19 minute read

Sürgün Kalemler

Editörden

Sürgün Kalemler ŞERİF AYDIN

Advertisement

Bir Zamanlar Altın Sarısındaydı Güneş Mecid Öz

Bitmesin Gece ŞERF AYDIN

Vicdana İki Kelam Ömer Dilbaz

Düşünmenin Bedeli ZEYNEP GÜR

Rüyama Geldin MUSTAFA KESKİN

Zamanın Ötesine Şimdiyi Taşıyanlar SEYFULLAH SACİD

Huu SİNE ELİF

Badem Çiçeği Üzerine ESRA DOLUNAY

Gülün Dikenleri S.Tuğba Engin

Ahmet Burhan Ataç YASEMİN TATLISEVEN

Çağ ESRA DOLUNAY Elveda HASAN YILMAZ

Seni Arıyor MUSTAFA KESKİN

Biz Gittik Öylece DEHRİFANİ

Bir Fikir İşçisi: Cemil Meriç ve Bu Ülke DENİZ BARIŞ

Kimsesizliğin Koylarında KATRE

Sevmiyorum ÖZNUR Çocuk ve Köpek İBRAHİM M. ÖNER Orada Bir Ülke Var YASEMİN TATLISEVEN Yazarlar ve Yazanlar RABİA Düşünmenin Bedeli ZEYNEP GÜR Merhaba BUĞDAY KEDERİ Leylan (Kitap Değerlendirme) MAVİ Ağır Kanat MEDİNE YILDIZ

Ses Dergisi Mart-Mart/ 2020 Sayı 7 SES DERGİSİ Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi Editör Yazısı

Can dostlar, herkese Kanada’dan kucak dolusu selamlar... Dergimizin Mart sayısı, yani yedinci sayı ile merhaba diyoruz. Hepinizin merak ettiği ve benim de bugün-yarın bir bilgilendirme mesajı ile duyurayım deyip bir türlü yapamadığım Şubat sayısının akibeti ile ilgili mevzuyla başlayayım. Suriye’de yaşanan elim vakadan dolayı dizayna ara verdiğimi paylaşmıştım ama malesef o konu beni günlerce meşgul etti, toparlayamadım ve toparlayamayınca da elim dizayna gitti-geldi. Öncelikle şehit olan askerlere Allahtan rahmet kederli ailelerine de başsağlığı, yaralılara da acil şifalar diliyorum. Bu ciğer yakan vakadan dolayı Şubat sayısını, geç kaldığımızdan ötürü, Mart’la birleştirmiş olduk. İkinci konu olarak, bu ayki sayımızın kapak dosya çalışmasnı “Sürgün Kalemler” olarak belirledik. Amaç, tarihi bugüne taşıyalım ki bugünün kalemlerinin bir misyonu olduğu ve bugünü yarına taşımanın parmaklarına binen bir yükümlülük olduğunu birlikte okuyalım. Neler yok ki geçmişte... Kendileri ülkelerine gidemediği için “Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok...” mısralarıyla kuşları vatanlarına yollayanlar mı, sevdiğine yolladığı mektupları kitaplara dönüştürenler mi, çıkan afla ülke- lerinin yolunu tutunca ilk cami minarelerini görünce ağlayanlar mı... kimden bahsetsem bilemedim. Okursunuz.... Üçüncü konu olarak da yazı gönderen dostlara yönelik bir duyuru yapmış olalım. Birkaç defa duyurulmasına rağmen sanırım gözden kaçan birkaç mevzu var. Bunlardan biri gönderilen yazıların daha önce bazı dergi veya sosyal medya hesaplarında yayınlanmış olması. Ricamız, göndereceğiniz yazı veya şiirler daha önce bir yerde yayınlanmamış olsun. Son söz olarak da her sayıda olduğu gibi bu sayıda da yazı ve şiirleriyle yalnız bırakmayan kalem dostlarına yürekten teşekkür ediyorum. Derginin bir hacmi ve edebiyat dergisi çerçevesi olması hasebiyle gelen tüm yazı ve şiirleri yayınlayamadık. Emek verip gönderenler yılmasın göndersinler lütfen. Onlardan da eksiklerini tamamlayıp bu kervana katılmalarını istiyorum. Hepinize yürekten teşekkür ediyor, bahara yönelen mevsimlerin kapıyı çaldığı bugünlerde yüreğinize cemre düşmesi dileğiyle...

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Yayın Editörü Hilal Görgülü Ülkü Çetinkanat

Yayın Heyeti Sacit Orçan Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Mavi

Yayın Türü Ulusal Sürekli Aylık

Baskı Türü Dijital

Dijital adres: www.issuu.com/enesengin

İletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada www.youtube.com/sesdergisikanada Instagram: @sesdergisikanada Sosyal Medya Koordinatörü Mavi D.

