Ses Dergis 7. Sayı

Page 1

Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 SayÄą 7

1


Bir Zamanlar Altın Sarısındaydı Güneş Mecid Öz

Editörden Sürgün Kalemler ŞERİF AYDIN

Rüyama Geldin MUSTAFA KESKİN Zamanın Ötesine Şimdiyi Taşıyanlar SEYFULLAH SACİD Huu SİNE ELİF Badem Çiçeği Üzerine ESRA DOLUNAY Gülün Dikenleri S.Tuğba Engin

Bitmesin Gece ŞERİF AYDIN Vicdana İki Kelam Ömer Dilbaz Düşünmenin Bedeli ZEYNEP GÜR Bir Fikir İşçisi: Cemil Meriç ve Bu Ülke DENİZ BARIŞ Kimsesizliğin Koylarında KATRE

Sevmiyorum ÖZNUR

Çocuk ve Köpek İBRAHİM M. ÖNER Orada Bir Ülke Var YASEMİN TATLISEVEN

Ahmet Burhan Ataç YASEMİN TATLISEVEN

Düşünmenin Bedeli ZEYNEP GÜR

Elveda HASAN YILMAZ

Yazarlar ve Yazanlar RABİA

Çağ ESRA DOLUNAY Seni Arıyor MUSTAFA KESKİN Biz Gittik Öylece DEHRİFANİ

Merhaba BUĞDAY KEDERİ Ağır Kanat MEDİNE YILDIZ Sevgili Dost SİNEM DER Kİ Leylan (Kitap Değerlendirme) MAVİ


Ses Dergisi

Editör Yazısı

C

an dostlar, herkese Kanada’dan kucak dolusu selamlar... Dergimizin Mart sayısı, yani yedinci sayı ile merhaba diyoruz. Hepinizin merak ettiği ve benim de bugün-yarın bir bilgilendirme mesajı ile duyurayım deyip bir türlü yapamadığım Şubat sayısının akibeti ile ilgili mevzuyla başlayayım. Suriye’de yaşanan elim vakadan dolayı dizayna ara verdiğimi paylaşmıştım ama malesef o konu beni günlerce meşgul etti, toparlayamadım ve toparlayamayınca da elim dizayna gitti-geldi. Öncelikle şehit olan askerlere Allahtan rahmet kederli ailelerine de başsağlığı, yaralılara da acil şifalar diliyorum. Bu ciğer yakan vakadan dolayı Şubat sayısını, geç kaldığımızdan ötürü, Mart’la birleştirmiş olduk. İkinci konu olarak, bu ayki sayımızın kapak dosya çalışmasnı “Sürgün Kalemler” olarak belirledik. Amaç, tarihi bugüne taşıyalım ki bugünün kalemlerinin bir misyonu olduğu ve bugünü yarına taşımanın parmaklarına binen bir yükümlülük olduğunu birlikte okuyalım. Neler yok ki geçmişte... Kendileri ülkelerine gidemediği için “Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok...” mısralarıyla kuşları vatanlarına yollayanlar mı, sevdiğine yolladığı mektupları kitaplara dönüştürenler mi, çıkan afla ülke- lerinin yolunu tutunca ilk cami minarelerini görünce ağlayanlar mı... kimden bahsetsem bilemedim. Okursunuz.... Üçüncü konu olarak da yazı gönderen dostlara yönelik bir duyuru yapmış olalım. Birkaç defa duyurulmasına rağmen sanırım gözden kaçan birkaç mevzu var. Bunlardan biri gönderilen yazıların daha önce bazı dergi veya sosyal medya hesaplarında yayınlanmış olması. Ricamız, göndereceğiniz yazı veya şiirler daha önce bir yerde yayınlanmamış olsun. Son söz olarak da her sayıda olduğu gibi bu sayıda da yazı ve şiirleriyle yalnız bırakmayan kalem dostlarına yürekten teşekkür ediyorum. Derginin bir hacmi ve edebiyat dergisi çerçevesi olması hasebiyle gelen tüm yazı ve şiirleri yayınlayamadık. Emek verip gönderenler yılmasın göndersinler lütfen. Onlardan da eksiklerini tamamlayıp bu kervana katılmalarını istiyorum. Hepinize yürekten teşekkür ediyor, bahara yönelen mevsimlerin kapıyı çaldığı bugünlerde yüreğinize cemre düşmesi dileğiyle...

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

SES DERGİSİ Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Hilal Görgülü Yayın Heyeti Sacit Orçan Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Mavi Yayın Türü Ulusal Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin İletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada www.youtube.com/sesdergisikanada Instagram: @sesdergisikanada Sosyal Medya Koordinatörü Mavi D. Adres: Ottawa, Kanada sesdergisicanada@gmail.com

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir. 3


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Sürgün Kalemler ŞERİF AYDIN

“Anadolu sürgünü bol, sürülmesi kolay bir ülke… Aşığı olduğu kadar kırığı da çok olan bir yurt…”

T

ürk ve dünya edebiyatı kalemini sürgünde bırakmışların edebiyatıdır. İtiraz edecek bir sözü olanların sürgün listesinde ismi geçtiğini görmek mümkündür. Gittikleri ülkelerin dilini öğrenseler de, özgürlüğü o tapraklarda tatmış olsalar da dilin sürgünlüğü hep sürüp gitmiş. Kimisi özgürlüğü savunmuş da sürülmüş, kimi haksızlığa isyan ettiğinden... Satırlarında asi bir ruhun değil, baş eğmeyen bir fıtratın izleri var. Bu ise tek sesliliği istemeyen iktidarların listesine girmeye ve canı kadar sevdiği topraklardan koparılmaya sebep sayılmış. Kimler yok ki bu listede. Sağcısı-solcusu, dindarı-seküleri, milliyetçisi-liberali… Sözün özü güç kimin elindeyse kan uyuşmazlığı yaşadığı öbür mahallenin özgür ruhlu çocuklarına ülkeyi yasaklamış. Bu yasakların kimi aylar kimi yıllar sürmüş, kimileri büyük bir özlemle hasret şiirlerini yazmış kimi adına memleket hikayeleri diyeceği öyküler kaleme kalmış. Sürgünde olan kalemler geldiği toprakların dilini öğrenseler de Osman Necmi Gürmen’in dışında hepsi eserlerini kendi dilinde yazmış. Aslında şöyle diyeyim. Gurbet dev kafaların meskeni olmuş Türk edebiyatı için. Bu dil hasreti sadece Türk edebiyatına mahsus değil, tabi ki. Otuz yıla yakın Paris’te oturan Arjantinli yazar Julio Costazar, İspanyolca yazdığı sürece ülkesinden uzakta olmadığını ifade ediyor. Asturias bundan farklı değil. Peru’lu Manuel Scorza, Ant dağlarının meltemini Paris’te satırlara döküyor. Yakın tarih sürgünü en fazla yaşayan ülkelerden biri hiç şüphesiz Nazi Almanyası’dır. Türkçede sürgün edebiyatı diye toparlanan bu kalemler Almanya’da ‘Exilliteratur’ adı altında yani ‘sürgün edebiyatı’ adı altında toplanmıştır. İlginç olan ise bugün dünya edebiyatına giren Alman modern klasiklerinin başlıca yazarları işte bu isimlerdir: Broch, Heinrich Mann, Brecht, Thomas Mann, Musil, Werfel, Döblin, Zuckmayer, Zewing gibi. Kimileri kıta değiştirmiş kimileri ülke. Viyana, Amsterdam, Paris, Moskova, İsviçre kentleri, İskandinavya,

4

Amerika, Arjantin, Şili, Birezilya ve Meksika gibi ülkeleri mesken tutmuş bu kalemler yıllar sonra unutulmaz izler bırakacak eserlerini buralarda vermişler. Bu sürgün yılları ise geride kalanların haberi ve hasretleri yer yer hikayelere ve romanlara konu olmuş. Refik Halit Karay’ın da belirttiği gibi sürgünde memlekettekilerle haberleşmek en büyük teselli kaynağıdır. Mektuplar bu sürecin en önemli şahitleri. Namık Kemal’in Malta Mektupları, Nazım Hikmet’in Piraye’ye Mektuplar gibi. Türk edebiyatı için önemli bir tutan ve yer yer grur abideleri denebilecek bu kalemler Anadolu tarihi için bir kare lekedir yaşadıkları. Birkaçını örnek vereyim. 1618’de doğup 1694’te vefat eden NİYAZİ-İ MISRİ yanık bir şairdir. Kelimelerinin gücü kulaklarınıza iner, ordan da kalbinize. Saray tarafından Edirne’ye çağrılan Mısrî, bazı sözleri beğenilmez, bunun üzerine Rodos’a sürgün edilir. Rodos Osmanlı devrinin sürgünlerine ev sahipliği yapmış bu yönüyle talihsiz bir mekan. Rodos sürgünü 9 ay sürer Misri’nin. Sürgünden sonra Bursa’ya dönen şair, halk ve bilim adamları arasında fikirleri anlaşılamaz, suçlanır ve fikirleri dolayısıyla Limni Adası’na sürgüne gönderilir. Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla oldukça sıkıntılı geçen bu sürgün, yaklaşık 15 yıl sürmüştür. 78 yaşında bir pir-i faniyken tekrardan Limni Adası’na sürgün edilir. Bu son sürgün Mısrî’yi ciddi yıpratır ve şair bu adada 1694’te hayata gözlerini yumar. KEÇECİZADE İZZET MOLLA 1785-1829
yılları arasında yaşar. Suçu “Halet’in canını hakk, malını aldı mirî Kaldı ehl-i hasede hâyeleriyle kîri” beytini tanzim etmek, devrin sadrazamı Hamdullah Paşa aleyhinde söz söylemek ve devlete karşı olmak. Bu iddialarla 1832 yılında Keşan’a sürgün edilir. Keçecizade sürgün edilmesini ve devlet karşıtı olarak gösterilmesini hak etmediğini söylese de dinleyen olmaz. Sürgünde kaleme aldığı “MihnetKeşan” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir: “Değildi sözümüz devlete itiraz Edenlerde varsa bula inkıraz Dedim onlara ömrünüz çok ola Hıyanet eden devlete yok ola” Türkiye ile Rusyanın karşı karşıya geldiği bugünlere tevafuk eden bir durum var


Ses Dergisi şairin hayatında. Keçecizade, Osmanlı-Rus savaşı öncesinde arkadaşlarıyla birlikte bu savaşa girecek gücün ve moralin yeterli olmadığını, Osmanlı’nın savaşa hazır olamadığını içeren düşüncelerini padişaha bildirir. Eğer bu sıkıntılara rağmen savaşa girilirse, savaşın ağır kayıplar getireceğine yönelik bir “Layiha” hazırlayıp saraya sunar. Ne mi olur? İzzet Molla bu Layiha’nın üzerine 16 Eylül 1828 yılında Sivas’a sürgün edilir. Tarih onu haklı çıkarsa da sürgünü yaşayan kendisi olur yine de. ALİ SUAVİ, yazı hayatının başka bir trajikomik vakası. Suavi 1867 yılında çıkan Muhbir gazetesinde yazmaya başlamıştır. Burdaki yazılarında sosyal sıkıntıların yanı sıra hükümeti eleştiren yazılara da kaleme alır. Muhbir Gazetesi’nin 31. sayısında Belgrad Kalesi’nin Sırbistan’a terk edilmesini çok sert bir dille eleştirmiş ve hükümetten hesap sormuştur, bazılarımızın Süleymanşah türbesini sorguladığından soruşturma yediği gibi. Bunun üzerine Muhbir hükümet tarafından kapatılır; Ali Suavi ise Kastamonu’ya sürgün edilir. Acı bununla kalmıyor, bugüne de ışık tutuyor. Neden mi? Suavi Sürgün nedenini ısrarla sorunca “Hasbe’lİcab” (Durum dolayısıyla) cevabını alır. Evet “Hasbe’l-İcab yani günümüzün izahı olmayan olağanüstü hal gibi. Böyle icab etti diye bir kalem sürgün yaşar…
 Vatan şairidir NAMIK KEMAL, öyle bilinir Türk edebiyat tarihinde ve sevilir ama vatanında sürgün yaşayanlardan biridir aynı zamanda. Namık Kemal’in meşhur eseri “Vatan Yahut Silistre” oyununun 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedik Paşa’daki tiyatrosunda sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden olmuştu. Bu konuda İbret Gazetesi’nde yayımlanan yazılardan sonra gazete bir daha çıkmamak üzere kapatıldı, basın susturuldu. Hesapsız sualsiz öyle istedi Namık Kemal ve dört arkadaşı yargılanmadan sürgüne gönderilir. Devlet büyükleri öyle istedi diye hesapsız, sualsiz Namık Kemal Magosa’ya sürülür. Sürgün yılları uzun sürenlerden biridir vatan şairi ama münbit bir yazı hayatı da olur burda. Magosa sürgünü 38 ay süren Namık Kemal; burada Gülnihal, Akif Bey, Zavallı Çocuk, Kara Bela ve Celâlettin Harzemşah gibi oyunlarını yazar. Ayrıca Namık Kemal Magosa’da İntibah, Tahribi Harabat,

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7 Takibi Harabat, İslam Tarihi gibi önemli eserlerini kaleme alır. Sürgüne gönderen eller bir süre sonra insafa gelir, her zaman olduğu gibi, veya gelmek zorunda kalır. Namık Kemal, 30 Mayıs 1876 yılında çıkan genel af sonucunda yurda döner ama dört yıla yakın süren hasretlik ruhuna işlemiştir. Namık Kemal, II. Abdülhamit’e gösterdiği tepkiden ve padişah aleyhinde yazdığı şiirler ile birlikte; yaptığı sert eleştiriler sonucunda tutuklanır. Bu arada her nekadar Abdulhamid eleştirilmek kesim tarafından vatana ihanet, değerlerine saldırı olarak algılansa da, şunu da inkar etmiyorlar: Bu devir “HAFİYE” teşkilatı çok genişlemiş toplum birbirini gammazlamak için fırsat kollamış ve toplum içten içe güvensizlik ülkesi haline gelmiştir. Bu ortamda Kemal 5 ay hapiste kaldıktan sonra Midilli’ye sürgün edilir. 19 Temmuz 1877 yılında Midilli’de sürgündeydi, burada da yazmaya devam etti. Vatan Mersiyesi, Vaveyla, Bir Muhacir Kızın İmtidadı adlı ünlü şiirlerini burada kâğıda geçirir. 2 buçuk yıl sonra Namık Kemal affedilir ve Midilli’de kalmaya devam eder. Bu süre zarfında “Cezmi” adlı tarihi romanını yazar. Tarih, eserleriyle onu tanısa da o idarecilere kırgın bir şekilde hayata veda eder. AHMET MİTHAT EFENDİ 18441912 yılları arasında yaşadı. Başka bir Rodos sürgünüdür. 1873 yılında sahnelenen “Vatan Yahut Silistre” adlı Namık Kemal’in yazdığı oyunun sahnelenmesinin ardından çıkan olaylarla birlikte suçlu bulunup sürgüne gönderilen beş gazeteciden biridir Ahmet Mithat. Otuz sekiz ay süren sürgünü sırasında yazmaya devam eden Ahmet Mithat Efendi Rodos’ta çok sayıda eser yayınlar. Rodoslu çocuklara dersler verir; “Medreseyi Süleymaniye” adlı bir ilkokul açar. En üretken dönemlerinden birini yaşayan Ahmet Mithat “Hasan Mellah”, ”Hüseyin Fellah” ve “Dünyaya Yeniden Geliş” gibi önemli eserlerini burada yazar. İstanbul’da çıkan “Kırk Ambar” dergisine yazılar gönderir. Abdülaziz’in vefat etmesi üzerine taht el değiştirince bir afla güzel İstanbul’a geri döner. Bir başka Rodos sürgünü, Ebuzziya Tevfik’tir (1849-1913). Suçu Namık Kemal ile aynı. 1873 yılında Vatan Yahut Silistre oyunun Gedik Paşa Tiyatrosu’nda sergilenmesinin ardından İbret ve Sirac gazeteleri kapanır; beş gazeteci yargılanmadan sürgün edilmişti, Ebuzziya Tevfik onlaran biri. Boş durmaz burda ve Rodos sürgünü sırasında mahpusların eğitimi ile ilgilenirken bir yandan da “Zindanda Muharrir” adlı

5


Ses Dergisi dergiyi çıkarır. Victor Hugo’nun “Angelo” adlı eserinde Türkçeye uyarladığı “Habibe veya Semahat-ı Aşk” adlı kitabını yazar. Sadece bunlar değil, onun için bir yazım merkezine dönüşen bu Rodos’ta “Numune Edebiyat-ı Osmaniye” adlı kitabını meydana getirir. Peki Ebuzziya Tevfik ne zaman affedildi? Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra. 10 Haziran 1876’da İstanbul’a dönebildi. Tarihin, sürgün kalemler için çizdiği bir kavşaktır iktidarların el değiştirmesi. Sanırım birçok kişinin ezberindedir ve mırıldanır bu satırları: “Uçun kuşlar uçun burada vefa yok Öyle akarsular, öyle hava yok Feryadıma karşı aks-i seda yok
 Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.” Bu hüzün dolu mısralar RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI’nındır. 1869-1949 yılları arasında yaşar. Sürgün ve gurbet yıllarında kendi ülkesine dönemeyince kuşlara seslenir ve onları yollar ülkesine… Hazin, değil mi? Milli mücadele aleyhtarı Ali Kemal’in linç edilmesi üzerine 8 Kasım 1922 de ülkeyi terk eder. Daha sonra TBMM’nin kararıyla “Yüz ellikler” listesinde yer alır. Listede yer almasının sebebi Sevr antlaşmasını imzalayan heyette yer almasıdır. Mısır’a gider. Oradan sonra Ürdün’e gider, altı yıl Ürdün de kalır. Bir başka sürgün mekanı Malta’dır. SÜLEYMAN NAZİF Malta sürgünlerinden. Ülkenin kaous günlerinde yaşar. Nazif kaleme aldığı “Pierre Loti Günü”nde işgalciler hakkında sarf ettiği sözler sebebiyle İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilir. Yazar 23 Mart 1920 Salı gecesi bir harp gemisi olan Rezolişin adlı gemiyle Malta’ya sürgüne gönderilir. Ülkesinin idaresinden sürgün yiyenlerin yanına bir de yeni bir sürgün çeşidi eklenir. Malta’da 20 ay devam eden esaret hayatı Nazif ’teki vatan hasretini, parçalanmış ve işgal edilmiş yurdu karşısında hissettiği ıstıraplarını daha şiddetlendirmiş ve ona en güzel vatan ve iman şiirlerini yazdırtmıştır. Sürgün ve gurbet onun yazmasını köreltememiş. Gurbet havası içinde terennüm ettiği “Malta Geceleri”, “Daü’s Sıla” ve “Son Nefesimle Hasbihal’ kaleme almış. İstiklal şairi MEHMET AKİF ERSOY 1873-1936 tarihlerinde yaşar. Milli Mücadele kazanıldıktan sonra Atatürk’e karşı sert ve şiddetli muhalif olanların arasında yer alan Ali Şükrü Bey gibi isimlerle yakın arkadaşlığı ve bu muhalif isimlerin bazılarının adının Atatürk’e suikast planlarına karışması nedeniyle

6

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

bugünlerde makul şüphe ile içerde tutulan bir muameleye benzer durumla “doğal şüpheli” durumuna düşmesinden sonra polis ve istihbarat takibine alınır. Bu durum Akif ’i üzer. Bu devirde de korkular devam eder devletin. Bir yerde yanan kıvılcımın bin yerde izi aranır ve binler tutuklanır. Bu koşulların hüküm sürdüğü yıllarda Akif ’in kurucusu ve yazarı bulunduğu Sebilürreşad dergisi “Şeyh Said, Sebilürreşad okuyormuş, isyana senin dergin de sebep oldu.” denerek kapatılır ve sahibi Eşref Edip, Fergana da yakalanarak istiklal mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere tutuklanır. Mehmet Akif artık sıkılmıştır, onun tabiriyle peşindeki “polis hafiyesi” ile gezmekten. 52 yaşındayken Mısır’a gitmeye karar verir. 11 yıl Mısır’da kalır ama burda boş durmaz Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verir. 63 yaşında çok hastayken, vefatını hissetmiş olacak ki Anadoluya dönmeye karar verir. Vapur Çanakkale’den geçerken İstanbul’un camilerini görünce ağlamaya başlar Akif. Milli mücadelenin önderlerinden Mehmet Akif Ersoy, kendi vatanında makul şüphe muamelesi görür. Yaşadığı vefasızlığı derinden vurur onu ve sürgün dönüşünden beş ay sonra vefat eder. Ve sondan bir önceki örnek Refik Halit Karay olsun. Refik Halit, Sadrazam Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Cemal Paşa tarafından hazırlanan sürgünler listesine eklenilerek Sinop’a sürgüne gönderilir. Karay, Sinop’a sürgün edilmesinin nedenini “Minelbab İlel- mihrab ” adlı kitabında Talat Paşa’yı kastederek yazdığı “Hırkaya alışanlar birden bire frak giyerlerse gülünç olurlar.” cümlesine bağlar. Refik Halit Karay ilk olarak 1913 yılında Sinop’a sürgün edilir. Muktedirlerin, her zaman olduğu eleştirilmeye tahammülü olmayınca söylenen sözler sürgün ile neticelenir ve öyle olur. Bir yer kesmez birden fazla yere sürerler Refik Halit’i. Sinop’tan sonra 1916 yılında bu kez Çorum’a sürülür, daha sonra Ankara’ya oradan da Bilecik’e gönderilir. Refik Halit sürgün olarak Anadolu’yu karış karış dolaşır. Yukarda bahsettiğim örneklerde olduğu gibi kimi zaman iktidar el değiştirince, kimi zaman da büyüklerin öfkesi geçince bir af çıkarıp sürgünleri kaldırdıkları gibi bu sefer de öyle yapılır ve Refik Halit Karay affedilir, O


Ses Dergisi da 1918’te İstanbul’a geri döner. Ülke onu taşımaya hazır değildir, İstanbul’a döndükten sonra maruz kaldığı baskılara dayanamayarak 1922 yılında ülkeyi terk eder. Beyrut’a giden Halit Karay buradan da “Cünye” ye gider ve 1927 yılına kadar burada kaldıktan sonra bir süre Halep’te kalır. Bir daha af ve bir daha ülkeye dönüş, sene 1933. Yazar Anadolu’da geçirdiği süre boyunca yaşadıklarını ve gördük lerini birleştirerek “Memleket Hikâyeleri” adlı eserinde anlatır. Sürgün yıllarını ise “Minelbab İlelmihrab” adlı hatıra kitabında ele alır. Refik Halit sürgündeyken kaleme aldığı “Boz Eşek” adlı hikâye kitabıyla adını duyurur.

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7 taşınmasına yardımcı oldular. Bundan sonra da sürgünler olacak ve yazarın misyonu bugünü yarına yarına sonraki nesle taşımaktır. Ucunda sürgün, hapis vatandaşlıktan çıkarılma olduğunu bile bile…. Kimi Rodostan seslendi sevdiklerine kimi Malta’dan, kimi Beyrut, kimi Mısırdan. Batının kalbinde olan Alman şair ve yazarların Viyanadan, Şili’den Amerika’dan seslendikleri gibi… Bugün de kimi Almanya’dan kimi Fransa’dan kimi Kanada’dan sesleniyor kimi ise hala Anadolu’da dört duvar arasında… Anadolu sürgünü bol, sürülmesi kolay bir ülke… Aşığı olduğu kadar kırığı da çok olan bir yurt…

Solun önemli kalemlerinden biri NAZIM HİKMET RAN. 1902-1963 yılları arasında yaşar. Nazım Hikmet Ran 1921’de gittiği Moskova’da, devrimin ilk yıllarına tanık olur ve Komünizm ile tanışır. 1924’te Moskova’da ilk şiir kitabı “28 Kanunisani” yayınlanır. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği’ne gitmek zorunda kalır. Yine bir af ve yine bir sürgün için umut. 1928’de Af Kanunu’ndan yararlanarak Türkiye’ye döner. Resimli Ay Dergisi’nde yazmaya başlar. 1938 yılında ağır bir cezaya, yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. İnsan ömrü için çok fazla olan 12 sene tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle bir kez daha kaçmak zorunda kalır. 1950 yılında Sovyet Birliği’ne giden Nazım, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından çıkarılmasının ardından Polonya vatandaşlığına geçer. Acı bir durum değil mi yine? Acı ki ne acı... Yazanların sürgünü yetmiyor, hapsi yetmiyor bi de vatandaşlıktan silinmesi. Sovyetler Birliği’nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova’da yaşar. Boş durmaz Nazım ve memleket dışında olduğu zamanlarda konferanslar verir. Ama Nazım Hikmet’deki memleket özlemi hiç dinmez, işte şu dizeler birer kanıttır: “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim.” Evet o memleket, onu ve onun gibileri sürgün de etse vatandaşlığı da silse, onların. Sözün özü yazmakla bitmeyecek ve bir dergi için hacimli olabilicek bir konuyu burda bitireyim. Anadolunun bir özür borcu var bu kalbi kafası büyük kametlere. Bugün de sürgünde zindan birçok yazar ve şair var. Tarih bunları sürgünler listesine kaydetti ama onlar yazdıkları eserlerle tarihin bugüne

7


Ses Dergisi

RÜYAMA GELDİN

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Mustafa Keskin

Dün gece rüyama geldin Soymuş geceyi gündüzü sonsuzluğa Tatlı bir telaşla topladığın sabahları Al senin olsun der gibiydin.. Denize döktüğün göz yaşların söyleyemediklerine karışmış, Söndüremedim bu yangını der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Duru sular içinde gizli kalmış, Bir şeyler arar gibiydin Nurlar içinde dört duvar Saçlarında ağaran dallar , Sarmış her yanını geçen yıllar Kalbimi akladım aşkımı sakladım, Herkes duydu sen duymadın Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Gül yaprağı gezinmiş sanki yüzünde, Dünyaya yeniden inmiş gibiydin, Atar geçerim canımdan, senden öncesini sildim, Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Çıkmaza çıktı bütün sokaklar, Küsmenden, gitmelerinden tükendim Baharsız mevsimler, yuvasız kuşlar gibi, Yanmadığım gün geçmedi sensiz, Vicdansız insafsız can kafeste solmadan nefessiz; Neden ben neden Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Kucağında yasemen, kollarında Ihlamur çiçekleri Gözlerinde mum ışığı Zamanaız ayrılık için çare arar gibiydin Köşe başında ürkek, titrek, her geçene kalbimi gömdüğüm toprağı sorar gibiydin Ak örtüler içinde, cami avlusunda Yağmur damlaları arasında, musalla taşında bir veda mektubu arar gibiydin...

8


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

Düngece rüyama geldin Gözlerinde el yastığından topladığın günahların, Başın öne düşmüş, yaban elde kalmış gibi Bütün ahlarıma hesap vermek için peşimde Aklını gururunu koynuna saklamış, Kollarında işgal edilmiş sırların, Yolu yordamı aşmış da nasıl çıkarım bu yokuştan Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Çölde kalmış kavrulmuş Dudakların alev almış,açlık tokluk, varlık, yokluk Anla halimden tükendim sınanmaktan Yoruldum incinmekten, Yüreğim dilsiz bindefa erimekten Daha nasıl sevilirsin bilmem ki, Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Tezkere almış acıların kıyıya vurmuş Uykularım firari hayallerim mahpus İntizarlar buldum, yaban dualarda Bak, Artık serbest bıraktım aklımı Der gibiydin... Dün gece rüyama geldin Ellerinde taze kına kokusu Tan yeri kızıllığında saçların Güneş yüzüne doğar gibiydi Seni soruyor nazar boncukları yürüdüğün sokaklar sana benziyor Yaslandığın duvarlar sen kokuyor Der gibiydin...

9


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

ZAMANIN ÖTESİNE ŞİMDİYİ TAŞIYANLAR Seyfullah Sacid

Ş

imdiki zamanın esrarengiz karakterleri vardır. Gören, duyan ve anlatan simaları… İçimizde, bizden biri olarak dolaşan ama bizim üstümüzde bir gözlem gücüne sahip karakterler. Giyim, kuşam veya konuşmada hiç de bizden farksız değildirler aslında. Konu değerlere ve hayata bakış açısına geldiğinde ayrılır her biri bizden. Belki o an konuşamaz, dile getiremezler çoğu şeyi… Bazen konuştukları için başları belaya da girer. Ama onlara verilmiş olan silahı en iyi şekilde kullanmayı da yine onlar bilir. Yenemezsiniz onları… Sadece yendim sanısıyla yaşarsınız. Ama onlar tohumları kalem silahı ile atmışlardır toprağa. Artık yenilgi yoktur onlara. Kim bunlar diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Şair ve yazarlar. Evrensel değerlerin bekçileri… Zamanının içinde geleceğe notlar bırakan yazarlar. Kimi bir zulmün karşısında, kimi kendi iç dünyasındaki savaşta. Kimi zaferleri müjdelerken, kimi yenilgileri duyurmuş gelecek kuşaklara. Ama hepsinin içinde bir tek sevda… Tarihe not düşmek… Yaşadıkları dönemi sansürsüz bir dille anlatan edebiyat dünyasının yeri ise bu durumda en önde… Dilin estetik yapısını en iyi şekilde kullanmasıyla acının, sevincin, hüznün ve bunlar gibi birçok duygunun şuan da nasıl yaşandığını geleceğe aktaran kahramanlar. Genel olarak yazarlar, toplum özelliklerini barındırması, bunu yüzyıllar geçse de yansıtabilmesinin yanı sıra aynı zamanda toplum sorunlarını dile getirmesi ve bununla birlikte toplumsal değişimde söz sahibi olması da söz konusudur. Edebiyatçı, toplumun sorunlarına kayıtsız kalamaz. Toplumun sorunlarını ele almayan bir edebiyat toplumdan kopmuştur ve ömrü çok da uzun olmayacaktır. Özgürlük bekçileri. Özgürlüğü için esareti bile göze alanlar cemiyeti… Tarihimizde ve dünya tarihinde bu tarz karakterlerden çok var. Gelin onlara kısaca göz atalım. RUSYA: Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve daha niceleri. Çarlık Rusya’sının çarpık düzenine başkaldıranlar. Toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük etmiş ve toplumsal farkındalık oluşturmuş simalar… Keskin sınıf farklılıkları, vicdani çürüme, adaletsizlikler ve sonunda ahlaki çöküntü. Rus halkının durumundan rahatsız olan yazarlar. Yazılarından dolayı kimi Sibirya sürgününde kimi kendi içinde esaret altında… İçlerinde bir boşluk… Hepsi o boşluğu doldurma sevdasında… Karmaşık zihinler ve bozuk düzenler. Ancak yazarak ve farkındalık

10

oluşturarak değişimin olacağına inanan birkaç adam. Bedeli ağır ama onlar ödemeye razı. Sonunda değişen bir sistem… İyi ya da kötü… Ama biliyoruz ki, dünyaya çok şey anlattılar. Onlara zulmedenlerin adını bile bilmezken bizlere o dönemden mesajlar atıp kendi isimlerini ezberleten adamlar. BATI: Goethe, Balzac ve daha niceleri… Karanlıkta boğulan batının aydınlık karakterleri… Toplum içindeki çürümüşlüğü gören ve bundan olabildiğince rahatsız simaları… Özgürlük ve yeni bir sistem arayışında yol işaretleri sunan aydınlar kümesi. Kimi toplumu peşinden sürüklemiş, kimi döneminde hiç ilgi görmemiş. Zamanın içinde o karanlık dünyanın aydınlığa koşması için birçok eser vermişler. Önlerine çıkan birçok engel ve zalime karşı dayandıkları gibi onlarda Rus meslektaşları gibi isimlerini zamanımıza kadar ulaştırmışlar. Ama onlara zulmedenleri şu an kimse bilmiyor. Bilse de lanetle anıyorlar. TÜRKİYE: Toplumsal sorunların hiç eksik olmadığı, baskı ve siyasi çalkantının çok olduğu cumhuriyet tarihinde yazarlar da üzerlerine düşeni yapmak için çırpınmışlardır. Lakin zulümlere karşı verdikleri mücadelede neredeyse hepsi bedel ödemek zorunda kaldı. Evrensel değerlerin savunucuları olarak karşımıza çıkan aydın kesim uğradıkları onca zulme rağmen susmamışlar toplumsal menfaate ters düşen her türlü harekete karşı bir set gibi durmaya çalışmışlardır. Kısaca özet geçmek gerekirse; Nazım Hikmet, hayatı fikri planındaki hakikatlerini savunmakla geçti. Özgürlük ve eşitlik üzerine şiirleri ve yazıları ile dikkat çekti. Vatandaşlıktan çıkarıldı. Zindanlara atıldı. Ama geriye bıraktığı eserleri ile günümüze ve geleceğimize ışık tuttu. Necip Fazıl Kısakürek, memleket zindanlarında geçen bir hayat… “İstanbul hatıraları” kitabında toplumun röntgenini çeken sosyal çürümeye dikkat çeken eserleri ile adını tarihe yazdırdı. Adalet, özgürlük ve din gibi toplumun ahlaki yapısına etki eden yönleriyle toplumu aydınlatan Necip Fazıl, döneminde zindan görmüş. Kemal Tahir ve Yahya Kemal, toplumsal çarpıklığı ve ahlaki bozulmayı en iyi yansıtan iki yazar. Dogmatizmin karşısında dimdik durmuşlar. İnsanlar arasındaki bozuk ilişkileri ve toplumun gittiği yönü anlatmaları yönüyle farklılıklarını ortaya koymuşlardır. Daha niceleri… Kafaların karışık olduğu, doğru ile yanlışın birbirine girdiği, at izinin it izine karıştığı dönemlerde yazarların öne çıkması beklenir. Böyle dönemlerde sanatçı, ışığının şiddetini artırarak toplumu aydınlatır. Demagogların kara, kirli propagandasını boşa çıkarır. Millet o yazarların irfanı ile beslenir; direnme gücü kazanır; düşmanların karşısına bilenmiş olarak çıkar. Yaşadıkları dönemlerde yaşanan zulümlere engel olamasalar da yazmaya devam ederek yaşanan zulmün kendi dönemlerinde ve gelecek nesillerin vicdanında taze olmasını sağlamak için uğraştılar. Unutulmaması ve tekrar aynı hatalara toplum olarak düşülmemesi adına uyarılarda bulunurlar. Kısacası, yazarlar yaşadıkları dönemi geleceğe taşıyan insanlardır. Geleceğe not düşen, zamanında her türlü zulme karşı dik durarak topluma ümit olan insanlardır. Hepsine bize bıraktıkları için minnettarız…


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

HUU

D

erenin kenarına oturup dertlerini yıkıyorum dünyanın. Bitmiyor, yığılıyor önüme dağ gibi. ‘Ha gayret ‘ diyorum bir başkası iliştirmiş yine bir şeyler, öbürü gözüme sokarcasına koyuyor. Elime yıllardır görmediğim, dokunmadığım sandığım koşarken peşimden ev halkına ‘yadigar’ desinler diye bıraktığım ney’i aldım. Hayat soluklarcasına üfledim. Bir yangını söndürürcesine. Çimenleri yeşillendirircesine. Suda çırpınan böceğe çöpü uzatırcasına, taşı insanoğluna basamak yaparcasına ‘Hu’ dedim. Titreyen parmaklarım acemilikten sarhoş, yalpalıyor, Notalar savruluyor, Davul olmuş ney vuruyor kalbime güm güm inletiyor benliğimi. Heyhaaat. Acısı yok tenimin, ya ruhumun böyle kıvranmasına ne demeli? Nasıl ölmüyor ruhum acıdan, kederden nasıl nefes alıp veriyorum? Kalbim çıkıyor sanıyorum yerinden sağ elimin içiyle bastırıyorum. Şifa niyetiyle ‘Hu’. Minik bir kedi beliriyor gözümde. Donmuş. Soğuktan. Buz tutmuş kıldan ince bıyıkları. Şimdi geçebilir mi insanlık kılıçtan keskin köprünün üzerinden? Öylece kaskatı kalakalmış kaldırım kenarında. Ruhu acımayanların ayak izleri minik yüzünde. Bela okuyor ney’im insanlığa bu sefer. Sövüp sayıyor. Yakıp yıkıyor dünyayı bu elem. Görecek göz lazım. Battaniyeye sarılmış bir köpek ötede. Kulağına üflüyorum nefesimi. ‘Hu’. Şaha kalkmış evvelkiler selam veriyorlar sabahına el uzatana. ‘Umut’ diyor ney mavi mavi, karışıyor dereye gözyaşları. Ayağında terlikle okula gideni, görmeyen gözü, tutmayan eliyle hayata tutunmaya çalışan insanları, ayakkabı boyayan yaşlısı. Anası gurbette, yavrusu sılada, sevdiceği kuyuda. Kahır sarmış evlerin duvarlarını. Perde perde açılıp gösteriyorlar kendilerini. Merhametin esamesi okunmayan Avm halkına dönüp ‘Hu’ diyor ney. Susmuyor. Ağlıyor. Dinmiyor gözyaşı. Tuzu yakıyor ellerimi. Bu ruh taşıyamaz bu bedeni. Sürüklenmekten korkuyor. ‘Hu’ deyip dirilemeyen ruhları yıkıyor derede. Ateşle temizliyor . ‘Uyanın ahali! İnsanlık ölüyor’ derken yırtıyor dağları nefesi. Susuyor herkesler. Kıyameti kopmuş ruhların ancak bedenler oyalanmakta. ‘Hu’ diyorum Mevla’m. Bu da geçer Ya Hu!!!

SİNE ELİF

11


Ses Dergisi

Badem Çiçeği Üzerine

K

ibrit çakıyorsun karanlıkta badem çiçeklerini görmek için Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift sarnıç gemisi gözlerin Bir iş açacaksın sen başımıza yangın mı olur artık, bahar mı?” (Can Yücel) ... Baharı ilk karşılayan olmak.. Van Gogh ‘un meşhur tablosuna ilham olan bedem çiçeklerinden bahsediyorum. Kupkuru ve yapraksız dallardan fırlayan bembeyaz çiçekler... Henüz doğa kış uykusundayken. Ayak seslerini çok ötelerden duyan bu ağaç, aceleyle kapıya koşan bir çocuk gibi baharı karşılıyor. Onun da bir zaafı var elbette. Güneş... Aldatıcı kış güneşi biraz yüzünü gösterdiyse badem ağaçları da beyaza bürünüyor. Eğer, şanslıysa tekrar bir soğuk dalga gelmeden bahara ulaşabiliyor. Böyle şanslı olmadığı yıllarda ise kelebek ömrünü yaşıyor. Ani bir soğuk hava dalgasında çiçeklerini döküveriyor ve o yıl meyve vermiyor . Badem çiçeğinin umudu simgelemesi boşuna değil, bir dal beyaz badem çiçeği, tarlalar dolusu süslü rengarenk çiçekleri ezmeden geçip baharın ilk hüzmelerini görebiliyor . Peki, ismi badem çiçeği olan bir melodi bestelemek istesek nasıl duyulurdu ? Bir bahar esintisinin arasından sıyrılırdı kesin. Bir kaç serçeye eşlik edip onları da geçer, eriyen kar sularına karışıp badem ağacının dallarına ulaşırdı. Çiçeklerine değen gün ışığıyla dans edip yeni notalara eklenir, dalların arasında kaybolana dek hafifleyerek aynı notayı tekrar ederdi. Dünya’ya bir badem çiçeğinin gözünden baksaydık, her an gelecek olan yeni bir kış için endişelenir miydik, yoksa baharı ilk gören olmanın sevincini mi yaşardık? Bunu bilemesek de üst üste umudu kırılan bir çok badem çiçeğinin, gelecek baharı da ilk karşılayan olacağı kesin!..

12

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Esra Dolunay


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

GÜLÜN DİKENLERİ S.Tuğba Engin Yine bir sabah vakti, karşımda muhteşem endamıyla doğmakta güneş. Gecenin sırlı günahlarına rağmen başı dik ve yeniden sabahı getirmekte, usanç duymayan haliyle. Güneşin yaratılışı sarmakta bizi. Sevgisi ile büyütmekte gülün dikenlerini... Şimdi çevir pencereyi kendine, gönlü güneş mi yoksa geceye sır günahlarını mühürleyen bir insan mısın? Hangisi tercihin? Güneş olmak mı tek dileğin?.. Baksana güneşe içi yanıyor, her derdin ızdırabı bağrında yoğruluyor sanki. Masumun gözyaşlarıyla ateşi harmanlanıyor, yanıp tutuşması ölüm ölene dek devam edecek gibi. Şimdi var mısın GÜNEŞ olmaya, etrafı aydınlatmaya, bu nuru kâinatta ki bütün gönüllere duyurmaya. Kalpleri hissedememekten dolayı çiçek açmayan bu gönüllere baharı getirmeye var mısın? Ama dur! Senin çiçeklerin su ile değil çile ile büyüyor. Razı mısın büyütmeye? Hey sana diyorum! Çile dedim diye yüzünü mü asıyorsun bana. Diyorum ki çiçekler konduracağız gönlün köşe başlarına. O masum gülün dikenlerini büyüteceğiz. Hayır hayır, nefsindeki bencilliği sergileme bana. Güneş olmaktan bahsediyorum yanamam deme, düşme sakın bu karanlığa. Tamam tamam, gözyaşlarını dökme hemen. Anlıyorum seni gecenin günahlarına yüz vermek istemiyorsun. Bu karanlıkta durmak istemiyorsun, gönlü paslanmış insanların yanında ölmek hiç istemiyorsun. Ama şunu unutma! Kalpleri çürük gözü yaşlı kimselere sakın aldanma. Bul en doğru yolu, çiçeklerin arasından CENNET’E doğru.

13


Ses Dergisi

AHMET BURHAN ATAÇ Yasemin Tatlıseven

V

icdanlı yürekler mahalle, dil, din, ırk, mezhep farkı gözetmez biliyorum.

Hadi biraz empati yapalım. Evladınız var mı sizin? Bebeğinizin olacağını öğrendiğiniz ilk anı düşünün. Nasıl da sevinmiş havalara uçmuştunuz. O gelecek diye ne de güzel hazırlıklar yapmıştınız. Doğduğu gün onu ilk defa kucağınıza aldığınızda , dünya durmuştu sanki… Anne olmuştunuz, baba olmuştunuz. Top atılsa uyanmayacağınız uykularınızı, bebeğinizin ağlamaları bölüyordu artık… Hiç üşenmeden bütün hayatınızı ona göre düzenliyordunuz. Çıkan ilk dişinde, attığı ilk adımda dünyalar sizin oluyordu. O düşmesin diye ondan önce koşuyordunuz. Üstü açılıp ta üşümesin diye, her gece defalarca kalkıp kontrol ediyordunuz. Ateşi çıksa ömrünüzden ömür gidiyordu. En ufak bir gribinde hastane hastane koşturuyordunuz. İlaçların saatini aksatmamak için alarm kuruyordunuz. En sevdiği yemekleri yapıyor, elinizle yediriyordunuz. Biraz empati yapalım mı? Ya çocuğunuz kanser olsaydı? “Allah korusun, evlerden uzak” dediğinizi duyar gibiyim. Düşüncesi bile yüreğinizi hoplatmıştır eminim… Ahmet Burhan Ataç sekiz yaşında… Kemik kanseriyle mücadele ediyor. Hastalık hızla ilerliyor, şuan dördüncü evrede… Tedavisi için Almanya’da bir ışık oldu. Çok para lazımdı ancak gönlü geniş yüzbinlerce insan bir çırpıda toplayıverdiler. Ahmet kemoterapi almak için Almanya’ya gidiyor. Yanında ne annesi , ne de babası var! Biz geceleri ateşlendi diye evladımızın başında beklerken, Ahmet en ağır kemoterapileri annesiz, babasız alıyor! Kırk üç yaşında kansere yakalanmış biri olarak söylüyorum. Bu hastalığın haberini aldığınızda, önce reddediyorsunuz. Kabullenmeniz zaman alıyor. Ameliyatlar, biyopsiler, patoloji sonuçları… Uzun bekleyişler… Hep iyi haberler bekliyorsunuz. Ama acı gerçekler birbiri ardına tokat gibi patlıyor yüzünüze! Tedavi planınız oluşturuluyor. Kemoterapi nedir, ne değildir derken, tanışıyorsunuz. Yürüyerek sağlam gittiğiniz hastaneden, bir yatak dolusu hasta olarak çıkıyorsunuz. Aldığınız ilaçlar öyle ağır ki dünyayla bağınız kopuyor. Ben çoğu zaman gözümü kırpmadan uyumak istedim. Kabuslar gördüm. Bağırarak uyandım. Saatlerce sayıklamışım, öyle dediler. Mide bulantıları , kusmalar çok yorucuydu. Gün geldi hiçbir şey yiyemedim. Yiyeceklerden tiksindim. Ağrılı

14

Şubat-Mart/ 2020 Sayı geceler geçmek bilmedi. Halsizlikten elimi kolumu kıpırdatamadım. Hayattan beklentim kalmamışçasına, uyumak istedim. Akıp giden zamandan haberim olmadı. Adım atacak gücüm yoktu. Su içmek için elime aldığım bardakları tutamadım, elimden kayıp gittiler. Düğmelerimi ilikleyemedim. İşte o anlarda hep Rabbim’e şükrettim. Ailem yanımdaydı. Tamam memleketimde değildim, yabancı bir ülkede tedavi olmak zorundaydım. Ama gözlerimi yarım yamalak araladığımda, çocuklarımın elimi tuttuğunu gördüm. Eşim başucumdaydı. Onlar olmasaydı inanın bana bu hastalıkla savaşmam çok daha zor olurdu. Onlar bana güç verdiler. Kırküç yaşında olmama rağmen, bazen annemi gördüm rüyalarımda… Kocaman kadınım , anneyim ama yine de annemi aradım, ona ihtiyaç duydum. Dizine yatayım, başımı okşasın “Üzülme, geçecek kızım” desin istedim. Biraz empati yapalım mı? Ahmet daha sekiz yaşında! Annesine, babasına çok ihtiyacı var. Onlar yanında olsalar , Ahmet’in gücüne güç eklenecek. Dizi kanasa kıyamadığımız yavrumuz yanıbaşımızda… Oysa Ahmet en ağır kemoterapileri alıyor ve yalnız! Bırakın annesi elinden tutsun. Üstünü örtsün, başucunda beklesin. En güzel teselli cümlelerini kursun, moral versin. Masallar anlatsın, ona şarkılar söylesin. Bırakın babası onu kucaklasın , yatağından kaldırsın, omuzlarına alsın , dışarıda dolaştırsın. Bu yavrucak için bundan büyük mutluluk olur mu? Kavgalarınızı bir kenara koyun beyler! Kavganızın sebebi bu çocuk değil! Bu bedeli bu masum çocuğa ödetmeyin. Bu vebalin altından kalkamazsınız! O daha bir çocuk… Sekiz yıllık ömründe yaşadıkları, seksen yıla bedel zaten… Bırakın annesine sarılsın, cennet kokusuyla şifa bulsun. Babasının elinden tutsun, ayağa kalksın. Biraz empati yapalım mı? Ahmet’in yerinde, ya sizin çocuğunuz olsaydı? AHMET BURHAN ATAÇ: Sekiz yaşında, Almanya’da kanser tedavisi görüyor. Babası tutuklu, annesi pasaport yasağı nedeniyle evladının yanına gidemiyor. Doktorlara göre hastalığın başlangıcı, anne ve babasının tutuklandığı tarihe denk geliyor.


Ses Dergisi

ELVEDA

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

Hasan Yılmaz

Elveda bir şeylerin sonu Bu iş burda bitti denen konu Elveda ayrılığın tanımı Güzelliklerin kötü yanı Elveda uzakların habercisi Gurbetin yanık sesi Elveda sevilmeyen söz Herkesin içini dağlayan köz Elveda bir bilmece Sırrı oluşturan üç hece Elveda ecelin daveti Davetlinin davete icabeti.

15


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

ÇAĞ

ESRA DOLUNAY

“Az önceki şiddetli yağmur yerini hafif sağanağa bırakmıştı. Çatılardan yere dökülen seslerle içerideki sıcak çay bardaklarının sesi ve muhabbetin koyuluğu tam bir senfoni oluşturmuştu.“

D

ünyayı etkileyen virüs dalga dalga yayılıyor.. -Şiddetli deprem sebebiyle tsunami uyarısı verildi.. -Kazada kurtulan yok.. -Başkan bu kez...” TV yi kapattı. Önünde duran gazeteye göz ucuyla baktı, bir anda hevesi kaçmıştı. Aslında alışkındı haberciliğe. Yıllarca düzenlediği haber metinleri, önüne gelen yüzlerce çoğu olumsuz haberler. Hepsini okuyup en çok değer taşıyan(!) habere yer vermemiş miydi hep. Bir keresinde yağmurdan sırıl sıklam halde ayakkabılarındaki suyu boşaltırken, bunun için mi tüm gün haber peşinde koştum diye isyan etmemiş miydi. İnsanlara felaket yaymak için.. ya da abartılı boş umutlar aşılamak için.. haber demek “sadece gerçekler” sloganıyla maskelenmiş balonlar değil miydi? Birden kapı çaldı. Kapıdaki, yağmurdan sırılsıklam olmuş Rafiydi: -Hayırdır Rafi balık sezonu burada mı açıldı. Çabuk gel içeri haline bak! Rafi kapıda şemsiyesini iyice silkelerken: -Sokakları sel götürüyor. Kaç senedir böyle yağmur görmedim.Yakınlarda olunca burada bekleyeyim dinmesini dedim. Ayakkabılarım da su doldu. Baksana havaya! Dünyanın sonu ve biz bunu göreceğimiz için şanslıyız! O an çakan şimşekle beraber Vefa, dışarıdaki yağmurun yanı sıra zihninin de farkına varmıştı. Bir taraftan ocağı açıp çayı ısıtırken Rafi çoraplarını kalorifere sermekle meşguldü : -Sahi sen neler yapıyorsun? Isınan suyun cızırtısı eşliğinde yağmur da hızlanıyordu. -Ben mi! Aynı. Senin işler nasıl? Görünmez olmuştun. -Balıkçılık mı? Önceden balık gibi haber avlıyorduk şimdi de canlısını avlıyoruz. -Merakın ve muzipliğinden bir şey kaybetmemişsin -Sen de açıksözlülüğünden... başın az belaya girmemişti. Gülümsediler.. belki eskiyi konuşmak aynı anıları paylaşmak bir an için o günlere götürüyordu iki eski dostu. Belki bir şeyleri değiştirebilme gücünü insan anılarda daha çok hissediyordu. Belki o anılarda değiştirmeyi hep istedikleri bir şeyler saklıydı. Rafi damlaların hızla vurduğu pencerenin yanındaki koltuğa oturdu:

16


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

-Hani yağmurlu bir günde olay yeri haberi yapacağım ben, gitmek istiyorum deyip, kaybolduğun günü hatırlıyor musun? -Hatırlamak mı, unutmak için o taraftan bile geçmedim. Güldüler -Sence ne olacak bu dünya arkadaşım? Şu haberleri hazırlamak bu kadar etkilemiyordu sanki. Okumak tahammül edilemezmiş. Vefa elinde bardaklarla yerine geçti, bisküvisini çaya banıp gülümsedi : -Bu şuna benziyor. Küçükken bisküvinin sadece içindeki kaymağı yemeye çalışırdık. İkisinin beraber farklı bir anlam kazandığını bilmek istemedik, denemedik. -Felsefik gazeteci olmaz demiştim sana zamanında. -“Olmaz” da olur. -Tamam tamam kelime oyunlarına yetişemem. Az önceki şiddetli yağmur yerini hafif sağanağa bırakmıştı. Çatılardan yere dökülen seslerle içerideki sıcak çay bardaklarının sesi ve muhabbetin koyuluğu tam bir senfoni oluşturmuştu. Rafi, masada duran gazeteye göz ucuyla baktı. Bir anda ciddileşti : -Şuna bak. Yakılmış. -Bu eski matbaa binası değil mi ? Kışın son demleri, yeni yılın ise ilk adımlarında iki eski dostun paylaştığı bir hayal dumanlara karışırken başka sisleri aralıyordu. (Devam edecek)

17


Ses Dergisi

SENİ ARIYOR Seni arıyor Gümüş rengi tüller kaşlarını kaldırmış Kamaşan gözlerle seni arıyor. Eriyen kum kayaları arasında inleyen rüzgâr, Sazlıkta seni arıyor. Yıldızlar ellerinde fersiz fenerler Kara deliklerde seni arıyor. Çölde kum taneleri bertaraf vahalarda, çatlamış dudaklarıyla seni arıyor. Küller sönmemiş hare inat, Kararmış hatıralar arasında seni arıyor. Balıkçılar kürekleri yüreklerinde, Ellerinde rastgele seni arıyor. Felek yazgılarını kadere yüklemiş, taze nasırlı bakışlarla seni arıyor. Saz tellerini mızraba dolamış, kırılmış tırnaklarıyla seni arıyor. Ümitler varını yoğunu iltica kampına bırakmış, seni arıyor. Depremler rasathanede mola vermiş, artçılarıyla seni arıyor. Çakıl taşları kayrak bedenleriyle, Kirlenmiş dalgalar arasında seni arıyor. Göçmen kuşları, son sayeyi çoktan vermiş, kızıla çalan bulutlar arasında seni arıyor. Uda eşlik eden klarnet, güftesiz bestesiz pervasız feryatla seni arıyor.

18

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Mustafa Keskin


Ses Dergisi

BİZ GİTTİK ÖYLECE

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

Dehrifani

Biz gittik öylece herşey büyük bi sessizlik içinde oldu Ardımızdan sövenler oldu Ve gülenler de neşeyle Çok azı iyi dileklerde bulundu Kimse aramıyordu o zamanlar suçluyu Gidenin gitmiş olması yetiyordu Konuşmaya değer bir şey var mıydı bilmiyordu Anlatmak istiyordu belki yine sakince tane tane Ama yalnızca onun üzerine ateş yağarken Nasıl konuşulabilirdi bunu da bilmiyordu Bütün sözcükleri en çok söylenmesi gereken vakitte unutmuştu Giderken yine unutmanın gücüne tutunmuştu Elbet unuturdu böylesi gönderilen biliyordu Çok geçmedi duruldu Kendi de umdu aynı duyguyu Ama olmadı bir türlü unutmuyordu yurdunu En içte en dipte köşede bir yerde sıkışıp kalmıştı yokluğu Aidiyetsizliği dünyaya ve yoksunluğu O günden kalmadır kalbinin karartısı ve O sonsuz umutsuzluğu Oysa giden çoktan unutulmuş Yeni sofralarda yeni dostluklar kurulmuş Kışlar baharlara evrilmiş Kalanlar yeni türküler tutturmuştu

19


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

BİR ZAMANLAR ALTIN SARISINDAYDI GÜNEŞ

Aynı gök altında yaşıyorduk bir zamanlar Aynı yıldızları seyrediyorduk geceleri pencereden Huzur ve sevinç veriyordu geceye gülümseyen mehtap Ya şimdi? Aynı gök altındayız yine Sen yine aynı pencereden bakıyorsun yıldızlara Fakat benim penceremde görünmüyor yıldızlar Gecenin karanlığında katmerleniyor zindanın karanlığı Sen yine aynı pencereden bakıyorsun yıldızlara Yıldızlar keder yüklü, inkisar içinde mehtap Her zamanki gibi aynı güzellikte yıldızlar oysa Bir zamanlar altın sarısındaydı güneş Mavi gökyüzünde süzülürdü beyaz bulutlar... Sevginin sıcaklığıydı içini ısıtan, aydınlatan Mavi kelebeklerdi uçuşan içinde sevgiyle Çiçek yüklü dallardan bal toplardı arılar Bulutlardan inen damlalarla canlanırdı doğa Aynı gök altında birlikteydik o zamanlar Sen yine aynı gök altında dolaşıyorsun özgürce Fakat mavi gökyüzünü kaplamış kara bulutlar Karanlığın kasveti çökmüş içine, üşüyorsun Zulmetin alıp götürdüğü sevdiğini düşünüyorsun Oysa her zamanki gibi altın sarısında güneş Masmavi gökyüzünde süzülüyor beyaz bulutlar Sevdiğinin yokluğunda öyle geliyor sana Hatırlıyor musun mutluluğu bölen o ani çatırtıyı? Ellerimde prangalar alıp götürmüşlerdi beni senden Bakakalmıştın öylece ardımdan, hüznünü içine gömerek Zulmetin pençesi çökmüştü yüreğine, eve, ekmeğe Açlığını hissetmiyordun, boğazından geçmiyordu ekmek Oysa ev aynı evdi, ekmek aynıydı, su aynıydı Dünya aynıydı, gökyüzü aynıydı, güneş, yıldızlar aynı Fakat sen aynı değildin, senin için değişmişti hayat Ellerinde prangalar, alıp götürmüşlerdi sevdiğini Bakakalmıştın öylece ardından hüznünü içine atarak

20

Mecit Öz


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

BİTMESİN GECE

Şerif Aydın

Sevgiden kelimeleri yeniden yazalım ve incitmeden dizelim cümlelere, satırlara. Okurken dudaklar ezmeden okusun sözcükleri, nahifçe bir edayla seslendirsin. Çarşaf gibi serili sütliman bir denizin etrafında sofraya oturur gibi oturalım sahilde. Ayın denize inen ışıklar mum gibi eşlik etsin şiirimize. Gel, yeniden yazalım sevgiden sözcükleri. Yıpranmış sayfaları ince bir dokunuşla tekrar dizelim kitap aralarına. Sen Mem’i anlat ben Zin’i... Kuzey ışıklarında yeşilin tonları gibi süslesin kelimelerimiz geceyi. Basit olsun her şey, kelimeler küçük, cümleler kısa... Tüketmeyelim geceyi... Her şey kundaktaki bebeğin tebessümü gibi olsun, yeni ve nahif. Yıpranmış ne kadar şiir varsa yeniden yazalım gel, İlmek ilmek dokur gibi kilimi. Sen sevmeyi anlat, ben de sevilmeyi... Veya sevgiyi konuşalım, aşık ve maşuku ayırt etmeden. Sabah gül yaprağına düşen şebneme dokunur gibi. Ülkemin sıcak ekmek kokusunu içine çeker gibi olsun nefesler. Sen kum tanesine dokun, ben denizdeki damlaya... Dedim ya küçük ve narince olsun her şey. Ne deniz ürksün geceden, ne kum denizden. Öylece bakalım, gökyüzünün bittiği, denizin gökyüzüne sarıldığı noktaya... Sen bir dilek tut, bir de ben: “Gökyüzü denizden ayrılmadığı sürece bitmesin gece...” Kelimeleri yeniden yazalım. Kalplerdeki soğukluk gitsin, cemre düşsün havaya, toprağa, suya ve ılık ılık bahar insin gözlere... Bitmesin gece...

21


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Ömer Dilbaz

VİCDANA İKİ KELAM Vicdan... Hem cennete sahip, hem cehenneme... Hangimizin bir iyilik yaptığımızda vicdanı cennete girmiş gibi huzur bulmaz ki, yada bir kötülükte cehennemdeymiş gibi yanmaz? Vicdan... İnsanı hayvandan ayıran özel yer ... Olmasaydı dünya ne kadar kötü bir yer olurdu kim bilir! Sevgi yok, saygı yok, aşk ve sevdalar... Vicdan... İnsanın dertleştiği tek yer, Bazen suçluluğuyla bazen mutluluğuyla... Bazen günahıyla bazen sevabıyla... Vicdan... Olmazsa olmasımız ve tek gerçek dostumuz... Hiç bir zaman bizi yalnız birakmayanımız... Başımız sıkıştığında yardım beklediğimiz... Sesine inandığımız... Yanlışımızda hesap soranımız. Doğrumuzda tebrik edenimiz... Bizi doğruya götüreceğinden emin olduğumuz... Vicdan... İnsanın asla kaybetmek istemeyeceği ... Varlığından mutluluk duyduğu...

22


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

Düşünmenin Bedeli Sürgünde kalbim Sürgünde bedenim Sürgünde de durmadı fikirlerim Ey devletlim (devletlu padişahım) sözüm sana değil nefsimeydi Sürgüne giden bendim Oysa aklım fikrim hala vatanımda Vatan haini ilan edildim,yaşadığım zamanda Namım yürürse konuşur torunlar arkadaşlarıyla Ve derler Bir zaman yaşamış sevdalıydı vatanına Ölüsü anca kayda girdi Nazım Hikmet’in Oysaki derdi bir avuç vatan toprağında gömülmekti Duyan olmadı, yaşayanlar ise korkak Sürgünde öldü bir çok aydın, şair yazar, Dertleriydi aydınlık yarınlar Kendileri görmese de olurdu Hep de öyle oldu Dün hain ilan edilenler ölünce vatansever oldular Kendilerine atılan taşlardan anıt yaptılar Yıl olmuş 2020 sürgünde aydınlar yazarlar şairler Fikirleri özgür, mahpus bedenleriyle niceleri Ya da seçtiler gurbeti Bir gecede dilsiz kulaksız kalmayı Tüm yaşananlar düşünmenin bedeliydi.

Zeynep Gür

23


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Bir Fikir İşçisi: Cemil Meriç ve Bu Ülke

DENİZ BARIŞ

temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser kaleme alır. İnsanlığın düşünce tarihini inceleyen Meriç, bir Konya yolculuğu sırasında üniversiteli gencin “Sen bizden değilsin” sözü üzerine, ben ve onların kim olduğunu düşünür ve “Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi” diyerek aradığı hakikatin kendi öz değerlerinde olduğunu keşfeder. “Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek... İşte en doğru yol.” “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim.” dediği “Bu Ülke” adlı kitabını 1976’da yayınlar. Kitap, onun çeşitli fikir, kültür ve edebiyat meselelerine dair aforizmalarından oluşur. Aynı yıl, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adlı eseri yayımlanır.

“Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.” Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız Kendisini ‘Türk irfanına adayan bir fikir işçisi’ olarak ediyor sizi! tanımlayan Cemil Meriç, Türk düşünce hayatında Doğu ve Batı kültürlerini bünyesinde eritmiş bir entelektüeldir. Ağır bir itham olmakla birlikte çok doğru bir tespitti bu… Cemil Meriç, bir ömür boyu hayat tarzı olarak benim- Gönül gözü ve idraki açık bir aydın olarak reçeteleri de sunsediği okumak, araştırmak ve yazmak şeklindeki fikir muştu aslında; işçiliği sonucu elde ettiği ilmi ile, Doğu ve Batı medeni- “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddeyetlerini mukayese ile okuyucularına sunar. Bu mukaye- si olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; mâruz kalmaz, seçer. selerinde Batı medeniyetinin olumsuzluklarına dikkat Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. çeken Meriç, Batılılaşma adına yapılan işlerin yanlışlığına Aydını yapan; ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatın dikkat çekerek, “Işık Doğudan Gelir” sözüyle formüle bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs… “ ettiği Hint edebiyatı tezlerini savunur. “Nereye gidersen git, bulacağın aydınlık, zihninin aydınlığı GÖNÜL GÖZÜYLE AYDINLATAN BİR MÜTEFEKKİR kadar olacaktır. “ “Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın. Daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayan köprü olmak isterdim. Kelimeden, sevgiden bir köprü...”

1955’de gözlerindeki miyobunun artması sonucu görmez olur, ama olağan üstü çalışma ve üretme temposu düşmez. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürür. Hint Edebiyatı’ndan sonra Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatmayı amaçlar. Bu düşünceyle sosyalizmin 24

“İki yol var insanlık için: Kendi kendini imha veya gerçekten insanlaşmak. İnsanlık tek merkeze yönelen bir tür: Öteki türler gibi dağılıcı değil. Bu biricik düşünen türün sonu çözülüş olamaz. Mekân ve zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış birleşmenin, birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşün-


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7 mek kişiliği ortadan kaldırmaz, geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için, onları sevme, onlarla kaynaşmak gerek. Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan maddi bir rahat değil, kendi kendini aşma, bütünleşmedir.” Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevileri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lây-ı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.” (Divân-ı Harb-i Örfî/ 64) Asrın bediinin de dediği gibi; ahirzaman zülfikârı kalemdir. Aynen öyle de Cemil Meriç: “Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: Kalem...” “Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp, anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.” demektedir. Düşünceye câzip ve parlak bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır. Dergi ise hür tefekkürün kalesi. Kalemin de kelamın da hakkını verebilmek dileğiyle…

25


Ses Dergisi

Kimsesizliğin Koylarında Bir el uzatmak istersin dosta Uzanmaz elin Ve bir dost eli uzanmaz sana Un-ufak oluşunu seyredersin Gölgesine sığındığın dev gövdelerin Yüreğin mezaristana döner Kalbin üşür yalancı ateşlerde Ve yanarsın soğukluklarında Sevdiklerinin... Sürersin geceyi bir merhem misali Onulmaz yaralarına Derken Karanlığın tam ortasında Bir lem’a belirir ufukta Bırakırsın bütün ağırlıklarını İki damla gözyaşına Gurbetten kurbete giden Bir yol belirir uzakta. Kuşanırsın kırılmışlıklarını Kırmışlıklarını... Günahın belini büker Ellerinde çaresizliğin kelepçesi Dizlerinde yolu tüketmişlik zinciri Acizliğin tek sermaye avuçlarında Boynunu büker fakirliğin Tam yüzerken koylarında kimsesizliğin Kalbinin atışları yırtar sessizliği Nefesinin yakarış fırtınalarında Kendine savrulursun Dipsiz kuyularında yol alırken Ruhunun Âb-ı hayat sunan kurnalar bulursun Gurbetten kurbete düşen yollarda Yaradan’ı kendine yâr bulursun Acıların şükür bulutlarında yoğunlaşır Yâr’in huzurunda Yokluğunda yeniden var olursun.

26

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

KATRE


Ses Dergisi

Sevmiyorum

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

ÖZNUR

Sevmiyorum... Abartı duygular, Abartı cümleler, Abartı yaşantılar... Her şeyden bir anlam çıkarma merakı, Farklılık debelenmesi, gereksiz eleştiri, ben merkezcilik... Yargı dağıtma uzmanları, hayat okulu mezunları... Ablajı kutusundan ağır, reklamı içeriğinden renkli... Lezzetsiz süslü pastalar, düzenli mağaza vitrinleri misali... Sevmiyorum... Aceleyi, zorunluğu, zinciri, “prensip” adı verilen tutsaklığı, Janjanlı hayat görüşleri, ultra süper zekaları, Sevmiyorum

27


Ses Dergisi

Çocuk ve Köpek Kırılan oyuncaklarına ağlamalı, Kaybolan kalemini ararken çocuk, Gözyaşlarına boğulmalı, Sevmediği yemeği anne zoruyla yerken, Damla damla, sicim sicim akıtmalı. “Köpek, annem nerde?” Çocuk, Kiraz ağacından düşerken yırttığı donuna, İşittiği acı baba azarına, Kıskandıran kardeş nazına, Parçalayan anne nazarına, Niyazına, Gözyaşlarına boğulmalı, Damla damla, sicim sicim akıtmalı. “Köpek, annem nerde?” Düşüp kanattığı dizine bakıp ağlamalı, Çocuk, Mesela, Aldığı kırık nota, Dişini çeken dayısına, Harçlık vermeyen amcasına, Kavga ettiği arkadaşına, İçerlemeli, Hıçkırıklarla ağlamalı, Gözyaşlarına boğulmalı, Damla damla, sicim sicim akıtmalı. “Köpek, annem nerde?” Ağlamamalı çocuk, Anlayamadığı, Anne babasını yutan, Kendisininde bir figüran yapıldığı, Bir oyun için. Dünya sizin olsun, Bırakın dünyası olan annesini çocuğun. “Köpek, annem nerde?”

28

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

İbrahim M. Öner


Ses Dergisi

Ağlamamalı çocuk, Bilmediği, Dünyayı kana bulayan, Savaş baronlarının, Saltanat zorbalarının, Ağzından aldığı bir lokmayı, Sefil iştahlarıyla yediği için.

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

“Köpek, annem nerde?” “KÖPEK, annem nerde?” “KÖPEK, ANNEM nerde?” “KÖPEK, ANNEM NERDE?” Köpek, çocuğun annesi, babası nerde?

Dünya sizin olsun, Bırakın dünyası olan annesini çocuğun. “Köpek, annem nerde?” Serçeninki gibi atan saf yüreği, Koşarken çarpmalı, Beklerken bayram hediyesini, Babasının aldığı bisikleti sürerken, Dondurma müjdesini alınca annesinden, Sevinç çığlıkları duyulmalı, Heyecan dolu çocuk kalbinden. “Köpek, annem nerde?” Çırpınmamalı çocuk kalbi hapisane önünde, Annesinin çıkmasını beklerken, Ya da, Uzak mı uzak bir diyarın havaalanında, Yıllardır görmediği, Babasının açık kollarına koşarken, Sarılıp sarmalanmak için. “Köpek, annem nerde?” Çocuk köpeğe başka sorular sormalı. Mesela, Aç mı? Okşayanı var mı? Sokakta onunla oynayanı var mı? Bir yeri, Onu besleyen bir komşu teyzesi var mı? Hem bir düşün, Anlasa, Dayanır mı kalbi köpeğin çocuğun bu sorusuna?

29


Ses Dergisi

ORADA BİR ÜLKE VAR

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Yasemin Tatlıseven

“Bir kaçakçının arabasındayım. Birkaç saate kadar, eğer her şey yolunda giderse, ülkemden ayrılmış olacağım. Doğup büyüdüğüm topraklara bir daha gelmek nasip olur mu, Allah bilir!.” “Orda bir köy var uzakta O köy bizim köyümüzdür Gitmesek de görmesek de O köy bizim köyümüzdür.”

S

ekiz ya da dokuz yaşındayım.Yaz tatiline giriyoruz, karneleri aldık. Hepsi pekiyi… Her tatil dedemlerde toplanırız. Geniş bir aileyiz. Amcamlar, halamlar bir araya gelince epey kalabalık oluyoruz. Köyümüzü çok seviyorum. Harman zamanı geldi. Dedem ekinleri biçtirecek. Köyde bir tane biçerdöver var. Sırayla bütün köylünün buğdaylarını o biçiyor. Gece köy kahvesinde konuşuluyor, ertesi gün kimlerin tarlasının biçileceği… Tabii gün yeter, sıra gelirse! E bir de biçerdövercinin peşinde koşmak lazım… Acele etmeli. Bir yağmur bastırırsa, bütün mahsul mahvolur. Dedem kahveden eve geliyor “Yarın kimler benimle tarlaya gelmek ister?” diye soruyor. Ben ve kuzenlerim atlıyoruz hemen… Sabah güneşin doğmasıyla birlikte hepimiz bahçede hazır, dedemi bekliyoruz. Dedem traktöre römorku takıyor ve biz kasaya doluşuyoruz. “Sıkı tutunun” deyip hızlanıyor. Tarlaya doğru yola çıkıyoruz. Hayatımın en eğlenceli yolculuklarıdır o anlar… Dedem de zaten iş yapalım diye değil, sırf bizimle vakit geçirsin diye bizi tarlaya götürüyor. Engebeli yollarda hoplaya zıplaya tarlaya varıyoruz. Bu arada Coni bizi takip ediyor. Evet, köpeğimizin adı Coni. Tek kanallı devlet televizyonunda izlediğimiz Amerikan filmlerinin etkisinde kalarak bu ismi koymuştuk. O zamanlar köydeki bütün köpeklerin adı ya Coni ya da Toni’ydi. Ne zaman ki traktörü durdurup iniyoruz, Coni eve geri dönüyor. Biçerdöveri görmüyoruz ama uzaktan sesini duyuyoruz. “Hah işte” diyor dedem , “O tarlayı biçsin, sıra bizimkine gelecek”. Traktörü kavak ağaçlarının gölgesine çekiyor. Yere bir hasır yayıp “Ben az kestireyim, siz de yatın çocuklar” diyor. Dördümüz de yere uzanıp bulutları seyretmeye başlıyoruz. Kavak yapraklarının hışırtısı o kadar güzel ki dedeme ninni gibi geliyor olmalı… Çünkü çoktan horlamaya başladı bile… Usulca yattığımız yerden kalkıp kovalambaç oynamaya başlıyoruz. Kendimizi oyuna öyle bir kaptırıyoruz ki saatten haberimiz yok! Dedem uyanmış telaşla yanımıza geliyor. “Hani nerede biçerdöver, gelmedi mi hala?” diyor. Dördümüz göz göze gelip kulaklarımızı kabartıyoruz. Çıt yok. Biçerdöver çoktan gitmiş. Bu olayı defaten yaşıyoruz. Ve dedem her seferinde “Neden beni uyandırmadınız çocuklar?” diye soruyor. İyi ki uyandırmamışız dede, yoksa böyle bir anımız olmayacaktı… Ve her seferinde boş traktör kasasıyla geri dönüyoruz. Evdekiler “Yine mi?” deyip gülüşüyorlar. Sonunda bir gün dedem biçerdöverciyi köşeye sıkıştırıyor. Bizim tarla biçiliyor. Kasa buğday dolu.

30


Ses Dergisi “Allah bereketini versin” diyor dedem. Dördümüz ekin yığınlarının üzerine çıkıp oturuyoruz. Zafer kazanmış edasıyla köye öyle bir girişimiz var ki sormayın gitsin. Coni bizi yolda karşılıyor, o da çok mutlu… Emeğinin karşılığını aldığı için, torun tombalak bir arada olduğumuz için dedem de çok mutlu… Hepimiz mutluyuz. Yanımdaki arkadaşımın “Su ister misin?” sorusuyla daldığım hülyalardan uyandım. Bir kaçakçının arabasındayım. Birkaç saate kadar, eğer her şey yolunda giderse, ülkemden ayrılmış olacağım. Doğup büyüdüğüm topraklara bir daha gelmek nasip olur mu, Allah bilir!.. Şu an son kez köyümün yanından geçiyoruz. Dedemle gölgesinde uyuduğumuz kavakları uzaktan görebiliyorum. Dedelerimin göçmenliği geliyor aklıma… Doğup büyüdükleri toprakları bırakıp yeni bir ülkede hayata tutunuşlarını düşünüyorum. Yeniden kök salışlarını, dallanıp budaklanmalarını, yapayalnız geldikleri bu coğrafyada torun torba çoğalmalarını, sıfırdan varoluşlarını gururla anımsıyorum. Tüm bunlar bana güç veriyor. Ninemin göç ettikleri geceyi anlatışını hatırlıyorum. Yedi yaşındaymış göçüp geldiklerinde… Doğup büyüdüğü evi, aklında kaldığı kadarıyla köyünü tarif ederdi. Yemyeşil bir köymüş, evleri iki katlıymış. “Öylece bıraktık gevura” deyip gözleri buğulanırdı. Okula gidermiş orada, Bulgarca ona kadar sayardı. Peçka çıtır çıtır yanarken, ninemin çakır gözlerine kilitlenir “Bir daha say nine” deyip güya Bulgarca saymayı öğrenmeye çalışırdık. Yuri ve Maria adlı iki arkadaşını hiç unutamazdı. Belli ki onlarla güzel bir çocukluk yaşamıştı. “Onların bayramları olurdu, bize boyalı yumurta getirirlerdi, biz de kandillerde

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7 onlara peksimet götürürdük” diye ilave ederdi. Bir gece annesi yorganı döşeği toplayıp denk yapmış. Bir bohçaya da birkaç parça azık koymuşlar. Babası bir çift öküzü arabaya koşmuş. Bildiği iş çiftçilik, öküzlerimi götürürsem ekip biçerim, aç kalmayız diye düşünmüş olmalı. Öküz arabasına annesi ve üç kardeşiyle birlikte binmiş ninem. Babası öküzleri Edirne’ye doğru koşmuş. Sınıra tam yaklaştıkları sırada Bulgar askerleri onları durdurmuş. “Öküzler bizimdir, götüremezsiniz” demişler. Koca dedem mecbur çoluk çocuğu indirmiş arabadan… “Öküzlerin gözlerinden ağlayarak öptü” diye anlatırdı ninem.. Sevip okşamış hayvanlarını ve bırakmış oracıkta… “Tek varlığımızı da orada bırakıp arkamıza bakmadan saatlerce yürüdük” derdi. Ninemin sözleri çınlıyor kulaklarımda: “Biz yamalı gezdik kızım, ama utanmadık. Çalıştık, çok çalıştık. Ekmeğimizi kazandık çok şükür, kimseye muhtaç olmadık. Çalışan kazanır kızım, çalışan kazanır. Yamalı bir bohçayla geldik sırtımızda…Ahırdan bozma bir odada geçirdik koca bir kışı, ama yılmadık kızım. Evimizi, ocağımızı, kurulu düzenimizi, sevdiklerimizi bırakıp da geldik. Ama bak yine tutunduk Allah’ın izniyle, filizlendik, meyveye durduk, kök saldık. Allah ne dilerse o olur kızım, sen çalış Allah’a tevekkül et. Rabbim elbet çalıştığının karşılığını verecektir. Yeter ki yılma, vazgeçme, devam et kızım!” Bir kaçakçının arabasındayım. Eğer her şey yolunda giderse birkaç saate kadar ülkemden ayrılmış olacağım. Göç etmiş bir milletin evladıyım. Göçerek yaşamış insanlar coğrafyasındayım. Rabbimin bize sunduğu kainat üzerinde, kendime bir yurt arıyorum. Eğer her şey yolunda giderse elbet başımı sokacak bir çatı bulacağım. Bir Fatiha okuyup gittikçe gözden kaybolan mezarlığa doğru üflüyorum. Dedelerime, ninelerime ve köyüme gülümseyerek el sallıyor, başka bir ülkeye doğru yeni başlangıçlara yelken açıyorum.

31


Ses Dergisi

YAZAR’LAR VE YAZAN’LAR

Z

aman yaklaştıkça her gün yazasım geliyor. “Neye yaklaştıkça?” derseniz... Herkesin kendinden bir şeylerine… Kimisi için ölüme,

kimi için yeni bir doğuma, belki yeni bir aşka, belki ayrılığa, belki de insanın kendinde çıktığı benlik yolculuğuna… Ben yazanların kalemlerinin ucunda, kelimelerin toplaşıp beklediklerine inanıyorum. “Ah biri gelse de kağıda bizi teker teker yerleştirse.” dediğini duyuyorum. “Ama ince ince, tane tane, naifçe sıraya dizse.” dediklerini duyuyorum. Naçizane, kim “yazar”sa ve kim “yazan”sa, zamandan ziyade kelimelerin ona yol gösterdiğine inanıyorum. Kalemin ve kağıdın en büyük destekçisi olduğuna şahit oluyorum. Bir başladın mı, gerisinin çorap söküğü misali akıp gittiğini görüyorum. O yüzden yazarları ve yazanları sevgi ve saygının yanında kelimelerimle kucaklıyorum. Onlar topluma eser bırakmaktan ziyade, toplumsal ruhun oluşmasında sihirli bir güce sahip gibiler. Her insanın duygusu ve hissi oluyor da, herkes onu ifade edemiyor. Bu yüzden “yazar”lara ve “yazan”lara var olan ihtiyaç da hiç bitmiyor. Bir paragraf, bir cümle ve bir kelime ile tüm insanlığın kalbine dokunuyorlar... Ve dokundukları her şeyi de güzelleştiriyorlar...

32

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

RABİA


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

BUĞDAY KEDERİ

MERHABA

Merhaba! Merhaba kirli yataklar. Merhaba böcekler. Merhaba ters çalışan havalandırmalar. Merhaba sinekli kurdeleli terlikler. Merhaba çok amaçlı çöp poşetleri. Merhaba bir bardak bir çatal bir tabaktan ibaret olan hayatım. Ve sizi de seviyorum rengi belli olmayan duvarlar... Bir selam gönderiyorum günde sadece 3 saat görebildiğim gökyüzüne! Selamımı mutlaka ulaştırın 6 metrelik, üstü tel örgülü duvarlar! Gardiyanlar ah gardiyanlar! Bize gülümsemekten korkan gardiyanlar! Bayanlar hizaya dizilin sayım var! 1 2 3 4 5 ..... 54 biter Allah kurtarsın der ve gider. Gidenler gitsin kalanlar candır onlar bize yeter... Allah bize yeter...

33


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

Ağır Kanat

K

aranlık bundan sonra yarına kalmayan aydınlık... Ve uykuya uyumuş adanmış koskoca hayat.... Rüyaya inandı kalp ki hakikate yakındı... Kelebeğin yanmaz tükenmez kanatları... Ömür yetmez sanır haftalara sığmaz belki... Yaşlanmış güvercinlere emanet eder hayatını ... Bir o bilir sevdayı birde o kısa ömre verdiği manevi yılları ... Ağır yada kocaman gelir kanatları bedenine ... Dünyayı dolaşır ister asyayı ister afrikayı... Nereye gittiğini bilmez ama gider yurdunu yuvasını bırakıp... Bir rüzgâr selam verir bir de onu seven insanları... Neydi gözlerini kapatan fikre birleşen ve eğilen başı ... Karıncalanan bedende uyuşmuş yüzyılların sancısı... Vakit varmıydı ki durağa şu içmek için inecek takati ... Yorulmuş kozaya dönecek saniyeler ki heyhat geride kaldı ... Ağlamak mı? Her gece anlattığı gökyüzünde yıldızlar ömrüne bakakaldı ... Ağırdı kanatları ... Sevda ağır .... Dönen ağır ... Ömür ağır .... Yalnızlık ağırdı kanatlara bavul misali... Anlatmalıydı hikaye masal olmadan... Cesaretini kaybeden ürkek bir kuş ve onu kanatlarıyla sorgulayan hayat... Bilmem ki nereye konsa yürüyen beden .... Nereye çevirse nereye dolsa bakışları farklı .... Kalem ayrı karaladı tarihi sayfalar ayrı... Unutulmaz ummanlara sığdı, toprak sakladı belki de onları... Öyle bir susamış ki gözleri kanlı kanlı akan gökkuşağı... Imana bir kurtuluş yakışmış ki , secdede tövbe gözyaşları ....

34

Medine Yıldız


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

Sevgil Dost

SİNEM DER Kİ

Sevgili Dost; Şimdi sen ordan, ben burdan, Tutsak çarşaf gibi bir denizin ucundan.. Yine el eleyiz görmüyor musun ? Soluduğumuz havanın kokusu, Üstümüzde göğün mavisi, Gözyaşımızın tadı bile aynıyken, Ne çıkar kalplerimiz farklı sahillerde atsa, Yine can canayız bilmiyor musun..? Sıkıca kapattığımda gözlerimi, Bak işte şimdi tam karşımdasın.. Bir ufuk çizgisi kadar yakın.. Sonsuz kadar gerçek.. Gökkuşağının her rengi gibi başıma taçsın.. Ve sen Sevgili Dost; Bütün güvercinlerin kanadındaki muştuda.. Duam gibi, avuçlarımda.. Bizi birleştiren o denizin, İçime çektiğim, tükenmeyen kokusu gibi Hep ama hep yanımdasın.. Hadi.. Tut denizin ucundan..

35


Ses Dergisi

Şubat-Mart/ 2020 Sayı

LEYLAN

MAVİ

KİTAP DEĞERLENDİRME

S

erap’ın Kürtçesi “leylan’dır. Adını “Leylan” koysalardı, onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım. Adı “Mürüvvet” olsaydı farklı olur muydu, bilmiyorum. Ya da “Vuslat”? Yine de ben Leylan’ı sevdim, serap olacağını bile bile. (Sf. 21, Leylan) Ocak 2020’de Dipnot Basimevinden çıkan 300 sayfalık Selahattin Demirtaş imzali bir roman Leylan.. Kendinizi tam bir hikayenin içine çekilmiş heyecanla devam ederken yazar sizi bir hikayeden alıp 1. hikayenin silik kahramanlarından biri olan Netice isimli karakterin kalemiyle sizi bambaşka bir hikayenin ortasına sokuyor. Yani yazar ince bir ustalıkla aslında iki hikayeyi birbirine bağlamış oluyor. İlk bölümde bizlere romanda başkahraman Diyarbakır delikanlısı Kudret, Kudret’in kavuşursa tüm büyüsünün bozulacağına inandığı, bu sebeple ne kendisinin evlendiği ne de başkasıyla evlenmesine izin verdiği büyük aşkı Serap, Kudret’in en yakın arkadaşları Süphan ve Kemalettin eşlik ediyor. Bu kısımda hem Kudret’in Serap’a olan aşkını hayranlıkla izliyor hem de bir Kürt çocuğunun yaşadığı zorlukları siyasi bir dilden uzak olarak bir çocuğun gözünden izlenimliyoruz. ‘’ Beş yıl boyunca anlatılan derslerin çeyreğini bile anlamamıştık. Bunu sınıfın geneli için söylüyorum. Biz üçümüz o çeyreği de anlamamıştık. Yedi yaşındaki bir Türk çocuğunu İstanbul’un göbeğinde Çince eğitim yapan ilkokula gönderdiğinizde ne kadar matematik, hayat bilgisi ve Çince öğrenebilirse biz de o kadar öğrendik işte.’’ Okul ve ev hayatında iki dilliğin getirdiği zorluklar, Türkçe ve Kürtçe arasındaki farklılıklar benzerlikler, ve en önemlisi de doğu da ayrım yapmaksızın insan olmanın önemini vurgulayan gencecik bir öğretmenin çocukların gönüllerine nasıl girdiğine şahitlik ediyoruz. Esprili bir dilin hakim olduğu birinci kısımda bol bol gülümsemeye de hazır olun. Ne de olsa hikaye bıçkın delikanlu Kudret’in anlatımıyla bizlere ulaşıyor.

36


Ses Dergisi

Mart-Mart/ 2020 Sayı 7

‘’Aşk’ın Kürtçesi ‘’evîn’’dir. Ve senin evin dünyadaki en güvenli yerindir’’ diyor Kudret ve Serap’a olan aşkını ve kavuşmayı istememesini şöyle açıklıyor okuyucuya: ‘’En hesapsız, en çıkarsız, en saf halimle sevdim onu. Bendeki bu saflık biterse aşkımın da biteceğine inandım. Aşkım bitmesin diye de kourum bu yönümü. Sonraları bu benim için yaşam tarzına döndü. Hep uzaktan, platonik sevdim onu. Aşkımı itiraf etsem, kavuşsak, buluşsak veya evlensek aşk biter dedim.’’ Kudret’ in ve dolayısıyla diğer kahramanların sınıf arkadaşı olan ve sınıfta bolca esprisi yapılan Netice birgün yazdığı kitabı üç eski sınıf arkadaşına getirir ve böylece birinci hikaye ikinci hikayeye bağlanır. Ikinci hikayede bizleri Nusaybin’li devrimci ve profesörlüğü engellenmiş Bahtiyar, Bahtiyar’ı bu kutlu yolda yarı yolda bırakmış olan can dostu Celal, üniversitede tanıştığı sonradan nörolog olan ve hayatını Bahtiyar ile birleştiren Sema arasında geçen ve sonradan hikayeye dahil olan yan karakter gibi görünen fakat her birinin ana karakter gibi işlendiği Zeliha, Mutlu ve Linda. Diyarbakır’dan İstanbul’a, oradan Zürih’e ve son olarak Nusaybin’e uzanan hikayede Celal karakterini kendi davasını kişisel heves ve mevki uğruna satmasının iç hesaplaşmasını yaparken buluyoruz. Çoklu bilinç ortamı olarak adlandırılan sağlıkta bir devrim olan iki beyni birbirine bağlayıp birbirlerine düşüncelerini aktarma tedavi yönteminin konu alındığı kısımları büyük bir ustalıkla bizlere anlatan yazarın bu kısımlar için uzun araştırmalar yaptığı ve konuya olağanüstü bir hakimiyeti olduğu gözlerden kaçmıyor. Her iki hikayede de yazarın verdiği mesajlar hiçbir zaman romanın edebi yönünün ve kitaptan aldığınız lezzetin önüne geçmiyor. Yazarın bu romanı yazarken hapishane ortamında olduğunu düşünecek olursak, ve yaşadığı psikolojiyi de göz önünde bulundurursak, kusursuz bir roman ortaya çıkarmasını tebrik etmek gerekir. Kitapta yer yer esprili argo dili kullanan yazar, baskısız kendi düşüncelerini de karakterler vasıtasıyla okuyucuyla paylaşmış. Kitap sizi o kadar tüm karakterlerle bütünleştiriyorki, kendinizi bir sayfa daha bir sayfa daha deyip kitaba devam etmekten alıkoyamıyor, her karaktere ayrı ayrı bürünüyorsunuz. Sizlere son olarak kitabın arka kapak sayfasında yazılı olan bir alıntı ile veda edip kendimi roman karakterlerinin arasına salıyorum... ‘’ Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız. Yaşananlar kelepir bir hayatın ikinci el versiyonu gibidir. Yaptığınız hiçbir şey size ait değildir, benliğinize, özünüze. Hayatınız, tümüyle güvensiz bir ortamın mecburen size yaptırdıklarından ibarettir. Saf çocukluk halinizden geriye kala kala yüzünüzde “memur gülüşü, “dudaklarınızda “gammaz öpüşü“ kalır. Öptüğünüz yer kirlenir, güldüğünüz zaman herkes incinir. Elinizde etrafı yeşil dantelli beyaz bir mendil de yoksa temizleyemezsiniz hiçbir yerinizi. Ben Serap’ı böyle sevdim,en saf halimle,uzaktan.’’

37


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.