SES DERGİSİ EYLÜL 2021

Page 1


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER EYLÜL 2021 / SAYI 19

03 EDİTÖR NOTU Yeniden başlayan dergi ekibi, yazarlık atölyesi ve kapak dosya çalışmasına dair açıklamalar

04 KAPAK DOSYA ÇALIŞMASI

Kapak dosya

KHALED HOSSEINI

38

Afgan asıllı ünlü romancı Khaled Hosseini'yi konuk ediyoruz. İlk romanıyla dünyada en çok satanlar listesine giren romanı ve sonrasını bulacaksınız.

ORTAK DENEME

YAZARLIK ATÖLYESİ

Bir ay boyunca genç yazarlarla çalıştığımız "şiir, deneme, öykü" çalışmalarımızdan bazılarını dergimizde yayınlıyoruz. Bu ay "Yedi Yazar Bir Deneme"de şair ve şiiri yazdılar.

44 MEKTUPLAR

Edebiyat tarihinde ilgiyle takip edilen bir tür olan Mektuplar, dergimizin ilgiyle takip edilen bir serisi oldu. Bu sayıda "MUHTEŞEM'E MEKTUPLAR -9'u okuyacaksınız.

38 KİTAP ANALİZİ

Hemen her sayıda ayrı bir kitabı analiz ettiğimiz "Kitap Analiz" bölümünde bu sayıda iki yazımız var. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.

4-30

ŞİİRLER

19

ÖYKÜ

Bu sayıda da birbirinden güzel şiirler, yüreğe dokunan satırlar bulacaksınız.

Kendinizden çok şey bulacağınızı düşündüğümüz hikayeler bulacaksınız

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

2

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

5-34


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

SES DERGİSİ EDİTÖR’den

G

üzel dostlar, Eylül sayısıyla ikinci yılımızı tamlayıp üçüncü yılın ilk sayısı olarak karşınızdayız. Gurur verici bir olay ama ondan da öte mutluluk verici harika bir duygu. Geçen iki yılımız boyunca nice kalemlerle tanışma imkanı oldu, şiirlerini, denemelerini, öykülerini okuma fırsatı oldu. Bu okumalar sonunda vardığım kanaat şu: Dergicilik sürekli yayın olması hasebiyle yazar ve şairlerin ruh ve zihin dünyasındaki taptaze duygularıyla iç içesiniz. Kendi dünyanızın dışında büyüleyici dünyalar keşfediyorsunuz. Bunların çoğu kalem dostu olarak sizinle yolculuğa devam ediyor. İlk günden beri büyülü dünyayı yaşatan tüm şair ve yazar arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Hemen her sayıda olduğu gibi bu sayıda da kapak dosya çalışmamız var. Bu sefer, ilk romanıyla New York Times’ın en çok satanlar listesine girmeyi başaran Afgan asıllı Khaled Hosseini. Neden onu seçtiğimizi tahmin ediyorsunuzdur, sanırım. Son aylarda Afganistan’da meydana gelen yönetim değişikliği ve ardından gelen göçler, kadınların yaşadığı hukuksuzluklar ekip olarak bizi o coğrayadan bir isme yönlendirdi. Khaled Hosseini ilk romanını Afgan çocuklara, ikinci romanını Afgan kadınlara adamış bir isim. Böyle bir romancının kaleminden Afgan dünyasına yolculuk yaptırmaktı amacımız. Dilerim, beğenirsiniz. Dergimizin bünyesinde başlattığımız “Yazarlık Atölyesi” son iki haftasında. Önümüzdeki hafta yedinci dersini işleyeceğimiz üçüncü kurun sonuna gelirken bir yandan “Batı’da yazarlığa dair teknikler”i ekipçe konuşup ortak öykü şiir ve deneme çalışmalarına devam ediyoruz. Bu sayıda ekibin ortak denemesini bulacaksınız. Önümüzdeki sayıda ise ortak öykü ve ortak şiirlerini okuma fırsatı olacak. Ortak hazırlanan eserlerin tatlı bir havası var. Birbirlerinin parçalarına yorum yazmalar, düzeltemeler ve tebrikler. Anlayacağınız hummalı bir çalışma oluyor çoğu zaman. Sizinle paylaşacağımız bir diğer güzel haberimiz ise bir süreliğine ara verdiğimiz yazı ekibimizi tekrar bir araya getirmiş olduk. Hem yeni katılan hem de başından beri devam eden arkadaşlarımıza gayretlerinden dolayı teşekkür ediyorum.

Kültür - Sanat - Edebiyat

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Güzel bir Sonbahar dileğiyle...

Şerif Aydın

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

3


Ses Dergisi Sayı 19

kapak

Eylül / 2021

ŞERİF AYDIN

Khaled Hosseini

Kapak ve Dosya

New York Times Bestseller

4

“Şimdi, mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun, Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?”

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

“Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir.”

A

slında bakarsanız bu kitap genel anlamda sessizliği ifade ediyor. Emir’in Hasan’a yapılanlar karşısındaki sessizliği, Hasan’ın kendisine yapılanlar karşısındaki sessizliği, Afganistan’dan Amerika’ya kaçan arabanın içerisindekilerin Rus askerlere karşı sessizliği, yetimhanede çocuklara yapılanlar karşısında müdürün sessizliği, stadyumda kadına yapılanları izleyen seyircilerin sessizliği ve biz… kitabı okurken ki sessizliğimiz…” Bu ifadeler bir yayınevinin Uçurtma Avcısı romanı için yazdığı satırlardı. Kitabın sahibini merak edip bilgisayarın başına geçiyorum, ama önce kitapla ilgili okumalara giriyorum. 2003 yılında The Kite Runner ismiyle İngilizce olarak yayımlanan roman, uzun yıllardır siyasi karışıklıklar ve savaşlarla gündemde olan Afganistan’daki insanlık dramına dikkat çektiğini öğreniyorum. Sonra, iki yıl önce

alıp bir türlü okuyamaya fırsat bulamadığım, kitaplarımın arasında bir kitaba ilişiyor gözlerim. THE KITE RUNNER, yani Uçurtma Avcısı. Sayfalarını özenle çevirip okumaya başlıyorum. Kabil’in Vezir Ekber Han bölgesinden bir Peştun olan Emir isimli çocuğun hikâyesini okuyorum. Emir, çocukluk arkadaşı ve süt kardeşi Hasan’a ihanet edişini asla unutamamaktadır. Hikâye Afganistan’da krallığın çöküşü, Sovyet işgali, ülkeden Pakistan’a ve Amerika’ya toplu göç ediş ve Taliban yönetimi gibi kargaşa dolu ve kaotik bir ortamda geçmektedir. Sayfaların arasında merakla gezinirken bir taraftan da kitap için kimin neler söylediğine bakıyorum. “Afgan asıllı yazarın yazdığı bu ilk kitabın tüm dünyada en çok satanlar listesine girmesi haksız değil. Bu roman, çocukluk, kıskançlık, arkadaşlık, dostluk, intikam, sadakat, merhamet ve bilgelik hakkında hemen hemen her şeye değiniyor.” diyor bir okuyucu. “Evet!” diyorum, “Evet

haklısın. Hatta her biri yorumu ayrı ayrı merak ediyorum ama kitaba dönmem lazım,” diyorum. Sayfalara geri dönüyorum. 26. sayfada “Çocuklar boyama kitabı değildir. Onları en sevdiğin renklere boyayamazsın.” diyor yazar. “Ne doğru bir söz !”diyorum ve altını çiziyorum bu satırların. Çocukların Ortadoğu ve Asya tuvaline yansıyan resimlerini hatırlıyorum bir an. Çocukluğunu yaşayamayan büyüklerin kederli içi geçirişleri geliyor kulaklarıma, sonra aynı tuvale bir acı resim de kendilerinin eklediğini görüyorum. “Oldu mu?” diyorum. Sonra İbni Haldun’un sözü çınlıyor kulaklarımda “Coğrafya kaderdir.” “Öyle olmasa, çocukluğunu arayan bu derinden iç çekişler yeni çocuklara çektirir mi?” diyorum. Öyle midir gerçekten? Bilmem ki, belki de öyledir. Kalemimi bir ritimle masaya vurduğumun farkına varıyorum, uyanıp geri dönüyorum sayfalara. Emir ile babasının aralarındaki diyalog dikkatimi çekiyor bu sefer.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

5


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 Emir okumayı ve yazmayı seven bir çocuktur. Bir gün okulda din hocasından içki içmenin günah olduğunu öğrenir ve içki içen babasıyla bunu paylaşınca babası çok düşünmeden der ki. “Şimdi, mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir

yaşamı çalmış olursun, Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?” Günahın tek olmadığını bilsem de bu bilgece söze teslim oluyorum. Emir ile birlikte kafa sallıyoruz birbirimize bakıp. Yazarın hayatından izler taşıyan bu eserin sahibini merak ediyorum bu sefer ve okumaya ara verip bilgisayarın başına geçiyorum. Güncel haberlere ayarlıyorum

6

Ses Dergisi

Google arama motorunu ve yazarın ismini girerek tuşa basıyorum. “Afganistan’ın kadınları ve kızları terk edildi. Peki ya hayalleri, umutları? Yirmi yıldır uğruna savaştıkları haklar? Kırk yıldır barışı arayan bir halkı terk edemeyiz. Afgan kadınları, kilitli kapılar ve perdeler arkasında tekrar çürütülmemeli.” Bu sözlerin sahibi, THE KITE RUNNER, (Uçurtma Avcısı) kitabının yazarı Afgan kalem

Khaled Hosseini (Halid Hüseyni). 1965 yılında Kabil’de doğmuş. Babası diplomat, annesi Farsça ve Tarih öğretmeni. 1978 darbesi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesinden sonra ailesi ile birlikte Amerika’ya siyasi sığınmacı olarak yerleşmiş. 1984 yılında Independence High School Lisesi’ni bitirmesinin ardından Santa Clara Üniversitesi Biyoloji bölümüne kabul almıştır. 1988 senesinde mezun olmuş olan Hosseini, ertesi sene Kaliforniya Üniversitesi Tıp bölümüne girmiştir. 1993 senesinde cerrah olan Hüseyni, dahili cerrahideki

Kültür-Sanat-Edebiyat

ihtisasını 1996 senesinde Los Angeles’taki Cedars-Sinai Medical Center’da tamamlamıştır. Hüseyni, doktorluk mesleğine ilk kitabı Uçurtma Avcısı’nı yazdıktan bir buçuk sene sonraya kadar (2004) sürmüştür. 1980’den beri yılından beri Kalifornia’da yaşıyor. Evli ve iki çocuğu var. Uçurtma Avcısı kitabıyla ün kazanan yazar, doktorluk işini bırakıp kendini yazmaya veriyor. İlginç bir hayat hikayesi olduğunu gördüğüm Hüseyni’yi bir taraftan dinliyorum bir taraftan da başka kitapları var mı, diye bakıyorum. Bir cümle ilişiyor gözlerime “Nereye giderseniz gidin ülkeniz peşinizden gelir.” İbni Haldun’un sözünün başka şekli diyorum kendi kendime. Acı çeken bir kalemden geldiğini düşünüp peşine düşüyorum bu sözün. Bu söz beni kitap raflarının arasına götürüyor ve ikinci kitabını işaret ediyor. A Thousand Splendid Suns, Bin Muhteşem Güneş. Daha birinci kitabın tadı damaktayken ikinci bir yolculuk başlıyor. Bu kez de çocuk yaşta evlendirilen, şiddete ve cinsel istismara maruz kalan iki kadının hayatlarını konu alıyor. Meryem ve Leyla. İkisi de masum, ikisi de başlarına gelen olaylar yüzünden aynı adam ile evlenmek zorunda bırakılan çocuk kadınlar. Tanıdık geliyor bu hikaye bana. Afganistan’ın, normal yıllarından, bir anda Taliban rejimine geçmesiyle adı yok olan kadınların dostluk ve kader birliği. Ve aşk… En kötü hayatların ortasında bile insana yaşama umudu verilen tatlı bir aşkın tanımlandığı kitabı gözlerinizdeki yaşlar size eşlik ederek okuyorsunuz. Usta kalem Yaşar Kemal’deki sade akış ve derin gözlem var kitapta. Çukurova’nın resmini çizen Kemal’in kahramanları arasındaki müthiş bağları Hüseyni’nin kaleminde


Eylül / 2021

de görüyorsunuz. Kitapta ara ara Uçurtma Avcısı’ndan tanıdığınız kişilerin hikâyeye dâhil olduğuna şahit oluyorsunuz. Kızıyorsunuz okurken, İnce Memed romanındaki totaliter yapılara lanet ettiğiniz gibi yaşatılan haksızlıklara bir kere daha lanet edip özgürlüklerin ülkesi Kanada’da yaşadığınıza şükrediyorsunuz.

Y

ine ilk kitapta olduğu gibi altını çize çize ilerliyorum “Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir.” diyor yazar. “Evet!” diyorum tekrar, “Evet aynen dediğin gibi sevgili yazar.” “Ah şu bizim erkek hegemonyası yok mu?” diyorum kendi kendime. Bir ara ayna yerine telefon kamerasını açıp kendime bakıyorum. “Sen de öyle misin sahi?” diyorum. “Yok canım, Allah yazdıysa bozsun.”

Ses Dergisi Sayı 19

deyip kapatıyorum hemen kamerayı. Neyden kaçıştır bu?” diye düşünüyorum sonra. Belki de tasvif etmediğim bu çeşitteki hemcinslerime benzeme korkusu, yani kitabın içinde gördüklerimi kamerada görme korkusu. Sonlara doğru bir söz daha ilişiyor gözlerime “Sırrını rüzgâra fısıldarsan, ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.” “Haksız değil” deyip bunun da altını çiziyorum hafiften. Tekrar internete geri dönüyorum. Okuyucaların gözleriyle tanımaya çalışıyorum yazarı ve eserlerini. Kimisi onu Türk filmi tadında görmüş, kimisi “geldiği toprakların kaymağını yiyor” diyor. Kızıyorlar ama eserlerini okurken de bir çırpıda bitirdiklerini itiraf etmekten de geri durmuyorlar. “Hikayeleri ağlatmak için yazmamış, ağladıklarını hikaye diye yazmış yazar.” demiş birisi. Bir başkası “Kendisi zamanında Afganistanda yaşamasına rağmen Taliban işkencelerine maruz kalmamış

fakat maruz kalanların gözünden çok iyi bakabiliyor. Kadın değil, fakat bir kadının ve hatta Ortadoğunun şiddetine maruz kalmış bir kadının acılarını çok iyi anlayabiliyor( hikayede 2 kadın). Kardeşi yok, fakat kardeşliği; en dalgacı insanı bile hüngür hüngür ağlatacak şekilde anlatabiliyor. Hikaye yazarlığı ve empati yeteneğini arasındaki bağlılığa yalnızca üç kitapta inanabilirsiniz” Aslında tam da budur Khaled Hosseini. Gözlem yetisini karakter oluşturmadaki müthiş yeteneği ve sade akıcı uslübuyla birleştirince okuyucu kitlesini kendine bağlamış. Afgan çocuklarına adanmış UÇURTAM AVCISI ve Afgan kadınlarına adanmış BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ isimli iki romanıyla dikkatimi üzerine çeken yazarın sıradaki kitabını arıyorum bu sefer. Üçüncü kitabı And Mountains Echoed, VE DAĞLAR YANKILANDI.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

7


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 Önce kitap eleştirmenlerin eleştirilerine bakıyorum. Genel kanaat: “Hosseini, ilk iki romanında yakaladığı başarıyı bu romanında yakalayamamış. Vasat bir eser olmuş.” şeklinde. Yorumlar böyle olunca yayınevinin kitap tanıtım notunu sayfama ekleyip sadece onu genel bir bilgi notu olarak sizinle paylaşmak istedim. Lakin, ileriki günlerde bu esere kendi gözüm ve gözlemimle eğilmeyi planlıyorum. “Her yazarın başarısı sana örnek olacak değil, bazen eksik bıraktığı yer de bir tecrübe olabilir senin için.” diyorum, kendi kendime.

insanların hayatlarında nesiller boyu yankılanacak... Hayat farklı aileleri sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan’ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil’den Paris’e, San Francisco’dan Tinos adasına taşıyan bu öykü, her sayfada renklenip güçleniyor. Ve Dağlar Yankılandı.”

Suriyeli bir babanın, sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmadan önce, oğluna yazdığı bir mektup şeklinde tasarlanmış olan metin, savaştan ve zulümden kaçarken denizlerde kaybolan binlerce mülteciye adanmış. Deniz Duası’nın tüm gelirini, iyi niyet elçisi olarak görev aldığı Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (unhcr) ve Khaled Hosseini Foundation’a aktaran Hosseini, (unhcr) mülteci kamplarını ziyaret etmeye, çeşitli platformlarda bu sorunu dile getirmeye ve bağış toplamaya devam ediyor. Bir kitapla gelen değişim ve milyonları geçen geçmen sorununun elçis olmak. Kalemin sihirli gücünü anlatmaya çalışırken karşıma canlı bir örneğini görmüş olmaktan son derece mutluyum” deyip bir boşluğa dikiliyor gözlerim. Aylan bebek gözlerimin önüne geliyor. Kırmızı elbisesi yarıya kadar sıyrılmış ve kumlara yüz üstü kapaklanmış haliyle hafızama kazınmıştı. Bu son kitabıyla ilgili okumalara devam ederken yazarın bir sözü ilişiyor gözlerime. “...ama o hayat, o dönem şimdi bana bile sahte geliyor, unutulup gitmiş bir söylenti gibi.”

“Gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba. Arabanın içinde annesiz iki çocuk; iki kardeş; biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah’a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil’e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Fakat aslında bu bir son değil... Kardeşlerin başlarına gelenler -yakın ya da uzak- ilişki kurdukları tüm

8

Ses Dergisi

Ü

çüncü kitaptaki talihsizliğini dördüncü kitapla kırıyor yazar. SEA PRAYER, Türkçeye Deniz Duası olarak çevrilen kitap tanıdık bir olaydan alıyor konusunu. Hosseini’nin, 2015 yılının Eylül ayında, Avrupa’da güvenli bir yere ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de boğulan ve cansız cesedi kıyıya vuran üç yaşındaki Suriyeli mülteci Aylan Kurdi’nin hikâyesinden esinlenerek kaleme aldığı Deniz Duası, mülteci sorununa son derece çarpıcı bir bakış getiriyor.

