Getik Fanzin | Ocak | 2016 | Sayı 7 |

Page 1

1


FANZİNİMİZE GÖSTERDİKLERİ İLGİ VE DESTEKTEN DOLAYI

Ç İ L E K K A FE L’ACO U S T I QUE PA L M İYE K AFE O L D H A R A BES AY R I K OT U M A E S T R O P U G A COF FEE B L ACK CAT K I R A AT H ANE M E M P H İ S ve H AY R U L L A H E LMAS’a

TEŞEKKÜR EDERİZ SAMET IŞIKAY | ERDEM GÜZEL | MERVE BOZEYOĞLU | MUSTAFA DUYMUŞ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ | BATUHAN PALA | DORUK DEMİRÜSTÜ |BERK KARLI | YAVUZ | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ | AYSUN AKTUNA | KEMAL YILMAZ | ÖMER ŞİAR BAYSAL | MELİKE KOÇ | DİLAY ÖZCAN | CAN KARABURUN | ENRİCO RATSO | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | CAN DOĞAN | ATAKAN YILMAZ | TUNAHAN SİL | BETÜL CİHANYURDU | BUSE KARAOĞLU | SELİN ÖĞRETEN | UTKU TAN ÇAĞLAN | HASAN UKİL REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER BASIM İŞLERİ DAĞITIM TANITIM

2

FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SAMET IŞIKAY | SETENAY AKSU LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL | KEREM YENDİ ÖZGE ŞENTUNALI SELİN ÖĞRETEN | BETÜL KALMAZ | SAMET IŞIKAY | TUVANA ARTUN MELİS TATAR | SAMET AYDİLEK

@GetikDergi

TWITTER

@getikdergi

INSTAGRAM

getikdergi@gmail.com

MAİL

facebook.com/getikfanzin

FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.


YAZI | SAMET IŞIKAY

H

ani hepimiz biliriz, ilkokulda öğretmişlerdi bize. Güneş; doğudan doğar, batıdan batar. Eylemlerimize birer harf ekleyip isim yapmışlardır. Fiilden isim yapan ek derler. Altıncı sınıfta öğretmenim bu konuyu çok güzel bir şekilde öğretmişti bana. Kelimelerle öylesine oynamıştık ki, fiilden isim yapan ek, isimden fiil yapan ek, sıfat yapan ek… Bu yüzden kelimeler üzerine düşünür dururum çoğu zaman. Doğmak ve batmak demiştik değil mi? Doğan güneşin o cılız ışıkları aralar perdeyi. Hafif ısıtır diye devam edip romantizm katmayacağım işin içine meraklanmayın. Isıtmaz çünkü. Bana uyumam gerektiğini hatırlatır. Uyuyup dinlemem gerektiğini hatırlatır. Güneş doğar, bana bat der. Hali hazırda batmak isterim bende. Kaçmak isterim. Peki kimden? Daha doğrusu neyden kaçmak isterim? Cevabı basit, öksürükten. Bu kodumun organı, bir türlü izin vermez batmama, çırpınışa bir son vermek isterim kendi duvarlarımın arasında fakat izin vermez. Gıdıklar durur boğazımı, çıkardığım ses kahkahalarınıza hiç benzemez. Hayvan gibi inlerim sabahın o saatlerinde. Sistemler vardır vücudumuzda, bunlarını da öğretmişlerdi; dolaşım, sindirim, sinir, solunum vs. İçlerinden biri ya da bir kaçı durmadan taşak geçer benimle. Yalnız iki ‘’ş’’ ile. İstisnasız sabahın bu saatleri bir romantik komedi oynar benimle, bir dışavurum şeklidir ağlamak. Ben de ne yapayım ağlarım. Ama vardır bir açıklaması tez vakitte gidip bir hastaneye soracağım. Doktor diyeceğim; ‘’Doktor öksürünce ağlıyorum.’’ Umarım bir teşhis koyar, bazen dayanamıyorum içimdeki bu filme. Ardından güneş batar ve bana haydi doğum vakti der. Ben doğarım, gayet sağlıklıyımdır. Art arda yakarım sigaraları, bana mısın demez. Üstüne çay, kahve kimi zaman alkol, bende tık yok. Doğmuşumdur, önce gider çay dağıtırım. Sonra güzel kadınlara bakarım. Bazı kadınlar çok güzel gülüyor gençler, bir bakın derim yüzlerine. Süpürgesi, masa katlaması derken düşerim yola. Barlar sokağı denilen Vural sokağa girerim. Sonuna doğru kokoreç kokusu çarpar burnuma, başlarım Bozüyük’ü anlatmaya. Hemen solda güzel bir kız çalışıyor fakat gülümsemiyor, yorgun oluyor belli ki. Hemen sağdaki kadın ise her gece canlı müziğe davet eder beni. Anlamam duymuyor mu içeriden gelen müziği? Öksürük henüz uyanmamış olur o saatlerde. Ben hala doğumu yaşarım. Eve gelir, Ahmet Erhan dizelerine sığınırım. Ahmet Erhan mı öksürük yapıyor acaba? Hatırlatın doktora bunu da danışayım. Sonra vakit geçtikçe, bir bakarım o cılız ışık yine vuruyor odaya. Isıtıyor dersem büyük yalan olur. Ben üşürüm, şunları yazarken de üşüyorum. İçim titriyor. İçim titriyor derken mecaz bir anlam kullanmıyorum yahut alengirli olsun diye söylemiyorum. Dilenen bir adamın elinin titremesi gibi, anlatabiliyor muyum? Size hikaye anlatmıyorum içimi döküyorum. İçim şiddetle titriyor ve huzurunuza dökülüyor. Güneş doğmak üzere, başlıyor yine iniltiler. Ben batmalıyım. Birkaç sistem düğümleniyor içimde. İçim terliyor ben üşüyorum. Ah bir anlasam! Bilmiyorum… Öğretmenim bu eylemin köküne ‘’bilmek’’ derdi. Ben bu eylemin kökünün ‘’bilmemek’’ olduğunu düşünüyor, düşünmekle de kalmıyor hissediyorum. Hep derim bilmiyorum ama inanıyorum diye. Sahi ya ben neye inanıyordum? 3


MAYMUNLAR, ŞIFONYERLER, BÜYÜK DAĞLAR

YAZI | ERDEM GÜZEL

Ü

lkemizde zaman makinesinin icat edildiğini fark etmiş miydiniz? Sanırım farkına varamadınız, durun hemen anlatayım size. Geleceğe Dönüş filmindeki gibi ileriye dönük değil bizim makinemiz. Geriye, çok geriye götürebiliyor tuttuğunu. Fakat bir şartla: geri gelmek yok. Bir kusuru daha vardır makinemizin, çok yavaş çalışır. Yıllar alır geri götürmesi. Kökü sabit bıraksa da üstü değişime uğratır o yıllar. Yıllar geçtikçe manen ve maddeten değişimler daha da keskinleşmeye başlar. Örnek istediğinizi duyar gibiyim. Mesela, makine bulunduğunda toplumumuzda az çok bilimle, sanatla uğraşanlar vardı. Saygı görürlerdi bu kişiler, sanki gerek varmış gibi. Sonra o çıktı meydana, kullananlar gökten bir gücün bunu sağladığını söylemeye başladı. Erkek kullanıcılar, kadınları öldürmeye başladı. Evet, tabii gerek yoktu kadınlara. Makinenin etkisi bir yerde öyle bir hal aldı ki, "Çalmayacaksın" diyen kitaplara tapmayanlar, tapanlar çalmasın diye daha tedbirli gezmeye başladı. Bir kitapta okumuştum, bir zamanlar insanlar, henüz hukuk, kanun yokken (hoş ne gerek varsa böyle dünyevi şeylere!) içlerindeki dürtüleri kontrol edemez ve sağa sola saldırır, ona buna tecavüz edermiş. Aslında o günlerle bugünün pek farkı kalmadı; çünkü zaman makinemiz var. Doktorları döven, sırf bacağı görünüyor diye otobüste dövülen, sırf kendi çocuğu olmuyor diye restoranda gördüğü çocuğun yüzüne kezzap atan ilk elden insanlar geri geldi. Ah, yüce zaman makinesi, sen nelere kadirsin! İnsan hakları denilen şeyde kişilerin özgür iradeye sahip olduğu söyleniyor. Evet. Onların özgür olması için onları düşünüyor,

4

içki içmelerini istemiyor. Zamanda ileride olsaydık, bu mümkün olabilir miydi? İnsanların düşünülmediği dünya fikri... Ah, yüce zaman makinesi! Bakın ne anlatacağım size. Bilim denilen dal henüz varken bir çalışma varmış, evrim demiş sakallı biri. Dünyayı sallamış bu teorisiyle. Bir çok bilimsel kitap bunu temel kabul etmiş, teolojiyi temel almayarak. Düşünebiliyor musunuz, bunu yapmışlar! Ama ülkemiz bu kirli oyuna dur dedi. "Maymundan mı geldik bre deyyus" diyerek bir bilimsel teoriyi de çürüttük. Zaman makinesinin garip bir getirisi. Tak diye söyleniyor, çat diye yapılıyor. Biri bizi düşünüyor. Şanslısın okuyucu, bir örnekle daha geldim sana. Geçenlerde de duydum ki otobüs şoförü yine düşünüyormuş, sürdüğü otobüste bir çift öpüştü diye ders verici sözler söyleyip aşağı indirmiş çocukları. "Bir şey soracağım, neden insan içinde birbirinize sarılıp birbirinizi öpüyorsunuz? Ayıp değil mi? Canı çekenler olur, olan var olmayan var." demiş üstüne. Açık konuşayım mı okuyucu, o sırada bizim şoför arzuluyor olmasın o kızları? Günahını almayayım ama bizim şoför sanırım hafiften kıskanıyor. Belki onu o kadar çok düşünmüyorlardır... Aaah, yüce zaman makinesi! Öyle bir yerde çıktın ki karşımıza, az daha yanlış yola sapacaktık. Tek dişi kalan yol yerine bütün dişleriyle bizi öğütmeyi bekleyen başka yola girdik. Güzel oldu bence. Bizi düşünen biri var okuyucu. Bizim için kitaplar yakıyorlar, kitaplardan maymundan geldiği çıkartıp günahkâr bir şairin dizelerinden birayı çıkartıyorlar. Ay, ne iyi yapıyorlar. Kapı çalıyor sayın okuyucu, sanırım beni de düşünmeye geldi(...)


