SES DERGİSİ AĞUSTOS 2022

Page 1

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos2 / 2022

Son olarak, bu sayıda birbirinden değerli öykü, şiir ve denemeleri okurken yazarların dünyasına gideceksiniz. Yazıları ele alırken birkaç defa okuma fırsatımız oluyor ve inanın her seferinde ayrı bir tatla okuyoruz. Sizlerin de bu değerli çalışmaları beğeneceğinizi umuyor verdiğiniz destekten dolayı teşekkür ediyoruz.

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif GenelAydınYayın

Ağustos / 2022

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Yönetmeni Şerif

Baskı BuOttawa,E-mail:www.youtube.com/sesdergisikanadaTwitter:Instagram:Facebook:www.sesdergisi.cailetişim:www.issuu.com/enesenginDijitalDijitalTürüadres:@sesdergisicanada@sesdergisikanada@sesdergisicasesdergisicanada@gmail.comAdres:Kanadadergideyeralanyazılarınyayınhakkı

Serif Aydin

Ses

SES MAGAZINE

WebEsraŞerifEkremHilalSeyfullahYayınEsraYayınAydınEditörüDolunayHeyetiSacitGörgülüİnanAydınDolunaydizayn:Enes

Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Sevgili can dostlar, Uzun bir aradan sonra Ağustos sayısı ile tekrar merhaba Malumunuzdiyoruz. olduğu üzere hem İngilizce hem Türkçe versiyonu ile sizlerle olma kararı almıştık. Geçen ay itibariyle İngilizce ilk sayımızı yayımlamış olduk. İtiraf etmek gerekirse ilk Türkçe sayımızdaki heyecana denk heyecan yaşadık. Yazıları toparlamak, edit etmek ve yayımlamak büyük bir titizlik içinde geçti ama günün sonunda bir hayalimizi daha gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu yaşamış olduk. Güzel dostlar, bu sayımızda kapak resmimizden de anlaşılacağı üzere Kuzey Amerika coğrafyasının üvey evlatları olan Kızılderili toplumundan bir kız çocuğu ile çıktık karşınıza. Geronimo yazısı ve We Were Children belgeselinin yazısı bu coğrafyanın çocuklarına dikkat çekmek üzere kapağı tamamlayan iki çalışma oldu. “Ses olmak sadece kendi mahallesinin çocuklarına eğilmek değildir,” diyoruz ya, bu sayı ile yine ona eğilmek istedik. Tüm dünyanın anne/babaları ve çocukları bizim kalemimizin aziz misafirleridirler. Yazı ekibimizle her ayın ilk haftası tema belirlemek ve dergi üzerinde konuşmak üzere toplanma kararı almıştık. İstiyoruz ki dergi etrafında oluşan aile daha uzun ve daha emin adımlarla devam etsin. Şimdiye kadar yazı ve şiirleri yayımlanan tüm arkadaşlar bu toplantının parçası olabilirler.

3

Aydın Yayın UluslararasıTürü Sürekli Aylık

Geronimo, insanlık suçu işleyen söylemediğimizsözümüzügösteriyordu,devletkomutanların,muktedirlerin,başkanlarınınçıplakolduklarınıterzilerimuktedirlerineyenigiysilerdikerken…Korkmuyorveyürüyorduo!Yürüyeceğizsonsöylemedikdaha,sonsözümüzüsürecetarihinsonunasılgelebilirki?

Dosya

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Şerif Aydın

Ağustos4 / 2022

GERONİMO

Bu söz 23 yıllık hapis hayatından sonraki son sözleriydi Geronimo’nun. Hastaydı, yıllar önce koparıldığı toprağı burnunda tütüyordu, sevdiklerini obasını, kabilesini çeyrek asırdır görmüyordu. Hapis sonrası doğduğu topraklara geri dönmesine izin verilmiyordu. Kendi başlatmadığı bir kavganın savaş suçlusu olarak son 23 yılını dört duvar arasında geçirmek miydi ona bu sözleri söyleten yoksa kavgasını başlatan 1851 yılının yazında ikindi saatlerinde eve döndüğünde, eşi, annesi ve 3 çocuğunun Albay Jose Maria Carrasco liderliğindeki Meksikalı askerler tarafından öldürüldüğü günün ateşi miydi içindeki bilemiyorum, ama şu var ki mücadele ile geçen özgür hayatı, ona pahalıya mal olsa da esaretten her zaman iyi olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. 16 Haziran 1829’da Gila Nehri’nin yukarı kesimlerinde, bugün Arizona olan yerde doğmuş, 17 yaşındayken kabilenin savaş konseyine kabul edilmişti. Yeni evlenmiş çiçeği burnunda bu delikanlı İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünü haklı çıkaracak bir üçgenin ortasında neşet etmişti. Hayatta kalmak için savaşmak zorunda olunduğu bir nokta. Kabilesi, Apaçiler, güneyde Meksikalılarla, kuzeyde ABD hükümetiyle ve komşu Comanche ve Navajo kabileleriyle savaş halindeydi. 8000 nüfuslu kabile bunca düşmanla nasıl baş etsin ki? Dirayet, güç, kararlılık, zeka. Coğrafya zorsa, mutluluk da zor. Bundandır ki bu üçgende bir genç için evlenme şartı savaş konseyine kabul edilmekti. Geronimo bir avcı olarak erken yaşlarda kendini göstermek zorunda kalıp 17 yaşına kadar yakındaki kabilelere dört başarılı baskın düzenlemişti.

Ağustos / Ö2022lüm

döşeğindeyken yatağında aynı sözleri hiç durmadan tekrar ediyordu “Asla teslim olmamalıydım, son kişi kalana kadar savaşmalıydım.”

Evliliğinden yaklaşık beş yıl sonra hayatını şekillendiren trajediye şahit olmuştu. Ailesinin Meksikalı bir grup asker tarafından hunharca katledilmesi.

Geronimo’nuneşiveoğlu“Aslateslimolmamalıydım, son kişi

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanında, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unda okuduğunuz kurgu Geronimo’nun gerçek hayat öyküsü diye dinlersiniz 1900 yüzlü yılların Amerika ve Meksika’sında.

5

Bir an gözünüzü kapatıp bir dakikalığına Geronimo olun. Onu anlamak için değil, yeryüzünde önyargıları toprağa gömmek için yapın, her isyanın bir nedeni olabileceğini ve adı “asi”ye çıkmış bir babanın, ağabeyin masalının kötü ruhlu büyücüler tarafından kesilmiş olabileceğini görmek için yapın.

Bu kötü ruhlu cadıların katliamından sonra Geronimo, kendini yakanlara karşı isyan ateşini yakacağı ormana kalana kadar savaşmalıydım”

Teksas’ta Nueces Nehri yanında yer alan Güney Pasifik Trenyolu’nda verilen bir molada Geronimo (sağdan üçüncü) ve Kızılderililer. (1886) (Kaynak: Wikimedia Commons)

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos6 / 2022

Efsanesibağırırlardı.”birabartı değildir onun, intikam yemini etmiş ve düşmanlarına ağır zayiatlar verdirmeye başladığını tarih not eder. 19 yıl arazide geçer hayatı ve ele geçirilemez. 1870 yılında tutuklanıp arkadaşlarıyla birlikte izole edilmiş bir bölgede hapsedilir ama kaçmayı başarır. Çok geçmeden tekrar tutuklanıp bölgeye geri gönderilecektir. Üç kez daha kaçmayı deneyen Geronimo, dördüncü kaçışında başarılı olur ve yakalanamayınca, 500 izci ve 3000 Meksikalı asker onun peşine düşer. İzciler sonunda onu bulur ve izole edilmiş bölgeye geri götürülür. Ancak özgür ruhlu Geronimo bir yıl sonra 17 Mayıs 1885’te, o zamanlar 55 yaşında olan bu savaşçı, 46 savaşçı, 109 kadın, çocuk ve gençlerden oluşan 135 Kızılderiliye izole bölgeden cesur bir kaçış için liderlik eder. Amerikan süvarileri ve izciler tarafından yakalanmamak

gitmeden önce Apaçi geleneğine göre ailesinin eşyalarını yakar. Sonraları, tesirsiz hale getirilmesi nerdeyse imkansız hale gelmiş bu liderin kendisine bir sesin şöyle seslendiği iddia edilir: “Seni hiçbir silah öldürmeyecek. Silahlardan mermileri alacağım... senin oklarınaysa yön göstereceğim.” Peşlerine düştüğü ailesinin katillerini kısa sürede avlayıp, hayatının geri kalanını onların intikamını almaya adar. Sonraları cesaret isteyen birçok eylemin, operasyonun ismi olur Geronimo. II. Dünya Savaşı sırasında paraşütçüler onun cesaretine göndermede bulunmak için uçaktan atlamadan önce “Geronimo!” diye bağırmaya başlar. Bir Kızılderili kadın “İnsanlar yüksek yerlerden atladıklarında “Geronimo” diye bağırırlardı,” diye der ve ekler “çünkü Apaçiler savaş yolundayken süvariler etraflarını sardığı vakit onlara teslim olmak yerine bir uçurumdan aşağı atlarken liderlerinin anısına, “Geronimo-o-o-o” diye

7

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Ağustos / 2022 için, grubundaki erkekleri, kadınları ve çocukları sık sık günde 70 mil yol kat etmeye zorlar. 1885’teki bu kaçışından 1894 yılına kadar Geronimo bulunamaz. Sadece kaçış değildir bu, bir taraftan baskınlar düzenler, öbür taraftan iz kaybetmek için mesafeler kat eder. Dumanlı dağlara sığınır. Dağları yüzlerce izci, binlerce askerle didik didik arayan süvariler ilginçtir ki Geronimo’nun izine bile rastlayamazlar. Artık ülkenin nerdeyse bir numaralı gündemidir o. Geronimo ne kadar sık kaçarsa ve ne kadar uzun süre ortadan kaybolursa, ABD ordusu ve politikacıları o kadar utanç yaşar. Hiçbir merminin ona zarar veremeyeceğine olan inanç doğrulanmaya başlar, çünkü kolluk kuvvetleri, Anglo-Amerikalılar ve Meksikalılarla olan çatışmalardan sürekli olarak kaçmayı başarır. Birçok kez yaralanır, ancak her seferinde iyileşir ve yoluna devam eder. Yıllar sonra onu muayene eden bir doktor vücudunu görünce gözlerine inanamaz, “En az elli mermi yarası vardı vücudunda” der. Geronimo bir gazete sansasyonu haline gelir artık. Her liderin bir zayıf noktası vardır elbet. Onunki de sevdikleri ve masumlar… Peşindeki bölük bölük süvari birlikler onu yakalayamayınca köylere saldırıp kadın ve çocukları öldürmeye başlamışlardır. Bunu duyan Geronimo sonunda dayanamaz ve halkına zarar gelmemesi için teslim olur. Ailesini ortadan kaldıran Meksikalılar ve Amerikalılara söylediği bir söz var. “Yakınlaşabiliriz ama barış çubuğu Yıllarasla….”içindeki ateşi söndürememiştir. Geronimo, teslim olmasından sonra son günlerini Oklahoma’daki Fort Sill’e yerleştirildi. Ölümünden önce son günlerini Arizona’daki evine dönmek istemiş ancak izin verilmedi. 1909 yılında bir savaş mahkûmu olarak Oklahoma’da hayata gözlerini kapattı.

Kimilerine göre Geronimo işkence yapılarak öldürülmüştü kimine göre ağır hastalıktan. Öldükten sonra Geronimo izole bölgesinin arka tarafına gömülmüş ama ertesi gün Geronimo gömüldüğü yerde olmadığı fark edilmiş.

Apaçilere göre kutsal topraklar olan dumanlı dağlardadır TekGeronimo.hasreti vardı dilinde “Neye mal olursa olsun teslim olmamalıydım.”

Saygındır Geronimo, Amerikan hükümetine karşı savaşan son Apaçi liderlerinden. Kızılderili bir hekimdi ve savaşçı değildi aslında. Kendilerinin olanı bırakmaları ve vatan edindikleri yerleri terk etmeleri isteniyordu. Baskınlar, ölümler ve sürgünlerle yıldırılmaya çalışıyordu. O bunu Bureddetmişti.hikayetanıdık bir serüvendir her kıtada. Kimi adını “Geronimo” diye yazdırır, kimi katliam mangasının başındaki Meksikalı komutan “Albay Jose Maria Carrasco.” Hangimizin coğrafyası mutluluğun anahtarını bizim için bir sepet çiçeğe bağlayıp penceremize asmış ki? Almanya’da Nazizm’in yükselişe geçtiği yıllarda, bir ağaçtan söz etmenin bile suç sayıldığından şikayet etmiyor muydu Bertolt Brecht.

Kafka’nın romanlarını- “Değişim’i, “Şato”yu, Dava”yıgetirin aklınıza. Vazgeçmeyenler. “İşte o vazgeçmeme halidir ki onları başkalarının, benzer başarısızlıklarla hayata küsmüş insanların sözcüsü kılar.” der bir yazar. İnadına yaşamak artık bir direniş noktasıdır. KimisiDirenirsiniz.orantısız güçlerle mücadelenin imkansızlığını ima için “yel değirmenlerine saldırıyordu Geronimo” diyebilir. Desin. Nazım gibi derim ben de: “Ölümsüz gençliğinellisindeşövalyesi,uydu yüreğinde çarpan aklına, bir Temmuz sabahı fethinegüzelin,çıktıdoğrunun ve haklının : önünde mağrur, aptal devleriyle dünya, altında mahzun, fakat kahraman heleBilirim,Rosinant’ı.birdüşmeyegör hasretin hâlisine, hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok, yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.” Geronimo, insanlık suçu işleyen muktedirlerin, komutanların, devlet başkanlarının çıplak olduklarını gösteriyordu, terzileri muktedirlerine yeni giysiler Korkmuyordikerken… ve yürüyordu o! Yürüyeceğiz son sözümüzü söylemedik daha, son sözümüzü söylemediğimiz sürece tarihin sonu nasıl gelebilir ki?

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos8 / 2022 EdebiyatıKürt YASİN TOKSOY “Dengbêjliğin Son Efsanesi Evdale Zeynike”

Zeynikê Kürt dengbêjlik okulunun son temsilcisidir. Kürt dili ve edebiyatının bir sonraki nesillere sözlü olarak aktarılması işini klamları vasıtasıyla gerçekleştiren Evdal, yaklaşık 110 yıllık hayat serüveninde, Serhad bölgesinde ayak basmadık neredeyse hiçbir köy ve kent bırakmamıştır. Günler, geceler boyunca durmaksızın klamlar söylemiş. Bölgede yaşanan aşkları anlatmak bir yana, kahramanlıkları ve destanları da, klamları ile bugünümüze kadar ulaştırmayı başarmıştır. Kimi meşhur destanları da kendisine has bir tarzda yeniden derlemiş ve kendi üslubuyla söyleyerek onların daha çok tanınıp bilinmesine vesile olmuştur. Onun anlattığı bu meşhur destanlardan bazıları; Mêmê Alan, Siyabendê Sılivi, Kerr û Kulık ve Dewrêşê Evdî’dir. Yaşar Kemal onun için, “Evdalê Zeynikê Kürtlerin Homerosu’dur.” der. Hakikaten öyledir. Antik dönem Anadolu ve Yunanistan’ında halk, “İlyada” ve “Odysseia” destanlarını nasıl ezbere biliyorsa, bugün Kürt dili üzerindeki onca baskıya rağmen, yaşayan binlerce dengbêjin Evdal’ın klamlarını ezbere bilmesi de bunun en açık göstergesidir. Öte yandan hayatı türlü türlü zorluklarla geçmiş olan Evdal daima engin bir gönül insanı olarak kalır. Onun dengbêjliği sadece Kürtlerin hikâyelerini, destanlarını klamlaştırması ile sınırlı kalmaz. O, yeri geldiğinde bir Ermeni ile Kürt kızının imkânsız aşklarına dair klamlarda söyler. Aşkın karşısında kimsenin durmaması gerektiğini nasihat etmekten geri durmaz. Evdal’ın sanatının birleştirici yönü, yüzyıllarca birlikte yaşayan, birbirlerine kirvelik ve hısımlık eden Ermeniler ile Kürtlerin daha çok kaynaşmalarına da vesile olur. Evdal, 1800 yıllarında Ağrı’nın Tutak ilçesinin Cemalverdi köyünde dünyaya gelir. Kaderin acı bir tecellisi ile henüz iki yaşındayken babasını kaybeder. Babasının vefatından sonra annesi Zeynê bir daha evlenmez, “Allah’ın kaderi buymuş, evimi, yuvamı terk edemem, yetimime kendim bakarım.” der ve hayatını evladına adar. Bu vesile ile köylülerinin hayranlığını, takdirini kazandığı için kendisine, onu ne kadar benimsediklerini gösterme ve samimiyet adına, “Zeynikê” derler. Evdal’a da Zeynê’nin oğlu Evdal manasına gelen “Evdalê Zeynikê” derler. Evdal, o günden sonra artık künye olarak annesinin adıyla Aradançağrılır.uzun yıllar geçer. Evdal köy köy gezerek dengbêj meclislerine katılır. Sessiz sedasız,

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

“Evdal bu seferi hayatıboyunca unutamaz. Gördüğütrajedi onun üzerinde öyle biriz bırakır ki, ölüm döşeğindeyatarken oğlu ve torunununelinden tutarak “Dersim ve Wey Xozane” klamını onlaratekrar ettirerek ezberletir.”