Kültür-Sanat-Edebiyat

N

asıl yazar Khaled Hosseini? Kitaba toplumsal olaylara bakışı nasıldır, diye merak edip araştırmalar yaparken Goodreads’e verdiği bir röportaja denk geliyorum. “Günlük ne kadar kitap okuyorsun, bir yazar için okumak ne kadar önemlidir?” sorusunu görünce merakla cevabı okumaya başlıyorum. Oldum olası yazarların hayatları dikkatimi çekmiştir zaten. “Her gün okurum Armando, yazmaya faydası olması için değil,


Eylül / 2021 bağımlı olduğum için. Dünyada benim için gerçekten iyi bir romanda kaybolmakla karşılaştırılabilecek hiçbir şey yok. Bununla birlikte, yazmak istiyorsanız okumak mutlak bir zorunluluktur. Söylenecek kadar basmakalıp bir şey ama yine de çok doğru. Bana tavsiye için e-posta gönderen ve çok az okuduklarını özgürce kabul eden hevesli yazarları anlayamıyorum. Okuduğum her yazardan bir şeyler öğrendim. Bazen, bir sahnenin nasıl çerçeveleneceğine dair bir şeyler toplayarak ya da yapıyla ilgili yeni bir olasılık ya da diyalog yazmanın ilginç yollarını görerek bilinçli olarak yaptım. Diğer zamanlarda, toplu okuma deneyimimin duyarlılıklarımı etkilediğini ve beni pek farkında olmadığım şekillerde bilgilendirdiğini düşünüyorum. Kısacası, hevesli bir yazar olarak, okumayı sevmediğinizi söylemek kadar güvenilirliğinize zarar veren başka bir şey yoktur.” diye cevap veriyor Hosseini. İncelemek, okumak ve yazmak için üzerine düştüğüm bir yazarın okumaya yaklaşımının böyle olması sevindiriyor beni. Onlarca sorunun içinde bir soru daha dikkatimi çekiyor: “Roman yazarken saf hayal gücüne inanıyor musunuz yoksa en azından bir romanın ana çekirdeğinin kişinin deneyimine mi dayandığını düşünüyorsunuz? Romanlarınızda durum nasıl? Hepsi sizin veya tanıdığınız birinin deneyimine mi dayanıyor?” “Tamamen hayali bir şekilde

Ses Dergisi Sayı 19 yazmak çok zor. Er ya da geç, sizden parçalar hikayeye sızacak. Size Uçurtma Avcısı örneğini vereceğim. Uçurtma Avcısı’ndaki olay örgüsü ve karakterler kurgusaldır. Bununla birlikte, anlatının içinden örülmüş otobiyografik öğeler vardır. 1970’lerde Kabil’in betimlemeleri, toplumsal yapı, siyasi ortam, benim kendi anılarım ve deneyimlerime dayanıyor. Uçurtma Avcısındaki, Amir ve Hassan’ın oynadığı oyunlar, filmler ve hatta Batı’ya özgü olan aşkları dahi kendi deneyimlerimden geliyor. Muhtemelen benim hayatıma en çok benzeyen pasajlar, Amir ve Baba’nın yeni bir hayat kurmaya çalıştığı ABD’deki pasajlardır. Ben de ABD’ye bir göçmen olarak geldim ve Kalifornia’daki o ilk birkaç yılı, yeni bir kültürü özümsemenin zor görevini canlı bir şekilde hatırlıyorum. Babam ve ben bir süre ikinci el pazarında çalıştık ve burda Kabil’den tanıdığımız sıra sıra Afganlar vardı. Yani basit cevap şu ki, özetle, romanlar melez, kısmen otobiyografi, kısmen hayal gücü, ikisi arasındaki çizgi genellikle bulanık.” diye cevaplıyor yazar. İlk romanının başarılı olmasının nedenlerini açıklamış sanırım. Karakter oluşturma, karakterler arasındaki çatışma ve betimlemeler gerçek hayattan olunca yazar zorlanmadan eseri okuyucunun dünyasına sokmayı başarmış. Önemli olan gözlerini yer yer kapatıp kahramanlarını bildiği topraklarda dolaştırabilmek.

romanı Uçurtma Avcısı kitabından bir pasaj ekleyip bitireyim. “Çocuklar boyama kitabı değildir, onları en sevdiğin renge boyayamazsın.” “Sohrab’ın suskun olduğunu söylemek, yanlış olur. Suskunluk, huzur içeriyor. Sakinlik, dinginlik... Yaşam düğmesinin sesini kısmak gibi. Sessizlik ise düğmeyi kapatmak, kesmek, tamamen durdurmak. Sohrab’ın sessizliği, buna özgür iradesiyle karar verenlerin, davasını hiç konuşmayarak savunma yolunu seçenlerin sessizliği değildi. Bu, karanlık bir yere sığınan, etrafındaki örtünün uçlarını kıvırıp bir bohça yapan birinin sessizliğiydi.” Şöyle dedi. - Çok korkuyorum. - Neden? diye sordum. ‘Öyle mutluyum ki, Doktor Resul, böylesine büyük, müthiş bir mutluluk, insanı korkutuyor.’ Yine nedenini sordum.

Şöyle dedi: Senin bu kadar mutlu olmana, ancak senden bir şey almaya hazırlandıkları zaman izin verirler.”

Yazımı son kısmını yazarın ilk

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

9


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

TUBA SİNA AYDIN

Film ve Sohbet

ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ

Ateşin üstünden atlarken ağzınızdaki mısraları da hoplatıyorsunuz. Hepiniz birer delifişeksiniz. Yaptığınız şeyler müthiş: Şiire nevruz nişanesi vermek, şiiri hoplatmak, şiiri höpürdetmek, şiiri içmek, içinde şiir pişen çorba kasesinin etrafında ekmek ufağını gezdirip şiiri sünnetlemek... Başınızda Florida kasırgasına eşdeğer nitelikte esen kavak yelleri. Hepsi gırla gidiyor.

10 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

“bak şimdi gönlüm Keating oldu bağrıma basıyorum tüm Todd’ları, Knox’ları, Pitt’leri... Ama şimdi Cameron gibileri Allah’a havale etmezsem olmaz! Gammazlama şampiyonasıyla Cv’sini doldurma hayalindekileri…”

M

erhaba Ahmet,

Geçenlerde gönderdiğin doğum günüme özel mektubun için ne diyeceğimi inan ki bilemiyorum. Gazete, dergilerden kırpıp yapıştırdığın süslemeler, kara kalemden güller falan... Açıkçası dört duvar arasının imkansızlığında, multi imkanlarla dolu bir dehliz bulabilmene hakikaten hayret ediyorum. Üstelik dehlizin benzin kapağını açık bırakıyorsun ya, bravo sana! Nerden düşünürsün böyle şeyleri? O uçuşan benzinde kibritimi çakıp da hem ağlayıp hem yanacağımı bile bile mi yapıyorsun bakayım sen?... Neyse neyse Ahmetcim mektubundan bahis açtım açmasına da yangın, dördüncü derece sen kokulu yanıklar, açık bıraktığın kapaktan kirpiklerime değen benzinli buseye uzun uzun değinmeye gerek yok. Söylenecek başka başka sözcüklere ihtiyaç var. Sen alıştın zaten benim klişelerime: Harflerimin çizdiği Salvador Dali’lik deliliğe, Van Gogh’luk tufana... Sıkı dur, birazdan yolculuğa çıkaracağım seni. “Hoppala... Nerden çıktı bu?” demeyeceğine emin olarak talimatları şimdiden peş peşe sıralıyorum. Avluya çamaşır

seriyorsan ya da başka bir işin varsa alıkoyuyorum biraz seni ama, idare et artık. Merak etme, 1989 yılında çekilen filme taş çatlasa yarım saat sürecek bir iade-i ziyaret yapacağız, o kadar. ‘Ölü Ozanlar Derneği’ geçen gün gözümü gönlümü ziyaret etmişti. “Şimdi ziyaret sırası bende.”, diyorum ama bu ziyaret işinin tek başına olmasını istemediğimden seni de yanımda götürmek istiyorum. Geçen hafta tahliye talebine yine red gelmiş ya, moral olur hem sana. Bir gezer gelirsin. “Filmi hiç izledin mi?, diye sormuyorum. İzlediysen de kim bilir ne zaman izledin? Zaten tekrar izleme olayın olmayacak çünkü bu sefer filmin bizzat içinde yaşayacaksın. Biliyorsun zaten formatı: Evvela göz kapaklarına istiridye kapağı muamelesi yapacaksın. Sonra ‘ela incilerin’ görünürlerden kaybolacak ve sen kendini Welton Academy’nin kapısında bulacaksın. Önünde durduğun bu okulu şöyle tanımlayabiliriz: Genel manada ‘robotik’, sokak literatüründe ‘odun gibiler’i yetiştirme merkezi. Ama sen bu okulun doğuştan cin çarpmış ruhuna takılma. Çünkü şanslısın; yenice tayin olmuş cin fikirli bir öğretmenin( John Keating) in sınıfında en arka sıralarda oturacaksın. Hayatın boyunca öyle bir

öğretmenin olmadığı için benim gibi hayıflanacağına adım gibi eminim. Hele bir de Robin Williams gibi sıcacık tiplemeyi bulduysan, tadından yenmeyen bir filmle karşı karşıyasın demektir. Keating hakkında kısacık bir şey söyleyeyim sana: Meşhur öğretmenimiz aslında Welton Academy’nin eski mezunlarından. Ama nasıl olur da böyle saç baş yolduran bir okuldan şiirle sarmaş dolaş, aşırı özgüvenli bir adam ortaya çıkmış? İşte onu anlamış değilim. Bu noktada senaristi gerçekten tebrik etmek gerekiyor. Kilisenin eline tutuşturduğu biberona Rönesans sütlerini doldurmuş bir adamı böylece kurgulayabilmek büyük başarı. Keating’in madde öz suyuna öyle incelikler tıkıştırmış ki bu konuda farkındalığını arttırabilmen için Keating’in öğrencilerinde bıraktığı tesire, Welton Academy’nin ona olan hasetine bütün dikkatini vermeni tavsiye ederim. Ahmet bir diğer tavsiyem daha var. Önce besmele çek, ondan sonra oltanın yemlerini hazırla. Zira Keating’in kendisine özel tasarladığı fanusunun elektrik sayacında yanıp sönen o iki kelimeyi tutman lazım, hem de uçan kuşlara, deli bozuklara, gaydırıguppak kayıkların muşambadan ağlarına kaptırmadan. Bu iki sihirli kelimeyi

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

11


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 Keating’in öğrencileri de yakalamıştı. Ardından kendilerinden geçip, kendilerine özgü fanuslar inşa etme işine girdiler. O iki kelimeyi zaten göreceksin de dayanamayıp, illa ki şimdi buraya yazasım geldi. Hem senin için duam olsun “Carpe diem”. Yani? “Anı yaşa”!

N

eyse uzatmayayım. Artık sınıftasın. En iyisi artık sana arkadaşlarını tanıtayım. Neil, Nuwanda, Knox, Pitts ve Todd. Şu andan itibaren her birisi senin kankilerin olacak. Şimdiki ağarmış saçının sakalının bir anda siyahladığına, çıtır ergen tipine ve de şakır şakır İngilizce konuşabiliyor olmana bir hayli şaşırmış gibisin. Unut her şeyi. Kendini Keating’in “Yırtın o ders kitaplarını!” dediği andan itibaren özgürlüğün içinde kaybet. Yırt, yırt, yırt! Vay be! Sınıfın içi nasıl da kağıt panayırına döndü. Sen de dahil herkes çılgınlar gibi kitap sayfalarını yırtıyorsunuz. Valla ne yalan söyleyeyim müthiş bir koreografi. Bu arada bir yandan Cameron’ın yaptığı salaklığa benim gibi bıyık altı sırıtıyorsun değil mi? E tam sırıtmalık durum. Çünkü siz hunharca yırtarken o havuçkafa ise kitabın her bir sayfasını önce cetvelle çiziyor, ondan sonra yırtıyor. N’apacaksın işte, her sınıfta olur ya böyle inek tipler, aldırma. Eee nerde kalmıştık? Hah tam da istediğim gibi! Sınıf içinde uçuşan kağıtların ardında, “Şiir nedir?” “ Poetika nedir?” – bilmem ne – bir dizi papağan ezberi yok olup gidiyor. Sen de bir güzel “Oh!” çekiyorsun. Sonra da soluğu arkadaşlarının yanında alıyorsun. Onlarla neler kaynatıyorsun neler... Sonsuz ahiret yurduna yolladığınız teorik bilgi yığınlarının ardından kılcallarınızdan doğan şiirin şerefine adeta nevruz ateşi yakmışsınız. Ateşin üstünden atlarken ağzınızdaki

12 Ses Dergisi

mısraları da hoplatıyorsunuz. Hepiniz birer delifişeksiniz. Yaptığınız şeyler müthiş! Şiire nevruz nişanesi vermek, şiiri hoplatmak, şiiri höpürdetmek, şiiri içmek, içinde şiir pişen çorba kasesinin etrafında ekmek ufağını gezdirip şiiri sünnetlemek... Başınızda Florida kasırgasına eşdeğer nitelikte esen kavak yelleri… Hepsi gırla gidiyor. Bu konuşmalar sırasında gözlerin bir aralık derneğinizin akşamki olağan toplantısının gündem maddelerini titizlikle hazırlayan Todd’un ürkek parmaklarına takılıyor. Ürkek dediğime bakma, filmin birkaç sahne ilerisinde o ürkek parmakların, titrek dudakların nasıl da sınıf içinde şiirle şahlandığına hayret edeceksin. Hadi biraz daha spoiler vereyim sana: Keating bir türlü topluluk önünde şiir okuyamayan bu mum gibi çocuğu tahtaya kaldırıp onun avuçlarına ‘carpe diem’ çakmağını çakacak. Zavallım tutuşmanın etkisiyle de bülbül gibi şiir şakıyacak. Ahmetçim bunları duyunca anladığım kadarıyla bayağı bir heyecana kapıldın. Kimbilir belki de Todd’un yerine koymuşsundur kendini. Yoksa gözünün önüne 23 Nisan’larda, okul müsamerelerinde içine kapanıksın diye rol alamadığın günler mi geldi? Muhtemelen öyledir. Benim gözlerimde de hafiften buğulanma var.

Kültür-Sanat-Edebiyat

A

h be Ahmet! Ne diyorum biliyor musun? Son yıllarda mahkemelerdeki mecburi savunmalarından dolayı içindeki Shakespeare çoktan fırlamıştı. Fırlamıştı fırlamasına da keşke içinde büyüttüğün Schakespeare’in ta ilkokul sıralarındayken ortaya çıkmasına yardımcı olan öğretmenlerin olsaymış, ne güzel olurmuş. En azından ruhundaki örselenmeler birike birike sendeki potansiyel kotasını aşmazdı. Neyse neyse başladım gene gevezeliğe. Senin kankileri unutmayalım, filme devam.

M

üsadenle filmi azıcık ilerleteceğim çünkü filmin ekseninde senin kankilerin başlarından geçen bir ton macera var. Şaka maka arkadaşlarının her birisi, içlerinde yaşayan ve tüm hücrelerine korku alevleri püskürten ejderhalarına nanik yapmayı öyle güzel öğrenmişler ki. Bu bağlamda evvela Knox’a götüreceğim seni, yani şu bizim çiçeği burnunda aşığa. Bu yarım akıllı Knox o sarışın güzel kızla tanıştığı akşam yemeğinden yatakhanenize çoktan döndü. Garibim başından aşağı fışkırtılan aşk tazyikinden nasıl da sırılsıklam olmuş


Eylül / 2021

öyle. Siz ise o andan itibaren Knox’un içini kurutma derdine düştünüz. Zavallı Knox o gece aynı zamanda kızın belalı bir erkek arkadaşının da olduğunu öğrendiği için ileriki bütün sahnelerde doğru düzgün uyku uyuyamayacak. Sen ve arkadaşların onun bu sıkıntıdan kurtulabilmesi için bir sürü beyin fırtınası yapıyorsunuz. Ama merak etme, Knox’un bunlara ihtiyacı yok. Kendi tesellisini kendisi bulup: “Carpe Diem! Hemen şimdi, aşık olduğum kızın yanına gidicem.” diyor. Hepiniz şoktasınız, ağzınız açık bu deli oğlanı seyrediyorsunuz. Ah şu Knox! Tam bir aptal aşık. İnsanın ekranda bu çocuğu ‘pause’da tutası ve gözlerini bir an olsun ayırmadan ona bakası geliyor. Ahmetçim, biz kadınlar galiba siz erkeklerin aşk sarhoşu olup da saçmalayıp durmalarınızı izlemekten çok keyif alıyoruz. Bana öyle geliyor ki, büyük bir çoğunluğunuzda aşık olur olmaz IQ’lerinizi doksanlardan ellilere çekebilme kabiliyeti var. Eyvah! Bu kısımda baltayı taşa vurdum galiba. Ben iki gözünü kapayan maymun emojisine bürünürken, sen burnundan duman çıkarma emojisini gönderme hazırlığındasın sanırım. Dur dur çok

Ses Dergisi Sayı 19

pardon Ahmetçim, sustum. Her neyse konumuza dönelim. ‘Play’ tuşunda tekrar ilerlemeler yaptım. Şimdi de yanına kendini Nuwanda diye tanımlayan bitirim kankin geliyor. Aha şuna bak! Kıçına yediği sopaların etkisiyle, garibim bir garip yürüyor. Birkaç sahne öncesine dönecek olursan sebebini anlarsın. Bu pişmiş kelle, aşırı özgüveninden bir haltlar çevirip okuldan atılma durumuna gelmişti. Neyse iyi kötü şimdi yanınızda. “İnşallah bir daha derneğimizin faaliyetlerini sağda solda anlatmaz” diye içinden dua ediyorsundur kesin. Ama ne yalan söyleyeyim, helal olsun çocuğa salak numarasını çok iyi becerip müdürün sorgusu sırasında dernekteki arkadaşlarının hiç birini satmadı, isimlerini de vermedi. Zaten sonrasında yaşanan o büyük olayda da aynı büyüklüğünü göstermişti. Doğrusunu söylemek gerekirse Neil’den sonra sürecin en fazla mağduriyetini yaşayan o idi. Okuldan kovulmuştu ve hafızalara kazınan sıraların üzerindeki o anlamlı protestoda onun resmi yer almamıştı.

F

ilmde yine ilerledik. Şimdi de bahtsız Neil’in sahnelerine götüreceğim seni. Valla Ahmetçim;

Neil’in babasına nasıl sayarsın, nasıl söversin artık sana kalmış. Zira ben fazlasıyla o fiiliyatı gerçekleştirdim. Tüm notları “A” olan oğlunun attığı her sosyal adımdan rahatsız olan ve göz göre oğlunu ölüme gönderen bir baba. “Yahu senin oğlun zaten okul derslerinde süper. Harvard’ın kapısından içeri hayli hayli girerdi. Ulan ne zorun var bidon kafa? Bıraksaydın da oyunculuğa doğuştan yetenekli oğlun sahne tozunu sadece bir akşam değil de ömrünün sonuna kadar yutsaydı ya dangalak herif!” Böyle diyorum da iş işten geçti. Adam oğlunu okuldan, arkadaşlarından ve en önemlisi tutkusu olan oyunculuk hayallerinden bir gecede ayırdı. Bunun karşılığında Neil’den öyle bir cevap aldı ki... Gerisini anlatmaya yüreğim el vermiyor. Zaten şu an karların üzerinde Neil için döktüğünüz göz yaşları her şeyi anlatmaya hazır. Todd’u sakinleştirebilene aşk olsun. Oda arkadaşına feryat figanından dolayı karlarla birlikte kendi de eriyip tükendi.