DON K İ Ş O T ÖYKÜ | MERVE BOZEYOĞLU Düşünüyorum, düşünüyorum... İşin içinden çıkamıyorum. Ne zaman, hangi ara kaybettim ben seni? Ne zaman, hangi ara vazgeçtin sen benden? Ne zaman, hangi ara bıraktık ellerimizi, bizi? Sen bilirdin, ben bilirdim, herkes bilirdi, eğer ki yeryüzünde hiç ayrılmayacak iki el varsa, biri seninkiydi, diğeri de benimki. Seninki benimkinin üstünde, dünyanın en kuvvetli kelepçesi gibi. Sen benim ellerimi tutardın, ben güçlenirdim. Sen benim elimi tutardın, kalbin kalbimin üstünü kaplardı. Herkesin yüreği kadarmış ya yumruğu, sen benim elimi tutardın, kalbin kalbime tam otururdu. Sen benim ellerimi tutardın, ben tamamlanırdım. Yaşamım boyunca hissettiğim o "yarımlık", o "yetersizlik" kaybolurdu. Bir olurdum, tam olurdum. Sen ellerinle benim yüreğimi avuçlardın, kendimi bildim bileli tek düze atan kalbim ritmini bulurdu. Senden önce, asla bu kadar yaşayarak attığını hissetmedim. Dedim ya sen elimi tutardın, yıllardır nadasa yatmış olan kalbime su serpilirdi... Güçlenirdim köklerimden, filizlenirdim... Kirpiklerin vardı bir de, olağanca bir intizamla tek tek yerleştirilmiş kirpiklerin, her defasında benim olduğu için şükrettiğim, kirpiklerin... Kirpiklerin birbirine gelişi güzel çarpıp kimsenin hissedemeyeceği bir rüzgar oluştururdu, o rüzgar benim ruhumun ta içinde kasırga etkisi yaratırdı. Sahi ya ne oldu o rüzgarıma? Tek bir bakışınla, ruhum çırılçıplak kalırdı karşında. Hiç bu kadar utanmam gerekirken, hiç bu kadar memnun olmazdım o anlarda. Sen benim içimi görürdün, kimsenin göremediği, görmek istemediği bir yolla. Ve ben utanmazdım. Çünkü senin her bakışın bir arınma, bir temizlenmeydi. Kötülüklerden kilometrelerce uzak gözlerine bakardım ve şükrederdim bilip bilmediğim tüm inanışların Tanrılarına, iyi ki benimsin, iyi ki bana aitsin diye. Sahi ya, ne oldu o adama? Sen benim ellerimi tutardın, kalbimin yanında yürürdün. Aynı anda hem ayaklarım yerden kesilirdi hem de hiç olmamış gibi sağlam basardım yere. Sen benim şövalyemdin. Benim kahramanım. Olmazsa olmazım. Olmadan önce nasıl yaşamışım, nasıl nefes almışım bilmezim. Sen benim yel değirmenleri ile savaşan şövalyem. Sen benim Don Kişot'um, sahi nereye gittin? Beni yel değirmenlerine bırakıp, nereye gittin? Yoksa başkalarının masallarına prens olmaya mı gittin? Yo, hayır. Bunu yapmazsın. Bunu yapamazsın, çünkü sevgilim, Don Kişot sadece kendi hikayesinde bir kahramandı. Sen bensiz bir masalın şövalyesi olamazsın ki... Sen nefes alırdın. Benim ciğerlerim dolardı oksijenle. Sen nefes alırdın, ben sarhoş olurdum. Her gece göğüs kafesin hala inip kalkıyor diye şükrederdim. Benim için de nefes aldığın için, bizim nefesimiz hiç kesilmesin diye. Dört buçuk milyar yıldır nefes alan dünyanın, en uzun soluğunu ikimiz için alıp veren adama ne yaptın? Hissediyorum çünkü, artık bizim için nefes almadığını. Boğazım düğümleniyor ve sen artık benim ruhuma üflemiyorsun. Sen her gece kollarına sararak uyuturdun beni. Sımsıkı, asla bırakmayacak gibi ve asla gitmeme izin vermeyecek gibi. Sen beni kucaklardın ve benimle birlikte gecenin karanlığını, ruhlarımızın karanlıklarını, korkularımızı, gelecek endişelerimizi koynuna alırdın. Saf bir güvenle uyuturdun bizi. Dünyanın en huzurlu uykularını yaşatırdın bana. Şimdi ise gittin. Hissediyorum, gittin. Çünkü artık o mutlu uyuyuşlar, güzel uyanışlar yok. Uyanır uyanmaz görmek istediğim, her sabah gördüğümde yeniden doğduğum adam yok. Sahi ya, nereye gittin sevgilim? Beni koca bir bizle bırakıp gittin ve ben ağzımı açıp "nereye" diyemedim. Hala içimdeyken sıcaklığın sevgilim, gerçekten bu kadar uzağa gitmiş olabilir misin?

5


En İyi ADAMIMSIN!

ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ

Bir

kadın teninin bu kadar güçlü duygular yaratabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Her şey yanılgıyla başlamış ve böyle devam edecekti.

Manolya, dünya güzeli

derdim ona; uzun dümdüz sarı saçları, ince beline nazaran ayva göbeği, buz gibi bakışları; ama en tuhafı incecik kaşlarıydı. Yürürken asla etrafına bakmaz, sanki kendi kendine konuşur gibi gözükürdü. Kendince özel kıldığı günler dışında diğerleri gibi kendini süslemez, sıradan ve sade giyinirdi. Sürekli ellerine bakar, serçe parmağıyla uğraşır dururdu. Daima sahte bir tebessüm takındığını söylerdi etrafındakiler. Haklıydılar fakat bunun kandırmaca olduğuna bir ben inanırdım..

Birkaç

sene önce tanımıştım onu, o zamanlar bir türlü birliktelik kurmayı becerememiştik. Bir perşembe gecesi bana geldi, bütün geceyi konuşarak geçirdik ve bu sefer bazı şeylerin üstesinden gelir gibiydik.

O

sıra sokaktan tamamen bağımsız bir barda çalışıyordum, bu durum içerideki insanlara sebepsiz güven sağlıyordu ve içeri adımını attıktan sonra kendini özel hisseden insanların müşteri olduğu bir yerdi. Neredeyse herkes kendini sergilemek ya da kendini sergileyenleri seyretmek için oradaydı. Oradaki herkes bir şeyler arıyordu, ne aradıkları umrumda değildi ama o hallerini görmek beni eğlendiriyordu. Her şey el yapımı gibiydi ve yapaylığın insanlık adına en büyük kanıtı mastürbasyondu. Her konuda. Bütün bir insanlık bütün ruh hallerinin içine kişisel bir mastürbasyon katmıştı.

Bir

cumartesi günüydü, öğlen saat ikiden gece saat ikiye kadar vardiyam vardı. Bütün bir gün kasa kasa bira, onlarca hamburger ve patates kızartması taşıdım. Bar dört katlıydı ve en alt kattaydı mutfak, basamaklar biryerden sonra insanın gözünde büyüyordu. O gün akşam saat onbir kırksekize kadar o basamakları seksenyedi kere inip çıkmıştım. Bu tabii ki kimsenin umrunda değildi fakat bacaklarımın umrundaydı. Son basamağı bitirdiğimde bu işi ne olursa olsun bırakacağıma karar vermiştim. Saat oniki onda ben hiçbir şeyi tam olarak anlayamayacak hale gelmişken, dünya güzelinden evin kapısını

6


açmamı isteyen bir mesaj aldım. Evde olmadığımı ve çalıştığımı söyledikten sonra ev arkadaşım yegane dostum olan Serkan'ı aradım ve durumu anlattım. Yaklaşık yirmi dakika sonra evde olduğunu, Serkan'ın oynadığı oyunu izlediğini ve eğlendiğini öğrenmiştim. Dünya güzelini zoraki bir kenara koyarak işime döndüm. Nerdeyse bayılmak üzere olduğumun farkındaydım. Gerçekten az para karşılığında yapılan tuhaf işlerdi bunlar. Saat ikiyi on geçe çıkabilmiştim işten. Büyük ve hızlı adımlarla evimin yolunu tuttum.

Eve

vardığımda yatakta adeta bir ceset gibi uyuyordu. Sarhoş olduğunu öğrenmiştim Serkan'dan. Uyandırmayı denedim bir süre, olmadı. Odamda bulunan tek sandalyeyi yanı başına çekip oturdum. Herhangi bir kitap alıp saatlerce sesli bir şekilde okudum başucunda. Yorgunluğa daha fazla dayanamayıp yanına kıvrıldım. Saat sabah beş buçuktu.

Alkolün verdiği etkiyle benden daha önce uyanmıştı. Beni biraz dürttükten sonra

bende uyandım ve kocaman bir gülümsemeyle günaydın dedi, günaydın dedim. Gözlerinin içini izlemeye koyuldum ve gece neden bu kadar içtin gibi aptalca sorulardan uzak durdum. Dertli ya da hüzünlü olduğu için içmeyebilirdi insan. Gülümsüyor, sarılıyor hatta küçük öpücükler konduruyordu yüzüme. İyi hissediyorduk..

Su

içmesi ardından tuvalete gitmesi gerekmişti. Döndüğünde gülümsemesi daha da büyüktü. Sebepsiz yere kahkahalar saçıyordu etrafa. Güneşten daha sıcaktı tebessümleri. Yanıma uzandı, gülümsemesi henüz bitmemiş iken dudaklarımız birleşti. Sabahın saat on küsürüydü. Konuşmaksızın sevişmeye karar verdik. İçindeydim ve içimdeydi. Hızlı ve devamlı bir şekilde ilerliyorduk ve daha fazla dayanamayıp koyuverdim kendimi. Sadece ten rengi bile beni muazzam bir şekilde tahrik ediyordu. Böyle bir güzelliğin karşısında bir adamın kendini sıkması aptallıktı. Küçük bir özür dileyip alnına öpücüğümü kondurduktan sonra hiçbir boşalma hissi yaşamamış bir halde senin için dedim. Canım çıkmıştı resmen ama istediği her şeyi isteyerek yaptım ve boşaldı. O an göz gözeydik ve o gözleri beni kör etseniz bile unutmayacağım. 'Gerçekten müthişsin, seni seviyorum' dedi. Bu cümle karşısında onurlanmadım ama sevgimi hissedebildiğine inandım.

Bir

süre sadece sarıldık. Tenine öylesine hayrandım ki.. Kokusu, hayatımda duyduğum en müthiş şeydi. Elleri bir çoçuğun elleri, gülüşü bir tanrının insanı etkileyişinden daha derindi benim için. Temizlendikten sonra tekrar uzandık ve;

''Her ne kadar geç kalsak da her şeye, sen en iyi adamımsın, sen bir babasın. Seni gerçekten seviyorum, dürüstlüğün bu kadar saf olabileceğine seninle inandım'' dedi ve gitmesi gerektiği söyledi. Sabah saat onbir buçuktu. Bütün bir günü birbirimize ayırmamızdan bahsettim ona, anlamlı buldu bu durumu, iyimser bir sesle 'gitmem lazım, arkadaşımla buluşacağız' dedi. Kalktı ve giyindi. Giyinirken o, ben müthiş vücudunu izledim. Hayrandım vücudunda ki her bir ben'ine. Hayrandım bacaklarına ve kalçalarına..

Kapının

önüne geldik, kapıyı açtım ve sarıldık sıkı sıkı. Dudağıma minik ama güçlü bir öpücük bıraktı, bende onunkine. Dünya Güzeli merdivenlerden ağır ağır indi. İçimden bir şey kopar gibi oldu o an. Kapıyı kapatıp pencereye doğru yöneldim. Sokakta ilerlerken dönüp penceredeki bana baktı ve gülümsedi. El salladım, el salladı..

Ve

bir daha onu hiç görmedim. Cemal Süreya; kadınlar susarak gider demişti. Yanıltmıştı beni, gülümseyerek gitmişti.. Çok saçma buldunuz bu durumu eminim ama özgün ve yaratıcı bir terkediştir bu dostlar.

Neredeyse

her şeyini alkole gömmüş olan ben, o günden sonra aşkımı da alkole gömdüm. Huzur yok olmuştu ve bir daha hiç aramadım. Aşık oldum ama aşk'ı onunla yaşayamadım, gocunmadım ve azalmadım aksine aşk hakkında fikirler edindim yalnızlıkta. Çoğaldım, hüzün ve acı dolu keyiflerim oldu ama hiç kendimden yitirmedim. Yalnızlık yüzlerce tanrıdan birine inanmaktan daha anlamlı olmuştu..