Ağustos / E2022vdalê

9

dengbejleri, çirokvanları dinler. Evlenme yaşı geldiğinde ise evlenir ve iki çocuğu olur. Evdal 30 yaşına gelene kadar klam söylediğini duyan hiç kimse olmaz. Ancak duygu dünyası bir başkadır onun. Zaman zaman işi gücü bırakır, dere tepe dolaşır, kuşların cıvıltısına, suyun sesine kulak verir. Öyle bir ses veriştir ki bu, ruhunun derinliklerinde bir dünya inşaa ettiğine, bugünlerde yaklaşık iki yüzyılık olan klamlarının etkisiyle ömrü şahit Evdal,olacaktır.gecelerden

Bir gün Sürmeli Memed Paşa’nın bir Dengbêji olduğunu duyar. Dengbêjin adı güzeller güzeli Ermeni kızı Gulê’dir. Bugüne kadar Gulê’yi alt eden kimse olmamıştır. Eğer bir gün onu alt edecek bir dengbêj çıkarsa, Gulê, o dengbêj ile evleneceği vaadini vermiştir. Bunun üzerine Evdal yola çıkar ve bir akşam vakti paşanın konağına varır. Meclis kurulur, ikramlar gelmeye başlar. İlkin Gulê söze başlar, ardından da Evdal ona karşılık verir. Bu atışma tam üç gün ve üç gece sürer. Paşanın konağı

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos10 / 2022

birinde bir rüya görür. Rüyasında, bütün dünyanın altüst olduğunu, bu hengâmeden sonra kustuğunu ve ağzından darı taneleri çıktığını görür. Ertesi gün, gönül aynasının parlak olduğuna inandığı bir âlime gider ve ondan rüyasını yorumlamasını ister. Âlim ona, ilerde büyük bir dengbêj olacağını ve ününün tüm dünyaya yayılacağını, dünya var oldukça onun da adının var olacağını söyler. Bu rüyadan kısa bir süre sonra Evdal hastalanır ve neredeyse altı ay yatakta kalır. Hastalığı ise gün gittikçe ağırlaşır. Yorganın altında günlerce hareketsiz yatan Evdal’a yanaşan karısı, onun göğsünün fokur fokur kaynayan bir kazan gibi ses çıkardığına şahit olur. Bu ses, Evdal’dan çağlayacak ve tarih boyunca Kürt dilini besleyecek gönül ırmağının menbaaına, kaynağına Evdalaittir. altı ay sonra nihayet iyileşip yataktan çıkınca, adeta yıllardır hiç konuşmamış ve konuşmaya aç bir insanmış gibi durmaksızın stran ve klamlar söylemeye başlar. Ünü günden güne yayılmaya devam ederken dengbêjlerle atışmaya ve bölgede bulunan tüm dengbêjleri klamlarıyla alt etmeye başlar.

11

Ağustos / 2022 ve bahçesi bu atışmaya şahit olmak isteyenlerle dolar taşar. Nihayetinde Evdal atışmayı kazanır. Gulê, vaadini gerçekleştireceğini ve Evdal ile evleneceğini söyleyince, Evdal der ki, “Ben evliyim bacım, iki tane de çocuğum var. Seni alamam, bacımsın, anamsın. Allah her şeyi gönlüne göre versin.”. Dengbêji yenilen Sürmeli Memed Paşa, Evdal’a çeşitli hediyeler verir ve onu dengbêji olarak yanında tutmak ister. Ancak Evdal, Memed Paşanın ne kadar sinirli ve aksi biri olduğunu, tepesi atınca ne yapacağını kestiremeyeceği için yanında kalmak istemediğini ona açık açık söyler. Lakin Paşa ısrarcıdır. Her ne olursa olsun onun işlerine karışmayacağına, daima aziz tutacağına, sanatını dilediği gibi ircaa edebileceğine dair sözler verir. Esasen sadece dengbêji olarak değil, Evdal’ı bilgesi olarak yanında tutmak istediğine dair gönül alıcı sözlerde söyler. Ayrıca ona bir tane de köy hediye eder. Evdal bu teklifi mecburen kabul eder. Evdal’ın yeri artık Sürmeli Memed Paşa’nın yanıdır. Paşa onu hem dengbêji, hem de danışmanı yapar. Evdal, kendisine hediye olarak verilen köyü de köylülere bağışlar ve köylülerden sadece bir tarlayı kendisi için ekmelerini, mahsul ile gelirini de kendisine göndermeleri ricasında bulunur. Köylüler bu teklifi baş göz üstüne kabul Kürtederler.bölgesinin ağaları ve paşaları birbirleri ile sadece hükümranlıkları ve aşiretlerinin büyüklükleri ile değil, sanatkârlarının hünerleri ile de rekabet ederler. Her birinin yanında tuttuğu dengbejleri, çirokvanları vardır. Zaman zaman onların bu dengbejleri birbirlerini ziyaret eder ve atışırlar. Atışma neticesinde yenilen kişi, bir diğerinin üstatlığını kabul eder. Bu nüfuzlu Kürt beylerinden biriside, Acem şahının zulümlerine karşı bayrak açan, onu yendikten sonra da ittifak ettiği aşiretlerinden birinin ihanetine maruz kalan Tahar Xan’dır. Evdal sonradan Tahar Xan’ın başına gelenler üzerine de klam söylemiştir. Sürmeli Memed Paşa günün birinde İran’ın Qeleni bölgesinde yaşayan Tahar Xan’dan bir mektup alır. Mektupta Evdalê Zeynikê’nin kendisini ziyarete geldiğinden ve kendi dengbêji olan Şêx Sılê’nin onu alt ettiğinden bahseder. “Böyle bir dengbêji yanında tutmak senin gibi bir paşaya yakışmaz.” diye de belirtir. Belli ki birileri kendisini Evdalê Zeynikê olarak tanıtarak Tahar Xan’ın dengbêjiyle atışma gitmiş ve ona yenilmiştir. Fakat Sürmeli Paşanın da Tahar Xan’ın da bu gerçekten haberleri yoktur. Sürmeli Paşa burnundan solumaktadır. Evdal bir süredir ortalıkta görünmediği için, aklına bu durumun mümkün olabileceği gelmektedir. Evdal bir süre sonra dolaştığı köylerden geriye dönüp konağa vardığında, Sürmeli Paşa ona bu durumdan bahseder. Evdal, böylesi bir şeyin mümkün olmadığını, kendisinin İran’a hiç gitmediğini anlatır. Sürmeli Paşa rahat bir nefes alır. Evdal sözüne devam eder. Kendisi ile birlikte birilerini gönderir ise Tahar Xan’ın dengbêjiyle atışmaya gidebileceğini belirtir. Bu durum Sürmeli Paşanın hoşuna gider. Hemen hazırlıklar yapılır ve yola çıkarlar. Oraya vardıklarında Sürmeli Paşa’nın Tahar Xan’a yazdığı mektubu verirler. Tahar Xan gerçek Evdal’ı karşısında görünce çok şaşırır ve onları baş göz üstüne kabul eder. Akşam meclis kurulur, Evdal ile Şêx Sılê atışmaya başlarlar. Bu atışma tam bir hafta sürer. Evdal atışmayı kazanır. Tahar Xan, Şêx Sılê’ye çok kızar ancak Evdal Şêx Sılê’nin dengbêjliğinden övgüyle bahseder ve der ki ;”Bu güne kadar karşımda Şêx Sılê kadar uzun dayanan kimse olmadı, o gerçekten büyük bir dengbêjdir”. Bu durum Tahar Xan’ın çok hoşuna gittiği için Evdal’a ve gelen misafirlerine hediyelerle karşılık verir. Onları geri gönderirken Sürmeli Paşaya Evdal’dan bahseden bir mektup yazarak, Evdal’ın ne kadar büyük bir dengbêj olduğundan övgüyle bahseder. Evdal geri döndüğünde Sürmeli Paşanın keyfine diyecek yoktur. Ta ki Kozanoğlu seferinde kadar.

Evdal ile Sürmeli Memed Paşanın yarenliği Kozanoğlu seferine kadar devam eder. Adana civarında yaşayan Kozanoğlu aşireti Osmanlıya vergi ödemek istemez. Daha önce kendi üzerlerine gönderilen Osmanlı ordularını da yenmişlerdir. Kozanoğlu aşiretinin içinde, savaştan sonra dillendirdiği; “Bir gün gelir yine kavga kurulur Öter tüfek, davlumbazlar vurulur Ferman padişahın dağlar bizimdir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.” dizeleriyle de meşhur halk ozanı Dadaloğlu da vardır.

Osmanlı Padişahı, Sürmeli Mehmed Paşaya bir ferman gönderir. Fermanda, Kozanoğulları’nın devlete başkaldırdıklarından bahsederek, onlara karşı bir sefer düzenleneceği, bunun için bir ordu tesis edildiği, orduya Derviş Paşa, Kürt İsmail Paşa, Mirliva Hasan Paşa, Halep komutanı Seyyid Paşa, Mirliva Hüsnü Paşa gibi becerikli subayların emirlerindeki askerlerle birlikte katılacağı, ayrıca Gürcü komutan Aslan Beyinde de Sarıkamış tarafından bir grup Çerkez ve Gürcü süvarisiyle Kozana gelerek bu orduya dahil olacağını

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Dilê min bûye kela derdan û kulan, pir bi xeme (Gönlüm dert kederin kalesi olmuş, çok gamlıyım)

Ağustos12

Dengbêjê Surmelî Paşa ez bi xwe me (Sürmeli Paşanın dengbeji bizzat benim)

Ji mirina Memed Paşa vir de ez şerpeze me (Mehmet Paşanın ölümünden bu yana perişanım) Kozandan döndükten sonra Evdal evini başka bir köye taşır. Bu sıralar, Osmanlı askerleri ile Acemler arasında sık sık çatışmalar olmakta ve sınırda kalan Kürt köyleri askerler tarafından talan edilmektedir. Hayvanları yağmalanmakta, evleri yıkılıp yağmalanmakta ve bu olaylara da , “Kürtlerle Acemler arasında çıkan olaylar” denilerek Kürtlerin haklılıkları idare nezdinde yok sayılmaktadır. Bu durumu artık kanıksayan Kürtler, ne zaman böyle bir hareketlilik görürlerse, neleri var neleri yok toplayıp köylerinden uzağa gitmektedirler. Böyle bir şayianın olduğu bir gün, Evdal, köylüleri ile beraber köyden çıkarken yolun kenarında kundağa sarılı bir bebek bulur. Kimsesiz bu çocuğun ana babası bulunamayınca Evdal onu evlat olarak kabul eder. Karısına da şöyle der; “Eğer bu çocuk ile kendi çocukların arasına herhangi bir fark koyarsan, bilesin ki kıyamet gününde günahım boynunadır, ahirette iki elim yakandadır. ”Bu çocuğun adını da Kozan seferinden dostum olan yiğit Dengbêj Temoyê Egid’in adını Temo’daverdim.yetimdi. Bunun adı da Temo olsun.”Evdal’ın karısı çocuğu öz evladı olarak kabul eder ve bağrına basar. Temo’yu o kadar çok sever ki Evdal, çoğu klamında Temo’dan oğlu gibi bahseder. Temo yedi sekiz yaşlarındayken Evdal’ın gözleri artık görmez olur. Bir gün elinde kanadı kırık bir turna ile gelir Temo. Evdal turnayı alır elleriyle yoklar ve kanadının kırık olduğunu anlar. Yıllarca turnaya

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

/ 2022 bildirir. Kozanoğlu seferine katılması için Sürmeli Memed Paşa’dan da 400 süvarilik bir birlik istenir. Sürmeli Memed Paşa’nın karısı Eyşan hatun ve danışmanları bu savaşa girilmesini istemezler. Ancak Paşa asker gönderme konusunda ne karısını ne de danışmanlarını dinlemez. Nedeni ise açıktır. Osmanlının yanında onca Acem seferinde bulunmalarına rağmen, Osmanlı hala ona ve aşiretine bir türlü güvenmiyordur. Bu nedenle Osmanlı’yı karşısına almak, ona koz vermek istemez. Gözü pek 500 yiğit arasında en iyi 400 süvari seçilir ve yola çıkılır. Dersim üzerinde Kozana varılır. Dört bir yandan üzerlerine saldırılan Kozanoğlu aşireti yenilir ve Avşarlarla birlikte sayıları 50 bin kişiyi bulan bu topluluk sürgüne gönderilerek darmadağın edilir. Bu esnada, civarda kolera salgını baş gösterir. Sürmeli Memed Paşa’nın 400 kişilik süvarisinden geriye sadece 40-50 kişi kalır ve sağ kalanların her biri başını alarak ayrı diyarlara gider. Bu salgının ortasında kalırsa kendisinin de öleceğini düşünen Evdal memlekete dönmeye karar verir. Bu arada Evdal’ın amcası Reşo ile amcaoğlu Feqi Elye Piri de hasta düşerek yaşamını yitirenler arasındadır. Evdal kendi atının yanında amcasının güzel kısrağını da alarak “Eğer kurtarırsa bu kısrak beni kurtarır,” deyip, yola koyulur. Garzan vadisinde haramiler yolunu keserler, ancak amcasının kısrağı “Senem” hızıyla onun hayatını kurtarır. Geride kalan Sürmeli Memed Paşa ise bir yılan tarafından boğulmak suretiyle vefat eder. Evdal bu seferi hayatı boyunca unutamaz. Gördüğü trajedi onun üzerinde öyle bir iz bırakır ki, ölüm döşeğinde yatarken oğlu ve torununun elinden tutarak “Dersim ve Wey Xozane” klamını onlara tekrar ettirerek ezberletir. Sonra da onlara şu vasiyeti yapar. “Benim klamlarım ve stranlarım altın gibidir. Asla paslanmazlar ve değerlerini yitirmezler. Sizler bunlara sahip çıkmalısınız. Ancak bir gün gelirde klamlarımı ve stranlarımı unutursanız da bu iki klamı asla unutmayın. Bu size vasiyetimdir” der. Eyşan Xanimê dıgo; Memed Paşa min ji te ra nego tu berê xwe nede Xozanê Eyşan Hanım diyordu ki; Demedim mi, Memed Paşa yönünü verme Kozan’a Çarsid siyarê ku te bire Xozanê, jê heftê heb vegerya Kozan’amale götürdüğün dört yüz atlıdan yetmişi döndü Minêevine.li Xozanê tevî ewqas siyarî sê gul wunda kirye Kozanda o kadar atlıyla birlikte üç gül kaybetmişim Ji Diharê Sultanê Alo, Dıhare den Sultanê Alo,’yu ji Şamya Feqî Elyê Pîrî, Şamya dan Feqî Elyê Pîrî ji Misûrya Bavê Xakî ji Misûrya’dan Bavê Xakî’yi Sürmeli Memed Paşa’nın ölümünden sonra Evdal için fakirlik ve garibanlık günleri başlar.Evdal o günleri bir klamında şöyle anlatır; Evdal go Temo lawo, berxê ez bavé te me, (Evdal dedi ki; Temo oğul, kuzum ben senin babanım)

13

Dengbêj: Tarihsel konuları olduğu kadar, güncel bir durumu, aşk, sevgi ve düşmanlık temalarını herhangi bir enstrüman kullanmaksızın çıplak sesle dile getiren Kürt halk sanatçısı.

Ağustos / 2022 bakarlar fakat ne turna uçabilir ne Evdal’ın gözleri açılır. Fakat Evdal gözlerinin açılacağına da turnanın uçacağına inancını yitirmez. O günden sonra Evdal nereye gitse turnada oraya gider ve Evdal klamlarını turna üzerine söylemeye başlar. Evdal Allaha yakarmayı da, kendisine yardım edecek hekim aramayı da kesmez. Nihayet rast geldiği hekimlerden biri onun gözlerini tedavi edebileceğini söyler ve tedaviden sonra gözlerini sarar. Bir şafak vakti uyandığında Evdal’ın gözleri görmeye başlar. Dışarı çıkar ve turnayı görür. Yedi yıldır baktığı kanadı kırık turna da iyileşmiştir. Bu Evdal’ın turnayı son görüşü olur. Turna Evdal’ın gözlerinin açıldığı gün bir daha dönmemek üzere uçup gider. Evdal 110 yaşını geçtikten sonra artık iyice yaşlanmış ve klam söyleyemez hale gelmiştir. Adım adım yaklaştığı ölüm onu çağırmaktadır ve o’da bunu hissetmektedir. Oğlu, başında Kuran okutturmak için imamı çağırmaya gideceğini söyleyince Evdal ona; “Oğlum, ben bir gönül insanıyım. Bir tek Allah’ın kuluna bile kötülüğüm dokunmadı. İnşallah bu yüz akıyla giderim Allah’ın huzuruna, imamı çağırmana gerek yoktur, insanın günahı ağırsa imam ne yapsın?” der, sonrada başı yana düşer ve ruhunu teslim eder. Geride ise, ona saygı ve minnet duyan koca bir halk, yüzlerce stran ve klam, binlerce dengbêj, milyonlarca minnet dolu gönül bırakır.