Adres: Ottawa, Kanada sesdergisicanada@gmail.com

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

ŞERİF AYDIN

“Anadolu sürgünü bol, sürülmesi kolay bir ülke… Aşığı olduğu kadar kırığı da çok olan bir yurt…”

Türk ve dünya edebiyatı kalemini sürgünde bırakmışların edebiyatıdır. İtiraz edecek bir sözü olanların sürgün listesinde ismi geçtiğini görmek mümkündür. Gittikleri ülkelerin dilini öğrenseler de, özgürlüğü o tapraklarda tatmış olsalar da dilin sürgünlüğü hep sürüp gitmiş. Kimisi özgürlüğü savunmuş da sürülmüş, kimi haksızlığa isyan ettiğinden... Satırlarında asi bir ruhun değil, baş eğmeyen bir fıtratın izleri var. Bu ise tek sesliliği istemeyen iktidarların listesine girmeye ve canı kadar sevdiği topraklardan koparılmaya sebep sayılmış. Kimler yok ki bu listede. Sağcısı-solcusu, dindarı-seküleri, milliyetçisi-liberali… Sözün özü güç kimin elindeyse kan uyuşmazlığı yaşadığı öbür mahallenin özgür ruhlu çocuklarına ülkeyi yasaklamış. Bu yasakların kimi aylar kimi yıllar sürmüş, kimileri büyük bir özlemle hasret şiirlerini yazmış kimi adına memleket hikayeleri diyeceği öyküler kaleme kalmış. Sürgünde olan kalemler geldiği toprakların dilini öğrenseler de Osman Necmi Gürmen’in dışında hepsi eserlerini kendi dilinde yazmış. Aslında şöyle diyeyim. Gurbet dev kafaların meskeni olmuş Türk edebiyatı için. Bu dil hasreti sadece Türk edebiyatına mahsus değil, tabi ki. Otuz yıla yakın Paris’te oturan Arjantinli yazar Julio Costazar, İspanyolca yazdığı sürece ülkesinden uzakta olmadığını ifade ediyor. Asturias bundan farklı değil. Peru’lu Manuel Scorza, Ant dağlarının meltemini Paris’te satırlara döküyor.

Yakın tarih sürgünü en fazla yaşayan ülkelerden biri hiç şüphesiz Nazi Almanyası’dır. Türkçede sürgün edebiyatı diye toparlanan bu kalemler Almanya’da ‘Exilliteratur’ adı altında yani ‘sürgün edebiyatı’ adı altında toplanmıştır. İlginç olan ise bugün dünya edebiyatına giren Alman modern klasiklerinin başlıca yazarları işte bu isimlerdir: Broch, Heinrich Mann, Brecht, Thomas Mann, Musil, Werfel, Döblin, Zuckmayer, Zewing gibi. Kimileri kıta değiştirmiş kimileri ülke. Viyana, Amsterdam, Paris, Moskova, İsviçre kentleri, İskandinavya,

4 Amerika, Arjantin, Şili, Birezilya ve Meksika gibi ülkeleri mesken tutmuş bu kalemler yıllar sonra unutulmaz izler bırakacak eserlerini buralarda vermişler.

Bu sürgün yılları ise geride kalanların haberi ve hasretleri yer yer hikayelere ve romanlara konu olmuş. Refik Halit Karay’ın da belirttiği gibi sürgünde memlekettekilerle haberleşmek en büyük teselli kaynağıdır. Mektuplar bu sürecin en önemli şahitleri. Namık Kemal’in Malta Mektupları, Nazım Hikmet’in Piraye’ye Mektuplar gibi. Türk edebiyatı için önemli bir tutan ve yer yer grur abideleri denebilecek bu kalemler Anadolu tarihi için bir kare lekedir yaşadıkları. Birkaçını örnek vereyim.

1618’de doğup 1694’te vefat eden NİYAZİ-İ MISRİ yanık bir şairdir. Kelimelerinin gücü kulaklarınıza iner, ordan da kalbinize. Saray tarafından Edirne’ye çağrılan Mısrî, bazı sözleri beğenilmez, bunun üzerine Rodos’a sürgün edilir. Rodos Osmanlı devrinin sürgünlerine ev sahipliği yapmış bu yönüyle talihsiz bir mekan. Rodos sürgünü 9 ay sürer Misri’nin. Sürgünden sonra Bursa’ya dönen şair, halk ve bilim adamları arasında fikirleri anlaşılamaz, suçlanır ve fikirleri dolayısıyla Limni Adası’na sürgüne gönderilir. Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla oldukça sıkıntılı geçen bu sürgün, yaklaşık 15 yıl sürmüştür. 78 yaşında bir pir-i faniyken tekrardan Limni Adası’na sürgün edilir. Bu son sürgün Mısrî’yi ciddi yıpratır ve şair bu adada 1694’te hayata gözlerini yumar.

