Ses Dergisi Aralık

Page 1


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER KASIM-ARALIK 2021 / SAYI 20

01 EDİTÖR NOTU Uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar

02 KAPAK DOSYA ÇALIŞMASI

Kapak dosya

Bu ayın dosya çalışması, dünyaca meşhur 11 yazarın yazma rutinleri.

11 YAZARIN RUTINLERI

03 ŞİİRLER

Bazen hüzünlendiren bazen uzaklara götüren birbirinden güzel şiirler.

04 ÖYKÜ 20

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

2

Kültür-Sanat-Edebiyat

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Kimi pişmanlığı yazmış, kimi yangını, kimisi başka bir iz takip edip tamamlamış hikayesini


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

SES DERGİSİ EDİTÖR’den

G

üzel dostlar, uzun denebilecek bir ara verdik. Bağımlılık denecek seviyede dergiye olan bağlılık mı yoksa gerçekte dergi dostları ve kalemlerine olan özlem midir, bilemiyorum ama iki aylık bir ara çok uzun geldi. Paylaştığım videoda da belirttiğim gibi üzerinde çalıştığım bir projeden dolayı Kanada’da bir ödül almıştım. Bu ödülden dolayı görüşmeler ve çekimler oldu ardından da iki yakınımın trafik kazasında hayatlarını kaybetmesi beni zihnen yorunca dergiye ara vermek zorunda kaldım. İki aylık zaman geçti doğru ama geçen zamana değil gelecek gün ve aylara bakma vakti artık.

Y Y

eni sayımızla tekrar sizinleyiz. Bu sayıda dosya çalışmasında dünyaca meşhur yazarların günlük rutin hayatları ve yazma çalışmaları üzerinde durmaya çalıştık. Nasıl yazdılar? Günlerini nasıl böldüler? En çok hangi vakitlerde yazıyorlar? Kendilerine ayırdıkları özel bir yazma vakti veya dilimi var mıdır? Bu sorulara cevapların yanısıra daha birçok detayı göreceğiniz bir keyifli bir çalışma olduğu kanaatindeyim. Dosya çalışmasının yanı sıra birbirinden güzel öykü deneme ve şiirler okuyacağınız bu sayıda bazı sayfaların altına veya kenarlarına takipçilerimizden gelen kısa değerlendirmeleri ekledik. azarlık atöylesine gelince, tekrar kaldığımız yerden devam edeceğimizi duyurmuştum. Dördüncü kuruna başlayacağımız Yazarlık Atölyesinde bir ilki deneme fikrimiz var. Dört ay içinde kitap yazma çalışması için kolları sıvamış olacağız. Bir taraftan yazılan sayfaları değerlendirme imkanı olacak, öbür taraftan şiir ve öykü alanında yazma teknikleri üzerinde durma imkanı. Sürecin sonunda amaç, yazar adaylarımızla kitap raflarına birer eser bırakmak. Hem sabır hem desteğiniz için tekrar teşekkür ediyor, iyi okumalar diliyorum.

Şerif Aydın

Kültür - Sanat - Edebiyat

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Kültür-Sanat-Edebiyat

3


Çev: ŞERİF AYDIN

4

Ses Dergisi Sayı 20

11 YAZARIN YAZMADA GÜNLÜK RUTİNLERİ

Kapak ve Dosya

kapak

Kasım-Aralık / 2021

Kültür-Sanat-Edebiyat


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

1. E. B. White

2. Haruki Murakami

“Çalışmak için ideal “Tekrarın kendisi önemli koşulları bekleyen bir hale gelir.” yazar, kağıda bir kelime bile koymadan ölür.” aruki Murakami: “Tekrarın

Kaç milyon yazarın şu an kitabı raflarda ve kaç milyon insanın kitabı rafa düşmeden bu dünyadan göçüp gitti acaba? Peki şu anda kaç yazarın içinde bir kitap saklı ve kaç yazar adayının doğacak olan bir eseri var da sessizce sırasını bekliyor? Büyülü insanların yetenekli kimselerin harika şeyler yaptıklarına şahit olduk hep, ya kendi yeteneklerini fark edemeden köşede bekleyip duranlar? Kendi yeteneklerini sahaya çıkarmanın yol yöntemi var mıdır? Elbette vardır. Gelin, dünyaca meşhur 22 yazarın günlük rutin hayatlarına bakıp kabiliyetlerine nasıl bir ortam sunduklarına bakalım.

1

952’de yazdığı Charlotte`un Sevgi Ağı romanı 45 milyon satan ünlü romancı E. B. White der ki “Çalışmak için ideal koşulları bekleyen bir yazar, kağıda bir kelime bile koymadan ölür.” White Paris Review’e verdiği röportajda rutinlerinden bahsederken şu ifadelere yer vermiş. “Çalışırken asla müzik dinlemem. Böyle bir dikkatini toparlama tarzım yok ve bundan hiç hoşlanmam. Öte yandan, sıradan, dikkat dağıtıcı şeyler arasında bile oldukça iyi çalışabilirim. Evimde olup biten her şeyin ortasında yer alan bir oturma odası var: mahzene, mutfağa, telefonun bulunduğu dolaba giden bir geçit adeta. Çok fazla trafik var. Ama burası aydınlık, neşeli bir oda ve etrafımda olup biten karnavala rağmen onu sık sık yazı yazmak için bir oda olarak kullanıyorum. Sonuçta ev halkı benim yazar olmama en ufak bir ilgi göstermiyor - istedikleri kadar gürültü ve yaygara çıkarıyorlar. Canım sıkılırsa gidebileceğim yerler var. Çalışmak için ideal koşulları bekleyen bir yazar, kağıda bir kelime bile koymadan ölecektir.”

H

kendisi önemli hale gelir.”

2004 yılında yapılan bir röportajda Murakami, fiziki ve zihinsel alışkanlıklarını paylaştı. “Bir roman yazma modundayken, sabah dörtte kalkar ve beş-altı saat çalışıyorum. Öğleden sonra on kilometre koşuyorum ya da bin beş yüz metre yüzüyorum (ya da ikisini birden yapıyorum), sonra biraz okuyorum ve biraz müzik dinliyorum. Akşam dokuzda yatağa giderim. Her gün, değişiklik olmadan, bu rutine devam ediyorum. Tekrarın kendisi önemli hale geliyor; bir tür mesmerizmdir, terapi yöntemi. Zihni olarak daha bir derinleşmek için kendimi terapi ediyorum. Ancak bu kadar uzun süre - altı aydan bir yıla kadar - böyle bir tekrara tutunmak, büyük miktarda zihinsel ve fiziksel güç gerektirir. Bu anlamda uzun bir roman yazmak hayatta kalma eğitimi gibidir. Fiziksel olarak güçlü olmak, sanatsal duyarlılık kadar gereklidir.”

Kültür-Sanat-Edebiyat

5


Kasım-Aralık / 2021

.

4 3. Ernest Hemingway Kurt Vonnegut

“Her sabah yazarım.” George Plimpton ile yaptığı röportajda Hemingway günlük rutinini şu şekilde dile getirmiş: Bir kitap ya da hikaye üzerinde çalışırken her sabah ilk ışıktan hemen sonra yazarım. Sizi rahatsız edecek kimse yok ve hava serin ya da soğuk, siz yazdıkça işinize odaklanıyorsunuz ve ısınıyorsunuz. Yazdıklarınızı okuyorsunuz ve sonraki adımda ne olacağını bildiğinizden ötürü her zaman nerde bıraktıysanız oradan devam ediyorsunuz. Yazıyorsunuz, sonraki adımda ne olacağını bildiğiniz yere kadar yazıp sonra bıkarıyorsunuz ta ertesi gün başlayacağınız zamana kadar hayatınıza devam ediyorsunuz. Diyelim ki sabah altıda başladınız, öğlene kadar devam edebilir veya ondan önce bitiribelirsiniz.

6

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Sürekli şınav ve mekik çekerim.” 1965 yılında Vonnegut, karısı Jane’e günlük yazma alışkanlıkları hakkında bir mektup yazmıştı. Bu mektup Kurt Vonnegut’ın Mektuplar isimli kitabında yayınlandı. “5:30’da uyanırım, 8:00’e kadar çalışırım, evde kahvaltı yaparım, 10:00’a kadar çalışırım, kasabaya birkaç sokak yürürüm, ayak işlerimi yaparım, yakındaki belediye yüzme havuzuna giderim, yarım saat yüzer, 11:45’te eve döner, gelmiş postaları okuyup öğlen yemeği yerim. Öğleden sonraları ders çalışırım, ya öğretirim ya da hazırlanırım. Saat 5:30 sularında okuldan eve geldiğimde, çınlayan zihnimi birkaç viski ve suyla uyuşturuyorum (şehirdeki tek likör dükkanı olan State Liquor store’da 5$’a. Kasaba’da bir sürü bar var.) Akşam yemeğini hazırlar, caz söyleyip dinlerim (burada radyoda bir sürü güzel müzik var), saat onda uykuya dalarım. Her zaman şınav ve mekik çekiyorum ve sanki zayıflıyor ve kaslılaşıyormuşum gibi hissediyorum, belki de değil.

Ses Dergisi Sayı 20

5. Jodi Picoult

“Boş bir sayfayı düzenleyemezsiniz.” Jodi Picoult’un yazdığı son yedi kitap, New York Times’ın en çok satanlar listesinde 1 numaraya ulaştı. Noah Charney ile yaptığı bir röportajda, yazma konusundaki yaklaşımından bahsediyor… Yazarın “tıkanıklığına” inanmıyorum. Bir düşünün – üniversitede bir makale yazmak zorunda kalıp tıkandığınızda her zaman teslim tarihinden önceki gece bir fikir bulup sorun çözülmedi mi? Yazarın tıkanıklığında elinizde çok fazla zaman var. Yazmak için sınırlı bir süreniz varsa, oturun ve yapın. Her gün iyi yazamayabilirsiniz, ancak kötü bir sayfayı her zaman düzenleyebilirsiniz. Boş bir sayfayı düzenleyemezsiniz.


Kasım-Aralık / 2021

6. Maya Angelou:

Yaşadığım şehirde bir otel odası tutuyorum ve her ay ücretini ödüyorum. Sabah 6.30 gibi gidiyorum.