Klam: Kürt kültüründe insanların acılarını, ümitlerini, destanlarını, aşklarını ve diğer insani duygularını, kısacası hayat döngüsünü sanatlı, uzun manzum hikâyeler halinde anlatan edebi bir türdür.

Çirokvan: Öykücü Yararlanılan kaynaklar : Efsanevî Kürt Şaîrî Evdale Zeynike, Aras Ahmet, Abdalın2004 Bir Günü,( Rojek Ji Rojên Evdalê Zeynikê) Mehmed UniversiteitUzun,2010Leiden,The Sung Home Narrative, morality, and the Kurdish nation, Hamelink, Akke Wendelmoet ,2014

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Film Nurgül

“We were children- Biz çocuktuk” Bir Belgeselden Fazlası

Nedir bu çocukluk dedikleri? Gönlünce oyun oynamak mı ya da çizgi film izlemek, dondurma, çikolata, şekerleme yemek mi? Belki de özgürce bütün varlığını gökyüzüne salarak uçurtma uçurmak ya da rengarenk anılar biriktirip yetişkin olunca iç çeke çeke hatırlamaktır. Soru son derece basit gelmiş olabilir. Herkes çocuk olmuştur ve herkesin aklında çocukluğun ne olması gerektiğine dair imgeler, tanımlar mevcuttur. Çocuğa dair en ufak fikri olmayan biri bile kendi çocukluğuna dönüp ‘çocuk’ hakkında iki kelam edebilir. Aynı evin içerisinde, aynı anne babanın eliyle yetişen kardeşlerin dahi çocukluklarını anlatması çocukluklarına dair bir şeyler söylemesi birbirinden farklıdır. Herkes kendine has bir çocukluk geçirir ve Edip canseverin dediği gibi ‘gökyüzü gibidir bu çocukluk hiç bir yere gitmez.’ Yeryüzündeki insan sayısı kadar tarifi olabilir. Öte yandan her doğan çocuk hayata iyi bir başlangıç yapamayabilir. Çocukluk herkes için aynı ölçüde Öztürk

Ağustos14 / 2022

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanatgüllük gülistanlık, gönlünce koşup oynadığı uçurtma uçurduğu bir yer olmayabilir. Çocuklar sevgi ve huzur içinde büyüyeceği, nitelikli eğitim alacağı ortamlardan yoksun hatta temel haklarından mahrum kaldıkları durumlara maruz kalmış olabilirler. Ailevi sebepler başta olmak üzere içine doğduğu toplumdan kaynaklı kültürel sebepler bireylerin cocukluğunu elinden alan temel faktörlerden ikisi. Bazı çocukların çocukluğu daha doğmadan elinden alınırken bazılarının ki yaşamı boyunca hatırladıkça yanacağı cehenneme çevriliyor. Gökyüzü gibi hiçbir yere gitmeyen o çocukluk sonsuz bir cehenneme dönüştürülüp insan oraya hapsediliyor. Şimdi tanıtacağım bu uzun metrajlı belgeselfilmde, çocukluğu cehennme çevrilip o cehenneme hapsedilen çocukların hikayesini paylaşıp, Kanada hükümetinin yatılı okul sisteminin burda yaşayan yerli halka derin yaralar bırakan etkilerini aktaracağım. ‘We were children-Biz çocuktuk’ Kanada yatılı okul sistemindeki yerli (First Nations) -Türkiye’de yaygın tanımıyla Kızılderiliçocuklarının deneyimlerini anlatan 2012 yapımı Kanadalı bir belgesel filmidir. Tim Wolochatiuk tarafından yönetilen ve Jason Sherman tarafından yazılan film, yatılı okulda hayatta kalmayı başarabilen iki kişinin deneyimlerini yatılı okula dair anılarını ve bu deneyimlerın gerı kalan yaşamlarına etkilerini anlatıyor.

15

Ağustos / 2022

‘Yatılı okullar terimi, Kanada hükümeti tarafından kurulan ve amacı Kızılderili çocukları eğitmek olan, aynı zamanda onları Avrupa-Kanada ve Hristiyan yaşam tarzlarına aşılamak gibi açık hedefleri olan, kiliseler tarafından yönetilen kapsamlı bir okul sistemidir. Yatılı okul sistemi resmi olarak 1880’lerden 20. yüzyılın sonlarına kadar işletilmiştir. Bu sistem yerli çocukları uzun süre ailelerinden zorla alıp yatılı okullarda avrupa gelenek göreneklerine, Hırıstiyan inanç sistemine göre yetiştirmeyi amaçlarken onların kendi kültürel miraslarını ve kültürlerini kabul etmelerini veya kendi dillerini konuşmalarını yasaklamış. Katı kurallarla yaptırımlar uygulanıp, kuralların çiğnenmesi durumunda çocuklar ağır şekilde cezalandırılmıştır.’ (Hanson, 2020)

Film yaşlarının ötesinde zorluklarla yüzleşmek zorunda kalan Lyna ve Glen’ın gözünden aktarılıyor. 4 yaşında Manitoba’daki Guy Hill Yatılı okuluna gönderilen Lyna Hart ve Saskatchewan’daki Lebret Kızılderili yatılı okuluna gönderilen Glen Anaquod ile yapılan röportajlar aktardıkları deneyimlerinin

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes 2022 dramatik yeniden canlandırmaları ile birleştiriliyor.

Filmin beni en etkileyen sahnesi, 4 yaşındaki Lyna derste sorulan soruya ingilizce bilmediği ve ana dili ile cevap verdiği için dilini parmaklarıyla tutup günün sonuna kadar öyle bekleme cezası aldığı sahnelerdi. Tükürükten dolayı parmalarının arasından kayan dilini tutmaya calışırken yakasının tükürüğe bulanması akla hayale sığdıramadığım bir ceza anlayışı. Tüylerim ürperdi ve bu cezayı ömrünün sonuna kadar hatırlamak zorunda kaldığını düşünmek son derece canımı yaktı.

Ağustos16 /

Sonra ötekileştilip sosyal kıyıma tabi tutulanlar geldi aklıma, yasaklanan ana diller, dünyanın her yerinde ve insanlık tarihi kadar eski olan ana dil yasakları. Bütün özgünlükleri ve öznellikleri yok sayılarak en güzel cağlarında milyonlarca çocuk ne uğruna böyle mağdur edilmiş, ana dillerinden, kültürlerinden geleneklerinden koparılmak istenmiş ki? Masum oldukları için mi ilk önce gidip çocuklara kıymışlar yok etmeye çocuklaardan başlamışlar? Ne uğruna? Kendisine benzetmek, kendisi gibi oldurmak kendisi gibi olmayanı yok etmek adına. Anlaşılan bütün zalimlerin, zorbaların gücü insanin çocukluğunu cehenme çevirmeye yetmiş. Çoğu zaman bu zulmu devlet eliyle göz göre göre işlemiş. Kimi zaman Tanrı adına, kimi zaman gücü elinde tutmak adına. Her ne yapıyorsa yapsın günün sonunda tüm zorbalığını masum çocukların çocukluğuna boca etmiş. Filmi sonuna kadar izleyince peki ya bundan sonra dememek işten değil. Bundan sonrası nasıl olmalı? Çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli coğrafyalarda tekçi politikalar üzerine inşa edilen sistemler yerine herkesin kendi diliyle, kültürüyle kendi renkleriyle var olduğu ortamlar yaratmak için el ele verme, hatalarla yüzleşme, onları kabul etme, hatalardan ders çıkarma ve aynı hataları tekrar yapmama başlangıç adımları olabilir. Belki böylelikle kimse kimsenin çocukluğunu içinden çıkılmayacak bir cehenneme dönüştürmeden, huzur içinde yaşamanın yollarını buluruz. Neticede ‘gökyüzü gibi işte bu çocukluk’ bazılarının ki daha gri ve fırtınalı olsa da gerçek şu ki hiçbirimizin ki bir yere gitmiyor işte, hep bizimle. Kaynak Hanson, E., Gamez, D., & Manuel, A. (2020, September). The Residential School System. Indigenous Foundations. school-system-2020/indigenousfoundations.arts.ubc.ca/residential-https://

Beyaz adamlar kendi doğruları, gelenekleri, görenekleri, inançları üzerine makul ve makbul olan insan yetiştirmeyi amaçlarken çocukların tüm yaşam alanları. kişisel hak ve özgürlükleri hunharca gaspediliyor. Ana dilleri yasaklanan çocuklar varoluş mücadelesi verirken içlerinde ki ‘Kızılderili’ öldürülmek istenmiş. Onlara tapınmaları gereken sevgi dolu, nazik ve güvenli bir Tanrı’yı öğreten rahiplerin elindeki suistimallerin adaletsizliği karşısında çocukların masumiyetini çaresizliklerini izlemek ben insanım diyen herkesin ruhunda derin yaralar açacağına eminim. Hayatta kalmayı başarabilen onca masum, bu tutarsızlıkla hayatlarının geri kalanına nasıl devam ettiler bilmiyor, hayal dahi edemiyorum.

“SabahattinAli’ninanısına…”

olmazsa köpüğü üzerinde buzlu bir ayran...Ayran demişken Sabahattin Ali’nin meşhur hikayesindeki ayrancı çocuk kışın ortasında, üzerindeki yarım yamalak paltosuyla boyundan büyük

“Veçokgeçtendahakötüsüyokturhayatta.”SabahattinAli

Ağustos / külah2022dondurma...Hiç

17

ayran güğümünü taşımaya çalışırken kendi hikayesinde bir kahraman olduğunu düşünmüş müydü? Bazı hikayelerin sonlarını sevmiyordu anlatıcı. Şurdan bir trene binse, tüm kuralları çiğneyip çekip çıkarsa kahramanı bu hikayeden. Ama öyle kolay değil, koskoca yazar, bir çaylağın hikayesine dokunmasına izin vermeyecektir. Mutlaka önlemlerini almıştır diye düşündü, ancak adımlarının hızlandığını fark Anlatıcıedemedi.son anda akşam trenine yetişti. “Her şey senin elinde olamaz, üstelik başkasının hikayesine dalmak kabul bile edilemez bunu biliyorsun!” dedi bilinci. Ama anlatıcı onu dinlemek yerine, trenin camından belli belirsiz görünen istasyon ışıklarına baktı. İyice alçalan güneş, yakıcılığının yerini akşam serinliğine bırakmıştı. Yavaş yavaş hareket eden tren, tek tük yolcuları ve işaret tabelalarını ardında bırakıp yol almıştı. Hasan,... önünden uzaklaşan trenin arkasından elinde ayran düğümüyle bakakaldı. Bir sonraki tren iki saat

Esra

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

İSTASYON Dolunay YOLUNDA

Ağustos18

/ 2022 sonra gelecekti. Ya eve beş kuruşu olmadan dönecekti ya da akşam trenini bekleyecekti. Eli boş dönerse, kardeşlerinin kendisine parlayan suçlayıcı gözlerle bakmasına dayanabilecek miydi? İstasyon şefinin kulübesinin duvarının önüne çöktü. Ayran güğümünü de yanına dayanak yaptı. Etrafta ayran alacak kimse yoktu. Duvarın önünde şimdi üç şey kalmıştı. Güğümün soğukluğu, ayazdan yanmış bir yüz ve yanaklarından süzülüp giden iki damla sıcak gözyaşı... “Buz... gibi ayran!” “Yazın ne güzel gider ama bu kış gününde neden seni ayran satmaya zorlar ki bu yazar!” Anlatıcı, yazara hem sitemli hem de gizli bir hayranlıkla söyleniyordu. Ne de olsa bu kimsenin aklına gelmezdi. Hele masum bir çocuğu bu kadar gerçekliğin ortasına öylece savunmasızca atmak anlatıcıya çok acımasızca gelmişti. Belki olması gereken de budur, diye düşündü. Bildiğimiz dünya da böyle değil mi? Masum ve ya günahkar ayrımı yapmadan en acı gerçeklerle yüzleştirmiyor mu bizi? Tren tünelden çıkarken hava iyice kararmış, daha da garibi hava gerçekten soğumuştu. Baya ciddi ciddi üşümüştü anlatıcı. Bir kaç beyazlık gözlerinin önünde uçuştu, tek tük atıştıran karlar daha hızlı cama vurmaya başlamıştı. “Hayır,” dedi anlatıcı “Buna izin Hasan,vermeyeceğim.”ceketininin yakasını biraz daha boynuna çekip daha fazla içine gömüldü. Kar taneleri hızlanmış boynunun içine de kaçmaya başlamıştı. İki bardak ayran içip parasını vermeden giden adamı düşündü. “Bozuğu yokmuş. Keşke üstü kalsın deseydi, elindeki kağıt parayı verseydi. Şimdi eve bir kara ekmek götürebilirdim. Helal et, dedi bir de adam.Yine de çeyrekliğimi vermedi. Kötülük etti.” Anlatıcı, trenin her dönemeci geçmesinde biraz daha sabırsızlanıyor, Hasan’ı görünce ne yapacağını bir türlü kestiremiyordu. Alıp onu sonraki trene bindirip, yeni bir hayata mı götürmeliydi, yoksa evde bekleyen kardeşlerinin yanına gidip hepsini çekip çıkarmalı mıydı ordan? İki haftada bir eve gelebilen annelerini temelli eve getirmeliydi belki. Belki de o istasyon şefine bir fırça çekmeliydi, göz göre göre istasyonda ayran satmaya çalışan çocuğa kayıtsız kaldığı için.

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Sıcak çayından bir yudum aldı. Çantasını yokladı. Her şeye hazır olduğunu biliyordu. Bir kaç kurt uluması belli belirsiz karşıdaki köyden yayıldı. Uzaklardan gelen kurt ulumaları bir an için Hasan’ı ürpertti. Hava erkenden kararmıştı. Akşam treninin gelmesine az kaldığını gösteriyordu. İstasyon şefi kulübesinde kıpırdanmaya başladığına göre. Anlatıcı, tepenin ardındaki istasyonun ışıklarını gördü. Kalp atışlarını hissetti. Az sonra acımasız bir sonu değiştireceğini biliyordu. Tren hızını düşürmüş, daha ağır ama tıkırında ilerlerken anlatıcı ceketini giydi ve dünyayı kurtaran bir kahraman edasıyla ciddileşip trenden ilk inen olmak için koridora çıktı. Tren, istasyon ışıklarına yaklaştıkça anlatıcı çevreyi tanıdığını farketti. Tam da okuduğu paragraftaki gibi, o köşede Hasan’ın büzüşmüş halde oturduğunu hayalinde görebiliyordu. Sonunda uzun bir gıcırtıyla tren durdu. Kapının açılmasıyla içeri dolan tipiyle karışık soğuk buhar yüzüne çarptı. Anlatıcı, koşar adımlarla aşağı indi ve boşluğa öylece baktı. Banklar karlarla kaplanmış, teller elektrik direğine çarpıyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. İstasyon şefi de kulübesine alelacele girmiş ve tren çok duraksamadan hareket Hasan!etmişti. diye bağırdı anlatıcı. Uzaklarda bir kaç kurt uluması dışında bir şey duymadı. Hasan,... güğüm bacağına çarpa çarpa köye doğru koşuyordu. Ayranın yarısı yollarda dökülüp gitmişti. Hızlandıkça bacağı daha çok acısa da etraftaki ulumalar sesler yakınlaştıkça adımları sıklaşıyordu. Artık ayakkabıları da yoktu kara saplanıp kalmıştı. Açlık, susuzluk, uykusuzluk... hiçbirini hissetmiyordu sadece korku hissediyordu. Ana! Diye bağırmak istiyordu duymayacağını bile bile. Köyün ışıklarından daha yakındı garip sesler ulumalar. Gözleri doldu, şimdi tam kendinden beklenen bir çocuk davranışıyla hem koşuyor hem de bağıra bağıra ağlıyordu. Ayağı bir şeye takıldı, düştü. Güğümü de başka tarafa savruldu. Hasan tekrar ve daha hızlı koştu, tekrar düştü ‘Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlamış elleriyle gözlerini silip ileri bakmak isterken yuvarlandı.’ 1 Tekrar doğrulamadı. Homurdanmalar, ulumalar ve karda sürüklenen ayak sesleri yaklaşıyordu. Hikayenin. tam burasında, noktadan önce anlatıcı düşünüyor. Sabahattin Ali’nin hikayesindeki bir kahramana acıdığı için mi tüm bu senaryoyu değiştirme çabası, yoksa gerçeklere katlanabilecek gücü olmadığından acıyı ve acımasızlığı yok etmeye çalışması mı? Kim cesur? Hangisi doğru?Başta dediği gibi gerçek dünyanın acımasızlığını gözü kara şekilde anlatan yazar mı? Ona müdahale edip acıya mutluluk maskesi takan bir anlatıcı mı? Elbette bu büyük yazara hayranlığı onu, değiştirmek

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

19

1: Sabahattin Ali “Ayran” hikayesi.