KEÇECİZADE İZZET MOLLA 1785-1829yılları arasında yaşar. Suçu “Halet’in canını hakk, malını aldı mirî Kaldı ehl-i hasede hâyeleriyle kîri” beytini tanzim etmek, devrin sadrazamı Hamdullah Paşa aleyhinde söz söylemek ve devlete karşı olmak. Bu iddialarla 1832 yılında Keşan’a sürgün edilir. Keçecizade sürgün edilmesini ve devlet karşıtı olarak gösterilmesini hak etmediğini söylese de dinleyen olmaz. Sürgünde kaleme aldığı “MihnetKeşan” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir: “Değildi sözümüz devlete itiraz Edenlerde varsa bula inkıraz Dedim onlara ömrünüz çok ola Hıyanet eden devlete yok ola” Türkiye ile Rusyanın karşı karşıya geldiği bugünlere tevafuk eden bir durum var

şairin hayatında. Keçecizade, Osmanlı-Rus savaşı öncesinde arkadaşlarıyla birlikte bu savaşa girecek gücün ve moralin yeterli olmadığını, Osmanlı’nın savaşa hazır olamadığını içeren düşüncelerini padişaha bildirir. Eğer bu sıkıntılara rağmen savaşa girilirse, savaşın ağır kayıplar getireceğine yönelik bir “Layiha” hazırlayıp saraya sunar. Ne mi olur? İzzet Molla bu Layiha’nın üzerine 16 Eylül 1828 yılında Sivas’a sürgün edilir. Tarih onu haklı çıkarsa da sürgünü yaşayan kendisi olur yine de.

ALİ SUAVİ, yazı hayatının başka bir trajikomik vakası. Suavi 1867 yılında çıkan Muhbir gazetesinde yazmaya başlamıştır. Burdaki yazılarında sosyal sıkıntıların yanı sıra hükümeti eleştiren yazılara da kaleme alır. Muhbir Gazetesi’nin 31. sayısında Belgrad Kalesi’nin Sırbistan’a terk edilmesini çok sert bir dille eleştirmiş ve hükümetten hesap sormuştur, bazılarımızın Süleymanşah türbesini sorguladığından soruşturma yediği gibi. Bunun üzerine Muhbir hükümet tarafından kapatılır; Ali Suavi ise Kastamonu’ya sürgün edilir. Acı bununla kalmıyor, bugüne de ışık tutuyor. Neden mi? Suavi Sürgün nedenini ısrarla sorunca “Hasbe’l-İcab” (Durum dolayısıyla) cevabını alır. Evet “Hasbe’l-İcab yani günümüzün izahı olmayan olağanüstü hal gibi. Böyle icab etti diye bir kalem sürgün yaşar…

Vatan şairidir NAMIK KEMAL, öyle bilinir Türk edebiyat tarihinde ve sevilir ama vatanında sürgün yaşayanlardan biridir aynı zamanda. Namık Kemal’in meşhur eseri “Vatan Yahut Silistre” oyununun 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedik Paşa’daki tiyatrosunda sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden olmuştu. Bu konuda İbret Gazetesi’nde yayımlanan yazılardan sonra gazete bir daha çıkmamak üzere kapatıldı, basın susturuldu. Hesapsız sualsiz öyle istedi Namık Kemal ve dört arkadaşı yargılanmadan sürgüne gönderilir. Devlet büyükleri öyle istedi diye hesapsız, sualsiz Namık Kemal Magosa’ya sürülür. Sürgün yılları uzun sürenlerden biridir vatan şairi ama münbit bir yazı hayatı da olur burda. Magosa sürgünü 38 ay süren Namık Kemal; burada Gülnihal, Akif Bey, Zavallı Çocuk, Kara Bela ve Celâlettin Harzemşah gibi oyunlarını yazar. Ayrıca Namık Kemal Magosa’da İntibah, Tahribi Harabat, Takibi Harabat, İslam Tarihi gibi önemli eserlerini kaleme alır. Sürgüne gönderen eller bir süre sonra insafa gelir, her zaman olduğu gibi, veya gelmek zorunda kalır. Namık Kemal, 30 Mayıs 1876 yılında çıkan genel af sonucunda yurda döner ama dört yıla yakın süren hasretlik ruhuna işlemiştir. Namık Kemal, II. Abdülhamit’e gösterdiği tepkiden ve padişah aleyhinde yazdığı şiirler ile birlikte; yaptığı sert eleştiriler sonucunda tutuklanır. Bu arada her nekadar Abdulhamid eleştirilmek kesim tarafından vatana ihanet, değerlerine saldırı olarak algılansa da, şunu da inkar etmiyorlar: Bu devir “HAFİYE” teşkilatı çok genişlemiş toplum birbirini gammazlamak için fırsat kollamış ve toplum içten içe güvensizlik ülkesi haline gelmiştir. Bu ortamda Kemal 5 ay hapiste kaldıktan sonra Midilli’ye sürgün edilir. 19 Temmuz 1877 yılında Midilli’de sürgündeydi, burada da yazmaya devam etti. Vatan Mersiyesi, Vaveyla, Bir Muhacir Kızın İmtidadı adlı ünlü şiirlerini burada kâğıda geçirir. 2 buçuk yıl sonra Namık Kemal affedilir ve Midilli’de kalmaya devam eder. Bu süre zarfında “Cezmi” adlı tarihi romanını yazar. Tarih, eserleriyle onu tanısa da o idarecilere kırgın bir şekilde hayata veda eder.

