SES DERGİSİ 2021 AĞUSTOS

Page 1


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER TEMMUZ-AĞUSTOS/ 2021, SAYI 18

I EDİTÖR NOTU Yazarlık Atölyesi 3 kur çalışmaları, kapak yazısı ve teşekkür.

II AŞK VE DEVRİM Ses Dergisi

“İslamcı ve sağ kesim edebiyatı aşkta da korkaktır devrimde de.” sözünü dünya şair ve yazarlarından örneklerle açıklıyor.

Kültür-Sanat-Edebiyat

III

Macera değil bizimkisi, ses olmaya geldik

DENEMELER

Yeni yazarların kaleminden okuyacağınız kelimeler onların kalbine dokunmanıza yardım edecektir.

VI MEKTUPLAR

Betül Aydan, uzun aradan sonra, ilgiyle takip edilen Muhteşem'e Mektuplar'a başladı. Yürekten konuşmaları okuyacaksınız.

VII ÖYKÜLER

Kitap Yorumu MECİT ÖZDEMİR Bir romanın bugünle bağlantıları üzerine kafa yoran bir yorum.

V Film Tanıtımı

18

ESRA DOLUNAY Her sayıda bir film analizi veya tanıtı yapmayı sürdürüyoruz.

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca 2

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

IV

Kurgusal öykülerin arttığı sayılara doğru gidiyoruz. Bu sayıda da birbirinden ilginç ve doyumsuz öyküler okuyacaksınız. Bazen kendinizi bir nineyle konuşurken bulacaksınız, bazen berber salonunda yaşanan tartışmada...


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

SES DERGİSİ

Bu sayıda yine birbirinden güzel öyküler şiirler denemeler film ve kitap analizleri okuyacaksınız. Kapak yazısında ise dergimizin politikasına uygun olarak özgürlüğe davet konusunu işlemiş olduk. İstiyoruz ki fertler ve toplumlar özgürlüklerine düşkün olsun ve edebiyat ehli olanlar topluma vazifeleri olduğunu unutmasınlar. Dostlar, aşı konuşacağız ama toplumun bizden beklediklerini sırtımızı dönmeden aşkla konuşacağız. Bir güzel haberimiz paylaşayım istiyorum. Uzun bir aradan sonra dergi yazı ekibini yenilemiş olduk. Taze kanların aramıza katılması heyecanımıza heyecan katacak. Bu arkadaşlarımı tebrik ediyorum ve “hoş geldiniz” diyorum. Yazarlık atölyesi üçüncü kur çalışmamız dördüncü haftasına girdi. Burada ortak yazılan şiir öykü ve denemeleri önümüzdeki sayıdan itibaren tekrar okuyacaksınız. Bazen üç, bazen beş, bazen yedi-sekiz kişiyle yazdığımız şiir öykü ve denemeleri okurken yazar ve şairlerimizin imzalarını göreceksiniz. Bir şiirde veya yazıda birden fazla tadı yakalama imkanınız olacak. Şiir tadında günler ve bol yazmalı vakitler diliyorum Sevgiyle kalın....

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Esra Dolunay

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık

Ses Dergisi

Sevgili canlar, iki aylık gibi uzun bir aradan sonra sizinle tekrar bir aradayız. Uzun diyorum çünkü siz kalem dostlarıyla bir araya gelme gerçekten alışkanlık haline gelen bir keyif benim için. Temmuz sayısını Ağustos sayısıyla birleştirmemizin sebebini sosyal medyamızda izah etmiştim ama bir daha buradan yazmış olayım. Amacımız sadece derginin çıkması değil, hiçbir sayımız önceki sayıların gerisinde kalmamasıdır. Temmuz sayısını, elimizde istediğimiz ölçülerde yeteri kadar yazı ve şiir olmayınca Ağustos’la birleştirmiş olduk. Bu vesileyle her alanda yazı gönderen bütün arkadaşlara yürekten teşekkür ediyorum ve sizinle bu edebiyat kulübü’nün bir ailesi olduğum için gurur duyduğumu söylemek istiyorum.

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada

17 Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Şerif Aydın 3

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

EDİTÖR’den

Kültür - Sanat - Edebiyat


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

ŞERİF AYDIN

Kültür-Sanat-Edebiyat

AŞK ve Devvrim

Ses Dergisi

İSLAMCI VE SAĞ KESİM EDEBİYATI AŞKTA DA KORKAKTIR DEVRİMDE DE…

4

Fikir esareti değil, mutfak sefaleti yaşamış yıllar yılı. Yanlış yorumladığı değerler yüzünden kendi sefaletinin başkalarının sefahati olduğu gerçeğine ise hemen hemen hiç uyanamamış. Bu kesime itirazım var bugün Hafız, bu kesime isyanım. Bu kesime karşı hayal kırıklığım var bugün Hafız, kesimin edebiyatı adına hayıflanışım.

U

zun zamandır kafamda deli bir cümle dolaşıyor, Hafız, bilmiyorum neden.

“İslamcı ve sağ kesim edebiyatı aşkta da korkaktır devrimde de.”

Makalesini yazmayacağım bunun, izini sürmeyeceğim. Aşk ve korkularının röntgenini de çekmeye çalışmayacağım bu dünyanın ama yıllardır eserleri filmleri ve şiirleriyle büyüdüğüm bu toplumun güdük kalmış bu yanını konuşacağım bugün. AŞK ve DEVRİM, Hafız. Devrimle başlayayım. “Edebiyat, devrim ister” mi desem, yoksa “Devrim, edebiyat ister” mi? Ne fark eder ki, diyeceksin. Farkı şu: İlkinde edebiyatın kalıplara sığmayan, etrafı çevrelenemeyen, coşkunluğu ön planda olan bir kısrağın deliliği var. İkincisi, kararan sokakların en kuytu köşelerine bile sızıp aydınlatacak coşkun aydıntlatma fişeği… Karanlık bir tünelde ışığa açılacak kapıyı arayan, aralayan ışık. Kulağımda bir fısıltı ve karşımda itiraz eden umursamaz bir yüz şeklini görüyorum Hafız, senin. “Edebiyatla mı geçilecek bu tünel?”, “El feneriyle mi güneşe yürünecek?” Bunu diyorsun ya Hafız, karanlık tünellere ya hiç girmedin, ya da bu tünellerde güneşe çıkan yollar aramadın hiç. Az baksan göreceksin ki 1789 Fransız Devrimi’nin öncesinde yüz yıllık bir Aydınlanma Edebiyatı vardır.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Yol gösterip, kaldırım taşlarını döşedi edipler.

Bu kesime itirazım var bugün Hafız, bu kesime isyanım. Bu kesime karşı hayal kırıklığım var bugün Hafız, bu edebiyat adına hayıflanışım. Şiirler öyküler yazılmış, ama ferdi topluma, toplumu da devlet denen mekanizmaya kurban eden anlayışa karşı uyanış şiir ve öyküleri olsaydı keşke. “Zülf-ü yâr incinmesin” diye yanlış sevgilinin tablosuna şiirler yazılmış yıllar boyu. Kafiyesi, olay örgüsü, duygu yanı ile edebiyattır, inkar edemem, ama bir yanı var ki kırık, bir yanı var ki asırlar boyu dünyadaki diriliş edebiyatına karşı boynu bükük. Korkuları kelimelerine fetva çıkarmış, Hafız. Ne üşüyen sokak çocuğunu anlatırken tam sorgulamışlar, ne komutanın elinden ölesiye dayak yiyen askeri. “Çocuk açsa devlet fakir” demeye korkanlar, komutan gaddar diyecekken “devlet zalim” demiş olur muyuz?”dan korktu edipler. Edebiyatları ses ve musikiden ibaret kaldı. Rusya’nın Afgan işgali ile birlikte İslamcı kesimden çokça duyduğumuz “Moskof” toplumunun edebiyatına pencere açayım ki devrimler yaşayan toplumlar bu düzene karşı korkularını kimlerle aşmışlar görelim, Hafız. Zweig, Tolstoy ile ilgili bir değerlendirmesinde “Yumuşaklığın havârisi olarak sevilen bu radikal devrimci ve pederşahi sakallı kadar hiçbir Rus, Rus çarlık sisteminin ve kapitalist düzenin temel direklerini sarsamamış ve zayıflatamamıştır. Kuşkusuz tıpkı Rousseau’nun sans-culotte’lar hakkında öfkelendiği gibi, Tolstoy da Bolşevizm yöntemi karşısında öfkelenirdi. Zira o, partilerden nefret ederdi –çünkü yazılarında şöyle demişti: ‘Hangi parti kazanırsa kazansın, gücünü elde tutmak için sadece mevcut şiddet araçlarını kullanmakla kalmayacak, yenilerini de icat edecektir’

Bu kesime itirazım var bugün Hafız, bu kesime isyanım. Bu kesime karşı hayal kırıklığım var bugün Hafız, bu edebiyat adına hayıflanışım.

olduğunda, Rus edebiyatının baharı olarak tanımlanan Puşkin, Kafkasya’da bir subaydı ve idam edilen, sürgüne gönderilen arkadaşlarının şiirlerini yazıyordu. Darbelere karşı olmak sürgüne gönderilen, idam edilen, esarete mahkum edilenlerin şiirini yazan Puşkin olmaya engel değil. William Blake sokaktaki aç çocuğu anlatır, Hafız, “Baca Temizleyicisi” şiirinde. İlk şiirde saçları tıraşlandığı için ağlayan Tom, ikinci şiirde karlarla kaplı caddelerde siyah bir leke olarak dolaşır, ona iyi davranacak babanın hayalini kurar. Blake, çocuğun ağzından anlattığı hikayede aslında yaşadığı dönemin insanını ve toplumunu sanatın diliyle eleştirir. Ve der ki: Bağırıyordu: ‘’temizlikçi!’’ kederli bir sesle ‘’Söyle bana, nerede senin annen baban?’’ Dua etmeye gittiler Tanrı’ya, onun rahibine ve Kralına, Bizim sefaletimizden bir cennet kuranlara...”

Tolstoy olmak sadece kapatilizmin çirkin yüzünü görebilmek, Çarlık düzeninin çarpıklığını anlamak değil sadece, anlatmaktır da bence. Lenin’in Tolstoy için yaptığı bir tespit var Hafız; “Tolstoy, Rus devriminin aynasıdır.” Tolstoy’u okursan bu aynada çok şey görürsün.

Söyler misin Hafız, toplumun sefaletinden sefahat sürenlere camilerden dua eden anne babalar az mı bugün ülkemde?

1825 Aralık’ında Puşkin ve Nikolai Nekrasov’un şiirleriyle, Tolstoy ‘un ise hikayesi ile destek verdiği Dekabrist olayı

Böyle başlar uyanış, kendi sefaletinden cennet kuranları

“Var var!” diye kafa sallıyorsun ya Hafız, o zaman William Blake gibi kağıt toplayan çocukları, çöpte yemek arayan anneleri, parasızlıktan intihar eden babaları yaz.

5

Kültür-Sanat-Edebiyat

Fikir esareti değil, mutfak sefaleti yaşamış yıllar yılı. Yanlış yorumladığı değerler yüzünden kendi sefaletinin başkalarının sefahati olduğu gerçeğine ise hemen hemen hiç uyanamamış.

Fikir esareti değil, mutfak sefaleti yaşamış yıllar yılı. Yanlış yorumladığı değerler yüzünden kendi sefaletinin başkalarının sefahati olduğu gerçeğine ise hemen hemen hiç uyanamamış.

Ses Dergisi

Türkiye toplumunun fikirleri iktidarda olan “İslamcı Sağ Edebiyatı” gerçek manada esareti hissedemediğinden ne devrim aramış, ne tam özgürlük.


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021 görüp yazınca başlar devrim. Sağın kaç edebiyatçısı sefahatlerini sefaletler üzerine kuranlara böyle hitap edebiliyor bugün? Sağ, fikirleriyle iktidar; sağ, dinî yaşantısıyla rahat görünse de özgür değil. “Devlet ve toplumdaki her çarpıklık benim özgürlüğümü ihlaldir” diyen edebiyat, bugün Sağ’ın edebiyatı değil, Hafız. Sağ’ın edebiyatı EDMUND BURKE edebiyatıdır, THOMAS PAINE edebiyatı değil.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Edmund Burke’lere inat Thomas Paine’lerin sayısını arttıran edebiyat, özgür ve devrimci edebiyattır. Özgürlük doğuştan gelen bir haktır ve sonradan gelen hiç bir otoritenin emrine verilemeyeceği gibi yaşamak için de ayaklarını kıran kalemler gibi romantik bir söylemle seke seke yürüyenlerin diline emanet edilemez. Özgürlüğümüz, kalemlerinden yobazlık dökülen şair ve öykücülerin roman ve münekkitlerin diline emanet edilemez yani. Burke, sorgulayanları “hayvani yığınlar” olarak nitelendirip verasete dayalı düzenin devam etmesini savunuyordu, Paine ise uyanış sürecinde bizzat yer almış liberal özgürlüklerin ve hakların hiçbir devlet ya da hükümet tarafından bahşedilemez olduğunu ve doğuştan var olduklarını savunurdu. Bu iki karekter arasındaki uçurumu -varsa imkanın- sen ölç, Hafız. Esir sokaklar, fikirsiz kürsüler ve huysuz kanunlar seni rahatsız etmediyse hala, yazmaya devam edeyim. Gogol’ün muhteşem eseri Ölü Canlar, roman tarzında yazılmış olsa da o günün Rusya’sına ışık tutacak bir araştırma gibiydi. Gogol, bugün sokaklarımızda olanlar gibi, gördüğü içler acısı manzara karşısında eserini bırakıp bağırıyordu: “Nerede, bu ilkel, geri, yoksul Rusya’ya ‘İLERİ!’ diyecek kahraman!” Gogol değil sadece, Turgenyev, Dobrolyubov’u da anlatıym Hafız. “Arife”, Turgenyev’in ilk romanlarından biriydi. Büyük uyanışı yani tan vaktini anlatıyordu. Sen okusaydın ne tepki verirdin bilmiyorum Hafız, ama Dobrolyubov bu eseri okuyunca, “gerçek gün ne zaman gelecek?” diye söyleniyordu. Fikir esaretine mahkum edilmekten rahatsız olanların sesleri ve kelimeleridir bunlar. İster köyünün ters dönen çarkına karşı ses yükseltsin ister ülkesinin… İçinde yaşadığı toplumun, jakoben kişilerin ihtiraslarının kanun diye dayatılamayacağını haykırır. İsminin ne olduğunun bir anlamı yok. Rusya’da yaşasa belki ismi Gogol, Türkiyede yaşasa Nazım olurdu.

6

“Devlet ve toplumdaki her çarpıklık benim özgürlüğümü ihlaldir” diyen edebiyat bugün Sağ’ın edebiyatı değil, Hafız. Sağ’ın edebiyatı EDMUND BURKE edebiyatıdır, THOMAS PAINE edebiyatı değil. Nazım’la aynı fikirdeyiz bak, Hafız: “Şimdi Kerim, Sovyetler Birliği bahsine gelelim: Yüz, yüz elli yıl önce doğmuş olsaydım eğer saygı ve hayranlık duyacaktım büyük Fıransız inkılabına. Kim bilir, belki o zaman da Fıransalı keferenin fitnesine alet oldu derlerdi bana. O devirde yaşamadım ama hâlâ heyecanla söylerim Marseyyezi.” Bitmedi, Nikolai Chernyshevsky ve eseri ‘Ne/Nasıl Yapmalı’’. Chernyshevsky’nin bu romanı zindanda yazılan bir eser. Dört ayda yazıldı. Ne/Nasıl Yapmalı’nın Rus toplum hayatı üzerinde yaptığı etki öyle büyük oldu ki, Dostoyevskiy ve Tolstoy’dan Kropotkin ve Lenin’e kadar pek çok kişi ‘Nasıl Yapmalı’’yı konuştu, tartıştı. Eser, Rusya’da devriminin el kitabı olurken Lenin’in de başucu kitabı oldu. Senin de iyi bildiğin Maksim Gorki’nin ‘Ana’ romanı aynı yolun yolcusu. Bu eser için Lenin, “1905 devrimine tam zamanında yetişti” demişti. Hem Rusya’da hem dünyada devrimcilerin el kitaplarından biri oldu. 1908 devrimini yapan Jöntürkler’in de başvurduğu kitap olmuştu. Nâzım Hikmet’in çizgisini takip eden 40 Kuşağı, ters esen rüzgara yelken açan Anadolu insanlarıydı. Ahmet Arif, Enver Gökçe, Atilla İlhan, Hasan Hüseyin gibi nice şairler yazarlar uyanış şiirleri yazdılar. Kimi zaman aşk, kimi zaman devrim sözleri mırıldandılar ama umut yazdılar şiirlerinde, Hafız, uyanışa çağrı yapan, sefahat sahiplerinin sefaletlerinde dünyalar kurmalarına karşı çıkan isimler oldular. Yer yer onların esaretlerine sebep olsa da bu…


Temmuz-Ağustos / 2021

Kaybetmek endişesi kazanmak endişesinden çok büyük olunca en büyük tedbiri kaybetmeye daha yakın olan güç sahipleri alıyor bu düzende. Bu düzeni değiştirenlerin sayısı çok, geçmişte; bugün de çok var. Yeter ki sen Percy Bysshe Shelley’nin “İngiltere 1819” adlı şiirindeki gibi “Görkemli bir Heyula doğacak bütün bu mezarlardan, Aydınlatacak bu karanlık gününü çağımızın...” söylene dolaş sokakları…

söylene

Gelelim seninle en çok konuştuğumuz konuya. Yani AŞK. Sözümü bir daha tekrar edeyim

İSLAMCI VE SAĞ KESİM EDEBİYATI AŞKTA DA KORKAKTIR DEVRİMDE DE….