Ağustos / 2022 istediği şeyden alıkoyabilirdi. Belki de doğrular, eğer çoğul eki ekleyebiliyorsak, birden fazla olabiliyordu. Eğer değiştirilebilecek tek an şu ansa değiştirmeye değerdi. Bazı hikayeler vardır merak için okunur, bazıları güzel tasvirlerinde kaybolmak için ve bazıları biraz heyecan ve aksiyon için. Bazı hikayeler ise sebepsiz okunur, sıradışı bir yönü yokmuş gibi görünür; oysa bittiğinde, göz ardı edilmiş tüm yara bereler temizlenmiştir. Sabahattin Ali, büyük bir usta sonuçta, en derin acıların üzerinden tüy hafifliğiyle geçmeyi bilen biri o. Tüye zarar vermeden ateşin sıcaklığını hissettiren yazar. Gerçek bir usta. Elbette hikayesine dokunulmaması için önlemini almıştı. Anlatıcıyı düşünceleriyle oyalamayı başarmıştı işte. Anlatıcı, sonucu yazması gerektiğini bildiğinden eline tekrar kalemi, belki de klavyeyi aldı ve devam etti: Hasan büzüşmüş halde hıçkırıkla karışık kesik kesik nefes alıyordu. Ani bir patlama sesi ile irkildi. Yakındaki hayvan sesleri uzaklaşmaya başladı. Gözlerini araladı. El fenerinin ışığı gözlerini kamaştırdı. Onu duydu: “İzin vermeyeceğim demiştim!” Eski kulübenin penceresinden bakan iki küçük kardeş uzakta parlayan bir el fenerinin ışığında kulübeye doğru yürüyen birini ve yanında Hasan’ı gördüler.

Hevin HEVİN Gel Hevin Gel de bir şiir daha okuyayım sana Okudukça iyileşiyor dünüm. Umudun en güzel renklerini sürüyorsun yarınıma Yalnız karıncalar ne biriktirebilirse işte o kadarım Seni buldum ya Bundan böyle Nevruz aydınlığındayım Bereketlendir harflerimi, Eksilmesin adım Değil mi ki başaklar inanmadığı toprakta büyüyor hâlâ Biz de direnen sokakların kentsoylu duvarlarında yan yana yazılalım Körebenin dalgın çocuklarıyız Hevin Elma diyorum, Kaybolma Boğazıma inen yumruyu okşuyorum bu günlerde Acıyı sevmek diyor buna çağın şairleri Oysa içeriye buyur edilmeyen bir misafirim ben Hevin Aforizması yoktur kapı eşiklerinde beklemenin Anahtar deliğinden baktığım kadarmış dünya bildim, Güzelliğine benzetmeler ararken, hiç kurumayan bahçeler keşfettim Sıklaştır adımlarını Hevin Yaşamın Anlam ordusudur seninle yürüyen, Arafta yağmalanmış heveslerimizi sevincinle fethedelim. Sana okuyacağım şiirleri tek tek biriktirdim Bak arka cebimde Ellerimi orda saklıyorum her üşüdüğümde Parmak uçlarıma değiyor kelimeler MavisiBüyüyorumYitiyorhırpalanmış denize gazel yazdım Anlamı tenha, nedir kafiyesine tutunmak? Ayrılmamanın izahını martılara bırakıyorum. Bu bahsi aldım kutsal kitap gibi başucumda taşıyorum. Zeburdan, İncilden geçtim Kıssalarınsa dili uzun Durma Hevin, Göğsüme vur ibret şamarını! Ben putlarını yıkmayı unutmuş bir İbrahim baltası Azer’i babası bilmiş bilinçlerin en uyumsuzuyum.

Şiir

Yerlisi değilim aşkları sakar, isyanı peltek yüreklerin Dünya yenilmiş bir militan eskisi İpliği pazardan toplanmış poşular batar sırtımıza Kulunç ağrılarıma yemin Ne çıkar türkülerimizi sel aldıysa Çarşambalara erguvanlar taşıyor Yeryüzünün aşka teslim olacağına inanlar Böyle bilinsin Ey dilime direnmenin türkülerini öğreten sevgili Varlığın, beklenenin geldiği yolların penceresi Varlığın, merhametin sınırsız imgesi Varlığın, mahcup topraklara cemre bereketi Haydi Hevin Sen et Beni!

Ağustos / 2022

Umut dünden kaçmaktır ve haykırmaktır birazda Ne bilir ki yalnızca dudağını kıpırdatanlar?

Telaşlı günlerin kamburu var ömrümün sırtında Kabul VuslatınHevinhırkası dar geldi yakışmıyor bana İşte insan en çok ta göğünde uçmayan uçurtmalara hayran, gülme aklıma Sen tuttun ya elimi, vişne bahçelerine çıkıyorum yürüdüğüm yolların sonunda Göz kararı zaferlerden yarınlar mı düşlüyorsun Hevin?

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat Var mısın hikayemizi kendimiz yazmaya Hevin? Bir varmışlarla, en çok yok olmuşlara gerçek sevgiyi anlatmaya Konuşursak üzerimize dert birikir diyorsun Bırak DikendenOlsun!incinirim diye gülü eldivenle tutan bahçıvana da aşk olsun Barbar bir asrın en hoyrat takviminde kaybolduk Bahçesi talan olmuşlar bizi bulsun Ah Şu göğüs zincirlerinde sakladığım sevda Eğer aşk yaratılmamış olsaydı O yine de sen olurdun aramızda duran serseri aklı çıkar at Haklılığımın pazarlığıdır aramızda ki Rehin olarak koy yüreğini Korkma Yarasındanhevin!öptüğüm çocuklar hatrına! Bak bu merhem iyi hadi dizlerime sürelim. Yarınım sansürlü, bugünüme iliştir kendini Uzat elini Hevin Latin çingeneler baksın falına Gördün mü parmak uçlarında diken izleri Büyütemediğin gülleri hoyratça tutmaya kalkmışsın besbelli

21

Ağustos22 / 2022

Mustafa Bilgücü

öykü Konacak bir dalı olmayan

nnemi çok severdim. O da beni çok severdi. Hep evlenip çocuk sahibi olmamı isterdi. Sonunda muradına erdi. Alçak bir hurma dalında tünerken yabani bir köpek tarafından yutuluverdi. Bu olay gözlerimin önünde oldu. O köpeği de bir dakika geçmemişti ki bir avcı oku vuruverdi. Annem midesinde kıvranıyordu. Ölmediği belliydi. Köpeğin karnını gagalamaya başladım. Kanlı bir delik açıp irinli asitli mide sıvısına bulanmış gökkuşağı rengindeki kanatlarına gagamla asılıp onu dışarı çektim. Sonra birden yağmur yağmaya başladı. Yerden fışkıran su ile gökten inen yağmur stratosferle troposfer arasında bir hal alıp yönünü aşağı çeviriyordu. Az ötede Nuh gemisine son çivileri çakıyordu. Oğluna işaret etti. Oğlu dağlara vuracağını, onu ölümün orada yakalayamayacağını söyledi. Birden aralarına gökte birleşmiş azgın bir dalga giriverdi. Gemi sürüklenmeye başladı. Yuvadaki yavrularımı ve irinli mide balçığına bulandığından kanat çırpamayan annemi o dalgada ben de kaybettim. Sonra uçmaya başladım. Yükseldikçe kürenin mavi bir deniz topuna benzediğini gördüm. Yarım saat içinde kara parçası, dağlar, tepeler, insan yapımı piramitler, yüksek ağaçlar görünmez olmuştu. Zaman geçtikçe diğer kuşların da teker teker teslim olacaklarını biliyordum. Ben bir numaraydım. Diğer kuşlar arasında kanatları en güçlü olan, havada en fazla kalabilen, tek nefeste en uzağa uçabilen

kanatsız kuş

A

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos /

23

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat 2022 bendim. Sağıma soluma baktım. Bir iki sakanın yorgunluktan kendilerini suya bıraktıklarını gördüm. Süzülen kırlangıçlar sıcak hava akımını kullanarak yükseğe çıkmaya çalışıyorlardı. Ben Hüdhüd soyundandım. Çubuk kuyruklu limosa kuşu bile soyumu geride bırakan bir isme sahip değildi. Bir hafta kanat çırptım. Bir hafta daha çırpabilirdim. Soyumun getirdiği gücü ve yaratılışımın mucizelerini kullanarak tufan bitene ve konacak bir dal parçası ya da toprak tümseği görene dek kanat çırpabilirdim. Ama şunu düşündüm. Yaşamanın bir anlamı var mıydı? Bebelerimi yuvada boğan ve annemi irinli mide balçığından çıkamadan suya gömen bu tufandan sağ çıkmak bana ne kazandıracaktı? Kurtulsam bile ne değişecekti? Toprağa ayak bastığımda büyük bir yalnızlık beni bekleyecekti? Bir hafta daha kanat çırpabilirdim. Ama bunu yapmadım. Ben konacak bir dalı olmayan kanatsız bir kuştum. Konacak bir dalım olsa ne değişecekti? Kanatlarımı almıştı bu tufan. Annem ve yavrularım suda boğulmuştu. Kendimi bıraktım. Kanat çırpmıyordum. Düşmeye başlamıştım. Yarım saat içinde suya gömülecektim. İnce ve renkli tüylerim düşüşümü yavaşlatıyordu. Yavaşladım ve yavaşladım. Birden durdum. Evet. Tam anlamıyla durdum. Hayır. Suyla temas etmemiştim. Sadece durmuştum. Yine sağıma soluma baktım. Aşağı çevirdim gagamı. Suya daha beş kilometrelik bir mesafe vardı. Kanat çırpmıyordum. Ama düşmüyordum da. Boşlukta asılıkalmıştım. Öylece havada duruyordum. Aklıma şu ayet geldi. Onları havada tutan Allah’tır. Yani havada olmamızın sebebi kanat çırpmamız değildi. Bu Allah sayesinde oluyordu. Yani kanat çırpmadan da havada kalabilirdik bu ayete göre. Bir hafta orada asılıkaldım. Suyla temas etmedim. Sonunda Allah’ın azabı son buldu. Suya emretti. Gök, suyunu tut; yer, suyunu çek, dedi Allah. Kara parçaları, çöller, dağlar, ağaçlar görünmeye başlar başlamaz kilitli kanatlarımdaki miskinlik çözüldü ve tüylerimin havalandırdığı bir meltem rüzgarının peşine takılarak on dakika içinde yere indim. Annemi ve bebelerimi aradım. Yoktular. Yedi gün yedi gece ağladım. Allah’a niçin beni yaşattığını sordum her gece. Cevap vermedi. Yaşamaya devam ettim. Acı içinde geçen günler geceleri kovaladı. Az ileride Nuh’un gemisini görüyordum. Nuh, elindeki bastonuyla koyunları gütmeye, atları tımar etmeye, develeri sulamaya başlamıştı. Kafes içindeki kuşları tek tek çıkarıyor, onları salıveriyordu. Sonunda Nuh şöyle dedi: “Hüdhüd kuşunun eşini gemiye almamış mıydık? O nerede?” Kafeslerden altın olanı içinde tüneğinde siper almış bekleyen bir kuş gördüm. Korkudan ve yalnızlıktan titreyen bu kuş eşleriyle gemiye alınan diğer hayvanlara bakarak her gece ağlıyordu. Diğer hayvanlar neşeyle miyavlarken, coşkuyla kişnerken, sevinçle öterken o kendi yalnızlık kafesinde kimseyle konuşamadan öylece tünüyordu dalında. Onun eşini gemiye almadıklarını sonradan haber alan Nuh ve tayfası, tufan dindikten sonra bir yerde hata yapıldığını görmüşlerdi. Şimdi kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Ona bir eş gerekiyordu. Ama yoktu. Ne yapılması gerekirdi. O sırada ben çıkageldim işte. Annemi ve bebelerimi kaybettiğim için günlerce ağlayan benle, yalnızlıktan çile çeken ve konuşacak kimsesi olmadığından dalgaların sesini dinleyip onlara has bir alfabeyle yeni bir dil geliştiren bu kuş bir anda arkadaş oluvermişti. O zaman niçin havada asılıkaldığımı anladım. Kaderin beni nereye çekeceğini bilmiyordum. Sonunu bilmiyordum. Sonunda bir hayır olacağını bilmiyordum. Artık konacak bir dalı olmayan kanatsız bir kuş değilim. Artık konacak bir dalım da var. Sevdiğim için atan kalbim gibi çarpan kanatlarım da var.

Ağustos24 / 2022

Hikaye

KÜPELERİ

ine içseleştirdiğim bir Peyami Safa romanındayım sanırım diye düşündü. Günlerdir yaşadığı bir türlü bitmeyen sıtmaların etkisiyle solmuş, derisi çekilmiş parmaklarına bakınca gerçeğe döndü. Küçük kıpırtılara ancak gücü yeten dudaklarından kendisinin bile duyamadığı kelimeler döküldü. -Ölüyorum, sanırım sonum geldi. Her sabah kabusları kucaklayarak başladığı güne her akşam sıtmaların teninde keskin tesirler bırakan dalgalarına teslim olduğu, vücudunun sonbaharda kalmış yalnız bir yaprak gibi titrediği koyu gecelere doğru çaresiz çırpınışlarla kavuştuğu günlerden biriydi işte. Bitmiyordu, anlar uzadıkça uzuyor, sığınmak istediği geçmişi zihninde sancılar bırakıyordu. Ümit dedi, olmalı bir yerlerde, tutunmalıyım ona. Alnına yerleşen acı dolu çizgiler biraz daha derinleşti ansızın, gene bir sarsıntı geliyordu. Büyük bir dalganın altında kalmışçasına soluk soluğa kaldı. Bitap düşmüştü, gözlerini kapadı. Yine kendisine asır gibi gelen küçük baygınlıklara teslim olmuştu. Sığınacak bir kabus arıyordu kendisine. Olsundu kabus bile olsa bu boşluk hissinde sığınabileceği bir şeyler olmalıydı. Çok uzun gibi gelen bir çeyreği de böyle geçirmişti işte. Öylece yatıyordu. Yeni bir sarsıntıyı, baygınlığı, acıyı bekliyordu. Çaresiz bir Bir nefeslik molada aslında yapmak istediği ne çok şey olduğunu düşündü. Hayata dair ne kadar az şey yaşamıştı, gençti ya da en azından ölmek için gençti. Önünde ertelenmiş bir hayat gördü. Hayallerin tek tek sürgüne gönderildiği ve unutulduğu, birçok kimliğe kurban edilmiş gölge bir benlikti karşısında duran. Ürktü bu o muydu gerçekten? Hayata bunun için mi gelmişti? Birilerinin kızı, birilerinin kardeşi, birisinin eşi, birilerinin annesi,