AHMET MİTHAT EFENDİ 1844-1912 yılları arasında yaşadı. Başka bir Rodos sürgünüdür. 1873 yılında sahnelenen “Vatan Yahut Silistre” adlı Namık Kemal’in yazdığı oyunun sahnelenmesinin ardından çıkan olaylarla birlikte suçlu bulunup sürgüne gönderilen beş gazeteciden biridir Ahmet Mithat. Otuz sekiz ay süren sürgünü sırasında yazmaya devam eden Ahmet Mithat Efendi Rodos’ta çok sayıda eser yayınlar. Rodoslu çocuklara dersler verir; “Medreseyi Süleymaniye” adlı bir ilkokul açar. En üretken dönemlerinden birini yaşayan Ahmet Mithat “Hasan Mellah”, ”Hüseyin Fellah” ve “Dünyaya Yeniden Geliş” gibi önemli eserlerini burada yazar. İstanbul’da çıkan “Kırk Ambar” dergisine yazılar gönderir. Abdülaziz’in vefat etmesi üzerine taht el değiştirince bir afla güzel İstanbul’a geri döner.

Bir başka Rodos sürgünü, Ebuzziya Tevfik’tir (1849-1913). Suçu Namık Kemal ile aynı. 1873 yılında Vatan Yahut Silistre oyunun Gedik Paşa Tiyatrosu’nda sergilenmesinin ardından İbret ve Sirac gazeteleri

kapanır; beş gazeteci yargılanmadan sürgün edilmişti, Ebuzziya Tevfik onlaran biri. Boş durmaz burda ve Rodos sürgünü sırasında mahpusların eğitimi ile ilgilenirken bir yandan da “Zindanda Muharrir” adlı dergiyi çıkarır. Victor Hugo’nun “Angelo” adlı eserinde Türkçeye uyarladığı “Habibe veya Semahat-ı Aşk” adlı kitabını yazar. Sadece bunlar değil, onun için bir yazım merkezine dönüşen bu Rodos’ta “Numune Edebiyat-ı Osmaniye” adlı kitabını meydana getirir. Peki Ebuzziya Tevfik ne zaman affedildi? Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra. 10 Haziran 1876’da İstanbul’a dönebildi. Tarihin, sürgün kalemler için çizdiği bir kavşaktır iktidarların el değiştirmesi.

Sanırım birçok kişinin ezberindedir ve mırıldanır bu satırları: “Uçun kuşlar uçun burada vefa yok Öyle akarsular, öyle hava yok Feryadıma karşı aks-i seda yok Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.” Bu hüzün dolu mısralar RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI’nındır. 1869-1949 yılları arasında yaşar. Sürgün ve gurbet yıllarında kendi ülkesine dönemeyince kuşlara seslenir ve onları yollar ülkesine… Hazin, değil mi? Milli mücadele aleyhtarı Ali Kemal’in linç edilmesi üzerine 8 Kasım 1922 de ülkeyi terk eder. Daha sonra TBMM’nin kararıyla “Yüz ellikler” listesinde yer alır. Listede yer almasının sebebi Sevr antlaşmasını imzalayan heyette yer almasıdır. Mısır’a gider. Oradan sonra Ürdün’e gider, altı yıl Ürdün de kalır.

Bir başka sürgün mekanı Malta’dır. SÜLEYMAN NAZİF Malta sürgünlerinden. Ülkenin kaous günlerinde yaşar. Nazif kaleme aldığı “Pierre Loti Günü”nde işgalciler hakkında sarf ettiği sözler sebebiyle İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilir. Yazar 23 Mart 1920 Salı gecesi bir harp gemisi olan Rezolişin adlı gemiyle Malta’ya sürgüne gönderilir. Ülkesinin idaresinden sürgün yiyenlerin yanına bir de yeni bir sürgün çeşidi eklenir. Malta’da 20 ay devam eden esaret hayatı Nazif ’teki vatan hasretini, parçalanmış ve işgal edilmiş yurdu karşısında hissettiği ıstıraplarını daha şiddetlendirmiş ve ona en güzel vatan ve iman şiirlerini yazdırtmıştır. Sürgün ve gurbet onun yazmasını köreltememiş. Gurbet havası içinde terennüm ettiği “Malta Geceleri”, “Daü’s Sıla” ve “Son Nefesimle Hasbihal’ kaleme almış.