“Yok bu sesler!” diyorsun ya, bitmiyor işte o zaman, Hafız. İfade özgürlüğü doğuştan gelen bir hak olsa da insanı Belki bu yüzden sağın devrimini, sağın dirilişini, sağın doğduğuna pişman ediyorlar, biliyorum. Ama Hafız, kendini uyanışını, yeni yol bulup akışını görmek hemen hemen zor. Kalemleri can çekişiyor, daha doğrusu kalemlerinden önce ifade edemeyeceksen varlığının ne manası var? yürekleri azapta. Bu çeperlerini yırtmak, onları azaptan kurtarmak istiyorum. Yüzün hala yabancı bana Hafız, hala tedirgin, hala kararsız. Devrim olur da aşk olmaz mı Hafız? Aşk, devrimin tuzudur. Edebiyatın çizgileri ülkelerin sınırları gibidir, Hafız. İçerde Sağ kesim fikir esareti yaşamadığı gibi aşk hararetini de özgürlük olmadan dışarda tam bağımsızlık olmaz. Fikrin doyasıya yaşayamayan bir kesim. sınır nöbetini özgür kalemler tutar. Özgürlüğün esaret Bu kesimin aşkını bir sonraki sayıya aşkı devrim türküsü yaşamasını istemiyorsan kalemlere sınır nöbeti tuttur. gibi yaşayanlarla kıyaslayıp konuşacağız Hafız, ama vakit Edebiyatları devrim ruhundan yoksun milletlerin kaderi dar, kapatıyorum şimdilik. hep diktatörlerle kesişir. Kimileri insanların büluğ sancısı çektiği gibi devlet ömründe bir kez yaşar dikta rejimlerini; kimileri ise mera bittikçe açlık yaşayan koyunun çoban ıslığıyla peşine takıldığı gibi takılır dikta çobanların peşine. Napolyonun 1793 yılında cepheden gönderdiği mektuba bir göz at istersen. “Fikirlerin bu kadar çarpıştığı, birçok bakış açısının birbirleriyle mücadele ettiği bu ortamda, dürüst biri için durum son derece karmaşık ve korkutucu... Nitekim kişi tarafını seçmeli, kanımca kazanan tarafı seçmeli – diğer bir deyişle – yağmalayan, ateşe veren ve yenilgiye uğratan taraf. Diğer seçeneği düşününce, yenmek, yenilmekten iyidir.” Sence Hafız? Napolyon’un dediği gibi mi olmalı sence? Kazanan taraf mı, haklı taraf mı? Omuzlara basarak yükselmenin sevinç çığlığı, omuzlarına

7

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kaybetmek endişesi kazanmak endişesinden çok büyük olunca en büyük tedbiri kaybetmeye daha yakın olan güç sahipleri alıyor bu düzende.

basılanların acı çığlıklarını bastırdığı için kimse karanlık düzeni pek fark edemiyor bugün.

Ses Dergisi

Omuzlara basarak yükselmenin sevinç çığlığı, omuzlarına basılanların acı çığlıklarını bastırdığı için kimse karanlık düzeni pek fark edemiyor bugün.

Ses Dergisi Sayı 18


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

Gerçek Hayat Öyküsü

TUBA SİNA AYDIN

DAFFODİL

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hayat Öyküsü

Ses Dergisi 8

Ben doktorum. Son beş dakikada bende gerçekleşen belirtilerin hepsi donarak öleceğimi gösteriyor.” Bu birkaç cümledeki bütün hecelerin tonlamaları zikzak çizmişti. Aynı şekilde nefesim de. Az sonra tamamen kesileceğini bildiğimden, şu cümleleri de eklemem gerekiyordu: “Aileme haber verin. Cenazemi burada bırakmasınlar.” İhsan Abi’nin gözlerinin hayretle açıldığını hatırlıyorum . En s o n “Abileeeeer!........” diye seslendiğini duydum. Sonrasını hatırlamıyorum. “Abi, Nergis abla kendine geliyo herhalde, serçe parmağı kımıldadı


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Stephan’ı kaybediş sürecim, sadece kırk dört günlük. Kansere yakalandığını otuz üçüncü evlilik yıldönümümüzde öğrenmiştik. Yıkıldık. Bir şeyler yapabilmeyi çok istedim. Ama hastalığını geç fark ettiğimiz için tümör vücudunda

hızla ilerlemiş. Yoğun bakımda uzun bir mücadele verdi. En son görüşümde bahçemizin böğürtlen kokularından yüzüne sürmüştüm. Mutlu olmuştu. Kırk dört günün sonunda da böğürtlenlerle aynı toprağa, sonsuz toprak kokusuna uğurladım. Son sözlerini net anlayamadım. Ağız hareketlerinden ‘mutlu’ gibi bir sözcük çıkmıştı zannediyorum. “Söz!” dedim. “Mutlu olucam.” Ayrılığı kabullenmek uzun bir zamanımı aldı. Ama ona verdiğim bir söz vardı. Bu sözünü de ancak ölümünün ikinci yılında, Atina’ya gittikten sonra yerine getirebildim. Bir sabah Joseph’in telefonuyla uyandım. Daha gözlerimi açamadan bana beş gün sonrasına hazırlanmam gerektiğini, Yunanistan’a gideceğimizi söyledi.

“Neler saçmalıyorsun? Hiç tatil havasında değilim,” dedim.

“Tatile gitmiyoruz ki. Bizimle birlikte iki Türk bayan var. Uçak biletin bende. Anlatırım sonra,” deyip kapattı. Tüm detayları uçakta dinleyebildim.

“Aktivist kimliğimiz de olmasın mı şimdi? Foseptik çukuruna ittirilen binlerce insan var. İşte o insanların kafalarını kaldırdıklarında, karşılaştıkları delikten sızan minicik ışığın ismi Yunanistan. Sevgili Emma, ben de dedim ki; foseptik çukurlarından gün ışığına parmakla dokunuşun karesinde biz de yer alalım. Getirdiğimiz oyuncaklar, çikolatalar; karakalem hayatlara damlayan suluboyalar olsun.” İnsanın arkadaşı şair olunca böylesi sözlere hiç şaşırmaması gerekiyor. Ah Joseph! Yine on ikiden vuracak lafları fırlatıp geçti. Fırlattığı gülle; havanın

9

Ses Dergisi

S

tephan’sız ikinci şükran günü yemeği. Bir önceki yılın yine bu saatleri, ne yazık ki şükransızdı. Battaniyenin altındaydım. Uyku hapı almış olsam da, yatağımda dönüp duruyordum. Yemeksiz, nefessiz ve de sessiz bir akşam geçirmiştim. Ters akan nehrim, doğmayan güneşim, kararıp da ağlamayan bulutlarım vardı. Bu akşam ise enfes geçecek, eminim. Çünkü şu birkaç aydır coğrafi objelerim, negatif galaksilerden tasını tarağını toplayıp ayrıldı. Birtakım sebepler tabi. Neyse onu birazdan anlatacağım. Yemeğe misafirlerim var. Bütün gün hazırlık yaptım. Fransız, İtalyan ve Amerikan mutfaklarının karışımı nefis bir menü çıktı ortaya. Köri Soslu ve zencefilli sebze sote, Kinoalı Akdeniz Salatası , Gnocchi ve ismini öğrenemediğim iki vegan yemeği daha. Mikrodalganın her tık sesinde mutfağa koştum. Elime aldığım tencere kapaklarının buharlı aynasında, bütün endamıyla huzurum vardı. Masaya servis tabaklarını da yerleştirince üzerimi değiştirmek için odama çıktım. İlk işim Stephan’ın en sevdiği, ortası zümrütten su damlası küpelerimi takmaktı. Bana artık biraz dar gelse de; onun hediyesi, su yeşili döpiyesimi giydim. Gardırop aynasının karşısından yirmi dakika boyunca ayrılamadım. Bu gece için yaptığım dualar onu epey buğulandırmış, çıkarken fark ettim. Şimdi ise her şey hazır görünüyor. Bir sandalye çektim. Dirseklerimi masaya yaslayıp iki elimi yanaklarıma götürüyorum. Gözlerim duvardaki saate takılıyor, saatte gördüğüm Stephan’ın yüzüne. Tıpkı üç gece önceki rüyamda olduğu gibi gülümsüyor bana. Sonra kayboluyor.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kaçmasaydınız o zaman! Size mi sorucaz işimizi?” Sol elini her seferinde kül tabağına götürüp getiren bu adamın o esnada verdiği cevap bize şaşırtıcı gelmedi. Şaşırdığımız şey, bir iki dakika sonra doktor olduğumu öğrenmesiyle, askerlerine benimle ilgili bir yığın talimat vermesiydi. “Bayanı yan odaya alın. Bir ısıtıcı ayarlayın. Tuvaleti falan gösterin. Başka bir ihtiyacı var mı sorun.”


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021 sürtünme kuvvetini, şunu bunu dinlemeden, aklıma balyoz gibi Stephan’ı indirdi. İnmemesi imkansız zaten. Çünkü bunların hepsi onu derinden sarsan Orta Doğu politikalarıydı. Gözlerimin önüne Stephan’ın insan sevgisi gelince, Joseph’in ellerinden tuttum. Ben bırakmadıkça o da bırakmadı. Bir iki derken sonuna kadar açıldı gözyaşı vanaları. Yardım etmek isteyen hostesin bile ellerini ıslattım. Yani hikayem ıslak başladı. Huzurlu ıslağın tuzlarını emen dudaklarımda, uçağın inişine kadar dua vardı. “Tanrım! Beni asla kurutma.” Atina’da geçirdiğim o üç gün içinde görüp duyduğum; isimler, resimler ve hikayelerin her birisi zaman ilerledikçe zihnimde bulanıklaştı. Ancak şu cümleleri sonradan her nereye gitsem, yanımda taşıdım.

“Öldüm... Sonra tekrar gözlerimi açtım. Islak, soğuk ve daha da soğuktu her şey.”

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Bu sözler, Yunanistan’a geleli henüz bir hafta olmuş, üç çocuklu bir ‘kış çiçeği’ne aitti. İsmi bizdeki daffodilin karşılığı: Nergis’ti. Sözlerine şu cümlelerle başlamıştı: “Eşim hapisten yeni çıkmıştı. Ben de yatacağım yıl sayısını hesaplayıp durmaktan bıkmıştım. Ülkeyi terk etmeye karar verdik. Ama çocukların Meriç’i görmesine gönlümüz razı değildi. Ben önden gidecektim. Benden sonra da eşim ve çocuklar. En küçüğü daha üç yaşında olan çocuklarımın her birisinin kokusunu içime çekerek kış gecesi düştüm yollara. Yanımda benden başka bayan yoktu. Beş kişiydik. Bir de bizi nehrin karşısına geçirecek olan adam vardı. Akşam saat dokuzdan on bire kadar koştuk, yürüdük, nefes nefese kaldık. İçinde su olmayan bir su kanalının kenarına geldik. Soğuk havada, ağzımızdan çıkan buharın dahi görülme ihtimalinden endişeliydik. Grupta sadece bir kişinin cep telefonu, zayıf ışık gücünde açıktı. Onu da attığımız her adım öncesi önümüze çıkan kurumuş yaprakları toplamak için açmışlardı. Hışırtısız, ışıksız, yanağımıza batan dikenlere duyarsız olmak zorundaydık. Sabah saat dört buçuğa kadar bekledik. Yabancı uyruklu kaçakçı asıl güzergâha doğru hazırlanma vaktinin geldiğini söyledi. El kol hareketlerine başladı.

“Şuradan dönün, burdan geçin...” Zaman zaman bizlere de dokunarak hareketlerimizi hem hızlandırıyor, hem de kontrol altında tutuyordu. Ne olduysa işte o anda oldu. Yanımdaydı. Kendi dilinde bir şeyler söyledikten sonra beni itti. Kasten mi yaptı bunu, bu adam? Bunu düşünecek fırsat bile bulamadım. Yalpaladım ama nafile.

Kenardaki keskin kayalardan birine bacağımı çarparak, buz gibi suya düştüm. Ocak ayının, buzdan alevler fokurdayan ocağına. İyi ki sürükleyecek şiddetli bir rüzgar yoktu ve de iyi ki yüzme biliyordum. Ay ışığının 10

sudaki resmini yara yara bizimkilerin o tarafa vardım. Yazık, onlar da çok telaş yaptı. İçlerinden bir ikisi başlangıçta benim ardımdan suya atlayacak oldu. Ama baktılar, yüzebiliyorum. Pusuya yatar gibi benim gelişimi beklediler. En son ikisi var güçleriyle kollarımdan asılınca, tüm ıslaklığımla karşılarına dikildim. Ne bir havlu, ne de üzerimi değiştirebilme imkanım var. Üstelik bacağımdaki yaranın ağrısından dolayı yürüyebilmem imkansız. Meriç’in litrelerce kan yutan suyuna bacağımdaki yaranın ilk kan damlalarını dökerek çıkmıştım. Ellerim kırmızı, ıslaktı. Ama ay ışığında ben bu rengi değil de, ne yapmaya çalıştığını anlamadığım o adamın yüzünü aradım. Bir çırpıda göz göze geldik. Aynı pervasızlığı yüzünden okunuyordu. “Bana ne senin düşmenden. İstersen boğul. N’apalım yani?” cümlelerini kendi dilinde içinden tekrarladığına emindim. Ya da belki de dışından söylemişti. Nasıl olsa biz anlamıyorduk ya. Gruptaki arkadaşların suratları desen, şu birkaç saatin meymenetsize muhtaçlığında, alacalıydı. Ağızlarının ucuna gelen ne kadar küfür varsa yutmak zorundalardı. On beş- yirmi dakika yürüttü bizi. Tabii ben en arkadan sürünerek geliyordum. Bir yerde durdu. Kırık İngilizce’siyle

“Siz burda bekleyin, ben askerler var mı, bir bakıp geleyim.” dedi. Artık buradan sonrası bir yüz metre yürüme, ardından botla geçişti. Herkes kafası eğik, kolları birbirine bağlanmış vaziyette ritmik ısınma hareketleri yapıyordu. Avuçlarını ağızlarına götürüp nefesten hohlama sesi çıkarıyorlardı. Benimse parmağımın kımıldayacak hâli yoktu. -5 derecede yarım saatten fazla bir süredir ıslak bekliyordum. Hâlim diğerlerine bir şeyler anlatabilir mi diye baktım ama maalesef. Sonuçta hepsi erkek. Beni anlamalarını bekleyemezdim. Bir belirsiz adım atmışım ki yere düştüm. Hemen ardından kustum. Ne yemiştim de kustum dersem çok iyimser yaklaşmış olacaktım. Zira istemsiz idrar kaçırdığımı da fark edince, fazla vaktimin olmadığını anladım. Fısıltı kuralını ihlal etmiş olmayı umursamadan en yakınımdaki İhsan Abi’ye seslendim. Ancak ikinci seslenmemde bana dönebildi. Hayır, sağır değildi bu adam. Ne yazık ki, yüksek sesim kısık sese eşdeğer desibele inmiş. Belki daha da aşağı. Hatta hâlâ duyamayınca iyice yaklaşıp bir kulağını ağzıma yaklaştırdı.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

“Abi dinleyin çok önemli. Ben doktorum. Son beş derdi ki sağlıkçı olmayanların elinden paçayı kurtaran(!) bir dakikada bende gerçekleşen belirtilerin hepsi donarak doktor olarak mucizeyi anlatacağımı? Saatler sonra, sabah saat dokuz gibi çıkageldi; bizim ne idüğü öleceğimi gösteriyor.”

belirsiz insan taciri. O vakte kadar gruptakilerin her birisi sırt sırta etrafımı bir barikat gibi çevrelemişti. Çünkü vücut sıcaklığımın amatörce de olsa koruma altında tutulması şarttı. “Tamam her şey temiz. Hadi gidiyoruz!” dedi bizim tacir. Hemen ardından Fuat ve İhsan Abi koluma girdiler. İki “Aileme haber verin. Cenazemi burada gruba ayrıldık. İlk grup önden gitti. Hatta kıyıya varmıştı bile. Onlarla aramızda elli metre falan var. Hemen arkalarından bırakmasınlar.” biz. İhsan Abi’nin gözlerinin hayretle açıldığını hatırlıyorum. En son “Abileeeeer!........” diye “Bacağımdaki yaranın tıbbi tedaviye ihtiyacı var. seslendiğini duydum. Sonrasını Yunan’a varınca bir de bunla uğraşmam gerekecek.” hatırlamıyorum. diye söylendim ama sözlerimin ardı arkası gelmedi. Sessizliği “Abi, Nergis abla kendine ve yaramın iniltisini kesen köpek havlayışlarını duyduk geliyo herhalde, serçe parmağı üçümüz de. Sağımızdan on beş yirmi köpek bize doğru geliyordu. Askerler salmış üzerimize. “Ulan şerefsizler! kımıldadı.” Bu duyduğum, kabir Kaçmaya yeltenirsiniz ha...” Ellerinde odunlar vardı. alemindeki yeni dostlardan Kaçabilmemiz imkansızdı. Henüz botu şişirmemiştik. birinin sesi miydi? Ölmüştüm Dahası poşetinden bile çıkarılmadı. Zaten birkaç dakika içinde de köpeklerden birisi o botu parçaladı. Bir başkası ben çünkü. Neredeydim ben? da İhsan Abi’nin bacağını ısırdı. Askerlerde öyle bir azgınlık “Abi çok şükür, abla kurtuldu.” vardı ki şu an buracıkta ölmemizi ister gibi, odunlarla “Nergis abla iyi misin? Bir şey söyle. bizimkilerin kafalarına vurdular. Beni hayata döndürenler, Hepimiz çok korktuk.” Kayadan ağır birazdan gözümün önünde yığılabilirlerdi. Neyse ki, karşı müdahale olmadığı için bu saçmalığa çok geçmeden son gelen göz kapaklarım inip kalktı. Bu verildi. Ama ağza alınmayacak küfürleri devam ediyordu. onlara ‘bir şey’ olarak yetmişti Vakti zamanında görevimin başındayken , birkaç hasta herhalde ki; “Oh çok şükür!” yakınından duymuştum, bu galiz küfürleri. Sonrasında ‘Güvenlik’ devreye girmişti, koruma altına alınmıştım. Şimdi sesleri daha da arttı. ise lağım sularını, üzerimize bizzat ‘Güvenlik’in kendisi Doğrulamadım, sesim döküyordu. Hem sözlü hem fiziksel her şeyi göğüsleyip de çıkmadı. Beş dakika en sonunda karakolda komutana benim için patlayan Serdar kadar vücut sıcaklığımı Abi ile Fuat’ı hiç unutamıyorum: normale döndürmeye çalışan - “Komutanım bu ablanın başına bir sürü şey geldi. Faruk Abi’nin serî hareketlerini seyrettim. Sonra ellerim üzerimdeki ‘kuru’ları fark etti. Ölümden döndü. N’olur onu götürün.” Kendilerinden pantolon, ceket, atkı. Aslında bu - “Kaçmasaydınız o zaman! Size mi sorucaz işimizi?” şartlarda uyanmam imkansızdı. Belli ki epey uğraşmışlar, beni hayata döndürmek için. Meslek Sol elini her seferinde kül tabağına götürüp getiren bu adamın hayatım boyunca mucizeyle çok karşılaşmıştım. o esnada verdiği cevap bize şaşırtıcı gelmedi. Şaşırdığımız ‘Paçayı kurtaranların(!) ardından hastane şey, bir iki dakika sonra doktor olduğumu öğrenmesiyle, kafeteryasında kendimi ve ekip arkadaşlarımı bir askerlerine benimle ilgili bir yığın talimat vermesiydi. “Bayanı kahve ile ödüllendirirdim. Bende değil de hastalarımın yan odaya alın. Bir ısıtıcı ayarlayın. Tuvaleti falan gösterin. hafızasında kalan hatırı sayılır anı birikmişti. Onların Başka bir ihtiyacı var mı sorun.” Tek ihtiyacım azıcık uyku ve demetlediği dualar; rafyasıyla, simli kartonlarıyla o eşime durumumun haber verilmesiydi. Ancak akşam yedide zamanlar gönlümde huzurdu. Bugünkü ismi ise ‘apoletli haber verildi ona. Akşam vardiyasının komutanı, telefonun muhafızmış, onu anladım. Elbette; şimdiki jestim, kahve hoparlörünü açtı, ben duyayım diye. Bu adam meslekte fincanı uzatmak olmayacaktı. ama hepsinden kıymetlisi: toydu, belli. Ya da hâlâ alışamamıştı bizlerdeki ‘terörist’ “Allah binlerce kez razı olsun.”lu latif ambalaj. Rafyadan, tepkilerine. Bir cümleyle donup kalır mı insan? simli kartondan. Paçamdan hâlen kan damlarken; kim “Gerçekten mi komutanım? Yakalandı demek. Oh şükürler

11

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bu birkaç cümledeki bütün hecelerin tonlamaları zikzak çizmişti. Aynı şekilde nefesim de. Az sonra tamamen kesileceğini bildiğimden, şu cümleleri de eklemem gerekiyordu:


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021 olsun...” Üç-dört dakika eşimle konuştu. Telefonu kapattıktan sonra bana bir şey söylemedi ama askerlerden birine

“Kaçık bunlar ya! Başlarına ne gelse şükrediyorlar.” sözleri nezarethanemin duvarlarına çarpıp kaçmıştı. Sonrasında eşim, benden haber alamadığı o yirmi iki saat boyunca neler yaşadığını bir bir anlattı. Her yere haber salmış. Yunanistan emniyetini aramış. Meriç’te ceset arattırmış. “N’olur ölüsünü bari bulun,” demiş. Mahkemeden salıverildikten hemen sonra; beni ayağımda banyo terliği, erkek çorabı, üzerimde çamurları kurumuş erkek ceketi ile görünce ekleyeceklerinin daha da fazlası vardı:

“Seni bir daha asla bırakmam. N’olursa olsun. Gerekirse on sene yatar çıkarsın. Biz bekleriz seni.”

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ne var ki bu konuşmadan altı gün sonra yine yola çıkmıştım. Yine Meriç. Üstelik dizlerimin günlük pansumanı devam ederken. Elektronik kelepçe henüz ayağıma takılmadan, vınnn! Hiç mi uslanmaz insan?:) Yok hayır, bu kez Meriç değil de Nil’de gidendik biz. Küçücük botumuz Musa Bebek’i taşıyan saldı. Duyduğumuz ilk ‘Calimera’, Asiye’nin kucağıydı.” New Jersey’e döndükten sonra, Nergis’ten bir daha hiç haber alamadım. Kısa sürede Atina’dan ayrılmış çünkü. Ama ben yerimde durabilir miyim hiç? Benzer elliye yakın hikayeyi, İngilizce bilen bayanlardan çevirmelerini istedim. Kısa sürede çevirip önüme koydular. Hatta birçoğu ile bizzat tanıştım. Nurten, Esma, Halime... hayatlarını öğrendiğim en son isimler. Acaba onların da isimlerinin anlamı,

çiçeği’

‘kış

gibi zorlukları mı temsil ediyordu ki? Merak etmiştim ama sormadım. Çünkü birazdan güler yüzleriyle bana yine güç vereceklerdi. Az daha unutuyordum. Joseph’e yaptırdığım sulu boya çalışmasını saatin hemen yanına astım. Astım asmasına da karşıdan biraz eğik görünüyor. Misafirler gelmeden düzelteyim şu portreyi: Boynuna stetoskop dolayanın, banyo terliğini.

12


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Soyu tükenmeli asi kuşların Yüz veren

yontulmalı sevinçten Nefesi nergis gülüşü şiir Tel örgülü avludur sesin Hayat üfleyen yer yüzüne Belli! Kültür-Sanat-Edebiyat

ESRA AYDAN

Susmayan kadınlar

Ansızın ölmüş Ateşböcekleri Karanlıkta kördüğüm Kurumuş ışık izleri Oysa kuşların Bahaneye ihtiyacı yoktur Gölgede soğur fesleğenler

Ses Dergisi

DELTA

ellisini geri almalı

Özleyince ben soğurum Kokmuyorsa bahçenin çiçekleri Bu yağmurun değil Senin suçun Ama sen yine de Özlemeden gelme Ben hep hayra yorsam düşlerini Tahtaya vurunca üç kez Tuzu yetmemiş yemek Zılgıtı eksik ağıtlar gibi Sakın ansızın gelme! Yürümediğin yollar kadar Vedalarım var benim Dilenci sevinci akar gözlerin Deltalar yeşerir asude Ah benim kapı eşiğinden bakan çocukluğum...

13


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

Bir Kitap Bir Fikir

MECİT ÖZDEMİR

KİTAP HIRSIZI’NIN HİKÂYESİ VE BİZİM HİKÂYEMİZ

Kültür-Sanat-Edebiyat

KİTAP ANALİZ

Ses Dergisi 14

Kitap Hırsızı... Kitabın beni çeken kendine yanı öncelikle adı oldu. Adını ilk okuduğumda aklıma gelen ilk düşünce kitap okumanın önemi üzerine güzellemeler oldu. Kendisini okuduğumda ise bir “Kitap Hırsızı”nın hayat hikâyesi olduğunu öğrendim. Kitap hırsızı dedimse sakın zihninizde roman kahramanını bir hırsız olarak algılamayın. Sakın bir hırsız portesi canlanmasın hayal dünyanızda.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar ya Orhan Pamuk coşkulu ve lirik romanı Yeni Hayat’a... Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişmedi. Değişmedi ama 1930’larda Nazi Almanyası’nda insanların hayatının çok değiştiğini, bazıları için gül ve gülistan olan hayatın bazıları için kâbus dolu yıllar olduğunu öğrendim. Hayatı gül gülistan olanların kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen insanların hayatını kâbusa çevirdiklerini öğrendim...

1

950 sonlarında Avrupa’dan Avusturalya’ya göç eden Alman asıllı bir ailenin en küçük çocuğu olarak 1975 yılında Avustralya’da doğan Markus Zusak edebiyat dünyasının saygın yazarlarından biridir.

Köpek Düşleri 1999, İt Dalaşı 2000, Köpekler Ağladığında 2001, Hiç Kimse Sıradan Değildir 2002, Kitap Hırsızı 2005, Kilden Köprü 2018 gibi altı kitabın yazarı olan Markus Zusak, Hiç Kimse Sıradan Değildir ve Kitap Hırsızı ile okurların ve edebiyat dünyasının ilgisini çekmiştir. Hiç Kimse Sıradan Değildir adlı kitabıyla dikkat çekmiş ve 2003 CBC Yılın Kitabı, NSW Başbakanlık Edebiyat Ödülü ve Printz Onur Ödülü gibi ödüller kazanmıştır. Yazarın en fazla dikkat çeken ve adıyla özleşen eseri ise Kitap Hırsızı’dır. Büyük ilgi uyandıran bu kitabı da pek çok ödül kazanmış, 230 hafta boyunca New York Times En Çok Satanlar listesinde yer almış, 40’tan fazla dile çevrilmiş ve 6 ödül kazanmıştır. 2013 yılında aynı adla sinemaya uyarlanmış ve Oscar’a aday gösterilmiştir. Kitap Hırsızı... Kitabın beni çeken kendine yanı öncelikle adı oldu. Adını ilk okuduğumda aklıma gelen ilk düşünce kitap okumanın önemi üzerine güzellemeler oldu. Kendisini okuduğumda ise bir “Kitap Hırsızı”nın hayat hikâyesi olduğunu öğrendim. Kitap hırsızı dedimse sakın zihninizde roman kahramanını bir hırsız olarak algılamayın. Sakın bir hırsız portesi canlanmasın hayal dünyanızda. *** Romanın kahramanı 2. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da yaşayan dokuz yaşında bir kız. Adı Liesel Meminger... Konusuna gelince: Babasının nerede olduğunu bilmeyen, bir

tren istasyonunda küçük kardeşini kaybeden ve annesi kendisini terk ettiğinden dolayı üvey anne babanın yanında yaşayan bir kızın hayat hikâyesi, hayatta kalma mücadelesi... Bu hikâyeye eklenen savaşın getirdiği sıkıntılar, Nazi Almanya’sının Yahudi düşmanlığı, bir sabah evlerinden alınan ve toplama kamplarına götürülen Yahudilerin hayatta kalma mücadelesi; parti üyesi olmayan ya da muhalif olan Almanların durumu... Bir ailenin yıllar evvel verilen söz nedeniyle hayat ile ölüm arasında gelip giden vefa ve insanlık mücadelesi... *** Bir tren yolculuğu ile başlar hikâye... Liesel, annesi ve altı yaşındaki erkek kardeşi ile birlikte, yeryüzünün beyaza büründüğü karlı bir günde, yeni bir hayata başlamak üzere demir raylar üzerinde Münihe doğru yol alan trende yolculuk etmektedir. Hasta olan annesi onları evlatlık olarak vermek üzere Molching kasabasında, Himmel sokağında yaşayan bir ailenin yanına götürmektedir. Yolda başlarına talihsiz bir olay gelir: Anne ve kitap hırsızı uykunun koynunda gecelerken küçük kardeş, üçüncü vagonda son nefesini verir. Üvey annenin eline düşmeden Rabbinin rahmetine erişir... Ve kitap hırsızının ilk hırsızlığı da kardeşinin defni sırasında gerçekleşir. Bir tren istasyonunda devam eder hikâye... Tren raylarının yanında küçük bir çocuğun cesedi karlara karışmış vaziyette... Karla kaplı istasyon sessizliğe gömülmüş... “Kar sürekli yağıyordu ve Münih treni hatalı ray çalışması yüzünden durmak zorunda kalmıştı. Bir kadın ağlıyor, uyuyan bir kız çocuğu yanında duruyordu... İki kondüktör ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Durum en hafif tanımıyla sevimsizdi. Sonunda üçünün de bir sonraki kasabaya götürülüp sorunlarını çözmeleri için orada bırakılmalarına karar verildi... Hedefe ulaştığında (tren) sarsılarak durdu. Ceset annesinin kollarında, üçü de platforma indiler... Tanıklar arasında bir rahip ve soğuktan titreyen iki mezar

15

Ses Dergisi

YAZAR VE KİTAP HAKKINDA

Kültür-Sanat-Edebiyat

1


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021 kazıcı vardı.” İki bekçi, bir rahip, bir anne ve bir kız... Ve gömülmeyi bekleyen bir ceset... Mezar kazıcıların yardımıyla karların altındaki kara toprağa gömülen küçük Werner... Ve mezar kazıcılardan birinin cebinden düşürdüğü kitap... Karlara saplanmış kitabı kimseye görünmeden alan Liesel... Ve Liesel’in ilk hırsızlık deneyimi... Liesel’in namı diğer Kitap Hırsızı’nın ilk kitabı: Bir Mezarcının El Kitabı. “Yaşlar içinde son bir vedayla döndüler ve tekrar tekrar arkalarına bakarak uzaklaştılar... Karların arasında siyah ve dikdörtgen bir şey duruyordu...” ***

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Ben genelde tarihi hatıraları, araştırma kitaplarını, az da olsa romanları okumayı severim. Herkesin okumaktan hoşlandığı, konusu tarihi olmayan romanlar ise çok fazla kendine çekmez beni. Uzak dururum onlardan. Bu defa da öyle olmak üzereydi ki ilgimi çekecek konular çıktı karşıma, bırakamadım. Okumaya devam ettim. Bir kere olay 1939 yılı Almanya’sında başlıyor ve devam ediyordu...1939 yılı ve Hitler Almanyası... Ve kahramanımız Liesel’in Münih’e doğru ilerleyen trende tam da kardeşinin öldüğü saatte gördüğü rüya beni kitaba bağladı... “Kitap hırsızı uyanmadan önce rüyasında Adolf Hitler’i görüyordu. Rüyasında onun bir mitingine katılmış, saçlarındaki kafatası rengi kısma ve mükemmel kare biçimindeki bıyıklarına bakıyordu. Adamın ağzından dökülen kelimeleri memnuniyetle dinliyordu. Cümleleri ışıkta parıldıyordu. Daha sessiz bir anda adam çömelerek ona gülümsedi. Kız da ona gülümsedi ve “Merhaba, Bay Führer,” dedi. “Nasılsınız?” Okula düzenli gidemediği için konuşmayı veya okumayı çok iyi öğrenmemişti. Bunun nedenini zaman içinde öğrenecekti. Tam Führer cevap vermek üzereyken uyanmıştı. Ocak 1939’du. Dokuz yaşındaydı; yakında on olacaktı.” *** Dokuz yaşında bir kız neden Hitler‘i rüyasında görür, hem de bir tren yolculuğu sırasında? Acaba babasını kendilerinden koparan, annesini yaşadıkları nedeniyle hasta düşüren ve ailesini bu seyahate mecbur kılan adam olmasıyla ilgisi olabilir mi? Hayatını kâbusa çeviren adam rüyasını da kâbusa çevirmiştir. Hitlerli rüyadan uyandığında yaşadığı manzara bir kâbustu. Kardeşi ölmüştü. Bizde de küçük kızların hayatını kâbusa çevirenler var mıdır? Küçük kızların babalarını evden koparan, annelerini hasta yataklara düşüren yahut anne babaları evden koparıldığı için dedeleriyle nineleriyle yahut diğer yakınlarıyla yaşamak z o r u n d a

16

bırakan karanlık eller... Bir ailenin sıcaklığına en fazla ihtiyaç duydukları yaşlarında aileleri dağılan, dağıtılan; aylar yıllar boyunca anne babalarına hasret bırakılan çocuklar... Yaşadıkları topraklar kendilerine zindan olunca özgür yaşayacakları topraklara doğru yolculuğa çıktıklarında yollarda kalanlar, bir umut ile deryaya yelken açtıklarında deryanın dalgaları içinde can verenler, nehrin akıntısına kapılıp giden çocuklar... Onlarda rüyalarında hayatlarını kâbusa çeviren führerlerini görüyor, rüyadan uyandıklarında hayatlarını altüst edecek yeni acılar yaşıyorlar mıdır acaba? *** Liesel Meminger’in hayatını alt üst eden birkaç kelime vardı... Onlardan biri babasını hayatından koparan, kendisini üvey aile elinde yaşamak zorunda bırakan “komünist” idi. Hitler Almanyası’nda komünist olmak yahut bu yafta ile suçlanmak çok kötü bir şeydi... “Son yıllarda bu kelimeyi defalarca duymuştu. İnsanlarla dolu sığınma evleri, sorularla dolu odalar vardı. Ve bir de o kelime. O tuhaf kelime daima oralarda bir yerde, bir köşede duruyor, karanlıkta onu izliyordu. Takım elbiseler ve üniformalar giyiyordu. Nereye giderlerse gitsinler, babasından söz edildiği zamanlarda oradaydı. Annesine bu kelimenin ne anlama geldiğini sorduğunda önemli olmadığı, böyle şeyler düşünmemesi gerektiği söylenmişti. Sığınma evlerinden birinde duvarın üzerinde kömür kullanarak çocuklara yazmayı öğretmeye çalışan daha sağlıklı bir kadın vardı. Liesel ona kelimenin anlamını sormayı düşünmüştü ama bu hiç gerçekleşmemişti. Bir gün kadın sorgulanmak için götürülmüş, bir daha geri dönmemişti.” Bizde de küçük çocukların hayatını alt üst eden kelimeler var mıdır? Babalarını evlerinden alan, annelerini yataklara düşüren, kendilerini akrabalarının yanında yaşamak zorunda bırakan kelimeler... Son yıllarda bolca duyduğu lakin ne manaya geldiğini bilmediği kelimeler... Onlar da sordular mı büyüklerine bu kelimelerin manasını? Böyle şeyler düşünmemesi gerektiği mi söylendi onlara da? “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diye başlar ya Orhan Pamuk coşkulu ve lirik romanı Yeni Hayat’a... Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişmedi. Değişmedi ama 1930’larda Nazi Almanyası’nda insanların hayatının çok değiştiğini, bazıları için gül ve gülistan olan hayatın bazıları için kâbus dolu yıllar olduğunu öğrendim. Hayatı gül gülistan olanların kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen insanların hayatını kâbusa çevirdiklerini öğrendim... Daha doğrusu tarihten öğrendiklerimi bir edebiyat eserinin dilinden bir kez daha anımsadım. Okudukça, yaşanan trajedileri gördükçe zihnim maziden hale geldi, halimizin maziyi andırdığını gördü. Zaman değişse, mekân değişse de tarihin değişmediğini, zaman ve mekânları aşarak tekerrür ettiğini gösterdi.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir gün, biz de hayattan koparılan insanların yahut çalınan hayatların hikâyesini gerçeklerin ışığında, edebi bir dille geleceğe aktaracak Markus Zusak’lar çıkacak; Ege’nin sularına gömülen, Meriç’te boğulan, tedavi için yurtdışına çıkışına izin verilmediği için hayatını kaybeden küçük çocukların hikâyesini birer ibret levhası olarak geleceğin okuyucuna sunacaktır.

17


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

Kürt Edebiyatı

Yasin Toksoy

Hûso û Nazê

Ses Dergisi

Bir Kürt Aşk Destanının İzi

HİKAYE

Kültür-Sanat-Edebiyat 18


D

illere destan olan bu aşk hikâyesinin bilinmemesinin tek nedeni, belki de Nobel ödüllü bir yazarın yazmamış olmasıdır. Bu aşk hikâyesi Van’ın Erciş ilçesinin Hasan Abdal (Hesen Ewdal) köyünde geçmektedir. Cumhuriyet dönemine yakın bir tarihte yaşanan bu hikâyeden birkaç yıl sonra ise Zilan deresi katliamı yaşanmıştır. Hûso ve Nazê’nin ailesinin nerdeyse tamamına yakını katledilmiştir. Klama Hûso û Nazê olarak dillere pelesenk olmuş bu klamı, Serhat dengbejlerinin neredeyse tamamı bilirler. Ancak tüm Kürt coğrafyasına yayılması, Dengbej Şakıro ve Salıhê Qubini tarafından okunmasıyla olmuştur. Dibnot olarak kısa bir bilgi ekleyip sonra devam edeyim. Bu klam, Kürt coğrafyasında “Klama Heso û Nazê” olarak da bilinir fakat hikâyenin asıl kahramanı Heso değil Hûso’ dur. Baba-oğulun yakın isimler taşımasından kaynaklı bir karışıklığı gidermiş olayım. Kürt coğrafyasının tamamında, bu hikâyenin ve klamın bilinmesi, anonim olmasının ayrıca bir nedeni de olabilir. Hikâyeye konu olan kişilerin serüvenleri, farklı dengbejler tarafından, birçok farklı şekillerde anlatılmaktadır. Ancak bilinen asıl gerçek, sonu hazin biten bu hikâyenin, insan doğasında var olan ve engellenemeyen hırs, kıskançlık ile tamahkârlığın, saldırdığı bir aşkı yıkmak yerine, onu ölümsüzleştirdiğidir. Her ne kadar bu aşk hikâyesinin geçtiği Geliyê Zilan (Zilan vadisi), geçtiğimiz günlerde yıldönümü gerçekleşen ve tarihin yüz karası bir katliamla anılıyor olsa da ve aradan yüz yıl geçmesine rağmen halen bununla yüzleşilmemiş olsa

da, dillere destan bir aşkın akışına şahitlik etmiştir. Zilan’ı anarken, onu kandan arındırarak, aşk, vefa ve çaresizlikle çevreleyen bir dünya ile karşılaşırsınız. Hûso û Nazê ile Zilan’ın ortak yönleri de, toplanıp Van gölüne dökülen, sonra da tüm Kürt coğrafyasının ondan beslendiği bu acıdır. Bir de başı dumanlı Çiyayê Sîpan (Süphan dağı) ile Çiyayê Agırî vardır ki, oralarda da bambaşka aşk destanları yükselip havaya, toprağa suya karışmış ve gönüllere yayılmıştır. Bu hikâyenin kahramanı olan Hûso, fakir ama yakışıklı, yürekli ve yağız bir delikanlıdır. Nazê ise, babası ağa olan, yörenin en güzel kızlarından birisidir. Hûso’ nun babası erken yaşta vefat etmiş olduğu için kardeşi Qulixan ile birlikte aynı evde fakir bir hayat yaşamaktadırlar. Qulixan, eskiden varlıklı bir adam olup, yıllar süren sürgünden payını alan, uzun yıllar sonra dönebildiği memleketinde artık fakirliğe düşmüş bir adamdır. Hûso ile Nazê’nin yolu ilkin bir düğünde kesişir ve hikâyeleri orada başlar. Onlar iki yakın köylüdürler. Hûso Nazê’nin köyünde bir düğüne gittiği esnada, halayda Nazê’yi görür. Halay çekilirken bir yolunu bulur ve Nazê’nin yanında yer alarak, onun elinden tutup halaya durmayı başarır. İlk aşk tohumları orada ekilmiştir. Nazê ve Hûso dönüşü olmayan bir yola, ateşten bir gömlek giyerek çıkmışlardır. Daha sonra Zilan çayının kenarında buluşmaya başlarlar. Nazê, babasının ve kendisinin adının lekelenmesini istemediği için, Hûso’dan kendisini babasından istetmesi için ısrar eder. Hûso’ nun da bu aşk yangınını söndürmenin çaresini düşünmekten dermanı kalmamıştır zaten. Düşünür taşınır ve kardeşi Qulixan’a derdini açar. Qulixan kardeşindeki bu hallerin uzun zamandan beri farkındadır. Ayrıca Nazê ile kardeşi arasında geçenlerden de haberdardır. Kardeşinin bu isteğini fakirliklerini bahane ederek, onaylamaz ve ondan bu imkansız aşktan vazgeçmesini ister. Ne var ki Hûso kararlıdır. Eğer Nazê’ye bu yolla kavuşamazsa onu kaçırmayı göze almıştır. Aynı kararlılık Nazê’de de vardır. Qulixan kardeşinin ısrarına dayanamayıp, Ağa olan babasından Nazê’yi istemeye gider. Ağa, Nazê ile Hûso’nun birbirlerini sevdiklerini, kızını Hûso’ya vermezse Nazê’nin Hûso’ya kaçacağını bildiği için bu işe razı olur. Ancak bir şartı vardır. Hûso’nun yedi yıl kendi bağ ve bahçelerinde çalışmasını ve kendisine çobanlık yapmasını şart koşar. Amacı, Hûso’yu kendi işlerinde çalıştırıp ona eziyet ederek bezdirmek ve bu sevdadan vazgeçirmektir. Hûso bu isteği baş göz üstüne kabul eder ve çalışmaya başlar. Aradan zaman geçer, Hûso canla başla çalışmaya devam eder. Öbür taraftan Ağa, Hûso’nun bu sevdadan vazgeçeceğine emindir. Yedi yıl bu zorluğa kimsenin dayanamayacağını düşünüyordur. Bu esnada Nazê’nin dillere destan güzelliğini duyan çevrede Xalid Beg denilen varlıklı birisi, Nazê’yi babasından istemeye gelir. Ağa Nazê’nin durumu anlatınca, Xalid Beg Hûso’nun eline sıkıştıracağı birkaç kuruşla ondan

19

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hûso ile Nazê’nin yolu ilkin bir düğünde kesişir ve hikâyeleri orada başlar. Onlar iki yakın köylüdürler. Hûso Nazê’nin köyünde bir düğüne gittiği esnada, halayda Nazê’yi görür. Halay çekilirken bir yolunu bulur ve Nazê’nin yanında yer alarak, onun elinden tutup halaya durmayı başarır. İlk aşk tohumları orada ekilmiştir.

Ses Dergisi Sayı 18

Ses Dergisi

Temmuz-Ağustos / 2021


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

kurtulabileceği konusunda ağayı ikna etmeye çalışır. Çaylar, kahveler içilip muhabbet faslı geçildikten sonra Xalid Beg Allahın emri Peygamberin kavli ile Nazê’yi istediğini söyler. Ağa, Hûso’dan kurtulmak için Nazê’yi bu delikanlıya vermeye niyetlidir, fakat Nazê bunu duyunca deliye döner. İçerden ata yadigârı tabancayı kaptığı gibi Xalid Beg ile babasının oturduğu odadan içeri bir hışımla dalar ve der ki; - “Gösterin bana o namussuzu,” diye haykırır. “O, hangi namussuzdur ki nişanlı bir kızı istemeye gelmiştir?” Xalid Beg’i söylediği sözlerle yerin dibine sokar. Xalid Beg, sessizce kalkar ve atına atlayıp gerisin geriye, geldiği yere döner. Hûso, canla başla çalışmaya devam eder. Ağanın tüm zulmüne ve eziyetine rağmen yedi yılı doldurur. Yedi yıl sonra Ağa, sözünde durmak zorunda kalır ve Nazê’yi Hûso’ya verir. Nazê düğünsüz, derneksiz sade bir nikâhla Hûso’ya varır. Mutluluklarına diyecek söz yoktur. Yıllarca çektikleri hasret artık nihayet bulmuş, aşkın vuslatın huzur iklimine kendilerini bırakmışlardır. Gün onların günü, devran onların devranıdır artık, lakin bu mutluluk çok uzun sürmez. Geçirdiği bu eziyetli yedi yıl Hûso’yu tüketmiş ve Hûso hastalanmıştır. Evliliklerinin dört ya da beşinci ayında iyice kötüleşmeye başlar. Hastalığına yakın çevrelerinde bulunan hekimler çare bulamazlar. Zaten böyle bir hastalığı da hiç görmemişlerdir. Bildikleri sadece Eyyub Peygamberin böyle bir hastalığa tutulduğudur. Onun derdine çareyi de hekimler bulamamış Allah’a ettiği dua sayesinde şifa bulmuştur. Qulixan’ın karısı Menco, Hûso ile Nazê’den hazzetmediği için, Qulixan’ın para harcayarak Hûso’yu tabiplere götürmesini kabul etmez. Hûso bu arada daha kötüleşmeye başlamıştır. Qulixan bir süre sonra mecbur kalıp onu hastaneye götürür. Doktorlar Hûso’yu gördüklerinde Qulixan’a demediklerini bırakmazlar. Ne yazık ki Hûso cüzzama yakalanmıştır ve onu tedavi etmek için çok geç kalınmıştır. Qulixan Hûso’yu getirdiği bunca yoldan geriye götüremeyeceğini, götürmeye kalksa yolda öleceğini düşünür ve “Şifa bulacaksa da, ölecekse de burada ölsün” diye düşünerek onu hastanede bırakıp kaçarak köye geri döner. Köye döndüğünde Nazê yollarını gözlüyordur. Uzaktan Qulixan’ın geldiğini görür. Qulixan yaklaştıkça, onun tek olduğunu, kocasının yanında olmadığını fark eder. Koşarak ona doğru gider ve atının üzengisine yapışır. - “Kurban olayım Hûso nerde?” diye sorar. Qulixan boynunu büker ve durumu anlatır. Nazê deliye döner. Ölmüşse bile gidip mezarında acısını bir nebze hafifleterek teselli bulmayı, onun toprağına sarılmayı kendisine dert edinir. Ne yapar eder ve bir at bulur. İlkin hastaneye, kocasının nerede olduğunu sormaya gider. Hastaneye vardığında doktorlar Nazê’nin gelmiş olmasına çok sevinirler. Doktorlarda Hûso’nun kendi ellerinde ölmesini istemezler. Doktorlar durumu Nazê’ye anlatırlar ve Hûso’yu

20

Ses Dergisi Sayı 18 geri götürmesine izin verirler. Nazê kocasını hastanede ilk gördüğünde yüreği paramparça olur. Hûso bodrum katında bir odada tecrit edilmiş, üstü başı perişan, ızdıraptan iki büklüm bir haldedir. Dermanı ise tükenmek üzeredir. Nazê Hûso’yu atının terkisine atıp gerisin geriye ağır ağır köye geri döner. Bu arada Qulixan’ın karısı olan Menco boş durmaz. Onun korkusu, Hûso öldükten sonra kocasının Nazê’ye âşık olması ve onu kendisine kuma olarak almasıdır. Bu yüzden Nazê’ye türlü iftiralar atmaya başlar. Nazê’yi babasının evine yollaması için Qulixan’a baskı yapar. Öte yandan bu hastalığın kendisine ve çocuklarına bulaşacağından korktuğunu, kardeşi gitmezse kendisinin ve çocuklarının evden gideceğini söyleyip kocasını tehdit eder. Bu bahaneleri öne sürerek Hûso’yu evden uzaklaştırmaya, Nazê’yi ise babasının evine yollamaya kocasını ikna eder. Qulixan, Hûso’nun Nazê’yi boşamadan onu baba evine gönderemeyeceğini söylemesi üzerine, birlikte bir plan yaparlar ve bir gece yarısı bu planı gerçekleştirirler. Herkesin uyuduğu saatlerde Qulixan, sessizce kardeşinin odasına girer ve Hûso’yu sırtlayarak köyün çok uzağında bir yere, Hasan Abdal çayın’ın kenarına getirir. Hûso’nun yanına da birkaç günlük yiyecek ve su bırakarak oradan ayrılır. Nazê sabah uyandığında içine bir kurt düşmüştür. Hûso yanında yoktur. Kocasının nerde olduğunu sorar. Qulixan ile karısı senaryoyu çoktan hazırlamışlardır. - “Gece vakti öldü ve götürüp gömdüm,” der Qulixan. Nazê Qulixan’ı tanıdığı için yalan söylediğini bilir ve ona inanmaz. Qulixan iki altın vererek satın aldığı köyün imamını şahit gösterir. Nazê artık dul bir kadın olmuştur. Ona kalan bunca yıllık hasretten sonra bir kara yazma olmuş, muradı gözünde kalmıştır. O evde artık yasını tutmasına bile müsaade etmezler. Nazê’nin dul kaldığını duyan Xalid Beg hemen atına atlar ve Nazê’yi istemeye gelir. Xalid Beg, Qulixan’a derki; - Sen Naze’nin babasını bana bırak. Ben onu ikna ederim. Yeter ki sen bu işe “evet” de. Qulixan ile Xalid Beg sözleşirler. Nazê için başlık parasında da anlaşırlar. İki gün içinde düğün dernek yapılıp Nazê gelin edilir. Düğün alayı yola çıkar. Bir müddet gittikten sonra Nazê Hasan abdal çayının kenarında, çınar ağacın altında yatan bir adam görür ve az daha ilerledikten sonra onun kocası Hûso olduğunu anlar. Hûso ölmemiştir. Bir feryat figanla düğün alayını durdurur. Düğün alayı durmak istemez ama Nazê ısrar eder. - Bu adam benim helalimdir. Öldü dediler ama görüyorum ki ölmemiş. Başkasının karısı size gelin olur mu? Hangi dinde var bu? İnsaf edin, sizin hiç mi imanınız yok? Madem bugüne kadar gücüm size yetmedi, madem zorla da olsa beni alıp götüreceksiniz, bari bana izin verin, son kez kocamla görüşeyim, onunla helalleşeyim. Yanıma da iki şahit verin ki kocam beni boşasın. Sonrası sizin vicdanınıza kalmış. Mecbur kalırlar ve iki şahit ile birlikte Nazê’yi Hûso’nun yanına


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Hûso sıbeye lı diyarê geliyê zilan çemê hesen ewdalê dıke bı dılêmın xemane Kuro malxırabe bejna mın jı tera serê heft riya kulika dara danzde warane. İro sê şev u sê rojê mın qedya xazginiye mın lı mala Qluixan’ê bırayê te lı hev cıwiyanê Heftê hezar qelenêmın penç heb çeng xelu xelata mın dane. Nexaşo bı de serê xu rake deme kê xemla mın mêzeke Heyran... Naki du heb şahıd lı ba mın sekınine ez hatıme xatıre xu jı te dıxazım ka sere xu rake nızanım ka bırinê te çawane Sıwaro ax were were bırindaro

Ah! Yaralı sevdiğim. İçimizdeki hüzün için Zilan vadisini Hasan abdal ırmağını gezdim durdum. Ah yaralı sevdiğim, uzun boylum senin için yedi yoldaki köprüyüm, on iki yurdun çiçeğiyim. Üç gündür üç gecedir görücüler abin Qulixan’ın evinde toplanmışlar. Yetmiş bin başlık parası, beş takım elbise hediye biçmişler. Hasta yaralı sevdiğim, başını bir kere için kaldır da elbisemin güzelliğini gör. İki şahit aramızda durmuş bana “güle güle” demeni bekliyorum. Acaba yaraların nasıl?

Hûso yavaş yavaş başını kaldırır ve Nazê’ye bakar. Son kalan dermanını da Naze’ye cevap vermek için sarf eder. Hûso dıbê dewrane, dewrane, dewrane Nazê sıbeye dı geliyê zilan çemê hesen ewdalê dıketım iro jı asimana agır bari Dılêmın ewdalê xudê jı heme teyran gelo hêlina teyra narin. Ewi heywani hêlunaxu çêkır lı asimane baskê reş û tari . Nazê ez şahıdım jı xûdayê xûra êşa damın bıra nede serê tu canı ku camêra bıra nede serê tu canuku cıwana Heft sala xısti bu cane ewi pêxembere kurma xari. Nazê pıçukê bermıradê, te çaw reşê , bejın bılındê, Gerden qazê Te sıng sıngê pelekê berfa çiyakê lıser xaliya heso pênekır muradê. Naze te bı xatırê xu dıkır Tu hati xatırexu jı mın dıxwazi Tu gihayê bınêmın tezeke bıla bırindaro serê xu dayne razê Nazê .

Zavallı sevdiğim sabahtır. Zilan vadisi, Hasan Abdal ırmağı ağaçlıdır. İçimizdeki kederden içinde gezdim durdum Benim, zavallının yüreği dilsiz bir kuşun yuvasıdır. Naze bana “güle güle” demeye gelmişsin. Bu sözlerinle canımı erittin. Ciğerimi içimde paramparça ettin. Hastalığım Rahman olan Allah’tan dır. Bu yedi yıl canına yapışıp kurtların yediği peygamberin hastalığını hiçbir delikanlıya, kimseye bulaştırmasın Allah. Nazê! Ah! Gel gel! Yaralı sevdiğim muradına erecek küçüğüm. Nazê! Ah! Gel gel! Yaralı sevdiğim muradına erecek küçüğüm. Nazê, karagözlüm, selvi boylum. Nazlı gerdanlığı dağların karından daha beyaz Nazê. Yaralı yüreğim neden kavuşmadı sana. Ah Naze! Vedalaşmaya gelmişsin.

Bir müddet daha karşılıklı söyleşirler. Nazê daha birçok sözler söyler, ağlar, dualar eder.

21

Ses Dergisi

Ah! Devran, Devran, Devran. Ax! Dewran, Dewran, Dewran Hüseyin’im sabah vaktidir Zilan boyuna çıktım Heso Sıbeye bı diyarê geliyê zilan, Hasan Abdal çayının kenarı ağaçlıktır ve çınarlıktır. Çemê hesanewdalê dıketım Bı dar çınêre Kenarında kazlar ve turnalar geziyor, çimenlerinden tadıyor. Tê dıgere qazu qulınga bı lıngê xura dıgere Zamanın evvelinden bugüne kimse öyle bir adamı ne gördü ne de Bı bukılı xura dıçêre, işitti. O adam ki evinde kalan kardeşinin karısını kocaya vermiş Kesi nedi dewri bedili zemana seh nekır olsun. Bıra yek rabe jınbıraxu ya dı mala bı de merê Hûso’nun dermanı yoktur. Bu sözleri duyar ama cevap vermez. Nazê devam eder.

Kültür-Sanat-Edebiyat

gönderirler. Hûso son demlerini yaşamaktadır. Nazê yanına geldiğinde Nazê’ yi tanımaz. Nazê’nin yüreğine ateş düşer. Bu haldeki Hûso’ya neden geldiğini anlatırsa, zavallı kocasının buna dayanamayacağını ve kendisinin de kocasının katline sebep olacağını düşünür. Aklına Hûso’nun sağlıklı olduğu zamanları gelir, yüreği ezilir. Ona bir klamla derdini açıp meselenin aslını anlatmaya başlar. Nazê ile Hûso orada karşılıklı klam ile söyleşmeye başlarlar. Buradaki sözler öyle bir sözlerdir ki orada bulunanların tümünün yüreklerine hançerler sokar. Nazê;


Temmuz-Ağustos / 2021 Allah rızası için altındaki otu tazele de, bu hasta başını koysun uyusun Nazê “Kalk sevdiğim dua edelim, hastaların duası Allah katında en makbul duadır. Dua edelim Allah’ım senin bedenine verdiği hastalığı bana versin ki, bundan sonra bende kimseye yar olmayayım” der. Bunu öyle yürekten söyler ki, orada bulunanların tümü gözyaşlarına gark olurlar. Düğün alayı matem alayına dönmüştür artık. Hûso’ da söz tükenir. Gözleri önünde yârini kocaya vermişlerdir. Gitme demeye gücü yetmediği gibi, kal demeye de ömrünün yetmeyeceğini anlamıştır. Zira kendisi de kendi canından umudunu kesmiş vaziyettedir. En son Hûso, yürek yangınına belki bir tas soğuk su çare olur diye, Nazê’nin elinden bir tas su içmek ister. Nazê çaya koşar ne yazık ki çaya gidip gelinceye kadar Hûso ruhunu teslim etmiştir. Yârinin elinden son bir tas su içmek de bu garip aşığa nasip olmamıştır. Mem û Zin gibi , Siyabend û Xecê , Zembilfroş û Xatûn ve daha niceleri gibi bu aşkın hikayesi de toprakta biter.

Ses Dergisi

Bkz. Salıhê Qubini Klama “Heso u Naze”

Kültür-Sanat-Edebiyat 22

Ses Dergisi Sayı 18


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

YAŞAMAK İSTİYORUM

Dilara Zamanova

Her şeyim tam Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir tek sen yarımsın Sen yoksun bir tek Sabahlar karanlık, Geceler aydınlık, Kışlar sıcak mı sıcak. Yazlar zemheri soğuk,

Ses Dergisi

Dengem şaştı zaman zembereğinde, Amma sana olan sevgim her zamanki seyrinde Ve sen yelkovan akrep kıskacında, sen. Sıcak tutsun diye aldığın eldivenler şimdi ellerimi donduruyor Kalbim ellerime vuruyor.. El-ele yürüdüğümüz parkların yerinde şimdi koca-koca binalar. Birlikte beslediğimiz sokak kedileri bile öldü. Ben sana o gün “Gitme” diyemedim ya ondan sonra bir daha kimseye de bir şey diyemedim. hep sustum sonra, belki biri sustuklarımı anlar diye sustum. Olmadı yine.. Sen gittin ya dünyanın bütün saatleri o zaman durdu işte Dördü beş geçiyordu... Saat dördü beş geçti, özlemin geçmedi, her zamanki yerinde. Hiçbir şey geçmedi Her şey dondu zaman tünelinde. Şimdi Temmuz 2021 galiba yaşamak istiyorum.

23


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

Bir Fikir

SEYFULLAH SACİT

“DOĞRULARA” FEDA EDİLEN GERÇEKLİK Ses Dergisi

DENEME

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hava puslu... Yazın ortasında göz gözü görür bir sis... Basık bir bunalma... Herkesin havaya göre hareket ettiği bir kent ve kimsenin yanmayı ya da boğulmayı göze almadığı bir şehir...

24

Sisin, görüş netliğini bozma hakikatinin yanında yanmayı ya da boğulmayı göze alanların net görüşlere sahip olacağını bilmek ise bunu göze alamadan yaşayan onca korkak içinde olmak beni asıl korkutan şey. Onlardan değil, bu korkaklıklarının


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18 bizler gerçekliğe ulaşmak için akla ve inanca daha sıkı sarılmalıyız.

Başkalarının “doğruları” olarak sunulan her bir yalan veya doğruluk cenderesi insanları biraz daha hakikatten uzaklaştırıyor. Ya gerçek... Nerede? Bu doğrular bulutu içinde hakikati bulmak adına insana verilen değer akıl. Düşünmek ve zihinsel birçok aktiviteyi yerine getirdiğimiz olgunun adı. Bizleri kâinattaki diğer tüm canlılardan ayıran bu olguyu kullanmamak insanın kendi varoluşuna vurduğu en büyük kettir. Başkalarının doğruları helezon halinde etrafımıza hatta içimize saldırmışken bu halden kurtulmak ne kadar da zor gibi görünse de imkânsız değildir. Doğrular sarmalı içinde yaşayan insanlar nasıl hakikat denizine yelken açabilir? Bu nokta da kolay olan doğrulara inanmak olduğundan ve insan kolay olana yatkınlık göstermesi hasebiyle başkalarının doğrularına koşmamız aslında bizi hakikatten uzaklaştırıyor. Özgürlüğümüz biraz daha yok oluyor. Modern çağ ve öncesinde inanç ve akıl eksenli düşünceler özgür irade kavramı ile insanın kendisini var olmaya doğru götürüp hakikate ulaşacağını öne sürerken, zamanımızda eski zamanlardan daha çok doğrular sarmalı içindeki

Gel gelelim toplumun tüm kesimlerinde başkalarının önlerine sunduğu doğrulara inanmak en kolayı olduğu için tahkik etme araştırma gibi eylemler zor olduğundan sunulan doğruya inanmak daha rahat geliyor insanımıza... en kötü olan şey insanın var olma adına bir adım atmaması ve en üzücü olan şey sunulan doğrularla hakikat denizinin kıyısından ayrılan halkımızın ötekileştirilen herkesi şeytanlaştırması. Kanayan yaramız... Bu üzücü durumun sonunda herkesten tahkik ehli olmalarını beklemenin abes bir durum olduğunun idrakine vardığımızda insanlara doğruları ile yaşama şansı vermek geliyor içimizden. Bediüzzaman’ın de dediği gibi insanlığın yüzde sekseni tahkik ehli olmadığından onlara doğruları sunan tahkik ehlinin vebalini düşününce ise ürperiyorum. Sonuç, şehir puslu ve insanlar bu puslu havada yanmayı veya boğulmayı göze alamıyor. Bu havada yanmayı veya boğulmayı göze alanlar ise özgür iradelerinin bedelini ödemekle meşgul. Yarınımız bize verilmediğinden bilinmez lakin sis bulutu daha bir süre ülkenin hava sahasını terk etmeyecek gibi görünüyor.

25

Kültür-Sanat-Edebiyat

İnsan, doğrular bütünü içerisinde kendi özgürlüklerini Sisin, görüş netliğini bozma hakikatinin yanında yanmayı feda ediyorlar. Ülkemde özgür düşünce fikir hürriyeti ya da boğulmayı göze kavramlar Başkalarının doğruları helezon halinde etrafımıza gibi alanların net görüşlere hep başkalarının sahip olacağını bilmek hatta içimize saldırmışken bu halden kurtulmak doğruları ile ise bunu göze alamadan ne kadar da zor gibi görünse de imkânsız değildir. s a r m a l a n m ı ş yaşayan onca korkak içinde Doğrular sarmalı içinde yaşayan insanlar nasıl olarak esaret altına olmak beni asıl korkutan alınmış görünüyor. hakikat denizine yelken açabilir? şey. Onlardan değil, bu Televizyon veya korkaklıklarının sonuçlarından korkuyorum. gazetelerde sunulan doğruları hakikat olarak alan, Bu şehir gibi, ülkem insanı da fikirsel ve mekânsal bir sis sosyal alemde başkalarının doğruları ile ahkam kesen bulutu içinde hayatlarını sürdürürken, boğulmayı ya da yine ülkem insanı. Düşünce, eleştirel bakış, hakikat bu hararetin içinde yanmayı göze alanlar hakikat yolcuları arayışı gibi kavramların şeytanlaştırılması bu tarz bir toplum içinse olağandışı bir durum değildir. olarak karşımıza çıkıyor.

Ses Dergisi

H

ava puslu... Yazın ortasında göz gözü görür bir sis... Basık bir bunalma... Herkesin havaya göre hareket ettiği bir kent ve kimsenin yanmayı ya da boğulmayı göze almadığı bir şehir...

Descartes, “düşünüyorsam öyleyse varım” derken bir nevi düşünme eyleminin başkalarının doğrulardan sıyrılmada bir yol işareti olarak görüyordu. Ona göre düşünmek, toplumun bize sunduğu doğrular bütünün dışında bir gerçekliğin de olduğunu göstermekti. Belki de hakikatin. Nurettin Topçu bu görüşü bir üst aşamaya taşıyarak, “var olmak, düşünmek ve hareket etmektir,” diyerek düşüncenin yanında düşünceleri eyleme dökmenin modern dünya da özgür irade kavramına ulaşmak adına bize ikinci işareti sundu. Okuyabildik mi?


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

AŞK BEZMİNDE EMİLY YARAMIŞ

Sare, çubuğu eline alıp bir çizik attı merdivene. Üstündeki adamı attı yere. Sonra yerdeki kıza bir çizik attı. Yakaladı kız oğlanı. Birlikte düştüler yere. Bir çizik daha attı. Sare kahkahalarla… Kavuştuk. Kavuştuk. Kavuştuuuukkk! Elinde çubuğuyla dolana dolana dans etti. Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Y

aşadığı çağın argümanlarına ne kadar uzak olduğunu düşünse de tüm mesaisini onlarla ayarlıyordu. Böylesi zahmetsizdi.

Çocukluğundaki gibi zemberekli çalar saat yoktu odasında. Sevdiği çizgi filmleri kaçırmamak için heyecanla beklemesine de gerek yoktu. Dilediğini dilediği anda izliyordu. Elektrik, su, gaz ve diğer faturaların ödenmesi için yol kat etmesine, zaman tüketmesine lüzum kalmamıştı. Saniyeler içinde ödemeler yapılıyordu dijital ağlar vesilesiyle. Ne ara böyle düzene girdi her şey. Oysa ki aylar öncesinde sabahlara kadar isyanları ayyuka çıkmış bir bezgindi. Gökyüzündeki yıldızlarla bile kavgası vardı. Hele yarım ay ile yıldız biraz uzaksa birbirinden, kendi hasretini betimliyor diye fırtınalar kopuyordu yüreğinde. Ahu efganından ciğerleri sökülürcesine haykırıyordu. -

‘Yaaa Raaab!’

Teselli istiyordu Mevla’sından. Böylece tüm yorgunluğu, uykusuzluğu, acıları diniyor; farklı bir sızının iniltisini yaşıyordu. İnsanın kendi gurbetinde olması ne vahim bir durumdu. Düşünmez ise mutlu olacaktı. Düşünmez ise unutacaktı. Sevmemek için zorlayamazdı deli yüreğini. Yüreğe söz

26

geçmezdi ki! Ama akıl öyle miydi? Ne derse inanır, ne derse yapardı. Aklıyla hareket edecekti. Ve artık bedeni aklına mahkumdu. Öyle olmasını istedi. Çünkü aklını delirtmek daha kolaydı. Kapı gıcırtısına raks eden Sare! Koşmayı, gülmeyi, oynamayı en çok severken tanışmıştı bir deli sevdayla. Küçücük yüreğine çok ağır gelmişti bu duygu. Kaçardı ondan hep. Gördüğünde heyecanlanır, eli ayağına dolanırdı. Nefesi kesilir, kalbinin yerinden çıkacağını sanırdı. Bilmiyordu ki bunun adını. Hikmet’in de kendisi gibi olduğunu öğrendiğinde, hayat bambaşka olmuştu. Yıllar boyunca bir araya gelip iki kelime edemeyen şaşkın aşıklara elbet kavuşmak nasip olmadı. Fakirlik ve “dengim değilsin” mevzusu işte. Önce Hikmet, sonra Sare evlendi.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

Her ikisi de yürek yarasına kendilerince merhem bulmuştu. Hikmet hırslandı. Çok çalıştı. Zengin oldu. Artık her şeyi vardı. Lakin yüreğinin yarası kanaya kanaya tüm organlarını perişan etmişti. Amansız bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu.

Ne bir ses ne bir nefes

Sare düşünmeyi bile yasak ettiği sevdiceğinin durumundan bîhaber kendi aklî sorunlarıyla meşguldü. Doktorlar derdini anlayamadı. Sürekli sinir krizleri geçirdiği için hastane neredeyse evi olmuştu.

Kelimelerin saf ve kifayetsiz oluşu, ruh iklimini aksettirmede oldukça başarılıdır. Tutuklu dilimiz, bükülmüş belimiz, harap olmuş yüreğimiz ile zamana meydan okuyamadan öylesine yaşamak.

Kendi de derdini bilmiyordu. Sadece yaşamak çok zordu. İçi acıyordu. Ve bu acıya katlanamıyordu.

Çizdiği resme basıldığında ortalığı birbirine katar, kıyametler koparırdı. O sahneden hiç kopmak istemezdi. Tutuklu kaldığı ve söyleyemediği birçok şey vardı o anda.

Onu benden alan dünya Her şey senin olsun artık Bir nefeslik talan dünya

Varsın olsun hayat böyle de güzel.

Yıllar yıllar önceydi. Sare, sevdiceğiyle düğün hayalleri kurarken, Hikmet askerden dönüp ani bir kararla evlendi. Sevdiceğinin niye böyle yaptığını anlayamayan Sare düğüne içi kan ağlayarak gitmişti. Ve merdivenden çıkarken Hikmet ile gözgöze gelmişlerdi. Hikmet’in gözlerindeki mutluluk Sare’nin boğazında düğüm oldu. Ve tüm ömrü de o gece de düğümlendi. Artık bakışlarda yaşlanmaya erkenden hazır, titrek bir ceset görüyorum. Ruhu kabzedilmişçesine çaresiz ve amaçsız. Rotasız sanki, bir de sarhoş mu ne? Sallana sallana geçiriyor zamanı. Kim bu çılgının elinden tutacak? Kim sürüklendiği yangından onu kurtaracak? Bu kocaman sessizliğinden sonra patladığında parçalarını hangi güç toplayacak? Toprağı ne doyururum, ne de doldururum. Bari bulandırmasam. Tükürmese beni. Çok acıymışsın demese… Sıcacık sarsa. Üşümesek! Sonra geniş kapılar açılsa. Gönlümün gülüne giden. Oralarda en koyu muhabbetlerimiz olsa. Sevdamızın dili çözülse. Birikmiş aşkımız dile gelse. Anlatsak birbirimize sevda yamaçlarında gül kokulu esintilerle huzuru hissetmeyi. Bir dokunuşun bin özlemi sardığını. Ne korku ne keder! Kaç zaman olduğunu bilmeden kalsak öyle. Kalsak ve hiç bitmese gözlerinde bulduğum, ruhunda duyduğum, kalbinde durduğum anlarımız. Ah hayaller... Ağla ağla gözlerim. Kaybolan gözyaşlarına ağla. Vurdumduymazlığa, kısmetsizliğe, terk edilmişliğe ağla! Sare ağlamaktan yorgun gözlerine teselli aradı yüreğinde. Yanıp küle dönen yüreği

27

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yalan dünya yalan dünya

Adı kader adı keder

Ses Dergisi

Günlerden bir gün Sare, her zamanki yerinde toprağı küçük bir çubukla eşeliyordu. Dermansızlıktan ne eşine ne de çocuklarına hayrı kalmamıştı. Kısa süreliğine kliniğe yatırmışlardı onu. Orada hiç kimseyle ilgilenmiyordu. Ve hep aynı şeyi çiziyordu. Bir merdiven. Üstte bir adam, altta bir kadın. Birbirlerine bakıyorlar. Sare akşama kadar bu tabloya bakar kendi kendine mırıldanırdı.

Fayda etmez ömrüme


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021 biçare. Aklına danıştı. Sesine kulak verdi aklının. ‘Gönlünü şen edenlere yelken açmalı insan. Bir tabu haline gelmiş yalnızlığını kutsamaktan vazgeçmeli. Tutacağı eli, seveceği yüreği sahiplenmeden kabullenmeli. Emanetin ne olduğunu kanıksamalı. Hiçbir şey ve hiçbir kimse vazgeçilmez değildir.’ diyen aklı. Bir ben var benden içeri diyen yüreğini kilitleyebildi sadece. O gece merdivenin başında, kara gözlü yârinin gözlerindeki mutluluğa kilitlemişti kara sevdasını. Hıncını alamadı hiç. Bağırıp, çağırıp dağıtmadı kendini. Yıllarca tuttu. Dilini, gönlünü. Bi tutamadı gözyaşını. Divaneliğini bile içine sindirdi. Sare, çubuğu eline alıp bir çizik attı merdivene. Üstündeki adamı attı yere. Sonra yerdeki kıza bir çizik attı. Yakaladı kız oğlanı. Birlikte düştüler yere. Bir çizik daha attı. Sare kahkahalarla… Kavuştuk. Kavuştuk. Kavuştuuuukkk! Elinde çubuğuyla dolana dolana dans etti. Adın dilimde

Ses Dergisi

Sevdan kalbimde Seni bana sevdiren de Bu dili döndüren de

Kültür-Sanat-Edebiyat

Nasip etmeseydi Düşletmezdi! Yıllarım geçti Gençliğim bitti. Avarelik değil bizimki! Destansı bir illetti. İki gözüm, can özüm Sevdiceğim. Sen iyi ol Ben hep iyiyim. Yarım kalan benliğim Çaresiz kimliğim Ömrüm gitti virane Lakin ayrılık bu, ne çare! Yüreği bunları söylerken, zapt edemediği bedeni oynaya oynaya, bağıra çağıra çubuğuyla dans ediyordu. Yarasına kendi dünyasında şifa bulmuştu. Özüne sarılmış, mutlu olmuştu. Ne geçmişimsin ne de geleceğim! Ne de benim en kıymetlimsin. Kalbime hapsettim seni derken, ruhumun saraylarında ağırlamışım meğer. Hiç kaybetmeyeyim

28

bu sevdayı derken, hayalin hep benimleymiş. Ben seni haramsın diye düşünmesem de sen benim zihnimin en büyük girizgahı olmuşsun. SEN BEN OLMUŞSUN, BEN DE SEN!


Temmuz-Ağustos / 2021

KAÇAK

Ses Dergisi Sayı 18

Mihman Kültür-Sanat-Edebiyat

A

y kaybolmuştu yüzünde Şehrayinleri kovalamıştı şehrin halkı Her köşe başında bekçiler peşindeydi hislerin Durakta bir kedi bekliyordu özlemle

Ses Dergisi

Göğsünün ortasında bir delik açmıştı İçinden en değerli varlığını çalmıştı mekân İnsansız evlere dönmüştü kalbin Ruhunu polisler basmıştı Sorgusuz sualsiz kelepçeler vurulmuştu zihnine Suskunluk doluyordu sabah vakitlerine Tüm uzuvların bir bir ele veriyordu birbirini Karanlıkta ay görülmez olmuştu Gündüzde güneş yüzünü saklıyordu Kapılmış gidiyordu oysa kalbi olanlar heyelana Her gece Bir baskın yiyorlardı Şafak vakti çekiliyordu operasyon gönle Herkes susuyordu Umut köşe bucak kaçıyordu Bir hışırtı ile uyanıyordu nöbetçiler Bir sıkımlık canı vardı oysa bedenin Hiç durmadan kapıları kırılıyorlardı her gece Umut köşe bucak kaçıyordu insanlardan Kimse ne olduğunu bilmiyordu

29


Temmuz-Ağustos / 2021

STRUMA PATLAMASI

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

B

Ses Dergisi Sayı 18

ZEHRA ERTEN

ir Struma patlıyor yüreğimde

Bir keman ağrısı devası olmayan yüreğimde

En küçük parçaları sevdamın

Kanatıyor ve güller kırmızısını buluyor

Yükseliyor göğe,

Acı bir büyüyle

Dalmak için daha hızlı Karasuların dibine

Asırlardır yatıyor uzak bir deniz dibinde hayallerim

İnciler yetişmiyor artık sedeflerde Siyah beyaz kareler sarıyor aşkın rengini Ve renkli dünyamızda bize

Yosun kaplamış mavisini

Siyahı beyazı kalmamış ihtiraslar düşüyor

Ve paslanmış ümitlerim

Aşk etiketiyle gönderilmiş sevda niyetine

Tutunmak ister gibi Yüzgeç sallayan müstehzi balıkların sahte samimiyetine Gömüldükçe gömülüyorum kumlara

Çocukluk yaralarım bir bir çıkarken gün yüzüne Ah nasıl sarsam Nasıl anlasam

Üzerimden asırlar geçiyor

Mahzun bıraktığım küçük kızı yıllar öncesinde

Artık kimse bilmiyor bu yüzyılda beni Kimse yaşımı tutmuyor

Bir keman ağrısı devası Peşinde koştuğum benimkisi

Dibi Karadenizlerin kara bir dehliz gibi Gün vurmuş kıyısında Aşık bir adam suya bırakıyor Gözyaşlarıyla beslediği çiçeğini

Dinlemekten alıkoyamazken kendimi Parmaklarımdan güllerin rengi damlıyor Uzak denizlerin kara diplerinde Bir sevda Hala bütün ihtişamıyla yaşıyor

30


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

GRİ DEĞİL AŞKIN RENGİ

Zeynep Gür

O

Kültür-Sanat-Edebiyat

lmayan denizin dalgasında boğuluyorum Batıyor ümitlerim kızıllığında ayın Ağlıyorum İplerini saldığım aşkıma Çanlar çalıyor ruhumun sokaklarında Kalabalıklar içinde yalnız

Gitarın tellerinde aradığım aşktan Kopar zincirleri aklımın Gridir gözler Gülüşler yalan Bu sandaldaki aşk felaket Zeytin yeşili gözlerde boğulmayan bilmez Bırakmazsan kendini Hırçın denizden ölümcüldür nehrin suları Akmaz tersine Sular sadakatsizdir Baharda dökülüyor yapraklarım Bu ilk değil Aştı vaktini Aştı haddini bu kez Tren kaçtı Kızıl ay battı Güneş doğmayacak ümitlerime belki

Gitarın tellerinde değil

Ses Dergisi

Açlığa tokluğum

Piyanonun damperinde arıyorum Kalabalıkta değil Tenhada doğuyorum Ana rahmi değil ki burası Dili bilinmez sokaklarda Ateşi olmayan aşklarda Sözsüz şiirler Müziksiz şarkılar İbadetsiz camiler olarak doğuyorum Eğri yollar Çıkmaz sokaklar Yabancı tenlerde kayboluyorum Ya vardır ya yoktur Gri değil aşkın rengi Bakışları eritmeyen gözlerde Ölümcül bir kahkaha ile ölüyorum

31


Temmuz-Ağustos / 2021

SES DERGİSİ EMİLY YARAMIŞ

Ses Dergisi

K

Ses Dergisi Sayı 18

17ANALİZ . SAYI

apağındaki yeşil perdesi ve içeriğin başlıklara yansıdığı, bir çoğumuzun tanımadığı bir dünya ya yolculuk yapılıyor bu sayıda. ‘Politik kavgalar arasında susturulmuş bir medeniyet; Kürt Edebiyatı. Bir aşk destanından redd-aşk destanına(zembilfroş)

Kültür-Sanat-Edebiyat

Dili, dini, rengiyle bir ırkın politikaya malzeme edilerek harcanması ne vahim bir durumdur. ‘Kendi coğrafyasında öteki olanın, sürgün yaşadığı coğrafyalarda öteki olması normal değil miydi ki zaten?’ diyen yazarımız vatansızlığı daha nasıl betimleyebilirdi! Yıllarca Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi sanki Türkiye Cumhuriyeti devletinin arızalı birer uzvu gibi tanımlandı hep. Ve biz, saf dimağlar, çocuklar ve gençler, Kürtleri düşman belledik. Yazıklar olsun iftiralara kurban giden zihinlerimize! Anlayamadık hiç! Kendi dilleri ve kimliklerini söyleyerek öykü, şiir ya da roman yazmaları mümkün olmadı yaşadıkları devlet ve toplum tarafından yargısız ya da yargılı infaz edildiklerinden. Kürt edebiyatının yarım asır evveli var Türk edebiyatından. Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügati’t-Türk denilince zihnimizde tanıdık şeylerdir. Lakin Dubeyti Divanı ya da Deftere Dewdani tanıdık değiller. Kürtler de Türkler gibi beylikler olarak varlığını devam ettirmişler. Osmanlı döneminde siyasal dalgalanmalarla Türklerle bağları zayıflayan uzunca bir dönem olmuş. Ve Türkiye Cumhuriyetinin Latin harfleri kabul etmesiyle Kürtlerin kendi dillerini kullanmalarına yasaklar getirilmiş. yetişti. Boynuz olanı, Siyabend’i uçuruma aşırdı. Ahh Xece! Garip Xece! Yandın derdine sevdalının, vardın saplanan oka. ‘SİYABEND’İ XECE’ nin hikayesi oldukça mahzun, garip Saldın sende kendini, vuslat ecelde gizliydi. ve acımasız. Ah Xece! Neye üzüldün de ağladın. Siyabend’i gönülden dağladın. Gözyaşına dayanamadı, kılıcını, kalkanını ZEMBİLFİROŞ, karşılıksız aşkın ve Yusuf misali aşka daveti kuşandı. Ok ve yayını da unutmadı. Olanca hızıyla geyiklere kabul etmek yerine ölümü seçen bir genç ve ona ona aşık

32


Temmuz-Ağustos / 2021

‘YORGUNUM BİRAZ’ şiiriyle tükenmeyen ümit varken, ‘JASİEL’ şiiriyle yüreksiz yüreklerin iniltilerine dudak bükmesini hicivleyerek belki bir dudak titremesine benzeyiş. Ve iç geçişlerin esintisiyle ey ömür! Geç bakalım tutsak duygularımızla zihnimizden! ‘ŞIPSEVDİ KALBİM’ şiiriyle sen de yoruldun, sen de

‘Sahiden nasılım ben? iyi miyim, kötü müyüm ya da sadece bencil miyim?’ İncecik bir tül perdesi. Ar perdesi gibi!...

Bir dergiyi okumak, sezmek ve süzmek kendi dimağımızda hemen hemen birbiriyle benzeşen konularda bir bütünlük çerçevesi oluşturuyor. Bakış açımıza yeni deneyimlerle zenginlik katıyor. kurtulmak istiyorsun ama aşkın bezminden kaçılmaz. Deryaları aşsan da kaçılmaz ey yolcu! ‘DÜŞÜN’ diyor şair, ‘yaz o zaman’ diyor okur. Yazmaya sevk eden okur düşünüşü ilginç. ‘KADIN VE KALEM’ çok kısa ama anlamı pek uzun ve manidar. Bakmakla, görmek. Bilmekle, bulmak başkaydı çünkü. Sustu, içini çeke çeke! MUHTEŞEM’E MEKTUPLAR okuma aşkının tasvirini capcanlı ortaya koymuş. ‘GALOŞLAR’ hikayesi ile bir babanın kendisi ve oğlunun kaderi hakkında bağ kurmasını ve vicdan azabını hissedeceksiniz. ‘ŞÜPHE’ ile ihtimallere uzanmanın ve ‘ADI DÜŞLERİMDE SAKLI’ ile aşkın nirvanasında gezinmenin tutkusunu yaşayacaksınız.

‘ARAYIŞ’ kıvranışlarının pişmanlıklarla bütünleşmesi ve çıkmazlarıyla baş edemeyince kendine af yasası çıkarması. Bir divanenin serzenişlerini hissedeceksiniz bu yazıyla. ‘PİŞMANLIK’ bir albayın hazin hikayesiyle, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan insanların ne şartlarda geçimini sağladığı, koskoca ülkenin kendi toprağında ikilik yarattığı, Kürt halkına kendi kimliklerini yaşama hakkı vermeyip, türlü oyunlarla kötü olmaya zorla teşvik ettiklerini sonradan öğrenen subayın ölmekten beter pişmanlığına şahit olacaksınız. ‘SÖYLEYEMEZ’ bilinmezler cilvesinde. Güzel bir şiir.

kıvranırken

kaderin

‘SEN DE GİDERSİN’ denilerek yaşamının sonu çizilmiş. Bir gün gideceğiz belki de geldiğimiz yere… ‘YÜZÜMDEKİ TEBESSÜM’ olmak istediğim, kalmak istediğim benlik!

Ve ‘UMUT’ etmek için hayallerine sımsıkı sarılarak teselli bulan yürekler ‘GERBERA’ ile asaletin şükrünü sunuyor dimağlara.

Ve daha nicesi. Bir dergiyi okumak, sezmek ve süzmek kendi dimağımızda hemen hemen birbiriyle benzeşen konularda bir bütünlük çerçevesi oluşturuyor. Bakış açımıza yeni deneyimlerle zenginlik katıyor. Bilinmeyeni bilmekten ziyade bildiklerimizi başka görmeye başlayınca hayat merdiveni biraz daha rahat inilip çıkılıyor sanki.

Asalet demekmiş Gerbera. ‘Sen olmasaydın’ derken şair, ben olamazdım diyesi geliyor insanın.

‘Emeksiz yemek olmaz’ demiş atalarımız. Bu yemekte tuzu olan herkese teşekkürler…

‘BENİM ŞAİR NENEM ’ hikayesinden sonra ‘YALNIZLIK’ şiirinin tek başına yaşamın ağır hassasiyetini hissedeceksiniz mısralarında.

33

Kültür-Sanat-Edebiyat

‘MAVİ GİBİ SERİN’ şiirinin esintilerinden sonra ‘BUKA BARANE’; Çocukların topladıkları ürünlerle bereket talebi. Bereketin kaynağı, yağmur duası gibi.

‘BENCİL’ ‘-Nasılsın? sorusuna illaki, - ‘İyiyim’ demek zorunda mıyız? Hal ve ahvalini azıcık betimlemek isteyene kıyas usulü haddini bildirme, şükürsüz damgası vurmak gibi gösterilen tepkiler. Buna da bir tepki göstermek var bu yazıda, ‘acılarınızı dile getirmek istemeniz , başkalarının acılarını yok saymak değil, kendimizi yokluğa düşürmekten kurtarmaktır.’ demiş.

Ses Dergisi

olan hatunun acıklı sonunu anlatıyor.

Ses Dergisi Sayı 18


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

EDEBİYATIN DAVASI HÜSEYİN ODABAŞIj

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

P doludur.

eyami Safa’nın edebiyat, şiir ve sanatla alakalı yazılarını okudunuz mu bilmiyorum. Peyami Safa’nın “Sanat Edebiyat Tenkit” kitabı edebiyatın güdükleşmesi; verimliliğinin ve kalitesinin düşmesiyle alakalı haklı şikayetlerle

“Yarım asırdan beri Türkiye’de edebiyat açtır. Fakat ben muhitimdeki müşahedelerim ve nefsimdeki tecrübelerimle, edebi kısırlık ve doğurganlığın iktisadi sebeplerle izah olunamayacağı neticesine varmış gibiyim.” (Sf,79) Yani Peyami Safa “karnımız tok sırtımız pek olsaydı edebiyatla daha fazla meşgul olurdum” bahanelerini kabul etmiyor. Kitabın daha sonraki sayfalarında edebiyatımızdaki verimsizliğinin dünyada tanınmamasının ve olması gerekeni ortaya koymak bakımından ifade edilen düşünceler de dikkate değerdir: “Ne metafizik ne felsefi ne de sosyal bir dünya görüşü, bir insan anlayışı getirmeyen muasır edebiyatımızın beynelmilel (dünya çapında) söz aleminde söyleyebileceği hiçbir hususi (özel) fikri yoktur. Bunun için beynelmilel olamadı.”(Sf, 80) Aslında bu tespit daha önce Peyami Safa’nın yakın arkadaşı Burhan Toprak tarafından “Türk edebiyatının meselesi yoktur” diye yapılmıştır.

bir hendese(matematik) ruhundan doğduğunu edebiyatçılar göstermeye muvaffak olmadıkça, fizik hocaları onu işkembe -i kübra ifrazatı halinde görmeye, buluğa ermemiş çocuklar da gönül şiirlerini toplayan kitaplar çıkarmaya devam edecektir.” (Sf,84) Edebiyatımızdaki sorun bilgi, felsefenin ve dinin imkanlarıyla kâinata ve insana iyi bir bakış açısı ve yorum geliştirememesidir. Çünkü Peyami Sefa’ya göre edebiyatımız tefekkürünü ve manevî dinamiklerini kaybetmiştir:

Bir gün bazı talebeler, Peyami Safa’ya “Bu edebiyat değil fiziktir; işkembe i kübra ilmi değildir, çalışmadan olmaz” “Bizim edebiyatımız mistik nefesini kaybettikten sonra diye bağıran bir fen hocasından şikâyet ederek bahsederler. yalnız kadın ve vatan aşkı içinde kaldı.”(Sf, 86) Solan, pörsüyen ve manevi dinamiklerini kaybeden edebiyatımıza Onun gazete sütununda verdiği cevap da şöyledir: örnek olsun diye aşağıya aldığım mısraları incelerken “Edebiyat kendine göre riyaziye olduğunu ve Peyami’nin bize ne söylemek istediğini daha iyi anlamış pişirilmiş ulvi ihtiraslarla kaynaşarak incelmiş oluruz:

34


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18 Bana göre de Üstadım Kabaklı beni mazur görsün; Orhan Veli’nin şiirleri de başka bir şairanelik havasında yazılmıştır, o kadar!

Evet, edebiyatımızın mistik nefesini yitirerek kendi öz meselesini ve davasını kaybetmiş olmasını mühimsemeliyiz.

Derdi davası ve mistik nefesi olmayanların elinde edebiyat ve şiir toplum ve cemiyet ruhuna nasıl bir katkı sağlayabilir bilmiyorum. Edebiyatın bir davası olmalı mı? Edebi ürünlerin verilmesine sebep olan Doğudaki ve Batıdaki akımları düşününce evet olmalı diyorum. “Ne atom bombası Ne Londra Konferansı Bir elinde cımbız

Neden konuşuyorum? Neden yazıyorum? En küçük ve basit konuşmalarda bile bu soruyu farkında olmadan kendimize sorarız.

Koskocaman bir romanı okuyup bitirdiğinizde insanın gönlünde, kalbinde, aklında vesaire duygularında bir şeyler Umurunda mı dünya!” (Orhan Veli) Halbuki Ahmet kalmalı değil mi? Kabaklı’nın Orhan Veli hakkında yaptığı değerlendirmeye Geçmişi koruyarak geleceğe açılım yapan üstadlara, göre eski şiirle mukayese edildiğinde daha seviyeli olarak çalışmalara ihtiyaç var. bulduğunu söyler: “Dert söyletir” derler. Bu edebiyat için de geçerlidir. Dert Bir elinde ayna;

“Orhan Veli, şiirde dile büyük değer veriyor. Onca: “Şiirin şiir söyletir, roman söyletir, hikâyelerle söyletir. Dert aslında bütün meselesi deyiştedir. Fakat kelimeleri kullanırken edebiyatın da şiirin de hamurudur, mayasıdır. onların illa da güzel olmasına bakmamalı ve “şairane” telakkisinden kurtulmalıdır. Eski şiir ‘şairaneye’ saplanmıştır.” (Türk Edebiyatı, 4. cild, 41) Şiir sadece bir “deyiş”midir? Veya “şairanelik”ten mi ibarettir? Bütün bir kadim şiiri şairanelikle değerlendirmek bir ağaca bakıp da onu kabuktan ve yapraklardan ibaret kabul etmek kadar sığ bir bakıştır.

35

Ses Dergisi

Fakat edebiyatımızın ve şiirimizin kısırlaşması ve edebiyat alanının gittikçe daralması karşısında düşünmeden edemeyiz. Edebiyatımız neden bu hale geldi. Ve bu hususta Peya’minin tespitlerine katılmak mümkün değildir.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Aslında Orhan Veli’nin yazdıklarının şiir olduğunda şüphe yoktur. Onun yazdıklarını hafif de bulsak, kafiyeden ve vezin kaygısından uzak bulsak da bunların şiir olmadığını iddia edemeyiz. Her şairin kendine göre bir şiir anlayışı vardır. Ahmet Haşim şiir hakkında ne demiş, Peyami ne demiş, Yahya Kemal şiir için ne demiş? Hatta istiklal marşı şairi Mehmet Akif, şiiri tarif ve anlamı adına neler söylemiş? Bütün bunları burada tek tek ele alacak durumda değilim. Bütün bu şairler benim üstadımdır. Ve onların şiir adına, edebiyat adına söylediklerinin hemen hepsini çelişkileriyle beraber kabul ederim.


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

YANKI

E

Gülhanım Anulur

fsaneler dökülüyor hayalimden Tozlu hikayeler eşliğinde Yağmalanmış ruhum serzenişte İki dünya arasında kalan çizgide Siyaha bürünmüş ömrün renkleri Azgın kalabalıklarda bulamıyorum

Ses Dergisi

Aradığım ben mi yoksa sen mi? İç içe geçmiş siyah ve gölgesi Aynaların gösterdiği yansıması Ben miyim yoksa yankılanan sen mi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Geçmişteki izlerin yorgun ayazında Sonsuzluğun içinde buluşmaya hazır Kavuşmaya ramak kala Ateş gözlü vahalar engelliyor seni Duyulan tek şey rüzgârın getirdiği yankısı İnatçı yosunlar gibi bırakmıyorlar Bilinmeyen mevsimler içinde Yankın bende ılık bir baharın güneşi Duru gönlümde biriken tebessümün Gökkuşağı tadında sıyrılıyor aklımdan Bendeki yağmurun kükreyişi Dökülmüyor damlalar ardın sıra Sakladığım yerde değil belki de Ummanlarda arıyorum seni Durgun suyun içinde görüyorum yankı yapan resmini Ben miyim yoksa yankılanan sen mi? Kaçsam kurtulsam tek sığındıgım bir kitabın sayfaları Cümlenin noktasında buluyorum kendimi… Ben miyim gerçek, yoksa yankım olan sen mi?

36


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

MİSAL

Müzeyyen Dağdagül

M

isal, ben bir kuş olsam Küçük bir oda kafesim Ama o oda ki huzur... Kültür-Sanat-Edebiyat

Dışarda hışırdayan yapraklar, Hiç kanatlarımı çırpmak için Zorlamazdım... Ve oda sonsuz bir sevgi Beni kucaklayan...

Ses Dergisi

Tüylerim ürperirdi belki Sarmaş dolaş bir gülümseme Dünya’nın kalbi atardı içimde... Tatlı bir ses nağmesinde Divane olan bir ses daha Böler odanın ıssız duvarlarını Gönül kafesine sığmaz Bir kuş olur sevgi çırpınışları... Uçuşurum bir deniz daha...

37


Ses Dergisi Sayı 18

Temmuz-Ağustos / 2021

BETÜL AYDAN’dan MUHTEŞEM’ E MEKTUPLAR

Ses Dergisi

Sevgili Muhteşem; Nasıl bir duyguyla başlıyorum mektubuma anlatayım. Yüzümde bir gülümseme ile kelimeler kağıda dokunuyor. Çünkü ne güzel böyle iki güzel kelimeyi yan yana getirip de hitap etmek sana. “Sevgi” ne manalı bir kelime öyle değil mi? Adınla da çok yakışıyor. Sevginin kendisi adın gibi “Muhteşem”.

Kültür-Sanat-Edebiyat 38

S

evgili Muhteşem;

Nasıl bir duyguyla başlıyorum mektubuma anlatayım. Yüzümde bir gülümseme ile kelimeler kağıda dokunuyor. Çünkü ne güzel böyle iki güzel kelimeyi yan yana getirip de hitap etmek sana. “Sevgi” ne manalı bir kelime öyle değil mi? Adınla da çok yakışıyor. Sevginin kendisi adın gibi “Muhteşem”. “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur / İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur...” diye geçiyordu bir şiirde hatırlarsın. Sonra biz bu şiiri dinlerken o kahırlı kısımları gelince: “Hep kahır! Hep kahır!” der ve yine de gülümserdik birbirimize.


Galiba biraz yoğunluk, biraz yeni roller giyinmişlik üstümüze ve beraberinde gelen yorgunlukla kesik gülümsemeler seyrediyoruz şimdi yüzlerimizde. Yorulmak... Evet bütün güzelliklere rağmen yorulmak da düşüyor bazen insanın nasibine, ama sevdiğin bir şeyden yorulmak da güzel. Bir çeşmeden doya doya su içip suya kanmak gibi bir şey diye düşünüyorum. Belki küçük bir mola, küçük bir bekleyiş ve en önemlisi de insanın kendini kenara çekip uzaktan uzağa yine kendini izlemesidir “yorulmak” kimbilir? Sıradanlaşmışı gayret edip biraz sıra dışı etmeye çalışmak, durup dinlenmek sonra... Durmak, düşünmek ve devamında durulanması, kendi içine doğru yolculuğa çıkması insanın. Ve kendini bilmenin verdiği hafiflik ve bazen de hissedilen ağır yük içinde nefes almak derinden. Biliyor musun, bugün erkenden kalktım Muhteşem? Aslında her gün erkenden kalkmayı çok isterdim. Kaygılarımın, üzüntülerimin beni yere çekmemesini de!

Durgunlaşan ruh halime inat hareket etmek, nefessiz hissettiğimde kendimi derin nefeslerle yeniden doğmak ne güzel olurdu hem. Bunlar için çok geç mi kaldım bilmiyorum ki, bilemiyorum da! Senin duyguların da böyle sanırım. Farklı yerlerde ve şartlarda aynı hissiyatla anlamak birbirimizi ne güzel! Zor olsa da belki değişir üzüntü dolu duygularımız bir gün. Çocuk gibi hisler belirir gözlerimizde. Güneşe, yıldızlara; çiçeğe, böceğe selam veririz. Çocukken kırlarda koştuğumuz, köşe kapmaca oynadığımız zamanlardaki gibi gökyüzünde göreceğimiz uçurtmalarla mutlu oluruz. Bunlar hayal şimdi. Gerçi bu yaşanmışlıklara anılar demeliydim Muhteşem! Anı, hiç unutulmayacak “an”ları vefa ile heybesinde taşıması olsa gerek insanın. Çok şükür vefamız var bizim, mektuplarımız var.

hikayeler karıştı toprağa ve suya. Gökyüzü şahit oldu gören gözlerle bir. Acılar bir tesbih tanesi gibi dizildi düğüm düğüm. Bilmem şimdi: “Hep Kahır!” derken yine de gülümseyebilir miydik eğer gözlerimiz birbirine baksaydı? Ah Muhteşem... Hani ilkokulda bir şarkı söylerdik: “Dağlar ardında bir orman varmış / Orada bütün hayvanlar mutlu yaşarmış / Bir adam gelmiş/ Çok da zalimmiş...” Devamını unutsaydık keşke bu şarkının. Hiç yaşanmasaydı içindekiler. Sadece şarkılardaki korkulu dizeler olup geçseydi hatırımızdan. Olmadı işte olamadı Muhteşem! Üzgünüm, biliyorum sen de üzgünsün. İsmin kadar üzgün bakışların da. Kağıda okurken düşen gözyaşlarının harfleri ıslatışını görür gibiyim. Olsun! “Bu da gelir, bu da geçer ağlama!” diyeyim ben sana. Bu türküyü hisli hisli söyleyenlere eşlik et sen de gönül dilinle olur mu? Zamanın çabuk geçtiği gibi acılar çabuk çabuk geçmese de yine de geçecek. Her an hatırlanmak üzere hazır halde beklemeye alacak kalbimiz onları. En ufak bir çağrışımda gözlerimize yaşlar dolacak. Sonra yeniden iyi olacağız. Hayat ne garip, değil mi Muhteşem? Sevgili Muhteşem; eski zamanlardaki gibi başlamadı bu mektubum. Öyle de bitmeyecek! Hani :” Nasılsın,iyi misin?” deyip de beni sormanı beklemeli miydim hayalen mektubumun ilk satırlarında. Sonra, ben de iyiyim, mi demeliydim? Ama bak Muhteşem, demedim diyemedim. Senin iyi olman en büyük dileğimdir elbette. İyilik gülümsesin sana her sabah ve her günün akşamında. Her mektup, bir haber olsun dostluğumuzun yaşadığına. Her mektupta buluştukça cümlelerimiz, biz de iyi olalım. İyilik, en çok insana yakışıyor. Güneşin yaza, karın kışa yakıştığı gibi. En iyi dileklerimle Muhteşem! En iyi dileklerimle...

Sevgili Muhteşem, şu son zamanlarda yine içimi acıtan gördüğüm duyduğum şeyler var. Sıcak, sımsıcak ve ateşten besteler gökyüzünde dalgalanıyor şimdi. “Su insanı boğar, ateş yakarmış” dizelerini yaşıyor yaşayanlar. Nasibine yanmak ve boğulmak düşenler ne çok! Geride kalanlar da her doğan güne “dert”le başlayacak olanlar, şimdi. Ne acılı

39

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hatırlıyorsun sen de bunu. Biliyor ve hissediyorum. Tüm bunalmışlığımıza, tüm belli belirsiz telaşlarımıza ve en çok da gönül yorgunluğumuza rağmen gülümserdik bu iki kelimeyi söylerken. Çok yakışırdı gülümsemek bize, dostluğumuza, hayatla olan bağımıza.

Ses Dergisi Sayı 18

Ses Dergisi

Temmuz-Ağustos / 2021


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

ÇINAR AĞACI ASLI KAYA

T

amburun kısık sesiyle başladı iskemlesinde oturmaya.

Ses Dergisi

Tuhaf, güçlü ama içine sinen bir şeyler vardı o gün, gün ışığında…

Her gün olduğu gibi tekrar başladı içini dökmeye içine…

Kültür-Sanat-Edebiyat

Pişman olduğu ne varsa döktü önüne bir bir… Umursamadıklarını koydu kahve fincanın yanındaki soğuk su gibi yüreğine… Sevmelerini, aşklarını yudumladı doyasıya… Karanfil kokulu bir çay isteyecek gibi çekti nefesini içine… Şakaklarında hissetti unuttuğu acıların kokusunu… Boş vermedi hiçbirini, neden, niçin demedi… Hepsine sarıldı şefkatle, kendine bakacak aynası yoktu odasında ama hepsiyle yüzleşecek koca bir yüreği vardı ihtiyarın… Koynuna koyduğu yıldızları vardı içine ışık olan, çocuk gibi… Avuçlarına sığdırdığı ve bir de yıllardır kendini dinleyen sadık dostu… Doğruldu iskemlesinden, yürüdü, sanki son kez yürümenin kokusu çalındı burnuna…

Her mevsim dallarında başka yolcuların ağırlandığına tanıklık ettiği sadık dostu…

Dostuna gitti, titreyen elleriyle dokundu, çatallaşmış sesiyle konuşmaya başladı…

Her yolcu onun hayatındakilerden biriydi sanki…

Hey gidi koca çınar… Dudaklarındaki tebessüm eşlik etti yorgun sesine…

Bazen usulca esen rüzgar tatlı tatlı kıpırdatırken yapraklarını, düşünürdü zamanın ona getirdiği en büyük hazinesini, pusulam dediği sevdasını…

Dostuydu o çınar ağacı onun; yıllardır penceresinden izlediği.

Bazen bir serçe konduğunda dalına, umursamadığı dünyaları, bazen bir çocuk taş attığında dallarına

40


Güneş en sıcak haliyle vururken dallarına, gölge vermekten asla usanmadığı halleriyle hem dem olurdu ruhuyla… Çok yormuştu bu hayat onu ama asla vazgeçmemişti iyi insan olmaktan, sırtı yaslanılacak insan kalmaktan... Öyle başka alemlere ait iki varlık değildi gerçekten onlar.. Hemşireler sabahları odasına girdiklerinde, eğer dostuyla konuştuklarını duymamışlarsa, mutlaka bu sabah kesin hasta der, öyle nezaketle yaklaşırlardı ona…

Büyük alemlere dalmadı hiçbir zaman, gelmeyen evlatlarına kırılmadı, göremediği torunlarını pencerenin altından geçen her çocukta aradı ama hiç vazgeçmedi ümitle onları beklemekten… Bir bir anlatırdı dostuna hepsini, herkesi, sevdiği kadın güzeller güzeli eşini… Duvarlar üstüne yürümedi hiçbir zaman… Eviydi artık orası… Dünyadan hiçbir beklentisi yoktu beklediklerinin dışında… Ümitle beklediği tüm sevgilerin, özlemlerin, umutların yanında geleceğinden kesinlikle emin olduğu o günü de bekliyordu teslim olmuşçasına … Öğle sıcağı olmuştu çoktan, nedense ayıramamıştı bedenini dosta ait pencereden… Kalakaldı olduğu yerde, koca çınara baktı, 20 yıldır kendisini terk etmeyen koca çınara.. Seyre daldı onu, sanki ilk kez görüyormuşçasına heyecanla… Gövdesinin toprakla birleştiği yerden, dallarının değdiği her yeri her kıvrımı görmeye çalıştı... Birini ararcasına baktı gökyüzüne, yükselen dalların arasına, hatta en ucuna kadar… Farketmedi ama gözlerinden damlalar süzülmeye başlamıştı çoktan… Binlerce kez baktığı ağaca; dallarına, yapraklarına bir şeyler haykırırcasına dökülen gözyaşlarına anlam veremedi ilkin, sonra çizgileri tamamen belli olmuş yaşlı dudaklarından döküldü birkaç kelime… Dostum… Ah dostum, ah arkadaşım, kardeşim, sevgilim… Evlatlarım, özlediklerim, sevdiklerim, dünyam… Ah be çınarım meyve vermedin ama gölgen oldu tüm dünyam…

Bilirdi herkes onun küçücük odadaki, dalları sokağa yaprakları gökyüzüne uzanan koca dünyasını… Odasına giren yemek görevlileri, hep dostuyla konuşa konuşa yemek yediğini gördüklerinden tepsinin gideceği istikamet hep penvcerenin önü olurdu… Temizlik yapmaya gelenler en çok vakit geçirdiği yeri bilirler, ona göre daha itinalı temizlerlerdi çınarın değdiği pencereyi.. Tam 20 yıl olmuştu, o oda evi, o çınar hayatının en değerli dostu olalı..

41

Kültür-Sanat-Edebiyat

kırılmadığı, darılmadığı insanoğlu arkadaşlarına…

Ses Dergisi Sayı 18

Ses Dergisi

Temmuz-Ağustos / 2021


Temmuz-Ağustos / 2021

Kitap

Ses Dergisi Sayı 18

Değerlendirmesi

Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe Ses Dergisi

Nurgül Öztürk

Kültür-Sanat-Edebiyat

B

unca ağacın, canlının canının cayır cayır yandığı zamanlara şahitlik ederken adında ağaç geçen bir kitap okumak iyi gelir diye aldım elime bu kitabı. Çocuk ve gençlik kitapları arasında sayılan bu kitabı 7 den 70’e herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm için bugünlerde kim okumak için kitap tavsiyesi istese hemen bu kitabın adını söylüyorum: Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe. İtalyan yazar Paola Peretti’nin kendi yaşam hikayesinden esinlenerek kaleme aldığı kitabın öyle dokunaklı bir öyküsü var ki okurken kitap hiç bitmesin istedim. Yazarın aynı hastalığa sahip olduğunu öğrenince daha çok etkilendim. Paola Peretti’nin bizzat benzer şeyler yaşadığını düşünerek okumak, kitaba farklı bir boyut kazandırdı. Her yazar kendi hayatından beslenir ya bu yazarın bizzat yaşadıklarını 9 yaşında ki Mafalda’nın gözünden aktarması oldukça başarılı ve son derece etkileyici. Küçük Prens, Şeker Portakalı, İçimdeki Müzik, Momo gibi kitapları sevdiyseniz eminim Kiraz Ağacı ile aramızdaki mesafe de sizin kalbinize dokunacaktır. Küçük bir kızın üzerinden büyük dünyaları anlatan bir hikaye. Kahramanımız 9 yaşında bir kız, ismi Mafalda. Okulun bahçesindeki kiraz ağacını kaç metreden

42

görebildiğini adımlarını sayarak anlamaya çalışıyor. Genetik bir hastalık sebebiyle zaman içinde görme yetisini kaybedecek Mafalda’nın hastalığının ilerleyişi ile karanlıkta dahi onu neyin ayakta tutacağını, hayata nerden tutunacağını sayfa sayfa takip etmek okuyucuya farklı


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18

pencereler açıyor. Mafalda görme yetisini kaybederken kiraz ağacı ile arasındaki bağı beni derinden etkiledi. Onun, git gide kiraz ağacı ile arasında kalan mesafesinin kısalması hüzünlendirirken, bir yandan da tüm zorluklara rağmen kendisi için vazgeçilmez olanı bulmaya çalışması, kiraz ağaçları sonsuza kadar çiçekler içinde kalacakmış hissi uyandırdı. Tamamen karanlıkta kalma fikri Mafalda’yı korkuturken kitabın sonuna kadar ben de aynı korkuyla yüzleştim.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ağaçları, ormanları, kuşları, kelebekleri, denizi bir daha görememe ihtimalini düşünmek, geçtiğimiz günlerde yanarak yok olmalarına şahit olmak tarif edilemeyecek kadar üzücüydü. Ağaçların, canlıların acısı benim de canımı yaktı. Yanan ormanlarımız yeniden hayat bulması ve en hızlı şekilde toparlanması en içten dileğim.

Ses Dergisi

Ben bu kitabı okurken hayatın ne kadar değerli olduğunu tekrar hatırladım. Gözlerimin dolduğu anlar epeyce fazla. Sık sık “ben ne yapardım?” sorusunu sorarken yakaladım kendimi, Mafalda’nın çocuk kalbiyle sarıldığı umuda sarıldım. İlham aldığım bir cesaret ve kararlılık hikayesi. Özellikle yazarın kitabı bitiriş şekline hayran kaldım. Bu aralar hangi kitabı okuyalım diye bana soracak olursanız, artık cevabımı biliyorsunuz. Keyifli okumalar.

43


Temmuz-Ağustos / 2021

I M I T I N A T FİLM

Ses Dergisi Sayı 18

Kimsesiz Çocuk Remi (Remi Nobody’s boy) Ses Dergisi

Esra Dolunay

Kültür-Sanat-Edebiyat

—Bana “Sevmek iyi kalplilerin yetisidir.” dedi. “Sen çok iyi kalplisin çok kişi seveceksin sakın bundan korkma, insan sevgi ile yaşar. Bunu unutma!” dedi.—

Kimsesiz Çocuk Remi. (Remi Nobody’s boy) 2018 Uyarlandığı eser: Sans Famille 1878 Yazar: Hector Malot Yönetmen: Antoine Blossier Imdb:7.1

44


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Sayı 18 öğreniyor. Üvey babası ona bakacak paraları olmadığı için yetimhaneye geri göndermek istiyor. Bu sırada karşılaştığı sokak sanatçısı Vasili, Remi’yi satın alıyor ve Remi’nin karşılaştığı insanlarla ve olaylarla serüveni başlıyor. Remi’yi yanına alan sokak sanatçısı Vasili’nin hayat hikayesi ve zamanla aralanan sırlar ise apayrı ve etkileyici şekilde karşımıza çıkıyor. Oyunculuklar, kostüm ve görüntüler özellikle de müzikleri filme daha etkileyici bir hava katmış.

Evet filmin güzel yanı güzel bir sonla bitmesi. Filmin oldukça duygusal ve acı sahnesi de var. Bu yüzden yedi yaşından küçük çocuklar için uygun olmayabilir. Ancak

B

ir film izleyeyim hem çocuklar hem büyükler sıkılmasın, hem tempo merak hiç düşmesin hem duygusal olsun ayrıca alt metni de anlamlı olsun, bize bir şeyler katsın görselliği de kaliteli olsun diyorsanız bu film tam o film.

Fransız yazar Hector Malot 1878 yılında Fransızca orijinal ismi “Sans Famille” olan çocuk kitabını yazdı. Konu olarak kimsesiz bir çocuğun ailesini bulma serüveni ve bu serüven sırasında karşılaştıkları olay ve kişileri konu olan kitap, dünya çocuk klasikleri arasına girmiş ve pek çok dile çevrilmiştir. Dünya çapında bir çok dizi ve filme konu olmuş kitabın 2018 yılı yapımlı yeni uyarlaması ise “Remi Nobody’s Boy”

rahatsız edici sahne gösterimi yok sadece duygusal yoğunluğu fazla sahneler bulunuyor. Sanat ve müzik ise olaylarla beraber yürümüş. Bu da size iyi bir film izleme zevki hissettiriyor. Oyuncuların duyguyu izleyiciye geçirmesi de etkili olabilir. Kısaca bu filmi izlerken bir hikaye okurken kendinizi onun içine girmiş ve kahramanlara şahitlik etmiş gibi hissedebilirsiniz. Hatta onlardan biri gibi. Her hikaye tek bir cümle ile anlatılabilir. Bu filmin tek repliği onu anlamaya yetecektir:

“Sevmek, iyi kalplerin yetisidir.”

“Ben yapayalnız bir çocuktum. Kimsesizdim. Benim gerçeğim bu idi. Hayallere kapılmaya hakkım yoktu. Sahip olduklarımla yetinmek zorundaydım.” Filmin konusundan kısaca bahsedersek, yoksul bir aile ile kalan Remi sekiz yaşına geldiğinde evlatlık olduğunu

45

Ses Dergisi

“Çünkü yaşamla savaşmak yürekliliğini gösterenlerin yazgısı her zaman kötü olmaz.”

Kültür-Sanat-Edebiyat

Remi’nin sesini bulması, ne istediğini anlaması bunun için göze aldıkları, çocuklara yol göstereceği gibi, hayatı anlamlandırmada zorlanan yetişkinlere de unutulmuş insani değerleri hatırlayacaktır. Sevgi, şefkat, özveri, inanç, vefa, dostluk, cesaret gibi.


Temmuz-Ağustos / 2021

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 46

Ses Dergisi Sayı 18


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.