7


YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

B

u sayı Kat 3 Daire 8’de ne konuşsak acaba derken Can (Can Doğan) imdadımıza yetişti ve güzel bir fikir verdi. Gerçi Can’ın düşüncesi daha çok Kobe Bryant üzerine bir sayı yapmaktı ancak onun İstanbul’da bizim Eskişehir’de olmamız gibi bir takım faktörler sonucunda böyle olmadı ve “romantik spor” konusunda konsensüs sağladık.

T

abii konu spor olunca kendimi ayıla bayıla okuduğum yazarlar

Kanat Atkaya, Ali Ece, Tanıl Bora gibi hissetmek istedim…

İstedim ama olmadı… Bunun sebebi mevzudan bihaber olmam değildi aksine Kat 3 Daire 8 de Samet(Samet Işıkay) ve Aykut(Aykut Çakar) ile keyifli bir sohbet yaptık. Ancak spor hatta daha da daraltayım futbol yazmama sebebim okuduğum bir haberdi. Beni iliklerime kadar öfkelendiren bir haber. Futbolu boş ver şimdi dedim kendime bununla ilgili bir iki kelam etmelisin. 8

BETONUN HİKMETİ P

eru’nun

başkenti Lima’da zengin semti San Juan de Miraflores ile yoksul mahallesi Surco’yu birbirinden ayıran kilometrelerce uzunlukta ve üç metre yüksekliğinde bir duvar örülmüş. Zenginler rahat etmek istemişler. Çünkü Peru’nun fakirleri de aynı bizim fakirlerimiz gibi saldırganlaşabiliyorlarmış. Çocukları ceplerinde çakı taşıyor esrar içip zenginlere saldırıyorlarmış. Daha küçükleri ise “abi beş nuevon var mı?” diye soruyormuş. San Juan de Miraflores mahallesi sakinlerinin huzuru kalmamış. Tabii bir de çocukları var Mirafloreslilerin. Hiç bir şeyden, hatta tehlikelerden bile haberdar olmayan çocukları. Fakir çocuklarının envai çeşit hastalık taşıma riskinden haberi olmayan çocukları. Neyse ki büyük duvardan önce çözmüşler bu sorunu ve sitelerinin güvenliğini sıkılaştırıp duvarlarını büyütmüşler. Betonun hikmeti işte... apitalizmden tiksinti duymayan insanın iki seçeneği vardır. Ya “garipler”e el uzatır yahut kendi sı-

K

nıfının dışındaki hayatı görmezden gelir. İlk seçenek belki samimidir ancak hiçbir şeye derman değildir. İkinci seçenekte ise duvarın işlevi büyüktür. Etrafında gelişmiş olan çarpık kentleşmeden, gelir adaletsizliğinin hemen hemen her köşede örneğini bulabileceğiniz bir şehirden kurtulmanın tek yolu kendini izole etmektir. Böylelikle ideal bir şehirde yaşadığını düşünebilir insan. Herkesin aynı sınıftan olduğu ideal bölgenin içinde duvarın ardında kalanlara ihtiyaç yok mudur peki? Tabii ki vardır. Site kapılarında bekleyen güvenlikçiler, o şatafatlı yapıları temizleyen hizmetliler o seçkin kitlenin ideal kentlerine girme hakkı kazanırlar. Her ne kadar lüksünden yararlanamasalar da bakmalarına izin verilir. Bir de çocuk bakıcıları vardır tabii. Yani fakir bir çocuksanız, zengin bir çocukla ilişki kurmanız için büyümeyi beklemeniz gerekir. Yeterince büyüdüğünüzde ise onlara yemek yedirebilir hatta altlarını bile temizleyebilirsiniz.


B

u duvar mevzusunda öfkemi bir üst çıtaya taşıyan şey ise haberin devamında okuduklarımdı. Duvarı utanç duvarı olarak niteleyen bazı aktivist gruplar Surco’lu çocuklara boya ve fırça dağıtmışlar. “Neden mi?” O iç sıkan gri duvarı boyayıp renklendirsinler diye. Kaba bir eylem olarak değerlendirdiğimi hatta bundan daha utanç verici bir eylemi daha önce görüp işitmediğimi söyleyebilirim. “Surcolu ço-

de çizdikleri tarih hıdırelleze denk gelecek ve tanrı onlara bahçeli bir ev, otomatik şanzumanlı bir araba ve bir de golden retriever köpek verecektir. Çünkü ben küçükken annem böyle yapardı. Hıdırellez gecesinde kağıda ev ve araba çizerdi. Sonra bir evimiz oldu. Hatta arabamız da oldu ama sattık, demek ki iyi çizememişiz. Hem onların hepsi bir meslek dedim neden üzülüyorsun ki? ‘’Herkes kendini alanında

seyrederken. Oradaki örgütlenmenin ne kadar yanlış hamleler yaptığını göstermek dışında hiç bir anlamı olmadığını düşündüm bu garip eylemin.(Eylem ve mücadele konusunda Latin Amerika’ya akıl verdim ama hayırlısı bakalım) Ardından sen ne yapabilirsin ki? Senin ülkende olmuyor mu böyle şeyler? Ataşehir denen yerin buradan çok bir farkı var mı? Gibi sorular yönelttim kendime. Ancak sonra Latin Amerika ve benim ülkemin iç dinamikleri çok farklı diyerek savundum kendi eylemsizliğimi, kendime karşı. Hemen ardından bir üçüncü ben çıktı içimden ve düşündü belki de hatalı olan benimdir dedi. O çocuklar o gri duvarı boyarken duvarın da arkasında olan ama ancak büyüyüp emekçi olunca görebilecekleri ama asla kullanamayacakları güzel bahçeleri ve havuzları oraya çizeceklerdir. Belki

sonra bu kadarına da katlanamayıp o içimden pörtleyen üçüncü bene “Sus lan liboş!” Diyerek kestim sesini. ir dönem Hindistan’da yaşayan bir arkadaşım: “Levent o bel-

cukların ne boyaya ne de fırça- kalifiye etse herkes hak ettiği ya ihtiyacı var. İhtiyaçları olan ücretlere çalışır demiyor mu tek şey balyoz!” Dedim haberi liberteryenler ?’’ dedim. Ancak

B

gesellerde gördüğün, her gün hayatta kalma savaşı verilen, pis Hindistan’ı hiç görmeyen Hintliler var. Bağdat Caddesinden, Nişantaşından daha lüks yerlerde yaşıyorlar ve buralarda gece nerede yatacağına hatta nereye sıçacağına dair hiç bir fikri olmayan insanlar çalışıyor. İsyan yok, herkes alışmış bu duruma” demişti. İnsanların

yük kabahatimizin de bu olduğunu söylerdim. Hindistan’ın aşırı katı kast sistemi karşısında bir an duraksadım. “Neden katlanıyorlar

buna? Orada kast var ve asla sınıf atlayamayacaklar… “ dedim. “Atlayacaklar“ dedi arkadaşım. “Ölüp tekrar dirilecekler ve hizmetkar değil efendi olacaklar.”

“İyi de bu halleri onu tadamayacak yahut efendi olduklarında eski yaşamlarını hatırlamayacaklar” dedim. Baktık birbirimize bir süre. İçimizden bir şeyler düşünüp tam izahını yapamadığımızdan olsa gerek bir süre bakışıp kafa salladık ve konuyu değiştirdik. aha önce de yazmıştım. Çocuk masallarında Prens ile evlenmek isteyen kızlar vardır. Yahut Kahramanlık yapıp padişahın kızını almaya çalışan Keloğlan. Hep kişisel kurtuluşu simgelerler. İyiliği öğütlerken alttan alttan huzurun ve mutluluğun parada olduğunu belirtirler çoluğa çocuğa. İşte duvarı boyatmak da bunun gibidir. O duvara hayaller çizilir. Hayal kurmayı öğretirler küçücük çocuklara. Genel geçer düzenin içinden seçtirirler hayallerini. O duvara bir tane çocuk zarar verirse eğer ayıplarlar. Yaşı biraz daha büyükse boyalarını elinden alırlar. Biraz daha büyükse öldürüp ardından terörist olduğunu söylerler. Çünkü duvara zarar vermek kimsenin haddine değildir. Betonun hik-

D

asla alışmadığını sadece bir gün havuzu temizleyen değil de havuzda keyif yapan tarafta olma ümidi ile buna göz yumduğunu çünkü çocukluklarından itibaren bu şekilde eğitildiklerini iddia eder ve en bü- meti işte...

9


L a p a r t e s

ÖYKÜ | BATUHAN PALA

S

BÖLÜM 2

icilya'dan getirdiği şaraplarla tüm Roma'da ün sahibi olan Normantius bu sefer Pompei’ ye geliyordu ve şehrin en işlek yerinde şaraplarını tanıtacaktı. Forum'un beş metre önünde, amfi tiyatronun karşısında, şehrin koruyucu tanrısı olan Apollo'nun solunda kalan bu yerde yapılacak bir şey aslında tüm Pompei’de yankı bulacaktı ve bunu çok iyi bilen Lapartes için bu kaçınılmaz bir fırsattı. Lakin bundan Atina da bulunan ve tahminen Nomantius'un pazarının kurulmasından bir veya iki saat sonra şehre gelecek olan Eumachia'nın haberi yoktu. Bu yüzden villadaki şaraplardan sorumlu olan Samaris devreye girecekti. Limandan Eumachia’yı alıp ona: Normantius’un şehirde olduğunu, bir pazar kurduğunu ve şehirdeki isim sahibi olan diğer kişilerinde orada olacağını, şarap seçeceklerini söyleyecekti ve onunda orada olmasını, şaraplardan ne kadar iyi anladığını tüm şehrin önünde göstermesi gerektiğini, bundan geri kalmamasını anlatacak ve ikna edecekti. Sabah olmuştu ve intihar sonrasında kuşku bırakmamak için Samaris ile rüya gördüğü günden beri konuşmamıştı. Samaris böyle bir yükün altına girecek miydi? Villada her şey yolunda gidiyordu, herkes görevini yapıyor Sahibe Eumachia'nın gelişine hazırlanıyordu. Banyolar, flamingo dilleri ve daha nice yemekler hazırlanıyordu. Öğlene gelindiğinde Lapartes kendisi ile baş başa kalıyor, olacakları düşünüyordu. Sevgilisine kavuşmasına az kalmıştı. Mutfağa girip yemekleri kontrol ediyormuşçasına bir bıçağı alıp kemerine koydu ve dikkat çekmeden çıktı. Yatağına gitti azda olsa biriktirdiği parayı aldı bir keseye koyup, bıçağını koyduğu kemerine sıkıştırdı. Hazırdı. Bunu neden iki yıl beklediğini kendine soruyordu, cesaretsizliği onun hayatındaki son iki yılı tarifsiz acılarla doldurmuştu. Bunlar artık geç kalmış cevap arama denemeleriydi. Normantius şehre gelmiş ve tüm zenginler artık Foruma doğru yürümeye hazırlanıyordu. Agustos’un Ölüm yıl dönümünü andıran bir kalabalık vardı havanın soğuk olmasına kimse aldırmıyordu. Normantius ve şarapları soğuğu yeniyordu. Lakin Eumachia hala gelmemişti veyahut gelmiş miydi? Samaris bu yükü kabul etmemiş miydi? Eumachia, Samaris' e ikna olmamış mıydı? Tüm bu soruları düşünen Lapartes soğuk soğuk terliyordu. Tiyatroda politikacıların kendi propagandalarının bir parçası olan tiyatro oynanıyordu.