6 Milli Mücadele kazanıldıktan sonra Atatürk’e karşı sert ve şiddetli muhalif olanların arasında yer alan Ali Şükrü Bey gibi isimlerle yakın arkadaşlığı ve bu muhalif isimlerin bazılarının adının Atatürk’e suikast planlarına karışması nedeniyle bugünlerde makul şüphe ile içerde tutulan bir muameleye benzer durumla “doğal şüpheli” durumuna düşmesinden sonra polis ve istihbarat takibine alınır. Bu durum Akif ’i üzer. Bu devirde de korkular devam eder devletin. Bir yerde yanan kıvılcımın bin yerde izi aranır ve binler tutuklanır. Bu koşulların hüküm sürdüğü yıllarda Akif ’in kurucusu ve yazarı bulunduğu Sebilürreşad dergisi “Şeyh Said, Sebilürreşad okuyormuş, isyana senin dergin de sebep oldu.” denerek kapatılır ve sahibi Eşref Edip, Fergana da yakalanarak istiklal mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere tutuklanır. Mehmet Akif artık sıkılmıştır, onun tabiriyle peşindeki “polis hafiyesi” ile gezmekten. 52 yaşındayken Mısır’a gitmeye karar verir. 11 yıl Mısır’da kalır ama burda boş durmaz Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verir. 63 yaşında çok hastayken, vefatını hissetmiş olacak ki Anadoluya dönmeye karar verir. Vapur Çanakkale’den geçerken İstanbul’un camilerini görünce ağlamaya başlar Akif. Milli mücadelenin önderlerinden Mehmet Akif Ersoy, kendi vatanında makul şüphe muamelesi görür. Yaşadığı vefasızlığı derinden vurur onu ve sürgün dönüşünden beş ay sonra vefat eder.

Ve sondan bir önceki örnek Refik Halit Karay olsun. Refik Halit, Sadrazam Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Cemal Paşa tarafından hazırlanan sürgünler listesine eklenilerek Sinop’a sürgüne gönderilir. Karay, Sinop’a sürgün edilmesinin nedenini “Minelbab İlel- mihrab ” adlı kitabında Talat Paşa’yı kastederek yazdığı “Hırkaya alışanlar birden bire frak giyerlerse gülünç olurlar.” cümlesine bağlar. Refik Halit Karay ilk olarak 1913 yılında Sinop’a sürgün edilir. Muktedirlerin, her zaman olduğu eleştirilmeye tahammülü olmayınca söylenen sözler sürgün ile neticelenir ve öyle olur. Bir yer kesmez birden fazla yere sürerler Refik Halit’i. Sinop’tan sonra 1916 yılında bu kez Çorum’a sürülür, daha sonra Ankara’ya oradan da Bilecik’e gönderilir. Refik Halit

sürgün olarak Anadolu’yu karış karış dolaşır. Yukarda bahsettiğim örneklerde olduğu gibi kimi zaman iktidar el değiştirince, kimi zaman da büyüklerin öfkesi geçince bir af çıkarıp sürgünleri kaldırdıkları gibi bu sefer de öyle yapılır ve Refik Halit Karay affedilir, O da 1918’te İstanbul’a geri döner. Ülke onu taşımaya hazır değildir, İstanbul’a döndükten sonra maruz kaldığı baskılara dayanamayarak 1922 yılında ülkeyi terk eder. Beyrut’a giden Halit Karay buradan da “Cünye” ye gider ve 1927 yılına kadar burada kaldıktan sonra bir süre Halep’te kalır. Bir daha af ve bir daha ülkeye dönüş, sene 1933. Yazar Anadolu’da geçirdiği süre boyunca yaşadıklarını ve gördük lerini birleştirerek “Memleket Hikâyeleri” adlı eserinde anlatır. Sürgün yıllarını ise “Minelbab İlelmihrab” adlı hatıra kitabında ele alır. Refik Halit sürgündeyken kaleme aldığı “Boz Eşek” adlı hikâye kitabıyla adını duyurur.