N

eil’in şakağına kendi elleriyle silah dayadığı gecenin sahnesi, işte sizin bu karlardaki sahnenizden üç dakika önce gerçekleşmişti. O ölüm sahnesinden sonra artık bambaşka sabahlara uyanıyorsunuz. Yüreğiniz hem Neil’in acısını, hem de neredeyse ‘okul teröristi’ ilan edilmenin şokunu taşıyor. ‘Yasal olmayan bir derneğin üyesi’ olmakla suçlanıyorsunuz. Her Cuma akşamı sizi ağırlayan mağarada attığınız kahkahaların yerini artık Neil’in mezarı ve de Keating’i – birlikte şiir tokuşturduğunuz adamı – kaybetme endişesi alıyor. Welton Academy’nin gerekçesi hazır: “Keating denen

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

13


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

ucube çoluğa çocuğa kitap yırttırıyor, kendi başlarına dernek kurmalarını öğütlüyordu. Welton Academy’nin en başarılı öğrencilerinden Neil’in kanına girip sahnede soytarılık yapmasına sonra da intihar etmesine sebep oldu.” Falan filan bir sürü lüzumsuzluk işte. Baskı altındasınız, uyku uyuyamıyorsunuz. Daha on altınızda öyle bir hengameye soktular ki sizi, nefes alamıyorsunuz. Sırayla müdürün odasına çağrılıyorsunuz. Ama hayır Ahmetçim, seni sorguya göndermemem gerekiyor. Gönderirsem tanık kağıdını imzalamayacağını, etkin pişmanlıktan yararlanmayacağını çok iyi biliyorum. O şekilde yapacak olursan Nuwanda ile birlikte sen de okuldan kovulursun ve filmin en mükemmel kısımlarını kaçırırsın. Sen en iyisi mi bu kısımda uslu uslu yanımda dur, etkisiz eleman ol. Seni protesto sahnesinde tekrar sahalara salacağım. Ama şimdi söyleyeceklerimi dinle:

K

eating’in göz göre göre harcanmasının arefesinde benim gibi duygusal kitlenin şekeri, tansiyonu çoktan fırladı. Vicdanlarımız yan sanayide

14 Ses Dergisi

zımparalanıyor, ta ki dökülen ziftli talaşlarımızın sonrasında ebruli desenlerimizle baş başa kalana kadar. Dedim ya, bu değişiklikler sadece benim gibilerin vicdanları için. Welton Academy’ciler için sökmez bu numaralar. Sonuçta ‘odun gibiler’. Ama dikkatini çekeyim, bunlar kilise sütüyle bir güzel yunmuş yıkanmış, ıslak, ateşe girdiğinde yanmayan ‘tuzu kuru odun’lardır. Kiliselerinin zehirli sütünden nemalanmayan ne kadar kendilerince ‘kül olması gereken odun’ varsa hepsini de ateşe atma derdinde olurlar. Zift ziynetleriyle donattıkları vicdanları dilerse bir öğrenciyi de, bir ülkeyi de ateşe verebilir. Niteliğine uygun ânı yaşayanların harlı ateşte yanışını seyretmek onlara çok kâr getiren bir şeydir. Bir de bakmışsın ki odun ateşinde pişmiş tereyağı kokulu sıcacık ekmek olarak onların avuçlarına düşmüşsündür. Ee ne diyeyim Ahmetçim, sen alışkınsın zaten ‘naylondan teröristliğe!’ Hadi bakalım kolay gelsin, yine ilerledim ‘Play’de.

S

Kültür-Sanat-Edebiyat

ıra geldi sıraların üzerindeki o muhteşem sahneye. Filmdeki doruğa, Todd’un bu kez içinden fırlayan Gandhi’ye. Ahmet o

Gandi var ya o Gandi, sınıftaki birçok arkadaşını etkileyip sıraların üzerine çıkmalarını sağladı. Daha sözümü bile bitirmeden bakıyorum da sen de çıkmışsın. İyi gaza geliyorsun maşallah! Böyle güldüğüme bakma, ben de üzülüyorum dünyanın en lüzumsuz insanlarının en lüzumlu insanlara yaptığı zulme. Burada bana birtakım itirazlar ettiğini duyar gibiyim: “ Ne alakası var Gandhi’yle? Tamam protestoları aynı Gandhi’ninkiler gibi sessiz sakin de sonuçta kendi yaptıkları haltın cezasını çekiyorlar. Okuldan kovulmaktan korktular. Madem öyle, adamın atılmasına göz yuman tanık kağıtlarını imzalamasalardı!” diyorsun. Sakin ol Ahmet. O çocuklar adına bir çırpıda hüküm vermek doğru olmaz. Keating’i, yani örgüt elebaşını(!) yiyip yutmak adına çoluğu çocuğu korkutan, hayatlarını karartan kansızların ekmeğine yağ sürmek bize yakışmaz. Şunu bil ki herkes Ahmet Altan olamaz. Nuwanda olamaz, ‘sen’ olamaz. Açıkçası benim Todd’un çıkışına kayıtsız kalabilmem imkansızdı. O itirafı yapabildi ya “Artık ölsem de gam yemem!” diyesim geliyor. “Bay Keating, bize o kağıdı zorla


Eylül / 2021 imzalattılar!” İnanır mısın, Todd bu sözleri iradenin en başındaki adam dersteyken yani okul müdürü sınıftayken söyledi. Sen arka sıralarda olduğundan fark etmemiş olabilirsin. Ben her yeri kolaçan ettiğimden Todd’un yüz ifadesini kadrajıma daha rahat aldım. Zavallı Todd’un ve arkadaşlarının gözlerinde okuduğum pişmanlığı, kederi ömrüm boyunca herhalde unutmayacağım. Bundan sonraki sahne kapıya doğru yönelen Keating’le vedalaşma sahnesi. Ölü Ozanlar Derneği üyeleri (Cameron hariç) sıraların üzerindeler. Keating her zamanki gibi güleç. Ektiği fidanların sıraların üzerinde bir anda boy vermelerini(!) seyrediyor. Öyle görünüyor ki tanık ifadesini imzalamayı ar sayan Nuwanda’sına gönlü ne kadar yakınsa, pişmanlığın zirve yaptığı bu biricik öğrencilerine de gönlü bir o kadar yakın.

Ses Dergisi Sayı 19 armasını iğnelemişsin. Madem öyle sevgili ozanım, seni biricik şiirlerinle baş başa bırakayım. Hadi bakalım, selametle...

A

h be Ahmet! Pişmanlık insanoğluna ne de güzel yakışıyor değil mi? Koskoca hadis-i şerif var ya, “Pişmanlık tövbedir!” diye. Dolayısıyla bak şimdi gönlüm Keating oldu bağrıma basıyorum tüm Todd’ları, Knox’ları, Pitt’leri... Ama şimdi Cameron gibileri Allah’a havale etmezsem olmaz! Gammazlama şampiyonasıyla Cv’sini doldurma hayalindekileri… Filmde bu yavrucakları ‘ifade’ çukuruna sokan da zaten bu Camerondu. Ta lise çağlarındayken “‘İrade’nin kıçını yalayınca, merdiven basamaklarında onar yüzer yükselirsin.” diye bir hesap kitap yapmış bu havuçkafa! Dahiyane! Vakti zamanında dernek faaliyetlerinde gönlünce eğlendi, işine gelmeyince postayı koyuverdi. Rabbim bu posta koyucuların posta kutusu adreslerini ebediyen zihnimizden sildirsin inşallah! Çok konuştum yine, iyice yordum seni. Artık koğuşuna dönmenin vakti geldi. Bakıyorum boş dönmüyorsun, kalbinin ucuna Ölü Ozanlar Derneği’nin

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

15


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

B

HEVİN

ana tekrar şiir yazdırma Hevin

HEVİN

İmge şehirlerimi aklın depremlerinde yitirdim Ellerin uzanmasın saçlarıma, Bak sendeliyor cesaretim. Yıkılması efdal bir vadi genişliyor yanaklarımda, Aynalara her baktığımda gördüğüm sadece olay mahalli. Kusursuz ölümlerin sanığıyken kalemim, Şiirime tutunupta yeniden çiçek açmaya kalkma! Cümlelerim çorak, öznesi yitik yüklemlerimin. Hikayem mi? Kısa ve esrik... Yetim çağın serçeleri diyorum gerisini sen anla. Gözlerine takılıyor bulurken kendimi Nasıl gizlenir en korunaksız hissim Hevin? İçimde uçuşan kuşlar kesiyor sözümü sana her baktığımda. Ne çok isterdim Sükut altını biriktirmeyi Ama gel gör ki geveze bir kalp taşıyorum ben Hevin. Söz gümüşü bahşet kekemeleşmiş lisanıma, Beni nefessiz sessizliğin uçurumlarında asılı bırakma!

Bilmediğim coğrafyaların bedevisiyim ben Hevin. Bahtsız pusulalarım, güneş görmez şehirlerim... Karanlığın en asili sokaklarımın bekçisidir. Benim kavgamdır o, senin kaldırımdan topladığın çiçeklerin. Üşüyen mevsimlerimi ısıt hadi! Tüm baharlarımı saçlarına iliştirdim ben sevdiğim. Kayboldum kirpiklerinin coşkunluğunda. Ziyanı yok! Gözlerin kandilidir saklı dehlizlerimin. Çevirme bakışlarını ne olur! İyileşen anlardır bu dem. Lütfet! Yıktığım köprülerin, yaktığım gemilerin altında kaldı düşlerim. Ar et! İnsaf et! Bu aşkın sernamesini dilime ezber etmişken,

16 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19 Değmeyeni ikrar edip gönül mabedimi paramparça etmekte ne oluyor Hevin? Neden işaret parmağından vurulmuş bir şahit tutuyorsun sol yanına? Vicdan ki; savcısıdır hakkına girilmiş tüm insanca hislerin. Bak bütün önden yırtılmış gömleklerini çıkardı pazara. Vazgeçmedim yinede senden, Ben hep buradayım Tezgahının talibi her zaman benim.

Asrın tozu birikti boğazıma, masallar okuyamaz oldum çocuklarıma. Şimdilerde ise Zümrüdü kayıp kağıttan ankalar büyütüyorum düşümde. Hörgücü bomboş bir devenin sırtında geçiyor günlerim. Sen beni yine de sev ama aşikar etme Hevin! Bir apartman boşluğunun solgun penceresiyken içim, Şımarmasın mutluluğu iktisat eden yüreğim. Hevin, masum çocuklarımın topuna göz dikti kabuslarım. Hissediyorum, gitmek derdine düşmüş bir kere en haylaz yanın. Ezelden iliştirilmiş bu hasret bahtıma, Neyleyim? Gidersen tutamam, İsyanın çarmıhında çivili ellerim. Aklım, peygamberin yakılacağı meydan karmaşasında. Bir kuşun gagasına emanet dinginliğim, Teslimiyetim yarım. Omuzlarımda vicdanın ağrısı var, Üstünde annelerini yitirmiş bebekler, yasaklanan ana diller, Yakılan kitaplar, İnsanı yutan nehirler, Kızlarını büyütememiş babalar var Hepsinin içinde seni hayal etmişliğim, Seninle insanlığı zirvesinden izlediğim bir mağaramız var. Hayali bırak, iyi haber almışlar uğramayacak sana deme sakın Beklerim Beklerim Beklerim Yüzün mucizeler sandığı, gülüşün o sandığın anahtarıdır. Bunu ben biliyorum ya Sen bilmesende olur Hevin...

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

17


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

Bir Kitap Bir Fikir

MECİT ÖZDEMİR

KARANLIKTA BİR NEHİR

KİTAP ANALİZ

Karanlıkta Bir Nehir… Karanlık bir gecede, karanlık bir nehirde aradığı aydınlık bir geleceğe kavuşmak umuduyla kulaç atan adamın hikâyesini; hayatta kalma, yaşama tutunma mücadelesini resmediyordu. Başlığın altında “Kuzey Kore’den bir kaçış öyküsü” yazıyordu. Kuzey Kore, nehir ve kaçış…

18 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

“Rafta okuyucusunu bekleyen üç kitap, keşfedilmeyi bekleyen üç hazine vardı. Heyecanla ilk kitabı elime aldım. “Karanlıkta Bir Nehir” adını taşıyordu. Coşkun bir nehri karanlıkta geçmeye çalışan bir adamın resmi kapağını süslüyordu. Karanlıkta bir nehri geçmek için kulaç atan adamın hikayesiydi.”

B

ir cuma akşamı büyük oğlum kütüphaneden yeni kitaplar aldığını söylediğinde karşı konulmaz bir duyguyla oturduğumuz mutfaktan kalkarak kitaplara bakmaya gittim. Yeni kitaplar bende her zaman heyecan uyandırır. Ayrıca görmeden söndüremeyeceğim bir meraka da mucip olur. Neyse uzatmayayım doğru kitapların bulunduğu dolaba doğru yola çıktım. Üç kitap bir rafta okuyucusunu bekliyordu. Aldığı kitaplar bazen yalnızca kendisini bağlasa da çoğu zaman kardeşlerini de heyecanlandırıyor, onlar da bazılarını ilgiyle okuyorlardı. Hayatta sevdiğim şeylerden biridir okumak ve yeni kitaplar meçhule açılan bir gemi olarak her zaman bende ilgi uyandırır, heyecan meydana getirir. Yazarı, konusu, anlatım tarzı hele de yaşanmış hayat hikayesi olması merakımı çeker. Konusunu yaşamdan almayan kurgu eserler benim için kuru ekmek gibi yahut tuzsuz yemek gibidir. Yenmesi zordur. Muhteviyatını anlayınca elimden kendiliğinden düşer. Rafta okuyucusunu bekleyen üç kitap, keşfedilmeyi bekleyen üç hazine vardı. Heyecanla ilk kitabı elime aldım. “Karanlıkta Bir Nehir” adını taşıyordu. Coşkun bir nehri karanlıkta geçmeye çalışan bir adamın resmi kapağını süslüyordu. Karanlıkta bir nehri geçmek için kulaç atan adamın hikayesiydi. Bu hikaye beni yaşadığımız zamana döndürdü birden. Meriç’in azgın sularına yahut Ege’nin sahillerine ulaşıp da karşı kıyıda yeni bir hayat arayanların, umuda sarılanların hikayesini hatırlattı. Bir de kaçılan ülke Kuzey Kore olunca… Yeni bir hayata kulaç atan yazarın hikayesiyle ülkemin sularından karşı sahillerde umut arayanların, yalnız onların değil akşamları haberlerde acı hikayelerini daha doğrusu acı sonlarını öğrendiğimiz göçmenlerin, namı diğer mültecilerin; kendi yurdunda aradığı yaşamı bulamayan, karşı sahillerde, başka diyarlarda hayatı, huzuru arayanların hikayesi canlandı zihnimde…

Karanlıkta Bir Nehir… Karanlık bir gecede, karanlık bir nehirde aradığı aydınlık bir geleceğe kavuşmak umuduyla kulaç atan adamın hikâyesini; hayatta kalma, yaşama tutunma mücadelesini resmediyordu. Başlığın altında “Kuzey Kore’den bir kaçış öyküsü” yazıyordu. Kuzey Kore, nehir ve kaçış… Karanlıktan aydınlığa kaçış… Yaşadığı cehennemden kurtulmak, acılarını dindirmek adına, sönen umutlarına can verme adına, bildiği dünyadan bilmediği dünyalara kaçışın hikâyesi… Ölüm ile yaşam arasında gidip gelenlerin hikâyesi… Yazarı aşina olmadığım bir isim. Alışık olmadığımız dünyadan. Bizim Tanzimat’tan beri yelken açtığımız, aşina olduğumuz dünya batıda, Avrupa’daydı. Avrupa edebiyatının ve yazarlarının aşinasıydık. Biraz da Rus edebiyatının... Fakat bu alışık olmadığımız, ilgi duymadığımız dahası kaçtığımız dünyaya aitti. Doğuya aitti. O yüzden yazarı da tanıdık değildi benim zihnimde ve edebiyat dünyam içinde. Bu nedenle yazarından çok adı ve konusu çekti, bağladı beni kendine. Diğer iki kitaba da kısa bir göz gezdirdikten sonra “bunu okumalıyım” dedim. Sonra da kitapları aldığım gibi rafa geri bıraktım. Hiçbir şey olmamış gibi, bir işimi halletmiş de geri dönmüş gibi mutfağa geri döndüm. Lakin aklım kitapta, zihnim kitabın hikâyesinde ve bu hikâyenin bende canlandırdığı acılarda, yaşadığı topraklarda hayat hakkı bulamayanların kaçış öykülerinde kalmıştı. Ülkem yaşadığı topraklarda yaşam umudunu yitirenlerin yeni bir yaşam umuduyla çıktıkları göç yolu üzerindeydi. Doğu ile batı arasında uzanan bir köprü durumundaydı. Doğunun karanlığından batının aydınlığına ulaşmak yolunda bir uğrak yeriydi. Bir atlama taşıydı… Afganistan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Iraktan, Suriye’den doğup büyüdüğü topraklardan, nice hatıralarını biriktirdiği topraklardan, anayurtlarından, ata diyarlarından, her şeylerini, sevdiklerini, eşlerini, çocuklarını, anne babalarını, sahip oldukları mal ve mülklerini geride bırakarak yahut bütün bir geçmişi acıları ve sevinçleriyle omuzlayarak yola düşenlerin, yolun nereye varacağının,

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

19


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 yolculuğun nelere mal olacağının bilinmezliği içinde yola düşenlerin, bu yolculukta hayatı arayanların bir uğrak yeri, bir mola yeriydi. Bazıları bu yolculukta yorgun düşüp göç indirir, aradığı hayatı ülkemizde kurmaya çalışırken kimileri de daha iyi bir yaşam için bir an evvel köprüden geçip Avrupa’ya, hayallerindeki cennete ulaşmak için yola devam ederlerdi. u öyle vizeyle, pasaportla çıkılan, uçakla, trenle gidilen yasal bir yolculuk, turistik bir gezi ya da bir iş seyahati değildi. Aksine bu yasa dışı bir göç hikâyesi; daha doğrusu kaçış hikâyesiydi. Azgın nehirlerden geçerek, sarp geçitlerden, aşılmaz dağlardan aşarak kimi zaman yollarda kalarak, yolun zorluklarına pes ederek sahip olduklarının, sevdiklerinin bir kısmını yollarda bırakarak göç edenlerin hikâyesi… Bu yolculukta vizenin, pasaportun bir hükmü yok… Uçaklar, trenler, otobüsler yok… Varsa yoksa ayaklar… Onlar da günler, haftalar, aylar süren yolculuğa ne kadar dayanabilirse… Yürümekten yorgun ve bitkin düşmüş bedeni ne kadar, nereye kadar taşıyabilirse… Kiminin karlı dağları aşarken biter göç yolculuğu, baharda eriyen karların altından çıkar donmuş bedeni. Kiminin Ege’nin, Akdeniz’in dalgalarına yenik düşen cansız bedeni vurur sahillerimize, Aylan bebek gibi. Haber olur birkaç gün televizyon ve gazetelere insanlığımızı yüzümüze vururcasına, vicdanlarımıza seslenircesine. Lakin unutulur gider birkaç güne. Kiminin de Meriç’in sularında biter göç yolculuğu daha başlamadan. Ve birilerini mutlu eder bu olay. İnsanlığını unutmuş, vicdanını kaybetmiş biri Meriç’in dalgalarında can veren, yeni bir hayata açılmışken hayatı sona eren iki küçük beden üzerinden hüküm keser, “yaşasaydılar terörist olacaklardı” diyerek. Bir de kaçakçılar, kaçak yollardan, kaçak usullerde göçmen taşıyanlar vardır. Onları hayallerindeki ülkeye götüreceği vadiyle dolandıranlar

