Ses Dergisi Ekim 2022

Page 1


Eylül-Ekim / 2022

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER EYLÜL-EKIM 2022, SAYI 25

I EDİTÖR NOTU

İki aylık aradan sonra tekrar birlikte olmanın heyecanı.

Ses Dergisi

V ŞİİRLER Bazen sitem bazen hasret, ama sonuçta "benim şiirim" diyeceğiniz birbirinden değerli şiirleri okuma fırsatı bulacaksınız

Edebiyat-Kültür-Sanat

II FEYRUZ VE BEYRUT Güzel bir şehrin acıklı sesi ve bugünümüz

VIII DENEMELER Birbirinden güzel kalemlerin ruh dünyasından akan enfes denemelere şahit olacaksınız

VII ŞAIRLER DIYARI & GABRIELA MISTRAL Bir şehir ve bir şairin kısa bir analizi

III DEWRÊŞ-Ê EVDÎ Aşk ve cesaretin Kürçe destanı sesdergisicanada@gmail.com 2

www.sesdergisi.ca

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

25


Eylül-Ekim / 2022

SES DERGİSİ Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Edebiyat-Kültür-Sanat

Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay

Ses Dergisi

Can dostlar, Bu sayıda Eylül ve Ekim sayısını birleştirerek karşınıza çıkmış olduk. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi amacımız sadece çıkarmış olmak için dergi çıkarmak değil, bir taraftan yazılar dergi yayın politikasına uygun olsun, bir taraftan da kalite düşmesin istiyoruz. Durum böyle olunca çok sayıda yazı ve şiir gelse de bir kısmı bu kriterlere takıldığından bazen istediğimiz kıvamda bir sayı oluşmuyor. Dolayısıyla iki ayı birleştirmek zorunda kalıyoruz. Bu kadarlık bir gecikmeden dolayı öncelikle sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Gönül isterdi ki yazı ve şiir yollayan tüm dostların kalbini sizinle buluşturalım ama sayfa kriter sınırlaması buna izin vermiyor. Eserlerini bizimle paylaşan ama bahsettiğimiz mevzulardan dolayı yayımlamadıklarımızdan dolayı özür diliyoruz. Yılmak yok ama, yazmaya ve paylaşmaya devam lütfen. Can dostlar, genel itibariyle yayımlayamadığımız eserlerle ilgili kısa bir bilgilendirme ile yazar ve şair arkadaşlarımıza dönüş yapmaya çalışıyoruz ama gözden kaçanlar varsa lütfen bizimle irtibata geçin. Yayın ekibi arkadaşlarımızla birlikte yazılarınızı parlatma adına neler yapabiliri konuşmaya hazırız. Bu sayıda da birbirinden güzel yazı ve şiirler bulacaksınız. Kimi hikayelerde sıcak bir ortamın içine girecek, kimi şiirlerde sevdiğinizi karşınıza alıp ona hitap ediyor bulacaksınız kendinizi. Feyruz ve Beyrut isimli yazı ile direnişin ipek sesini bu sayıya taşırken amaç tarihi tekrar yaşamak değil, mümkünse olumsuzluklardan kaçış rampalarına dikkat çekmektir. Bazen ağıttır Feyruz bazen de direniş. Canlar, Kürt edebiyatından derlemeler serisi bu sayıda ünlü Kürt öyküsü Derwişe Evdi hikayesi ile devam ediyor. Bu sayıda eksikliğini hissettiğimiz bölüm Kitap ve film analizleri. Dileriz sonraki sayılarda bu açığı kapatmış oluruz. Sevgi ile kalın can dostlar...

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Serif Aydin

3


Eylül-Ekim / 2022

Şerif Aydın

Fey

ruz

Ses Dergisi

Feyruz Ortadoğu’da insanlara direnmeyi, hayata dört elle sarılmayı, haksızlıklar karşısında dimdik durmayı şarkılarında kadife sesiyle duyuran bir ses. “Li Beyrut” şarkısı ile dünyada direniş albümlerinde yer almasını sağlar.

D e n e m e

Edebiyat-Kültür-Sanat

4

Be

yru

t

Pera’nın gözleri Beyrut devriminden beri uykusuz, ana kucağında olsa ne yazar? Bir yanda Feyruz söylüyor, bir yanda isyanla devleşen sokak devrimcileri. Akdeniz laciverti her yer.


Eylül-Ekim / 2022

Beyrut karma karışık… Şehrin ışıkları sönük, kimsenin sesi güven vermiyor, Pera, annesinin kucağında Süryani bir kız çocuk. Babaların elleri yanan çıraya uzanıyor, ürkek. Işığı söndürülmüş bir şehrin çırasını açık tutmak da ne demek? Radyonun ışığı açık… “İnsanların ruhundan yapılmıştır o… Şaraptan… Şekerdendir… Bir ekmek ve Yasemenden.. Şimdi tadı ne hale geldi? Ateş ve duman tadı artık…” diyor bir ses radyo’dan. “Feyruuuz!” diyor çocuk, “Feyruuzz!” Feyruz tınısı taşlara çarpa çarpa dolaşır sokakları. Bir liman şehrinde gemi yelkeni gibi tülbenti, saçları deniz dalgası. Yasemin kokusu duman altında, sokak çatışmaları ciğerden yükselen ağır bir öksürük. Bir astım hastası çaresizliğinde şehir. Feyruz şarkısından dinliyorlar şehri dünya ajansları… “Beyrut küllerin şanına sahip şimdi.. Şehrim söndürdü ışıklarını; Elinin üstünde tuttuğu bir çocuğun kanıyla.. kapattı kapılarını ve gökyüzünde yalnız kaldı.. Geceyle beraber..” Aşkta Doğu’nun Paris’i denen şehrin duvarlarında aşk yazıları yerine egemen grupların sloganları. Aptalca gelmiyor kimseye, “aşk devrimle güçlü” diyorlar.

5

Edebiyat-Kültür-Sanat

O yıllarda Arap müziğinin divası Feyruz, tutkunu olduğu Beyrut’tadır. Beyrut, köpürmüş deniz dalgası kadar kabarık. Dünya Devrim Şarkıları (Red Songs II) albümünün en dokunaklı şarkılarından biri dolaşır şehri. Ezgi tanıdık. Rodrigo’nın gitar konçertosu. 1939 yılının yönetimi ele geçiren diktatör Franco’nun ülkesini anlatıyor sanki.

Ses Dergisi

“Cezayir çiçeğini asacaklar boynuna Beyrut’un, belli. İdamlık birine yapılan son iyilik(!)”

1

960’lar… Beyrut… Ve Feyruz… Bir devrimin ayak sesleri ve asi sesin ipeksi dokunuşu kulaklarımda… “Li Beyrut…” Beyrut nadide şehirlerden biri, savaşa sürüklenmişti. Taşlar kurşun sekmelerinde yaralanmış ve toprak kan devrimini yaşıyordu. Yerde bazen bir sevgilinin saç teli toprağı öper, acı fısıldar, bazen öfkeli parmaklar taşları sıkar göklere doğru, son kez bağırır. “Lİ BEYRUUUTTT.” Sokaklarda mermi ve isyan sesiyle birlikte Feyruz’un sesidir bu. “Beyrut.. Kalbimden selamlar sana ey Beyrut.. Öpücükler denizine ve evlerine.. Eski bir denizci yüzü gibi olan bir taşına..”


Eylül-Ekim / 2022 Yanılmıyorlar da, öngöremedikleri tek şey: Beyrut şehri idamlık. Cezayir çiçeğini asacaklar boynuna Beyrut’un, belli. İdamlık birine yapılan son iyilik(!) Bir çocuğun hapishane tellerinden uçurduğu uçurtmayı idama hazırlamış Kara Davut’u. Eliyle boğduğu kadının gözlerine benziyor diye mezarına Cezayir çiçeğinden bir çiçek bırakmaya hazırlanıyor. Beyrut… Celladın maktulüne karşı duyduğu pişmanlık…

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

Pera’nın gözleri Beyrut devriminden beri uykusuz, ana kucağında olsa ne yazar? Bir yanda Feyruz söylüyor, bir yanda isyanla devleşen sokak devrimcileri. Akdeniz laciverti her yer. Sokaklar asırlık dostluklardan kalma, tanıdık. Kaosu Kabil kininden kalma derin bir sıyrık. Kapanmamış yarası, belli. İşgalci gruplar şehri düşürme derdinde ve sesi yükseliyor Feyruz’un “Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin...” Al-Manara meydanında bir güvercin takla ata ata sahile iniyor… Güvercinle birlikte kirli sakalını denize tutmuş bir adam nargilesinden denizi çeker gibi derin bir nefes çekiyor. “Duyarsızlık bu!” diyor Pera’nın annesi. Nargileden çıkan dumanı deniz dalgasını izler gibi izleyen saçları gece karası bir kızla göz göze geliyor. “Hayır, yarınsızlık” diyor hafifçe… Yarınsızlık… Kavgayı bilmeyenler için ne acı bir zehirdir bu : “Yarınsızlık” Bir hayat için dövüşmenin benzersiz lezzetini hiç tatmamışlar için zehir… Caddelerinde ölümler aşkı. Buz gibi soğuk… Meksika çiçeği renginde mor kabzalı tabanca tek yasal güvencesidir Pera’nın… İdam ipi koparsa bu şehrin önü aydınlık… Kopmazsa Beyrut mezarlık… Ya bizim Beyrut’umuz? Sevdiğimiz şehir, sevdiğimiz sevgili için hayata ve dövüşe açmalıyız kapılarımızı. Li Beyrut sesi gibi demeli “Benimsin sen ey Beyrut! Benim...” İki sesi içimizde isyan ateşi gibi büyütmeliyiz bu zor demlerde. Sevdiğine ‘evet’ diye fısıldamak, ve despotlara ‘hayır’ diye naralanmak. Bu kimin hayatı, kimin şehri, kimin sevgilisi? Lanet olası ellerini çek nargileden artık. Görmez misin şehrin üstündeki isi?

6

Malraux’un “Uğrunda ölmeye değmeyen bir hayat yaşanmaya da değmez” diyor. Uğrunda ölmeyeceğin şehir ve sevgili Beyrut gibi duman kokacak bir gün. Saçlarında yasemin yerine yanık kokusu, sokaklarında Feyruz’un sesi. “Li Beyruuuut...” “Beyrut küllerin şanına sahip şimdi.. Şehrim söndürdü ışıklarını; Elinin üstünde tuttuğu bir çocuğun kanıyla.. kapattı kapılarını ve gökyüzünde yalnız kaldı.. Geceyle beraber..” Ölüler şehrine dönmeden sokaklar pencerelerdeki perdeleri aralayıp sokağa bakın. Yarınsızlık girdabında olanlar en pahalı sigarasından bir nefes çekip Bebek sahilinde denize karşı efkar dağıtadursun, yahut romantik muhalifler viski bardağından bir yudum çekip masa başında küfür savurmakla yetinsin şimdi, biz Feyruz gibiyiz. İsyanın ipeksi sesi. Ölüme ve kavgaya dair konuşmalı. ‘Hayır’ diye dikilmeliyiz, ‘despotlara karşıyım, dün de karşıydım bugün de karşı olacağım, dini afyon gibi pazarlayan pazarlarınızı istemiyorum, ihanet tuzağı darbelerinize baş eğmeyeceğim, siz sürdükçe sesimi daha da yükselteceğim korkumun kefeni hazır, taş lahitlere gömeceğiz.’ Ve cismimi hapsedebilirsiniz ama ruhumu asla diyen kalem gibi haykıracağız. “Üniformalarıyla ya da cüppeleriyle gelip silahlarını gösterdiklerinde, öyle bir ses olmalı ki, gülümsemeli, bir sırtlan sürüsü gördüğünde gülümseyen bir aslan gibi gülümsemeli. Öyle bir ses olmalı ki kükremeli. Başkaldırmalı. ‘Eğilin’ diyenlere, ‘esas siz eğilin’ diye cevap vermeli.” Bir babanın korkuyla çıraya uzanan titrek eli arasında yayılınca sesimiz, Beyrutlu annenin kucağındaki Pera gibi desin çocuklarımız “Bu o, Feyruz” Ve bizimle devam etmeli anne şarkımıza, ama daha umutlu… Yıkılan Beyrut’u değil, kurtardığımız şehirlerimizi, özgürleşen kalemlerimizi ve yaylalarımızda dört nala kalkan kısraklarımızı izleyip “Sen benimsin, sen benim.. Bayrağımsın, yarınım taşım…”


Eylül-Ekim / 2022

Ne doğan güneşe ne de tutulan aya Ne bir çift göze ne de dudağa usulca konan tebessüme Yaşamaya da ölmeye de ilgi duymuyorum Roni Herkese romantik düşler kurduran Tende ılık bir serinlik oluşturan bahar yagmurlarına da Aşığım diye başlayan sevdalara da ilgi duymuyorum Roni Tarihle ilgili de değilim, geleceğe meraklı da Üstelik kavurucu sıcaklarda ayağımı denize sokma hayalleri de kurmuyorum Havuzlu bir villa da istemiyorum Ne Eylül’ün sararıp düşen yaprağına ilgim var Ne de baharda rengarenk açan çiçeklere

Edebiyat-Kültür-Sanat

R RONİ

İlgi duymuyorum Roni

Ses Dergisi

Lokman Yarançı

Hem Eylül ölüm demek değil midir Roni Sararan yaprak yaşlılık, Düşen her yaprak acı bir veda değil midir? Sen söyle Roni Eylül romantik midir Yoksa genizde buruk bir acılık bırakan ayrılık mı? Bütün insanlığı kucaklamak isteyen kollarımın İnsanlığa da ilgisi yok oldu Roni Sana da ilgi duymuyorum Roni Biliyor musun? Sadece insanlığın sistemsel geri dönüşümü kaldı geriye Ne dersin Roni? Senden başlayalım mı küresel geri dönüşüme?

7


Eylül-Ekim / 2022

YASİN TOKSOY

Ses Dergisi

Kürt Edebiyatı

Edebiyat-Kültür-Sanat

Tarih, adını kahramanlık tahtasına yazdırmak isteyen ve bu uğurda savaşmayı kendisine amaç edinen savaşçılarla, hükümdar ve prenslerle doludur. Bunların arasından çok azının bir aşk ya da sevda uğruna savaştığına şahit olunmuştur.