Solun önemli kalemlerinden biri NAZIM HİKMET RAN. 1902-1963 yılları arasında yaşar. Nazım Hikmet Ran 1921’de gittiği Moskova’da, devrimin ilk yıllarına tanık olur ve Komünizm ile tanışır. 1924’te Moskova’da ilk şiir kitabı “28 Kanunisani” yayınlanır. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği’ne gitmek zorunda kalır. Yine bir af ve yine bir sürgün için umut. 1928’de Af Kanunu’ndan yararlanarak Türkiye’ye döner. Resimli Ay Dergisi’nde yazmaya başlar. 1938 yılında ağır bir cezaya, yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. İnsan ömrü için çok fazla olan 12 sene tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle bir kez daha kaçmak zorunda kalır. 1950 yılında Sovyet Birliği’ne giden Nazım, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından çıkarılmasının ardından Polonya vatandaşlığına geçer. Acı bir durum değil mi yine? Acı ki ne acı... Yazanların sürgünü yetmiyor, hapsi yetmiyor bi de vatandaşlıktan silinmesi. Sovyetler Birliği’nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova’da yaşar. Boş durmaz Nazım ve memleket dışında olduğu zamanlarda konferanslar verir. Ama Nazım Hikmet’deki memleket özlemi hiç dinmez, işte şu dizeler birer kanıttır: “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim.” Evet o memleket, onu ve onun gibileri sürgün de etse vatandaşlığı da silse, onların.

Sözün özü yazmakla bitmeyecek ve bir dergi için hacimli olabilicek bir konuyu burda bitireyim. Anadolunun bir özür borcu var bu kalbi kafası büyük kametlere. Bugün de sürgünde zindan birçok yazar ve şair var. Tarih bunları sürgünler listesine kaydetti ama onlar yazdıkları eserlerle tarihin bugüne taşınmasına yardımcı oldular. Bundan sonra da sürgünler olacak ve yazarın misyonu bugünü yarına yarına sonraki nesle taşımaktır. Ucunda sürgün, hapis vatandaşlıktan çıkarılma olduğunu bile bile…. Kimi Rodostan seslendi sevdiklerine kimi Malta’dan, kimi Beyrut, kimi Mısırdan. Batının kalbinde olan Alman şair ve yazarların Viyanadan, Şili’den Amerika’dan seslendikleri gibi… Bugün de kimi Almanya’dan kimi Fransa’dan kimi Kanada’dan sesleniyor kimi ise hala Anadolu’da dört duvar arasında… Anadolu sürgünü bol, sürülmesi kolay bir ülke… Aşığı olduğu kadar kırığı da çok olan bir yurt…

RÜYAMA GELDİN

Mustafa Keskin

Dün gece rüyama geldin Soymuş geceyi gündüzü sonsuzluğa Tatlı bir telaşla topladığın sabahları Al senin olsun der gibiydin.. Denize döktüğün göz yaşların söyleyemediklerine karışmış, Söndüremedim bu yangını der gibiydin...

Dün gece rüyama geldin Duru sular içinde gizli kalmış, Bir şeyler arar gibiydin Nurlar içinde dört duvar Saçlarında ağaran dallar , Sarmış her yanını geçen yıllar Kalbimi akladım aşkımı sakladım, Herkes duydu sen duymadın Der gibiydin...

Dün gece rüyama geldin Gül yaprağı gezinmiş sanki yüzünde, Dünyaya yeniden inmiş gibiydin, Atar geçerim canımdan, senden öncesini sildim, Der gibiydin...

Dün gece rüyama geldin Çıkmaza çıktı bütün sokaklar, Küsmenden, gitmelerinden tükendim Baharsız mevsimler, yuvasız kuşlar gibi, Yanmadığım gün geçmedi sensiz, Vicdansız insafsız can kafeste solmadan nefessiz; Neden ben neden Der gibiydin...

Dün gece rüyama geldin Kucağında yasemen, kollarında Ihlamur çiçekleri Gözlerinde mum ışığı Zamanaız ayrılık için çare arar gibiydin Köşe başında ürkek, titrek, her geçene kalbimi gömdüğüm toprağı sorar gibiydin Ak örtüler içinde, cami avlusunda Yağmur damlaları arasında, musalla taşında bir veda mektubu arar gibiydin...