A

merikalı yazar ve şair, The Daily Beast ile 2013 yılında yaptığı bir röportajda, yazma kariyerini ve günlük çalışma alışkanlıklarını şöyle anlatıyor. Yaşadığım şehirde bir otel odası tutuyorum ve her ay ücretini ödüyorum. Sabah 6.30 gibi gidiyorum. Bir yatak, bir masa ve bir banyo içeren bir yatak odam var. Elimde Roget’s Thesaurus -bir sözlük- ve İncil var. Genellikle bir deste iskambil ve bazı bulmacalar. Küçük aklımı meşgul edecek bir şey. Sanırım bunu bana büyükannem öğretti. İstemezdi ama “küçük aklı” hakkında konuşurdu. Bu sayede gençken, yaklaşık 3 yaşımdan 13 yaşıma kadar, Büyük Akıl ve Küçük Akıl’ın var olduğuna karar verdim. Büyük akıl derin düşünceleri düşünmenize izin verir, ancak Küçük Akıl sizi meşgul eder ve böylece dikkatiniz dağılmaz. Büyük Akıl, hakkında yazmak istediğim konuların derinliklerine inerken, o, bulmaca

Ses Dergisi Sayı 20

çözecek veya tek kişilik iskambil oynayacak. Odadaki tüm resimleri ve dekorasyonları çıkarıyorum. Otel yönetiminden ve kat hizmetlerinden odaya girmemelerini rica ediyorum, eğer yere bir parça kağıt atmışsam, çöpe atılmasını istemiyorum. Yaklaşık iki ayda bir kapının altından bir not alıyorum: “Sevgili Bayan Angelou, lütfen çarşafları değiştirmemize izin verin. Küflenmiş olabiliceklerini düşünüyoruz!” Oysa orada hiç uyumamışım, genellikle saat 2’de oradan çıkarım, sonra eve gidip o sabah yazdıklarımı okurum. Ardında da düzenlemeye çalışırım. Zor yazılan kolay okunur. Doğru bir şekilde yazıldıysa, kolay. Tam tersi ise özensizce yazılmışsa, okunması zor. (Böyle bir eser de) dikkatli bir yazarın okuyucuya verebileceğini vermez.

7. Barbara Kingsolver

“İlk sayfaya geçmeden önce yüzlerce sayfa yazmam gerekiyor.” Pulitzer Ödülü adayı, son dokuzu New York Times’ın en çok satanlar listesine giren bir düzineden fazla kitap yazdı. 2012 röportajı sırasında yazar ve anne olarak günlük rutinlerini paylaştı. “Ben çok erken uyanma eğilimindeyim. Çok erken. Saat dört standarttır. Sabahım güneş doğmadan uyanmakla başlar. Yalnız, bunu böyle yapmamın sebebi kafam çok fazla kelimelerle dolu olması ve masama gidip onları bir dosyaya, sayfaya aktarma isteğim. Her zaman kafamda dönüp duran cümlelerle uyanırım. Bu yüzden her gün masamın başına gelmek uzun bir acil eylem gibi geliyor bana. Komik bir şey: insanlar genellikle kendimi yazmak için nasıl disipline ettiğimi soruyor. Soruyu anlamaya çalışmıyorum çünkü benim için disiplin, bilgisayarı kapatıp başka bir şey yapmak için masamdan ayrılmaktır. Atacağımı bildiğim birçok malzeme/ yazı yazıyorum. Bu sadece sürecin bir parçası. Birinci sayfaya geçmeden önce yüzlerce sayfa yazmam gerekiyor. Bir romancı olarak tüm kariyerim boyunca ben de bir anne oldum. İlk çocuğumla hastaneden eve geldiğim

Kültür-Sanat-Edebiyat

7


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021 gün, Fasulye Ağaçları için ilk kitap sözleşmem teklif edildi. Böylece aynı gün hem romancı hem de anne oldum. Bu iki önemli hayat benim için her zaman bir olmuştur. Her zaman ikisini aynı anda yapmak zorunda kaldım. Çocuklarımın bakımının başka birinin desteğiyle yapılıyor olması yazma saatlerimi kısıtladı. Onlar küçükken bu çok zordu. Masamın başındaki her saatimi bir tür ödül olarak değerlendirdim. Zaman geçtikçe ve çocuklarım okula başlayınca çalışan bir anne olmak giderek daha kolay hale geldi. Büyüğü bir yetişkin artık ve küçüğü 16 yaşında, bu yüzden ikisi de artık kendi kendine yetiyor - ama bu kademeli bir süreç oldu. Yazma zamanı benim için her zaman değerli, beklediğim, heves ettiğim ve en iyi şekilde değerlendirdiğim bir şey oldu. Muhtemelen bu yüzden erken kalkıyorum ve kimsenin bana ihtiyacı olmadığı sessiz şafak saatlerinde yazmaya zaman ayırıyorum. Okul otobüsünün benim için ilham perisi olduğunu söylerdim. Otobüs evin önünden ayrılıp bana ilgilenilecek kimse bırakmadığında, ‘Yazma Günü’m o an başlar ve okul otobüsü geri geldiğinde sona ererdi. Çalışan bir anne olarak yazma sürem kısıtlıydı. Öte yandan hayatımı normalleştirdikleri, günümü bir bir yerde noktalayıp akşam yemeği hazırlamamı zorunlu kıldıkları için aileme çok teşekkür ederim. Bu sağlıklı bir şey, işi(yazmayı) bir kenara bırakıp akşam yemeği hazırlayıp yemek. Çocuklarım bana hayatta ve dünyada olmak istediğim insan tipi hakkında her şeyi öğretti. Ayrıca beni geleceğe daha sağlam bağlıyorlar. Anne olmak beni daha iyi bir yazar yaptı. Yazar olmanın beni daha iyi bir anne yaptığını söylemek de doğru.

8

Kültür-Sanat-Edebiyat

8. 9. Nathan Englander Karen Russell

“Cep telefonunuzu kapatın.”

N

athan Englander: “Cep telefonunuzu kapatın.”

Englander, ödüllü bir kısa öykü yazarıdır ve bu röportajında yazma rutinindeki tüm dikkat dağıtıcı şeyleri ortadan kaldırma arayışından bahsediyor. “Cep telefonunu kapat. Dürüst olmak gerekirse, işi halletmek istiyorsanız, fişi çekmeyi öğrenmelisiniz. Mesajlaşma yok, email yok, facebook yok, Instagram yok. Yazdığınız zaman, her neyle meşgulseniz onların durması Çoğu zaman, ki bunu kabul etmek tamamen saçma olsa da, evde ölüm sessizliği olsa bile kulak tıkaçları ile yazıyorum.

Kötü yazmanın tadını çıkarın.” Russell sadece bir kitap yazmıştı… ve bu, Pulitzer Ödülünde finale kalmıştı. The Daily Beast ile yaptığı röportajda, dikkat dağınıklığının üstesinden gelmek ve yazmak için verdiği günlük mücadeleden şöyle bahsediyor… Her gün belirli bir kelime sayısına ulaşmaya çalışan birçok yazar tanıyorum, ancak kurgusal bir dünyada geçirilen zaman, “verimli geçen bir yazma günü” adına daha iyi bir ölçü benim için. Bir yazar olarak oldukça üretken biri olduğumu düşünüyorum, çok fazla kelime üretebilirim ama benim için en büyük ölçü hacim değildir. Bundan daha önemli soru da şu: Masamın başındayken beni öykü dünyamdan alıkoyacak bir şeyle karşılaşmadan beş saat konsantre olmuş bir şekilde yazabildim mi? Emaillerimi kontrol etmeye, internette bir soruya cevap aramaya veya dondurucumda biraz daha yer açmak için bilim fuarı projelerimi ayıklama bir şeyle uğraşmadan yazmam gereken kelimeleri kağıda dökebildim mi? İşin püf noktasının, yazının nasıl gittiğine dair kendi kararsız değerlendirmenizden ziyade yazmayı birkaç saat devam ettirme olduğuna karar kıldım. Ve şu bir gerçek ki yazdığınız ilk


Kasım-Aralık / 2021 taslağınızın yüzde 90’ını atmak zorunda kalacağınız gerçeğiyle kabullenirseniz, o zaman rahatlayabileceğinizi ve hatta nerdeyse “kötü yazmaktan” keyif bile alacağınızı düşünüyorum.

10. AJ Jacobs

Ses Dergisi Sayı 20 ve hareketsiz yaşamın tehlikeleri hakkındaki tüm çalışmaları okudum. Oturmak senin için endişe vericek derecede kötü. Bir doktor bana “oturmak sigara içmenin yeni hali” olduğunu söyledi. Bu yüzden bir koşu bandı aldım ve bilgisayarımı üstüne koydum. Kitabımı yazmam yaklaşık 1.200 mil sürdü. Onu seviyorum, sanki - bir şey için beni uyanık tutuyor.” Jacobs’ın genç yazarlara da tavsiyeleri var… Kendinizi onlarca fikir üretmeye zorlayın. Bu fikirlerin çoğu korkunç olacak. Aslında çoğu. Ama orada da bazı parlak taşlar olacak. Günde 20 dakikayı sadece beyin fırtınası için ayırmaya çalışın

“Kendinizi düzinelerce fikir üretmeye zorlayın.”

A

J Jacobs: “Kendinizi düzinelerce fikir üretmeye zorlayın.”

YAZMA ŞEKLİM dizisi için yapılan bir röportajda Jacobs, günlük yazma rutinlerinden bahsedip genç yazarlar için bazı tavsiyelerde bulunuyor: “Çocuklarım beni uyandırdığında bir kahve içerim. Çocuklarıma kahvaltı hazırlar, okula götürürüm, sonra eve gelir ve yazmaya çalışırım. Bilgi akışı fırtınasından korunmak için kendimi zorlayarak internet erişimine kapatana kadar bu yazma işinde başarısız oluyorum. Ben, yazıda güçlü bir şekilde ana hatlar oluşturmaktan yanayım. Bir taslak yazıyorum. Sonra hafifçe daha ayrıntılı bir taslak. Sonra daha da ayrıntılısı. Cümleler oluşuyor, noktalama işaretleri ekleniyor ve sonunda tamamı bir kitaba dönüşüyor. Koşu bandında yürürken yazıyorum. Bu uygulamaya Drop Dead Healthy kitabım üzerinde çalışırken başladım

11. Khaled Hosseini

“Beğenseniz de beğenmeseniz de yazmalısınız.”

K

haled Hosseini: “Beğenseniz de beğenmeseniz de yazmalısınız.”

Noah Charney ile yaptığı röportajda Hosseini, günlük yazma alışkanlıklarından ve tüm yazarların yapması gereken temel şeylerden bahsediyor: “Hiç ana hatlarını çizmiyorum, faydalı bulmuyorum ve beni içine almasından hapsetmesinden hoşlanmıyorum. Sürpriz ve spontane, hikayenin kendi yolunu bulmasına izin verme tarzını seviyorum. Bu nedenle ilk taslağı yazmayı çok zor ve zahmetli buluyorum. Aynı zamanda oldukça hayal kırıcıdır. Neredeyse hiç düşündüğüm gibi olmuyor ve genellikle onu yazmaya başladığımda hayalimde tuttuğum idealin oldukça gerisinde kalıyor. Yine de tekrardan yazmayı seviyorum. İlk taslak gerçekten üzerine katman, boyut, gölge, nüans ve renk eklediğim bir taslaktır. Benim için yazmak büyük ölçüde “yeniden yazmak” demektir. Bu süreçte, ilk defa kaçırdığım gizli anlamları, bağlantıları ve olasılıkları keşfediyorum. Tekrar be tekrar yazmada amacım yazımın hayal ettiğim şekle gelmesidir. İçinde kitap olduğunu söyleyen çok insanla tanıştım ama tek kelime bile yazmamışlar. Bir yazar olmak için – bu ifade

Kültür-Sanat-Edebiyat

9


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021 basmakalıp gelebilir, farkındayım - ama gerçekten yazmanız gerekiyor. Her gün yazmalısınız ve isteseniz de istemeseniz de yazmalısınız. Belki de en önemlisi, bir izleyici kitlesi için yazın – kendiniz için. Anlatmanız gereken ve okumak istediğiniz hikayeyi yazın. Başkalarının ne istediğini bilmek imkansızdır, bu yüzden tahmin etmeye çalışarak zaman kaybetmeyin. Sadece cildinizin altına giren ve sizi geceleri uyanık tutan şeyler hakkında yazın.”