8

Bugün bunlardan birisi olan ve Kürtlerin tarihinde ismi çok sıkça anılan birisi olan Dewrêşê Evdî’den bahsedeceğiz. Onun destanı Kürtler arasında Zembilfroş, Xeceê ile Siyabend ve Mem u Zin gibi sıkça anılır. Efsanevi Kürt Dengbêji Ewdalê Zeynikê tarafından yeniden derlenip Kürt Edebiyatına kazandırılan bu destanın bir yanı cesaret, bir yanı ihanet, bir yanı aşk, bir yanı ise halkına karşı vefadır. 1800’lü yıllarda Urfa’nın Viranşehir bölgesinde yaşayan Mıla Aşiretinin reisi Zor Temır Paşa, namlı şanlı birisidir. Beş kızı vardır. Erkek çocuk sahibi olmak ise ona nasip olmamıştır. En büyük kızının adı ise Edûl’dür. Lideri olduğu Mıla aşireti, o dönem yaklaşık otuz iki bin civarında çadırı olan bir Kürt aşiretidir. Viranşehir’den Şengale kadar pek çok aşiret Mıla aşiretine

DEW

DES RÊŞTAN Ê E VD I Î bağlıdır. Temel geçim kaynakları ise başta koyunculuk olmak üzere hayvancılıktır.

Evdî bey ise. Êzidiler tarafından kutsal olarak kabul edilen “Şengal dağı” etrafında yaşayan, yaklaşık 50 bin çadırlık “Şarkiler” olarak adlandırılan Êzidî bir Kürt aşiretine mensuptur. Evdî Bey ve ailesi kendi aşiretleriyle aralarında çıkan bir husumet ve bunun neticesinde yapılan bir kavgadan dolayı, ona bağlı olanlarla birlikte aşireti tarafından sürgün edilir. Evdî Beyin İki oğlu vardır. Biri Dewrêşê Evdî, diğeri ise Sadun’dur. Evdî bey sürgün edildikten sonra Şengal’den inip kendisine bağlı olanlarla birlikte Zor Temır Paşa’nın aşiretinin olduğu mevkiye, Viranşehir taraflarına gelir ve otağını oraya kurar. Zor Temır Paşa ilkin kendisine pek yüz vermez. Ancak bir süre sonra Arap aşiretlerinin silahlanıp kendilerine saldırması üzerine Evdî bey Zor Temır Paşa’ya yardım elini uzatır. Kahramanca savaştıktan sonra Arap aşireti geri püskürtülür. Bunun üzerine Evdî Bey Zor Temır Paşa yakın iki dostu olurlar. İki aşiret kaynaşmaya


Eylül-Ekim / 2022 -1.Bölüm-

Biraz sonra Çilo gelir ve paşa ona duyduklarını sorar. Çilo bu meseleden kaçış olmadığını anlar ve İsa’nın dediklerinin doğruluğuna Edûl, tekrar babasının huzuruna çıkar ve derki; şahitlik eder. Göz bebeği kızı hakkında, kendisine -Allah sana bir erkek çocuk vermedi. Bu yüzden sığınan şarki bir Êzidî’nin söylediği senin adına bu kahveyi dolaştırıp beyleri ikna etmek sözler çok zoruna gider. O dağlı kimdir ki koskoca paşanın kızı hakkında böyle bana düşer. konuşsun? Bunun bedelini ödetecektir o dağlıya. İsa ve Çilo’yu sıkı bir şekilde tembihler. Bu duyduklarınızı başka bir gibiyim onun için. Gözlerinin içindeyim adeta. Onun gözü yerde söylediğinize şahitlik edersem ikinizi de öldürtürüm. ve bakışı benden geçmez. Onun dünyaya bedel gözlerinin Bu bir sırdır ve aramızda kalacak. Varın gidin şimdi. İki önüne çekilmiş demir parmaklıklar gibiyim ben. Hakeza o genç arkalarını dönüp giderler. da benim için öyledir ya, maalesef şimdi aramızda engeller Paşa utanç içinde kalmıştır ancak henüz yapacağı var. Görelim bakalım ne olur, zaman bize bu sevda yolunda bir şey yoktur. Paşanın yapmak istediği Dewrêşê neler gösterir bekleyip göreceğiz. Evdî’yi öldürtmektir ancak, bu olayın sonuçları onu endişelendirmektedir. Onu öldürtürse, Şengal’den Bu arada onların bu konuşmasına şahit olan İsoye Mele gelebilecek 50 bin kişilik aşiretin kendi üzerine Ali, Zor Temır Paşanın yakın akrabası olduğu için, Edûl yürümesinden çekinmektedir. Ne yapacağını düşünmek hakkındaki bu sözler onun çok zoruna gider. Yemez içmez, üzere konağa gider ve o geceyi düşüne düşüne geçirir. doğruca Paşanın konağına gider. Paşa bu esnada divanında misafir ağırlamaktadır. Araplarla aralarında geçen Ertesi sabah erkenden uyanır ve aşiretinin önde gelenlerini savaştan galip çıktıkları için keyfine diyecek yoktur. İso, toplayı onlara emir verir. paşanın hizmetçilerinden birini içeri yollayıp paşayla özel -Toplanın, yaylamızı daha iyi bir yere taşıyacağız. görüşmek istediğini söyler. Paşa onu divana çağırır ama İso Şarkiler de onlarla birlikte çadırlarını ve hayvanlarını hizmetçiyi geri çevirip paşayla yalnız görüşmekte diretir. kısa bir sürede toplarlar. Tüm hazırlıklar çabucak bitirilip Hizmetçi üç defa gidip gidip gelince, paşa nihayet konaktan Şengal’e doğru yola çıkılır. Çilo meselenin ciddiyetini çıkar ve İso’yla görüşmeye gelir. Paşa, İso’ya kızgındır bu anlamıştır. Yola çıkar çıkmaz atını Evdî beyin atının yanına diretmesinden ve inadından ötürü. sürer ve onunla yarış yapmak ister. Evdî bey onun gençliğine İsa der ki; ve heyecanına verir bu meydan okumayı, bu yüzden ilk -Paşam, namusumuza göz koyanları konağında ağırlaman teklifi kabul etmez. Çilo ısrar edince atları mahmuzlayıp senin şanına yakışıyor mu? koşturmaya başlarlar. Bir süre yol aldıktan ve kervanlardan

9

Edebiyat-Kültür-Sanat

Bir gün Dewrêşê Evdî, arkadaşı Çilo ile birlikte otururken konu konuyu açar ve birbirlerinin gönüllerinde yatan kızın adını birbirlerine söylerler. Çilo gönlünde yatan kızın adını söyler. Sıra Dewrêşê Evdî’ye gelince o biraz tereddüt eder ilkin. Çünkü sevdiği kız Zor Temır Paşa’nın kızıdır ve Paşa çok kudretli bir adamdır. Kızıyla ilgili söylenen bu sözleri duyarsa ne olacağına dair bir fikri yoktur. Fakat arkadaşına söz verdiği için o da söyler. -Ben Zor Temır Paşa’nın kızı Edûl’ün gözündeki kirpik

-Ne diyorsun sen? Haddini bil, der Paşa. İsa devam eder ve Dewrêşê Evdî’nin Edûl hakkındaki sözlerini olduğu gibi Paşa’ya aktarır. -İster beni burada as ister kes ama sana söylediklerimin hepsi doğru, der. Paşa inanmak istemez önce, sonra aklına şu soru gelir; -Şahidin var mı? -Var paşam, Çilo benim şahidimdir. -Sen geç şu odaya otur ve sessizce bizi dinle. Ben şimdi onu konağa çağırtıp bu dediklerini soracağım eğer doğru değilse, kelleni aldırırım bilesin. -“Canım sana feda olsun. Eğer yalanım varsa kanım sana helaldir.” der İsa.

Ses Dergisi

başlamıştır. Bir müddet sonra çocukları ve aileleri de birbirleri ile tanışıp kaynaşırlar. Delikanlılık çağlarında olan “Edûl” ve Dewrêşê Evdî’nin gönülleri ne aşiret dinler, ne sınıf farkı nede inanç. Birbirlerine doğru akan Fırat ve Dicle gibi birleşmeyi beklemektedirler.


Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

uzaklaştıktan sonra Çilo atı durdurup Evdî beye, Paşa ile aralarında geçen diyalogu ve Dewrêşê Evdînin Edûl ile ilgili söylediklerini en ince detayına kadar anlatır. “Beyim, Mıla aşireti çadırlarının, yüklerinin iplerini çözüp konaklamadan siz çadırlarınızın, yüklerinizin iplerini çözmeyin ve konaklamayın. Bunların niyeti siz konaklayınca, etrafınızı çevirmek ve sonra da sizi yok etmek.”der. Evdî Bey Zor Temır Paşa’nın ayak oyunlarını bildiğinden onun böyle bir şeye yelteneceğine kanaat getirir. Mıla aşireti konaklamayıncaya kadar aşiretine konaklama emri vermez. Nihayet Mıla aşireti konaklar. Evdî beyin emrindeki Şarkiler ise Mıla aşiretini gözden kaybedinceye kadar yol almaya devam ederler ve Şengalin eteklerinde çadırlarını kurarlar. Bu olayın üzerinden altı ay geçer. Bu süre zarfında iki aşirette birbirleriyle herhangi bir ilişkiye girmez. Kimilerine göre olay unutulur, fakat Zor Temır Paşa unutmamıştır. Ne yapıp etmeli Dewrêşê Evdî’nin hakkından gelmelidir. Onlar bu minval üzereyken Evdî bey’in Mıla aşiretinden ayrıldığını duyan Türkmenler ve Arap Gêsan aşireti yeniden toparlanıp Mıla aşireti üzerine sefer düzenleme kararı alırlar. Zor Temır Paşa kendinse bağlı on iki beyi toplar. Haremine emir verir ve bir kahve yaptırır. Kahveyi meclise Kızı Edûl getirir. Paşa kahve fincanını gelen beylere göstermek için havaya kaldırır. -Bunu görüyor musunuz? Bu kahve bildiğiniz alelade bir kahve değildir. Bu kahveye biz kanlı kahve diyoruz. Bugün bu kahveyi alıp içecek olan, bize karşı savaşa gelen Arap ve Türkmen aşiretlerine karşı savaşmayı kabul etmiş demektir. Her kim ki bu kahveyi içerse savaşı kazanıp döndüğünde kızım Edûl’ü onunla evlendireceğimi vaat ediyorum. Hiçbiriniz bu kahveyi içmezseniz, Dewrêşê Evdî gelip bunu içecektir. Eğer o gelip kahveyi içer ve savaştan geri dönerse kızımı ona vermek zorundayım haberiniz olsun. Üzerimize gelen düşman benim ne kadar düşmanımsa, sizinde o kadar düşmanınızdır. Namus her ne kadar benim namusumsa aynı zamanda sizinde namusunuzdur. Bunu çiğnetmemek sizinde boynunuza borçtur. Buyurun şimdi kim istiyorsa alsın kahveyi içsin. Sonra fincanı indirip Edûl’un elindeki tepsiye koyar. Paşanın niyeti bir taşla iki kuş vurmaktır. Hem düşmanından hemde Dewrêşê Evdî’den kurtulacaktır, hem de elini kimsenin kanına bulamadan yapacaktır bunu. Edûl, tepsi içindeki kahveyi tüm beylerin önünden geçerek gezdirir. Ancak mecliste bulunan beylerden hiç kimse kahveyi içmez. Kahve gerisin geriye geldiği gibi döner. Edûl, Dewrêşê Evdî’nin başına getirilmek istenen oyunun

10

farkına varınca, yüreğinden bir parça kopar. Böyle bir savaşın olduğunu duyan Dewreşe Evdî’nin sırayı kimseye vermeden mutlaka gelip kahveyi içeceğini bilir. Bunu engellemenin tek yolu beylerden birisini ikna etmektir. Edûl, tekrar babasının huzuruna çıkar ve der ki: -Allah sana bir erkek çocuk vermedi. Bu yüzden senin adına bu kahveyi dolaştırıp beyleri ikna etmek bana düşer. Aslanın yavrusu aslan olur derler. Aslan olmaya karar verdikten sonra bu işin kadını erkeği olmaz artık. Öte yandan, beyler, benim kadın halimle çıkıp onları ikna etmeye çalışmamın yakışık almayacağını düşünebilirler. Sen beylerin divanında tekrar sor eğer izin verirlerse bir kerede ben onlarla konuşacağım Paşa söyleyecek söz bulamaz. Daha sonra divandan izin çıkar, Edûl’e izin verilir. Edûl kahveyi alıp beylerin meclisine girer. Sizin içinizde hiç mi bir er oğlu er kalmadı. Bir erkek çıkıp bu kahveyi içmeyecek mi? Siz bu kahveyi içemezseniz, bilmiyor musunuz ki Dewrêşê Evdî’nin duyar duymaz gelip bu kahveyi içeceğini? Ey koskoca Mıla aşiretinin beyleri, siz burada iken bir Şarki’nin ta Şengal’ den kalkıp buraya gelerek önünüzde ki cesaret kahvesini içmesinden sonra, siz hiç utanmayacak mısınız? Namussa mesele bu sizinde namusunuz. Kızsa mesele sizinde kızınızım ben. Beni bir Şarkî’ye mi vereceksiniz? Ya bu günden sonra siz kendinize nasıl erkek diyeceksiniz? El âlemin yüzüne nasıl bakacaksınız? Gêsanlarla Türkler karşılarında Şarkîleri görünce demeyecekler mi; “Koskoca Mıla aşiretinin köküne kıran mı girdi de gidip bu Êzidi Şarkîlerin arkasına saklandılar?” O kadar bey, bir tane sürgün Êzidi’nin

yaptığını yapamayacak mı? Edûl ne derse desin, ne yaparsa yapsın, beylerden bir tanesi bile onca söze rağmen kahveyi içmez. Bunun üzerine tekrar gerisin geriye döner. Paşa bunun üzerine Evdî beye bir mektup yazar. Onunla olan dostluğundan, onun ve oğullarının yiğitliğinden,


Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi

cesaretinden dem vurur. Bu yüzden de onu bu savaşta yanında görmek istediğinden bahsederek yardımını ister. Evdî bey mektup kendisine ulaştığında divanında oturmakta, kendisine bağlı olan beylerle sohbet etmektedir. Gelen elçiden mektubu alır, okur ve oturduğu minderin altına koyar. Elçiye destur verir, geri gönderir. Elçi geri dönerken, yolda Dewrêşê Evdî’ye denk gelir. Dewrêşê Evdî elçiyi tanır. Kısa bir hasbihalden sonra, elçi getirdiği mektuptan, Evdî beyin gelen mektubu minderinin altına koyup, mektubun içeriği ile ilgili kimseye bir şey demediğinden bahseder. Dewrêşê Evdî’nin gözleri kararır. Edûl’un bir başkasına verilebilecek olması düşüncesi bile onun aklını kaybetmesine neden olacaktır. Bu yüzden hemen bir şeyler yapmalıdır. Derhal babasının huzuruna çıkar ve mektupla ilgili peş peşe sorular sorar. Ne olursa olsun gidip paşanın yanında yer almaları gerektiği konusunda ısrar eder. Evdî bey, Zor Temır Paşanın hinliğini, oğlunun da Edûl’a olan sevdasını bildiğinden, oğlunu bu işten vazgeçirmeye çalışır. Fakat Dewrêşê Evdî’yi vazgeçirmek ne mümkün, o, “Nuh “der. “Peygamber” demez. “Tek başıma bile kalsam bu savaşa gideceğim” der ve divandan hışımla ayrılır. Dewrêşê Evdî savaşa sürmek için atını hazırlayadursun, öte yandan onun da Edûl’un de haberinin olmadığı bir konu vardır. O’da Zor Temır Paşa’nın perde arkasında çevirdiği oyundur. -1.Bölüm sonu-

11


Eylül-Ekim / 2022

Mustafa Bilgücü

Edebiyat-Kültür-Sanat

H öy kü

Ses Dergisi

Yar ını Yaz an Ada m ayatını planlı yaşamayı sevdiğinden olsa gerek sol bileğine İsviçre malı bir saatin dövmesini yaptırmıştı. Attığı her adımın arasının kaç santimetre olması gerektiğini bilir, yediği lokmadaki protein, karbonhidrat, şeker ve yağ miktarını elindeki kaşığın brüt ağırlığından hesaplar, hava durumuna bakmadan dışarı çıkmazdı. Böyle insanların kaderle bilek güreşine tutuşmuş olmaları onları biraz çekilmez bir hale getirirdi. Her gece iki şişe melatonin sentezi takviyesini mideye gömmeden yatağa giremezdi. Karısını azarladıktan sonra onu kapı dışarı edip yatak odasına kimseyi almazdı. Eline kalemi kağıdı alıp yarının kader günlüğüne iki satır karalamak istedi.

12

Torunlarını sünnet ettirecekti. İkiz torun sahibiydi. Düğün konvoyuna dahil edilecek iş arkadaşlarının listesini hazırlıyordu. Genç yaşta torun sahibi olmuştu. Kırk bir yaşındaydı. Kendi gibi oğlu da yirmi yaşında evlenmişti. Amatör dağ bisikletçisi de olduğundan yarını planlarken bir hata yaptı. Kafasında oluşan gel git düşünceler onun yarının planını yaparken sünnet düğünü ile yapmayı planladığı dağ bisikleti sürüşünü birbirine karıştırdı. Yarını hesap ediyordu, yarını düşünüyordu, yarını yazıyordu, yarını kurguluyordu. Aslında yarın için endişelenilmemesi gerektiğini, geleceği tasarlama işinin yüklenicisinin kendisi olmadığını bilecek yaşta ve deneyimde olmasına rağmen sabah vaktinden akşamın geç saatlerine kadar olacakları teker teker not etmeye başlamıştı. Torunların sünnet düğünü


salonuna vardığında kendine soğuk bir şekerli içecek ısmarlayıp terli üstünü değişecekti. Susamış ve yorulmuştu. Akan sümüğünü sağ bileğindeki bafa silip yanından usulca geçen bir kaplumbağanın kabuğuna isabet edeceğini düşünmeden bir tükürük savurdu, sonra yoluna devam etti. Dün yazdığı satırları düşünüyordu. Yarını yazarken o ana kadar olan ve hesap ettiği her şey, sırasıyla hayata geçmişti. Kendi kendine: “Bunlar nasıl olabiliyor?” diyordu. “Bu saatte sümüğümü sileceğimi, saçtığım tükürüğün tıpkı dün yazdığım gibi şu kaplumbağanın kabuğuna isabet edeceğini, tıpkı yazdığım ve olduğu gibi yorulup zikzaklar çizeceğimi nasıl bilebiliyorum? Kendime inanamıyorum. Eskiden böyle değildim ben. Hep beklerdim. Bir işaret beklerdim. Bir ses olsun isterdim. O zaman yola çıkardım. Ama hakim olduktan sonra değiştim ben.” Zirveye varmıştı. Doping katkılı tek lokmalık bir atıştırmalığı ağzına atıp hakimi olduğu şubeyi ilgilendiren adli bir vaka aradı çevrede. Yüksek yargıçlar komitesi baş hakiminin görevde kalması için gereken çoğunluğun sağlanması onun bulunduğu konuma tahsis edilen üç oya bağlıydı. Üç oy insanı darağacından alır, sürgüne gönderir, baş tacı yapardı. Yapay şehirlerin insanları onun iki dudağının arasından çıkacak tek söze bakıyordu. O, ulu biriydi. Kimse onun eline su dökemezdi. O, yarını yazan adamdı. Defterine karaladıklarının bire bir aynısının olmaması ihtimali, onun insanların geleceklerine hükmetmesini gerektiriyordu. Güneşi kuzeyden getiremiyordu, koyu karanlık bir Blanet 08 sabahında. Güneş her zaman olduğu gibi güneyden doğuyordu. Pus her yanı sarmıştı. Hayaller ölmüştü. Kilitli ve hastalık sarmış nöronların işlevsiz kıldığı karanlık beyinler bir robot gibi zombivari sabitlerle insanlığa hükmediyordu. O, bu gezegendeki en etkili insanlardan biriydi. “Yarının defterinin sayfaları dolmak üzere,” dedi. “Bir insanı daha mutsuz etmeliyim. Karar defterine atacağım bir imzaya bakar. Zaten insanlar korkuyorlar. Korkan bir insanı hizaya getirmek çok kolaydır.” Defterine yazdığı satırları hatırladı. Video

13

Ses Dergisi

bir ay sonraydı, yapmayı planladığı bisiklet sürüşüyse yarındı. Yarının kader defteri adlı güncesine ertesi günün sözde kaderini yüklemeye çalışırken zihnindeki zaman dengesizliği onun sünnet düğünündeki sıralamayı da olduğu gibi ertesi güne aktarmasına neden olmuştu. İçtiği hormon likörlerinin etkisi altından kurtulduğunda çevresine bakındı. Gün doğmak üzereydi. Taytını ve pedli bisikletçi şortunu giydi, kablosuz kulaklığını kulağına taktı, havası inik lastiklerinin basıncını arttırıp kaskını aldı. Keltepe kayak merkezine gidecekti. Zonguldak yolu üzerindeki Pirinçlik Mahallesine kadar on kilometrelik bir düzlük onu bekliyordu. Ardından on sekiz kilometrelik, otuz derecelik eğimleri olan zor bir rampa önünde uzanacaktı. İki bin rakımlı bir dağa tırmanacaktı. 18-25 arası ergenlik nöbeti deliliği şubesi hakimi olduğundan makam aracıyla bu yolu çok defa turlamıştı. İnançsız bir insan sayıyordu kendini, dün yazdığı satırların bire bir aynısının bugün de yaşanacağını düşünüyordu. Kendisiyle gurur duyardı. Ne dediyse olmuştu. Ne istediyse elde etmişti. Defterine bir gün önce ne yazdıysa ertesi gün de aynı şeyler olmuştu. O, kendine göre küçük dağları yaratan bir haşa mikro tanrı gibi bir şeydi iç dünyasında. Blanet 08 gezegeni baş valisinin koruma müdürüne fırça atmaktan tutun da ötegezegenler idari yapısındaki bağlı kuruluşların amirlerini hizaya sokmaya kadar dostlarına anlatmaktan zevk alacağı bir sürü özgeçmiş detayı biriktirmişti. Koyu yeşil bir ormanın ürpertici derinliği içinde pedal çevirirken kablosuz kulaklığındaki ritimli dans müziğinin ağaçların diline dolanmaması için telefonunu kapattı. Ses kesildi. Şimdi birinci viteste attırıcıya çarparak ses çıkaran zincirin düzenli tıkırtılarından başka bir ses duyulmuyordu. On sekiz kilometrelik yokuşun ortasında yorulup zikzaklar çizmeye başladı. Soluklanmak için değil de uyuşan baldırlarını rahatlatmak adına ayakta pedal çevirdiğinden olsa gerek, durakladı. Uyuşan bacaklarındaki kan dolaşımının düzene girmesi için ileri geri yürümeye başladı. Bu yol ileride Kepler Gözlemevine ve Süper Kütle Kanyonuna bağlanıyordu. Kayak merkezindeki düğün

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022


Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

günlüğüne kaydetmek için kamerasının kayıt düğmesine bastı. Yokuş aşağı elli kilometre hızla inerken yüksek rakımın esintisi terli üstüne dondurulmuş demir çiviler saplıyormuş gibi hissettirecekti kendisine. Tırmanış dört saat sürmüştü. İnişse otuz dakika bile sürmeyebilirdi. Yarının defterine yazdığı satırlarda her şey vardı. Ortalama hızı, bir su hendeğinden atlarken dişli pedaldaki keskin kenarların ayak tabanına batması, hangi virajdan sonra ayakta yol alacağı gibi şeylerin tamamı yazılmıştı. Hayvan barınağını ve hidroelektrik santralini geçene kadar olanları net bir şekilde çizmişti. Zirvede dönmeye başlamıştı. Selenin ayarıyla oynadı on santimetre kadar. Dün yazdıklarını düşündü. Bir şey eksik gibiydi. Telesiyej tellerine tünemiş bir grup kuzgun, gaklayarak ona bakıyordu. “Ama ben bunu yazmamıştım dün,” dedi. “Bu kuşlar da nereden çıktı?” Kışt yaptı, bağırdı, el hareketiyle kaçırmaya çalıştı kuzgunları, yerden taş alıp hırsla fırlattı. “Gidin başımdan aptal kuşlar,” dedi. “Sizin burada olmamanız gerekiyor. Dün sizinle ilgili bir şey yazmadım ben. Def olun başımdan.” Kuşlar kaçmadılar, gitmediler, aldırmadılar da. Sanki kıs kıs gülüyorlardı içlerinden. Büyük olanı devasa kargaburnunu andıran gagasıyla her biri yel değirmeni pervanesi kanadını andıran tüylerini havalandırmaya başlamıştı. Diğerleri yine gakladığında hakime acı bir bakış attı büyük olanı. Hakim çok korktu. Kendini yalnız ve çaresiz hissetmişçesine etrafına bakındı. Hava kararıyordu. Uzaktan sağanak yağmur ve fırtına taşıyan yüklü bulutlar öbek öbek üzerine çullanacakmışçasına o tarafa doğru yarış ediyorlardı. “Ama ben bunları yazmadım ki,” dedi. “Şimdi beklemeliydim. Zirvede torunlarımla buluşacaktım. Şu düğün salonunda onları sünnet ettirecektim ben.” Bekledi. düğün konvoyuna ait bir ses duymak istedi. Araç sesi, korna gürültüsü, motor uğultusu yoktu çevrede. Dün, yarını yazarken bir hata yapmış olabilir miydi? Torunlarının sünnet düğününün ne zaman olacağını düşünmeye çalıştı. “Onların sünnet düğünü bugündü,” dedi. İçini bir korku kapladı. Karanlık göğe baktı. Kuzgunlar yine aynı tehditvari bakışlarla gaklıyorlardı. İlk defa bir hata yapmıştı. Daha doğrusu ilk defa dün yazdığıyla bugün olanlar birbirleriyle eşleşmiyordu. Bu nasıl olabilirdi? O, yarını yazan adamdı. Yarını yazan adamlar kaderler, hayatlar, hikayeler, düşünceler ve gelecek üzerine etki eden kimselerdi. Onun gibi olan diğerleri de onunla aynı durumdalardı. Şimdi kendi gibi olanların da yüzüne bakamayacaktı. Ne diyecekti? “Yazdığımla yaşanan farklıydı. Kader yazdığım gibi olmadı,” mı diyecekti arkadaşlarına? Bu utanılacak bir şeydi. Belki rütbeleri sökülecek, unvanından olacak, saygınlığı zedelenecekti. Uzaklaştırma bile alabilirdi.

14

Düğün salonuna baktı, telesiyej tellerine tünemiş kuzgunlara baktı, sonra yüklü yağmur bulutlarına baktı. Gitmek istiyordu. Ama giderse dün yazdıkları yaşanmamış olacaktı. O defterde önce bisikletle dağa tırmanacağı, ardından zirvedeki düğün salonunda torunlarıyla buluşacağı, sonra sünnet düğününde oynayacağı yazılıydı. Kuzgunlar yoktu. Korku yoktu. Panik yoktu. Endişe yoktu. Şimdi bunların hepsi vardı. İki saate yakın bekledi. Kimse gelmedi. İki saat iki dakika gibi geçmişti. Aklına o anda bir şey geldi. “Dün yazdığım yazıyı silebilirim,” dedi kendi kendine. “Düğün kısmını çıkarabilirim. Kuzgunları ekleyebilirim. O zaman kimse benim yarını yazamadığımı anlamaz.” Acele etmeliydi. Dünün yarınını değiştirebilmek için gece saat on ikiye kadar süresi vardı. Tıpkı saat on ikide arabası balkabağına dönüşen prenses masalında olduğu gibi, yarının yarınına etki edebilmek için insana yirmi dört saatlik bir süre verilmişti. Aceleyle bisikletine atladı. Kuzgunlara veda edip yağmura yakalanmadan hızla yokuş aşağı sürmeye başladı. Makam konutuna gittiğinde ilk işi yaşanmayan olayları dünün tarihinden silmek olacaktı. Bunu yapması gerekecekti. Bir yerde bir zaman haritası karmaşası yaşanmıştı. On sekizinci viteste hızla aşağı iniyordu. Sağ şeritte hızla yokuş aşağı iniyordu. Karşı şeride geçmek için içinde dayanılmaz bir arzu vardı. Neredeyse frekans duyargası antenini açıp kendisini almaları için bir komut dizini oluşturacaktı. Acele ediyordu. Çok acele ediyordu. Derhal eve dönmeliydi. Derhal o defterdeki dünün yaşanmayan yarınındaki düğün detaylarını silmeliydi. Bunu çok istiyordu. İstedikçe hızlandı. İstedikçe pedala abandı. İstedikçe mtb tekeri daha hızlı dönmeye başladı. Şerit değiştirmek güvenli değildi. Karşı şeritten önüne aniden bir araba çıkabilirdi. Bunun olmasını istemiyordu. Ama şöyle düşündü. “Böyle bir şey olamaz. Çünkü dün böyle bir şey yazmadım ben.” Düşüncesinde haklıydı. Dün hızla aşağı inerken karşı şeride geçse bile önüne aniden bir taşıt çıkacağıyla ilgili bir yazı yazmamıştı. O halde hızına ve şerit ihlali yapmaya da aldırmadan pedala yüklenebilirdi. Bunu yaptı. O kadar hızlı iniyordu ki, fren balataları aşırı ısınmadan lav kırmızısına dönmüştü. Yüzündeki kılcal damarlardaki kan yarış mavisi rengini almıştı soğuk esintisinden. Gidon demirine çenesini yaslayıp paralel kadro borusuna kadar eğildi, rüzgar direncini kırmaya çalıştı. Mucur birikintisi üzerinden geçerken arka tekerin yalpa yapa yapa kaydığını hissetti. Kontrolü yeniden ele aldığında, sürüş halindeyken aklına bir şey takıldı. Sürüş esnasında farklı bir konu hakkında düşünmek ancak amatörlerin yapabileceği bir hataydı. Gözlerinin önüne perde inmiş gibiydi. Şerit gözetmiyordu, hızına aldırmıyordu. Neredeyse bariyerleri


Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi

Edebiyat-Kültür-Sanat

aşıp uçurumdan düşecek gibi oldu bir keskin virajda. Aklında ne vardı? Kim bilir? Kendine ve yazdıklarına güveniyordu. Ne sağ ne sol şeritten önüne bir araba çıkmayacaktı. Üzerinden atlanması gereken bir kedi, bir köpek, bir sincap, bir kaplumbağada çıkmayacaktı hangisi olduğu bilinmez bir keskin virajı aldığında. O halde düşünmeye devam edebilirdi. Sürüşe odaklanmak zorunda değildi. Zaten ne düşündüğü hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Aklı başından gitmişti. Kendi zihnini sarhoş eden bir fikirdi işte onu gerçek boyuttan koparan. Pirinçlik mahallesi düzlüğüne varmasına son beş viraj vardı. Dört, üç derken virajlar tükeniyordu. Yola odaklanmayı tamamen bırakmıştı. Tek eliyle gidonu kontrol ederken neredeyse doksan derecelik bir keskin dönemeci arkasında bırakmıştı. İşte her şey ondan sonra oldu. Kendisini birden kesinlikle ve kesinlikle karşıdan bir arabanın gelmeyeceği yan şeritte buldu. Virajı yan şeritte almak istemişti. Dönemece hafif eğimli girdiğinde gözlerini fal taşı gibi açmasına neden olan o kacaman şeyi gördü. Uzun farlarını yakmış, avını yutmayı bekleyen kocaman bir balina gibi ağzını açmış üzerine doğru geliyordu. Kaçış şeridine kendini atmak ya da ani bir hareketle yön değiştirmek istedi. Son çaresi kendini havaya savurup yere atmaktı. Bu düşünceler birkaç saniye içinde zihninde dalgalandı. Ama zaman yetersizliğinden bunlar gerçekleşmedi. Soğuk terler dökmeye başladı. Her şey iki saniye içinde oldu. Acı bir fren sesi duyuldu. Önce bisiklet havalandı, sanki arabayla adam arasındaki kavgayı ayırmak şöyle dursun, ne haliniz varsa görün der gibi kenara çekildi bisiklet. O aradan çekildiğinde adamın kolu sis farına çarpıp geriye kıvrıldı. Alnını cama hızlıca vurdu. Katlanan omurgası tüm bedenini bir yay gibi havaya fırlattı. Şok etkisiyle kendini çok farklı yerlerde görüyordu. “Bunun olmaması gerekiyordu,” dedi. “Ben böyle bir şey yazmadım. Bunun olmaması gerekiyordu.” Bu, onun son sözleriydi. Oracıkta can verdi. Yarını yazamayacağını, kaderle oynanmayacağını, kimsenin geleceğine etki edemeyeceğini, bir yarı tanrı olmadığını orada öğrendi. Ona çarpan araba kayak merkezindeki düğün salonuna giden bir konvoyun önündeki ilk arabaydı. Süslenmişti. Sünnet çocuğu içerideydi. Aracın içindekilere bir şey olmamıştı.

15


Eylül-Ekim / 2022

Esra Dolunay

ş S oka ğı K

afe

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

S

abahın ilk ışıklarından önce sokağa çıktığında adımlarından başka ses duymuyordu. Ana yolda bir iki aracın farı alacakaranlıkta göz kırpıp geçiyordu. Sabah mahmurluğu kendiliğinden giden adımlarını anca köşeyi dönünce farkettirdi. Durağı geçmişti. Geri dönüp tabelanın yanında beklemeye başladı. Ayaz elini kesiyordu. Elini cebine atarken: -Araba da tam bozulacak zamanı buldu, diye düşündü. Yolun karşı tarafında parlayan sarı iki göz kendisine dik dik baktıktan sonra karşıya geçip karanlık sokağa dalmıştı. Kara kedi işte! Tam uğursuzluk, dedi. Cadı hikayelerine meraklı bir arkadaşı kara kediler hakkında bin bir türlü mit anlatmıştı; kılık değiştiren cadılar, şeytanın insanlara gönderdiği bela, ruh toplayıcısı kara kediler… Belki de itaatsiz bir canlı olmaları, insanlar tarafından tehdit olarak algılanıyordu ve açıklayamadıkları şeylerden korkma eğiliminde olan insanlar, kara kediler hakkında da bir çok uğursuz hikaye uydurmuştu. Kedinin kaybolduğu sokağın başında ışıklı bir tabela dikkatini çekti. “Düş Sokağı Kafe” yazıyordu. Camda ise günün sözü vardı: “Burada herkesle kahve içmek mümkün” Kahve sevmezdi ama bir fincan samimiyet özlemi, adımlarını o yöne çevirmesine sebep oldu. Şanslı olduğunu düşünüyordu ki ayağı tökezledi, kara kedi inancının doğru olabileceğini düşündü. Kapı gıcırtıyla açılmış ve taze kavrulmuş kahve kokusu hemen

16

çepeçevre kendisini kuşatmıştı. Sabahın erken saatinde henüz etrafta kimse yoktu. Masalar ve ahşap duvarın kahverengi tonları buraya samimi bir hava katmıştı. Tezgahın ardında kaynayan suyun sesi geliyordu. Camlar hafif buğulanmış, içeride hem sabahın hem de kaynamış suyun buğusu etrafa puslu bir hava katmıştı. İçi ısındı. Üşümeyi sevme sebebi buydu; sonrasında ısınmak. Tıpkı yorgunluğun üzerine herhangi bir yerde uyuyakalmak gibi kendiliğinden olan şeyleri severdi. Gözüne kestirdiği köşedeki masada oturup beklemeye başladı. Bu sırada duvarda asılı başka bir tabela farketti. “Burada herkesle kahve içmek mümkün.” Yine aynı yazıyı görmek ona tuhaf gelmişti. Birazdan filmlerden fırlamış büyücü kıyafetli ve sakalları yere değen biriyle karşılaşacağından neredeyse emin olduğunu düşünürken, güler yüzlü bir ihtiyar kendine doğru yaklaştı: - Merhaba, hoşgeldiniz! Kahveseverler gün doğmadan soluğu burda alır. İhtiyar oldukça muzip birine benziyordu. Adam gülümseyip: - Aslında burayı az önce farkettim. Bir kara kedi sayesinde. Baya şanslıymışım!, derken iyi bir ironi yaptığını düşündü. - Onların şans getirdiğine inananlar az değil, kim bilir, dedi ihtiyar ve devam etti: - Peki, ne alırsınız o zaman ? - Kahveyle aram pek iyi değil ama sizin tavsiyeniz neyse onu alayım.


Eylül-Ekim / 2022

-Ben de seni bekliyordum. Hemen ardındaki masadan gelmişti bu ses. Yabancılaşmış ama tanıdık bir seslenişti. Ardına yönelmesiyle irkilmesi bir oldu. Yine şu halüsinasyonlardan biri diye düşündü. Son zamanlarda aniden bıraktığı ilaçlardan birinin yan etkisi işte. Bu sırada melodiler parmak uçlarında yürüyen periler gibi dağılmıştı havaya, zemine ve duvarlara. Arka masadan kalkan kişi süzülerek masasında belirdi. Elbisesinin etekleri ağırlığı yokmuş gibi yerde sürünüyor, saçları hafifçe dalgalanıyordu. Dışarıdaki rüzgar, üç beş yaprağı önüne katıp savurmuştu. Karşısındaki solgun ve tanıdık yüz masaya oturdu, gülümsedi. Hayat doluydu. Hayaletlerin hayat dolu olabilme ihtimalini düşünmemişti. Bu tabir ikinci bir ironi olmuştu. -Bu bir halüsinasyon olsa da güzel, dedi. Bu, onun dupduru tek gerçeğiydi. - Sensin. Biliyorum sadece bir hayal bu. Hayal olduğunu bilsem de inanmak istiyorum.

Melodi ciddileşti. Soğuk, ağır ve kararlı bir hale büründü. Adamın bakışları donuklaştı. İçinde tuttuğu, düşmesine asla izin vermediği iki damla gözyaşı aşağı süzüldü. - O gün, dedi, siyah bir kedi çıkmıştı yola. Sen… Aniden. Kediye çarpmamak için… Sustu. Sustular. Ama sohbet devam etti. Sıradan bir sokağın başındaki sıradan bir kafede, bir adam ve bir kadın sıradışı bir sohbet etti. Onları kimse duymadı ve görmedi. Camın önündeki kara kedi dışında… - Başka bir isteğiniz var mı efendim? Adam, bir ihtiyara bir de önünde duran boş kahve fincanına baktı. Sabahın puslu havasının yerini pırıldayan güneş almıştı. İşe geç kalmış olması da arabasının bozulmuş olması da umrunda değildi. Duvardaki yazıya baktı. İhtiyar, soracağını tahmin etmişti ki: - O yazı aslında… - Lütfen! dedi, adam. “Benim bildiğim gibi kalsın” Teşekkür edip kafeden çıktı. Derin bir nefes aldı sabahın ferahlığını içine çekti. Kafeden yeni ve canlı bir melodi sokağa yayılmaya başladı. Bir fincan kahveyle beraber içindeki tortuları da orda bıraktığını farketti. Ayaklarının dibinde bir mırıltı duydu. Aynı siyah kedi ayağının dibinde dolaşıyordu. Kedinin başını okşadı. - Çok şanslıyım, dedi ve durağa yürüdü.

Hangi ara kahvesinin geldiğini hatırlamıyordu. Bardağına dokundu. Hala sıcaktı. Eğer şu an bir hayalin içinde ise nasıl bu kadar gerçek hissedebilirdi? Karşısındaki görüntü sadece gözlerine bakıyordu ve tüm söylediklerini ve söyleyeceklerini biliyormuşçasına dinliyordu. Konuşmasa da onu duyuyordu. Adam devam etti: - Çok zaman geçti. Her gün rutinlerimi yapıyorum. Sabahları iki yumurta kırıyorum. Bisiklete biniyorum mesela. Çiçeklerine bakıyorum. Ama sadece biri yaşıyor. Onları yaşatan sadece su değilmiş bunu anladım. Onlara bakamadım. Tezgahın üstünde vazodaki bir demet papatyaya takıldı

17

Edebiyat-Kültür-Sanat

İhtiyar, çoktan tezgahın ardına kahve hazırlamaya gitmişti. O sırada Johannes Bornlof’tan “The Rose and the Thorn” çalmaya başlamış, notalar değdiği her köşeyi canlandırmıştı. Gözleri yine aynı yazıya takıldı. Eğer herkesle kahve içmek mümkün olsaydı kiminle kahve içmek isterdi? Belki uzun süredir görmediği, artık göremeyeceği biriyle…

gözleri, mahcubiyetle başını eğdi: “Ve papatyaları hiç önemsemedim”

Ses Dergisi

İhtiyar biraz düşündü ve tam aradığını bulmuş olmanın eminliğiyle: - Tamamdır, pişman olmayacaksınız, dedi. - Teşekkür ederim. Bir de bu duvardaki yazı… aynısını camda da gördüm, belli bir anlamı…


Eylül-Ekim / 2022

Mine Akdemir

Sev

da

Edebiyat-Kültür-Sanat

h at ı r a

Ses Dergisi

E

mek derlerdi sevgiye. Oysa benimki sevgi miydi, kabullenmek mi? Adını “sevda” diye bilirim. Yangın, ateş, cefa... Her ne denirse. Bazen gül bahçesi, çoklukla eza. Ben nenemin masallarından bildim onu. Hüsrev’ in Şirin’inde, Arzu’nun Kamber’inde. Hiç istediğim gibi gelmezdi sonu. Aşk ise adı, Rumi’nin Şems’i, Yakub’un Yusuf’uydu. Temiz, semavi. Öyle belledik, öyle bildik. İki cins gelmezdi birbiri yamacına. Günah gizli, cezası aşikâr, edeni az, duyanı çoktu. İnsanın insana aşkı neydi ki? Bilmedim hiç. Ne isterdim ki? Yokluğun ortasında hayaller bile fukaraydı. Bulgur aşına kaşık sallayan, biri anlık, öbürü yabanlık iki entariyle her şey dirhemle, her şey tadımlıktı. Zaten başka oluru da yoktu. Naçarlığımızın adı kanaatti zahir. Anamla babamın yarenliği de yokluğa kavilliydi. 0nlardaki hangi çeşidiydi sevdanın? Çift, çubuk, bir oda bir sofa, iki eşikte, biri beşikte çocuk. Tan yerinde başlayan gün, yükledikleriyle yatsı ezanına kadar öğütürdü dizlerindeki dermanı. Sesleri yükselmezdi birinin diğerine. Onlardaki hangi çeşidiydi sevdanın, hiç bilemedim? Kırmızı pullu örtüyü başıma taktıklarında daha on dördümdeydim. Beşi biryerdemin sarısı, terliğimin yaldızı çocuk sevincimdi.

18

Gelin odasında beklerken, nenemin iki ağaç dalından çatıp, pazen şalvarımla diktiği bebeğim, yastığımın altındaydı. Ben büyürken, o hep aynı kaldı. Beyimi, ilk istemeye geldiklerinde gördüm kapı aralığından. Bilemedim.. İsmini sevdim. Ali’ymiş. İsmini, sevdirenden ötürü sevdim. Bu adı taşıyan hazinesini de taşır diye. Adını hiç vermezdim. Bizim oralarda ayıplanırdı. Büyüklerin yamacında erin, hanımın adını vermek. Bir diyeceğin varsa göz süzüşü, kaşın çatılması yeterdi. Öyle bebeler uluorta sevilmez, sevdası da, cezası tenhada devşirilirdi. Baba omuzu, kucağı bile hep tenhayı beklerdi. İyi adamdı Ali efendi. Babamın gölgesi, anamın nefesi oldu. Sığındım, iliştim kanadına. Ama, hani sevda vardı ya? Ben onu sevdasız sevdim. Ne ben Şirin oldum, ne o Hüsrev. Zaten hiç iyi gelmiyordu ki sonu. Doğurduklarımla başladım büyümeye. Onlar emeklerken, benim dizlerim berelendi. Onlar yedikçe ben doydum, onlar giydikçe ben donandım. Minnetsiz devranımız tasasızdı. Tasayı üçüncü bebem karnımdayken öğrendim. Muhtar dediydi. Devlet buyurmuş, Çok uzaklarda, yumuk gözlülerin memleketine asker gerekmiş. Kore miymiş ne adı? Ali efendi son cumasını kıldı babasının ardında. Boy vermiş ekinlerin dibindeki yamaçta gözden kaybolduğunda benim de son bakışımdı ona. Hiç geri gelmeyecek o tahta bavula yün içliği, kirmanımda eğirip dokuduğum çorapları, tozlukları , sabunu, usturasını, oğlumun patiğini, kızımın mendilini de ekledim. Arasında benim mor yemenim de ilişmişti sezdirmeden, mahçupça. Beklemekten ne zaman vazgeçer insan? Beklediğin ne olduğunda? Biri harman başı ilk, birİ zemheride son iki mektup. Anaya, babaya hürmet, hatır, helallik, kelam. Son satıra sığdırılmış “çocukların anasına da selam.” Bir daha hiç geri gelmeyen o tahta bavulun içine sıkıştırılmış mor yemeni gibi mahçup. Ali efendi ve ben. Göz açıp kapayana kadar üleşilmiş kısacık bir hayat. Ne ben Şirin oldum, ne o Hüsrev. Ben onun sevdasız sevdim. Bizimki sevdanın hangi çeşidiydi?


Eylül-Ekim / 2022

Hız

lı Tre

n

Edebiyat-Kültür-Sanat

Yolcuyum bugün hızlı trende Hızlı gidiyor hayatım gibi Gözümden kayıp gidiyor Şehirler Nehirler Göller Zirvesi karlı dağlar Yemyeşil tarlalar Uzakta dönüyor rüzgar gülleri Hayal ediyorum yanımda oluşunu Hayallerim de tren hızında Yanımda olsan Elini tutardım Dayanamaz sokulup öperdim arada bir “Ne yapıyorsun canım ya “ derdin Ben biraz sinir olurdum sana Ama devam ederdik Yollara, akan nehirlere, yeşil tarlalara , doğan güneşe bakardık Istasyonları sayar Yanından geçtiğimiz ormanlarda kendimize bir sığınak seçerdik En olmadı gözüm sana doyardı Kokunla dolardı tüm hücrelerim Insan bu hayatta bir tek sevgiye muhtaç Sevilmeye, sevmeye Her şeye çözüm var da bir tek gönüldeki boşluğa yok Yaş aldıkca insan daha çok arıyor yanına bir yoldaş Uzun yolculuklar yapmak bir gözden içeri Göğüs kafesinde kilometrelerce yol almak Yorulunca şefkatli bir omzu yastık yapmak istiyor Ormandaki ağaç sayısınca derdi Uzun cümlelerde anlatmak istiyor Insan bu ya Binse de bir hızlı trene Kavuşamıyor her zaman sevdiğine

Ses Dergisi

ZEYNEP GÜR

19


Eylül-Ekim / 2022

Hasibe Sayal

Y

azdan kalma çiçekleri toplarken yüzünde beliren tebessüm, güneşi kıskandıran güzellikteydi. Birer birer topladığı çiçekleri önce kokluyor sonra sepetine koyuyordu. Sepetine her renkten çiçek koymak için bir oraya bir buraya koşturuyordu. Onu uzaktan seyreden yaşlı muhtar bastonunu havada sallayarak

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

Cenneti İnşa Etmek Tolstoy; “Kalbin yetmiyorsa sevemeyeceğin insanı yorma. Cesaretin yoksa, yürüyemeyeceğin yola çıkma...” derken yola düşme ile cesaret bağlantısı yapmış . Cesaretliyim. Gönlüme düşeni göze alıyorum. Nasipse tekrar düşerim yollara. Daha öncesinde de birçok kez cesaretle çıkmıştım yola. 20

işaret verdi. - Artık gitme vakti. Hızlı hızlı adımlarla muhtarın yanına gitti. -Önce anneme gitmeliyiz, bu çiçekleri onun için topladım. Onun en sevdiği çiçekler, dedi sessizce. Yaşlı muhtar, tamam, der gibi başını salladı çocuğa. Onun annesine olan düşkünlüğü annesinin ona olan sevgisini çok iyi biliyordu. İkisi, ağaçların arasında uzayan yol boyunca hiç konuşmadan yollara dökülen yaprakların hışırtı sesleri ile mezarlığa gittiler. Cemil, topladığı çiçekleri sepetinden çıkarıp sanki karşısında annesi duruyormuş gibi uzattı: “Bunlar senin için anneciğim, en sevdiklerinden.’’ dedi. Yere diz çöküp çiçekleri öptü sonra mezarının üstüne bir örtü örter gibi teker teker yerleştirdi. Uzun bir sessizlikten sonra “Annem, burada üşümez değil mi muhtar amca?” diyerek ağlamaya başladı. Yaşlı adam yaşlı gözlerle “Hayır üşümez.” diyebildi. Gözlerini birbirlerinden kaçıran bu iki masumun elleri son bir dua için havaya kalktı. Veda etmenin vakti gelmişti ki son bir kucaklaşma yapar gibi kollarını açtı Cemil. Sanki annesinin hayali karşısında duruyor, ona sarılıyordu. Yaşlı muhtar bu manzara karşısında dayanamayıp “Ama yeter canım bu kadar. Daha fazla rahatsız etmeyelim buradakileri, gidelim artık.” dedi. Sonbaharın, tüm renklerini ağaçlara dökmesi gibi küçük çocukta göz yaşlarını dökmüştü yanaklarına. Onun bu haline tek şahit önünde giden yaşlı adam ve sonbahar güneşiydi. Yürüye yürüye köy meydanına geldiklerinde onları bekleyen bir kalabalık vardı. Cemil’e, gitmeden son bir veda yapmak için toplanmışlardı. Herkesin ona söyleyeceği birkaç sözü ve hediyeleri var dı.


olmuştu. Bir gün Cemil bahçedeyken onu kahya yanına çağırdı. Çocuk, bu sert görünüşlü her an kızmaya hazır gibi görünen adamın yanına koşa koşa gitti. Kahya onu hanımefendinin çağırdığını ve girişteki holde beklemesini söyledi. Cemil ilk defa evin ön kapısından içeri giriyordu. Kapını üzerindeki işlemeler, sarı sarı altın gibi parlayan renklere hayranlıkla baktı. İçeri girdiğinde yerde serili ipek halıya basmaktan korktu. Köylerindeki kilimlere hiç benzemiyordu. Konağın içi birbirinden güzel mobilyalarla doluydu. Cemil’in dikkatini holdeki duvarda asılı olan bir tablo çekti. Uzun süre tabloyu inceledi. Tabloda güzel bir bahçe, çiçekler, meyve ağaçları, hayvanlar, oyun oynayan çocuklar, anne babaları vardı. Renkler canlı canlı sanki hepsi hareket edecek gibi görünüyordu. Merdivenlerden inen evin hanımı, küçük çocuğa tebessümlü bir şekilde yaklaşarak “Tabloyu çok mu beğendin? Hayran hayran bakıyorsun.” Cemil: - Evet, çok güzel bir yermiş, herkes çok mutlu. Evin Hanımı: -Orası bir cennet bahçesini tasvir ediyor, dedi. Cemil, duydukları karşısında hayranlıkla “Vaavv... Cennet, cennet ne kadar güzelmiş.” dedi. Küçük çocuğun mutlulukla bakan gözlerine evin hanımı tebessümle eşlik etti, sonra çocuğa, hadi benimle gel. Seni oğlum Zafer ile tanıştıracağım, dedi. Cemil, geldiğinden beri hiç görmediği evin küçük beyini çok merak ediyordu. Yavaş yavaş merdivenden çıkarken kalbinin hızlı attığını fark etti. Konağın bu katını ve oyun arkadaşını ilk defa görecekti. Zafer beni sever mi? Ya sevmez de istemezse? Beni tekrar köye gönderirler mi, diye bir endişe belirdi yüzünde. Zafer’in odasına girdiğinde küçük bey yatağının üzerinde oturuyordu. Birbirlerine kısa bir süre bakışan çocukları evin hanımı tanıştırdı. Zafer, yatağından kalkıp Cemil’in yanına gelmeye çalışıyordu. Zafer’in bir ayağı diğer ayağına göre kısa ve aksıyordu. Ayağının birinde kalın tabanlı diğerinde normal tabanlı ayakkabılar vardı. Zafer, kekeleyerek: “Hhooşşş geelldiiinnn.” dedi. Cemil şaşkınlık içerisinde geçte olsa “Hoş bulduk.” diyebildi. Evin hanımı Tülin, iki çocuğun oynaması ve tanışması için odadan ayrıldı. Cemil, Zafer’e dikkatlice bakıyor ama düşüncelerini anlamasın diye devamlı tebessüm ediyordu. Zafer, annesine hiç benzemiyordu; esmer, siyah kıvırcık saçlı ince yapılı komik suratlı bir çocuktu. Annesi; sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, uzun boylu güzel bir kadındı. Sanki Cemil, Tülin Hanım’a daha çok benziyordu. Cemil, Zafer’i iyice süzüyor onun konuşmalarını pür dikkat dinleyerek ona cevap veriyordu.

21

Ses Dergisi

Muhtar: - Burada sana bakabilecek biri olsaydı, seni kasabaya göndermezdik. Ama görüyorsun herkes yaşlı. Ve senin gibi akıllı bir çocuğun okuması gerekiyor. Annen de baban da senin okumanı çok isterlerdi. Yaşlı adam aslında daha önceden bunları ona anlatmıştı. Kasabada yaşayacağı aile onu okutacak o da onların hasta oğluna arkadaşlık yapacaktı. Babasından kalma valizin içine hediyelerini koyup herkesle tek tek vedalaştı. Kasaba minibüsü korna çalarak meydana giriş yaptı. Gitme vakti gelmiş son bakışmalar arasında küçük çocuk minibüse binmişti. Şoföre eline adres ve birazda para sıkıştıran muhtar, küçük çocuğa sarılarak oradan ayrıldı. Asmaca köyüne ve oranın sevgi dolu ihtiyarlarına minibüsün camında el sallayan Cemil, “Tekrar geleceğim” dedi sessizce. 9 yaşında bir çocuğun yaşayacağı en acı olayları yaşayan Cemil, yeni hayatının ilk günlerini sessizlik ve gözlemle geçiyordu. Yeni evine geleli bir hafta olmuştu. Ev Gerede’nin zenginlerinden Derici İzzet Ağa‘nın konağıydı. İzzet Ağa, uzun boylu esmer, zayıf çok az konuşan, sert bir adamdı. Yüzünün güldüğünü ve birine iyilik yaptığını gören çok azdı. Konak, ilçe dışında kocaman bir çiftliğin ortasına yapılmış 3 katlı, beyaz oyma tahtalarla süslenmiş görkemli bir evdi. Cemil, oraya ilk geldiğinde uzun bir süre konağa bakıp: ‘“Bu insanların boyu çok mu uzun acaba?” demişti şaşkınlıkla. Cemil, konağın bodrum katına bir odada evin bahçıvanıyla beraber kalacaktı. Evin sahipleriyle geldiği gün tanışmış ama evin çocuğunu hiç görmemişti. Cemil’e konağın içine dolaşmak için henüz izin verilmemişti. Eve mutfak kapısından girip uzun bir koridoru geçtikten sonra odasına ulaşıyordu. Koridorun yeşil boyalı duvarlarına asılmış 12 tane meyve tablosu vardı. Cemil onlara bakmadan odasına gitmiyordu. Bahçıvanın dediğine göre hanım efendiye gelen hediyelermiş. Onları beğenmediği için evin en tenha yerine astırmış. Cemil bunu duyduğunda çok şaşırmış “Ama çok sahici görünüyorlar.’’ demişti. Hanım efendi tabloları çok sevdiği için, konağın her yerine birçok ressamın tablolarını astırtmış. Cemil, bu duyduklarından sonra evin içini iyice merak etmeye başlamıştı. Geldiğinden beri gördüğü tek yer bahçıvanın çalıştığı bahçe, malzeme kulübesi, mutfak ve odası olmuştu. Mutfakta her gün biraz oturup kitap okuyor, aşçı Sevim Teyze’nin yemeklerini yerken de iç çekiyordu. Onun bu hali Sevim Teyze’nin dikkatini çekmiş: “Evini mi özledin, kuzum?” demişti. Bu soru üzerine çocuk kendini tutamayıp ağlamış, “Benim evim yok ki.” diyebilmişti. O günden sonra bu soruyu hiç sormadı yaşlı kadın. Sevim Teyze, bu güzel yüzlü çocuğu çok sevmiş ona karşı bir anne gibi

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022


Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

Zafer : - Seniinnn annennn baaban nedennn öldüüü, diye sordu. Cemil : -Ben daha çok küçükken annem kanser hastalığına yakalanmış. Yıllarca çok ağrıları olmuş. Bir gün babam annemin ilaçlarını almaya giderken, dağda kar fırtınasına yakalanmış. İlaçları alamadan at üzerinde donmuş. Köylüler babamı ve atını bir dere kenarında ölü bulmuşlar. Babam sonsuz bir uykudaymış. Annem babamın ölümünden sonra daha da kötü oldu. Birkaç yıl komşular baktı bize. Zafer, yeni arkadaşının anlattıklarına çok üzülmüştü. Yeni arkadaşını teselli etmek istedi. - Ama artık annenin ağrıları yok, hem biz senin yeni ailen sayılırız, diyebildi. Cemil başını öne eğerek “Ama hiç kimse annemin kokusunu veremez ki, onun sevdiği gibi sevemez ki. İçimde kocaman bir boşluk var, onu hiçbir şey dolduramıyor. Kimse yok, dedi. İki çocuğun samimi sohbetlerini kahyanın odaya gelmesiyle son bulmuştu. Zafer’in hocalarından biri gelmişti. Ders için onu kütüphaneye götürecekti. Cemil’in de aşağıya inmesini ve bahçıvana yardım etmesini söyledi. Cemil her gün konağın ana kapısından içeri giriyor, holde bulunan büyük tabloya bakıyor sonra da arkadaşının yanına çıkıyordu. Onunla yeni oyunlar oynayıp sohbetler ediyordu. Bazı günler evin bahçesine çıkıyorlar ama koşturmalı hiçbir oyun oynamıyorlardı. Zafer, ne isterse onu oynamaya razı geliyordu Cemil. Okulların açılmasına çok az bir zaman kalmıştı. Bir gün İzzet Ağa, Cemil’i yanına çağırttı. İzzet Ağa, okula gitmek istiyor musun çocuk, dedi sert bir ses tonuyla. Cemil, evet, dedi korkarak. İzzet Ağa : - O zaman bunun karşılığında ev işlerinde yardımcı olacaksın. Sana ne derlerse yapacaksın. Bedavadan burada sadece hava alırsın, dedi. Küçük çocuk, itiraz edebilecek durumda değildi. Sadece başını salladı. İzzet Ağa, yüksek bir sesle : “Tamam efendim, diyeceksin.’’ diyerek bağırdı. Zavallı çocuğun korkudan dili kekeler gibi oldu. “Taa-tatamam efendim.” diye bildi. İzzet Ağa daha da sinirlendi, aya kalktı : “Sana kekele mi dedik be çocuk,” diye bağırdı. Onun bağırma sesini duyan Tülin Hanım içeri girdi. Kocasıyla göz göze gelip: “Sakin ol,” der gibi eşine baktı. Sonrada küçük çocuğun elinden tutup mutfağa götürdü. Bir anne şefkatiyle çocuğun gözlerine baktı: “Korkacak bir şey yok. O sadece biraz sinirli, ama sana değil,’’ dedi. Misafirleri için yurt dışından getirttiği çikolatalardan Cemil’e ikram etti. Çocuğun rahatladığından emin olmak

22

için, “seninle holdeki tabloya bakalım mı? Senin en sevdiğin yer,” dedi. Tülin Hanım çoğu zaman küçük çocuğu o tabloyu mutlulukla seyrederken görüyordu. Tülin Hanım ve Cemil, hole geldiler ve orada bulunan antika sofanın üzerine oturdular. Cemil buraya ilk defa dokunuyordu. Aslında oraya oturan birini de görmemişti. İkisi tabloya bakarken Cemil: - Dünyada böyle yerler var mıdır? Bizim köyümüzde çok güzel ama böyle bir meyve bahçesi görmedim, dedi. Tülin Hanım: - Böyle yerler tabi ki vardır. Sizin köyde bile olur. Meyve ağaçlarını dikersin içine havuz yaparsın, birkaç halı, yastık. Hayvanları ve insanları koyduk mu oldu. İşte cennet bahçesi, dedi. Duyduklarına inanamayan Cemil, sevinçten duvara gidip sarıldı. Sanki karşısında en sevdiği biri varmış gibiydi. Kadın, onun bu sevincine bir anlam veremese de çocuğun keyfinin yerine gelmesine sevindi. Cemil ilçedeki okula başlamış, onun için yeni bir sayfa açılmıştı. Okula her gün Kahya Metin bırakıyor ve alıyordu. Sonra eve geldiklerinde çocuğa yapması gereken işleri söylüyordu. Cemil’e yapacağı işleri tek tek anlattı. Mutfakta çöpleri dökmek, bahçedeki tavuklara, ördeklere yem vermek, evdeki çiçekleri sulamada, tozlarını almada kahyaya yardım etmek gibi işler yapacaktı. Bu işler bittikten sonra da Zafer’e arkadaşlık edecekti. Cemil, artık bu konağın küçük bir yardımcısı olduğunun farkındaydı. Küçük çocuk söylenenleri tek tek yerine getiriyor kimseden şikayet almamaya çalışıyordu. Onun bu çalışkanlığını sadece Sevim Teyze ve Zafer takdir ediyordu. Sevim teyze ona her gün bir dilim kek ya da kurabiye veriyordu. Zafer, arkadaşının bahçedeki koşturmasını balkonundan seyrediyordu. Odasına geldiğinde ona kutusunda sakladığı çikolatalardan veriyor, bazen de Cemil‘in yatağına yatmasına ona cennetten bahsetmesine izin veriyordu. İki çocuğun arasındaki sevgi abi kardeş gibi olmuştu. Bir gün yatağa uzanıp cennetten bahsederken Cemil, Zafer’e annesi yaşadığı için çok şanslı olduğunu söyledi. Zafer : -Ama annem benden çok utanıyor. Onu gibi güzel değilim, düzgün yürüyemiyorum, konuşurken hep hata yapıyorum. Bu yüzden beni sevmiyor. Cemil, arkadaşına döndü: - Ama anneler çocuklarını ne olursa olsun severler. Bizim köyde “Deli Haluk” adında biri vardı. Annesi onu çok sever köy meydanında: ‘’Benim oğlum canımdır, üzeni üzerim,’’ derdi. Annen seni çok seviyor bence, üzülmene gerek yok. Senin annen iyi bir insan. Bana sahip çıktı, evine aldı. Zafer, Cemil’e dönüp: -Onlar bunu yapmak zorundaydılar. Çünkü doktor dilimin düzelmesi için her gün biriyle, kendi yaşıtım biriyle


Bahçıvan Bekir: Bahçıvan mı olmaya karar verdin yoksa, dedi. Cemil, tatlı tatlı gülmeye başladı ve cevap vermedi. Akşam yemeği vakti gelmişti ve Sevim Teyze’ye yardım etmek için mutfağa gitti. Masanın üzerinde kocaman bir meyve tabağı vardı. Meyveleri dikkatlice inceledi. Çocuğun meyvelere baktığını gören Sevim Teyze, ona bir tane elma verdi. Çocuk elmayı yedikten sonra çekirdeklerini cebine koydu. Daha sonra çöpleri atmak için bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlı ve çok parlaktı. Küçük çocuk: - Bu gece sana bir adım yaklaştım anneciğim. Seni ve babamı

çok özledim. Senin bana anlattığın masalları çok özledim. Zaferle okuduğumuz kitaplardan çok masallar öğrendim. Sana kavuştuğumda onların hepsini anlatacağım. Bu gece rüyama gelir misin? Yüzünü unutmaktan çok korkuyorum dedi kendi kendine. O gece, yalnızlığın koynunda uyuyan çocuk uykusunda bile “Anne” diye sayıkladı. Sabahın ilk ışıklarıyla okula gitmek için konağın önünde bekliyordu. Kahya yanına geldi: - Bugün okula gitmeyeceksin. Hanımefendinin misafirleri gelecek sende yardım edeceksin. Bunu Tülin Hanım istedi. Seni çağırana kadar odadan dışarı çıkmayacaksın, dedi. Sesini bile çıkaramayan çocuk sessizce odasına gidip üstünü çıkardı. Odasında otururken kendi kendine: “Okula neden beni göndermedi? Evde yeteri kadar insan varken ben ne yapacağım ki?’’diye söyleniyordu. İçinde hissettiği kızgınlık yüzüne de yansımıştı. Aradan birkaç saat geçmişti ki, odanın kapısı aralandı. Kahya, içeri girmeden küçük çocuğa yukarı çıkmasını söyledi. Konağın içerisinde telaşlı bir hava seziliyordu. Cemil, yukarı çıktığında Tülin Hanım onu kendi odasına götürdü. Cemil, ilk defa bu odaya giriyordu. Şaşkınlık içerisinde odayı incelerken Tülin Hanım ona bir takım elbise uzattı. “Bunları giy ve aşağıya yanıma gel!’’ dedi. Küçük çocuk bu olan bitene bir anlam verememişti. Üstünü giyinip aşağı indi. Tülin Hanım, onu misafir odasında bekliyordu. Henüz misafirler gelmemişti. Tülin Hanım: - Bugün önemli bir misafirim ilk defa buraya gelecek. Ona senin oğlum olduğunu söyleyeceğim. Bugün senin adın Zafer olacak. Sana sorular sorarsa ona Zafer’in yaptıklarını anlatırsın. Zaten bana çok benziyorsun bu durumu anlamayacaktır. Biraz oturduktan sonra odana gidersin. Cemil’in şaşkınlığı daha da artmış içten içe de Zafer için üzülmüştü. Onun daha önceden annesi için söylediği sözlerde haklı olduğunu anlamıştı: “Ya Zafer, beni görürse, bana küser mi?” diye düşündü. Ama yapabileceği bir şeyde yoktu. Misafirler gelmiş, tanışma fasılları gerçekleşmiş, güzel çocuğa hediyeler verilmiş ve övgüler yapılmıştı. Tülin Hanım ve küçük çocuk için her şey yolunda gidiyordu. Cemil, Tülin Hanım’dan izin alarak odadan dışarı çıktı. Ama karşısında Zafer’i gördü. Cemil, heyecandan hiçbir şey diyemedi. Olup bitenlerden habersiz olan Zafer, kendisinden bir şeyler gizlendiğini anlamıştı. İkisi de hiç konuşmadan odalarına gittiler. O gün evde olanları kimse konuşmadı. Bu durumu İzzet Ağa’nın duymaması gerekiyordu. Aradan birkaç hafta geçmişti, Zafer ile Cemil odada kitap okurken Zafer, “Dün gece balkondan bakarken seni

23

Ses Dergisi

konuşmam gerektiğini söyledi. Annem: ‘’Eve hoca tutalım.’’ dedi. Baba da “daha az masraflı bir şey bulmalıyız, köyün birinden bir çocuk alırız. Yetim bir çocuk olursa hem işimizi görür hem de Zafer’e arkadaşlık eder.’’ dedi. Annem, eve pis bir köylü çocuğunu sokamam, dedi. Babam, temiz ve güzel olanı alırız, dedi anneme. Babam dediğini yaptı ama senin muhtar amcan şart koşmuş: ‘‘Çocuğu okutursanız gönderirim, zaten çok akıllı bir çocuktur,’’ demiş senin için. Cemil, bunları duyunca çok üzüldü, gözleri doldu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Ben gitmeliyim artık,” diyerek hızlıca çıkıp odasına gitti. Babasının tahta valizini açıp kapağına baktı. Kapağın içinde anne babasının fotoğrafları vardı. Onlara özlemle bakarken göz yaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Bir yandan eliyle fotoğrafı seviyor bir yandan da yanağından akan gözyaşlarını siliyordu. Birden kapı açıldı, bahçıvan elinde bir saksı ve birkaç çiçekle içeri girdi: “Bunları senin için getirdim Cemil.’’ dedi. Çocuğun ağladığını henüz fark etmemişti. Ağladığını görünce yanına oturup başını okşadı: “Annen baban cennette, bir gün bizde gideceğiz oraya.’’ Çocuk bunları duyunca onun yüzüne baktı. Sonra: - Cennet dedikleri yer çok mu uzakta? Ben oraya gitmek istiyorum, dedi ağlayarak. Bahçıvan bu masum çocuğa sarıldı ve: - Nerede olduğunu bende bilmiyorum, dedi. Cemil: - Cennet, yakın bir yerde olsa annem oraya gelir mi, diye sordu . Çocuğu teselli etmek için bahçıvan: - Gelir elbet, dedi. Cemil’in yüzü bu cevaptan sonra gülmeye başladı. Bahçıvan Bekir, o gün ona saksıya çiçek nasıl dikilir, bakım nasıl yapılır, gösterdi. Cemil çok çabuk öğrenen zeki bir çocuktu. Meyve ağaçlarının nasıl dikildiğini, büyümesi için neler gerektiğini soruyordu. Onun bu öğrenme merakı bahçıvanın çok hoşuna gitmişti.

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022


Eylül-Ekim / 2022 çöpten bir şey alırken gördüm. Orada ne yapıyordun? diye sordu. Cemil şaşkınlıkla, “Şey, hiçç, önemli bir şey değil. Çöpü atarken içine meyve bıçağı düşmüş, onu alıyordum. Sevim Teyze almamı istedi,” dedi. Cemil’in konuşmasındaki tedirginlik Zafer’i şüpheye düşürmüştü. Zafer, Cemil’e içten içe kızgınlık ve kıskançlık duyuyordu. Bu yüzden arkadaşının davranışlarını sorguluyor bazen ona gereksiz yere kızıyordu. Cemil, onun bu tavırlarının sebebini biliyor olmasına rağmen hiçbir şey söylemiyordu.

Ses Dergisi Edebiyat-Kültür-Sanat

Akşam olmuş, mutfaktaki işler için Cemil yardıma gitmişti. Çöp kovasını alıp dışarı çıktı. Etrafına dikkatlice baktı, onu izleyen biri var mı diye bekledi. Sonra çöp kovasını karıştırdı içinden aldıklarını bir peçetenin içine koydu. Konağa geleli 6 ay olmuştu ve her gece bu iş onun rutini olmuştu. Cemil içeri girdiğinde karşısında kahyayı gördü. Çocuk elindeki peçeteyi aceleyle cebine koydu. Sonra odasına gitti. Kahya, çocuğun telaşlı haline anlam verememişti. Cemil odasına gittiğinde bahçıvan uyuyordu. Sessizce valizini açtı, içinden kutusunu çıkardı. Peçetenin içindekileri içine koydu. Valizin kapağına çantasından çıkardığı kalemiyle bir şeyler yazdı. Valizini kapatıp yattığı divanın altına anahtarını çantasının içine koydu. Yatağına gittiğinde : “Umarım beni kimse görmemiştir,” diye dua etti. Sabah okula gitmek için dışarı çıktığında konağın bahçesinde İzzet Ağa, Kahya Metin, Bahçıvan Bekir kendi aralarında hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Çocuk onlara doğru yaklaştı. Konuşulanları duymaya çalışıyordu. İzzet Ağa: - Hırsızı bulmalıyız. Küçük çocuk iyi meraklanmıştı. Küçük çocuğu okula götürmek için Kahya Metin, Cemil‘e işaret yaptı. Yol boyunca merak içinde olan Cemil, “Metin abi bahçede ne olmuş,” diye sordu. Bahçıvan Metin: - Bu gece birileri bahçıvan kulübesinden malzeme çalmış, çiçekleri ezmiş, çöp kovasını dökmüş. Bunu yapan başka türlü zarar da verebilir konağa, dedi. Cemil, çöp kovasının döküldüğünü duyunca içine birden bir korku düşmüştü. “Acaba dün gece gören biri oldu mu,’’diye endişelendi. Kendini çok kötü hissediyordu. O gün okulda çok düşünceliydi. Akşam eve döndüğünde konağa bir bekçi alındığını ve akşamları bahçede nöbet tutacağını Sevim Teyze’den duymuştu. Cemil artık geceleri dışarı çıkamayacağını anlamıştı. Akşam yemeğinden sonra yardım etmek için mutfağa gittiğinde içeride kimse yoktu. Cemil dolapların içine bakıyor, birini kapatıp diğerini açıyordu. Tam o sırada Sevim Teyze içeri girdi. “Bir şey mi arıyorsun,’’ dedi küçük çocuğa. Cemil, biraz suçlu biraz

24

mahcup şekilde ‘’Hayır, Sevim Teyze,” diyerek oradan çıktı. Aşçı kadın bu haline şaşırmış ve buna anlam verememişti. Cemil, her zaman ona karşı dürüst olmuş iyi bir çocuktu. Yanlış bir şey yapmış olabileceğini düşünmek istemedi. Cemil’in odasına gitti. Kapıyı açtığında küçük çocuk valizin içine bir şey koyarken gördü. Cemil, Sevim Teyze‘nin odaya geldiğini fark edince valizini hızlıca kapattı. Sevim Teyze içeri girdi ve : ‘’Benimle konuşmak istediğin bir şey var mı?” diye sordu. Cemil utangaç bir ses tonuyla ‘’Hayır yok .‘’ dedi. Aşçı kadın, ‘’Sana güveniyorum, iyi geceler.’’ dedikten sona odadan çıktı. Valizini tekrar açan Cemil, “sana kavuşmama az kaldı anneciğim,” dedi kendi kendine. Mart ayının sert soğuğuna rağmen bahçede ilkbaharın sevicini yaşamak için mangal partisi yapılacaktı. Konaktaki herkes bahçedeydi. Tülin Hanım, Cemil’e: - Odamda yatağımın üstünde şalım var, alıp gelir misin, dedi. Küçük çocuk hızlı hareket ettiği için bunu ondan istemişti. Zafer’in kıskanç bakışlarını annesi fark etmemişti. Cemil, hemencecik şalı getirmiş teşekkürü almıştı. Herkes için farklı ve güzel bir gün oluyordu. Bir ara Zafer odasına gitmek için annesinden izin aldı. Aşağıya indiğinde elinde bir hediye vardı. Onu annesine uzattı: - Bunu senin için yaptım anne, dedi. Zafer annesini mutlu etmek için Cemille beraber resim çizmişlerdi. Hediyesini alan kadın çocuğa sadece teşekkür etti. Parti bittiğinde odasına çıkan Tülin Hanım, bir çığlık attı. Herkes bir merak içinde onun yanına koştu. Oda her hangi bir şey yoktu. İzzet Ağa : - Bu kadar bağıracak ne oldu? Tülin Hanım öfkeyle: - Birisi altın kaplı aynamı kırmış, üstelik yüzük kutum kayıp. Bunu kim yapmış olabilir, onu bulursam mahvedeceğim, diyerek bağırdı. Herkes kendini şüphe altında hissetmişti ama hep beraber aşağıdalardı. İzzet Ağa herkesi aşağıya gönderdi. Tülin Hanım‘a odada kutusunu aramak için yanında kaldı. Aşağıdakiler kendi aralarında bunu durumu konuşurlarken evin hanımı ve beyi aşağıya indiler. Herkes oradaydı sadece iki küçük çocuk yoktu. Çocuklar, Cemil’in odasına gitmişlerdi. Tülin Hanım, İzzet Ağa, Kahya Metin’le beraber Cemil’in odasına gittiler. Odanın kapısını hızlı bir şekilde açan İzzet Ağa, içeri girer girmez : - Seni gidi küçük eşkıya! Sana sahip çıkan insanlara bu yapılır mı, diye Cemil’e bağırmaya başladı. Zavallı çocuk korkudan titremeye başlamış bu olanlara da anlam verememişti. Sadece, “Ben hırsız değilim efendim, bir şey çalmadım. Ben hırsız değilim,” diyerek ağlamaya başladı. Tülin Hanım: - Şalımı almaya sen çıkmıştın, senden başkası oraya gitmedi. Aldıklarını çabuk çıkar, onları nereye sakladın?


Tülin Hanım ve oradakiler hayretler içinde çocuğu dinlediler. Zafer, hayatında ilk defa hiç kekelemeden konuşmuştu. Zafer, dökülen çekirdekleri toplamaya Cemil’e yardım için yere oturdu. Sonra ona: - Bu kadar basit değersiz şeyleri neden sakladın? Az kalsın bunlar için dayak yiyecektin. Cemil: - Annem ölmeden önce: ‘’Bir gün seninle cennette buluşacağız,”demişti. Her yerde cenneti aradım. Herkese orayı sordum. Çok uzaktaymış, giden gelmiyormuş oradan. Çok güzelmiş çünkü. İnsanlara dünyadaki sevdiklerini unutturacak kadar güzelmiş. Annemin beni unutmasını istemiyorum. Onun için bir cennet bahçesi yapacaktım. Sizin evin duvarında asılı tablodaki cenneti bahçesi gibi. Senin annen bir gün cenneti yapabileceğimi söylemişti. Eğer cenneti inşa edebilirsem annemi yeniden görecektim. Son bir meyve çekirdeği kalmıştı bulamadığım. Onu bulunca buradan gidecektim. Köydeki bahçemize dikecektim. Bu anahtarda cennet bahçemin kapısının anahtarıydı. Anahtara ve çekirdeklere baktıkça anneme bir adım daha yaklaşıyordum. Hayalimi gerçekleştirmeye çok az kalmıştı. Ama cenneti hazırlamak çok zormuş. Neden dünyada olmadığını bugün anladım. Çünkü onu inşa etmeye insanlar engel oluyormuş.

25

Ses Dergisi

Zavallı çocuk ‘’Ben almadım, ben almadım.’’ diye ağlamaya devam ediyordu. Tülin Hanım, odanın içerisinde çocuğun eşyalarını karıştırmaya başladı. Yatağın altında duran tahta valizi gördü, onu oradan çekip aldı. Cemil, valizini kadının elinde görünce ağlamayı bırakıp valize yapıştı. Çocuğun bu hareketine çok sinirlenen İzzet Ağa, belinden deri kemerini çıkarıp: - Seni terbiye etmesini bilirim ben, diye bağırdı. Babasının öfkesinden korkup bir kenarda titreyen Zafer, kemeri görünce babasının önüne atladı. “Baba, baba bunu yapma. Onun bir suçu yok.” diye ağlıyordu. Oğlunun söylediklerine inanmayan baba onu kapının dışına attı. Kapının dışında Zafer, içeride de Cemil ağlıyordu. Cemil ısrarla valizi açmayın diye yalvarıyordu. Çocuğun o telaşlı, korkak ve heyecanlı hali şüpheleri iyice üzerine çekmişti. Kahya, Cemil’i kolundan tutup kenara çekti. İzzet Ağa valizi açmaya çalışsa da onu açamadı: ‘’Şunu çabuk kır, kahya,” diye bağırdı. Kahya çocuğu kenara itti. Valizi tam kıracakken çocuk adamın eline yapıştı. Ağlayarak “lütfen onu kırma, babamdan kalan tek hatıra. Onu ben açayım,” dedi. Kahya, İzzet Ağa’ya baktı. Adam kafasıyla “Tamam. ‘’der gibi işaret etti. Çocuk, okul çantasındaki anahtarı çıkarıp valizi açtı. Valizin kapağını açtığında herkes çocuğun başına toplandı. Valizin içinde rengarenk, büyük küçük, çeşit çeşit yüzlerce meyve çekirdekleri vardı. Tülin Hanım, hemen valizin içinde yüzüklerini aramaya başladı. Meyve çekirdeklerini sağa sola fırlatarak yüzüklerini arıyordu. Valizin içinde küçük bir kutu buldu. ‘’Yüzüklerimi bu kutuya mı sakladın?” diye çocuğa bağırdı. Cemil küçük kutuyu kadının elinde görünce daha çok ağlamaya başladı. Kadın kutuyu önce salladı, içinden ses gelince kapağını açtı. İçinde sadece bir anahtar vardı. Yüzüklerini göremeyen Tülin Hanım, iyice sinirlendi. Cemil’e dönüp: - Bu anahtarın olduğu yere mi sakladın? dedi. Cemil ‘’Hayır,” diyebildi sadece. Gökyüzünden yıldızları yere dökülmüş bir gece gibiydi çocuğun yüzü. Üzgün üzgün yere saçılmış çekirdeklerine bakıyordu. Tülin Hanım: - O zaman neden ağladın? Meyve çekirdekleri için bu kadar ağlamana, tepki vermene gerek yoktu. Çok saçma bir şey bu. Bir insan neden çekirdek biriktirsin ki? diye sordu. Cemil yere eğilmiş meyve çekirdeklerini toplamaya başlamışken içeriye Zafer girdi. Elinde annesinin kaybolan yüzük kutusu vardı. Kutuyu annesine uzattı ve hiç kekelemeden: - Senin aradıkların bunlar mı? Onları sana çok kızdığım için ben saklamıştım. Sen onları ararken ben bulup getirdim diyecektim. Belki bir şey başarınca beni seversin diye düşündüm. Ama sen basit şeyleri sevmezsin değil mi anne, dedi.

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022


Eylül-Ekim / 2022

ASLIHAN UĞUR

TOPRAK KOKUSU Ses Dergisi

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Edebiyat-Kültür-Sanat

B

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bizim dostluğumuz gökkuşağı gibidir, Tılsımlı kuşaklarla bağlıdır yüreklerimiz. Toprağa karışır kokumuz her yağmurda. Mazi; giysisi değişken bir kumaştır içimizde, dönüp her baktığımızda bambaşka renklerle gördüğümüz. Biz; bir olduğumuzda, bahtımızla barışıktık, bahtiyar olduk. Ezop masalları yeniden yazıldı içimizin maviliklerinde. Yukarıda bulutlar ne kadar kara olursa olsun, bildik ki onların üstündeki gökyüzü hep masmavidir. Biz; bir olduğumuzda, atlaslar çizilir hayallarimizde, Sanki içimizden renkler taşar. Biz; bir olduğumuzda, Pusulayı yeniden keşfeder gibi heyecanla, ‘Coğrafi keşif ’lere koyuluruz gönüllerde. Biz; bir olduğumuzda, Sarp yollardan geçeriz, belki de yorulur bedenlerimiz. Eğer düşersen seni kaldırırım, Kaldıramazsam da yanına uzanırım. Biz; ayrı düştük ama hiç ayrı yazılmadı – yazılmayacak hikayemiz. Bazı insanların yüzüne yeterince baktığında Çiçekleri görmekle kalmaz, onların kokusunu da duyarsın. Bir yoldaşın çehresine kaç çiçek kokusu siner? Sahi kaç zaman kadar yaşardı kötüler? Herkesin ömrü vicdanı kadar olsaydı. Sordu yıllar önce Puşkin; -kamçı ile ağaç yıkılır mı? -Hiç... Biz bir olduğumuzda; yıkılmayacak ağaçlarımız, Ve hep çiçek açacak dallarımız! İşte bu sebepten her dostluk toprak kokacak biraz. Her yağmurdan sonra açacak, Gönlümüze çiçekler saçan gökkuşağımız.

26


Elvin Mütaliboğlu

Şim di Zam O an Değ i

Aklıma geldi bugün Çocukluğum günbegün O günlere üzüldüm. Aklımdan çıkan değil Şimdi o zaman değil

l

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi

Gencim güçlüyüm sandım Gençliğime aldandım Aynalara baka kaldım Yok hemin civan değil Şimdi o zaman değil

Ş i i r

Ben tekneydim aşk deniz Bir atardı kalbimiz Geldim ki, kavuşak biz Bu! eski liman değil Şimdi o zaman değil Çınar belim bükülmüş O gür saçlar dökülmüş Baht sarayım sökülmüş Ta gençlik falan değil Şimdi o zaman değil İftiradır bu genç cana Ölüm yoktur bu aslana Hayat döndü dedi bana Yok şair yalan değil Şimdi o zaman değil

27


Eylül-Ekim / 2022

EYL

ÜL

Zehra Azize

Ne bir görüp gözlediğim Ne tarafıma bakanım Bir Eylül arefesinde Başım dağlar kadar ağır

Ses Dergisi

Eleğim sağmanın geldi tek renk mevsimi Dallarda lâl susuşlu yakut alevler Bir bağ bozumu ertesi Leyleklerin sarhoş iklim geçişi

Edebiyat-Kültür-Sanat

Soğuk ülkelerin birinde Yalnız kalmış bir masal kahramanı gibi Temennalar çekerek Basarım bağrıma hüznün yalnız mevsimini Şimdi duruşunda Eylül var Görmediğim bakışlarında sarı

Ş i i r

Yaprak ucuna gelmişse damla Düşmekten başka nedir bahtı Bir Eylül arefesi Gecikmiş bir sardunya pembesi Yetmiyor ısıtmaya yakamozu, yıldızı, güneşi

28

ARE

E FES

İ


en 2

Medine Yıldız

Bi de hiç değişmeyen gurbetin sıcağı Senelerimi verdim dediğim geçmiş fazlasıyla boğuk Boğulurum dediğim toprak şimdilerde derin Derin aldığım her nefeste siyahlar ülkesi Kaderin ilk doğduğu yılları özlüyorum Annemin gözyaşları ile kurduğu kışlıkları Soğuk o kadar uzak ki Üşümek istediğim bi yorgan bulamayacak kadar Tadını bile unutacak kadar yağmurların Kaç özlem oldu sayamadım Kaç bayram geçmiştir yaşımdan, Içimden, Babamdan Uzakta kaldığım vatandan neler geçiyor da bi gurbetin gözyaşı geçmiyor kursağımdan Uzun uzun yaktığım aklımı, ayakta uyuttum bilmem kaç yıldır Rüya gibi geçti çünkü uğruna herşeyden vazgeçtiğim, Kırık dökük acizliğimin üstünü sıcakla örttüğüm Anlatırım dedim Gelince Anlatırdım ama Özledim Annem Bu sefer Daha Çok geçtim Yutkunduğumda mis kokan anılar geçti boğazımdan Hatırlamakta güçlük çektiğim zaman, Yaşlanıyorum En çok sevdiklerimi Kaybettiğimde Geceler gündüz olduğunda Gelince Yaşlanmazdım Biliyorum Saçlarım ağarmazdı Kapılarda kalmazdım gidenlerin ardından Toprağa verdiklerime dokunmazdım gözyaşlarımla Gelince Kalınca belkide dizinin dibinde Bu kadar büyütmezdi beni Acılar Avutmazdı siyah çocuklar Gelince Kalınca belkide dizinin dibinde Bu kadar büyütmezdi beni Acılar Avutmazdı içi beyaz Teni siyah çocuklar

29

Ses Dergisi

Hisz

Sarımsağın kokusu sardı şimdi havayı Bu bilmem kaçıncı yetim kalışı dışarıdaki çocukların Gökyüzünden üstüme damlayan duaları Buralara kutsal bakalı bi çocukluk zamanı kadar Oldu mu o kadar bilmiyorum Sayamıyorum Hangi günde Kaldığımı Karışan bütün acıları ayıramıyorum Her Anıda bi adımı bıraktım çünkü Buralarda ise her köyde bi acımı Alışmak eskiden zor değildi de şimdi neden böylesine burun sizlatır oldu bilmem Ayrılık öylesine fedakâr öylesine içtendi, Bir zamanlar o kadar güzeldi belkide Gün geçtikçe niye bu kadar acımasız Değişmez dediğim duygularım şimdilerde yarım Tam oldum derken Ah tam oldum derken,

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022


Eylül-Ekim / 2022

Oli

Mihman

mp

os

Hangi simada bulutlanır suretler Sizlerin içine doluşmuş kalpleri zembereğin

Ses Dergisi

Kapanınca bütün gökyüzü üstümüze Karanlık, serseri bir aygıt, çöker üstümüze bir bir Kırpılır karşımızda mekan Doğranır içimizin her bir merkezi

Edebiyat-Kültür-Sanat

Masaya yatırılmış tüm fikirlerin Üstüne bir bir basılmış kaçınız mührü Sabah papatyası gibi solgun Kapanınca kapısı Olympos dağının Şimşeklerle açacağını sanır kendini bilmez Zeus Kendinden kaçar insan denilen humus Kürümüş, kokuşmuş, tüm hakikatlerin

Ş i i r

Üstüne bir de kaybolmuş tüm benliklerin

30

Açılınca yollar gideriz diyenlerin Bilmem ki, nerede sesleri şimdi, hangi mekânda gönülleri Bilmem ki, bu harabede akıbetimiz ne ola ki!