ZAMANIN ÖTESİNE ŞİMDİYİ TAŞIYANLAR

Seyfullah Sacid

Şimdiki zamanın esrarengiz karakterleri vardır. Gören, duyan ve anlatan simaları… İçimizde, bizden biri olarak dolaşan ama bizim üstümüzde bir gözlem gücüne sahip karakterler. Giyim, kuşam veya konuşmada hiç de bizden farksız değildirler aslında. Konu değerlere ve hayata bakış açısına geldiğinde ayrılır her biri bizden. Belki o an konuşamaz, dile getiremezler çoğu şeyi… Bazen konuştukları için başları belaya da girer. Ama onlara verilmiş olan silahı en iyi şekilde kullanmayı da yine onlar bilir. Yenemezsiniz onları… Sadece yendim sanısıyla yaşarsınız. Ama onlar tohumları kalem silahı ile atmışlardır toprağa. Artık yenilgi yoktur onlara. Kim bunlar diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Şair ve yazarlar. Evrensel değerlerin bekçileri… Zamanının içinde geleceğe notlar bırakan yazarlar. Kimi bir zulmün karşısında, kimi kendi iç dünyasındaki savaşta. Kimi zaferleri müjdelerken, kimi yenilgileri duyurmuş gelecek kuşaklara. Ama hepsinin içinde bir tek sevda… Tarihe not düşmek… Yaşadıkları dönemi sansürsüz bir dille anlatan edebiyat dünyasının yeri ise bu durumda en önde… Dilin estetik yapısını en iyi şekilde kullanmasıyla acının, sevincin, hüznün ve bunlar gibi birçok duygunun şuan da nasıl yaşandığını geleceğe aktaran kahramanlar. Genel olarak yazarlar, toplum özelliklerini barındırması, bunu yüzyıllar geçse de yansıtabilmesinin yanı sıra aynı zamanda toplum sorunlarını dile getirmesi ve bununla birlikte toplumsal değişimde söz sahibi olması da söz konusudur. Edebiyatçı, toplumun sorunlarına kayıtsız kalamaz. Toplumun sorunlarını ele almayan bir edebiyat toplumdan kopmuştur ve ömrü çok da uzun olmayacaktır. Özgürlük bekçileri. Özgürlüğü için esareti bile göze alanlar cemiyeti… Tarihimizde ve dünya tarihinde bu tarz karakterlerden çok var. Gelin onlara kısaca göz atalım.

RUSYA: Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve daha niceleri. Çarlık Rusya’sının çarpık düzenine başkaldıranlar. Toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük etmiş ve toplumsal farkındalık oluşturmuş simalar… Keskin sınıf farklılıkları, vicdani çürüme, adaletsizlikler ve sonunda ahlaki çöküntü. Rus halkının durumundan rahatsız olan yazarlar. Yazılarından dolayı kimi Sibirya sürgününde kimi kendi içinde esaret altında… İçlerinde bir boşluk… Hepsi o boşluğu doldurma sevdasında… Karmaşık zihinler ve bozuk düzenler. Ancak yazarak ve farkındalık

oluşturarak değişimin olacağına inanan birkaç adam. Bedeli ağır ama onlar ödemeye razı. Sonunda değişen bir sistem… İyi ya da kötü… Ama biliyoruz ki, dünyaya çok şey anlattılar. Onlara zulmedenlerin adını bile bilmezken bizlere o dönemden mesajlar atıp kendi isimlerini ezberleten adamlar.

BATI: Goethe, Balzac ve daha niceleri… Karanlıkta boğulan batının aydınlık karakterleri… Toplum içindeki çürümüşlüğü gören ve bundan olabildiğince rahatsız simaları… Özgürlük ve yeni bir sistem arayışında yol işaretleri sunan aydınlar kümesi. Kimi toplumu peşinden sürüklemiş, kimi döneminde hiç ilgi görmemiş. Zamanın içinde o karanlık dünyanın aydınlığa koşması için birçok eser vermişler. Önlerine çıkan birçok engel ve zalime karşı dayandıkları gibi onlarda Rus meslektaşları gibi isimlerini zamanımıza kadar ulaştırmışlar. Ama onlara zulmedenleri şu an kimse bilmiyor. Bilse de lanetle anıyorlar.