B

20 Ses Dergisi

soyanlar vardır. Göçmenleri gitmek istedikleri ülkeye şehre değil de başka şehirlere, ülkelere götürenler yahut yolda bırakıp kaçanlar vardır. Kamyon kasalarının içinde cansız bir eşya gibi yığılan ve havasızlıktan can veren yahut küçük teknelere, kalitesiz botlara bindirilip denizin ortasında bırakılan, dalgalara yenik düşen göçmenler… öç hikâyesi, uzun göç yolculuğu acılarla, dramlarla dolu. Kimi bu yolculukta yolarda takılıp kalır kimi de nihayet yolun sonuna erişir. Yolun sonuna gelenler için ise her zaman tozpembe değildir hayat. Kimi aradığı cennetine kavuşur, kimi ise yeni bir cehenneme düşer. Düştüğü cehennemin kaçtığı cehennemden daha yakıcı olduğunu anlayınca geldiği yeri özler, oraya dönmeyi, orada olmayı arzular. Göç yolculuğu bu. Nerde nasıl son bulacağı belli olmayan bir yolculuk. Bir umutla çıkılan bu yolculukta kiminin hayatı söner kiminin de yeni bir hayat açılır önünde. Kiminde kışa döner bu yolculuk kiminde bahara… Kimine ölüm getirir kimine hayat… Lakin hiç biri ölmek için çıkmaz bu yolculuğa, hiç biri nasıl biteceğini bilmez bu yolculuğun. Ama yine de çıkar. Yaşamak için çıkar, daha iyi bir yaşam için çıkar. Kimi aradığını bulur kimi de yolda helak olur… Zihnimde cevaplayamadığım, aslında cevabını bildiğim bir soru… İnsan sonu meçhul olan, bin bir meşakkatle dolu olan bu yolculuğa neden çıkar? Neden böylesi bir serüvene atılır? Bildiği, tanıdığı topraklardan bilinmezliğe, bilmediği tanımadığı insanların diyarına doğru yola koyulur? Aslında cevabı zor olduğu kadar da kolay bu sorunun. Kimse doğup büyüdüğü, üzerinde yükseldiği topraklarda yaşama umudunu yitirmeden bir umut diyerek ne getireceği bilinmeyen bu karanlık ve zorlu yolculuğa çıkmaz. Kurduğu düzeni bozmaz, sevdiklerini arkada bırakıp gitmez! Yaşadığı topraklar yaşanmaz hale gelmişse, yaşadığı dünyada yaşama umudunu ve imkânını

G

Kültür-Sanat-Edebiyat

yitirmişse, güneşin battığını, karanlığın giderek koyulaştığını görmüşse, güneşin doğduğu ve aydınlık olduğu başka diyarların var olduğunu bilirse, ışığa koşan kelebekler gibi sonu ölümle bitecek de olsa bir umut deyip çıkar yola. Aydınlığa kavuşmak umuduyla… Gecenin karanlığından kurtulmak umuduyla… oğmak elimizde değil. Doğmayı istemek ya da istememek gibi bir tercih hakkımız yok. Nerde doğduğumuz hususunda da bir etkimiz yok. Lakin nerede, nasıl yaşayacağımız hususunda bir tercih hakkımız, irademiz var. Beğenmediğimiz, yaşamak istemediğimiz, mutlu olmadığımız, huzur bulmadığımız topraklarda yaşamak zorunda değiliz. Allah’ın arzı geniş... Ve o arzın içinde yaşamın her çeşidine ait imkânlar var. Arzu eder ve çaba harcarsak bizi mutlu kılacak, huzura erdirecek bir yerde yaşamayı başarabiliriz.

D


D

ESRA AYDAN

S E P TA L YA N K I

Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

üşününce seni Şehirler büyür içimde Gürleşir ellerim saf uykuda Hiroşima ya bomba düşmemiş İstanbul altı tepe Ortadoğu’nun Nazlı gelini Bağdat Mostar altın zambaklı kadın eli Igomenitsa çakır gözlü babası kuşların Henüz çiğnenmemiş saç teli Kabil

Dünya!

Gözleri kahve çekirdekli dev Ama sen en çok Masal içmiş Taşralı kanatsız kuşları sev Ölüm gösterişli bir uyku Övüncün doğurduğu Yâr! Adın tedavülden kaldırılmış Eski bir sözdür Koynunda hırçın denizlerin son bulduğu... Gümrah bedende Yusuf’tun İyonlarımda gülüşün ezber Bende az kalmıştın Özleyerek çoğalttım Çünkü yokluğun Müptezel bir ağrıya benzer Ben yeryüzüyüm Derinde senfonik volkanlarım Çaylak yıldız tozuyum İki boynuz ucunda İniltili sular gibi Çekilirken yer altına Ruhum sinmiş sesine Peşinde septal bir yankıyla

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

21


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

Yasin Toksoy

HİKAYE

MEZARLIK Ben işte bu gece bunu yapıyorum. Beni ben yapan kitaplarımı gömüyorum. Tıpkı bundan seksen yıl önce dedemin yaptığı, kırk yıl öncede babamın yaptığı gibi. Onların bulamadığı, benim ise bir daha ne zaman onları bulabileceğime dair bir fikrimin olmadığı dostlarımı. Hissiyatım, aynı kaderi yaşayan üçüncü nesil olmamın burukluğunun hiç geçmeyeceğini söylüyor.

22 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

H

âlihazırda doldurmaya çalıştığım bu çukurları, geçtiğimiz ilkbaharda ceviz fidanları dikmek için kazdırmıştık. Dikeceğimiz fidanlar toprağa daha iyi kök salsın, daha iyi yetişsin diye de kepçe getirtip biraz derin çukurlar açtırmıştık. Ne var ki, kimi çukurlarda iş istediğimiz gibi gitmemiş, kazdırdığımız yerlerden çok fazla taş çıkmıştı. Bu da o çukurların fidan dikimi için uygun olmadığı anlamına geliyordu. Biz de boşuna emek sarf etmeyelim diye başka yerlerde çukurlar açtırmış, fidanlarımızı oralara dikmiştik. Bereket versin yeteri kadar yerimiz mevcuttu. Tüm fidanları dikebilecek kadar sorunsuz çukur açtırabilmiştik. Yıllardır kurak ve kıraç olan bu toprağa fidanlar dikebilmek, o fidanlara su verebilmek için canımızı dişimize takmıştık. Kardeşlerimle birlikte, üç kuruş memur maaşından artırabildiğimizi buraya gömüyorduk. Olsun varsın. Şu fani dünyada güzel bir iz bırakmaktan daha iyi ne olabilir ki? Bu saadet bize yeterde artar bile. Bahçede çalışmak, fidanlara bakmak, onları sulamak, bana öylesine büyük bir haz verirdi ki anlatamam. Bu bahçe benim için, gece sabahlara kadar çalışıp, dünyanın bir sürü kötülüklerine karakolda şahit olduktan sonra, kendi dünyama çekilmem demekti. Sabah erken saatte işten

Ses Dergisi Sayı 19 çıkıp eve geldikten sonra birkaç saat uyur, uyandıktan sonra da arabama binip kendimi bahçeye atardım. Burada, yıllardır kaybettiğim huzuru bulmuştum. Geceleri başımı yastığıma koyduğumda, sancısını duyduğum onlarca mağdur insanın uykularımı bölmesine, şu bahçedeki bir parça huzur mani oluyordu. Öyle olmasa, gündüzlerim de, gecelerim de artık bana haram demekti. Aralarında yaşadığım ve her gün onlarcası ile muhatap olduğum; istismar edilen çocuklar, ırzına tasaddi edilen genç kızlar, eşinden insanlık dışı muamele gören biçare kadınlar, sokağa atılan ve madde bağımlısı olan küçük çocuklar, suçlananlar, suça sürüklenenler, pezevenkler, katiller, kaçakçılar, kumarbazlar vs. tarafından örselenen ruhumu bu küçük fidanlar bir parça okşuyordu. Fakat şu dakikada, bana azap veren, kalbimi çatlatırcasına sıkan bir başka yerde daha önce huzur solukladığım bu bahçeydi. Tüm bedenim ve ruhumla azap çekiyordum. Bu çukurlar birer mezar ve bu bahçede bir mezarlıktı. Ben ise kendi ruhumu gömüyordum şu anda. Bu düşüncelerden sıyrılıp çalışmaya devam edeceğim esnada, gözlerim dolunayın ışığıyla aydınlanmış olan karşıdaki yamaca takıldı. O yamacın arkasında gördüğüm şey, bir maziydi. Gözlerimde perde perde oynayan, gözlerimi yaşlarla dolduran talihsiz bir mazi. Orada ilk gördüğüm kişi ise dedemdi. Yavaş yavaş perde aralandı. Az sonra ise perde tamamen açıldı ve işimi bırakıp perdenin arkasına doğru yürüyerek maziye daldım. Hava ben yürüdükçe aydınlandı, vakit ikindi vaktine döndü. Karşıdan beni elimde kazma kürekle gören dedem bana seslendi. -Oğulcuğum! Kazmanı ve küreğini de al gel. -Geliyorum dedeciğim. Küreğimi sol omzuma, kazmayı ise sağ elime alarak dedemin ardına düştüm. Dedem, tepenin yamacında bulunan çeşmeye doğru yürümeye

başladı. Biraz sonra çeşmeye doğru dikine inen patikadan saparak, yamaçta duran koca koca kayaların etraflarında dolaşmaya başladı. Ara sıra duruyor, arkasına bakıyor, göz ucuyla başka kayaları kesiyor. Sonra bir diğerinin yanına gidiyor ve bu defa öteki kayalara doğru bakıyordu. Kah bir kayanın hizasına gelip ötekine doğru dönüyor, kah bir başka kayanın yanına giderek yönünü başka tarafa dönüp bir nokta belirlemeye çalışıyordu. Kararsızlığı uzaktan bakıldığında dahi belli oluyordu. Birkaç git gelden sonra hareketleri hızlandı. Belli ki heyecanı artıyordu. Nihayet bu heyecanı, karasızlığını yenmesine yardımcı oldu ve bana doğru döndü. Yanında duran yaklaşık bir adam boyunda, eni ise üç kulaç genişliğinde olan bir kayanın dibini göstererek heyecan ve neşe içinde: -Burası, dedi. İşte burası, burayı kazacağız! Küreğimi yere bıraktım ve kazmayı iki elimle tutarak kazmaya başladım. Ben kazmayı vurdukça ve çukurlaşan yerden çıkan toprağı dışarı attıkça, dedemin meraklı ve heyecanlı hali artmaya devam ediyordu. Burada her ne varsa, beli ki dedem için çok kıymetliydi. Ayrıca bu kıymetli olan şey, her ne ise onu benimle birlikte gün yüzüne çıkarmak istemiş olması da benim için ayrı bir mutluluktu. -Şurayı biraz daha genişlet. Aman, kazmayı vururken dikkat et kayaya gelmesin. Kazma seker bir yerine bir şey olur. Acelemiz yok. Böyle diye diye bana yaklaşık yarım metre kazdırdı dedem. Fakat bir süre sonra umudunu kesmiş olacak ki durmamı işaret etti. Ben durup nefeslenirken O: -Demek ki burası değil. Daha fazla kazma. Dur ben bir daha bakayım şu tarafa, dedi. Durmuş olmaktan dolayı memnundum. Ancak boşa kazmış olduğumu anlamak canımı epeyce sıkmıştı. Sonra üzerine bir daha kazılacak yer bakmaya başlamıştı. Ya yeni göstereceği yerde de bir şey yoksa? Ne diye boşa kazacaktım

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

23


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 ki? Ama bunu ona söyleyemezdim. İki kazma fazladan vuracağım diye hatrını kıramazdım dedemin. Mecburen bana nereyi gösterirse göstersin orayı kazacaktım. Nitekim öyle de oldu. Nereyi gösterdiyse, bir sözünü ikiletmeden kazdım. gün akşama kadar bana birçok kayanın dibini kazdırdı. Derken, çok yorulduğumu anlayınca, ümitsizlik ve bedbinlik içinde bana yeniden seslendi: -Gidelim. Bugünlük yeter bu kadar. Sonra tekrar bakarız. Elimiz boş olarak, dedem önde ben arkasında, yürüyerek geldiğimiz

bu düşüncelerimden babamın sesi uyandırdı: -Oğlum, garajdan kazmayı küreği al gel! Dedeme bir şey sormamıştım ama bu defa babama şaka yollu sordum: -Hayırdır, dedem define işini sana mı devretti? -Hayır. Bu defa dedenin definesini değil, benim definemi arayacağız. -İyi madem. Onun definesini bulamadık, bari seninkini bulalım. Hemen kazma ve küreğimi garajdan alıp geldim. Babamla birlikte, önceki gün dedemle kazı yaptığımız yamaca doğru yürüdük ve patikadan aşağı

daha muhtemeldi. Ayrıca, kayanın yağmurdan sonra yumuşayan toprak üzerinde zamanla yerinden hareket etmiş olması, sonra da o kıymetlinin üzerini tamamen kapatmış olması pekâlâ mümkündü. Fakat şu an görünen durum benim açımdan daha da iyimserdi. Çünkü babam çabucak yer tespiti yapabilmişti. Bu da gömüyü bulmayı daha mümkün kılıyordu. Kazmayı hırsla vurmaya devam ettim. Uzun bir süre kazdım. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki, her vurduğum kazmada karşıma çıkacak olan şeyi görüyor gibiydim. Bir harita, bir küp, bir heykel, ya da herhangi bir

yöndeki patikaya girdik ve yamaçtan yukarıda olan evin istikametine doğru yürüyerek eve geldik. Dedemin epeyce canı sıkılmıştı. Aradığını bulamamış olmanın can sıkıntısı bir yana, birde beni boşu boşuna yorduğu düşüncesini taşıyordu belki de, bilmiyorum. O ne aradığımızı söylemedi, ben de sormadım zaten. Ertesi gün sakin geçti. Dedem beni bir daha çağırmadı. Karşılaştığımızda da önceki günkü kazıdan hiç bahsetmedi. Ben ise dün olanları unutmuş olabileceğini düşündüm. Çünkü köyde bir sürü iş vardı. Koyunlar, kuzular, inekler, buzağılar, buğday harmanı, biçilecek ot vs. “Bu kadar işin arasında unutmuştur kesin” dedim kendi kendime. Beni

doğru indik. Yürürken aklıma bir çok şey geldi fakat hiçbiri içinde olduğumuz durumu açıklamaya yetmiyordu. Babamın bana seslenmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Biraz önce kafamı önüme eğmiş zihnimdeki düşüncelerle boğuşurken, babam kazacağımız yeri bulmuştu galiba. “Şurayı kazacağız” diyerek daha önce dedemle dibini kazmadığımız kayalardan birini gösterdi. Kazmayı alıp toprağa vurmaya başladım. Dün bulamadığımız her ne ise bugün onu bulmaya kararlıydım. Bu kararlılığımda babamın yaşı etkiliydi. Dedem yaşlı olduğundan dolayı her ne gömdüyse onun yerini unutmuş olması babama göre

mücevher olabilirdi ilk karşılaşacağım nesne. Fakat ne kadar gayret edersem edeyim bir türlü ona ulaşamıyordum. O kaya senin bu kaya benim akşama kadar kazdım durdum. Heyhat aradığımız şeyi hiçbir kayanın dibinde bulamadık. edeme yar olmayan babama da yar olmadı. Kim bilir belki babama yar olmayan bana da yar olmayacaktı. Nesiller boyu devam eden talihsizliğin son talibi belki de bendim. Babam ve dedemden kalan bu hayal kırıklığını içime hapsederek geriye doğru döndüm. Bu esnada hava tekrar iyice karardı. Daha önce önümde aralanan perde tekrar yavaş yavaş kapanırken, ben yamacın bu tarafında ilk olduğum

O

24 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

D


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

-Oğlum, garajdan kazmayı küreği al gel. Dedeme bir şey sormamıştım ama bu defa babama şaka yollu sordum. -Hayırdır, dedem define işini sana mı devretti? yerdeydim. Zifiri karanlığımda elimde küreğim önümdeki çukura bakıyordum. Yamaçtan esen serin rüzgâr terimi soğutmaya, hafiften çarpmaya da başladı. Çalışmaya devam etmem lazım. Çünkü çok fazla zamanım yok. Vakit gecenin bir yarısı ve bu saatte sessizliği bölen tek şey benim çalışmam. Kazma darbeleri zaman zaman taşlara denk geliyor ve düz ovaya doğru adeta içimde kopan çığlığın sesi gibi bir yankı yayılıyor. Bu ses öyle bir haykırış, öyle bir vaveyla gibi geliyor ki bana, o an beni ele vereceğini bile düşünüyorum. Endişem neredeyse cesaretime yetişmek üzere. Zamanla dolan çukurları ihtiyacımı görmesi için yeteri kadar derinleştirebildim nihayet. Şimdi gidip karton kolileri getirmeliyim. İşin en zor kısmı bu. Arabaya giderken ayaklarımı sürüyorum. Ayaklarım geri geri gidiyor. Kimselerin bilemeyeceği büyük hayal kırıklığı içindeyim. Gözlerim nemlendi yine. Fakat, “Ağlayacak vakit değil!” diyorum kendi kendime. Tutuyorum gözyaşlarımı. İlk fırsatını bulduğum yerde saatlerce dökecek kadar gözyaşı biriktirdim. Bu gecekileri de üzerine ekliyorum. İşim bittikten sonra bir ömür boyu tutacak bir yasım ve utancım olacak. Yaşadığım bu gece, ömrüm boyunca ne zaman aklıma gelse, çokça utanacak, bilmem ne kadar da ağlayacağım. Kolileri çukurların başına doğru taşımaya başladım. O kadar da ağır değiller. Fakat üzerime yaptıkları baskı yüzlerce kilo ağırlığa denk. Kelime haznemde bu azabı ifade edecek sözcük yok maalesef. Açtığım