ANNEMİN

ZEHRA ERTEN

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

25

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Ağustos / 2022 arkadaşı, öğretmeni, öğrencisi olmuş kayıp bir kişilikti .Peki o neredeydi? Mesela ne zaman sadece kendisi istediği için bir şey yapmıştı? Ne zaman ruhunu eğlemişti? En son ne zaman gözleri ışıldamış, en son ne zaman gülmüştü? Misafirleri için hazırladığı dört başı ma’mur sofralar hayata dahil miydi? Çocukları için mükemmel anne olma savaşında kime yenilmişti? Halbuki geçen onca senede hayatını nasıl da sıfırlamıştı. Neydi yolunda gitmeyen Kendisinisahi? saran düşüncelerden dışardan gelen tıpırtılarla sıyrıldı. Nisan yağmuru başlamıştı. İri iri, acelesi varmış gibi yağıyordu. Cam hızlıca akıp giden minik su yollarından görünmüyordu. En son üniversitedeyken yağmurda ıslanmıştım diye düşündü. Kaçmadan, bile isteye, tadını çıkararak ağır ağır saatlerce yürümüştü yaz yağmurunun altında. Bir yaylanın yeşil panoramasına dahil olmuş, bulutlarla dans etmiş, üstüne bir de gökkuşağı dolamış beline eve öyle dönmüştü. Uzun uzadıya sıcak suyun altında kalmış adeta yağmurun hatırasını devam ettirmişti. Çok olmuş dedi üzülerek. Halbuki kaç yağmur geçmişti üzerinden sakınıp kaçtığı. Daha altında aheste ıslanacağım yağmurlarım olmalı dedi. Islanmayı özledi. Şu ateşli haline ne de iyi gelirdi? Sıtma sarsıntıları hazır ara vermişken eskilere gitti. Ceylan gözlü babası aklına düşmüştü. Burnunda keskin bir sızıyla hatırladı ciğerini yakan hasretini. Hasta olmadan hemen önce babasını düşünmüş, ‘baba çok yoruldum beni de al yanına’ diye hıçkırıklara boğulmuştu. Vakit gecenin ikisiydi ansızın verandadan gelen sesle irkilmiş, gittiğinde göz göze geldiği ceylanda babasını görmüştü. Babası onu mu çağırıyordu yoksa? İrkildi, yavaşça yatağından kalkarak etajerin çekmecesinden sedef kakmalı ahşap küçük bir sandık çıkardı. Yavaşça kapağını açtı. Parmakları annesinin yıllar önce ona, tek kızına verdiği küpelere gitti. Şimdiye kadar hiç takmadığını farketti. Bunlar bir zamanlar çok moda olan telkari şeklinde el işçiliğiyle yapılmış ortasına ateş kırmızısı bir taş kondurularak çiçek formatı verilmiş küpelerdi. Kim bilir kaç senelikti? Kendisini bildi bileli annesinin kulaklarındaydı, adeta onunla bütünleşmişti. Kaç gözyaşına, kaç yalnızlığa, kaç huzur tebessümüne şahitlik etmişti bu küpeler? Küpeleri zayıf parmaklarıyla kavradı, annesinin müşfik ellerini okşar gibi okşadı. Yavaşça kulağındaki küpeleri çıkarıp onları taktı. Şimdi dedi öleceksem anneme olan hasretimi bir nebze dindirecek bu küpeler. Yavaşça gözlerini kapadı, artık hazırım dedi içinden, gelecek ateş nöbetine. Bu halde günlerce kendini bilmeden yattı. Kulağında kırmızı taşlı telkari küpelerden aldığı güçle hayallerine sarıldı. Pembe çiçeklerden oluşan bir yüzüğü olmalıydı. Dünyada gitmek istediği ne çok ülke vardı. Henüz Alp Dağlarında Heidi gibi koşturmamıştı. Papatyaların kokusuna doymamıştı. Şiirler yazıp kitaplar çıkaracaktı. Çok gülecek, korkmadan gülecek mutlu olacaktı. Bir kış günü lapa lapa yağan karı izlerken şöminesinin yanında plakta Zeki Müren çalacaktı. Belki kimbilir sırılsıklam aşık olacaktı. İri damlalı nisan yağmurlarında şarkılar söyleyerek ıslanacak, yemyeşil bir suya mercan balıklarının dünyasına dalış yapacaktı. Karavanıyla akşamın en güzel kızıllıklarını kovalayacak, teknesiyle denizin en mavisine açılacaktı. Yaşayacaktı. Bir sabah bütün yüklerini bırakmışçasına uyandı. Pencerenin aralık kalan kısmından sabah güneşinin kendisine gülümsediğini gördü. Eli gayri ihtiyari alnına gitti. Ateşi yoktu. Günlerce hararetten soyulmuş dudaklarını bir yudum suyla ıslattı. Tam o sırada bir serçe ötmeye başladı. Yeniden doğdum diye düşündü. Yanaklarından hızlıca akan sıcaklıkları farketmedi bile. İşte hayat ikinci kez başlamıştı. Dışarıda, kapının hemen arkasında bir bahar bekliyordu onu. Nisan yağmurlarına yetiştim diye düşündü gülümseyerek. Bahar çiçeklerine sarılmış hayallerini tek tek gerçekleştirmek için yavaşça yerinden doğruldu. Uzaklarda bir yerde ay, akşamdan kalma yakamozlarını topluyordu ıssız bir gölün üzerinden. Bir aşık leylak kokusunda sevdasını arıyordu. Kuşlar uyanmaya başlamıştı, papatyalar kırmızısına düşmüş çiyleri ağırlıyordu. Hayat yeşilde gelincik, mavide bulut saklıyordu. Hayat ümit saklıyordu. Bir kış günü lapa lapa yağan karı izlerken şöminesinin yanında plakta Zeki Müren çalacaktı. Belki kimbilir sırılsıklam aşık olacaktı. İri damlalı nisan yağmurlarında şarkılar söyleyerek ıslanacak, yemyeşil bir suya mercan balıklarının dünyasına dalış yapacaktı.

Ağustos26 / 2022 MektuplarMuhteşem’e14 BETÜL AYDAN Bir kış günülapa yağmurlarındaaşıkBelkişöminesininyağanlapakarıizlerkenyanındaplaktaZekiMürençalacaktı.kimbilirsırılsıklamolacaktı.İridamlalınisanşarkılarsöyleyerekıslanacak,yemyeşilbirsuyamercanbalıklarınındünyasınadalışyapacaktı.

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Bizim yaşadığımız bu hız, bu çabuk değişimler ne çok şey aldı bizden. Durmayı aldı meselâ! Durup düşünmeyi, içimize bakmayı, durulmayı, dinginleşmeyi götürdü bizden. Kendini tanımayan, kendini aslından uzaklara fırlatmış insanlar olarak aynalara baktık. Dünyadaki en güzel olma değildi iddiamız dünyayı en güzel yaşayabilmek olsa gerekti istediğimiz insana en yakışanından. Adın gibi Sevgilimuhteşem...Muhteşem, hayatın zikzak çizen ve içime bazen düğümler atan halleri içinde bu serzenişim bir karınca adımı gibi belki de. Hızın içinde yavaş kalan kelimelere de yer yok biliyorum. Harfler de hızlı hızlı düşüyor bak kağıda. Parmaklarımla kalem tutmayı unutalı çok oldu. Parmak uçlarımdır artık ilk şahidi kalbimin içinden “Ağırgeçenlerin.ağırçıkacaksın

Sen bu mektubu okurken kaç tren geçti şehrinin demiryollarından? Kaç treni göremedi insanlar, sesini duyamadı da Hız, kaç çocuğun gözlerinden bir cam arkasındaki güzellikleri sakladı? Çocukken oynadığımız saklambaçta ne kadar uzun sayardı ebe olanımız değil mi? Rahat ve sakin ve saklanacağı yeri düşünmeye bile vakti olan çocuklardık biz oyunlarımızda bile. Muhteşemdi her şey. Yavaştı ve huzurluydu. Şimdi çocukluğumuz gözlerimin önünde. Güneş her zamanki gibi sokakta oyun oynayan çocuklara gülümsemeyi ve hatta onları izlemeyi ihmal etmiyor ışıklarını toplamadan. Muhteşem, hatırlarsın sen de, biz her resim çizdiğimizde onu kağıdın üst köşesinde gülümseyerek bize bakar görürdük. Güneşsiz resim çizemezdik sanki. Sonra kardan adamlı resimlerde bile bulutların arkasından güneş her an bize gülümseyecek gibi koyu bir sarılık düşerdi kağıda. O zamanki resim defterlerimiz sayfa sayfa açılıyor önümde. Çocuksu dokunuşlar bir tebessüm yayıyor yüzüme. Bunları ben mi çizmişim gerçekten? Sulu boya resimlerim hep taşmış renk renk çocukluk hayallerim Hatırlıyorgibi. musun Muhteşem, okulun bahçesinde doğaya bakarak çizdiğimiz o resimleri? Hani hepimizin birer çam ağacı vardı okulun bahçesinde. Öğretmenimiz bize o yıl için o çam ağacını hediye ederdi. Herkes ağacına sevgiyle bakardı, onu sulardı ve hatta konuşurdu onunla. Hepimiz

27

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat evgili BuralardaMuhteşem, çok kalmaya niyetim yok benim. Kanatlarımı takıp yanına gelmek istiyorum. Ya da kocaman kanatları olup beni uçuracak bir kuşa binmek olurdu imkanım olsa ilk tercihim. Kavuşmanın heyecanıyla kalbimin çarpmasını istiyorum artık. Bir daha hiç ayrılmayacağız, diye söz verdiğimi hayal ediyorum kavuştuklarıma. Muhteşem, zaman adının tadında bir hızla geçiyor içimden. İçinden geçen trenleri sayamayan tünel gibiyim. Aniden, hızla ve bir yerden bir yere giden... Önceleri öyle miydi ya? Kara trenlerin sesleri belli ederdi kendini. Hem o kara trenler neler taşımazlardı ki içlerinde! Gurbete yazılmış mektuplar, katar katar turna kuşlarıyla yarışan özgürlük türküleri... Nerelerden nerelere giden yaşanmış acılar, kimi kavuşmalar ve bazen ebedi ayrılmışlıklar...

bu merdivenlerden” dizeleriyle tezat bir ruh hali bizimkisi.” Koşmalısın, çabuk ol, yarıştasın- ama kendinle ama başkalarıyla hatta zamanlahiç durma, hızlan!” diyen kişisel gelişim sloganlarıyla bedenini yakalayamayan ruhlardan hiç bahsedilmiyor artık. “Sakin” sadece beş harfli bir kelime yazık ki hiç olunamayan. Gözünü dışarda gezdirdiğin kadar bir de içine eğil bir bak, kendini tanı, kendinin farkına var, diyenler azaldı.

Yararı olmayan her şey ne de çok etrafımızda! Gürültüyle kirlenen kulaklarımıza kendi sesimizi Muhteşemduyuramıyoruz.zamanlardayız, Muhteşem! Yakalayana, anı yaşayana, anın tadını çıkarana en büyük tebrik en içten dua başına tac edilse gerek.

Ağustos / 2022 S

/ 2022 okulun üç beş kovasını kapıp çamlarını sulama ve büyütme derdindeydik ve hatta o güzel yarıştaydık ne güzel. Bizler, güneşli kalplere sahip çocuklardık. Ne kadar nasipli çocuklardık öyle değil mi? Sana çocukluk yıllarımda sahip olduğumu düşünüp varlığından çok mutlu olduğum o çam ağacının yanıbaşından bakıyorum şimdi. Çam ağaçları ve çam ağacının iğne yapraklarından yaptığımız küpe ve kolyeler... Nasıl da takınırdık onları halka halka...Şimdi gölgesini görüyor musun kağıtta? Ben görüyorum Muhteşem, çocuk yüzlerimize ve boynumuza takındığınız doğal çam iğneli kolye ve küpeleri. Çam kokusu şimdi buruk bir tat gibi yayıldı hislerime. Vefalıdır çam ağacı. Hani ilkokul kitaplarımızda okuduğumuz o çam ağaçlı hikayeler canlandı mı gözünde? Sonra kara kalemimizin ucunu yatırarak beyaz kağıtta yan yan gezdirerek çizdiğimiz çam ağacı Buralardaresimleri... çok kalmaya niyetim yok benim, dedim mektubuma başlarken. Buralar, burası... Hepimiz için başka bir şey artık. Birbirinden uzak olan herkes için burası başka Muhteşem! Oralarda nasıl geçiyor hayatın? Ne zaman ikimiz de aynı “burada” olacağız bilmiyorum. “Benim burda kararım yok/ Ben burdan gitmeye geldim/ Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim.” diyen kocaman yürekli Yunus Emre... “Burda” derken dünyaya - yaşamak üzerinebakışını hissediyorum. Yine gidecek olmak, dost için gönüller yapmak. Güzel şeyler yapıp gitmek... Biz de öyleyiz değil mi? Çok şükür biliyoruz istesek de çok kalamayacağımızı. Hatırlanmak mı belki... Belki mektuplarımızdaki sessiz konuşmalarımızı duyan gözler olur arkamızda bıraktığımız. Dünyaya muhteşem emanetler...Canımızdan doğan canımızdan Muhteşem,tatlı...

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

bugünlerde elimde bir kitap... Tesellilerle dolu. Okurken belirsizlik düştü nasibime, usulca dokundu rikkatime. Önce belirsizliğin içinde nasıl bir teselli olduğunu düşündüm. Bilmediğim yollar, sabahı ne zaman gelecek bilinmeyen karanlıklar, ne zaman dineceğini bilmediğim yanık acısı beden sızılarım ve içlerinde, buradayım bekle, diye fısıldayan zaman! Belirsiz bakışlar da var şaşkınlık ve heyecan içinde beklediğim zamanı yakalayan. Yüklerini at üstünden, diyordu yazar geçen okuduğum bir yazıda. Onlar senin bir bahçe çiçek dolusu geleceğini soldurmasınlar, diyerek devam ediyordu. Ağır gelen her şeyi bırakmak lazım evet, hantal yaşamlar sunanlara derin ve ferah nefeslerle selam vermeliyiz. Belki onlar Fuzuli’nin şikayet ettiği nâmesindeki gibi sessiz kalacaklar selamımıza. Olsun biz yine de gülümseyeceğiz. Hem kalıcı değiliz buralarda değil mi Muhteşem? Gitmeye gelenler kervanındayız ne de olsa. Şükür biliyoruz bunu. Gitmek istemeseydik de ne fayda? Muhteşem, buradan mektubum şimdilik bu kadar. Sen yaz oralardan yine bana. Hem bir gün beraber “buradayız” diyebilmeyi kat dualarına. Benim için, ayrı olan herkes için... Buralarda çok yalnızım Muhteşem. Mektubunla dost ol bana. Yalnızlığıma ilaç ve hastalığıma şifa...

Ağustos28

Ağustos /

Gün gelir gördüğün güzelliklere dokunmak istersin. Daha çok hissetmek. İlk dokunuş üzerindeki mis kokulu delişmen çiçeklerin savrulmasına sebep olacak ve dokunuşların arttıkça Calut’un cüssesi gibi dev aynalar karşına çıkacaktır. işte sen. Yıllar sonra sen. Navigasyon arama telaşın başlar. Hırsla, hınçla, pişmanlıkla çiçekler hırpalandıkça aynalar çıkar karşına. Çırpındıkça kırmızı bir düğme görürsün. Kaybolma telaşın ve eyvahların vaveylasıyla ümitsiz, ürkek bir dokunuşta ona yaparsın. Temaslarının sana verdiği hazlar ayaklarının altındadır. Zamana meydan okuyamamış kısır aynılar döngüsü gerçeği yansıtmaktan acizken aynısıyla yeniden aynı olma isteği gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya sermiştir. Kırmızı düğme ile navigasyon, aynalarda görüntü vermeye başlar. Kalıbın dışı değil içi aktifleşmiştir. Herbir ayna da farklı izahatlar, farklı deneyimler ve birikmiş yılların farklı betimlemeleri mevcuttur. Baktıkça bakar, algıladıkça anlarsın yanılgını. Yüreğime kilitle Allah’ım dediğin kara sevdan aslında aklını iptal edip duygular armonisiyle yeni bir evren kurgulamış kendine. Ve sen akıllı gibi delirmişsindir.OVAKİTDELİ GİBİ AKILLANMAK ANDIMIZ OLSUN.

deneme

anladım YaramışEmily

D2022ağların

29

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

yamaçlarında kar fırtınaları gibi savruldukça savrulan duygular armonisi. Bataklığın bir balçık ve çıkılmaz bir sahra olduğunu bile bile adımlarını hızlandırdıkça hızlandıran deli bir tayın toyluğuyla yaşamını girdaplardan çıkaramamak ve gün boyu bunu bile bile lakin istemeye istemeye yapmak. Beyin denen varlığın adını bilip de hükmünü anlayamamak. Erken kalkarsın mesela. Tüm işlerini listeleyip yavaş yavaş tamamlamak istersin. Şöyle ki; güne sahip olduğun güzelliklere şükrederek başlayım dersin. Bir aldanışlık olduğunu bildiğin başkalarının yazdıklarını okursam kendi düşünce dünyamı kuramam etki altında kalır kendim olamam varsayımıyla sade ve sadece zihninin çarkını okumaya başlarsın. Aslında zihninin sarmallarından ziyade duygularının coşması, hayallerinin elinden tutup kendi içinde olmak istediğini yaşamana izin vermesidir bu yaptığın. Zihnin yalnızca navigasyon aleti gibidir. Yol bellidir. Gidilecek mekanlar resmedilmiş, vardığın yerdeki sürprizler hazırlanmıştır. Ve sen yalnızca zihninin komutuyla yol almaya başlarsın. Eğer vardığın mekanı ve içindeki tasarıyı çok beğendiysen navigasyonu kapatır ve oranın güzellikleri temaşa etmekten kendini alamazsın. Baktıkça için açılır. Seversin. Limitsiz bir tutku vardır damarlarında. Arzularının doruk noktasıdır. Herşey tam ve yerli yerindedir. Kusursuz. Sevilirsin. Gönül tahtın pek ihtişamlıdır. Günler günleri, aylar ayları yıllar yılları kovalar da navigasyonun ne olduğunu bile unutmuş olarak adına gönül hanem dediğin AŞK tuzağında huzurun ve mutluluğun nirvanasını yaşarsın.

Tolstoy; “Kalbin yollara.yorma.sevemeyeceğinyetmiyorsainsanıCesaretinyoksa,yürüyemeyeceğinyolaçıkma...”derkenyoladüşmeilecesaretbağlantısıyapmış.Cesaretliyim.Gönlümedüşenigözealıyorum.NasipsetekrardüşerimDahaöncesindedebirçokkezcesaretleçıkmıştımyola.

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes Ağustos30 / 2022

İnsanın

VarGidesim YILDIRIM

MERYEM

gözünü yol çekiyor. Hem de çok uzaklara çekiyor. Gidesim var. Gerçi yıllar yılı çok yollar gidip çok yerler görmüşlüğüm olsa da bu günlerde canım yine yol çekiyor. Tası tarağı toplayıp gemileri yakarcasına başka diyarlara gidesim var. Belki de yeni rastlanmışlıklara ihtiyaç duyuyorum. Ya da yolun sonuna yakınlaşma arzusundayım. Eski yolculuklarım birçok rastlanmışlık hikâyeleriyle dolu olsa da yeni gitmeler gönlüme düştü bir kere. Eski rastlanmışlıklarda kimilerine yakın kimilerine uzak oldum. Çok insanlar biriktirmenin yanı sıra birçok anının ani bir şekilde çöp oluşuna da şahitlik ettim. Bazılarıyla selamlaştım bazılarını ise görmezden gelip yolumu ve yönümü değiştirerek yeni yolları aklıma düşürdüm. Şimdilerde ise bilinmezlikler içerse de çok uzaklara gidesim var. … Tolstoy; “Kalbin yetmiyorsa sevemeyeceğin insanı yorma. Cesaretin yoksa, yürüyemeyeceğin yola çıkma...” derken yola düşme ile cesaret bağlantısı yapmış . Cesaretliyim. Gönlüme düşeni göze alıyorum. Nasipse tekrar düşerim yollara. Daha öncesinde de birçok kez cesaretle çıkmıştım yola. Zaman treni her şeyi yola koyarak yanıltmadan bu günlere getirmişti ömür vagonumu. Çeyrek asırlık birikmiş yol yorgunluğumu üzerimden atmak mottosuyla cümlenin sonunu görme isteğime nokta aradığım için gidesim var. Albümlere bakıyorum. Güç topluyorum hatıralardan. Toparlanıyorum. …İşte bu duyguları taşıdığım, sıradan başlayan bir günde yıllanmış cesaretimle yine yollardayım. Sağım solum simasındaki çizgilerle tanışıklık ettiğim bir iki dostun dışında çoğunluğu tanımadığım kişilerle dolu. Uzağı yakın eden bu günkü yolculukta geçmişi de yanıma almayı ihmal etmiyorum. Geçmişle kopamamak hoşuma gidiyor. Herkes, yanından ayıramadığı sıkı sıkıya tuttuğu çantasıyla kendi yol hikâyesinin yolcusu. Çantalara, bavullara sığan nadir hayatlarla doluydu önden giden yolculuklar. Şimdilerde ise sıradan bir durum. Benim de sol kolumda çok büyük olmayan içi gidesi gelen benle dolu siyah bir çanta vardı sol elimde.

her alanında sınanıyordumDuygularla yaşanmışlıklarla, bazen etrafımdakilerle bazen ise kendimle imtihan üstüne imtihan oluyordum. Sınanmanın özü en can alıcı noktalardan yaralanmakmış. Bilginin sınandığı sınavlar meğer ne de kolay sınavlarmış. Yüreğimde taşıdığım her türlü sevgi örse çıkmış tavına kavuşabilmek için dövüldükçe dövülüyor. Varlığı sınanmamış sevgi gerçek sevgiye dönüşemiyormuş onu öğrendim. Anladım ki kötülükle sınanmayan iyilik de makbuliyet kazanamıyormuş. Sınanmanın en uç noktası ise yol dikenleri arasında “insan olurken kul kalabilmekmiş.” Her şey yolundayken yol almak her yiğidin harcıdır ancak yol kazalarıyla karşılaşıldığında tekrardan rayına girmek için çabalamak, özüne dönebilme iradesi göstermek er kişinin işiymiş.

Hayat bu! Sınanmalar bitmeyecekti. Kalbime gelen hislerle sınandığım kadar sığınmalıydım. Yorgunluğumla, sınanmalarımla barıştım. Bu kadar gitmişken dönmek olmazdı.

Yaşam “sınanma” ve “sığınma” üzerine kurulu bir düzen. Ayna ayna olmuştu bana. Acıyı sol yanımdan alıp yüzüme aksettirmişti. Galiba dünya sevgilerim, kıymetlilerim sınanmanın zirvesindeydi. Sabırla tavını almayı bekliyordu. Şayet sınanmalarım sığınmakla iyi bir bağ kurulabilirse yol hikâyemde cümlenin sonu için gerekli noktayı koyabilecektim. Aynamı tekrar çantama koydum. …

Yıllanmışsefer”arayışın

Hem…Sınanıyorsun…dehayatın

Her zamankinden farklı olarak kendime rastlamıştım bu sabah. Nefeslendim. Telaşımı sakinleştirdim. Ben, beni yoldan alıkoymak niyetindeydi. Oysa uzaklara gidesim vardı ama gidemiyordum. Çünkü bu kez sefer kendimeydi. İç dünyama döşenmiş yolun yolcusuydum şimdi. Yolculuğun

31

Ağustos /

“Kendineadı;

içinde buldum kendimi. Aslında bu durum ilk de değildi. Kendimden kaçmak istiyorum çünkü gözümü yol çekiyor. Lakin öbür durakta kendime yakalandım. Bu nedenle yolumu da yönümü de değiştiremedim. Ne tarafa gidersem gideyim, kaç durak geçersem geçeyim bütün yollar bana çıkıyordu. O gün gemiye binen de rıhtıma çıkıp el sallayan da bendim. Çantanın ağırlığından olsa gerek sol yanım uyuşmuştu. Ey çantam, neler neler var içinde ki bu kadar ağırsın böyle? Hafiflemek arzusuyla aynamı çıkardım. Aldım kendimi karşıma ve vedalaşmak istedim gidesi gelen benle. Farklı haller üzerine olduğumu gördüm. Peki, neydi bu gün kendime rastlayışımdaki farklılık? “Ayna ayna söyle bana” desem cevaplar mıydı sorularımı? “Her yeni günde sınandığının farkında mısın Meryem? “ diye mırıldanırken buldum kendimi. Kalbime düşen hislerle yüzüme haykırmak için aynaya tekrar tekrar baktım.

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat 2022

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

devleri,gözleriniçocuklukMuniseİçlerindeanlatırlardı.birvardıki,ilktravmamınmüsebbibidir.İriveileriderecedeşehlasonunakadaraçıpanlatırdımasalını.Sesivemimikleriylebirebiryaşatırdıcadıları,kırmızıbaşlıklıkızınkurdunu.”

Ağustos32 / 2022 hatıra BİZ MASALÇOCUKLARDİNLEYEN Mine Akdemir “Komşu kızları bizi minder etrafına toplar masal

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat 2022 Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor. Edip CANSEVER

Doğduğunuz kuşak, bütün bir ömrünüzü şekillendirir. Tercihlerinizi, beklentilerinizi, hislerinizi, hepsini. Belli yaş dönemlerinde güncelleme yapar, ama hayatınıza asıl formatı atan o kuşaktır. Benim de öyle. 1960 kuşağında olmak, bu ülkede birçok şeyin ilkine birebir tanık olmak yanında, bugüne geldiğimde ne çok güzel şeyin nasıl da avuçlarımdan bağıra çağıra kaçıştığını hayıflanarak görmek demek. Yaşlıların, bir vakitten sonra hatıralarıyla ayakta kaldığı bir gerçek. İyi ya da kötü. Mesela Alzaymır hastalarında görülen ilginç bir durum vardır. Çoğu zaman çocuklarını dahi hatırlamayabilirler. Oysa, çok eskileri, çocukluk ve gençlik çağlarına ait küçük bir ayrıntı da olsa onlardan duyabilirsiniz. Bilimsel izahı elbette vardır, ancak bana göre hissiyat öndedir ve hafıza, baş döndürücü değişime, bozulmaya baş kaldırır, direnir. Genellikle nahif, kırılgan insanların direnişidir. Benim kuşağım, tahta çubuğa sarılı macun şekerini almak için okul önündeki satıcıya koşan siyah önlüklü, beyaz yakalı, soba borusunda ütülenen beyaz kurdeleliydi. Kolunda Kızılay kolu yazan bandı, yakasında okumayı söktü alameti olan kırmızı fiyonkluydu. Sobalı sınıflarımız vardı. Tebeşirli tahtalarımız. Beslenme saatimiz meşhur Marshall yardımlı süt tozuyla yapılırdı. Hademe amca veya teyzemiz, elinde kocaman bakır güğümle girerdi içeri. Ağzı lastikli bez torbaya akşamdan koyduğumuz plastik bardağımızla sıraya girerdik önünde. Ekmek arası peynirimize katık. Yerli malı haftasında çeşidi zenginleşen, fazladan birkaç çeşit mevsim meyvesi veya annelerimizin yaptığı çöreklerdi Konuşmazenginliği.zamanı

O zamanlar cumartesi günleri yarım gün olurdu okul. Bayrak töreni ile bir buçuk günlük hafta sonu tatiline çıkardık. O bir buçuk güne neler sığmazdı ki?

Ağustos /

33

parmak kaldırmaksa, susma zamanı kollarımızı birleştirip çiçek olmaktı. Öğretmen hem çok sevgili hem korkuydu. Ben en çok öğretmenimin sivri topuklu kırmızı rugan ayakkabılarını severdim. Sınıfta dolaşırken tıkırtılarını dinlerdim. Dedemin bastonu da öyle ses çıkarırdı. Büyüdüğüm zaman, ben de kırmızı topuklu ayakkabı alacağımı düşlerdim.

Oyunlarımız korkusuzdu. Hava karadığında bile emniyetteydik. Sadece acıktığımızda ev aklımıza gelirdi. Kıyamazdık oyunu bölmeye, üzerine toz şeker ekilmiş yağlı ekmeklerle geçiştirirdik öğünü. Sokak arasına, okuldan getirdiğimiz tebeşirle çizdiğimiz sek sek halkalarında, özene bezene aynı boy topladığımız beştaşlarla, ip atlama sırası kavgalarıyla, küskünlüklerin kısa soluklu olduğu bir Akşamlarıçocukluk. toplanma vaktiydi. Hele komşu gezmeleri. Gündüzden, evin küçüğü dayanırdı kapıya Bir maniniz yoksa, akşam annemler size oturmaya gelecek talebiyle. Cevap hep manisizdi. Soba etrafında çocuklar yer minderleri üstüne tünerken, büyükler demir somya veya tahta sedir üzerinde yerleşirdi. Semaver çayı eşlik ederdi muhabbete. En sevdiğimdi o Komşuvakitler.kızları bizi minder etrafına toplar masal anlatırlardı. İçlerinde bir Munise vardı ki, ilk çocukluk travmamın müsebbibidir. İri ve ileri derecede şehla gözlerini sonuna kadar açıp anlatırdı masalını. Sesi ve mimikleriyle birebir yaşatırdı devleri, cadıları, kırmızı başlıklı kızın kurdunu. Biz, iç güzelliğini Keloğlan’dan, çalışkanlığı karıncadan, masumiyeti Pamuk Prenses’ten, aşkın masumiyetini siyah beyaz filmlerden misal aldık. Bedenimiz büyürken, tabiatımızı onlarla süslerdik. Akşam yedide radyodan dedemin değişiyle acans dinlenirdi. Memlekette, dünyada ne olmuş haberleri için? Sonra, Zeki Müren’in programı başlardı radyoda sevgili şoför kardeşlerim, gözünüz yolda, kulağınız bende olsun efendim diye . Ve olmazsa olmazı, şarkıları yayılırdı odaya. O bitince Orhan Boran’ın Yuki’sine ve Tevfik Gelenbe’nin Bacı Kalfa’sına gelirdi sıra. Nida Tüfekçi yönetimindeki Yurttan sesler konseri de dedemin olmazsa olmazıydı. En çok da saz ekibi sayılırken, Ayhan Işık bıyıklı darbuka ustası için Veee “Hüseyin İleri!” nidasını hep bir ağızdan söylerdik. Kimsenin, bir diğerinin yaşını, sıfatını umursamadığı sıcacık anlardı hep. Çocukluğun en güzel mevsimi tartışmasız yazdı. Okullar tatil olmuş, sabah erken kalkmak yok, ders yok. Yaz ayları vaktin saatin ehemmiyetsiz kaldığı zaman dilimleridir. Gece geç saatlere kadar hayat kesintisiz devam eder. Hele şehrin kıyısında bir gecekondu mahallesinde oturuyorsanız tadından yenmez. Çatılarda, balkonlarda birbirine laf atan

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos34

Şartların farklılaşması, zorlaşması aramızda ruh ve beden kimyamızın değişimi bu çocukları tolere etmeyi kaçınılmaz kılıyor galiba.

/ 2022 ebeveynler, sokakta çığlık çığlığa saklambaç, körebe oynayan çocuklar, gençler. Her pencereden yayılan müzik sesleri, damlarda çekilen uzun havalar, tavla taşlarının Ha,şıkırtıları.birdesinema

Benim kuşağımsa ikisi arasında sıkışmış durumda. Geçmişe hasret şimdiye mecbur. Ama hep de yarım.

bana göre ilk esneme, asıl televizyonun hayatımızı rehin almasıyla başlamıştı. Gerçi ilk zamanlar televizyon olan ev, parmakla gösterilirdi. Ve kapısının önünde birikmiş ayakkabılardan belli olurdu. Sadece iki üç saatçik yayınla İstiklal Marşı ile açılır kapanırken illaki ayağa kalkardık. Kara kutu bizim evin de başköşesine yerleştiğinde, biz bayram çocukları gibi mutlu olmuştuk. Tek sevinmeyen ninemdi. Evin bereketini kaçıracak bu şeytan işi demişti. Bu sevimli direniş bizi hep gülümsetirdi. Ancak, bu sihirli kutu, akşamlarımızdan ve tadımızdan da birçok şey götürmüştü. Artık daha az konuşur, daha az dinler olmuştuk. Birçok şey daha yüzeysel ve içi boşalmış muhabbetlere evrilmişti. Elbette alakasız, ama dedemin öldüğü ve babamın ölümüne yol açan hastalığı tam da bu zamanlara rastlamıştı. Çocuk aklımla tılsımlı kem bir elin hayatımıza dokunduğunu, bizi mutlu eden ne varsa yavaş yavaş el koymaya başladığını hissettiğim zamanlar. Ninemin kehaneti miydi bilmem, ama hatırladığımda artık gülümseyemiyorum.

O zamandan bugüne değişenlere tanık olunca, başka bir boyuta geçmiş olabilir miyiz diye de düşünmeden edemiyorum? Biri küçük, diğeri ergen torunlarımı gözlemledikçe cevabım daha da çıkmaza giriyor.

Dedim ya, biz masal dinleyen uslu çocuklardık. Sessiz, söz dinleyen, sorgulamayan, sormayan. Ve bedeli midir bilmem şimdiyle sınanan?

zamanın tartışmasız eğlencesiydi. Kapalı, açık salonlar olduğu gibi, gezici, sinema da vardı. Film makinesi okul koridoruna veya uygun bir salona getirilir, gider izlerdik. Bazı akşamlar, mahalledeki belediyenin yazlık sinemasına koşulurdu. Zemini çakıl taşı döşeli, tahta sandalyeli. Gazete kağıdından yapılmış külahta çekirdeklerimizi, alır, üstünde marka olmayan yeşil şişelerde gazozumuzu bacaklarımızın arasına sıkıştırırdık. Kışın kapalı salonlarda haftada bir gün yalnızca bayanlara olan matine, yaz akşamları herkese açıktı. Babam en çok kovboy filmlerini severdi. Film başlamadan önce on, on beş dakika kadar kısa haber gösterimi olurdu. O zamanlar televizyon olmadığı için sinema bu konuda ahaliyi bilgilendirmek amacıyla kullanılırdı. Ülkede, dünyada ne olup bitiyor izlerdik. Biz çocuklar devlet büyükleri olarak sadece zamanın Cumhurbaşkanı ve Başbakanı dışında hiçbirini bilmezdik. Ya burada ya da hasbel kader elimize bir gazete geçerse yüzlerini görürdük. Sinemada zamanın değimiyle aile filmleri gösterilirdi. Esas kız hep zengin, esas oğlan hep fakir ve gururluydu. Fabrikatör Hulusi Bey her zaman babacan bir işverendi. Erol Taş dayak yediğinde alkışlar, öldüğünde sevinirdik. Türkan Şoray ve Kartal Tibet ne zaman birbirine yaklaşsa, araya bir vazo girer veya sahne değişirdi. Ya da biz gözümüzü kapardık. Çünkü, henüz şirazesi dağılmamış toplumun kuralları vardı, arz da talebe Şirazedekigöreydi.

O kadar da iyi değil mi Kalbi hassaslara buz kesiği yaralar bıraktı dünya Dilde Gözlerekekemelikyabancı diyarlar

Ağustos / 2022Haziran / 2021 Ses Dergisi / Sayı 17

Fazla düşünenlere has o güzel acı Kalbi hasaslari ele veren hastalık

O Uğrunabeklediğimizmücadele verdiğimiz aydınlık

Burunda ağır bir hasret kokusu Sahi aydınlık neydi Neye Durmadanayacağızmüzik dinliyorum Kalbimin ortasında protestolar Migren polis copu gibi iniyor beynime

Ne de özlenen özgürlüğü getiriyor

Tuttu yine migren

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

AYDINLIK

ZEYNEP GÜR

protestolar...dinliyorum,Durmadanmüzikkalbiminortasında

Yine de olmuyor Bin dokuz yüz seksen dördün bin dokuz yüz kırk sekiz sanıldığı dünyada ayamıyorum Ne yokluğunu unutturuyor çabalarım

35

Gelsen ilaç isteyecektim Ağrıyan başıma Gelsen belki geçerdi bu sefer Biraz masaj Belki sıcak bir öpücük Belki kalpten dile dökülen dualar Şifa bulurdum onu biliyorum Ama nasıl olurdu bilmiyorum Sahi eskiden nasıl olurdu Migrene iyi gelir diye mi karardı bu kadar dünya Yoksa aydınlık...

Ansızın batan güneşin son ışığında hissettiğim derin bir acı. Bir damla gözyaşı ve dökülmüş yaprakların sessizliği…

ir kuşun kanatlarında kalıyorum bu aralar, Zamansız, mekansız…

Hafif bir toprak kokusu ve ağaçlardaki yaprakların çıkardığı huzurlu melodi…

Bir kuşun kanatlarında kalıyorum bu aralar, Şaşkın ve cevapsız.

Denizde ayın yansıması ve ölü sandığım ağaçların açan çiçekleri...

Zifiri karanlıkta göz kırpan sayısız yıldızlarda hissettiğim mucizeler.

Rüzgarı hissediyorum, gözlerim kapalı, kalbim suskun.

Kültür-Sanat-EdebiyatMagazineSes

Bir kuşun kanatlarında kalıyorum bu aralar, Korkusuz ve cesur.

B

Bir Kuşun Kanatlarında Zeynep Begüm Çam

37 DergisiSes Ağustos / 2022Çölde su damlası arar gibi aradım dudaklarını Eva Gözlerinde boğulup harelerinde dirildim Saçlarından kayan yıldızlar düşsün dileklerime Bir annenin evlat feryadı gibi çağırdım dağlarda seni Eva En uzun gündüzüm en uzun gecemle açtım gözlerimi yokluğuna Dudaklarından dökülen mücevherler serpilsin gerdanına Yılanın zehrini verdiği küçük tavşan gibi kıvrandım yokluğunun çırpınışlarına Eva Asil duruşunun korkusuyla irkildim her gece rüyalarımda Beyaz teninden uçuşan parıltılar süslesin bu geceyi Tatlı bülbüllerden duymak istedim ismini üzengimden iliklerime kadar Eva Ne gelen oldu ne giden Bakıştık ufuk çizgisinden bana açmayan güneşle Gözlerinden saçan ateşler olsun benim güneşim Kadınım ol Eva Gecem ol, gündüzüm ol, feryadım ol Ama en çok tutkum ol. şiirEVA Aslı Oral Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Kalemin

Şiir Gülhanım Anulur Ya sonra Hedonia, Mürekkebin hatıranda kalmayan kağıtta yalpalandım sensiz kıyam etmez Haiku şiirinde Çürümüş heceler saklandımbohçasında

Buruşuk

Doğdum gecenin nimbuslu parıltısında Kundaklandım Hedonia gülüşlerinle İllegal yalnızlıktan sıyrıldım seninle Nahoş bakışların uçurumundan çektin gözlerimi Başını okşadın çaresiz yetimliğimin Tebessümün kıvrımlarına sakladın özlemimi Uzanamadığım dal uçlarındaki Yedi renkli meyvelerimi topladım birlikte Gerçeğin aynalarına taşıdın beni Kendini bulamayan kendimle buluşturdun Ben oldum… Ya.. sonra MürekkebinHedonia,hatıranda kalmayan Buruşuk kağıtta yalpalandım sensiz Kalemin kıyam etmez Haiku şiirinde Çürümüş heceler bohçasında saklandım Varlığa yaklaşan inancım paranğalandı Bu asrın kirpik uçlarından Zavira karanlığına kaydım Ruhun semasında yoğurup, Ölümün eşiğinde bezelediler hislerimi…

Ağustos38 / 2022

Ve. Semizşimdi,düşlerin içinde azalan sevgimi Mahya ışığı gözlerinde çoğaltır mısın? Beklemeye vaat vermeyen zamanda Beni adalet konuşan ağızlara taşır mısın? Ecele alın yazısı nefesimi bir lahza serinletip, Zamanın uçurumundan dönderir misin? geri. Akrep yelkovan nöbetinde iken, Sırası gelmeyen sevdaları ertelemek neyin nesi! İki dudak arası saklı ömrümde En renkli mutluluğu koyar mısın? avucuma Tercüman olur musun, kekeme kalbime? Hedonia gülüşlerinde Bir duha vakti…

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

hedonia

39

Ağustos / 2022

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Yer üzü də vardı, göy üzü də.Yerdə insan çox idi, göydə ulduzlar. Bunların arasında bir şar satan kişi də vardı. Onda dünyanın bütün rənglərində olan şarlar vardı. Həm də onun şarları Yer kürəsi formasında idi. Bu kişi allahın verən günü hər səhər bulvara bir topa şarla gələr, sonra biriki şarla evinə qayıdardı. O, uzaqdan gələndə adama elə gəlirdi ki, üstünə nəhəng bir ulduz topası yaxınlaşır. Bir gün bulvarda təkbaşına gəzən bir uşaq ondan şar istədi. Kişi şarlarını yerbəyer edərək, -pulun var?- soruşdu. -Yoxdu, - oğlan solmuş köhnə bir kəmərlə belinə bərkitdiyi şalvarının cırıq cibindən barmağını çölə çıxarıb ,- dedi,amma bəlkə, axşamacan oldu. Şar satan, -bəlkəni əkiblər, bitməyib, - dedi, - haçan olar, onda gəlib alarsan, - çənəsini yuxarı qaldırdı. Balaca əvvəl məyus olsa da, sonra gözü ilə alacağı şarı seçməyə başladı. Bu vaxt dənizdən əsən qəfil külək şarları göyəBaşınıqaldırdı.itirənkişi oğlana dedi : -Şarlarımı tutub gətirsən, birini sənə verəcəyəm.

Oğlan enli şalvarının tiftikli ətəyini çəkə - çəkə onların dalınca qaçmağa başladı. Uşaq hərəsini bir tərəfdən tutmağa çalışırdı; birini ağacın başından, digərini skamyanın dalından... Şarlar da elə bil yerində durmayan sürətli ulduzlar idi, onunla oyun oynayırdılar. Oğlan birdən gördü ki, onun seçdiyi ağ şar dənizə tərəf uçdu. O, öz ağ şarının dalınca qaçdı və onu tutanda şarla birlikdə səmaya qalxdı.

öykü NURLANA MEMMEDOVA Ağ şar

Ve şunu anladım ki en güvenilir dostum kağıt-kalem ve kitaplarım. Kimseye anlatamadığım bu hisleri cömertçe kabul eden kağıt kalemime teşekkür ediyor ve onları uzun zamandır ihmal eden kendimi de esefle kınıyorum.

Anı Dost!Hep

Ağustos40 / 2022

DostTEOMAN KARA

kendimi iyi ifade edebildiğimi düşünmüşümdür. Kelime hazinem toplum ortalamasının çok üzerinde geniştir ve yabancı dil biliyor olmanın avantajına da sahibim. Küçüklükten beri kitap okumayı sevdiğimden dile hakimiyetim, gramer bilgim de gayet iyidir. Fikirlerimi açıkça ifade etmekten de hiç korkmam. Bu yüzdendir insanlarla problemlerimi kelimelerle çözebileceğime olan inancım tamdı. Açıkçası öyle dışa dönük, sosyal bağları kuvvetli birisi de değilim. İnsanlarla fazlaca yakinen ilişkimin olmamasının getirdiği çömezce bir özgüvenim vardı bu hususta. Bu toy özgüvenimin yerle bir oluşu ziyadesiyle şoke ediciydi benim için. Sevdiğim, hatta kendimi en yakın hissettiğim, bir arkadaşım aniden araya buzdan bir duvar çektiğinden beri kafamın içinde dönüp duran o lanet düşünceler, dilimden dökülmeyi bir parça eti kapışmayı bekleyen aç vahşi hayvanlar gibi bekleyen kelimeler bana kafayı yedirecek gibiydi. Her ne kadar bu tavrından ötürü kırgın da olsam kendimi olabildiğince nötralize edip düzgün bir üslupla problemin ne olduğunu sorduğum bir mesaj çektim. Aldığım cevap ise tüm sorunları inkar eden, her şeyin yolunda olduğunu söyleyen üstünkörü yazılmış özensiz bir mesaj oldu. Kafama kauçuk kurşun yemişcesine şok olup çok öfkelenmeme rağmen kendimi tuttum ve üstelemedim. Fakat kendimi salak yerine konmuş ve geçiştirilmiş bir konumda bulmak alabildiğine can sıkıcıydı.Birsorun olduğunu hissediyordum ve bir şeylerin yolunda gitmediğinin gayet net farkındaydım. Açıkça yalan söylüyordu. Beynimin içinde flashback gibi durmadan patlayıp duran düşünceler ve senaryoların akıl sağlığıma zarar vermesini önlemek için kendimi birkaç gün boyunca sanal dünyaya hapsettim. Sabah

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

41

Ağustos / 2022 uyanır uyanmaz halihazırda yanı başımda duran Ipad’i çölde susuz kalmış bedevinin su kırbasını kaptığı kapıp film açıyor, kahvaltı yaparken haber dinliyor, akabinde saatlerce online oyun oynayıp sıkılınca tekrar film izlemeye başlıyordum. Mevcut durumda hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum.Tekhissettiğim

şey soyut bir ızdıraptı. Adeta sadece mucize olsun diye bekliyordum. Fakat olmadı. Artık izleyecek film kalmayınca ve oyunlar da iyice bayınca morfini bitmiş uyuşturucu müptelası misali kendimi ortada kalakalmış hissetmeye başladım. Hiçbir şey düşünmek istemediğimden kitap dahi okuyamıyor, kendimi geliştirecek bir faaliyette bulunamıyordum. Düşünceler beynimi iyice sarmaşık gibi sarmaya başlayınca tekrardan bir mesaj atmayı denedim. Fakat sonuç aynıydı: inkar, aptal yerine konmuşluk. O eski samimiyetten eser yoktu. Bu saçma samimiyetsizliğe inanması bana çok güç geliyordu ve hiçbir şeye anlam veremiyordum. Beni en çok öfkelendiren, hiçbir şey olmamış gibi davranabilmesi gamsızlığı ve konuşmaya çalışınca yüzüme tokat gibi indirdiği her şeyi inkar etme cüretkarlığıydı. Artık git gide en iyi arkadaşımı silmem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Fakat yaşadığımız onca anı, paylaştığımız onca şey yalan olamazdı. Gerçekten samimi duygularla yapılmıştı tüm bunlar. Tüm bunları düşündükçe kafam iyice allak bullak oluyordu. Çıkmaza girmiştim. Etrafı timsahlarla kaplı bir bataklığa düşmüş çırpındıkça daha da batan ceylan gibi hissediyordum. Bataklıktan kurtulmayı başarsam bile karşıma çıkacak muhtemel şeyden de ödüm kopuyordu. Ah bi konuşabilsem. Ah bi o çok güvendiğim kelimeleri kullanabilsem her şey çözülecekti. Uzun uzun konuşsak tüm her şey yoluna girecekti. Tüm kırgınlığıma rağmen affetmeye ve gururumun üstünü örtmeye hazırdım. Tek ihtiyacım olan konuşmaktı. Ancak söylenecek her şeyi çoktan söylemiştim ve tüm bunlar müsvette kağıt misali buruşturulup çöpe atılmıştı. Kelimeler anlamını yitirmiş, söylenecek sözler kifayetsizleşmişti. Haykırmak istediğim binlerce cümle beynimden dilime hücum ediyor ancak boğazımda tıkanıp kalıyordu. Gırtlağımda saplı bu marazı tükürsem sanki ciğerime kadar her şeyi dışarı çıkaracaktım. Çıkaracaktım ve rahatlayacaktım. Fakat olmuyordu. Çıkmıyordu işte ve o maraz beni boğmaya devam ediyordu. Normalde harmoniyle senkronize olarak mucizeler yaratan sözcüklerin anlamlarını yitirdiklerinde nasıl zalim birer kör bıçağa dönüştüklerini, bu bıçağın altında kurban edilerek öğreniyordum. Ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Gurur, makuliyet, uzlaşı, diyalog, sevgi gibi kavramlar nazarımda iyice bulanıklaşmışlardı. Tüm bu yaşadığım duygusal hezeyanları gidip en iyi arkadaşımla paylaşasım geliyordu, bunun için çıldırıyordum adeta. Güvendiğim ve kendimi yanında rahat hissettiğim birinin yanına gidip içimdeki tüm bu marazı kusmak istiyordum. Fakat sorun zaten tam da o kişiydi. Problem gün geçtikçe katmerleniyordu. Mesele her çözülmediği gün daha da kemikleşiyor, yumrulaşmış bir kördüğüme dönüşüyordu. Yolun sonu nereye çıkar, olay nasıl noktalanır kestiremiyordum. İçimde birikmiş bu cümleler çöplüğüyle yaşamaktan yorulduğum için bu satırları yazıyorum. Ve şunu anladım ki en güvenilir dostum kağıt-kalem ve kitaplarım. Kimseye anlatamadığım bu hisleri cömertçe kabul eden kağıt kalemime teşekkür ediyor ve onları uzun zamandır ihmal eden kendimi de esefle kınıyorum.

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

ne çok mana

Kavrulunca çölde baştan aşağıya Gözler ilkin Sonra hepten bir kararma Duyunca içinde seslenişimi Kendinden kaçardın Beyaz, temiz ve arı Kıtlık zamanlarının üstünde yazılı

RENKLER Mihman

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes Mor, asil ve bilmem ki daha ne çok anlam

Her temizlenmenin adına koyulan nokta Sinede ilkin Sonra tüm KendimdenTemizlenmeyiruhtabilmezkenkaçardım

Her kelime bir bütünden kopan parçam İçime KapanmıştıMavi,SözcüklerimdenDışımdandoğardıanlardınkaçardınsessizlikvedinginoysatümkapılarım, engin Uyardı gözlerin Tüm ahengine Siyah,Kelimelerimdenhayatınkaçardınörtüvedahabilmem

Şiir

Korkular birikirdi kentimin üstüne bir ölüm olduğunda. Gözler karmaşık bir kaosla ürkerdi yanında bulunanlardan. Sessiz bir çığlık dolardı sokaklara.

Ağustos42 / 2022

Ağustos / 2022

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

43

ÖLÜM deneme Sacit Korkular birikirdi kentimin üstüne bir ölüm olduğunda. Gözler karmaşık bir kaosla ürkerdi yanında Sessiz bir çığlık dolardı sokaklara.

Korkular birikirdi kentimin üstüne bir ölüm olduğunda. Gözler karmaşık bir kaosla ürkerdi yanında bulunanlardan. Sessiz bir çığlık dolardı sokaklara. Kapanır sandığın tüm yaralar kanardı oluk oluk… Ama kimse sokaklardaki çığlıkları dinlemezdi. Her vefat haberinde bir eve, evet en az bir eve, sis duvarları örülürdü. Herkes oradan kaçacak yer arardı da kimse girmeye cesaret edemezdi şehrimde o evin içine. Oysa en çok o zaman dilimlerinde insana ihtiyaç duyardı o duvarlar. Ölümün hakikatini göstermek için çağırırdı insanları minarelerden.

Kapandığını

Şehrimin her sokağına, hatta her evine yazılan bu yazıyı okuyacak kimse kalmamıştı ve ölümün anlamsız olduğu yerde, yaşamın da bir anlamı olamazdı.

sandığın her yaranın kabuk bağlamadan durduğunu ancak şehrinde bir ölüm gerçekleştiğinde anlayabiliyorsun. Bu topraklarda zamansız ölümler çok olurdu. Oysa kimse bunun üzerine konuşmazdı.

Kimse bu kente yağmurlar yağdığı kadar bu şehirde ölümlerinde olduğunu hatırlamazdı. Oysa “bir şehri anlamak için orada insanlar nasıl ölüyor ona bakın” demiyor muydu Camus. Şehrimde ölümler olurdu. Kimse duymazdı. Zamana iz bırakırdı oysa her bir insan. Öyle ya da böyle bir iz... Ama kimse okumazdı.

Gelenler, ah vahlarla uğurlarken mevtayı bilinmez olmayan bir yolculuğa çıkanın gerisinde kalanları o ah vahlar daha da yaralardı.

Seyfullah

Giden giderdi de geride kalanlar başlardı bu kez kaçmaya ölümden. Kabullenemezdi şehrimde bu olayı hiç kimse. Ev sahibi bile bir süre sonra unutmak isterdi kabullenmek yerine bu gerçeği. Unutmak! Ne büyük nimet değil mi? Oysa göçüp gidenin en çok belki de bu durumda kemikleri sızlardı gittiği yerde. O da ölümün gerçekliğini göstermeyi başaramamış demekti kentine. O da anlatamamıştı bu yolculuğu. Onca iz bıraktığı evinden sakince ve sessizce silmeye başladıklarında izlerini, anlamsızlığa bürünürdü onun için her şey. Okuyacak kimse kalmayınca ölürdü aslında insan. O zaman göçüp giderdi bu Şehrimdediyardan.her gün birileri ölürdü. Oysa kimse bir anlam yüklemezdi bu olaya. Hiç kimse kendinden olmayınca değerli görmezdi insan hayatını. Oysa duvarları süsleyen bir resim çizerek o resme ne kadar çok anlam yüklediğin değildi aslında asıl olay. Asıl olan onu anlayanın olup olmadığıydı.

bulunanlardan.

dördünde koşturarak su arkının başına doğru giden şahıs kendinden başka kimse olamazdı, olmamalıydı, zîra geç kalırsa bir dahaki sulama sırası onlara gelene kadar onca emek vererek yetiştirdiği bağdaki sebze fideleri bu temmuz sıcağında yanıp kavrulacaktı. “Acele etmeliyim, kimseciklere kaptırmadan suyun sırasını ilk ben almalıyım, almalıyım ki, güneş doğup sıcak bastırmadan sulayayım bahçeyi, dedi. Adımlarını daha da sıklaştırdı.

“El ile verilen değil de kalp ile verilen bereketlendirmişti hem ambarları hem gönülleri.”

GÖNÜLLERBEREKETLİ

öykü

-Ooo Necdet abi baya erkencisin, dedi o sırada traktörüyle tarlasından ekin getiren köylülerinden biri. -Öyle, dedi, sırasını tutmuş, rahatça artık suyun kanala inmesini bekleyen Necdet. -Havalarda cehennem sıcağı var. İki günde bir bahçeyi sulamazsam yanar kavrulur bütün bu yeşillikler. Yazık günah ağızsız dilsiz diye bu yaz sıcağında kendi hallerine bırakıp da sulamazsam nice olur halleri? Hem onca emek zayi olup çöpe gidecek. -Doğru, doğru söylüyorsun abi. Hadi sana kolay gelsin. Ben de gün doğup sıcak bastırmadan elimdeki işi bitireyim de benden çok annem rahat etsin. Biliyorsun dışarıda iş olunca gözüne uyku girmez, girmediği gibi bizi de-Bilirim,uyutmaz.bilirim hem de öyle bir bilirim ki sabahın nurunda size seslenirken bizim hane halkı da nasipleniyor o seslerden. Bu sabah da onun sesiyle uyandım. İki tarafta güldü bu duruma, sonra birbirlerine kolay gelsin diyerek ayrıldılar.Aslında

Ağustos44 / 2022

Mehtap Sevinç

Sabahın

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Necdet severdi Rahime Teyzeyi. Öylesine sıcak kanlı öylesine çalışkan bir kadındı Rahime Teyze. Çocukluğunun hareketli zamanlarından zihni çıkarıp

İnsan bir konuda ne kadar az bilgili olursa ayni konuda o kadar çok duygusal oluyordu. Bilgi az olduğunda duygular, hisler bir nevi açılan boşluğu doldurup arayı kapatmak için çabalayıp durur. Öyle ki Necmi’de olan durumda da üstü kapalı da olsa bunun bir örneği yaşanıyordu. Kahvaltı oldukça neşeli geçiyordu. Ta ki kapıları kırılacak derecede çalınıncaya kadar. Gelen komşu köyün çobanı Bekçi Rıfat’tı. Bir zamanlar bekçilik yapmış, nedeni bilinmeyen bir sebepten dolayı istifa edip çobanlık yapmaya başlamıştı. Kapıyı açtıklarında Rıfat nefes nefeseydi, neredeyse yere düşecekti.-Ekinler!, dedi, - Ekinler yanıyor, koşun!!! Tarlanın birinde yangın çıktı. Kıvılcımlar her yere sıçrıyor. Acele edin, yangını söndürmeliyiz! Yoksa bütün ekin tarlaları yanıp kül olacak koşun!!! İki saatlik bir uğraşın ardından sonunda köylüler el birliğiyle bütün yangını söndürebilmeyi başarmışlardı. En çok zarar gören Necdet’lerin komşusu Rahime Teyzelerin ekinleriydi. Neredeyse tamamı yanmıştı ekinlerinin. O yaz bütün köylü hasadını yaptığı ürünlerinin üçte birini Rahime Teyzelerine bırakmış, mahsullerini onlarla paylaşmıştı. En bereketli hasat mevsimi o yıl olmuş, buğday ambarları dolup taşmıştı. Paylaşmanın güzelliği, bereketini misliyle artırmıştı. El ile verilen değil de kalp ile verilen bereketlendirmişti hem ambarları hem gönülleri.

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat

Önceleri keskin çizgileri olan, esneme payının asla olmadığı prensip adı altında taviz vermeyen net kuralları olan bir adamdı. Belki de yaşadığı yer, insanın karakterinde etkin rol oynuyordu. Bilinmez, ama görünen o ki yılların katı kuralları bile esneyebiliyordu. Yeter ki insanda istidât olsun. Evet değişim de bir istidât meselesiydi hem de öyle bir istidât meselesiydi ki zaman ve koşullar nasıl ve ne derecede olursa olsun değişim işi aslında hem isteyebilme yetisiyle hem de kabiliyetle ilgiliydi. Belki de artık yaşamının ilerleyen safhalarına adım atmaya başlayan bu adamın önceleri bildiği veya bildiğini sandığı en iyi şey tek kaşının hafif çatık olmasının iyi olduğunu düşünmesiyle ilgiliydi ve o, bu konunun en iyi bilenlerindendi. Oysa ki şefkati çok iyi bilmezdi ve işte, hayat; bir sınav gibi yıllarca en iyi bildiği yerden değil de esasıyla bilmediği yerlerden sorular şeklinde karşısında belirmişti. Bu bir değişim örneğidir adamcağız için. Artık duygusallığı veya hassasiyeti bu yüzden mi artmıştı bilinmez.

45

Ağustos / 2022 getirdi şimdi Rahime Teyzeli zaman dilimlerini. Herkesten önce kalkar herkesten önce bitirirdi; bağ, bahçe, tarla, tapan işlerini. İş dayanmazdı ona. Elinde olduğu kadar dilinde de vardı. Hani şu dost için ölen düşman için dirilen taifesidendi. Artık kocadı tabi. Elinin hızı azalsa da dilinin hızı hala aynıydı. Çocuklarından aynı hızı göremeyince haliyle sinirlenip hayıflanıyordu. Ee yapacak bir şey yoktu Rahime Teyzenin zamanı değildi artık. Zaman; oğlunun, gelininin ve de torunlarının zamanıydı. Hasılı kelam tatlı bir komşularıydı Rahime Teyzecik. O yüzden ezan okunmadan önce evdekileri tarla, tapan işleri için kaldırırken azıcık sesinin fazla çıkmasını o da Necdet de, karışı da, dert edinmiyorlardı. Bahçeyi sulayıp eve döndüğünde saat sabahın yedi buçuğuydu. Anlaşılan evdekiler daha uyanmamış olacaklardı ki çıt çıkmıyordu etraftan. Tekir kedinin kuyruğunu ayaklarına dolamasıyla anahtarı çevirip eve girdi. Acıkmış olmalı ki doğruca mutfağa yöneldi. “Keşke şöyle güzel bir kahvaltı sofrası olsaydı ne makbule geçerdi diye düşünmeden edemedi. “Olsun, bu sefer de ben hazırlayayım n’olmuş canım, karnımızı da doyuramayacak halimiz yok ya, dedi kendi kendine. İşte yaklaşık otuz dakika içinde mükellef sayılacak cinsten olmasa da pek de fena sayılmayacak derecede güzel bir kahvaltı hazırladı. Hatta yavaş yavaş mutfaktan gelen kokulara uyanıp annelerini orada görmek umuduyla uyanan iki genç, karşılarında babalarını görünce hem şaşırmış hem de içten içe taktir etmişlerdi. Babaları yaş aldıkça köydeki akranlarının aksine oldukça hassaslaşmaya başlamış, giderek daha da düşünceli bir adam olma yolunda günbegün ilerlemişti.

ANALİZ ASLIHAN UĞUR

“GRIGORY PETROV, halk birlikte bataklık bir bölgenin, İncil’de sözü edilen beyaz zambaklar ülkesine dönüşmesini belki de bugünlere ufuk olması adına bizler için kaleme aldı. Kendi tarihine de ışık tuttuğu bu eseri ben de varım demek için sihirli bir dokunuş bekleyen herkes okuyabilir.”

ile

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos46 / 2022

SUOMİ’NİNKADERİ

DergisiSesEdebiyat-Kültür-Sanat yazıyı elinizde kahve veya çayla okumayınız! Evet doğru okudunuz. Çünkü; bu bir uyanış hikayesidir. Hepimizin büyük ve kuvvetli kanatlarımız olduğu hissine kapılacağı bir eserden söz etmek istiyorum .

Finler kendilerine Suom, çok sevdikleri ülkelerine de Suomi diyorlar. Bu söz bataklık ve arazi anlamına gelmekte. Uzun yıllar İsveç himayesinde kalır daha sonra da Rusya korumasına geçer. 18 yy. sonlarına ve hatta 1840 yıllarına kadar Fin kültürü, havasız mahzende yetişen bir çiçek gibi zayıf ve soluktur. 1917 yılına geldiğinde bağımsızlığını ilan eder. Fakat bu hiç kolay olmaz. Her şey bir şahsın uyanış meşalesini yakması ile başlar. Peki Suomi’nin yazgısı nasıl değişti? O dönemlerde, Çar 1. Aleksandr Fin kültür ve medeniyetini arttırmak isteyenlerin başına Johan Vilhelm SNELMANN adında bir zat getirir. İşte, o günkü adıyla Suomi’nin kaderinin dönüm noktası tam olarak bu isimdir. Bugün hala Finlandiya’da 12 Mayıs Snelmann günü olarak anılır. Snelmann ‘’benim ve bütün dostlarımın bu kadar büyük bir aşkla sevdiğimiz Suomi’nin Laputlar ülkesine benzemesini hiçbir zaman istemeyiz. Bize ne Liliputlar, ne de Laputlar gerekmez’’ diyerek köylü, işçi, aydın ve sanatkarları bir araya toplar. Dayanışma zamanla bir çığ topu gibi büyür. Nihayetinde bugün dünyaya örnek bir ülke seviyesine gelir. O, yolculuğuna ‘’Memleketimizde halkın çoğunluğunun cehalet içerisinde kalmasına tahammül etmek ayıptır… Devlet denilen şey, üst katları geniş pencereli, yüksek tavanlı, havadar ve aydınlık; bodrum katları ise; karanlık, rutubetli, dar ve penceresiz bir şato değildir’’diyerek başlar. En elzem kavramın adalet olduğunun altını çizer. Snelmann ‘ın düzenlediği konferansta adaletten sonra vurguladığı ikinci kavramın ahlak üzerine olduğunu ‘’Milyonlarca insan bedenen, düşünce ve ahlaki yönden çürüyor da, hiç kimse kokuşmayı hissetmiyor. Ya herkesin koku alma duyusu bozulmuş, ya da herkes artık bu kötü kokuya alışmış ve bunu tabii bir durum sanıyor’’ cümleleri ile idrak Snelmann’ınediyoruz.tüm bu konuşmaları ve yapmak istediği hayallerini anlatması tembel akılları bile uyandırır. Doktorlar, din görevlileri, öğretmenler, devlet memurları halkın yaşantısını inceleyip araştırmaya koyulurlar. Mc Donald isimli Rahip de bu girişimcilerden biridir. O günkü mabedlerini ırmaklar ve dereler üzerine kurulmuş su değirmenlerine benzetir. “Taşlar, büyük değirmen çarkına iri, kalın bir kirişle bağlıdır. Su aktıkça çarkı çevirir, çark taşları döndürür, ama taşlara hiç kimse tane

47

Ağustos / 2022 Bu

Son yüzyılda nesiller arası frekansın daha da ayrılmasıyla, biraz mesafeli takip ettiğim eğitim sistemi üzerine bir şeyler ortaya koymaya karar verdim. Dikkatimi çeken ise uzun zamandır ‘’eğitimde Finlandiya modeli’’ni araştıran ve bu modeli kendi ülkesinde uygulamaya çalışan bir çok ulus olduğu gerçeğidir. Ben de ilk iş olarak Finlandiya’nın nüfusuna baktım ve beş milyon civarı bir nüfusa sahip olduğunu gördüğümde merakım daha da arttı. Doğru bilgiye ulaşmanın en iyi yolunun o yolda yürüyenlerin kaleme aldığı eserler olduğunu gözeterek ‘’BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE’’ kitabını elime aldım. İlk sayfadan itibaren dünyasından çıkamadım. Sanki uzun zamandır bir şeyi arayıp da yeni bulmuş hissine kapıldım. Kitap içinde yaptığım yolculuğa haydi şimdi birlikte çıkalım.

/ 2022 dökmez. Değirmene hiç kimse yanaşmaz. Unutulmuş, bırakılmış, ıssızlaşmıştır o… Çark dönüyor, taşlar gıcırdıyor, ancak un yok; hiç kimse tane dökmüyor… Milyonlarca kişinin kabalaşmış, odunlaşmış ruhundaki Tanrı duygusunu yeniden uyandırınız!...’’ Soba iyice yakacakla doldurulup yakılınca “ben şimdi ne yapayım?“ diye sormaz. Etrafını ısıtır. Lamba da öyle… Sizler de bu soğuk hayatı ısıtan birer soba, karanlığı aydınlatan birer lamba olarak işe koyulun’’ diyerek Suomi’nin uyanışına desteğini açıklar. Kısacası kitabı elime aldığımda bu ülkenin bugün yüksek kültür, politika, eğitim ve sanata sahip olmasının bir sırrı olduğunu düşünüyordum. Fakat eserin sonunda aslında Finlandiya’yı Finlandiya yapan çok muazzam ve kimsenin bilmediği sırlarının olmadığını gördüm. Bugünkü düzene gelebilmesinin tek sırrı kaynağının insan olmasıdır. İnanan ve sebat eden bir topluluk… Kitabı bitirdiğimde anladım ki muasır bir medeniyete ulaşmanın sırrı toplumda öğrenme açlığını uyandırmaktır. Snellman’ın ifadesi ile ‘’Yönetenler ister iyi, ister kötü, isterse kahraman ya da zalim olsunlar, onlar kendi toplumlarının birer aynasıdırlar ve milletin bütününü yansıtırlar… Bir elinde tarih ışığı ,diğer elinde istikbal aşkı bulunan milletler, daima yükselmeye adaydır. Bir eğitimci olarak şimdi ben de diyorum ki vakit, isteklerimizi kuma gömmeden doğru adımlarla ilerleme vakti. Geleceğimizi sağlam bir temelle inşa etmek adına özellikle yeni neslin liderlik vazifelerini geliştiren aktiviteler düzenlemeli, eğitimde sağlam bir temel üzerinde sebat etmeli ve sürekli denenmişi denememeli. Özellikle okullarımızda onların daha özgür hissetmesini sağlayacak güven ortamı olmalı. Yaratıcı düşünceye sahip nesiller ancak bu şekilde keşfedilebilir.

200 yıl önce okullar asker ve işçi yetiştirmek için vardı bugün hala o sistemi taklit etmeyi bırakılmalı. Neslin kendini keşfetmesine yardımcı olacak girişimci okul sistemine ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Ancak ne yazık ki bugün bir çok genç okullardan içindeki beni keşfetmeden mezun oluyor. Sonuç olarak da ne istediğini bilemeyen mutsuz bireyler mutsuz toplumları meydana getiriyor. Yeni toplumlar, kendileriyle birlikte yeni şarkılar getirirler… yenilenen her nesil de, kendisiyle beraber yeni yeni kavramlar, dilekler, ihtiyaçlar, istekler ve arzular getiriyor. Yeni kuşaklara artık eskimiş, ihtiyaçlara cevap veremeyen, miadı dolmuş yönetim biçimleri zorla uygulanmamalıdır.

Edebiyat-Kültür-SanatDergisiSes

Ağustos48

GRIGORY PETROV, halk ile birlikte bataklık bir bölgenin, İncil’de sözü edilen beyaz zambaklar ülkesine dönüşmesini belki de bugünlere ufuk olması adına bizler için kaleme aldı. Kendi tarihine de ışık tuttuğu bu eseri ben de varım demek için sihirli bir dokunuş bekleyen herkes okuyabilir.

Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.