Da

ğın Bil ın inm eye

nle

ri


Eylül-Ekim / 2022

d e n e m e

fkun üzerinde kapatıyordu gün perçemini insanlığa. Akşam vakitlerinin hüzün kokan sokaklarına veda ediyordu. Belki de en çok kendi dünyasından kaçıyordu o anda insanlar. İçlerinde beliren birçok hatıra fotoğraflarını yakmak için gözlerini açık tutmak istiyorlardı. Kim bilir belki de günün son senfonisini dinlemek istemiyordu insanlık. Karanlık, siyah örtüsünü sererken şehrin üstüne, gökteki mor akşam oyunu da yavaş yavaş kayboluyordu gözlerde. Kaçamak duvarlarda okunuyordu oyunun kuralları. Önce gün batacaktı, ardından insanlar gözlerini kapayacaktı. Kural bu kadar basitti. Oysa tüm oyunların kuralları dışına çıkma cesareti gösterenler hissedebilirdi mor akşamların büyüsünü içinde. Kentin yüksek bir yerinden önce izleyerek günün en son halini, kapatırdı o an gözlerini. Tüm senfoniye eşlik edercesine mırıldanırdı içindeki melodiyi… Şehrin ışıkları yanınca, koca kente bir telaştır düşerdi. Kendi dünyalarına geç kalma korkusu sarardı her birini. Yangında mal kaçırırcasına, sokaklardan kaçarlardı evlerine doğru. Çünkü onlar için gece korkunç bir andan ibaretti ve kimse gece vakti bir kez gözlerini açmak istemezdi. Korunaklı sandıkları küçücük evlerinde çoğu zaman ruhlarını televizyon veya telefona hapsedip, onların başında gözlerini kapatırlardı. Oysa kimse bilmezdi gecenin içindeki gerçeği. Herkesin korkarak kaçtığı yedi uyurların mağarası gibiydi gece. İçinde yedi bin renk ile kucaklardı her bir insanı. Korku, imtihanıydı insanın… Birde boş vermişliği… Gecenin içinde gördüm ikin bir rengin bana ne kadar çekici gelebileceğini. Çocukluk

eğlencemdi mor akşamları gözlemek. Bin bir hayale durduğum zamanlardı. Şehrimin insanlarının tersini yapıyordum oysa. Gün batımında kapatıyordum gözlerimi ve dinliyordum akşamın senfonisini... Gecenin geç saatlerde gözlerimi açık tutuğumda belirdi iki renk; mor ve mavi… Herkesin kaçtığı zamanları kovalar oldum bir süre sonra. Renkler bana yol gösteren rehberlerdi. Mavi ile açılıyordum uçsuz bucaksız okyanuslara. Mor kaftanlı kahramanım karşılıyordu atının üstünde her gece beni. Arkasına atlayıp giderdim uzak diyarlara. Kapanan kapılar açılırdı bir bir. Beyaz zambaklar ülkesinde duraksadığımız zaman bir başka renk daha eklendi heybeme rehber olarak. Beyaz… Sadeliğin rengi. Yeraltına doğru girdiğimizde korktum ilk kez bir renkten. Kırmızı… Tüm kötülüklerin sonucunda yansıyan çizgiler gibiydi. Ürkerdim ilkin… Yine de koydum onu da heybeme. Çünkü mor kaftanlı kahramanım al hepsini diyordu. O al deyince akan sular duruyordu. Onca yeri görüp dönünce kendi âlemime, dostun sıcak tebessümü ile yollardım mor kaftanlı kahramanımı. Sabaha karşı olurdu oysa zaman. Ben yenice uyumak denilen mefhumla tanışan adam… Sakince gözlerimi güne kapatırdım. Oysa şehrim hiç bilmiyordu gecenin içindeki olgunluğu ve siyahın tüm renkleri içinde taşıdığını. Hiç biri tatmamıştı belki de herkesin göz yumduğu zamanlarda gözlerinin açık olmasını. Mor akşamların sonrasında gelen mor kaftanlı kahramandan haberleri yoktu. Ve şehrimde bu sebepten belki de herkes kırmızı görüyordu ve ben yanıma aldığım bu renkle, dünyayı kırmızı görenlerin gözlerinden anlıyordum.

31

Edebiyat-Kültür-Sanat

U

DÜNYAYI KIRMIZI GÖRENLER

Ses Dergisi

Seyfullah Sacit


Eylül-Ekim / 2022

Nurgül Öztürk

Ses Dergisi

Şairler Diyarı & Gabriela Mistral

A N A L İ Z

Edebiyat-Kültür-Sanat

32

Şiirleriyle insanların ruhuna dokunmasının yanı sıra Şili toplumunun haklarından mahrum bırakılmışların hakları için savaştı ve şiirlerini dünya vicdanına ulaşmak için bir silah olarak kullanmaya çalıştı.


P Eylül-Ekim / 2022

20. yüzyılın en büyük şairlerinden olan Gabriela Mistral ve Pablo Neruda’yı doğurdu bu denizden, şaraptan ve kardan taç yaprak. Bu iki şairin varlığı dahi Şili edebiyatını ne derece önemli olduğunu hatırta tutmak için yeterli. Şili edebiyatı genellikle İspanyolca olarak yazılır. Nobel ödülüne iki kez ev sahipliği yapmanın yanı sıra en önemli İspanyol dili edebiyatı ödüllerinden biri olarak kabul edilen Miguel de Cervantes Ödülü’nün kazanan Jorge Edwards (1998) Gonzalo Rojas (2003) ve Nicanor Parra (2011) Şili’li şair ve yazarlardır. Şili edebiyatını bu denli farkı ve önemli kılan bence Şili’nin şairleri sadece eserlerinin gücüyle değil, aynı zamanda ülkelerinin insanları için, savaşmak için şiiri kullanmalarıyla da tanınıyor olmasıdır. Bu yazıda Şili ediyatının bir kaç cümleyle hızlıca tadına bakıp geçeceğiz. Üstüne sayfalarca yazı yazılabilir belki başka bir sayıda farklı bır yazar ya da şairle tekrar karşınıza çıkarız ama bu

Öğretmen olduktan sonra Şilili kadınların sesi olmaya ve hakları için mücadele etmeye çalıştı. Geleneksel toplum için son derece gelişmiş ilerici fikirleri olan bir kadındı. Gazete ve dergilerde tartışmalı makaleler yayınladı ve Şililileri eğitim sistemlerinin başarısızlıklarından haberdar etti. Uzun yıllar süren ögretmenlik hayatından sonra Meksika ve Şili eğitim sisteminin şekillenmesine büyük katkıda bulunmuş, uzunca yıllar Amerika Birleşik devletinde ki hatırı sayılır birçok yüksek öğretim kurumunda İspanyolca öğretmiştir. Hayatının büyük bir kısmınında siyasal anlaşmazlıklarla meşgül oldu. Aynı zamanda iyi bir diplomattı. Yetenekleri, idealleri ve yazma tutkusu onu Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmaya götürene kadar oldukça huzursuz bir hayat yaşasa da bu hayat, unutulmaz eserlerinin beşiği oldu. Trajik hayatı, Sonetos de la Muerte (Ölümün Sonnetleri) veya Desolación (Umutsuzluk) gibi ilk önce acı ve yalnızlıkla renklenen birçok şiirini besledi. Şili ve Latin Amerika hakkında şiirler yazdı, özellikle ikinci yayınlanmış koleksiyonu Tala’da. Şili kültürel kimliğini Kuzey Amerika egemenliğine karşı savundu, Nikaragua’daki Sandinista gerilla hareketini destekledi ve yerli kökenlerini yeniden onayladı. Gabriela Mistral’in güçlü yanı şiirlerinde son derece talepkar olmasıdır. Yayınlanmaya hazır olduklarını hissetmeden önce şiirlerini defalarca düzelttiği bilinir hatta bu yüzden hayattayken yaklaşık 800’den fazla şiirden sadece 379 şiiri yayınlanmıştır. Ölümünden sonra yayımlanmaya değmediğini düşündüğü 400 şiiri daha keşfedildi ve yayımlandı. 1945’te Nobel edebıyat ödülüne layık görüldü ve bu ödülü kazanan ilk Latin Amerikalı kadın olması onu

33

Edebiyat-Kültür-Sanat

Gabriela Mistral, nobel ödülü kazanan ilk Güney Amerikalı kadın şair. Asıl adı Lucila Godoy Y Alcayaga. Edebiyat dünyasında bilindiği ismini, çok sevdiği şairler Gabriele d’annuzio ve Frederic Mistralin’den almıştır. Amatör bir şairin kızı, genç yaşta aşık olduğu tren yolu işçisi intihar edince şiir yazmaya başlar ve trajik bir şekilde sonlanan bu aşk onu şiire ve yalnızlığa hapseder. O zamanlar bir kasabada öğretmenlik yapmaktadır. Yoksul, kırsal bir çevrede büyümüş olması ve özellikle istikrarsız ve yapılandırılmamış bir aile hayatına sahip olması, genç yaşlarda yaşadıgı zorlukların temelini oluşturuyordu.

Ses Dergisi

ablo Neruda “Uzun taç yaprağı, denizden, şaraptan ve kardan” diye tanımlamış Şili’yi. Güney Amerika kıtasının Pasifik okyanusu kıyalarına uzanan taç yaprak gibi görüntüsü, Neruda’ya ilham vermiş olmalı. Şairler diyarı olarak biliniyor, Latin Amerika edebiyatında oldukça önemli bir yeri var. Latin Amerika edebiyatı her ne kadar büyülü gerçeklerle örülmüş romanlarla bilinse de Şili daha çok şairleri ile ünlü.

sayıda asıl konumuz Gabriela Mistral.


Eylül-Ekim / 2022 edebiyat dünyasında ayrı bir yere koydu. Tutkulu ve derin şiirleriyle birçok insanın ruhuna hitap eden ender şairlerden biri diyebiliriz. Şiirleriyle insanların ruhuna dokunmasının yanı sıra Şili toplumunun haklarından mahrum bırakılmışların hakları için savaştı ve şiirlerini dünya vicdanına ulaşmak için bir silah olarak kullanmaya çalıştı. Toplumun refaha çıkması için kalem oynatması onu sıradan bir şair olmanın bir adım ötesine taşıdı.

Ses Dergisi

Yolları gençken Pablo Neruda ile kesişti ve Neruda, Gabriela Mistral’ın kendisini Rus edebiyatıyla tanıştırdığını ve çalışmalarını büyük ölçüde etkilediğini söyledi. Ayrıca ikisi de trajik bir şekilde kanserden öldükleri için talihsiz bir ortak sonu da paylaştılar. Coquimbo’daki mezar taşında şöyle yazıyor: “Ruhun bedeni için yaptığı şey, sanatçının ülkesi için yaptığı şeydir.” Bu yazı onun ülkesinin insanlarına sonsuz bağlılığının da bir ifadesidir. Kim bilir belki de bu bağlılık onu hala Şili’nin en büyük kadın yazarı olarak kabul edilmesinde ki güçlü sebeblerinden yalnızca biridir.

Edebiyat-Kültür-Sanat

Benim en sevdiğim Gabriel Mistral şiiri, Ülkü tamer çevirisiyle ‘PARMAĞINI YİTİREN KÜÇÜK KIZ’ şiiri. Şiir ‘Bir midye kapıverdi serçe parmağını’ diye başlıyor, “midye kumlara düştü” diye devam ediyor. Devam eden dizeleri size emanet ediyorum.

Bir midye kapıverdi serçe parmağını midye kumlara düştü, deniz kumları yuttu, balina avcısı tuttu onu denizde, balina avcısı Cebelitarık’a geldi, Cebelitarık’da türkü çığırdı balıkçılar: “Duyduk duymadık demeyin, denizden parmağını çıkardık küçük bir kızın, sahibi kimse gelsin alsın!” Bir tekne verin bana, gidip alayım, tekneye bir kaptan verin, kaptana aylık verin, kentten toplayın kaptanın aylığını: kuleleri, alanları, tekneleri var Marsilya’nın, bütün dünyanın en güzel kenti güzel olur mu hiç parmaksız bir kızla, balina avcıları susmak bilmiyor, bekleşip duruyorlar Cebelitarık’da.

34

Kaynak https://www.nobelprize.org/prizes/literature/1945/ mistral/biographical/ https://www.poetryfoundation.org/poets/gabriela-mistral


Ses Dergisi

Edebiyat-Kültür-Sanat

Eylül-Ekim / 2022

35


Eylül-Ekim / 2022

Ses Dergisi

Edebiyat-Kültür-Sanat

36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.