çukurlara kolileri, bir bebek ölüsü gibi usulca yerleştiriyorum. En yumuşak ve narin hareketlerle yapmama rağmen sanki canlarını acıtıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa onların acıyan bir yanı yok. Sadece benim canım acıyor. Yıllarca uğraşarak, her bir parçasını santim santim oluşturduğu, ilmek ilmek dokuduğu benliğini, bir gece yarısı toprağa gömmek, bir insan için ne zor şeymiş. Ben işte bu gece bunu yapıyorum. Beni ben yapan kitaplarımı gömüyorum. Tıpkı bundan seksen yıl önce dedemin yaptığı, kırk yıl öncede babamın yaptığı gibi. Onların bulamadığı, benim ise bir daha ne zaman onları bulabileceğime dair bir fikrimin olmadığı dostlarımı. Hissiyatım, aynı kaderi yaşayan üçüncü nesil olmamın burukluğunun hiç geçmeyeceğini söylüyor. Bir karar vermeliyim. Kendimi, kimliğimi, benliğimi, varlığımı kimseye harcatmamak için bir karar vermeliyim. Tam üç nesildir ailece yaşadığımız bu talihsizliği, çocuklarımın yaşamaması için, Bu kısır döngüye bir son vermeliyim diyorum kendi kendime. Bu düşünce parmak uçlarımdan saçlarıma, oradan hücrelerime kadar uzanıp tüm benliğimi sarıyor. O an tek bir ışık görüyorum. Bu ışık beni çağırıyor. Gel, diyor. Bu topraklar, kalanlara fayda sağlamadı sana da sağlamayacak. Öte yandan, toprağa gömdüğüm benliğimin mimarları ses veriyorlar hep bir ağızdan. “Git artık, durma daha fazla. Sana kimsenin ihtiyacı yok. Bizi merak etme. Bir fidanda boy verir nefes oluruz dünyaya. Sen artık git. Bu

senin suçun değil!” Sesler kulaklarımı sağır ediyor gecenin karanlığında. Ele geçiriyor ruhumu. Karıncalar tarafından istilaya uğramış ölü bir beden gibi karıncalanıyor vücudum. Yankılanıyor her yerde o ses. Git, git, git git,git git… Tek çarem gitmek. Buradan gideceğim. Evet, gideceğim. Hem de en kısa zamanda. Bu hadiselerin diliyle, lanetlendiği apaçık ortada olan, fikir, insan ve düşlerin mezarlığı olan coğrafyayı terk edeceğim. Hem gitmesem ne olacak? Bu toprağa ne zaman bir kazma vuracak olsam, kitapların başını kaldırıp bana utançla bakmasından başka elime ne geçecek? Gitmeliyim. Gideceğim. Beni çağıran ışığa, beni uğurlayan aydınlığa uyacağım. Bu karanlığı terk edeceğim.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

25


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

GÖLGESİ YOK ATEŞİN

B

Aslıhan Uğur

ir sevdadır umut etmek! Sevdim ve yandım. Kanatlarıma ateşler takıp devam ettim yoluma. Sonra bir ara kapandı gözlerim, yorgun düştüm uzandım bir gölge boyu. Evet! Belki bir zaman yok saydım onu. Gizledim hissimin bile görmediği en kuytu köşeme. Aylarca hesap etmeden attığım adımlarım öylesine gezindi yollarda. Mayınlı yollarda ara verdim, ölmedim. Korudu beni belki de bir melek. Tüm uzvumla irkildim neden sonra?

İçimde dönüp duran o nidaya kulak verdi gönlüm. Hz. İsa’dan uzanan nida; “İnsan sadece ekmekle doymaz, hakikatli bir söz de gıdadır.’’ Açıldı gözlerim, uyandı yeniden o hakikate. İşte capcanlı karşımda, sol yanımda yanan ateş... Rengi, kokusu, sıcaklığı, üstünde buğusu ile “sıcak bir ekmek” gibi taptaze duruyor hala . O, direnişin ayak sesleri . O, içimde gümbür gümbür bir şölen gibi bana rağmen ayaklanmış umudum. Hayır! Susmalıydı . Vazgeçiş öyküleri yazıldı bir süre fütursuzca zihnimde. Ama nafile... Artık kapatsam da gözlerimi tutuştu direnişin meşalesi. Ses oldu, çığlık oldu, yankı buldu ve açıldı gözlerim umuda yeniden. Belki de direniş bir “su nilüferi’’ gibi köklerine sımsıkı tutunup, bilmem kaç zamana meydan okumaktı. Direnişim gölgesiz yandı, bilinmedi bu yüzden kaç zaman. Sonra su yürüdü köklerime. İşte şimdi yeni şeyler söylemek zamanı. Yine yeniden... ‘’Elbet bir gün kavuşacağız, bu böyle yarım kalmayacak’’ Bu umut bu sevdayla taçlanacak elbet...

26 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

N

Ses Dergisi Sayı 19

asılsın diyorsun bana

Nasılsın Diyorsun Bana

Zeynep Gür

Düşün ki Oyun parkları çocuksuz Kalpler aşksız Denizler tuzsuz Düşün ki Bulutlar susuz İnsanlar merhametsiz Çocuk umutsuz Yaşlı hatırasız

Nasılsın diyorsun bana İşte aynen böyleyim Kolu kırılmış bir çocuk gibiyim Oynamak istiyorum Oynasam canım acıyor Otursam içim Kanadı kırık ülkemde Ağaçlar , kuşlar, otlar yanıyor Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı gibiyim İçimde ahlar büyüdükçe Boğuluyor ülkemde Yangın(ım)dan habersiz canlar Üşüyorum Ve biraz da alıştım galiba Yıldızlarda kaydırıyorum ümitlerimi Bilinmez bir kara deliğe Arada bir domates, biber salatalık yeşeriyor Yüreğimin çorak topraklarında Onların da ömrü kısa Tuzlu yağmurlarda ölüyorlar Aslında ahlarım da beş para etmiyor Buğulanan cama yazıyorum sanki dileklerimi Biraz sonra kuruyup gidiyor sessiz sedasız Sanki orada hiç olmamış gibi Mutfağımda bardak kırılıyor Camlar ruhumu kanatıyor Soğan doğruyorum bazen Tuzlu bir havuz kuruyorum yüreğimin tam orta yerinde Bazen anılarımı yüzdürüyorum Bazen seninle kavuşma anlarını Bazen günahlarımı

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

27


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

Bir Fikir

YENİDEN BAŞLAYALIM…

DENEME

SEYFULLAH SACİT

Hamlet veya Odesa destanı… Hayalleri direnme gücü olmuşların eserleri. Varsın kişilikleri olmasın kabulüm. Geriye bıraktıkları eserler kalsın yeter derdindeyim. Çünkü hayallerini gelecekte gerçeklikle birleştirmiş yazarlar bütünü bunlar. Direncin simgesi… Ümidin farklı bir perspektiften görüntülenen hali…

28 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


H Eylül / 2021

e r

gerçeğin sonu hayal değil midir?” der Hüseyin Rahmi Gülpınar Şıpsevdi romanında… Dinlenilen her şarkı, duyulan tüm sesler… Görüntüler kuşağında gözlerimize değen veya değmeyen her bir resim, fotoğraf… Hareketli veya hareketsiz her olgu… Tüm duyu organlarımızla hissedip gerçekliğine inandığımız her şey… Sonu bir hayalmiş diyeceğimiz bir hayata mı ait? Gerçeklik algımız her yeni günde kendisini geçmişin tozlu raflarına bırakırken, hayal âleminin genişliğine vurduğumuz dem ile hayata tutunuyoruz belki de. Her gerçekliğin fani duruşu karşısında tahayyüllerin geleceğin gerçekliğini oluşturma gücü olduğuna inandığımızdan belki de bunca çabamız. Ya da yaşama direncimizi daha da kuvvetlendiren şey… Hayaller… Hayallerini kaybetmiş insan, direncini kaybetmeye mahkûmdur. En olunmaz durumlarda dahi bizleri ayakta tutan şey değil mi hayallerimiz. Mahkûmiyetin en zorunda yaşayan insanlık –ki bunun farkında olan çok az kişi var- … Zamanın mahkûmiyeti… Tahayyüller, bu mahkûmiyetten insanı kurtaran bir ırmak teknesi. Binemediğimiz her zaman diliminde gerçeklik diye önümüze serilen her fani olgunun hayalini görüp geçeriz üzerinden. Bindiğimizde ise gerçekliği oluşturma gücüne kavuşuruz. Geçmişte yaşamış birçok simanın günümüzde görülmemesi Hüseyin

Ses Dergisi Sayı 19

Rahmi beyi haklı gibi gösterse de yaşamlarından geriye eserleri kalmış ve hatta çoğunun yaşadığı ve öyle bir karakterin olup olmadığının tartışıldığı dünyada hayallerin dünyayı nasıl şekillendirdiğini görürüz. Shakespeare, Homeros vs. yaşadıkları veya gerçekten bir kişilik olarak var oldukları tartışma konusu. Lakin eserleri… Yeni bir dünyanın oluşmasında ön ayak olmuş eserleri… Hüseyin Rahmi beye göre bitmiş bir hayat… Belki de hayalden ibaret… Ama bence ırmaktaki tekneye kendini atmış zamanın içinde dolaşan bir hayalperest hepsi… amlet veya Odesa destanı… Hayalleri direnme gücü olmuşların eserleri. Varsın kişilikleri olmasın kabulüm. Geriye bıraktıkları eserler kalsın yeter derdindeyim. Çünkü hayallerini gelecekte gerçeklikle birleştirmiş yazarlar bütünü bunlar. Direncin simgesi… Ümidin farklı bir perspektiften görüntülenen hali… Hüseyin Rahmi gibi “Her gerçeğin sonu hayal değil midir?” cümlesiyle girmek yerine, “her hayalin sonu gerçeğe varmaz mı?” sorusu ile girdik yeni güne bizler. Bu yüzden yeryüzü aşkın yüzü olacak diye şiirler yazdı şairlerimiz. Belki de bu yüzden hayallerimizle güzelleştirdik biz dünyamızı… Direnmek hayallerde başlıyordu ve biz hayaller kurduk gelecekle ilgili. Belki göremeyiz olup biteni. Belki bizlerin üzerinden de böyle biri vardı yoktu diye tartışmalar yürütür geleceğin nesli. Bilemeyiz… Lakin her hayalin bir ürünü olarak kâğıtlara düşülen ümit kelimeleri taşır bizleri geleceğe… Belki geleceği oluşturan bu kez bizim hayallerimiz olur kim bilir… aman geçse de her doğan yeni günde yeniden başlarız biz. Başımızdan geçen her ne olursa olsun gerçeğin sonunun hayalinden çok, hayalin sonundaki gerçekliğe meftun olarak sabahlarız geceleri. Her yeni günde bir kez daha doğarız. Bir kere

daha koşarız geleceğe… Bir gün şairin de dediği gibi “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” devam eder bu yeniden başlayış her gün… Sonrası… Bizim için muamma, sizler için aşkın gerçekliği olur…

H

Z

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

29


Eylül / 2021

Esra Dolunay

Sihirbaz

O

, içinde bir yerlerde, onu beş duyunla duyamazsın. Altıncı bir his gerek. Belki senin için yedinci…

her şeyin aslında olmadığını onlara gösteririm. İnsanlar da buna hayret eder ama hileyi yani gerçeği öğrenemedikleri için de benden içten içe nefret ederler.

Gelelim asıl meseleye.

Bu ağlama hissi yüzünden burdayım. Biraz da burukluk taşıyan cinsten. En son bunu hissettiğimde pek iyi şeyler olmamıştı. Tüm yaşantım sihirbaz olduğunu iddia eden biri yüzünden değişmişti. Şimdi, gülüşünün ardındaki hüznü görüyorum. Kalabalık cümlelerinin ardındaki suskunluğu da. Kafa tutmanın ardındaki korkuyu ve durgunluğunun ardındaki kaosu.

B

en de bir sihirbazım.

Bana baktı. Gülümsedi. Çantamda bir ağırlık hissettim. Çantamı açtım. Çantamdan fırlayan tavşan karanlık sokakta kayboldu. Bende bir ağlama hissi belirmişti, buruk… Sokak melodilerine köşedeki ses karıştı: -Ben bir sihirbazım!

30 Ses Dergisi

Evet sihirbaz. İllüzyonist değilim. İnsanlar ikisi aynı şey sanar. Ben görmek istediğini göstermiyorum. Seni kandırmıyorum. El çabukluğu mu? Bunlar çok basit şeyler. Bir sihirbaz bununla uğraşmaz. Ama şu ağlama hissi yok mu? O zaman hiç bir şey işe yaramıyor işte. Tüm güçlerim yok oluyor. Ve ortada öylece kalıyorum. Görünür oluyorum. Sihirbazlar görünmez olmalı. İnsanlar onlar için zararsız görünse de görünür bir sihirbaz her zaman tehlikededir. Çünkü insanlar sırrını öğrenmek isterler. Hani kendilerince hileler dedikleri şeyi. “Hile”bu kelime beni güldürüyor. Açıklayamadıkları şeyler için kolaya kaçma kelimesi. Bu ağlama hissi. Bunun yüzünden beni gördün. Şimdi sırrımı sana söylemek zorundayım. Yoksa gücümü geri alamam.

S

ihirbazlar yok eder. Çoğu şeyi. Aslında her şeyi. Gerçeği ise senin tabirinle hilesi ise şudur. Çünkü insanlar sadece kandırılmak ister. Sihirbazlar aslında yok etmez. Zaten olmayan bir şeyin olmadığını sana gösterir. Dahası, olduğunu sandığın ama olmayan şeylerin olmadığını sana ispat eder. Genellikle kendilerinde var sandıkları

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ses Dergisi Sayı 19

Peki ya kendinde yok sandığı bir şeyi taşıyan birine rastlarsam ne olur? İşte başımı belaya sokan bu ağlama hissi. Sonunda da beni görünür kılar. Ve hep yok olanları ispatlayan ben, sana sendeki var olan şeyi gösteririm. Zorundayım. Kendim için ve senin için. Sır bu. Sonunda bitti. İşte yine güçlerim geri geldi. Sen kim misin? Artık bir sihirbaz. Duyduklarım aklımı allak bullak etmişti. Bu garip konuşmayı yapıp giden kişi bendeki var olan şeyi bana gösterdiğini iddia etmişti. Bir şey soracak da açıklayacak da halim yoktu. Çünkü içimdeki yabani otları ve yosunları çekip çıkarmış gibiydi. Geride ne kalmıştı? Var olduğunu unuttuğum şey demek.

A

rkasından baktım. Tüm caddede karnaval havası esiyordu. Biri renkli ışıklar satıyor, diğeri en neşeli parçasını çalıyordu. İnsanlar dilek balonu uçuruyordu. Kendilerinde olmayanı istiyorlardı. Ben ise olmadığını düşündüğüm bir şeye sahip olmuştum. O, köşesine geçmiş, içi boş bir şapkanın içindeki tavşanı yok ediyordu. Olanı değil olmayanı gösteriyordu yine. Şimdi onu herkes görüyor ve merakla seyrediyordu. Az önceki halinden farklıydı. Evet artık göründüğü değil sanıldığı haliyle vardı. Bana baktı. Gülümsedi. Çantamda bir ağırlık hissettim. Çantamı açtım. Çantamdan fırlayan tavşan karanlık sokakta kayboldu. Bende bir ağlama hissi belirmişti, buruk… Sokak melodilerine köşedeki ses karıştı: -Ben bir sihirbazım!


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

BİR BAŞKADIR EYLÜL

Gül

han

ım

Anu

lur

A

in nler ü g r dır erili lada v o i s m rı ere l ı k la tezk ğ e ı ç d sin an leri hap may enk s n p ı u e la r s k y la rin man nün r e l ü e f z k yü bu elli a Gök g üz üne z may m ü e ü y s t k r r lı gö ka de Açı için maz si ça ğ r e ı z a s l t eş lu gam de Gün li bu eşe et i n e n y i d r s r ssa ı z la i pe u ha Yıld de reng ş u k n i zi n un ru a k r uza u ı o z s n d u e n a t H r iş ırç rdı ur f nı a öste ı g r m r a ğ l de e a Ya ylül g izl e aml ı d r n ı ü r e nc rün Dök ı uta ı gö ğ r a a ş l ku ton Gök tün ü b gin Ren

H

Y

Hayallerde tüllenen yarınlar şimdi sahnede Yeni gelin edasıyla geçer zaman aheste Yer cıvıl cıvıl, rengarenk dalından düşen yaprakla

Farklı bir mimari sergilenir ağaçların saçlarında Çiğ düşmüş topraklarda arınma kurnası başlar Pür dikkattir değişime kainattaki canlılar Gık demez göç eden kuşlar itaattedir emrince Yeşilin başka tonu, huzurun sıcağıyla ele ele Rüzğarın adı “ılımlı bir sevgi”, yıllardır aranan Ölümün ümitle gülümsediği bu iklimde

Sonbahar rüyaları, yaz poyrazı gerçeğinde Gelip kulağa çarpar notaların ahenginde Eylül irem bağlarından düşen altın renkli damla Gönüllerde buğu buğu zümrütleşen mana Dili yok güzelliğin harfsiz, kelimesiz Böyle bir noktada varlığı dinlerken bizler Tatlı üşüme hissindedir yoldaki gölgeli izler Asılı kalan sevinçler gümüş tenli parlar Ve bir başkadır eylül, yaşanmaya, yaşatmaya , yaşamaya değer…

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

31


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

Nerice Selim

S

böyle gösterirdi.

1.BÖLÜM

amothraki Adası, doğa ve tarihin iç içe geçtiği muhteşem güzellikte bir yerdi. Binlerce yıl görmüş antik kalıntılar, asırlık çınar ağaçları, şelaleleri, mistik bir enerjiye sahip olduğu düşünülen termal suları, özgürce dolaşan keçileri, sahillerindeki sarı kumu, görenleri hayran bırakıyordu kendisine.

Yannis şiir okurken hızlıca önünden arkadaşı Niko geçti:

Ağaçların gölgesinde oturan ihtiyarlar da bu manzaranın ayrılmaz bir bütünüydü. Ada sakinlerinden Saatçi Yannis, oturduğu tahta masada çınar ağaçlarına şiirler okurken bir eliyle de saatini tamir ediyordu.Yannis sevdiği her şeye şiir okur, sevgisini

Uzun zamandır denize teknesiyle açılmamıştı, Niko.

32 Ses Dergisi

HASİBE SAYAL

- Hey, dostum Niko, gelsene buraya! Hava bugün çok sıcak, beraber frappe içelim, diye seslendi Yannis. Ama dönüp bakmadı bile Niko. Sadece elini havaya kaldırıp selamladı ve denizi gösterdi. Şaşılacak bir durum bu.