TÜRKİYE: Toplumsal sorunların hiç eksik olmadığı, baskı ve siyasi çalkantının çok olduğu cumhuriyet tarihinde yazarlar da üzerlerine düşeni yapmak için çırpınmışlardır. Lakin zulümlere karşı verdikleri mücadelede neredeyse hepsi bedel ödemek zorunda kaldı. Evrensel değerlerin savunucuları olarak karşımıza çıkan aydın kesim uğradıkları onca zulme rağmen susmamışlar toplumsal menfaate ters düşen her türlü harekete karşı bir set gibi durmaya çalışmışlardır. Kısaca özet geçmek gerekirse; Nazım Hikmet, hayatı fikri planındaki hakikatlerini savunmakla geçti. Özgürlük ve eşitlik üzerine şiirleri ve yazıları ile dikkat çekti. Vatandaşlıktan çıkarıldı. Zindanlara atıldı. Ama geriye bıraktığı eserleri ile günümüze ve geleceğimize ışık tuttu. Necip Fazıl Kısakürek, memleket zindanlarında geçen bir hayat… “İstanbul hatıraları” kitabında toplumun röntgenini çeken sosyal çürümeye dikkat çeken eserleri ile adını tarihe yazdırdı. Adalet, özgürlük ve din gibi toplumun ahlaki yapısına etki eden yönleriyle toplumu aydınlatan Necip Fazıl, döneminde zindan görmüş. Kemal Tahir ve Yahya Kemal, toplumsal çarpıklığı ve ahlaki bozulmayı en iyi yansıtan iki yazar. Dogmatizmin karşısında dimdik durmuşlar. İnsanlar arasındaki bozuk ilişkileri ve toplumun gittiği yönü anlatmaları yönüyle farklılıklarını ortaya koymuşlardır. Daha niceleri… Kafaların karışık olduğu, doğru ile yanlışın birbirine girdiği, at izinin it izine karıştığı dönemlerde yazarların öne çıkması beklenir. Böyle dönemlerde sanatçı, ışığının şiddetini artırarak toplumu aydınlatır. Demagogların kara, kirli propagandasını boşa çıkarır. Millet o yazarların irfanı ile beslenir; direnme gücü kazanır; düşmanların karşısına bilenmiş olarak çıkar. Yaşadıkları dönemlerde yaşanan zulümlere engel olamasalar da yazmaya devam ederek yaşanan zulmün kendi dönemlerinde ve gelecek nesillerin vicdanında taze olmasını sağlamak için uğraştılar. Unutulmaması ve tekrar aynı hatalara toplum olarak düşülmemesi adına uyarılarda bulunurlar. Kısacası, yazarlar yaşadıkları dönemi geleceğe taşıyan insanlardır. Geleceğe not düşen, zamanında her türlü zulme karşı dik durarak topluma ümit olan insanlardır. Hepsine bize bıraktıkları için minnettarız…

Sevmiyorum

Sevmiyorum...

Abartı duygular, Abartı cümleler, Abartı yaşantılar... Her şeyden bir anlam çıkarma merakı, Farklılık debelenmesi, gereksiz eleştiri, ben merkezcilik... Yargı dağıtma uzmanları, hayat okulu mezunları... Ablajı kutusundan ağır, reklamı içeriğinden renkli... Lezzetsiz süslü pastalar, düzenli mağaza vitrinleri misali...

Sevmiyorum...

Aceleyi, zorunluğu, zinciri, “prensip” adı verilen tutsaklığı, Janjanlı hayat görüşleri, ultra süper zekaları,

Sevmiyorum

ÖZNUR

LEYLAN

MAVİ

KİTAP DEĞERLENDİRME

Serap’ın Kürtçesi “leylan’dır. Adını “Leylan” koysalardı, onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım. Adı “Mürüvvet” olsaydı farklı olur muydu, bilmiyorum. Ya da “Vuslat”? Yine de ben Leylan’ı sevdim, serap olacağını bile bile. (Sf. 21, Leylan) Ocak 2020’de Dipnot Basimevinden çıkan 300 sayfalık Selahattin Demirtaş imzali bir roman Leylan.. Kendinizi tam bir hikayenin içine çekilmiş heyecanla devam ederken yazar sizi bir hikayeden alıp 1. hikayenin silik kahramanlarından biri olan Netice isimli karakterin kalemiyle sizi bambaşka bir hikayenin ortasına sokuyor. Yani yazar ince bir ustalıkla aslında iki hikayeyi birbirine bağlamış oluyor. İlk bölümde bizlere romanda başkahraman Diyarbakır delikanlısı Kudret, Kudret’in kavuşursa tüm büyüsünün bozulacağına inandığı, bu sebeple ne kendisinin evlendiği ne de başkasıyla evlenmesine izin verdiği büyük aşkı Serap, Kudret’in en yakın arkadaşları Süphan ve Kemalettin eşlik ediyor. Bu kısımda hem Kudret’in Serap’a olan aşkını hayranlıkla izliyor hem de bir Kürt çocuğunun yaşadığı zorlukları siyasi bir dilden uzak olarak bir çocuğun gözünden izlenimliyoruz.

‘’ Beş yıl boyunca anlatılan derslerin çeyreğini bile anlamamıştık. Bunu sınıfın geneli için söylüyorum. Biz üçümüz o çeyreği de anlamamıştık. Yedi yaşındaki bir Türk çocuğunu İstanbul’un göbeğinde Çince eğitim yapan ilkokula gönderdiğinizde ne kadar matematik, hayat bilgisi ve Çince öğrenebilirse biz de o kadar öğrendik işte.’’

Okul ve ev hayatında iki dilliğin getirdiği zorluklar, Türkçe ve Kürtçe arasındaki farklılıklar benzerlikler, ve en önemlisi de doğu da ayrım yapmaksızın insan olmanın önemini vurgulayan gencecik bir öğretmenin çocukların gönüllerine nasıl girdiğine şahitlik ediyoruz. Esprili bir dilin hakim olduğu birinci kısımda bol bol gülümsemeye de hazır olun. Ne de olsa hikaye bıçkın delikanlu Kudret’in anlatımıyla bizlere ulaşıyor.

This article is from: