınız ve herkes buna tabii olur. Okullaşma talebi yüksek ama eğitim sonrası iş konusunda sorun yaşanıyor. Meselenin herkes farkında. Daha da kötü noktaya gideceği görülüyor. Tedbir alınması için bir gayret söz konusu. Tedbirlerin acil bir şekilde hayata geçmesi lazım. Yüksek Öğretim ve Eğitim Politikaları Kurulu, sorunların çözümü için çalışıyor. Eğitim uzun vadelidir. Sonuçları hemen ortaya çıkmaz. Onun için hızlı çalışılması gerekiyor. Eğitim

GENÇ IŞSIZLERIN BÜYÜK BÖLÜMÜNÜ ÜNIVERSITE MEZUNLARI OLUŞTURUYOR Üniversite kontenjanlarının akademik veya ekonomik nedenlerle değil siyasi nedenlerle artırılmış olması nedeniyle, “genç işsizliğinin en az yüzde otuz, bunun büyük kısmının da üniversite mezunu olduğunu belirten Sunat, “Mezun olan gençlerin iş bulamadıkları ortada

sendikası olarak yayınlarımız ve değerlendirme raporlarımızda çözüm için katkı vermeye çalışıyoruz. YÖK ile sürekli görüşüyoruz. Bazı bölümler kapatılıyor ve bazıları açılıyor. Yeniden yapılanma içindeler.” “NORM KADRO” Eğitim Sen Genel Yükseköğretim ve Eğitim Sekreteri Özgür Bozdoğan ise, iktidarın “üniversiteyi iktidarının devamı açısından en önemli egemenlik alanlarından biri” olarak görmesinin sorunların kaynağı olduğunu vurguladı. Bozdağan, “İktidara muhalif olarak görülen öğretim üyeleri, üniversiteden tasfiye edilmekte veya dolaylı olarak tasfiyeyi kolaylaştıracak düzenlemelerle üniversitede güvencesizlik yaygınlaştırmaktadır” dedi. Yapılan mevzuat düzenlemeleriyle tüm yetkilerin rektörde toplandığını, neredeyse hiç öğretim üyesi olmadan da üniversitede eğitimin devam edebilmesine olanak sağlayan bir yapının ortaya çıktığını söyleyen Eğitim Sen’den Bozdağan, “Kadro ilanlarının neredeyse isme özel hazırlandığı yeni yükseköğretim yaşantısı, kadrolaşmanın hiç yaşanmaması gereken üniversiteyi bir taraftan çürütmekte, bir taraftan da çözmektedir. Üniversite, kârzarara göre faaliyet gösteren ticari kurumlara dönüştürüldü” ifadesini kullandı. Bozdağan, öğretim üyelerine dönük olarak OHAL döneminde KHK’larla yaşanan tasfiyelerin, bu dönemde, görev süresinin uzatılmaması, sözleşmelerin yenilenmemesi şeklinde yürürlükte olduğunu belirterek, norm kadro uygulamasının ve akademik yükselme kriterlerinin zorlaştırılmasının da üniversitede dolaylı olarak tasfiyeyi arttırdığını vurguladı. “Neredeyse 500 bin öğretmen atama beklemektedir. Ataması yapılmayan öğretmenler, ciddi sorunlarla baş etmek durumunda olan bir sosyal kesime dönüşmüştür” diyen Bozdoğan, kontenjanlarla ilgili diğer bir sorunun da YÖK’ün bu konuyu asıl muhatapları ile değil işverenlerle tartışmayı sürdürmesi olduğunun altını çizdi.


2020 / Sayı 3

Gazeteciler Cemiyeti Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org www.gazetecilercemiyeti.org.tr www.24saatgazetesi.com

facebook.com/media4democracy twitter.com/democracy4media instagram.com/media4democracy youtube.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

33


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.