Bir durum var galiba dedi,Yannis. Niko ,onun kadim dostu. Adada beraber büyümüşler. İki arkadaşın dostluğu hiç bitmemiş,

Kültür-Sanat-Edebiyat

ihtiyarlıklarında da birbirlerini bırakmamış. Acı tatlı her anı beraber yaşamışlardı. Dostunun kara gününü her hatırladığında onun gibi ağlar, denize küfrederdi. Niko’nun canını biricik oğlunu elinden almıştı deniz. Adı gibi yiğit bir delikanlıydı Andries. Ada sakinleri onu çok severlerdi. Yardımseverliği, neşesi, güleryüzüyle herkesi kendine hayran bırakan bir gençti. Adadaki her yerin fotoğraflarını çeker, herkese “Ünlü bir gazeteci olup adayı dünyaya tanıtacağım” derdi. Dediğini de yapıp gazeteci olmuştu. Çalışmak için gittiği İstanbul’dan, tatil için ailesin yanına dönerken geçirdiği feribot kazasında


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

denize düşüp boğulmuştu. Genç gazetecinin denizde boğulması bütün Yunanistanı, Smotraki Adası’nı hüzne boğmuştu. Günlerce bütün balıkçılar onu denizde aramış, cesedi Meriç Nehri’nin yakınlarında bulunmuştu. Balıkçı Niko, o günden sonra denize küsmüş, balığa çıkmaz olmuştu. Şimdi ne oldu da birkaç gündür teknesiyle denize açılıyor. Kimseye bir şey söylemiyordu üstelik. Merakı içini kemirmeye başlamış olmalı ki tamir ettiği saatleri bırakıp dostunun arkadasından gitti. Hızlı adımlarla gitse de ona yetişemedi. İhtiyar Niko denize çoktan açılmış, sanki denizde teknesiyle süzülüyordu.

anlayınca evin kapısını çaldılar. Bir müddet beklediler ama kapı açılmadı.

Yannis, tahta masasına döndüğünde bakkal Leon, frappesini yudumluyordu.

- Biz gidelim, sahilde Niko’yu bekleyelim. Her şeyi ona tek tek anlattıralım. Dedi Leon.

- Leon, Niko’yu gördün. Denize açıldı biraz önce. Onu bu halde görmek çok şaşırttı beni, dedi.

Geldikleri yolu yavaş yavaş inerek tekrar sahile çınar ağacının altına geldiler. Çınarın altı herkes için bir dinlenme, haber alma, dedikodu yapma, çocuklu anneler için yüzen çocuklarını seyretme yeriydi. Rengarenk tahta masalar ve sandalyeler dolu bu ağacın hemen yanında Leon’un cafesi ve küçük bakkalı bulunuyordu. Leon’un frappeli şekerleri ve frappesi meşhurdu. Yannis, yılların saat tamircisi… Babadan kalma mesleğini bir cerrah titizliğiyle yapıyor. Adanın gençleri bazen ona ‘bilge cerrah’ diye seslenirlerdi. Yannis, her zamanki yerine oturup saat tamir etmeye devam ederken Leon, cafeye gitti. Yannis’in aklı Niko’da olmalı ki onun sevdiği şiirleri okuyor. Bir süre sonra ihtiyar, sıcağın verdiği rehavetle masasının üzerinde uyuklamaya başladı. Adada başıboş dolaşan keçilerden biri gelip onun ceketini yalamaya başlayınca birden uyanı verdi.

Leon : - Bişeyler olmalı, yoksa ona bunu hiç kimse yaptıramazdı. İki yıldır teknesini denize çıkarmadı. Bayan Kalika’ya soralım.O bize anlatır bu durumu. İki ihtiyar, Chora köyünün taracalı taşlı yollarını yavaş yavaş çıktılar. Sokakları geçerken onlara sokak çalgıcıları müzikleriyle ritim tutuyorlardı. Çalgıcılar orada yaşayan ihtiyarlara yorulduklarında moral vermek için şarkı söylerler ritim tutarlardı. Leon ve Yannis, ağır aksak adımlarla Niko’nun evine geldiler. - Bayan Kalika bayan Kalika! diye seslendi Yannis. Bayan Kalika, genelde bahçede zeytin ağaçlarının altında oturur, resim yapardı. Bahçede olmadığını

istiyorsun bre! Eline bir deniz kabuğu alıp ona attı. O esnada denizde bir tekne gördü. Beklediği geliyordu.

- Şaşılacak bir şey, bu saatte nerde olabilirki ? Dedi Leon. Bahçe kapısından tam dışarı çıkmışlardı ki karşı evin hanımı bahçeden onlara seslendi. - Kalika evde yoktur. O kiliseye dua etmeye gitti. Beklemeyin boşuna. Leon, başındaki şapkayı çıkarıp selamladı ve teşekkür etti. Yannis, Leona döndü: - Bu durum merakımı iyice arttırdı. Kalika, kiliseye bu saatte neden gitsin? Umarım her şey yolundadır .

- Seni gidi yaramaz keçi, ne

Niko’nun teknesiydi bu. Leon’u hemen yanına çağırdı.Tekne kıyıya yaklaştıkça onları bir merak sardı. Yaşlı dostların gözleri dürbün gibi açılmış, şaşkın şaşkın Niko’ya bakıyorlardı. Niko’nun kucağında bir şey vardı. Üstü başı ıslak ve yorgun görünüyordu. Niko, hızlı hızlı adımlarla onlara doğru yaklaştı. Derin derin nefes alarak onların yüzüne baktı. Sanki hayatının en büyük sürprizini anlatacak gibiydi.

K 2.Bölüm

ucağında battaniyeye sarılmış, beş yaşlarında bir çocuk vardı. Çocuğun her yeri çamurlu ve ıslaktı. Küçük çocuğu görünce ihtiyarlar şaşırdı: - Bu da ne böyle, bre more!

Niko’nun heyecandan sesi titriyordu: - Torunum, torunum Bakkal Leon: - Saçmalama bre! Senin torunun yok ki! O kimin evladı? - Bak Leon, bu benim torun. Onu bana Andries gönderdi. - Yaşlı bunak, içtin mi sen ? Andries öldü, evli değildi. Unuttun mu? Dedi Yannis ağlamaklı bir sesle.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

33


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 Niko: - Hayır hayır eminim bunu bana Andries söyledi! Git, bul onu! dedi. Üç gecedir rüyama geliyor. Benim emanetim, denizden gelecek baba, dedi. Onu arıyorum 3 gündür. Emanetimi buldum. Kucağındaki çocuğa şefkatle sarıldı. Yannis ve Leon, şaşkın gözlerle ihtiyarın kucağındaki çocuğa baktılar. Çocuk, yorgunluktan kendinden geçmiş bir haldeydi. Uyuyordu. Niko’nun yüzündeki sevinç onlara söylenecek hiçbir söz bırakmamıştı. - Hadi git, dinlen evinde. Biz de birazdan geliriz dedi, Yannis. Küçük çocuğu sevinçle kucağında taşıyan Niko, taşlı dik yolları uçarcasına geçiyor, her adımında mutluluk saçıyordu. Sokak çalgıcıları ihtiyarın bu haline şaşırıp kaldılar. Onun için sadece alkış tutular. Niko, taraçalı taşlı dar yolları her zamankinden daha hızlı geçerek eve geldi. Bahçede zeytin ağaçlarının altındaki masada oturan bayan Kalika’yı gördü. Ona doğru sevinçle yürürken gözlerinden akan yaş, sakalını ıslatıyordu. Kalika, gözlerini Niko’nun kucağındaki battaniyeye indirdi. Eliyle battaniyeyi araladı: - Onu buldun mu? Oğlumuzun emanetini! Kalika’nin heyecandan elleri titriyordu. Ağlamaya başladı. - Sakin ol canim, sakin ol. O artık bizimle, dedi Niko. Küçük çocuk seslerden irkilmiş olmalı ki kendine gelmeye başladı. Battaniyenin içinde hareketlendi, ağlamaya başladı. Niko: - Komşular duymasın Kalika, dedi.

34 Ses Dergisi

Hemen eve girdiler. Yüzü gözü çamur içinde olan çocuğu yıkadılar. Çocuğun ağlaması durmuyordu. Onu susturmak için ellerinden gelen her şeyi denediler. Andres’in çocukluk oyuncaklarını çıkardı Kalika. Oğlunun en sevdiği oyuncaklarını…

O 3.Bölüm

yuncaklar küçük çocuğu birazcık olsun susturmayı başarmıştı. Yabancı bir ortamda olduğunu farkeden küçük çocuk tekrar “anneeee, babaaaa” diye ağalamaya başladı. Küçük çocuk, korkudan odanın içinde bir oradan bir oraya koşuyor, adeta kafese kapatılmış bir kuş gibi çırpınıyordu. Koşmaktan yorulunca pencerenin dibine duran koltuğa gidip kafasını koyup ağlıyordu. Onun bu hali yaşlı çiftin yüreğini parçaladı. Onun o ağlamalarına onlar da sessizce eşlik ettiler. Çocuğun ağlama sesini komşular duyar da polise haber verirler diye Niko, Yunan şarkılarının en gürültülü olanlarını radyodan açtı. Çaresizlikten ne yapacakların şaşırmış bir sekilde salondaki kanepenin üzerine oturdular. Bir yandan müzik sesi bir yandan çaresizce ağlayan çocuğun sesi… Sesler birbirine karışmıştı ki birden kapı çaldı. Heyecanla yerinden kalkan Niko kapıya yöneldi. Bayan Kalika, çocuğu kucağına alıp Andries’in odasına götürdü. Kapıyı korkuyla karışık bir hisle eli titreyerek açtı. Karşısındaki dostu Yannis ve Leon’du. Derin bir nefes aldı: - Hadi girin içeriye, bre more! Korkuttunuz beni! İhtiyarlar merakla içeri girdiler. - Çocuk nerde, dedi Leon. Bu gürültülü müzik nedir Niko? Kapat

Kültür-Sanat-Edebiyat

şunu! - Komşular çocuğun ağlamasını duymasın diye açtım. Yannis, içeride çocuğu arıyordu. Bayan Kalika onların sesini duyunca içeriye geldi.Yanında küçük çocuk, çocuğun kucağında ise Andries’in çerçeveli fotoğrafı vardı. Küçük çocuk ağlamayı kesmiş, fotoğrafa sarılmıştı. Hayretler içinde hepsi çocuğu seyrediyorlardı. Saatlerdir susturamadıkları çocuğu, bir fotoğraf susturmuştu. Onun bu sakin hali hepsini mutlu etmiş, yüzlerini güldürmüştü. Yannis, suskunluğu bozdu: - Kuzum söyle bre more! Bu çocuk kimdir? Sen onu neden evine getirdin? Rüya dedin, Andries dedin. Anlat bre ihtiyar! Merakta koydun bizi. - Sakin ol ihtiyar, dedi Niko. Anlatacağım. Üç gün önce bir rüya gördüm. Rüyamda, Andries bana bir erkek çocuğunun adını söyledi. “Onu bul baba! O benim size emanetimdir. Onu koru, büyüt. Ama onun her şeyine saygılı ol. Sakın değiştirme!” dedi. Rüyadan uyandığımda heyecandan titriyordum. Kalika’yı uyandırdım. Ona rüyayı anlattim. O gün sabah olunca adada bütün gün kayıp çocuk aradım. Adanın etrafınada tekneyle tur attım. Ama çocuk falan yoktu. O gece rüyama yine geldi. Aynı şeyleri söyledi. Kalika da ayni rüyayı görmüş. Heyecandan konuşamadık uzun süre. Ama ne yapacağımızı bilemedim. Çocuk nerdeydi? Kalika’yla bütün gün gazetelere baktık, radyo dinledik. Televizyondan haberleri takip ettik. Kayıp çocuk haberi yoktu. O gün yine denize açıldım. Adanın etrafını dolaştım. Balıkçı


Eylül / 2021 teknelerine sordum. Kimse bir şey bilmiyordu. Hayal kırıklığı içinde döndüm. Ama bu gece rüyamda, Andries bana beni buldukları yere git dedi. O zaman anladım. Meriç Nehri’nin yakınlarında olmalıydı. Bugün oraya doğru gittim. Denizde hiçbir tekne yoktu. Bu çocuk nerde olabilir, dedim. Saatlerce dolaştım. Sonra denizde şişme can simitinin içinde sürüklenen bir çocuk gördüm. “Ölmüştür bu zavallı” dedim. Yanına yaklaştım tekneyle.Tekneden denize atlayıp onu aldım. Kollarında şişme kolluklar vardı. Onu boğulmaktan kurtarmış. Baygın bir şekildeydi. Onu kucağıma aldığımda sanki Andries’i yeniden bulmuş gibi oldum. Bu çocuk, onun bahsettiği çocuktu. Onu teknenin içine yatırdıktan sonra bir Türk polis teknesi yaklaştı. Polisleri görünce korkudan çocuğu balık ağlarının içine sakladım. Kaçak göçmenler varmış. Meriç’ten geçerek Yunanistan’a sığınıyorlarmış. Göçmen feribotu görürsen polise haber ver, dedi. Tamam, haber veririm, dedim. Ordan hızlıca uzaklaştım. Sonrasını biliyorsunuz. Bu çocuk bizim evladımızdır bundan böyle. Onu kimselere vermeyiz. Küçük çocuk sakin sakin Kalika’nın kucağında oturuyordu. Yannis ona yaklaştı ve Türkçe: - Senin adın ne ufaklık? dedi. Küçük çocuk cevapladı:

Ses Dergisi Sayı 19 Günlerce ihtiyar dostlar Niko’nun evinde bir araya geldiler. Hem çocuğu yeni hayatına alıştırmaya çalışıyorlar, hem de bundan sonra neler yapacaklarına karar vereceklerdi. Selim, onlara alıştıkça Kalika ve Niko’nun keyifli günleri geri geliyordu. İki yıldır hüznün eksik olmadığı kahkaha atmanın adeta yasak olduğu evde mutluluk yerini almaya başlamıştı. Bir gün Leon bakkalında otururken telefon geldi. Arayan Atina’daki kızı Rita’ydı. Uzun zamandır adaya gelmemişti. Rita’nın bir de küçük kızı vardı. Rita, adaya geleceğini haber veriyordu babasına. Konuşmalarını dışarıdaki tahta masada oturan Yannis duyuyordu. Leon ‘un kulakları biraz ağır işittiğinden yüksek sesle konuşuyordu. Adadakiler onun bu konuşmasına alışkınlardı. Alışkın olmayan turistlerdi sadece. Onlar bakkala yada cafeye geldiklerinde bir şey isteyince Leon bağırarak konuşur duyanlar birden irkilirdi. Leon onlara “Korkmayın bre more! Biraz ağır duyayrum” der tebessüm ettirir, sonrasında da kendi yaptığı frappeli şekerleri ikram ederek gönüllerini alırdı. Leon, telefonu kapatır kapatmaz Yannis’in yanına koştu. Sanki heyecandan uçacak gibiydi. (Devam edecek)

- Selim… benim adım Selim! Çocuğun konuşması onlarda büyük bir tebessüm bıraktı. Yannis, ona “denizden gelen” anlamında ‘Nerice’ dedi. O günden sonra küçük çocuğa herkes Nerice Selim diyecekti.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

35


Ses Dergisi Sayı 19

GUSMENA SN

Eylül / 2021

YA HAYAT KONUŞSAYDI?

S

ağ elinde tuttuğu çay tabağına baktı bir süre. Sol elindeki orta boy yarısına kadar dolu çaya düşen ışıklar, ikindi vakti olmasına rağmen, gözlerini alıyordu. Aslında bunlar sadece ara ara maviliğe ve güneşe yer açan sonbahar bulutlarıydı. Çok mu olmuştu bu işe başlayalı? Zannetmiyordu. Son kez baktı çay bardağına ve bir nefeste içti hepsini. Hemen diplerinde, neredeyse zebella denilse yerini bulacak binanın sahibi duruyordu.

Gökyüzü, çok güzel… Çay, ılık… Elinde kürek, yeniden, yeni taşlarla döşenecek bahçeye baktı. Aslında dinlenmese iyiydi. Bak elindeki nasırlara, nasıl da irkiltiyordu onu bir anlığına. Bir kürek, bir miktar toprak. Bir o yana bir bu yana... Ah! Pantolonuna toprak değmişti işte. Hoş, her taraftan ıpıl ıpıl toz yağıyordu ya, neyse… Mecbur, yine her gün yaptığı gibi, banyo yapacaktı. İş, eşittir para demekti. Paraya bağlı olan su, elektrik, gıda, giyim, kuşam, nefes, hayat vardı. Evet, nefes almak bile paraylaydı. İş arkadaşı, aslında mecburi tanışıklık diyelim, denge ayarlaması için ipin bir ucuna geçti. Çömeldi. Sabitledi. O da eline küreği alıp ip boyunca yeri düzeltmeye başladı. “Niye yapıyorum ki ben bunu, hepsi hep boşa değil mi?”

Z

or, galiba çok zor. Niye yapıyorum? Ev…Evet, eve… Evde ne var? Eş, torun. Torun?! Ah evet, çocuklarım öldü, ondan. Araba mıydı? Ama ışık, kesinlikle vardı. Ben de yanlarındaydım. Yan koltukta ben oturuyorken… Nasıl oluyor da sadece arabanın sadece sol tarafı zor görebiliyordu acaba? İşte, sağ gözümde yine bir sızı… Bıçak gibi. Bıçak acısını nereden mi biliyorum? O gün, giren… “Ha, kürek mi? Tamam geliyorum. Sen süpürgeye başla.’’ Küreğin yetmediği ince işçiliklerde, başımızın tacı (Yalan!) sopası ayrı ağır, kılları ayrı bir ağır olan uzun, ince ve kalın süpürge imdadımıza

36 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

yetişiyor. Üç beş çarpı bilmem kaç tane irili ufaklı, küçük, küçük-cük tablet taşlar… Nasıl da bu kadar zor kaldırılabiliyor yerlerinden, derken sabahın nurunda bu işe başladığım aklıma geliyor. Bir kürek, bir süpürge… Kumları süzgeçten geçir, kumları incelt ya! Gömleğimin kenarı yırtılmış! Derin bir nefes ciğerlerimin içinde şimdi. Ve derin bir nefes ciğerlerimin dışında şimdi. Aman Allah’ım! Ne büyük olay! Yorgunluk, kesinlikle değil! Ellerimin karıncalanması, ayaklarımın titremesi, gözlerimi açık tutmakta zorlanmam, kollarımda kas bile birikmemesi, yağın zaten olmaması, benim artık bu hayattan


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

da, topraklardan da, kendimden de bıkmış olmam hiç önemli değil! Tabi canım! Ben kim köpek, bunları kafaya (Kafa nedir ki?), kalbe (Kalp kimmiş?), ruhuma (Ruh! Ne!) sığdıramamış olmam hiç ama HİÇ ÖNEMLİ DEĞİL!

Arkadaş... Gözaltları çökmüş, yorgun ve derin kırışıklıklarıyla taşları halletmeye bakıyor.

Buradan alacak olduğum karınca kadar paranın kaç gündür doğru düzgün yemek girmeyen eve, suyu ‘gıdı gıddığına’ kullansak bile her ne hikmetse çok gelen faturaya, gündüzü geçtim, gece bile karanlıkta yaşadığımız eve yetmeyeceğini bilmek, anlamak, duymak İSTEMİYORUM!

Gök mavi, yer kahve… Salıncağın üstünde bir kelebek…

Ben elimde hortum, toprağın altı ile üstü arasında sıkışmış kalmış, karşımda duran sallanan kelebeği izlemeye dalıyorum. Bir o yana, bir bu yana… Bir orada, bir burada…

“Tamam, sen hortumu getir, suyu aç, ben sularım.’’ Evet, en münasip ve en olabilir şekilde nasıl olacaksa, o şekilde oluyor. Koca, kaba taşlar, gereksiz otlardan -ki hoş sonra yine aralardan bitecekler ama- temizlendikten sonra havada asılı duran olağan tozu yatıştırmak ve o muhteşem tablet taşları, desenleriyle zerre ilgilenmek istemesem de, mükemmel bir harmoni, enfes bir ahenk ile dizim işlemine başlıyoruz. Gelen, gideni aratmıyor. Hepsi bir. Mekânın sahibi geliyor. Yanında üç beş teranesi ile beraber. Omzunun üstünde kafası olan herkesten bir fikir, herkesten bir düzen ama icraat yok. Neden? Çünkü biz bu işten para alıyoruz. Ha bir de para verdiğim işe “El mi atacağım?” Tabi canım... Toprak bu. Herkesten ve her şeyden azade.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

37


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

“Ya şair ol, ya şiir…”

Ş

iir denince asrın şairleri dem vurur düşüncelerime. Kökeni çok uzaklara dayanan koca bir çınardır şair ve ağacın meyveye durmasıdır şiir. Şair duygulara en güzel elbisesini giydirir, görücüye çıkan gelin adayıdır şiir. Petek petek örer duvar aralarına sevgisini, yüreğini ve en önemlisi hayallerini sıvar, sıvar da sağlam bir bina inşa eder, kendine ev arayan gönüllere bir bir...(GA) Ruhların ihtişamını renk renk, desen desen bu evlere dokuyan şair, gönüllerin saraylarını nazenin seyreyletir şiirle. Tutam tutam aşk, buran buram özlem kokuludur. Yeis yanlı olmaktan yana değildir düşleri. Ümidin pençesiyle şaha kalkar gülüşleri. Ev ev, bahçe bahçe, il il ve dahası yurt yurt gezer deli sevdalar barışın ve ümidin azmiyle. Şairin gözleri kapalı, eli bağrında, musikinin davetiyle cuşa gelmesidir şiir. (EY)

K

albine kuvvet şairlerin.

dilenmelidir

Yeni doğmuş bebeklere edilen uzun ömür duaları gibi… Yani kalbin öyle kuvvetli vursun ki omuz versin yere düşmüş can çekişen kelimelere. Samanyolunun hayat üfleyen güneşi gibidir şairler. Evrende uçuşan ışık tozlarının en parlağı… En yakınındaki kapkara bir gök taşı nasıl parlayıp kuyruklu yıldıza dönüşürse, Öyle dönüşür onun göz alıcı parıltısı ile binlerce ışık yılı uzağındaki billûr kanatlı kelebeğe bir tırtıl... (EA)

Ç

ile çeken tırtıl bir düşün. Görmediği güzellikler için ve güzele mana katmak için karanlığı, sabrı örer ömrüne. Öyle nahiftir ki ipek ipek örer geceyi, gündüzü. Şairin çilesindeki sessizlik ve kalemindeki şiir

38 Ses Dergisi

gibi. Yüreği duygu yüklü bulut gibidir şair. Hangi şemsiyeye yağacağını bilir. Kimi zaman aşktan ağlayan bir göze sevdasını mırıldanır. Kimi zaman hasret çeken bir yüreğe dert ortağı olur. Kimi zaman da yas tutana bir mendil uzatır. Herkesi kucaklayan şefkati, haksızlık karşısında bir volkan olur. Kor kor yakar sineleri, söylenmeyen sözlere şiiriyle ses olur. Onun sesi kalpten çıkar kainatı dolaşır. Tekrar bir kalpte son bulur. (HS)

Ş

iirsiz şair olur mu bilinmez. ama şairsiz şiirler hala vardır. Onlar imzasız satırlar gibi henüz keşfedilmemiş coğrafyalarda durur. Parıldadığını görürsünüz. Oradadır. Ama isim verilmemiştir. İşte şair, bilir ki binlerce ateşböceği arasında bir mısra taşıyanı şairin şiiri olacaktır. (ED)

K

açıncı durumdu bilemiyorum. Ne şair tanır ne de şiir... Anlatmakta zorları oynamak... Anlatmakta bir anlık kara delik hali… Hepsi birden

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

bir kaç kelime ile dolaşırken zaman denen mefhuma, içimizden ya şair ol ya şiir demek gelir. Oysa şehrayinler düzenlesek de bunu duyurmaya bizlerdeki Süreyya’ya ulaşamayınca sanki boş lakırdıdan ibaret derim. Oysa derinlerden bir yerlerden haykırır içimden şair kılıklı şarlatan. Ya şair ol ya şiir! Hadi şair olamadın, bari oluver bir şiir... (SS)

B

ulutlar her bir damlayı bağrında taşır. Yükü ağır gelmez, onu sevdayla / aşkla taşır. Yükü damla damla yağar, toprağı şenlendirir. Koptuğu rahme de, indiği ana kucağına da sevinç olur. Ya şair ol bulutlar gibi, sevdan kıta kıta dolaşsın. Ya da şiir ol, ulaştığın gönlü şenlendir. Onu zevkin doruklarında gezdir. Ama nerede durursan dur, kim olursan ol; ya bir gönlün sahibi, ya da içinde ki ol. (ZG) Yazarlar: GA: Gülhanım Anulur EY: Emily Yaramış EA: Esra Aydan HS: Hasibe Sayal ED: Esra Dolunay SS: Seyfullah Sacit ZG: Zeynep Gür

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

39


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

İKİ PEMPE YATAK Zehra Canbaz

S

ami Bey, “Hatun yine neler yaptın da böyle güzel kokuttun etrafı?” dedi. Mutfaktan önlüğüne ellerini silerek gelen Zeliha Hanım, “Hoş geldin canım. Ne yapayım seviyorsunuz kahvaltıyı. Mutluluk sebebi dememiş mi bir şair? Ben de size hazırlarken mutlu oluyorum.” diye karşılık verdi. “Haydi öyle olsun bakalım. Ne diyecem, bizim müteahhit Sabri yok muydu, üç sene önce bizim bu binayı diken!” “Tanıyorum evet evet.” “Yan binayı tamamlamış da yeni bir binaya daha başlamış. Birkaç gün önce fark ettim, temelini atmış bile.” “Adam bina dikip duruyor, işi bu.” “Neyse bakalım hayrolsun.” “Ee mutfağa geçelim hadi. Kızlaaarrr. Haydi sofraya.” Mutfağa geçip masaya oturduklarında saat on bir olmuştu. Hava gittikçe kapanıyor, gökyüzü grileşiyordu. Zeliha Hanım: -Şu perdeyi aç kızım Melda, nasıl da karanlık oldu! Mor çiçekli perdeyi açan Melda, siyah deri sandalyeye otururken babasına baktı: -Babacım, yarın bizi lunaparka götürür müsün? Bu sene hiç gitmedik. -On iki yaşındasınız, kocaman kız oldunuz, hala park istiyorsunuz. -Yaa baba!! Koskoca insanlar bile

40 Ses Dergisi

biniyor. -Tamam tamam bakalım bi yarın olsun. Bugün annenizle Osman amcalara gidicez, malzeme götürürken amcamla yengemi de görelim. -Tamam baba bizim kalimba kursumuz var zaten. -Bilgisayardan dersle nasıl öğreniyonuz onu da anlamıyom ya! -Öğreniyoruz baba, artık böyle her şey, napalım. Zeliha hanım: -Alıştılar onlar, Sami. Eğleniyorlar bile, başka ders olsa sevmiyorlardı da müzik deyince pek bi istekliler. Çay keyiflerini de yaptıktan sonra Sami Bey ve Zeliha Hanım hazırlandı. Çıkarken kızlar kapıdan uğurladı. “Akşam üzeri çay kenarında bisiklete binebilir miyiz annecim?” “Olur kızım, hava açarsa çıkarız.” “Tamam, canım annem, seni çok seviyorum.” dedi Melda. Sarıldılar. “Görüşürüz babacım, görüşürüz annecim.” Sami Bey gülümseyerek kızlarına baktı, asansöre yöneldi. Zeliha Hanım’a öncelik verdi. İkisi de asansöre binmeden önce el salladılar. Melda’nın elinden kaçan kahverengi kare desenli daire kapısı, rüzgardan dolayı hızlıca çarptı. Tokmak bir süre sonra zann diye çınladı. Çocuk odasına geçen Selda, salonda televizyon karşısında uzanan Melda’nın yanına geldi. Melda, yeşil kadife koltukta pek rahat görünüyordu. Elinde resim defteri ve renkli kalemler

Kültür-Sanat-Edebiyat

olan Selda, önce sarı uzun saçlarını arkaya doğru attı. -Melda haydi resim yapalım, müzik aç bir de, klasik müzik. Dersimizin başlamasına daha çok var. Aynı şekilde sarı uzun saçlarını örmüş olan Melda, yastığın üzerinden saçlarını aldı. Oturur duruma geçti: -Selda hiçbir şey yapasım yok bugün ya. Baksana havaya! dedi. Camdan dışarıya baktı. Ezine çayı kenarına kurulu evler, arada tek tük çam ağaçları vardı. Uzun yürüyüş yolu ve devamındaki çocuk parkı havanın renginden dolayı gri görünüyordu. Birden Selda’ya döndü. Bal rengi gözlerini kısmıştı: -Selda, sence de çay bugün biraz bulanık değil mi? -Bilmem, bulanık mı? Hava da daha da kapandı. Bakayım bi telefondan hava durumuna. Sağanak yağış diyor. Off ya, bugün hayal ettiklerimizi yapamıycaz belki de. Ben gidip televizyon seyretmeye devam edicem. -Benim de bir şey yapasım kalmadı ha. Gidip uzanıcam, ders saatine yakın beni uyandır tamam mı Melda? -Tamam tamam, hadi git yat. Melda, televizyondan en sevdiği dizinin gündüz verilmesine de sevinmiş, izliyordu. Yağmurun inceden inceye başlamış olduğunu fark etti. Aradan on dakika geçmedi ki balkon mermerine hızlı hızlı çarpmalarla


Eylül / 2021

sesin şiddeti arttı. Melda, kalkıp camdan baktı. Yağmur çok şiddetli yağıyor, bazı insanlar üstü kapalı yerlere sığınmış bekliyordu. Çayın rengi kahverengileşmiş, daha hızlı akar olmuştu. Bir süre etrafı izlemeye devam etti Melda. Uzun zamandır bu kadar şiddetli yağış görmemişti. Kardeşimi uyandırayım diye düşünürken, gök gürültüleri ve şimşek çakmasına Selda, uyanmış gelmişti: -Ne oluyor Melda, bu sesler ne? -Yağmur yağıyor hem de çok şiddetli. -Hadi ya sağanak demiyor muydu haber? -Ne bileyim. İki kardeş, camdan bir süre daha izledi. Selda: -Haydi sıcak bir şeyler içelim, su ısıtayım. -Yaz günündeyiz Selda, ne sıcak içeceği. -Ayy ne bileyim içim üşüdü sanki. -Tamam haydi koy, bakalım. Yanına da yulaflı bisküviden yiyelim, benim canım da tatlı bir şeyler çekti. Melda, açık kalan televizyonun başına geçti: -Annemler naptı acaba? diye Selda’ya seslendi.

Ses Dergisi Sayı 19

-Bilmiyorum ki gelirler birazdan, yani babam annemi bırakır, dükkana geçer. Bu esnada ikisi de kulak kesildi. Yağmurun artan sesine, insanların sesi karışmaya başlamıştı. “Nerden geliyor bu sesler?” diye düşünürken, Selda mutfak balkonuna, Melda salon camına koştu. “Aman Allah’ım!!” diye çığlık atan Melda, şaşkınlıktan dona kalmış, Selda’nın yanına koştu. Çay, öfkeyle taşmış gürül gürül sularıyla kenarındaki duvarları, demir tenteleri yalayıp kendi dışına akıyordu. Balkonlardan elinde telefon, görüntü alan insanlar, “Bu ne yağış Allah’ım!” diyor, gördüklerine şaşkınca bakıyordu. Melda hemen içeriye koştu. Babasını aradı. “Baba, baba buralar çok fena, çay taştı!” “Kızım biz de sele yakalandık, geriye döndük. Az kaldı geliyoruz, merak etmeyin.” dedi. Selda, bir şey konuşmuyor, sadece donuk bakışlarla etrafı izliyordu. Dakikalar saate dönmüş gibiydi. Çünkü birkaç dakika içerisinde binaların girişi su dolmaya başladı. Melda, “Allah’ım İsmail amcalar çıkmış mıydı?, Nurcan teyzeler evde mi hala yoksa?” diye bağırdı. Arabalar sürükleniyor, her taraftan çığlıklar yükseliyordu. “Selda, niye konuşmuyorsun Selda?” diye kardeşini omuzlarından tutup sarstı.

“Seldaaaa...” “Biz burdan nasıl çıkıcaz, annemler de gelemiycek.” diye ölgün bir sesle konuşan Selda’yı, teselli etti. “Çıkıcaz tabi ki yardım ederler, boşaltırlar. Merak etme sen.” O sırada babası aradı. Melda, “Baba binanın girişini su bastı. Her yer çok fena!” diye ağlamaklı şekilde konuştu. Selda çoktan hıçkırıklara boğulmuştu. “Kızım biz, tam karşıdaki tepedeyiz. Yol kapanmıştı. Oraya kadar gelebildik. Bir çıkın balkona, bak tam karşınızdayız.” İkisi de tekrar balkona çıktı. Uzaktan anne ve babası görünüyordu. El salladılar. Annesi sanki gözünü siliyordu. Babası hızlıca el sallıyor, bir yandan da telefondan “Korkmayın kızım, yardım gelir. Arayacaz hemen, arayanlar da olmuştur, belediyeyi.” diye sakinleştiriyordu. “Tamam baba.” “Selda nasıl? Bir de onu ver bakalım.” Selda, ağlamaktan konuşamadı. Annesi de kısık sesle, “Yavrum korkmayın!” dedi. Boğazına düğüm oturdu. Bu esnada su, birinci katlara kadar yükselmişti. Çay, korku filmlerinde her şeyi yalayıp yutan bir canavar gibi göründü gözlerine. Melda, bir ara gidip dış kapıyı açtı. “Kurtarın, kurtarın!!” sesleri geliyordu. Sanki İsmail amcasının sesiydi. “Allah’ım ne yaptılar, çoluk çocuk?” dedi. İkinci kattan sesler yükseldi bu defa, “Buraya kadar geldi.” “Kaçın yukarılara, kaçın.” Merdivenlerden insanlar, çığlık çığlığa kaçışıyordu. Meldalar beşinci kattaydı. Balkona çıktı. Anne babası hala ordaydı. Selda da pembe pijama takımıyla ellerini bağlamış, bakıyordu. Melda, kardeşine aynı pijama takımı üzerinde, “Selda annemler daha çok üzülecek. Hadi gülelim biraz, moralleri yerine gelsin. Kurtuluruz burdan.”dedi. Bir yandan gözyaşı döken Selda, Melda’ya uyarak el salladı. Uzaktan gören anne babaları hemen karşılık verdi. Bu esnada çıtırtılar gelmeye başladı, sonra daha büyük daha büyük sesler. “Deprem mi oluyor? Allah’ım yardım et!”

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

41


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021 Sallanmaya başladılar. Yedi katlı binanın en üstünden ayrı, en altından ayrı sesler geldi. Sallantı arttı. İçeriye koştular. Sanki balkondan direk aşağı düşeceklermiş gibiydi. Anne babaları bir şey anlamadı. “Ne oluyor orda?” diye dikkatle izlemeye koyuldular. Melda dış kapıyı açacaktı ki sallantı arttı yere düştü. Selda da ikizinin yanına yattı, ellerini başına koydu. Açık olan televizyon devrilmiş, mutfaktaki tabağa konmuş yulaflı bisküviler yuvarlanmıştı. Her şey devriliyordu. Buzdolabı, kanepeler, gardıroplar, sandalyeler... Melda, “Selda seni çok seviyorum kardeşim, canım ikizim.” deyip kardeşine yaklaşıp sarıldı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Selda’nın dişi kilitlenmişti. Tek kelime etmedi. Çatır çatır tüm katlar, duvarlar devrildi. Selda ve

42 Ses Dergisi

Melda, birbirine sarılmış halde, aşağıya doğru düştüler. Karşıdan izleyen anne babaları, “Selda kızım, Melda yavrum!” diye dövünüyor. Babaları bir o yana bir bu yana koşuyor, “Kurtarın” diyordu. Annesi dizlerine vuruyor, dudaklarını ısırıyordu. “Yavrum, yavrularım!” çığlıkları göğü deliyordu. Birkaç insan yanlarına gelip teselli etmeye çalıştı. Her taraf çamurlu su içindeydi. Sel, peşinde koca koca ağaçları, arabaları, insanları sürükleyip götürüyordu. Bir de yıkılan bir bina, yıkılan omuzlar vardı. Zeliha Hanım, ellerini yüzüne kapamış, daha fazla bakamayacak durumdaydı. Sami Bey’in gözlerinden sanki kan akıyordu. Binayı görüntüye alan insanlar, “Eyvah eyvah!” diyerek çekim yapıyor, “Allah’ım yardım et!” demekten başka ellerinden bir şey

Kültür-Sanat-Edebiyat

gelmiyordu. Üç yıllık binanın geriye kağıt gibi katlanmış katları, içini gösteren yamuk halleri kalmıştı. Bir katta iki pembe yatak dikkat çekiyordu. Anne ve babalarının evliliklerinden on yıl sonra tüp bebek tedavisi ile sürpriz yapan Selda ve Melda’nın yatağı...


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

Həsrətli Bir Bün

Y

NURLANA MƏMƏDOVA

enə qapının arxasında nazik və yalvarışlı səsi ilə çağırır. Amma səhər dəli pələngə dönmüşdü. İndi elə yalvarır ki, deyərsən ki, dünyanın ən yazığıdır. Yaxşılıq bilməyən, nankor! Nəyin çatmırdı axı?! Küsmüşəm səndən, get hara istəyirsən. “Qoy qapı arxasında cəzasını çəksin. Qoy çöldə hamıldayan itlərdən bir az da qorxsun,” - qəlbimdə deyirəm. Bir müddət sonra səs kəsilir, telefonu söndürüb uzandığım divandan qalxıb yavaş – yavaş qapıya yaxınlaşıram. Səs – səmir yoxdur. Canıma qorxu düşür: -yoxsa qırğı apardı bunu? Tələm- tələsik çöl tərliklərimi tərsinə geyinib çölə çıxıram.- Bağçada yoxdur, - həyəcanlanıram.

Qəhər boğazımda tıxanıb və mən yalvarışlı səsimlə çağırıram: -Bığcıq, ay bığcıq...

Əlim, ayağım boşalır, qapının ağzındakı pilləkənin birinci pilləsinə çökürəm, fikrə gedirəm; şər qarışıb çoxdan, görəsən, harada azıb bu? Onu ürəyimdə yenə danlayıram, - axı niyə süd balonunu aşırıb qırdın, sənin yeməyini heç kəsmirdim, nəyin çatmırdı, yatağımda istədiyin qədər dombalaq aşırdın, dibçəklərin torpağını eşib – tökürdün . Ərköyünlüyün bezdirirdi məni, amma yenə də tumarlayırdım səni. Sənə öyrəşən kimi də itirdim .

Gərək süd balonuyla işin olmazdı. İndi süd tapılmır, mən onu qonşuya bir həftə öncə sifariş vermişdim. Sonra istidə tərin - suyun içində üç küçə yol keçib evə gətirmişdim . Amma beş dəqiqə keçməmiş mətbəx döşəməsində süd gölcüyü yaranmışdı. Axı sən niyə bütün günü stolların, dolabların başına tullanırdın? İndi o bulaşıqlı üzünlə hara getmisən. Yəqin acıb südlü üzünü çoxdan dönə- dönə yalamısan. Mənim yazıq, üçrəngli pişiyim, m ə s u m baxışlarını kimin üzünə zilləmisən indi... ah, Bığcığım... Birdən belimin aşağısında

yumşaq nəsə tərpəndi. Boynumu döndərdim. – Bığcıq, deməli, qayıtdın? Ulduzların çıxmağını gözləyirdin, iz tapmaq üçün? Peşmansanmı? Əslində, mən çox peşmanam. Nə yaman sakit olmusan belə? Yoxsa yorğunluqdan miyoldamırsan? Pişiyim eləcə səssiz yatdı. Mən onu yavaşca qucağıma aldım, yüngül idi, bütün günü heç nə yeməyibmiş. Mənim də boğazımdan nəsə keçməmişdi. Bir azdan o , qucağımda xoruldamağa başladı. Mənsə cırcıramaların səsinə qarışmış gecənin simfoniyasını dinləyərək gün ərzindəki yorğunlumuğu çıxarmağa çalışdım.

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

43


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

BETÜL MUHTEŞEM’E MEKTUPLAR 10 AYDAN’dan “Sevgili Muhteşem. Ayrılık, kağıda düşen kelimelerin nasibinde de var biliyorsun. Seni ne kadar çok sevdiğimi yazsın harfler bir araya gelip. Hoşça kal Muhteşem! Yeni bir mektupla yine konuşmak isterim seninle. Sevgiyle kal...”

S

evgili Muhteşem, Bir akşam üzeri hüzün çöktü içime. Etrafa bir sessizlik yayıldı. İçimdeki bütün sesler sustu.

Çiçeklerin renkleri de görünmez olmaya doğru gidiyor. Güneş aya, beyaz siyaha saygı duruşunda. Yan yana olmak yok nasiplerinde. Gündüz geceye bırakıyor ellerini. Güneş uzaklarda bir yerlerde bekleniyor. Eşsiz bir orkestrada net ve muntazam sesler doğuyor içime. Şef kendinden

44 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

geçmiş, yalnız notaları duyuyor. Kainat senfonisinin notalarına teslim ediyorum kendimi. Gündüzün telaşlı bakışları yok yüzlerde. Adımlar aceleyle giymiş değil ayakkabısını. Bir ‘slow müzik’ eşliğinde yavaşlıyor her şey. Yavaş ve sakin el ele yürüyorlar akşama doğru ve oradan geceye bir yolculuk var zamanda.

S

evgili Muhteşem, akşam üzeri şarkılarımız vardı söylediğimiz hatırlıyor musun? Hadi benim yazacağım dizeleri sen tamamla: “Akşam oldu hüzünlendim ben yine/ .....” Sonra hatırlıyorsundur akşam üzeri ayaküstü konuşmalarımızı. Batmaya


Eylül / 2021 hazırlanan güneşin kızıllığına karşı gözlerimizi kısar, yarın için neler yapacağımızı konuşurduk. Güneş giderken bir yarın ümidi bırakırdı kucağımıza. Yarına yapılacak işlerin listesi zihnimizde, buluşup konuşma hayali kalbimizde, gözlerimize kapanan her renkle beraber evlerimize dönerdik.

O

zamanlar sessizlik rengindeydi geceler. Işıklar erkenden kapanırdı evlerde. Akşam geceye devirerek kendini çalışkan herkesin yorgun ama ferah nefesi gezinirdi baş yastıklarında. Erkenden kalkmak üzere yatağa serilen yorgun bedenlerden, huzurlu nefesler yayılırdı kimi ahşap kimi betondan yapılmış odalara. Kiminde ocak kurulu, kiminde minder döşeli sedirler, kiminde yer yatağı... Olsundu, maksat dinlenmekti, zamanda biraz daha yol almaktı belki de. Bir günü uğurlamak yatmak ve uyumak huzurlu nefeslerle. Telefonlar da yoktu ki alarm kurulsun. Kurulan bir şey varsa insanın dingin hayatında zihnine gönderdiği serin ve derin nefeslerdi. Zamanı gelince uyanırdı herkes. Kimi ezan sesi, kimi işe giden ayak sesleri, kimi komşunun tavuklarının kanat çırpışı, herkeste sabah telaşı ama öncelikle horoz ötüşü...

H

ayatın kıvrımlarında her sabah bir gülümsemeydi yüzlere yapışan. Bir de selam vermek için birbirine bakan gözler mutluydu, sevgi dolu ve ışıl ışıl… “Her şey zıddıyla bilinir” derler Muhteşem. Gün geceyi, sabah akşamı, karanlık aydınlığı, bugünler yarınları, hayaller hatıraları kovalıyor içimde. Bu kovalamaca içinde hiç yorulmuyorum biliyor musun? Farkına vardıkça seviniyorum. Farklı bakınca değişik hisler yaşıyorum. Sıradanlığı uzaklara gönderiyorum işte. Sevgili Muhteşem, bugün bir Yunus

Ses Dergisi Sayı 19 dizesi gezindi durdu içimde. “Ete kemiğe büründüm” deyip durdu içim. İçimdeki çocuk, içimdeki ben, içimdeki bilmediğim derin yanlarım ya da sığ yerler... Dışımız öyle bürünmüş evet! İşte değişik düşünceler, hatıralarımız ve hayallerimiz de ruhumuzu bir nevi bürüdüğümüz şeyler değil mi? Sen de mektubunda yaz olur mu Muhteşem?

H

ayatının sabah ve akşamlarını çiz kelimelerle. Mektubun bir tablo gibi değsin gözlerimize. Çocukluğumuzun resim defterlerinde çizmekten hiç vazgeçemediğimiz o çam ağaçları, merdivenli bir ev, arkasında dağlar, yanında akan dere ve evin önündeki bahçede havada bir top iki gülen çocuk arasından kucağımıza düşsün.

gözlere. İçimde bir sancı... Sahi ben artık hangi renkle arkadaşım? Peki hangi renk bir zarfa dokunmak istersin bu yazdıklarımı okumak için?

S

evgili Muhteşem.

Ayrılık, kağıda düşen kelimelerin nasibinde de var biliyorsun. Seni ne kadar çok sevdiğimi yazsın harfler bir araya gelip. Hoşça kal Muhteşem! Yeni bir mektupla yine konuşmak isterim seninle. Sevgiyle kal...

Topu ilk tutan bir renk söylesin. O rengi konuşalım sonra. Sahi Muhteşem, hayatımızın renkleri neydi bizim? Hani bazı insanlar zamanla tuttukları takımları bırakıyorlar. Bu yenilgi ve zafer arasında çalkantılı gidiş gelişlerle oluyor bilirsin. Peki ya renklerini bırakır mı insan? Hani çok sevdiğin mavi... Mavi kuştu göğü sırtında taşıyan. Okumuştuk o yazıyı beraber sonra maviye daha bir bağlanmıştın sen. Göğün, denizin mavisi arasından birini seçmek için uğraşıyordun. Ben gökyüzü diyordum; sen, deniz de güzel... Ama bir şeyler değişti Muhteşem. “Gökyüzünün başka rengi de varmış” diyen şairi daha iyi anlıyorum şimdi. Her rengin tonları değişti benim için. Geç fark ettiğim çok şey var. Renkler, hayaller, dualar, hatıralar ve endişeler sarmalı içinde yeniden yorumluyor zihnim renkleri kalbimle beraber. Meselâ, geçen gün gördüğüm bir tabloda gözyaşının rengi de vardı şekli de. Demek zamanla anlamı değişiyor bir şeylerin. Renkler anlatıyor en güzel olanları. Çizimler sessizce değiyor

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

45


K

Ses Dergisi Sayı 19

Nurgül Öztürk

Eylül / 2021

anad a’da So nb ahar

Renkler büyülü bir şekilde etrafa saçılmış. Yeşil yavaş yavaş azalırken sarı, turuncu, kırmızı kendini daha baskın gösterebilmek için yarışa başlamış. Nihayet yere düşüp toprak olmadan önce, geriye kalan tüm güzelliğini sergileme yarışı… Geniş yapraklı ağaçlar birbirinden parlak, canlı sonbahar renklerine bürünürken, çiçek dürbünün içindeymişim de her yerim yapraklarla sarılmış gibi.

K

anada’da dakikalar içerisinde, bu muhteşem renk senfonisinin içinde bulabilir insan kendini, hem de öyle uzun yolculuklara gerek kalmadan. Evinin yakınındaki bir parkta, beş on dakikalık mesafedeki yürüyüş alanında ya da yakın mesafedeki ormanlarda…Evin dışına çıktıktan sonra gidilebilecek hemen hemen bütün açık alanlarda, her yerde…Burada sonbahar alışa geldiğimiz sonbahar hüznünden oldukça uzak, hatta sonbahar hüznünü bırakın bir kenara, kutlanması gereken bir festival havasında. Baharda kiraz çiçeği zamanı Japonya için nasıl görsel bir şölen ise, Kanada’nın sonbaharı da o denli göz kamaştırıcı bir güzellikte.

46 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

A

slında Sonbaharın bu kadar güzel olmasının en güzel sebebi, ülkenin her yerinin yüzlerce çeşit farklı ağaçlarla kaplı olması. Kanada bayrağına yaprağını veren, yaprağını çınar ağacının yapraklarına benzettiğim akçaağaçlar, en yaygın olan ağaçlardan. Bence sonbaharın bu denli güzel olmasındaki en büyük pay onların. Her yerde akçaağaçlar var. Geniş yapraklı, sivri yapraklı, gürgen yapraklı kırmızı çizgili akçaağaçlar ve adını bilmediğim onlarca akçaağaç çeşidi… Baharda yapılan akçaağaç şurupları bu ağaçlardan çıkan suların kaynatılması ile yapılıyor. Hem yaprakları muhteşem güzellikte, hem de baharda içinden tatlı mı tatlı mı sular çıkıyor. Onların yanlarında, bakmaya doyamadığımız uzun uzun huş ağaçları, kesik kesik siyah çizgili beyaz gövdeleriyle…


N

Eylül / 2021

eredeyse aynı renkte iki

ağaç görmek imkansız. Bazılarının yaprakları alev kırmızısı, alizarin rengi, gül kurusu yada nar çiçeği iken, bazıları parlak altın sarısı, kehribar rengi, limon sarısıyla sarının en güzel tonlarında, bazılarıysa turuncunun en parlak neşe ve canlılığında. Bu onların son baharı değil, bu dünyaya veda etmeyecekler, tutundukları daldan topraga düşmeyeceklermiş gibi. Eğer sonbahar bir veda ise, yaprakların vedası son derece görkemli ve canlı bir veda… Yaşam döngülerini ihtişamla tamamladıklarına şahit olmak hüzünden çok ama çok uzak.

A

deti midir doğa ananın bilmem ama ilk önce ıhlamur ağaçları sararmaya başlıyor, nedendir henüz bilmiyorum en son onlar veriyor yapraklarını toprağa,

Ses Dergisi Sayı 19 sonbaharın sonuna kadar sıkı sıkı tutuyorlar dallarında. Kırmızı meşe ağaçları, meşe palamuduyla sincapların en sevdiği, sarıdan turuncuya dönen yapraklarıyla sonbaharın gözdesi. Sonbaharda yaprağını döken ağaçların yanında, kış boyu yeşil kalan ladinler, sedirler, çam ağaçları bu renk cümbüşünün yanında kusursuz bir kontrast oluşturup, kışın yapraksız kalan ağaçların soğuk, cansız gri rengini gizleme derdindeler.

D

uvağı farklı renklerden olan Eylül ve Ekim ayının ilk haftaları, sonbahar renklerinin en yoğun şekilde görülebileceği zamanlar. Günler gitgide kısalıp, yağmurlar aralıksız yağmaya başlayınca, güneş yüzünü gösterir göstermez sevinçle çıkıyorum dışarıya, kalan sonbaharı topluyorum dökülen yaprakların arasından. Eve dönerken büyülü bir şekilde etrafa saçılmış renklerden alıyorum yanıma. En sevdiğim renkler yavaş yavaş azalmış, yerini griye bırakmış

olsa da hüzünlenmiyorum. Her sonbaharda bu şimdiye kadar gördüğüm en güzeli diye içimden geçirirken dökülen yaprakların arasında yürüyorum.

A

yaklarıma düşen yapraklara zaman zaman yağmur eşlik ederse şanslı hissediyorum. Manzaraya eşlik eden yağmurlardan sonra, ıslanan ağaçların kokusuna, içinizi ürperten soğuğun kokusu karışmaya başladıysa artık sonbaharı uğurlama zamanı geldi, kış iyice yaklaştı demek. Sonbaharın kalabalık renkleri döküldükten sonra kurumuş dalların üstü, karın bembeyaz asaleti ile kaplanacak demek. Sonrası yemyeşil bahar, içimizi ısıtan yaz ve nihayet her mevsim yolunu beklediğim sonbahar… Dedim ya burada sonbahar hüzünden çok uzakta. Bitmeden bir sonrası beklenen, gelişi kutlanması gereken bir festival

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

47


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

Bir Kitap Bir Fikir

NURAYCAN

MÜLKSÜZLER PERSPEKTİFİNDE BİREY, TOPLUM VE DEVLET

KİTAP ANALİZ

“…bütün duvarlar gibi iki anlamlı ve iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” Yazarın okuyucu için “doğru bir dünya değil”, “doğru bir bakış açısı” oluşturmak istediği bu ifadeyle rahatlıkla anlaşılıyor.

48 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Eylül / 2021

Ses Dergisi Sayı 19

“Vermediğiniz şeyi alamazsınız, Kendinizi vermeniz gerekir Devrimi satın alamazsınız Devrimi yapamazsınız Devrim olabilirsiniz ancak”

K

itabı elinize aldığınızda arka kapak, sizi kitabın dünyasına bu cümlelerle buyur ediyor. Ursula K. Le Guın`in 1974 yılında yazdığı romanı tartışmasız dönemin en iyi kitaplarından. İki gezegen, onları birbirinden ayıran bir duvar ve diğer gezegene uzay gemisiyle yolculuk eden fizik profesörü Shevek`in macerasıyla başlıyor serüvenimiz. Bunun hem okuyucu hem kitap kahramanı için çok farklı bir yolculuk olacağını hemen ikinci paragrafta anlıyorsunuz. “…bütün duvarlar gibi iki anlamlı ve iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” Yazarın okuyucu için “doğru bir dünya değil”, “doğru bir bakış açısı” oluşturmak istediği bu ifadeyle rahatlıkla anlaşılıyor. Kapitalizme karşı sosyalist anarşizm düzenini, çok sağlam bir kurgu ve tarafsız bir dille okuyucuya ustaca aktarıyor. Bir tarafta bürokrasinin, mülkiyetin, sahip olmanın, otoritenin olmadığı Annares, diğer yanda devletin, kapitalist ve sosyalist tarzda örgütlendiği Urras…Mülkiyet, özgürlük, devlet, toplum, birey…kitabın ana hatlarını bu kavramlar oluşturuyor. Bu kavramların geçerliliği ve geçersizliği

gölgesinde, aile, çalışma hayatı, eğitim, devlet ve toplum hiyerarşisi oluşuyor.

Urras dünyası ise her şeyiyle tam bir merkeziyetçi. Yasalar, askerler, yönetenler, yönetilenler, polisler, askerler kısaca paranın ve hükmetme arzusunun gerektirdiği her şey var. Sosyal sınıfların belirgin olduğu ekonomik anlamda bolluk içinde yaşayan bir toplum. Annares’te olmayan birçok kavram burada fazlasıyla var; kural, yasa, statü, para…Güçlüler bu kavramlara tutunarak daha da güçleniyorlar ve alt tabakada gördükleri bireyleri ezmekten geri durmuyorlar. Değişime ve toplum evrimine tamamen kapalılar. Olası bir devrimi önlemek için devlet gücü acımazsızca kullanılabiliyor. Kardeşlik kavramı bulunmuyor önemli olan tek şey üstünlük duygusu. Toplumsal ilişkiler kimin kime emir verebileceğini kanıtlamaya dayanıyor.

Odo felsefesine göre şekillenmiş Annares toplumunun kemiğini, “Sahip olmak yanlıştır, paylaşmak doğrudur.” İlkesi oluşturuyor. Aile kurmak bile bir mülkiyet olarak görünüyor. Toplumun doğal çoğalma sirkülasyonu dışında bağlayıcı bir ilişki yok. İyelik ekleri toplum literatüründen çıkartılmış. Dr. Shevek “Devrim Kitaplara ve bilimsel çalışmalara zorunluluğumuzdur, devrim bizim isim basılmaz. Yasalar yoktur. evrim umudumuzdur, devrim Toplumun oluşturduğu normlara ya bireyin ruhundadır, ya hiçbir aykırı davranan bireyler toplum yerdedir. Ya herkes için ya da hiçbir tarafından soyutlanıp farklı şehirlere şey içindir” diyerek Urras’ta bir şeyler sürülerek cezalandırılır. Tam da değiştirmek isterken geldiği toplumda bu noktada yazarımız “kamuoyu yaşanan ekonomik ve bireysel açlığın önyargısına” vurgu yapıyor. Yasalar farkındadır. Aslında burada konu ne olmadığı için özgür olduğunu devlet, ne de ideal toplum. Asıl takip düşünen bireyler gerçekte toplumsal edilmesi gereken, kayıtsız kalamayan aforoz korkusuyla seçimlerini bireyin neler topluma göre şekillendiriyor. Karar mekanizmasında birey değil toplumun oluşturduğu gelenekçi ve ahlakçı yasalar işliyor ve yazar bireyin özgür bir yaşam alanına sahip olmadığına değiniyor. Toplum bireysel vicdanla dengede kalmaya çalışırken ona tamamen egemen oluyor. Reelde bireylerden işbirliğine değil emre uymalarını bekliyor. Kişi bu manipülasyonun ağır baskısı altında tercihlerini gerçekleştiriyor. Çünkü komşusunun düşüncesinden, dışlanmaktan, tembel, işlevsiz ve bencil olarak adlandırılmaktan korkuyor. Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 49


Ses Dergisi Sayı 19

Eylül / 2021

50 Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.