10


Seyircilerin parasını kendisi veren politikacılar, tiyatronun bir bölümünde seçimlerde kendileri için propaganda yaptırıyorlardı. Bunu gören Lapartes yapacağı şeyin ölümsüzleşeceği için gururlanıyordu, buna herkes şahit olacaktı lakin Eumachia yoktu ve Normantius'un pazarı bir saate kalkacaktı. Kalabalık benliğini kaybetmeden yapmalıydı yoksa bir anlamı kalmazdı. Bunu neden bu kadar beklediğini bu gün ikinci kez düşünen Lapartes, Callia ile öpüştüğü rüyasını hatırladı ve inanmadığı tanrılar Callia' ya işkence edercesine alay edip, sevgilisinin bir erkek bile olmadığı söylüyordu. Forumun girişinde tüm ihtişamı ile Eumachia görünmüştü ve tüm olacaklardan habersiz olarak geliyordu. Yanında köleleri ve Samaris vardı. Lapartes kafasındakileri düşününce Eumachia' ya hiç acımıyor, ona olan kini katlanıyordu ve bastıramadığı bir heyecan onun daha da terlemesine sebebiyet veriyordu. Eumachia'yı karşıladı ona son kez güzel sözler söyleyip gülümsedi. Şehrin onun gelişi ile daha da güzelleştiğini ve onun şarap zevkine çok güvendiğini, buna tüm şehrin tanık olmasını gerektiğini gülümseyerek söyledi. Bu tür iltifatlarla şevke gelen Eumachia Forumu geçip Normantius'un pazarına doğru yürürken Apollo'nun önünde eğilerek bu güzel günü ve şehre gelen Normantius'un şaraplarının Dionisos kadar onunda bir lütfu olduğunu söyleyip Normantius' u selamladı. Lapartes gizlice Samaris' e kemerinden çıkardığı para kefesini vererek ona: ‘Onurlu bir adam olduğunu ve bu yaptığını Callia' ya anlatacağını’ söyledi. Olacakları bilen Samaris gizlice uzaklaştı. Tam bu sırada tiyatro dağıldı ve kalabalık daha da arttı. Lapartes için kaçınılmaz bir fırsattı ne yapacaksa şimdi yapmalıydı. Kemerinden bıçağını çıkarttı elinde gizledi. Göğe bakıp yaşamını; sevgilisi Callia’nın azabını dindirmek için sonlandıracağını düşünüyordu bir işe yaracağı hissi geri dönülmez olan bu eylemi daha da istekli ve vahşice yapmasını sağlıyordu. Göğe, toprağa ve her şeye son kez bakıyordu. Yağmur hiç bilmediği bir gökten yavaşça alnına düşüyordu. Toprağa düşen ilk yağmur tanesini gören Lapartes bunu; tanrıların söylemlerine dayanamadığı sevgilisinin gözyaşları olduğunu düşünüyordu. Lapartes elinde gizlediği bıçağı kölesi olduğu Eumachia’nın kalbinin biraz altına hızlıca sapladı ve çevirdi. Eumachia’nın yüzündeki acının hiç bitmemesini istiyordu. Herkes şok olmuştu ve çığlıklar atıyordu. Eumachia’nın ağzından kanlar damlarken kulağına eğilen Lapartes; her şeyi bildiğini ve ölüler diyarında korkunç bir ıstırabın onunla olmasını diledi. Kanlı bıçağını havaya kaldıran Lapartes haykırarak 'Özgür irademle aranızdan ayrılıyorum. Bir gün dahi sizden biri olmadım.' diyor ve onurlu bir davranışta bulunduğu, acılarına son verdiğini ve sevgilisine kavuşacağını düşünerek bir an gülümsedi ve bıçağı kendine sapladı. Dizlerinin üstüne düşen Lapartes' in son sözü şu olmuştu ' sevgilim başardım ' Lapartes' in planı işlemişti neredeyse tüm şehir buna şahit olmuştu, inanmadığı tanrılar bile. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Lapartes, Callia' nın azabını dindirmişti ve intikamını almıştı. Yere yığılan Lapartes ve Eumachia'nın bedenlerinden oluk oluk kan akarken hiç kimse olan bitene anlam verememişti. Akan kanlar ayaklarına doğru gelince soylular ve zenginler bir adım geri çekildiler. Bir kölenin sahibini öldürmesini aşağılayan sözlerle yeriyor ve bir an Eumachia’nın yerine kendilerini koyuyorlardı. Kalabalık dağılmaya başladı. Yağmurdan sırılsıklam olan ve onurunu geri kazanmak için ölen bir adama bakan Suriyeli Samaris hariç.

11


HAYATTA İLK PIŞMANLIK!

YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ

Y

orucu bir iş gününün ardından eve geldi. Eşyalarını topladı ve servise binmek üzere evden dakikalar içinde çıktı. Yaz tatilinin başlamasıyla hanımla çocuğu kayınvalidesinin yanına, yazlığa yollamıştı. Oğlunun “Babacım seni çok özledim. Ne zaman geliyorsun?” mesajlarından neredeyse gına gelmişti. Tamam özlemişti ama “Nereden öğreniyor bunları, babacım ne demekse! Eşşoğlu eşek! Babası hariç” diye söyleniyordu kendi kendine sürekli ve her seferinde o arkadaşı yüzünden olduğunu düşünüyordu. Çocuk iyiydi; çevresiyse kötü... O mesajlara ve hanımının “Neredesin bey? Yalnız kaldın oralarda. Gel, bir iki gün dinlen” iyi niyetine kanmıştı. Hanımının parası bittiği için çağırdığını henüz bilmiyordu. Servise bindiğinde yanındaki gence “Çok mu sıcak?” dedi öylesine. “Hayır, amca bugün çok sıcak yok da nem çok! Nem olmasa böyle olmaz. Aslında bak...” geyiğine daha fazla maruz kalmak istemedi. Cebinden bi’milyoncudan aldığı fenerli radyosunu ve hızlı trenden çaldığı kulaklığını çıkardı. Uzun süredir duymadığı bir şarkıya denk geldi. Çok severdi bu şarkıyı. Hanımından önceki nişanlısını hatırladı. Ufak bir tebessüm ettikten sonra aklına takıldı: “Acaba hanımla evlendiğim için pişman olabilir miyim?” diye düşündü, sonra “İyi ki hanımla evlendik de böyle bir hayatım oldu! Baya mutluyum lan!” diye düşündü. Yine bir pişmanlık bulamadı hayatında. Şu kadar yıldır hayattaydı ve hiçbir şeyinden pişman değildi. Bir gece uyumadan önce “Benim niye derdim yok” diye düşünürken aklına pişmanlığının olmadığı gelmişti. Gözlerini açtığında otogara gelmişti. Otobüsün kalkmasına on dakika vardı. Bir sigara tüttürürdü. Bütün herkes ona bakıyormuş gibi geldi. Eli paçasına uzanmadı. Gömleğinin cebinden Tekel 2000 sigarasını çıkardı ve keyifle yaktı. Bugünün ilk sigarasıydı; fakat gün neredeyse bitmişti. “Tekel de bozdu. Zehir içiyoz resmen” diye düşündü. Sigarası bitince otobüsü gözleriyle tarayıp yerine oturdu. Muavine “Çok mu sıcak?” dedi. Bu sıcaklarda bundan başka muhabbet açılamazdı. Yerine oturduğunda gömleğinin bir düğmesini daha açtı. Gömlek cebindeki sigara paketi ağırlık yaptı ve gömleğinin bir yakası yana kaydı. Otobüstekilere ufak frikik vermişti. Bu bir pişmanlık sayılır mıydı? Hayır, bu da gol değil... Çok umursamadan yılların deneyimiyle, tek harekette yakayı toplayıp düğmeyi kapattı. Otobüs hareket etmişti. Yıllardır otobüslerde yolculuk yapardı. İlk kez 5 yaşında binmişti otobüse. Yaşı 56 olmuştu ve o, hâlâ otobüslerde yolculuk yapıyordu. Bir araba almayı düşünmüştü fakat meyveli kek ikram edilince bunun daha güzel olduğunu düşünüp vazgeçmişti. Uzun yolun anlamı meyveli kek ve meyve suyuydu. Otobüse binerken tecrübeyle kafasından bir hesap yaptı. Otobüsteki ikramlar koltuk sayısına göre alınırdı. Otobüste 40 kişilik yer olmasına rağmen 12 kişi vardı. Bu da hakkı olan kekten 5 ya da 6 tane fazladan alabilecek demekti. O kadar sıcak bastı ki bunaldı. Bu bunalma uykusunu getirdi fakat uyumadı, bu resmen bayılmaydı. Gözlerini açtığında “ikram servisi”nin geldiğini gördü. İşte beklediği an! Ama gözlerini açık tutamadı. Gözlerini tekrar açtığında mola vermişlerdi. Hayatında ilk defa bir bedava şeyi kaçırmıştı, ilk defa otobüsün ikramını kaçırmıştı. İşte ilk pişmanlığını buldu. O düğmeyi kapatmayacaktı. Otobüsten indi ve çorabına sakladığı Marlboro sigarasını çıkardı, bir tane yaktı. Tekel 2000 paketini uzaktan çöp kutusuna attı. Artık hayatı eskisi gibi olmayacaktı...

12


YAZI | BERK KARLI

A

mnesia: The Dark Descent, en baştan söy- üzerinize geliyorlar. Bu nedenle aydınlatacağınız yerle-

lemek gerekirse arkasında büyük dağıtıcıları olan yüksek bütçeli bir yapım değil. Bu nedenle yüksek kaliteli grafiklere ve hikâyesini destekleyen sinematiklere de sahip değil. Bunlar aslında bir oyunun atmosferini destekleyen en büyük etkenlerdendir. Fakat Amnesia bunlara ihtiyaç duymadan muhteşem bir atmosfer yakalıyor. Hayatta kalma mücadelesi vereceğiniz, düşmanlarınıza karşı tek bir silahınızın bile olmadığı ve başından sonuna dek gerileceğiniz bir yapıt. Bu nedenle oynarken diken üstünde oturacak ve her köşe başında baksam mı, kapıları da açsam mı diye kararsızlığa düşeceksiniz. Başından sonuna kadar baskı altında kalacak, duyacağınız esrarengiz seslerle de geriliminiz hat safhaya çıkacak. Kullanabileceğiniz hiç bir silah bulunmuyor. Yani tamamen savunmasızsınız. Bu nedenle düşmanı görmeyi bırakın, sesini duyduğunuz anda kaçacak yer arıyorsunuz. Gerilimin ve atmosferin kaynağında muhteşem bir sistem yatıyor. Oyun kapalı mekânda geçiyor ve çoğu yere karanlık hâkim. Ana karakterimiz Daniel, karanlıkta aklını yitirmeye başlıyor, nefes düzeni bozuluyor, garip çıtırtılar duymaya başlıyor, ekranınız bulanıklaşıyor ve kendinizden geçerek yere yığılıyorsunuz (Aynı zamanda yaratığa da bakıyorsanız kendinizi daha hızlı kaybediyorsunuz). Bu noktada kendinize gelmeye ve sakinleşmeye ihtiyacınız oluyor fakat peşinizde bir yaratık varsa bu pek mümkün olmuyor. Kullanabileceğiniz bir gaz lambası ve etraftan toplayacağınız kibrit kutuları bulunuyor. Çoğu yere yerleştirilmiş meşaleleri ve mumları kibritler ile yakarak ya da gazı bitinceye kadar lambanızla etrafı aydınlatabiliyorsunuz. Fakat bu noktada dikkat etmeniz gereken bir husus mevcut. Yaratıklar aydınlıktaysanız