Bunu Hayatınıza Nasıl Uygularsınız?

B

u günlük rutinler yazmada işinize yarar, ancak bunlardan çıkarılacak dersler ulaşmayı düşündüğünüz hemen hemen her hedef için uygulanabilir. Örneğin… 1. Kendinizi fiziksel olarak zorlamak sizi zihinsel olarak çok çalışmaya hazırlar. Vonnegut, yazmaya ara vermek için şınav çekiyordu. Murakami her gün 10 kilometre koşuyor. AJ Jacobs koşu bandında yürürken yazıyor. Sizin için neyin işe yaradığına karar verebilirsiniz, ancak dışarı çıkıp hareket ettiğinizden emin olun. 2. En önemli şeyi en başta yapın. Kaç mükemmel yazarın sabah yazmaya başladığına dikkat edin? Bu tesadüf değil. Günün geri kalanı kontrolden çıkmadan önce hedefleri üzerinde çalışıyorlar. Ne zaman yazacaklarını merak etmiyorlar ve en önemli şeyi başta yaptıkları için günlük aktiviteleri arasına sıkıştırmak için kavga vermiyorlar. 3. Mücadeleyi benimseyin ve sıkı çalışın. Kaç yazarın yazma mücadelesinden bahsettiğini gördünüz mü? Housseni, ilk taslaklarının “zor”, “zahmetli” ve “hayal kırıcı” olduğunu söyledi. Russell kendi yazısını “kötü” olarak nitelendirdi.

10

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kingsolver, bir kitabın ilk sayfasına gelmeden önce yüz sayfayı çöpe attığını dile getirdi. Başlangıçta başarısızlık gibi görünen şey genellikle başarının temelidir. En iyi yazınızın tadını çıkarmadan önce zor olanı yazmanız gerekir. Yeni alışkanlıkların nasıl oluşturulacağına ve kötü alışkanlıklardan nasıl vazgeçileceğine dair daha pratik fikirler istiyorsanız, alışkanlıklardaki küçük değişikliklerin ne kadar dikkate değer sonuçlara yol açabileceğini size gösterecek olan Atomik Alışkanlıklar kitabıma bakın.

Kaynak: JAMES CLEAR, https://jamesclear.com/dailyroutines-writers


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

Deste tamamlandı. Bugüne kadar gelmemizde emeği geçen siz kalem dostlarına yürekten teşekkürler.

Kültür-Sanat-Edebiyat

11


Kasım-Aralık / 2021

ZEYNEB’İN HİKAYESİ

Ses Dergisi Sayı 20

Zeynip G.Doğu’da kan davalı ailenin oğluyla birbirlerine aşıktır. Aileler evlenmelerine izin vermeyince dağa kaçarlar. Üç yıl sonra annesini özler, onu görmek istek, gizliden köye gelir ama öfkesi dinmemiş olan baba askere “köye pkk geldi” deyip ihbar eder. Zeynep köyün köprüsünde vurulur. “Pore Delalamı Sore” ağıtı Zeyneb’e yakılan ağıttır.

Z

HEVİN

eyneb’in hikâyesidir bu komutan Beşiği kırılır da düşerse diye kollarımı başının altına yastık ettiğim Zeyneb. Yıldızlar saçlarından daha kolay kaysın diye saçına kına yakmışım İkisi de kırmızıdır ya hani Ben bilmeden Xezalamın başına yangın mı çağırmışım?

Bu ovalarda bütün kadınlar önce güneşi karşılardı. Zeyneb güneşten önce uyanırdı komutan

Avlu önce onunla aydınlanırdı Fırat’ın rengi pamuktan bulutlara benzerdi, Avlumuzda şu dağların kuşları hayat arardı Silah sesleri geldi mi dağlardan, yuvasız güvercinler Zeyneb’in eteklerine sığınırdı? De hele komutan! Güvercinler korkuyu nerden bilsindi! Zeyneb’in gözleri, sürüsünü kaybetmiş sığırcığın tesellisiydi. Elleri Çukurova gibi bereketli, kelamı bir serçe kadar narindi. Babaların yüreklerini kızları yumuşatmayınca Avuçlarına hangi çiçeği bıraksam “toprağım bu değil” der gibi soldu Bu kaçıncı çiçek komutan, güneşi bekleyenlere bu kaçıncı pusu? Zılgıtı dilinde kalmış müjdelerin yetimliğidir bu topraklarda aşk komutan Ve törenin öfkesinde Mem gibi sürgün olmaktır sonu. Okumam yoktur benim, ama törenin ettiklerinin hiçbir kitapta yazmadığını iyi bilirim Tandırdan yeni çıkan ekmeğin sıcaklığında selamlamak varken sabahı Neden komutan, neden bu düzen öyle istedi diye ufukların rengi mermiyle kirlensin? Gecenin hükmü güneş batınca değil, sevdalara karanlık çökünce başlar Bak komutan! Gün ortası Zeyneb’in kınalı örgüsünde ki güneşi kaybetmişim. Bir yerin töresi, kanunu insanlığından büyükse, O yerin mezarları kızlarının içinde büyür önce Bunu o kızların yaralarına gelincik çiçeği basarken öğrenmişim Kütüğü yoktur bu düzenin komutan, kötülüğü bulduğu her yerde doğmuştur. Zeyneb’in yüreğinde yeşermesine izin vermediğim ne varsa, Hepsi törenin elleriyle gelip yakamıza yapışmıştır? Gelenektir demişler, günebakan çiçeğini güneşten alıkoymak istemişler

12

Kültür-Sanat-Edebiyat


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

Şu ovanın baharı, bereketsiz zihniyetin tohumlarıyla aynı hizada olur mu? Derdim dilime kepenk vurmuş, bari sen söyle komutan. O gün ekmeğe mahcup değilsek tandıra bile ateş düşürmeyiz biz? Elimdekini görüyor musun komutan?

HEVİN

Susayan bir kısrak görürsem diye bakracımı hazırda taşırım Eğil de bak, Zeyneb’in avuçları da buruşuktur Bu köyün kuyusuz kısrakları avuçlarından su içmiştir de ondan Olmadı komutan olmadı Xezalımın yüzü dam serinliği gibidir Kurşun lekesi endamına yakışmadı Saçları karışınca tarağına rüzgâr sürerdi Bu diyarın esintisi sevdasına sahip çıkanın saçlarında gezinirdi Bunu Zeyneb bilirdi Sen de bil komutan Aşkı tanırdı Zeyneb’im, aşkı tanıdığından düşmanından da haberliydi. Ondandı atını hep yüksek dağlara sürmesi, İsyan değildi bu, aşka gidişti. Aradığı, zulmün sessizliğinde boğazlanmamış sevinçlerdi, Zeyneb değmeyenin eline atının eyerini vermez komutan! Bilirim, çünkü ben öğretmişim Ceylanıma, yelesine yapıştığı kısrağa cesaret vermeyi. Aşklar pusuya yenilmez komutan, vurulan tek şey vuranın cesaretidir ancak Türküsü yarım kalırsa ciwanların, bir şiirle tamamlarız aşka kurban gitmiş tüm hikâyeleri Umut hiç ihbar edilir mi? Nerde kuru toprağa direnmiş bir servi ağacı anlatılsa, Zeyneb’in adı değsin aklına, Umuda sıkılmış her kurşunun ardından güneş geç doğar Mezopotamya’da Gözlerinde, yavrusu hiç yere vurulmuş bir ceylanın bakışını görüyorum komutan Sizin ovalarda da seven vurulur, sevilen koparılır mı yardan? Sesim anne, sesim aşk, sesim Hevin, sesim çağlayan Kelepçelenmiş tüm kursakları hevesine kavuşturan Türküsü yarım kalmasın Zeyneblerin komutan Dengbejlerin nefesini lisanıma sürsün Yaradan, Ölümden ötedir öyküsü âşıkların, ben anlatırım, yorulmam! Dicle’nin sesi kısılmış tüm taşkın suları peşi sıra yürüsün ardımdan.

Kültür-Sanat-Edebiyat

13


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

K

elimeler boğazımda düğümlü bir sabah vakti Mevsimlerden güz, hasret günlerinden bir gün. Sessizliğime gizlenmiş duygularım, duyulmayan çığlıklarım.

ANILARIM

elif coşkun

Mevsimin gitme zamanı geldiğinde, gidesim gelir tüm benliğimle. Belki de tekrar doğmaktır tüm isteğim, sıfırdan taze bir ilkbahar masumluğunda. Hasret türküleri eşliğinde şiirler yazasım gelir dağlara, taşlara, uzayıp giden yollara. Doğsam sıfırdan ah o baba diyarında.

Güz mevsimi demiştim ya, güz mevsimde değil yüreğimde aslında.

Haykırıyorum sessizliğimle tüm dünyaya Neredesin çocuksu yanım? Nerede baba şefkatinde gizlendiğim anılarım? Bilsem ki düşler vuslat olacak baba ocağına, Uyurdum asırlarca ulaşmak için o anılara, Söyleyin haykırın teselli cümlelerini, Uyandırın takılanı geçmiş anılarına Uyansın ki yüzleşsin gerçek olanlarla, Zaman ah zaman eskisi gibi kalmayacaktı elbet, Değil sakin bir nehir, hızlı akan şelaleler misali Sonsuza dek geri gelmeyecek olan hatıralar Duyursam sesimi rüzgara , fısıldar gider miydi okyanuslar boyunca? Yakınmamalı derler insan yaşadıklarına, Sonbaharı da sevmeli basmalı bağrına, Her soluş bir doğuş olacaktı taptaze yarınlara, Yenilenmek gerekiyor belki de mevsimler aracılığıyla, Yarına, yarından öte hayatımıza. Aldanmamalı tabiatın hasta duruşuna, Soluyor dökülüyor gibi hastalık misali, Gelecekten bir haberdi sanki Batan güneşin ardından doğan güneş kadar bir kararlılık var tabiatta Ah içimdeki hazin güz Doğa ders veriyor sana Solduğuna şaşmamalı, yılmamalı Bakma hüzün kaplayan hastalıklı yanına mevsimin Sabret ve bekle senin için hazırlanan harikalar diyarına Seslen içindeki hapsolmuş hasretle bekleyen çocuğa Beklemeye değecek ve çiçek vereceksin yakında

14

Çok yakında.

Kültür-Sanat-Edebiyat


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

G

UMUT

mihman

özlerin parlıyordu Umut kovalıyorduk geceleri Sessizlik içinde kalbimiz konuşuyordu En güzel sessizlik senfonisi çalıyordu Sadece biz duyuyorduk Gözlerin parlıyordu Ellerimiz kenetlenmiş, gökyüzüne bakıyorduk Yeni bir sima katılıyordu aynamıza

Sen ben diyordun, ben sen diyordum İkimizden birer parça konuyordu semaya Gülümsüyordu Gözlerin parlıyordu Berlin duvarı yıkılıyordu Özgürlük türküleri çalıyordu gramofonda Yüzlerimiz bakıyordu dünyaya Gözlerimiz gönüllerin ahenginde dolanıyordu Tarifi olmayan duyguydu seninle olmak Söyleyemiyordum Yaşıyorduk. . .

_nur85 : Zövqlü və tabi bir dərgidir. Usanmayan insanlar təbrik edirəm. Kültür-Sanat-Edebiyat

15


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

Yasin Toksoy

HİKAYE

KALBİN SESİ

16

Kültür-Sanat-Edebiyat

H

ava çok sıcak. Şu çınarların, çamların, meşelerin, gürgenlerin uzadığı güzelim ormanda bile bu derece sıcaklık olması şaşılacak şey. Gittikçe de artıyor sıcaklık. Aslında belli bir dereceye kadar normal bu sıcaklık ama ne olduysa şu birkaç saatte oldu. Bir şey mi oluyor acaba dışarıda? Bir çıkıp baksam iyi olacak. Yavruları bırakıp gitmek de pek mantıklı değil fakat yine de durduğu yerde duramıyorsun. Ağaç kovuğunda yaşamanın en güzel yanı yüksekte olmak. Ağacın tepesinde doğru çıkınca tüm ormanı görebiliyorsun. O muhteşem tabiat ananın nefesini kulaklarınla işitebilmek, ormanın sessizce homurdanması, kuş âleminin şarkılarını yankısı, hepsi birden kulaklarına doluyor. Yerin altında yaşayınca da illaki başka bir güzellik vardır ama hem orta da durmak bizim kısmen şanslı olduğumuzu gösteriyor. Böyle düşünüyordu öğlen vakti ormanın orta yerinde yavruları ile birlikte bir ağaç kovuğunda yaşayan sincap. Biraz tereddüt ettikten sonra yavrularına oyalanacak birkaç meşe palamudu bırakıp yuvadan çıktı. Çıktıkça sıcaklığın daha yakıcı hale geldiğini hissetmeye başladı. Öyle bir sıcaktı ki terlemeye başladı. Kaç yıllık hayatı boyunca böyle bir sıcak görmemişti. Sonra bu kokuda neyin nesiydi? Ya havadaki grilik. Hayra yormak istedi fakat garip bir korku içine gelip oturdu. Bu ormanda ilk defa korku duydu. Yılanlardan da korkardı fakat bu defa öyle kaçıp kurtulmayı düşünebileceği bir korku değildi bu. Minik yüreğine sığmayacak bir korkuydu bu. Orman yanıyor olabilir miydi? Mümkün değil. Burası yerleşim yerlerinden çok uzaktaydı. İnsan eliyle fındık yiyen eski akrabalarından ve yine onların çıkardığı orman


Kasım-Aralık / 2021 yangınından kaçan ailesinden duymuştu. Öyle bir can havliyle koşmuştu ki annesi, yıllarca o insan denen varlığı bir daha görmenin mümkün olmayacağı kadar uzağa gelmişti. Oysa şimdi bu uzaklıkta bile insan elinin ateşi onlara değmeye başlamıştı. Ne demeye şu insan denen varlık yaşardı ki ormanda? Zarar ziyandan başka ne faydası vardı ki ormana? Şurada yıllardır yaşadıkları halde, böylesi bir korkuları olmamıştı. Ah şu insan denen yaratıklar. Tüm dengeyi bozuyorlardı. Bir aralık iyimserliği tuttu. Yangın olsa, oradan buraya gelmeden muhakkak söndürülürdü. Her gün, kuşlara benzeyen, fakat kuşlardan farklı olarak homurtuyla uçan devasa varlıklardan üzerlerine su dökülerek yangının söndürüldüğünden de bahsetmişti

Ses Dergisi Sayı 20 Ceylanların çığlıklarını duydu. Sonra kaplumbağaların. Kaplumbağalar hayvanlar içinde en sevdiği ve en naif olanlarıydı. Ateşten kaçamayacak kadar yavaşlardı. Ormanda kimseye zararları olmayan bu hayvanlar bu sakinlikleriyle neredeyse yüzyıl yaşarlardı. Oysa şimdi can havliyle bile kaçamıyorlardı. Ayaklarından itibaren artan sıcaklıkla kabuklarına çekiliyor sonra da alevler içinde yavaş yavaş kül oluyorlardı. Bu manzarayı daha fazla izleyemedi. Korkuyla aşağı indi yuvasına girdi. Yavrularını çıkarmak zorundaydı. Fakat nereye gidecekti? Koca orman. Yeni bir ağacın kovuğuna yuva yaparım diye düşündü. Fakat bu yedi yavruyu birden kaybetmeden nasıl çıkaracaktı bu alev hilalinin

duyunca gerisini dinlemediler bile. Anne tekrar tekrar olanları ve olacakları anlattı. Bir şey dışında. Ormanın yandığından bahsetmedi. Yavrularının korkmasını istemiyordu. Gittikleri yerde sanki hiçbir şey olmamış, böyle bir facia yaşanmamış gibi yaşamak istiyordu. Oysa yavrular için durum hiçte annenin anlattığı gibi olmayacaktı. -Beni takip edeceksiniz. Hızlı bir şekilde ardımdan geleceksiniz. Anlaşıldı mı? Dedi anne. Yavrular başlarını sallayarak onu onayladılar. Yavrularını peşine takıp yuvadan yavaş yavaş ayrıldı anne. En yaramaz ve haşarı olanı hemen ardına aldı. O diğerlerini ayartmasa, diğerleri kendiliğinden peşinden gelir sanıyordu. Fakat yavrular ilk kez dışarıyı görmenin heyecanı içindeydiler. Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyorlar, ağaçların boylarına bakıp

Ağacın tepesine tırmandığında gördüğü manzara karşısında dili tutuldu. Gözleri kocaman oldu. Koca bir ateş kütlesi gittikçe yaklaşıyordu. Diğer iki yanına baktı. Oralarda da aynı manzara vardı. Hayvanların çığlıklarını da duyar olmuştu şimdi. bir ceylan. Yalan söylüyor olamazdı herhalde. Bir süre bu tereddüdü yaşadıktan sonra ağacın gövdesinden yukarı doğru hızlıca tırmanmaya başladı. Ağacın tepesine tırmandığında gördüğü manzara karşısında dili tutuldu. Gözleri kocaman oldu. Koca bir ateş kütlesi gittikçe yaklaşıyordu. Diğer iki yanına baktı. Oralarda da aynı manzara vardı. Hayvanların çığlıklarını da duyar olmuştu şimdi. Kimi kuşlar, yuva yaptıkları ve henüz uçamayan yavrularının üzerinde olduğu yanan ağaçların tepesinde feryat figan uçup dururken, birden yükselen alevler onların tüylerini yakıyor ve acı bir çığlıkla ateşin içine düşüyorlardı.

ortasından. Bu hilal şeklinde gelen ateş, bir çembere dönüşerek onlara ulaşmadan önce yavrularıyla birlikte çıkabilmesi mümkün müydü? Çıkmalıydı zira başka çaresi yoktu. Ağlamaya başladı. Ah bu orman, dünyanın en büyülü renklerinin bir arada bulunduğu yer nasıl yanardı? O ahenkli sesler birdenbire nasılda bir çığlık, sonra da ölüm sessizliğe dönecekti. Zihni bu düşünceyi kaldıramadı. Yavrularının elindeki meşe palamudunu aldı ve kenara koydu. Onlara yüksek sesle ne yapacaklarını tembihledi. Yavrular daha önce hiç yuvadan çıkmadıkları için, yenidünyayı keşfedecekleri haberini

@ahd_12368 : “Orjinal , gerçek, özel, kendinden bir dergi.”

Kültür-Sanat-Edebiyat

17


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021 kendi küçüklüklerini düşünüyor, öte yandan sanki bu ağaçların sahibiymiş gibi nasılda daldan dala hoplaya zıplaya geçebilme yeteneklerinin olduğunu idrak etmeye çalışıyorlardı. Güneşten gözlerinin kamaşmalarının yanında ormanın büyüklüğü de gözlerini kamaştırıyordu. Hâlbuki karşısında ne kadar küçük olduklarını düşünebilecekleri koca dünya ve gezegenler vardı daha. En yaramaz olanı bir aralık kaşla göz arasında kayboldu. Bir tavşana takıldı gözleri. Kendisine bu kadar benzeyen ancak bir o kadar da yabancı olan bu tombul yaratığın ne demeye yerinde kalakaldığını anlamaya çalıştı. Oysa tavşan dakikalarca koşmuş ve nihayet yorulunca kendisini bir ağacın dibine

ormanın yandığı tarafa doğru koşmaya başlamıştı. Bunu fark etmeksizin dakikalarca koştu. Minik kalbinin çarparken çıkardığı sesi duyuyordu. Biraz sonra mahşeri bir kalabalığın üzerine doğru geldiğini gördü. Kangurular, ceylanlar, tavşanlar, tilkiler ve daha nicesi. Bir hışımla geçtiler. Kafile kafile geliyorlardı sanki. Belli ki yangından kaçıyorlardı. Üzerine gelen kalabalıktan kaçmaya çalıştı ancak üzerinden geçen bir ceylanın ön ayaklarından kurtulduysa da arka ayaklarından kurtulamadı. Ne olduğunu anlayamadan sağa sola yuvarlanmaya başladı. Toz toprak içerisinde kalmış, yüzü gözü kanamaya başlamıştı. Diğer hayvanların ayaklarından ise mucize eseri

mı? Toprağı kirletiyorlar, ormanı yakıyorlar, denizleri pislikleri ile doldurup milyonlarca balık türünün soyunu tüketiyorlardı. Ne istiyorlardı güzelim yeryüzünden? Bu kadar vahşice tabiata saldırmalarını aklı hiç almıyordu. Belki de akılları yoktur diye düşündü kendi kendine. İyi ama kalbide mi yoktu insan denen canlının? Ya vicdanı? Bunlar olmadan nasıl yaşıyorlardı? Bizim ormanın en vahşileri bile, sadece kendilerine o an yetecek kadar avlanırlar, daha sonra ise kurdu, kuşu, faresi, yılanı ne varsa sırayla yer hepsi birden sofrayı kaldırırlardı. Ya insan, neden sofraları olan dünyaya kötülük ediyordu ki? Daha çok şey düşünecekti fakat ateşin

“Bu tarafa, bu tarafa, yuvaya doğru sıkın suyu.” diye bağırıyordu. Küçük sincap üzerine doğru serpilen suyu hissedince şaşkınlığı geçmeye başladı. Kendisine doğru koşan yaratık onu iki eliyle tuttu kavradı ve kaldırıp göğsüne doğru bastırdı ve söndürülmeye çalışılan ateşin ortasından çıkarak geldiği istikamete doğru koşmaya başladı. bırakmıştı. Yavrularının her biri bir yere tünemişti tavşanın. Gözlerindeki telaş ve endişe yavru sincabı ürkütmeye yetti. İlk defa gördüğü tavşana yardım etmek, kısacık kollarıyla koca tavşana omuz vermek isterdi. Fakat ailesinden ayrılmasının imkânı yoktu. Hem zaten geride kalmıştı. Bir an önce onlara yetişmesi gerekiyordu. Ansızın arkasına döndü fakat diğerlerinden eser yoktu. Ne kadar da hızlı hareket etmişlerdi. Gittikleri yöne doğru hızla koşmaya başladı, öyle hızlı koşuyordu ki, minik kalbinin yerinden çıkacağını hissediyordu. Korku, telaş, şaşkınlık gibi duygular vücudunu etkisi altına almış terlemeye de başlamıştı. Ne kadar koşarsa koşsun diğerlerinden bir iz yoktu. Oysa farkında olmadığı bir şey vardı. Telaş içinde sağına solunca bakınırken yönünü karıştırmış ve

18

Kültür-Sanat-Edebiyat

kurtulmuştu. Sonrasını hatırlamıyordu. Kendisine geldiğinde inanılmaz bir sıcaklık hissetti etrafında. Yanan ağaçların bağırış çağırışlarımıydı bu duyduğu bilmiyordu. Ancak gözünü açtığında gördüğü şey yangının ortasında kaldığıydı. Hangi yanına baksa ateş görüyordu. Ağaçların onlarcası yanıyor, yanan dallar üst üste düşüyorlardı. Üstüne düşmekte olan dalı fark etmese altında kalıp ezilebilirdi. Hemen yanına düşen dalın üzerinde bir yuva fark etti. Tepesinde uçup duran kuşun yuvasıydı bu. İçindeki altı yavrunun hiçbirisi uçamıyordu. Tüyleri daha yeni yeni kabarmaya başlamıştı yavruların. Kendisiyle birlikte kalan bu yavruların başına gelecek olan şey daha iç yakıcıydı. Kim çıkarmıştı bu yangını? Annesinin insan diye bahsettiği varlıklar

sıcaklığı ve duman düşünmesine de hava almasına da engel oluyordu. İmdat çığlıklarını duyanda yoktu. Yuvadaki yavru kuşlarla birlikte kül olacaktı. Anne kuş dumandan görünmez olmuştu. Belki de yükselen ateş onun kanatlarını yakmış onu da yutmuştu. Bilmiyordu. Her şeyden ümidini kesti. Ah keşke ölmek üzereyken son kez annesini ve kardeşlerini görebilseydi. Maalesef artık imkânı yoktu. Kuyruğunu topladı. Başını ellerinin arasına alarak bir topak halini aldı. Üzerine gelen alevlerin tüylerini yalamasına izin verdi. Kulaklarını elleriyle tıkadı. Yanan diğer hayvanların çığlıklarını, az ötede yanan yuvadaki yavruların feryatlarını duymak istemedi. Tüylerinin yanmaya başladığını fark ediyordu. Canı çok yanıyordu. Olduğu yerden hareket etmedi. Biraz sonra


Kasım-Aralık / 2021 daha önce hiç duymadığı bir ses çalındı kulağına. Ellerini hafifçe çekti kulaklarından. Doğruydu. Daha önce hiç duymadığı bir varlığın sesiydi. İnsan sesiydi bu. -“Bu tarafa, bu tarafa, yuvaya doğru sıkın suyu. ” diye bağırıyordu. Küçük sincap üzerine doğru serpilen suyu hissedince şaşkınlığı geçmeye başladı. Kendisine doğru koşan yaratık onu iki eliyle tuttu kavradı ve kaldırıp göğsüne doğru bastırdı ve söndürülmeye çalışılan ateşin ortasından çıkarak geldiği istikamete doğru koşmaya başladı. Konuşmuyordu fakat kendisini tuttuğu yerden bir ses geliyordu bu insan denilen yaratığın. Galiba kalbinin çarpıntısıydı bu duyduğu. Evet evet, bir kalbi vardı ve öyle hızlı çarpıyordu ki; sanki bütün ormanı kurtaracak kadar güçlü bir sese sahipti bu kalp. İnsanında bir kalbi olduğunu düşününce kendisini artık bıraktı. Acılarını, korku ve endişelerini o an unuttu. Emin ellerdeydi. Kalbi olan bir insan onu kurtarmıştı. Annesini ve kardeşlerini de kurtarmış olabilecekleri umuduna sarıldı. Artık biliyordu. ormanı, denizleri, doğayı da kalbi olan birileri kurtaracaktı. Usulca gözlerini kapattı ve sesiyle kendisini saran kalbin üzerinde uykuya daldı.

Ses Dergisi Sayı 20

@saratenerr: “Ses demek, aile sıcaklığında soluklanan edebi haz demek... Edebiyatta kalite, seviye, titizlik demek.. Ses demek taze bir bahar sabahı büyüsünde yasemenleri koklamak demek. Yıldız kırpmak şiir yollarına mısralarca, hüzünden ve aşktan kelimeler dikmek öykülerce demek. Ses demek kilometreleri sıfırlamak yüreklerde ve huzurunu sesinin tınısında imbik olup akıtmak demek...”

Kültür-Sanat-Edebiyat

19


Ses Dergisi Sayı 20

ayse beçene

Kasım-Aralık / 2021

B AL/KIŞ

ir al/kış bırakmalıyız

Akarken zaman Eylül ırmağından usangın Menekşe kokulu dağlara Yılkı endamlı bulutlar iner Rahvan toynaklardan Dalarken turkuaz koylara Gökyüzünde vurgun yemiş Kürek mahkûmları Hükmünü okurken Buğday yüzüne değen Ebabil kuşları Kırk kışın ortasından Geçip giderken a/yaz Kör yıldızlar eleğinde Kurumuş taflanlardan Sarar/an yaprakları Toplayan asık suratlar Çığlık sarmalı durağı Yalı başında falezlerin

ŞİİR

Kör kulaklara t/uzak Eprimeyen dostlarla Değirmen arkının Kara kurbağaları

sağ/ır

Öpmeyi bilir misin Sokaklarından uzak Papatya taçlı çocukları

20

Kültür-Sanat-Edebiyat


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

zeynep gür

ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU

S

esleniyorum sana

Çığlık çığlığa Duymazsın beni Buralarda dilsizim Önümde akıyor İnn Nehri Sözlerim var suları kadar Dilimde bir durgunluk Akamıyorum yabancı havzalarda Taşıyorum ümitlerimi Karganın cevizini taşıdığı gibi Duygularım Alp dağlarında dolaşır Kimi zaman zirvelerinde kimi zaman yamaçlarında Kim bilir belki bir gün Bir yuva bulurum cevizi bırakacak

ŞİİR

Ya da Tanıdık bir havza bulurum sözlerimle akacak Kim bilir belki de Bir insan bulurum yüreğine akacak Çirkin ördek yavrusuyum bu şehrin Anlaşılacak bir gün kuğu olduğm

Kültür-Sanat-Edebiyat

21


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

Bir Fikir

R

KAYBOLMANIN EŞİĞİNDE SEYFULLAH SACİT

ÖYKÜ

uhumdaki esaret haliyle başlamıştı her şey. Bilindiğinin aksine malum zamanın çok öncesine dayanıyordu hikâyem. Malum zamandan sonra ise bu esaret bir süreliğine bedenimi de esir almıştı. Anlamlandırma çabalarının sonunda bir anlama ulaşamamak gibi büyük bir buhranın köşesinde durmuşken, sakince zamanı seyretmeyeli neredeyse üç yıl olmuştu. Süleymaniye’nin dar sokağına girdiğimde, tanışıklık zamanlarından uzak kaldığımın resmini çiziyordu hayat bana. Dar kemerin içinden geçerken üstümde duran kubbe şeklindeki kemerin selamını dahi alamamıştım bu kez. Biraz ilerleyince onca hikâye biriktirdiğim bu mekânın yabancılığını hissettim. Oysa en bilinen şahsiyetlerinden biriydim bu mekânın… Çok sürmeden bunu bana hatırlatan bir sesle irkildim. - Hocam! Etrafıma bakındım ama kimse yok gibiydi bana seslenen. Adım o zamandan hoca kalmıştı. Ben bu isimden sıyrılamamıştım. Tekrar aynı ses ve bir kez daha; -Hocammm! Tekrar geriye doğru baktım. Bu kez tanıdık bir sima. Koşar adım bana yetişmeye çalışıyordu. Yüzünde heyecan sevinç karışımı bir duygu huzmesi… Yine tekrarladı gelirken yanıma; - Hocammm!

22

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir anda sokağın ortasında tarifi imkânsız duygular içinde kalakaldım. Sakince duruyordum. İç dünyamda ise bir fırtına esiyordu. Yanıma yaklaştı. Sıkıca sarıldı. Elimde cezaevindeki eşyalarımı koyduğum poşet yere düştü. Öyle bir sarılma ki öleceğim sandım. Kollarımdan tuttu sonra; - Hocam, demek çıktınız. Çok sevindim. Ardından aynı boğulma tehlikesini tekrar yaşayarak bir sarılma daha… Poşeti yerden aldı. Bense efsunlanmış bir vaziyette yüzüne bakabiliyordum sadece. O kadar yabancı, o kadar yalnızmışçasına... Konuşarak yürümeye devam ettik. Birkaç kelime döküldü ağzımdan ama devamı yok. O konuşuyor, ben sokağın tarihi duvarları içinden bir yabancı gibi geçiyormuşçasına bir acı içinde kıvranıyordum. Onu dinleyemediğim anlaşılmasın diye arada yüzüme bakıp gülümsüyor ve o an ne dediğini bilmememe rağmen onu onaylayarak bir nevi onu ikna etmeye çalışıyorum dinlediğime. Tarihin tozlu raflarında unutulan, bazen o raflardan çıkarılıp okunan bir kitap gibi sessizce rafıma beni tekrar koymalarını dilercesine yüzüne baktım en son. O gün sadece bana vebalı gibi bakmayan insan o olmuştu. Hikmet... Adındaki anlama dikkat kesilerek, hikmetini anlamadığım bir şekilde bana sıcak geldi gülümsemesi. Lakin hikmet çok uğramazdı buralara. Anca uğradığında bir çay içerdik dostlarımla beraber onunla. Hikmet bana sarılmıştı oysa o gün. Dostlarım? Hiçbiri yüzüme bakmamıştı. Toplumun tüm kutuplarının ahenk

içinde yaşadığı bir dünya hayaliyle yaşayan bir adamın, tüm farklı düşünenlerce dışlanması sorun oluşturmuyordu onun için. Asıl sorun kendi düşüncesine sahip insanların bunu yapmasıydı. Kendilerini bilmeye yelken açtığına inandığı dostlarının bunu yapmasıydı asıl can sıkıcı olan. Aidiyet hissinden bunca zaman uzak kalmanın getirdiği boşlukla sığınacak dal arayadursun ait olamamanın bir yeri sahiplenememenin hüznü içindeki sırları çözmeye çalışıyordu. İstanbul gibi bir şaheserin içinde kaybolmayı istediği zaman dilimlerinden çıkmış, şimdi kaybolduğu şehirde kendini arayan bir meczup rolüne bürünmüştü. İlerlemeye devam ettiler. Hikmet konuşmaya devam ediyordu. Selim susmaya ve arada hikmet anlamasın dinlemediğini diye baş sallayıp onu onaylamaya. Mehmet amcanın dükkânının önüne geldiklerinde sakince başını kaldırdı. Acaba dedi. Burası da mı artık yabancı? Devam edecek…


Kasım-Aralık / 2021

NURLANA MƏMƏDOVA

Turist

O

var idi, bu yox idi, bəzən az idi, bəzən çox idi, ilingünün boş vaxtı , böyük şəhərlərin xoş vaxtı , Yer kürəsinin meyxoş vaxtı

Ses Dergisi Sayı 20 oğlana verdi. Oğlan dağı aşıb, böyük çay qırağında böyük ağızlı timsaha rast gəldi.

-O zaman balalarımdan birini götür başına çətir tut, - söylədi göbələk.

Oğlan nəm torpaqda artan -Ay turist, hara belə?- timsah soruşur: göbələklərdən birini qoparıb, kötüyünü qucaqlayıb yola düşdü. -Şimala gedirəm, sonra da Qərbə Beləcə o, dağları aşıb, çaylarda üzüb, gedəcəyəm, sənə yağlı balıqlar dənizləri keçib , böyük bir adaya gətirimmi? çatdı. Ada onun o qədər xoşuna gəldi Timsah razılıq edib, iştaha ilə dişlərini ki, kötüyünü bura sancıb yaşamağa başladı. şaqqıldatdı.

ÖYKÜ

-O zaman dəmir kimi möhkəm dərini Aylar ötdü, illər dolandı. . . bir gün mənə ver, çayı keçəndə ayaqlarım su turist oğlanın yadına düşdü ki, Yeri səyahət edərkən verdiyi vədlər var idi. olmasın. idi. Onları yerinə yetirməyin zamanı çatıb. Timsah razılaşdı. Saman yolundakı ulduzların arasında O, əsasını götürüb, çantasını yığışdırıb Oğlan çayı keçəndə ilana rast gəldi. bir oğlan yaşayırdı. Günlərin bir günü yavaş – yavaş yeni səyahətə hazırlaşdı. oğlan Yerə səyahət etmək qərarına İlan suda qıvrılıb ondan hara getdiyini gəldi. Səyyah çantasını belindən aşırıb, soruşdu. parlaq və sönük ulduzlardan aşıb Oğlan dedi: dünyanın düz ortasına, yumurtanın içi kimi sapsarı, yupyumşaq bir düzənliyə Asiya qitəsindən keçib , qərbə çatdı, uzun otların uclarında yellənərək gedəcəyəm, qohumların uçan ilanlara salam deyimmi? nəğmə oxuyan quşlara rast gəldi. Başladı onları yamsılamağa. Nəğməkar -Əlbəttə, de. Denən , bir gün biz tərəfə quşlardan zümzümə etməyi öyrənən də uçsunlar. oğlan sağollaşanda onlara dedi: - O zaman dərini mənə ver, üstüm su -Mənə qəşəng mahnılar öyrətdiyiniz olmasın. üçün, çox sağ olun, yolboyu Dəriyə bürünüb çaydan dənizə keçən darıxmayacağam. Qayıdanda oğlan şişman bir balığa rast gəldi. sizə oxuyan bulaqların -Ay oğlan hara üzürsən? - balıq soruşdu. suyundan gətirəcəyəm. Böyük okeana üzürəm, ulu nənən Sonra o, dümdüz düzənlikdə nəhəng balinaya səndən salam düz gedə - gedə gəlib bir dağa çatdı. Dağı da aşanda bir ayıya deyimmi? rast gəldi. Ayı onun qarşısında -Əlbəttə de, onu çox sevdiyimi də de. insan kimi oturub soruşdu: -O zaman gözlərini müvəqqəti mənə -Hara belə, turist oğlan? ver, suyun altında görə bilim, sonra - Şimala gedirəm, qohumların qaytararam. ağ ayılara salam deyimmi? Oğlan yolda yoruldu , bir kötüyə -Ah, nə gözəl. Əlbəttə , de. Denən, buzun altındakı yağlı balıqları yeyəndə məni də yada salsınlar.

söykənib mürgüləməyə başladı. Oyananda başının üstündə böyük bir papaq gördü. Göbələk papağını qaldırıb soruşdu.

@yasintoksoy65 : Sessizliğin orta yerinde bir avaz olmuş ,üzerimizde ki ölü toprağını atmış bir dergidir.

-Xəzini mənə verərsənmi, yolda -Dincələ bildinmi? üşüməyim? -Dincəldim, çox sağ ol. Ancaq indi yağış yağır, çətin olacaq səyahət. Ayı o saat kürkünü çıxarıb

Kültür-Sanat-Edebiyat

23


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

Bir Sonbahar Hatırası esra dolunay

G

eniş bir caddenin kenarında uzanmış rengarenk ağaçların altından geçerken basmaya kıyamayacağım canlılıkta sonbahar yapraklarına bakıyorum. Zaman zaman bu renklerin yapay geldiği ağaçların birinden alev kırmızısı bir yaprak önüme düşüyor. Ve beni o güne götürüyor.

ÖYKÜ

O günlerde de yapraklar dökülüyordu. Daha az parlak, daha az renkli ama daha gerçek yapraklar…

“Benim gerçekten sevdiğim insanlar azdır, beğendiklerim ise büsbütün az. Dünyayı görüp tanıdıkça hoşnutsuzluğum artıyor.”

İstasyondaki yaprakları rüzgar bir yöne savururken, ters yönden gelen bir tren öteki tarafa savuruyordu. Trenlerden kalkış vakti gelen ağır ağır hareket ediyor ve iki dakika sonra aniden hızlanıp gözden kayboluyordu. Ben kalkış saatlerini gösteren kırmızı tabelanın önündeki bankta oturmuş kendi trenimi bekliyordum. Hızla geçen başka bir trenin camlarından yansıyan güneş bir anda gözüme çarpmış ve bir kaç saniyeliğine etrafı beyaza bürümüştü. Gözlerimi ovuşturup saate baktım. Görüntü nihayet netleşince benim tren saatinin geldiğini anladım. Çok geçmeden uzaktan bir uğultu daha duyuldu ve büyük bir gürültü halinde önümde durdu. İnsanlar koşarak trene yetişmeye çalışıyordu. Acelem yoktu zaten koltuk numaram belliydi. Üstelik karşılıklı bakan dörtlü koltuktan birini seçmiştim. Daha geniş olması ve ortada masasının bulunması dörtlü koltukları bana hep daha samimi hissettirirdi. Ayrıca kitap okumak ya da yazı yazmak ya da atıştırmak için de ideal bir yerdi. Tabi bu koltukları genelde çocuklarıyla rahatça seyahat etmek isteyen geniş aileler tercih ederdi. Yani gürültülü bir yolculuk geçirme ihtimalim yüksekti. Ama o zamanlarda sanırım insanları severdim ve trendeki her bir insanı yazılmamış bir kitap gibi görürdüm. Cam kenarında oturuyordum. Önümdeki bana bakan iki koltuk boştu. Yanıma ise bir üniversite öğrencisi oturmuştu. Selam verip kısa bir muhabbetten sonra kitabımı açıp okumaya başlamıştım.

24

“…ama hata yapma ya da başkalarını mutsuz etme kastı olmadan da hata yapılabilir ve üzüntü verilebilir.

Kültür-Sanat-Edebiyat


Kasım-Aralık / 2021 Düşüncesizlik, başka insanların duygularına karşı dikkatsizlik, kararsızlık da aynı işi görür. “1 Tren hareket etmek üzereyken önümdeki koltuğa iki kişi oturdu. Bir konu hakkında uzun uzun konuştukları kesindi. Arada bir telefondan birbirlerine bir şey gösteriyorlardı. Birbirleriyle öyle bir koyu muhabbete dalmışlardı ki onlardan biri önüme yayılmış kocaman ayaklarını toplama zahmeti göstermiyordu. Kitabıma odaklanmayı denedim. “Benim gerçekten sevdiğim insanlar azdır, beğendiklerim ise büsbütün az. Dünyayı görüp tanıdıkça hoşnutsuzluğum artıyor. ”2 Tren ışıltılı bir gölün yanından geçiyordu. Gölün etrafı ise ormanla kaplıydı. Yeşil çam ormanları… Bu güzel manzaradan gözlerim yine önüme doğru uzanmış koca ayaklara kaydı. Artık dayanamayacaktım. O koca ayaklar yayıldıkça içimden öfkeyle sayıyordum. “Ne kaba insanlar var, üstelik karşısında biri otururken geniş geniş yayılmak da ne! İnsanın biraz karşısında oturana saygısı olur! Nerden seçtim bu dörtlü koltuğu!”

Ses Dergisi Sayı 20 katlayıp sıkıştırmıştı. Ben “Önemli değil” derken, koltuğumda kaybolmuştum. Camdan yansıyan kendimi görmek istemiyordum. Önyargıyı tozlu bir gözlük gibi yüzümde taşıyordum ve karanlığımın farkında değildim. Onlar ise sonsuz beyaz bir ışığın içinde yaşayanlardı. Tren son durağa yaklaşmıştı. Önümde oturanlar iyi günler dileyerek trenden çıktılar. Ben ise içimdeki karanlığı daha fazla insanın görmemesi için ağırdan almıştım. Trenden inenler istasyonda sağa sola dağıldılar. İki beyaz baston ise önümden geçip gitmişti. … Hafif bir rüzgar esiyor. Bu canlı ve renkli yaprakları konfeti gibi başımdan aşağı döküyor. Bu rüzgar beni yeniden bir kartpostal görünümündeki caddeye döndürüyor. Kilise papazını görüyorum. Birine yolu tarif ediyor. Yolu tarif ettiği kişi köşeyi dönüp beyaz bastonuyla gözden kayboluyor. *1-2 Jane Austen “Gurur ve Önyargı”

Son cümlem ise sertçe dışarı fırlamıştı. “Ayağınızı toplar mısınız!” Adam umursamaz şekilde hatta ben yokmuşum gibi yanındaki arkadaşıyla konuşmaya devam ediyordu. Tren gürültüyle bir dönemeci geçiyordu. Daha sesli tekrarladım. “Ayağınızı toplar mısınız artık!” Karşımdaki yüz sesin geldiği yönde birini arıyor gibi bana doğru döndü. Gözleri boşlukta tedirgin halde geziniyordu. Aniden bu sonsuz boşlukta bulmuştum kendimi. Gözlerindeki karanlık bana kendi karanlığımı göstermişti. Düştüm ve düştükçe küçüldüm. Sonra da gözden kayboldum. Ayaklarını aceleyle önüne topladı. Defalarca özür diledi. Karşısında birinin oturduğunu bilmiyordu. Arkadaşıyla beraber telefonda sesli haberleri dinliyorlar ve ara ara trenin nerede olduğunu sesli takip programıyla takip ediyorlardı. Tren köşeyi dönerken çıkan gürültüden uyarımı da duymamıştı. Muhtemelen dörtlü koltukta oturduğunu da bilmiyordu. Dışarıdaki muazzam manzaraları da… Beyaz bastonunu koltuğunun yanına

@seyfullahsacit “Garip Şey... ilginç bir atılım. Onca insanı bir araya toplayan bir dergi. Modern zaman modern oluşumu içinde Bir mazi gölgesi. Dostum! Bu dergiye bakman gerekir.”

Kültür-Sanat-Edebiyat

25


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

BETÜL MUHTEŞEM’E AYDAN’dan MEKTUPLAR 11

S

MEKTUPLAR

evgili Muhteşem;

26

Geç kalınmış bir zamandan yazıyorum sana bu mektubumu. En son mektubunda “Ne zaman?’’ diye sormuştun. Ben de, bilmiyorum, demiştim hatırlarsın. “Şimdi’’ diyebilmek çok önemli bir erdem olsa gerek. İnsanın şimdiyle barışık olması ne güzeldir değil mi Muhteşem? Hiç ertelememesi, sürekli hareket ederek yapması gerekeni yapmasıdır belki de şimdinin diğer bir tanımı. Bilmem sen ne düşünüyorsun şimdi için, geçmiş ve gelecek için. Benim yaşadıkça ve yaşlandıkça bakışım değişti zamanlara. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlıyorsun değil mi? Sonra o “Muvakkıt’’lı dizeler düşssün tam da şimdi mektubumuza:’’ Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir / Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat? (Aslında en uzun geceyi yıldızlar ve gökyüzüyle ilgilenen insanlar bilmez, bilemezler. Gama, aşk derdine düşenler yaşarlar en uzun geceyi. Bitmeyen geceleri yalnız aşk derdine meftun olanlar bilirler. Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığa sorarsan bunu belki ancak anlarsın. Çünkü onun için geceler kim bilir kaç saat? ) “Ama yine de üzüntülü, kaygılı insanlar kadar muvakkıtlar da biliyor olsa gerek zamanın uzunluğunu, kısalığını. Önümüzdeki günlerde burada saatlar yine geri alınacak ve kış dokunacak

Kültür-Sanat-Edebiyat

saatlare soğuk ve beyaz elleriyle. Karanlık daha çok sürecek. Uzun kış geceleri masallardan çıkıp evlerimizde ziyaret edecek bizi. Yeni bir zamana alışma hazırlığındayım ben de şimdi. Çabuk çabuk biten her günün ardından kucağımıza düşecek kocaman ve karanlık akşam ve ardından gecenin içinde kimbilir hangi hatıralarım gelip oturacak gönlümdeki misafirhaneye? Biz de bilmiyoruz değil mi hayatımızın en kıymetlisi “zaman’’ın bizden neleri alacağını ve bize neleri vereceğini. Yaşadıkça öğreneceğimiz neler var kimbilir! Kimi çok hızlı kimi pek ağır adımlı olsa gerek bu değişimlerin. Hatırlıyorsun değil mi o çok sevdiğimiz sözü? Henüz genç, çok gençken defterlerimizin başında yazardı muhtemelen okuduklarımızdan öğrendiğimiz ve sevdiğimiz bir cümle: “Günler adını bilmediğimiz şeylere açıyor yelkenlerini’’ Ne çok şey vardı o zaman da bildiğimizi sandığımız ve aslında asla bilmediğimiz. Ya da hiç tanımadığımız, hissedemediğimiz yeni gelen duygular, hisler. ... Evet ya söyleyen ne hoş söylemişti. Günler evet günlerdi adını bilmediğimiz şeylere açan yelkenini! Peki biz nasıl tanıştık Muhteşem, o anlamını bilmediğimiz her karşılaştığımız yeni duygu, ortam ve duygularla? Hatırlarsın sen de “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum.’’ Şiir dizeleriyle yaşadığım zamanları. Hani hiçbir şeyin tadını alamadığım zamanlar, tamamen korkuyla kaplanan bakışlarım, yine bir dize tekrarıyla ‘’Ha geldiler ha gelecekler!’’ endişeli kapıya bakışlarım.


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

Bir korku filminde sessizce çevrilen beni. Sana orada bana buralarda şimdi yazarken olduğu gibi. Hatıra bir kapı kilidi ya da kapı değildi uzakları yakınlaştıran mektuplarla defterimde yaşadığım karelerin korkum. Belki yabancı ellerin konuşmak düştü. Sanki şimdi biz fotoğrafları beliriyor. Onlar yumruklarıyla evin içini sarsan kapı iki ırmak gibiyiz. Derinden derine beni hatırlıyor, ben onları hiç sesi, belki uzun ve hiç susmayacak ağlayan. Belki bir gün o yayla unutmuyorum. O eski şehirlerimin sanılan zilin acı acı çalması! köyümüzün çoban çeşmesinde kurulduğu ilk zamanlarda Bütün saat alarmlarının geceye buluşmak nasip olur. Olur mu dersin yaşasaydım bu mektup bir “Güvercin ya da sabaha uyanırken korkuyla Muhteşem? Yoksa ölüm gibi bir Gerdanlığı’’ nda uçacaktı sana. kurulması... Apartman içinde şey olur da kavuşmak uzağa çok Hatırlıyorsun değil mi üniversite asansör çalışırken içindekilerin korku uzaklara mı atar bizden kendini? “Ya yıllarında kitaplarımız arasındaydı filmlerindekilerden bile daha korkunç Nasip!’’ diyelim eskilerin eskimeyen gerdanında inciden kıymetli yazılar olduğu hissi! Ne zordu o günlerde sözlerinden serin rüzgarları içimize taşıyan o güvercinler. Güzeldi, hoştu. yaşamak. Yine de iyi hissetmek çekerek. ... zorunda olmak kendini. Gözlerine Hani sana demiştim ya Muhteşem: bakan çocuklarının gözlerine “Çok özlediğim her şeyin hayaliyle gülümsemek, sonra lokmalar yaşıyorum.’’ diye, yine o zamanların boğazından zor geçerken zor da olsa yudum yudum içmek O eski şehirlerimin kurulduğu bir şeyleri. Gözlerinden ilk zamanlarda yaşasaydım bu yaşlar boşanmasın diye derin derin nefesler mektup bir “Güvercin Gerdanlığı’’ içinde tutmak sonra nda uçacaktı sana. Hatırlıyorsun da lavabodaki su @dolunay.esra0 : sesine karışıp giden değil mi üniversite yıllarında hıçkırıklar. Ah hayat! “Ses dergisini Kimini ağlatan, kimini kitaplarımız arasındaydı gerdanında anlatsaydım, herkesten güldüren bu his yani inciden kıymetli yazılar taşıyan o yaşamak belki de ne birer parça; hem tanıdık güvercinler. kadar sürprizlerle dolu hem farklı derdim. değil mi Muhteşem? Karışık karmakarışık duyguların içinde döne döne dünyadan ötelere yavaş yavaş evrilmesi insanın bçyle bir şey olsa gerek Muhteşem. Mesela; dün ben hayalen bir şehrindeydim ülkemin: Günlerdir içimde ‘’ Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır?’’ dizeleri gezinip duruyor. Gökyüzünde kanat çırpan her kuşa selam veriyorum kalbimle. Onlar da biliyorlar benim uçamadığımı. Belki üzülüyorlardır hem benim için ve benim gibi ‘’Gurbet’’şiirini an be an yaşayanlar için. Doğduğum büyüdüğüm yerleri çok özlediğimi gözlerim söylüyor onlara. Beni anlıyorlar, hissediyorum. Sen zaten benim duygularımı biliyorsun Muhteşem. Adın kadar iyi anlıyorsun

birinde rüya gibi bir şey oldu gözlerimi kapattığımda. Eski bir cami avlusu ve şadırvandaki güvercinler ve kanat çırpışları. Hangi şiirin hangi dizelerinde gezindim biliyorsun. O lâhuti iklimde sudan ve yeşillikten ibaret olan şehri sen de çok iyi biliyorsun. Hani oturup şehrin manzarasını izleyerek çay içtiğimiz mekân ne güzeldi değil mi Muhteşem? İnsan şiirleri unutmamak için ezberlermiş. . Çok bunaldığında şiirlerdeki tasvirlerle derin derin solurmuş özlediği şehri. Bak ben seninle mektup yazarak konuşuyorum. Özlediğim şehirlere de içimden geçen dizelere tuttunup hayallerini kurarak dokunuyorum. Yüzümde bir tebessüm oluyor

Sanat insan için ama insan da sanat için diyebilirsiniz.”Her sayıda yeni bir edebiyat dünyasına açılırken farkındalık da kazanabilirsiniz.

Kültür-Sanat-Edebiyat

27


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021

KALEM ve KELAM

MİNE AKDEMİR

K “Kalem dildir, söze ne hâcet? Kelâm iş görür, ele ne hâcet?

ÖYKÜ

aramık gölünün esintili kıyısında salınan sazlıklar hepsidir. Batak nefesli rüzgârda uçuşurken koparılır bağırlarından. Kökünden ayrılmanın acısı ile ya ney olur inler dost dergâhında, ya kalem olur yazar gönül kitabında. Her ikisi ile de hem haldir, Bîcan’ların İhsan Efendi.

28

Âleme gözünü açtığından beridir kekeçtir dili. Ne hekimler çözmüştür onun müşkülünü, ne de hocanın biri. Anası babası kabullenememiş, kahretmişler kendilerine. Geçmiş ömür sessizce. İhsan Efendi ne sebep aramış ne de çare. Onun için suskundur, gerekmedikçe diline. Anacığı o konuşmaya çabaladıkça ‘Sözler inci olur, tane tane dökülür oğulcuğumdan, kıymetlidir, sarraf kendi işler, vermez çırağına’ derdi. Hem kendi hem oğulcuğun tesellisiydi, yumuşacık ve sevgili. Kendi de bilmez kaçıncı tırmanışıdır Kuşkaçıran Yokuşunu? Ana karnında bir fasıl, çocukluk,

Kültür-Sanat-Edebiyat

yeni yetmelik, ve üçüncüsünün pirinç başlı bastonu olduğu kocamış bacaklar. Ne çok güzellik vardır rüzgârında buraların? Tenekeci Rıza, Zahireci Asım Efendilerin haylaz, Sarraf Mişon’un tombalak oğullarıyla topaç peşinde koştuğu, bayram sabahları topladığı akide şekerlerini, dut kurusunu, peşkir mendilleri, kapı kapı gezip kuşağına sıkıştırdığı zamanlar. Bıyıkları terlediğinde köşe başındaki aşı boyalı cumbalı evin önünden geçerken ki mahcubiyeti. Paşa konağı derdi anası. Görürdü, kapıya ince belli kısrakların çektiği körüklü faytonların biri gelir, öbürü giderdi. Sırmalı, pırpırlı şık efendiler, saten arkalıklı ipek feraceli hanımlar, halayıklar, sazendeler. İzin verildiğince yanaşılırdı o kapıya. Lâkin, izine ihtiyaç yoktu bakardı uzaktan uzağa gözleri. Ve tahta cumbanın ardında, karşılığını illâki bulduğu kaçamak bakışların saadeti. Hele de vuslatı hiç olmamış tebessümleri. Ah, o sundurma üstü tahta cumbalı pencere! Ne sır verirdi, ne gelirdi dile. Kollarını o sundurmaya, pencereye uzatan ulu çınar ne bahtiyardı. Az tırmanmamıştı dalına. Görebilmekti ümidi İhsan’ın, belki de gidebilmek yanına. Dilinin incilerini ona dökmek. Yıllar bu yokuşu daha mı dikleştirdi nedir? Oysa bir solukta tüketirdi, sokağın altından baba yadigârı kâgir fakirhanenin kapısına kadarki mesafeyi. Ne çilekeş kapıydı o ne gam yüklü? Merhum babası İzzet


Kasım-Aralık / 2021 Efendi, vakıftaki memuriyetinden döndüğü her akşam, ilkin bahçe kapısında duyulurdu gelişi hanesine. Demir perçinli köhne tahta kapı hep gıcırdardı ama ne yenisine bakılırdı ne de çaresine. Öyle isterdi rahmetli anacığı Hasibe Hanım. Gelen belli olsun diye. Gelen getirdiği nasibiyle karşılanırdı, giden duayla Salavatlanır. Zamane edebi öyleydi. Tokmağı çalınmadan kapının gıcırdayarak açılışı yalnızca İzzet Efendi’nin gelişiydi. İhsan Efendi de birkaç takviye dışında dokunmamıştı kapıya. Yine inliyordu, ama artık kendi yaşlı ahbapları dışında geleni gideni olmadığından kendi haline bırakmıştı ya, kendi haline bırakılmış ne çok şey vardı onda? Yıllardır kimseyi ortak etmemişti hayatına. Kocamış evin ne odası nohut, ne sofası bakla. Ne içinde dolanan ay yüzlü bir Ayvaz, ne de bala. Zaten ayak basıp nefeslendiği bir göz yerdi, tahta badalların çıkardığı ikinci kattaki. Ömrünün son çeyreği neredeyse buradaydı. Yalnızlığın en koyu demini koruksuz içtiği odaydı illâki. Bedestendeki ufak dükkânında gündüzün ipekli, kaşmir düğümlerin Gördes kilimleri, İran yolluklarının ihtişamlı renkleriyle haşır neşir olduğu debdebeli günün ardından sığınırdı buraya. Korunaklı, yaldızsız, telaşsız ve gözden uzak. Bilirdi ki görünen aldatır, ruha tuzak. Akşamın siyah perdesi çekildiğinde, İhsan Efendi’nin hiçbir şeye değişmediği devranı başlardı. Yufka ekmeğine katık ettiği çorbasını içer, taşlığın tulumbası başına geçerdi. Buz gibi sular dualara karışıp kayardı sakallarının tellerinden, dirseklerinden, babadan usta, Yaradan’dan mahir ellerinden. Ara sıra gözü ilişirdi, taşlıkta Kunduracı Saridis Efendi’nin elinden çıkma potinlerine. Bir keresinde demişti ya ‘Ah o filos mou, ne vakıt kırmızı potin yapacaayim sana vre? Bu

Ses Dergisi Sayı 20 yalnızlık daha ne ka sürer? Ne vakıt yeyecaayiz hatun elinden çıkma zerdeli pilav?’ demişti demesine de, gençlikte o kırmızı, sırmalı potinlere girememiş nazenin ayaklar, kocamışlıkta ne gezer? Gülümseyip dönerdi tulumba taşına. Sonra, anacığının marifetiyle birbirini el ele tutmuş seccadeye can olmuş pazen, yün parçaları, soluk renkleriyle ayaklarının altında kıyam başına. Suskun dil haybeye dönerdi sessiz, gönül söylerdi. Zaten söz neydi ki? Eyüp sırtları, söz ustası Mevlana’nın yanı başındaki Hamûşan’ı sözü tükenmişlerle dolu değil miydi? Sonrası hazırlığıydı kendi ile olmanın ve buluşma vakti gelirdi Nun’larla Elif’lerin, Sin’lerle de Kaf’ların. Önce ellerini bir güzel yıkar, gül suyuyla ovardı. Ustası merhum babası İzzet Efendi öyle demişti ‘El, Allah kelâmına dokunacaksa, edep ister. Temizlenesin. ’ Kelâmla buluşmak öyle kolay değildir. Her bir gerecini düzgün tutardı nasihatine uygun ‘Kem aletle olmaz kemalât, evvel edep, sabır, ötededir mükâfat.’ Yağ kandili yanardı önce kısıkça. Süleymaniye’nin kandil isiyle vücut bulan kara mürekkebi hokkasında beklerdi. İpek topu likasının damarlarından süzülüp, iyice arınıp fazlalıklarından. Karamık’ın kıyılarında hoyrat rüzgârlarda salınıp serpilen sazlar, bir kez daha inlerdi. Uzatırdı boynunu. Yontulup makta üzerinde son çilesini çeker, bekleyenine açardı koynunu. Kalem olur dil kuşanırdı. Hokka, rızayla hoş geldin der, kara suyunu içirirdi gül şerbeti gibi gülistan makamına.

@zuzu_m19: “Emre göre değil gönül e göre nağmeler... Şiirlerde kendimi bulduğum, yazılarda durulduğum bir dergi”

@gusmenasn: “Sözlerin, Ses ile raks ettiği bir dergi.”

Bir bekleyen daha vardı. Aharla entarisi giydirilmiş, mühreyle allanıp pullanmış kâğıdı. Kimi yumuk yüzlülerin ülkesinden, kimi Yıldız Sarayı hünerinden. Ağacın ciğergâhından sökülüp türlü çilelerle gelmişti İhsan Efendi’nin mahir ellerine. Ne

Kültür-Sanat-Edebiyat

29


Ses Dergisi Sayı 20

Kasım-Aralık / 2021 dalı küstürmüş ne yaprağı. O da beklerdi kalemle sarışmayı, kelâmla buluşmayı. Kalem, kaydıkça akıtırdı kanını. Hüznün rengi siyahı. Dizilirdi kıvrımlar, keskin dönüşler, uçuşan şeddeler, harekeler. İhsan Efendi misali kâh kaş çatar Kûfî ile, kâh durulur Sülüs ile. Şeyh Galib’in Hüsn–ü Aşk’ıyla boyun büker, Fuzuli Mesnevî’sinde Mecnun olur. Nef’ii ile çalkantılı sularda gezinirken, Karahisarî’ nin Besmelesiyle avunur, Mevlana ile durulurdu. Gam neydi ki o saatler? Hepsi ‘Vav kayığına’ binip gittiler. Ne saadetliydi kalemin kâğıt üzerindeki raksını hisseden el. Bunun içindi, sadece gönül kulağıyla ödenen bedel. Ömrünce ses verememişti İhsan Efendi’nin dili Mushaf nefesine. Eliyle, kalemiyle konuşup hasbıhal ederdi öylesine. Dükkânındaki halılar, kilimler için de nefes gerekmezdi ki. Onlar kendini satardı zaten. Bedestenin kadim müşterisi Acem’inden Mağribî’sine, Osmanlı’sından Arab’ına, Monşer’ine kadar hepsi anlardı güzelden. Frenk diline hâkim olması duyduğunu anlaşılır kılar, çözemediğini çarşı komşusu Saridis Efendi kotarırdı. Sabahları dua kubbesi altında aminlerle açılırdı çarşının bereketi, Ahî edebiyle sürülürdü eller yüze, ne mezhebi, rengi ne de dini yoktu dostluğun, şeceresi tutulmazdı ne nereli ne kim olduğun. İhsan Efendi için yalnız derlerdi yalnızlık neydi ki sanki? Ana rahminde başlar, sonuncusu çukurda. Günahta yalnızdır, sevapta yalın. Ne dediğin ettiğinin, ne demeyip etmediğinin, ne de niyetine girip edemediğinin karşılığı görülmez, bilinmez sanılmaya sakın. O, sorana şu yaşımdayım demezdi,

30

Kültür-Sanat-Edebiyat

şu kadar yaş aldımdı cevabı. Sayılarla hiç işi olmayan, yaşanmış, kazanılıp kaybedilmiş hiçbir şeyi değersiz kılmayan. Sabahın seherinden akşamın koyuluğuna kadar kalabanın, temaşanın, nihayetinde de bir göz odada yalınlığın tarifiydi ömür. Onu lütfeden ‘gel’ diyene kadar. Yüreğindeki saklı sadece O’na, görünen de ahaliye âyan.” *** Bu satırlar, Nezihe Hanımın defterlerinden birinde okuduklarımdandı. Rahmetli annemden birkaç yıl sonra babamın da vefatıyla, evin eşyalarından önemli bir kısmını vakıf ve derneklere bağışladık. Geri kalanları da biz kardeşler, onların hatırası olarak aramızda paylaşmıştık. Benim payıma düşenler arasında, babamın sağlığında özenle kütüphanesinde sakladığı birkaç kitap ve günlük olarak yazılmış defter ve kâğıtlar vardı. Bir kısmı eski, bir kısmı yeni Türkçeyle yazılmıştı. Babam, çocukluğumuzda kitaplardan bize okurdu. Ancak, günlüklere dokunmamızı yasaklamıştı. Bu yüzden benim için hep merak konusu olmuştur. Rahmetli babam, onun birkaç kuşak öncesi akrabalarımızdan olduğunu söylerdi. Saray eşrafından bir aileye mensup oluşu, zamanın genç hanımlarından farklı olarak eğitimi, kültürü açısından pek çok nimetler sunmuş ona. O dönem siyaset ve sanatında muteber olan Avrupa dillerine hakim ve yaşadığı toplumun alışkın olmadığı üzere beğenilen bir kadın yazarmış. Ancak, yazdıkları zamane gazete sayfaları ve matbuatında “Firuze” mahlasıyla okunurmuş. Bu da Nezihe Hanım’ın yazması konusunda, kendisine

imtiyaz tanınması karşılığı konulan bir şart olmuş. Nezihe Hanım, dönemin paşalarından birinin hekim olan oğluyla evlenmiş ancak, evlat sahibi olamadığı için, ikinci hanımın gelişi ile baba ocağına geri dönmüş. Bu cüretkâr davranış, o zamana göre alışılmadık bir güç gösterisi imiş. Yani Nezihe Hanım farkı. Ne var ki, Balkan harbinin ardından aile maddi zorluklarla boğuşurken, birinci dünya savaşının başlamasıyla varlıklarını ve nüfuzlarını büyük ölçüde kaybetmişler. Yaşanan sıkıntılı yıllar, bu güçlü kadının Anadolu’nun küçük bir kentinde kabuğuna çekilmesine neden olmuş. Yüz küsür yaşında vefat ettiğinde, vârislerine bıraktığı birkaç antika eşya ve herhangi bir maddi değer taşımayan kitaplar, kendi yazısıyla günlükleri ve küçük saman kâğıt üzerine hat meşk edilmiş tomarlar. Dikkatimi çeken bir ayrıntı vardı. Bu kâğıtların bazılarının sağ alt köşesinde ‘Bicanî İhsan’ imzası okunuyordu. Aynı adı, farklı biçimde Nezihe Hanım’ın günlüklerinde de görmüştüm. Şeyh Galip ve Hayyam dizelerinde. Sanıyorum onun nezdinde çok özeldi. Günlüklerinde, tüm mutsuzluğuna rağmen eşinden hürmetle bahsederken, başka bir isim de genellikle ima ile zikrediliyordu. Ve ben okudukça kim olduğunu anlayabiliyorum ve aklıma bir akşam esintisiyle Cemal Süreyya’nın dizeleri geliyor: “Dokunmasa da, görülmese de kalpte yer verilir bazısına nedensiz”


Kasım-Aralık / 2021

Ses Dergisi Sayı 20

Kültür-Sanat-Edebiyat

31


Kasım-Aralık / 2021

32

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ses Dergisi Sayı 20


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.