re karar vermek, ışığınızı idareli kullanmak, karanlıkta dayanabilmek ve yaratıklardan saklanmak arasındaki harika dengeyi sağlamalısınız. Ufak eşyaları taşıyabiliyorsunuz ve istediğiniz yer için kullanabiliyorsunuz. Hoş ve atmosfere katkısı olan bir ayrıntı daha bulunuyor. Bir kapıyı açarken ya da bir kolu çevirirken ne hızla yapacağınız ve nerede duracağınız sizin kararınız. Mesela saklandığınız bir dolaptan, seslerin uzaklaşmasıyla yaratığın gidip gitmediğine kapağı aralayarak bakabiliyorsunuz. Objelerle etkileşim aynı zamanda bulmacaların ve ilerleyişin kaynağı. Parçaları bulup yerlerine yerleştiriyor, çalışmayan araçları tamir ediyorsunuz. Oyunun başından sonuna kadar sürekli gerileceğinizi söylemiştim. Bu gerilim yer yer korkuya ve dehşete dönüşecek. Çünkü Amnesia, hayatta kalma temasıyla bunu çok iyi başarıyor. Bazen öyle sahneler yaşayacaksınız ki bittiğinde derin bir nefes verecek ve tüm vücudunuzun kasıldığını fark edeceksiniz. Bu konuda müziklerin de büyük katkısı olduğunu söylemeliyim. Yer yer gelen piyano melodileri ile gerilirken, sakin bir yerde duyacağınız rahatlatıcı bir müzik kendinizi güvende hissettirecek. Aynı zamanda kaçarken duyacağınız tempolu müzikler de kalp atışlarınıza eşlik edecek. Başlarken de söylediğim gibi çok iyi grafiklere sahip olmasa da sağladığı atmosfer ile bu açığını kapatıyor. Farklı sonları olan hikâyesi, karşılıklı diyalogların ve ara videoların eksikliğine rağmen günlüklerle ve anılarla anlatılıyor. Atmosferiyle, oyundaki karakterin kendisi olacak ve hislerini paylaşacaksınız. Fakat ben pompalıyla kafa uçurmaya alışkınım, sürekli aksiyon isterim ve üzerime dört bir yandan yaratık gelsin diyorsanız bu oyun kesinlikle size göre değil.

13


GEÇMİŞTE BİR GECE -3-

ÖYKÜ | YAVUZ

-GEÇEN SAYIDAN DEVAM-

BÖLÜM 6 | ÖLDÜRÜLEMEYEN BİR ADAM

Z

aman seyahatlerim sırasında geleceğe ait bir gazete geçti elime. Tarihi 20 Mayıs 2034. Sıradan bir gazete değildi. İnteraktif bir gazeteydi. Üzerindeki fotoğraflar hareketliydi, bir oynatma tuşuyla kaydedilen olaylar izlenebiliyordu. Manşette bir adam bir banka dolusu insanı esir almış ve üzerine bağladığı bombayı patlatmakla tehdit ediyordu. Görüntüyü oynattığım zaman amacının para olmadığını anladım. Gözdağı vermek istiyordu etrafına, tamamen çaresiz olmadığını, istediği zaman herkesin bir yolunu bulabileceğini gösteriyordu.

O

an hiç tereddüt etmeden bankanın içine, o tarihe ışınladım kendimi ve annemi. Bankanın içindeki panik beni büyüledi. Etrafına tek başına korku dolu insanları toplamıştı. Üzerindeki bombaları sürekli işaret ederek hükümete tehditler savuruyordu. Sonra gişenin bankosuna çıktı para doldurttuğu çantanın fermuarını açıp çantayı ters çevirdi. Tüm bankanın zemini para dolmuştu. Para için bankada bulunan insanlar şimdi paraya ellerini süremiyorlardı. Daha sonra üzerindeki bombalardan birisinin paneline dokundu. Herkes korku içinde titreyerek bombanın patlayacağını ve öleceklerini beklerken adamın üzerinden tavana bir görüntü yansıdı. Herkes tavana kafasını çevirince Dünyanın önemli şehirlerinin görüntülerini gördü. Sonra konuşmaya başladı. “İşte! Benim ve arkadaşlarımın en büyük başarısı. Bu gördüğünüz şehirlerde binlerce binanın altında bombalar var. Ve hepsi aynı anda patlamaya ayarlı. Ve hepsi benim nabzım attıkça patlamayacak. Ben ölünce şehirleriniz de ölecek. Ellerinizle inşa ettiğiniz korku imparatorluğunun simgeleri de ölecek. Ben yıkılınca siz de yıkılacaksınız. Beni zamandan silebileceğinizi sanmayın. Kaydım yok. Bu görev için özellikle yetiştirildim. Her zaman bir umudun olabileceğini göstermek için. Ben umudum! Ve sakın beni ele geçirebileceğinizi düşünmeyin. Bana dokunduğunuz an ağzımdaki siyanür kapsülünü ısırıp intihar edeceğim ve yine yok olacaksınız. Ben dokunulmazım! Ben öldürülemeyen bir adamım!”

O

raya ışınlandıktan sonra elimdeki gazetenin de değiştiğini fark ettim. Gazetede kendimi gördüm. Görüntüyü tekrardan oynattım. Sonlarına doğru zaman polisi bankaya geliyordu. Ben de adamla birlikte ortadan kayboluyordum. Gazetedeki görüntüleri iki dakika içerisinde yaşadım. Adamın omuzuna dokundum, bir elimle de annemin kolunu tutuyordum. Zaman muhafızları geldiği an hepimizi Yorgonun şarküteri dükkanına ışınladım. Yorgo yoktu. Dedim ya onu bir daha hiç görmedim. Büyük ihtimalle hiç olmamıştı. Onu gerçeklikten silmişlerdi. Gelecekteki Serdar'ın tüm arkadaşlarını gerçeklikten silmiş olmalıydılar. Ama anılarımda Yorgo yaşıyordu. Bu düşüncelere dalmışken suratımda az önce kaçırdığım adamın yumruğunu hissettim. “Ne yapıyorsun sen orospu çocuğu!” diye bağırdı ve sinirini yatıştırabilmek için şarküteriyi dağıtmaya başladı. Bu arada gazeteyi yeniden okuduğumda haber metninin “Gizemli bir adam ve kadın bombalı eylemciyi başka bir boyuta kaçırdı. Zaman polisi bu üçlünün yerini tespit etmeye çalışıyor.” olarak değiştiğini gördüm. Şarküteriyi dağıtan adamı duvara yaslayıp gazeteyi göz hizasına getirdim.

14


Adam sakinleşmiş bir tavırla “Pekala, birazdan burada olacaklar. Sayıca bizden üstün olacaklar ve gördüğüme göre sende dövüşebilecek yetenek yok. Şu kadını da al ve uzak bir köşeden izle sadece.” dedi.

A

rdından cebinden yumruk büyüklüğünde bir top çıkarttı. Kaskının üstündeki bir düğmeye dokundu. Top birden havalandı. Gördüğüm kadarıyla sert bir metalden yapılmıştı. Üzerinde kanallar ve delikler vardı ve en önemlisi adam topu beyin dalgalarıyla kontrol ediyordu. Bir dakika geçmeden şarküteriye yirmiye yakın zaman polisi ışınlandı. Bu şarküteride gördüğüm ikinci savaş olacaktı. Polisler ışınlanır ışınlanmaz adam topu onların üzerine doğru hareket ettirmeye başladı. Top çok hızlı hareket ediyordu ve gözle takip etmek neredeyse imkansızdı. Top hızla bir polisin hayati risk taşıyan bir bölgesine çarpıyor ve ondan sekerek diğer polise yönleniyordu. Yaklaşık otuz saniye içerisinde tüm polisler yere serilmişti. Annem ise yaşadıklarını daha fazla kaldıramadığını belli edercesine saçlarını yolarak debelenmeye başladı. Onu sakinleştirmekle uğraşacak vaktim ve enerjim olmadığını fark ettim. Adama seslenip annemi işaret ettim. Onu götürebileceğim güvenli bir yer sağlayabilirse her şeyi açıklayıp ikimizinde yararına olacak bir planım olduğundan bahsettim. Bana güvenmediğini belli eden bir ses tonuyla konuşmaya başladı “O kadın çoktan kafayı sıyırdı. Ama yaşamasını istiyorsan takip edilmediğinden emin olman lazım. Al şunu zaman makinesine entegre et, yaptığın zaman yolculuklarının izinin sürülmesini engelleyecektir. Seni tanımıyorum ve sana güvenmiyorum. Sana yapabileceğim tek iyilik bu. İşime karıştığın için seni öldürmediğime şükret. Ama bir daha karşıma çıkarsan yaşama şansın olmayacak.” dedi ve eldivenini sıyırıp saatine birkaç kere dokunup kayboldu.

E

ntegreyi zaman makinesine taktım. Daha sonra kendi zaman dilimimde 10 sene önce aldığım boş zamanlarımda kafa dinlemek için gittiğim dağ barakasına annem ile birlikte ışınlandım. Annem kendine gelmeye çalışırken ben ormanın biraz derinliklerine gidip yakacak odun toplamaya başladım. Ormandaki kuş cıvıltıları, uçuşan kelebeklerin kanat çırpışları, ağaç dallarında kaçışan sincaplar ve ormanın o güzel kokusu içimi umutla doldurdu. Aslında ne kadar boş şeylerin peşinden koştuğumuzu, zaten ortalama seksen yıl yaşadığımız şu hayatı başkaları için zorlaştırdığımızın ne kadar saçma olduğunu düşündüm. Aslında insanlığın yararına kullanılsa tüm herkesi mutlu edebilecek icatların nasıl bir silaha dönüştüğünü düşününce birden irkildim. Ben bu düşüncelere dalarken çoktan akşam olmuştu. Düşüncelere dalarak amaçsızca yürüdüğüm için hangi yollardan bulunduğum konuma geldiğimi unuttum. Barakaya dönüş yolunu ararken ormanın bir başka ucundan fener ışığına benzeyen bir yansına gördüm. Daha sonra ise bir gurup insanın ormandan dışarıya doğru koştuğunu duydum. Seslerin geldiği yöne doğru yöneldiğimde yolun barakaya çıktığını gördüm. Topladığım odunları yere bırakıp barakaya doğru koştum ve barakanın kapısını açtım. İçeriye girdiğimde annemin barakada olmadığını gördüm.

15


BIR MEFTUNUN BUHURLU DÜŞÜ -2ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA -Geçen sayıdan devam-

M

ercan, Bigamuhlis’in türlü türlü dalaveresine ve yalanına, ahlaksızlığına tam on üç gün boyunca katlandı. On dördüncü günün sabahında yağmur durmaksızın yağıyor, gök gürlüyordu. Dükkânı birkaç saat içinde yağmur alıp götürecek gibiydi. Bigamuhlis’in karşısına dikildi ve artık çalışmayacağını söyledi. Biga, beleşe çalışan bu enayi işi bırakacağı için öfkeden deliye döndü. Kırk yıllık malasını kavrayıp Mercan’a savurdu. Soğuk demir Mercan’ın alnına çarpıp kanattı. Canı yanan Mercan, ellerini göğe açıp bağırdı: “Ey, Ra’d! Hakkım bu mudur?” O anda bir şimşek Bigamuhlis’in çatısına düştü. Çatı büyük bir gürültüyle çatırdarken Mercan koşarak dükkândan çıktı. Bir süre korkuyla olanları izledi. Sonra Uzun Çarşı’dan çıkıp Geniş Çarşı’ya geçti. Yağmurdan kaçan herkes, sağdaki soldaki dükkânlara sığınmıştı. Kendisi sırılsıklam olmuştu ama durmadı ve orta yerde “Bu çarşıda duvar ustası kimdir?” diye dolaşmaya başladı. Elini yüreğine götüren herkes bu çarşıda, bu kasabada ve hatta bu ülkedeki en iyi duvar ustasının Kör Çağdar olduğuna yemin billah ediyor, Viyana’dan gelen bir heyetin rüşvetle onu kandırıp, büyük seferden önce tüm kalelerini onarması için götürmeye çalıştıklarını anlatıyordu. Çarşının tam ortasında uzun bir atölyeye girdi Mercan. “Kör Çağdar Usta!” diye seslendi. Arkasında bir tıkırtı duydu ve geriye dönemeden ense köküne bir kürek indi: “Sensin kör deyyus” diye inledi bir ses. Döndüğünde tek gözü çıkmış bir adamı gördü Mercan ve oracığa yığıldı. Bigamuhlis’in gazabı Çağdar’ın yanında minnetlik kalıyordu. Kör Çağdar’ın iki göz çukuru da karanlıktı. Birinin içi boştu belki ama dolu olan diğeri de korkunç bir şekilde baktığı yüzde anlamlar arıyordu. Bu usta kafasında börkü ve pala bıyığıyla etrafına korku saçmayı da iyi biliyordu. Sinkaflı sözlerini ulu orta yerde savurmaktan çekinmiyor, etrafındakilere en ufak öfkesinde dahi tekmesini tokadını esirgemiyordu. Mercan’ın payı ise çok büyüktü. O, burada bir merak uğruna çile dolduruyordu; on üç gün üzerine bir on üç gün daha. Sükûnetle karşılıyordu yine de. Vecd içinde kendine vaat edilen kurtuluş gününü bekliyordu. Kaçmasını öğütleyenlere ise “Bir duamın gerçek olmasını bekliyorum” diyordu. Sonunda bu çile de doldu. Vakit tamamdı artık. Oturdu ve hesapladı. Rüya ilk gördüğü günden bu son sabaha kadar tam kırk gün geçmişti. Aynı günün akşamında bütün cesaretini toplayıp Kör Çağdar’a artık gideceğini söyledi. Çağdar sanki bekliyormuşçasına açtı ağzını. Bunca yıllık hayatında, onlarca sokak kabadayısından bile duyulmamış sözlerle, Mercan’ın rahmetli anacığına onu doğurduğu için sövmeye başladı. Mercan öfkeden titremeye başladı. Berrak olan gökyüzü birden kara bulutlarla kaplandı. Beline soktuğu malasına uzanan Kör Çağdar, tam yedi kez hışımla vurdu Mercan’ın sırtına. O anda bir gürültü koptu; sanki gök yarıldı. Üstüne inen darbelere aldırmadan gökyüzüne baktı Mercan: “Ey Ra’d! Hakkım bu mudur?”

16


Önce etraf aydınlandı ya da önce patlamalar duyuldu. Bir zelzele salladı Geniş Çarşı’yı. Kör Çağdar yere düştü. O hengâmeden faydalanıp kaçmayı başardı Mercan. Kasabanın boş sokaklarında deliler gibi dolaştı Mercan. Sabah namazını bekliyordu; tam tamına kırk gün önce uykularına musallat olan rüyasının hikmetini yeni doğan güneşle nihayet çözecekti. Müezzinin yanık sesi vaktin geldiğini söylüyordu. Uykusuz ve yorgundu Mercan; kapıyı görecek şekilde erketeye yatmıştı. Saba makamının altında bir rüyaya daha kapılmak üzereydi. Şiş gözleri kapanıveriyordu. Bir ayaklanma olunca kendine geldi. Cemaat doğrulmuş, ağır adımlarla pabuçlarını dizdikleri tahtadan bölmeye gidiyorlardı. Kalabalık azaldıkça Mercan da görüşünü düzeltip, camiden çıkıp gidenleri kontrol etmeye başladı. En sona neredeyse bütün cemaatin elini sıkıp uğurlayan bir dede kaldı. Topukları ezik pabucunu ayağına geçirip bastonuna sıkı sıkı sarıldı. Topallayarak çıktı ve gri renkli sokaklara karıştı. Bu, Mercan’ın beklediği adamdı. Rüyasında bir türlü kavuşamadığı kızı sürükleyerek götüren adam buydu işte. Yün beresini neredeyse yüzünü kapatacak kadar indirip boynunu kısarak takibe başladı. Açığa çıkmadan bir köşede durup bekliyor, ihtiyarın ağır adımları işini aşırı kolaylaştırıyordu. Uzun Çarşı ve Geniş Çarşı’nın pasaj kapılarının kesiştiği yerin tam karşısında bulunan iki katlı ufak bahçeli ev Mercan’ın gözüne hep çarpmıştı geride bıraktığı günler boyunca. Topal Dede ise gıcırdayan bahçe kapısından içeri girmiş, kara pabuçlarını sokak kapısının eşiğine bırakmış, evin içinden çıkan bir el bastonunu alıp içeri girmesine yardımcı olmuştu. Kırık Tas Hamamı’ndaki o ihtiyarın sözüne uyarak akşam saati bu eve tekrar gelecekti. Ya sabır çekti. İç sıkıntılarının vücut bulmuş haliydi Mercan. Akşam için hazırlanmak üzere evinin yolunu tuttu. Havanın kararmasından birkaç saat sonra, gözü gibi baktığı paltosunu sırtına geçirdi ve lavanta esansını sürünüp o evin kapısına dayandı. Topal Dede asık suratıyla kapıda belirdi. Yuvarlak kafalı, kirli sakallı, tıknaz bir adamdı. Konuşmadan, Mercan’a içeri girmesini işaret etti. Beraber evin büyük odasına geçtiler. İşte burada Mercan, odun sobasının yanı başında, rüyasındaki kızı

ilk kez gördü. Şaşkınlıktan donakaldı. O kız meğer bu ihtiyarın kızıymış. Sobadan yansıyan alev rengi, kızın gözbebeklerinden yansıyordu. Mercan çekinerek mahallenin tatlıcısına yaptırdığı ikramlığı uzattı ve kız odadan çıktı. Vakit kaybetmeden meramını anlattı Mercan. Topal Dede’den rüyalarına musallat olan bu güzel kızı istedi. Daha cevabını alamadan iki fincan kahve geldi önlerine. Bir yudum aldı; tuzluydu. Sanki geleceğinden haberleri vardı. Topal Dede kahvesini bitirip, Mercan’a da beklemesini söyleyerek odadan dışarı çıktı. Kızla baş başa kalınca Mercan’ı daha da bir sıcak bastı. Sobanın alev rengi şimdi, kızın tüm yüzüne yayılmıştı sanki. Gömleğinden bir düğme açınca Mercan, kız dile geldi: “İçin yanıyorsa korkma, tenimdir seni böyle yakan”. İçi ürperdi Mercan’ın. Bir şeyler diyecek oldu ama boğazı düğümlendi. Büyük bir gürültüyle vuruldu kapı o anda. Kör Çağdar ve Bigamuhlis, iki düşman, izbandut misali yan yana belirdiler oracıkta. “Be hey teres! Senin

uğursuzluğun dükkânlarımızı başımıza yıktı! Bir de kalkmış sevdalımıza mı göz dikersin?”

diye naralar atarak saldırdılar üstüne. Yıllardır süren düşmanlıklarının sebebi körpecik şu kızdı. Şimdi ise baş düşmanları, eski çırakları Mercan’dı. Yere düşen Mercan’ın bilumum tekme ve yumruktan korunmaya çabalarken gördüğü son sahne, Topal Dede’nin gümüşgözlü sevdiceğini sürükleyerek oradan çıkardığıydı. Ve bir meftunun buhurlu düşü burada bitiyordu. Mercan yatağından doğrulup, yanı başına düşmüş olan Kur’an’ı eline aldı. Açık olan on üçüncü sureye baktı:

“Gök gürültüsü O'na hamd ile tesbih eder; melekler de korkusundan. Yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar; onlar ise Allah hakkında mücadele edip duruyorlar. Oysa O'nun gücü çok şiddetlidir.” Kitabı üç kere öpüp duvara

astı. Yazı masasının başına geçti. Bir köşede sönmüş olan lavanta esanslı mumu yeniden yaktı. Tablasından üç tutam tütün çekip sardı. Tahtasındaki külleri savurup yeni bir buhur ateşledi. Bir tomar kâğıdın arasından kaldığı yeri buldu. Ceffelkalem hatırladıklarını yazmaya koyuldu…

17


CELVET ÖYKÜ | KEMAL YILMAZ

S

ol koltuk altında geceleri başına yastık yaptığı boya kutusuyla, sağ koltuk altında kocaman bir yırtıkla Yüksel’e çıkan merdivenlerde otururken üşüdü Celvet. Aslında üşüdüğünü fark etti, sürekli üşüyordu zaten. Ankara çok soğuk gelmişti ona. Ah, geldiği yer öyle miydi! Güneş tüm gün fırın gibi ısıtır, geceleriyse mutfağa yemek hazırlamaya giden annesi gibi hemen döneceğine söz verip sıcaklığını orada bırakırdı. Oysa soğuk bir cehennem gibiydi burası. Alevlerin yerini ağaçların dallarından sarkan buzlar almıştı. Annesi de güneş de gidip bir daha dönmemişti sanki.

Ne Tanrı ne de doğaydı burayı soğutan,yanından geçip giden insanlardı. Yanından geçip giden insanların keskin soğuğu...

Celvet’in her daim terleyen elleri çatır çatır çatladı. Elindeki çatlaklardan sıcak buharlar yükseldi. Tepesine dikilen adam dumanı da soğuttu.

- Parlat bakalım ayakkabılarımı, Bak iyi parlat ha vermem yoksa paranı, Nerelisin sen, Konuşamıyor musun, Siz de ya çok konuşur ya da hiç konuşmaz misiniz?

Anlamsız gözlerle bir adama bir boyadığı eskimiş ama boyandığında sahibine, sadece sahibine, yepyeni gözüken ayakkabılara baktı Celvet. İşini bitirdi ve avucuna bırakılan birkaç lirayı aldı. Ellerine baktı, siyah ellerine. Siyah olmaları hoşuna gitti. Elleriyle tüm şehri siyaha boyamak istedi, gökyüzü dahil. Karşıdaki vitrine dikildi gözleri, vitrindeki pahalı kumaştan yapılma takim elbiselere. Buradan başlayacaktı dünyayı boyamaya. Sol koltuk altına boya kutusunu, sağ koltuk altına kocaman yırtığını alıp vitrine doğru yürüdü. Siyah ellerine biraz daha boya surdu. Kalbi delicesine atıyordu. Sonunda tüm şehri değiştirebilecekti. Kocaman açtı ellerini ve camin pürüzsüz yüzeyine tüm gücüyle bastırdı. İçindeki heyecan duygusu yerini meraka bıraktı. Gerçekten hissediyordu değişimi. Elini vitrinin üzerinde gezdirirken birden bağırma sesiyle irkildi.

- Ne yapıyorsun lan it ? Babanın malı mı o, başımıza bela mı geldiniz siz ?

Pek aldırmadı Celvet. Camı boyarken aldığı haz tüm bedenini uyuşturmuştu. Sakince ellerine biraz daha boya sürdü ve kaldığı yerden devam etti. Şehri boyamaya o kadar kaptırmıştı ki kendini, tezgahtarın elinde sopayla yanına geldiğini fark etmedi bile.

- Ne dedim lan ben sana

Koluna gelen sopa darbesi canını bayağı yaktı ama cama daha güçlü tutundu. Tezgahtar saçından tutup yere yatırdığında camla teması kopmuştu artık. Kordon bağı kesilen bebek gibi gerçek yaşama döndü tekrar. Soğuk havayla beraber aldığı darbelerden canı daha çok yandı. Ah yine şu soğuk! Güçlükle cama dokunmaya çalıştı. Dokunsa acısı hafifleyecekti biliyordu. Art arda gelen darbeler iyice güçsüzleştirdi Celvet’i. Artık başaramayacağını düşündü. Fakat başının altında geceleri yastık yaptığı boya kutusu, yüzünde bir gülümsemeyle yavaşça gözleri kapandı. Başarmıştı her yer siyahtı artık, gökyüzü bile.

18


COMMENTARIUS K ÖYKÜ | ÖMER ŞİAR BAYSAL

-geçen sayıdan devam-

an soğuk bacaklarıma kadar sızarak, tatlı bir sıcaklık hissiyle beraber tiksinti uyandıran bir kirlilik duygusu yaratıyordu, bir yeriniz kesildiğinde sürekli aynı acıyı hissetmezsiniz, acı sürekli azalır, vücudunuz hemen işe başlar ve hayatta kalmak için acıdan daha önemli şeylere odaklanmanızı kolaylaştırır. Dozer’in arkasından koşuyordum, kocaman RTJ’yi hiç zorlanmadan sürüklüyordu ve çelik kapının hemen dışına neredeyse yetmiş kiloluk jeneratörü tek hamlede fırlattı, geri dönüp tekrar koşmaya başladığında bana bağırıyordu “burada bekle!”. Koridorun uzak sonunda birini tek hamlede indirdiğini gördüm, iğrenç pusucu haydutlardan biri olmalıydı, sonra sağa kontrol odasına doğru yöneldi, artık onu göremiyordum fakat gelen sesler beni Dozer’in peşinden ona yardım etmeye itiyordu. Sağ arkamda kürek kemiğimin altına doğru derinliğinin kaburgama kadar indiğini düşündüğüm yirmi santimlik bir kesik olduğunu varsayıyordum, yaranız görmediğiniz zaman kafanızda büyüyor, yirmi santimlik bir kesik beni neredeyse ikiye bölecek bir yara olurdu ki aslında sadece iki santimlik bir yaraydı ve kanama sürekli hareket ettiğim için durmamıştı. Dozer’in peşinden gitmekten vazgeçtim, yaramı sarmalı ve hazırlık yapmalıydım, Tank, Beren ve diğerlerine ulaşmam gerekiyor.

Tipi şiddetlenecek gibi gözüküyor, önümüzdeki bir belki de iki günü üssün içinde geçirmemiz gerekebilir. Tank ve Shorty kuleye yaklaşıp kolaçan edecekler, haydutlar bizim gibi hedefleri öldürmek için ikinci kez düşünmezler ayrıca çevreyi bubi tuzaklarıyla kuşatmış olma ihtimalleri de yüksek. Tank ve Dozer içeriye girip girmemek konusunda tartışıyor, tipi giderek şiddetleniyor, görünürde haydutlardan herhangi bir iz yok, on dakika sonra içeriye girmeye karar veriyoruz. Tank birilerinin daha önce burada bulunduğunu ve bundan hiç bir şüphesi olmadığını söylüyor, Dozer “sorun yok, devam edelim” diyor, kulenin dördüncü katından içeri girdiğimizi merdiven boşluğuna baktığımda anlıyorum, kimseden ses çıkmıyor, yavaş adımlarla ilerliyoruz, Dozer zemin kata geldiğimizde çelik kapının önündeki metal masayı çekiyor.

Dozer ve Tank silahlarına sarıldı, ben irkilerek Beren’i tuttum Shorty Tank’ın arkasına geçti, hiç kimse çıt çıkarmamaya çalışıyor, ben ise adrenalin etkisiyle hızlanan kalbimin sesini duyar hale geliyordum, Dozer çelik kapıyı açtıktan sonra, birden koridor boyunca uzanan lambalar çalışmaya başlamış, herkes hipnotize olmuş şekilde koridora bakıyordu, hiç İki saat önce... birimiz ilerleme isteğimize engel olmadı, sanki önceden anlaşmışız gibi hiç konuşmaaritada neden kule şeklinde bir çizim dan koridor boyunca ilerlemeye başladık. olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu bölgede eskiden bir uzay üssü olduğunu ve çizimdeki kulenin bu üssün gözlem kulesi olduğuna karar verdik. “Baykonur Uzay Üssü” diye mırıldandı Beren, Antik Rusya devletinin pek çok uzay üssünden sadece biri olduğunu söyledi. Çok eski olmasına rağmen bir kale gibi sağlam, donmuş toprağın ve karın altında üssün bir çok bölümü yer alıyor olmalı diye ekledi. Beren Rus hikayelerini ezbere bilir, çocukluğundan beri efsaneler hayal gücüne çokça katkı yapmıştır. Bir keresinde, Dünya’nın karanlığa ve buza gömülmeden önce insanların bu gezegeni terk etmek için hazırlıklar yaptığını anlatmış ve bunun aslında bir efsane olmadığını gerçekten başarmış olabileceklerinden bahsetmişti. Aldırış etmemiştim, bir önemi yoktu, artık bizim için en önemli şey bu donmuş gezegende ısınmayı başarmaktı. 19

H


FOTOĞRAF / YAZI | MELİKE KOÇ

zencefillimon

Nazım'ın bir şiiri vardı hani; şu kırk evin penceresinin odasına girdiği,içlerinden birine oturduğu, ayaklarını sarkıtıp bulutlara belki bahtiyar olduğunu düşündüğü...

işte tam da öyle bir gün ...

20


FOTOĞRAF / YAZI | DİLAY ÖZCAN

ispanaksevmem

09:00’da çalan alarm sesiyle gözlerimi açtım. Yine bir iş günüydü. Vücudum yorgun, bacağım ağrılı, gözlerim şişkindi. 1 yılı doldurmak üzereydim çalıştığım kafede. Bedenimdeki ağrılar işe gitme isteğimi örseliyordu. Artık yorulmuştum. Evden çıkıp işe doğru yürümeye başladığımda geçen bir yıllık süreyi düşündüm. Çalışmayı seviyordum. Kafedeki her bir sandalye beni heyecanlandırıyordu. Her biri farklı bir hayattı gözümde. Dış görünüşleri, hayata bakışları, bana olan tavırları apayrı olan bir çok insan uğruyordu mesaim içinde. Kafamdaki geçmişle kafenin önüne gelmiştim. Mesaim 11:00de başlıyordu, erkenciydim. Girişte oturan Hasan abi dikkatimi çekti. Bugün pazartesiydi. Her hafta başı aynı masa ve sandalyeye otururdu. Eline çayını ve sigarasını alıp hep aynı yöne dalardı gözleri. Günaydınlaştık. Sandalyelerin çoğu boştu. Çayımı alıp Hasan abinin yan masasına oturdum. Biraz sohbet ettik ve yine aynı noktaya dikti gözlerini. En çok onun hikayesini merak ediyordum. Belki işteki son günüm olduğunu bilseydim "anlat abi" derdim cesaretlenip.

21


22

Bir sabaha karşı uyandı aniden İshak kendiliğinden, karabasanlar filan uyarmadan. Sonunda gelmişti beklenen an; gündüz düşleriyle süslü o doğru an. O anda karar verdi, topladı pılını pırtısını. Koydu sırt çantasına o sıra okuduğu kitabı, birkaç yedek üst baş, bir de en sevdiği oyuncak arabasını. Para aldı yanına biraz, çok az da umut; dünden, bir önceki günden, bir önceki günden daha kalan:

ön

I

Gözleri açıldı İshak’ın altın kumlar içinde. Tepede güneşli hava, başını kaldırınca fark ediyor deniz kıyısında bomboş bir kumsalda. Kumsal uzanıyor kilometrelerce. Kimse yok bir sokak köpeğinden başka. Denize bakıyor, deniz uzanmış kilometrelerce - bir yola benzeyen, sonsuz sonsuz yollara benzeyen deniz. Görünen hiçbir şey yok ufukta belli belirsiz bir çizgiden başka. Çizgileri hiç sevmedi İshak, dikenli tel gibi olur çizgiler; her yerde sonsuz sonsuz çizgiler. Bir anda fark etti kırmızı bir kadın -tam karşısındakızıl saçlı,

Aşağıda bahsi geçen İshak’ın öyküsü bir tiyatro oyunu metni aslında. Oyunun nasıl başladığını bir de yazılı olarak görmek isteyen varsa diye paylaşıyor, devamını merak edenleri oyuna bekliyoruz. Gösterim tarihleri için: www.oyunisleri.com

ŞİİR | ÖZGÜN CAN KARABURUN

İSHAK’IN GÜNDÜZ DÜŞLERİ


23

Belki değişirim umudu. Saat sabahın beşi filan. Oyuncak araba dedim ya, sanılmasın İshak daha küçük bir çocuk; Yirmi beş yaşında, galiba yolun başında. İshak’ın gözleri kara, alnı ak ve bir kırmızı kadın düşlüyor kızıl saçlı, gözleri kara, alnı ak. Düşlüyor bir kadın kendi gibi. Bir milim umut aldı yanına İshak; dünden, bir önceki günden, bir önceki günden daha kalan: Belki değişirim umudu. Saat sabahın beşi filan. Dağın ardından birtakım sesler geldi sonra: bombalar atıldı, tabancalar sıkıldı, asitle ıslandı bütün insanlık. İnsanın gözleri çıktı, alnı kanlı, saçı yanık kokusu. Yol uzun, zaman kısa. Mevsimlerden yaz. Şimdi yola çıkmalı İshak, mesafe kat etmek için değil ama belki değişirim umuduyla.

-devam edecek-

gözleri kara, alnı ak. Kan sızdı o an yüreğinden aşağılara doğru. (Aşk mı bu?) Yaklaşıyordu denizden ona doğru. Hayal sandı ilkin İshak, şaşırdı kaldı. Sırılsıklamdı kadın; üstü başı giysili -tek bir kırmızı giysi. Ama yanlış bir şeyler varmış gibi ağlıyordu kırmızılı kadın; hayır ağlamıyor, haykırıyordu acıların en yücesini. Ulaştı karaya dalgaların önünden, uzattı sol elini, uzandı kaldı öylece orada. Islak kumun üzerine, denizin erittiği bir çocuğun kumdan kalesi üzerine uzandı, kaldı. Hiçbir şey diyemedi. Hemen yanına koştu İshak, çevirdi sırtı üstüne, yüzüne baktı kadının. Kapalıydı gözleri. Eğildi, dayadı kulağını kadının burnu üstüne. Dokundu burnu kulağına, Dokundu kulağı burnuna.


7 Mayıs 2006 Arsenal vs. Wigan Highbury Stadyumunda son maç

NEREDE O ESKİ POPİLER?

YAZI | ENRİCO RATSO

Ç

ocukluğumuzun über zengin yiyeceği havyarın, BİM’de satılmasına ramak kaldığı şu acayip günlerde, biraz nostalji yapmaya ne dersiniz? Haydi öyleyse, kafamıza göre bir şeyler

yapalım. Biliyorum gönül dostları, hepimiz hayatın koşuşturmacasına hapsolduk, hep iyi niyetimizden kaybediyoruz ve en önemlisi suskunluğumuz asaletimizden. Kendimize şöyle bir soralım. Ne yapıyoruz ki biz? Bırakın o kilitler açılsın lütfen. Şu güzel eski günleri bir yad edelim. Tsubasa, Meybuz, Harun Kolçak, salçalı ekmek...%a%x&Kæ/...System Error...Please sign in and try again. All unsaved data will be lost... Off yeter! Salçalı ekmek diyor hala...O bissimms kiymetlimiss...İnanma seni sevecek...Salça iyiiii...Haaayır! Taco verin bana. Ah ne güzel! Akıl sağlığımı kaybediyorum. Bu da demek oluyor ki, içinden zeka fışkıran muhteşem cümleler birbirini kovalayacak. One minute!!! Neden yazıyla uğraşıp vakit kaybediyorum ki? Dahi müzisyen olmak daha havalı. En iyisi; eli yüzü yamuk, çirkininden üç adam daha bulup bir rock grubu kurayım. Sex, Drugs & Rock’n Roll deyu deyu takılırım. Ama Jim Morrison bunu çoktan yaptı. Hem gitarlı grupların modası da geçti. Müzik kariyerime burada bir son verip konumuza dönüyorum. itarlı grupların modası geçti demişken bu ‘moda’ kelimesini bir irdelemek lazım. Bildiğiniz gibi ‘Moda’ İstanbul’da bir semt adıdır. Barış Manço Moda 81300 İstanbul... Salçalı ekmek, Atari, Ninja Kaplumbağlar... Offf yine geldi nostalji! Bırak beni, düş yakamdan! Yetiş Faruk Hoca. Evet, konumuza dönelim. Bilinmeyen bir güç tarafından konu saptırılıyor. TDK sözlüğüne göre ‘moda’nın tanımı: Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük. TDK bu tanımını bir de cümle içinde kullanıyor. Şöyle ki; "Moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır. – A.Hamdi Tanpınar". TDK’ya olan sonsuz hürmetimizden dolayı kelimenin anlamını çok irdelemiyoruz. Toplumsal bir gerçek ile yüz yüzeyiz. Sosyopatlığın lüzumu yok. 90’lar nostaljisi mi yaşıyoruz, yoksa işin içinde başka bir iş mi var? Çocukluğumuzun meşhur topçularından bir örnekle mevzuyu taçlandıralım. Koca bir neslin Dennis Bergkamp’ı sevmesini gelip geçici bir düşkünlük olarak algılayabilir miyiz? Popüler kültür bize oyunlar mı oynuyor? Yoksa herkesin bir popisi yok mu? Peki modası geçen şeyleri niye özlüyoruz? Sorular, sorular...Tanpınar doğru demiş. Bunlar hep hayatın kendi bünyesinden geliyor. Benim bünyem de biraz eskide kalmış. Yani; Cristiano Ronaldo’nuz sizin olsun, bana şişko gerçek Ronaldo’yu verin. Emirates Stadı’nı istemiyoruz. Highbury’de ‘’Bergkamp Turn’’ izlemek bize yeter. Yeterince gaza geldiğimize göre şu ‘’magpie’’lere günlerini bir gösterelim. Haydi hep birlikte; Cheer-up Alan Shearer, (In Turkish; Holiganlığı en baba yapan da Arsenal taraftarıOh, what can it mean, dır. Bunu da bildiklerinden, yok işte Arsenal’e gelemezler. To a sad geordie bastard, Alan Shearer akıllı olsun)

G

And a shite football team

Ah ah azizim! Meğer ‘moda’ yalnızca İstanbul’da bir semt adı değilmiş. Her zamanın bir ruhu varmış, biz de o ruhtan alacağımızı alır, işimize yaramayanı bırakırmışız. Aşık Enrico der ki: ‘’Moda insanın kendine yakı-

şanı giymesidir, en sevdiğim tatlı kazandibidir. ‘’La societe du spectacle’’ sev beni, sokma müşküle, seninle kaşık atalım iki tabak keşküle.’’

24


gölgede ve güneşte futbol konuşulan yer

KAT 3 DAİRE 8

LEVENT ÜSTÜNBAŞ AYKUT ÇAKAR SAMET IŞIKAY

Bu sayıda konumuz spor. Spor denince de en major spor olan futbol hakkında sohbet edeceğiz. Dilimizin döndüğünce de basketbol konuşmaya çalışacağız. Samet ve Aykut yanımda. Arkadaşlar Kat 3 Daire 8’e hoşgeldiniz. Ben direkt konuya gireyim. İşin teknik kısmını konuşacak değiliz tabi bizde bıraktığı izlerden bahsedeceğiz daha çok. Yani biraz romantik bir kat 3 daire 8 olacak. Romantizm dediğim için derginin en romantik adamı Samet’e vereyim ilk sözü. Samet: Abi öncelikle şunu söyleyeyim Ne Messi ne Neymar ne de Cristiano Ronaldo hakkında konuşmak istiyorum. Ben kusursuz iş yapmaya çalışan adamları sevemedim. Ben futbolu Gattuso ile sevdim. Messi’nin on kişiyi çalımlaması değil Maldini’nin top kesmesi oldu benim için güzel olan. Levent: Ben hem o makineleşmeden hem de futbolun son halinden şikayetçiyim. 5 büyük kulüp var. Barcelona, Real Madrid, Manchester City, PSG ve Bayern Münih ve yıldızı parlayan her futbolcu bu 5 kulüpte toplanıyor. En son Liverpool’dan Sterling gitti 50 milyon gibi bir paraya City’ye ki bu fiyatı hak etmediğini düşünüyorum. Semt çocukları yok artık. Bir takım ile özdeşleştirebileceğiniz adamlar istisna olmaya başladı. Aykut: Shearer var mesela benim için çok önemlidir. St. James Park’ın çocuğudur ve Blackburn’de oynarken daha büyük bir transfer yapabilecek olmasına rağmen kendi tuttuğu

takımı yani Newcastle United’ı seçmiştir. Ancak şimdi çok zor böyle bir hikayeyi görmemiz. Biraz da kulüplerin para kazanma arzusu yüzünden oluyor bu. Çok büyük paralar ödeniyor ve kulüpler bu fırsatı kaçırmamaları gerektiğini düşünüyor. Bunun sonucunda futbolculara da pek sorulmuyor nereyi tercih ettikleri. Samet: Geçenlerde bir çocuğa sordum Ajax mı büyük sence Yoksa Paris Saint Germain dedim tabi ki Paris büyük abi dedi. Neden böyle dediği açık çünkü PSG’nin Zlatan İbrahimoviç’i var. Halbuki bilse o Zlatan Ajax okulunda yetişti ve bilse Ajax’ın tarihini fikirleri değişecek. Levent: Ne yazık ki popülerlik artık sadece Zlatan’ın senin takımında olması ile de ölçülmüyor. Zlatanların olacak. Zlatan var yanında bir de Cavani olacak. Yetmedi mi bir de Lavezzi olacak kulübede otursa da olacak o adam. Aykut: İşte bu yüzden takımlarla özdeşleşmiş futbolcu yok artık. Mesela Suarez’in ne işi var Barcelona’da? Onun amacı Barcelona’yı mağlup etmek olmalıydı. Dünyanın en iyisi olarak gösterilenle takım arkadaşı neden olursun ki? Ona rakip olmalısın. Haksızlık bir kere. Dünyanın en iyi beş altı futbolcusunun üç tanesi tek bir takımda olmamalı. Levent: İşte bu mesela gençlere de sirayet ediyor. Dükkanımız varken orada eski bir laptopum vardı ve PES çalıştırıyordu. Oynayanlar bilirler oynamayanlar

25


için kısaca anlatayım: Master Lig diye bir kariyer modu var ve sana uydurma isimli ve güçleri hayli düşük bir kadro veriyor. Sen onunla başlayıp yavaş yavaş ıkına ıkına düzgün bir kadro kurmaya ve şampiyon olmaya uğraşıyorsun. Tabii istersen orjinal takım kadroları ile de oynayabilirsin. Neyse ben başladım oyuna ama ecel terleri döküyorum. Gol atıyorum onu korumaya çalışıyorum falan. Gerçek bir takım olsam taraftar kanser olur yani öyle zorlu bir mücadele. Yan dükkanda çalışan arkadaşım geldi benden bi yedi sekiz yaş küçük. Dedi ki: “Abi sen işi hiç bilmiyorsun.” Neden diye sormuş bulundum. “Abi” dedi. “Ben de oynuyorum evde. Aldım Barcelonayı bir de ona Cristiano Ronaldo’yu ve Agüero’yu transfer ettim edit menüsünden ettim ama oyun içinde para harcamadım. Her gelene beş altı yedi allah ne verdiyse atıyom geçiyom.” Samet: Halbuki kötü başlarsın, vasat devam edersin, vasat üstü olursun. En sonra doğru mükemmelleşirsin ve oradan sonrası tat vermez artık. En iyi olduğun sezon oyunun son sezonudur. Ama işte şu an böyle bir örnek görmediklerinden böyle düşünmüyorlar. Şimdi alıştıkları şey bir takımın zengin biri tarafından satın alınıp birden yıldızları toplaması. Ayrıca ben de çok oynardım PS1 de Winning Eleven’ı. İlkokul beşte falandım komşu kızı sevgilimdi beni çağırmaya gelirdi anneme uyuyor dedirtirdim oyun oynayabilmek için. (gülüşmeler) Levent: Meramımızı anlattığımızı düşünüyorum. Futbol konuşuyorsak sözü Liverpool’a getimeliyiz bence. Aykut: O zaman abi ben lafı hiç sana bırakmayayım. Çünkü üç saat konuşabilirsin. Benim son zamanlarda hoşuma giden bir olay oldu ondan bahsedeyim. Liverpool sokaklarında BBC ropörtaj yapıyor ve hatırladığım kadarıyla 1966 da oynanan Liverpool-Everton derbisini bilen, duyan yahut haıtrlayan var mı diye soruyor. Efsane bir derbiymiş sanırım. Yaşlı bir adama sormaya başladı. Soru başladığı andan itibaren adamın nefesi hızlandı, gözleri açıldı. Evet dedi hatırlıyorum ben Jimmy Lawrence. O maçta Liverpool’un kalecisiydim. Muhabir şaşırıyor tabii. Ama işte bence bu kısa tesadüf ve bunun gibi olaylar Liverpool’u Liverpool yapan. Fakat ben Arsenal taraftarıyım o ayrı. Samet: Ben her ikisini de çok severim. Henry, Ljunberg ve Pires’in oynadığı zaman çok severdim Arsenal’i Liverpool da hiç bir zaman değerini kaybetmeyecek gözümde çünkü marşı olsun KOP tirübünleri olsun cidden

26

tam böyle filmlere konu olacak bir takım. Tabi bir de Gerrard Reis! Levent: Zaten 2005 yılında İstanbul’da, Milan ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi finali film icabı kurgulansa yok artık çok abartmışlar dedirtir. Sen ilk yarıyı 3-0 mağlup kapıyorsun ki rakip bir İtalyan takımı. Hem de Crespolu falan efsane bir dönemi. Çıkıp ikinci yarıda 3-3 yapıyorsun ve ardından penaltılarla kupayı kazanıyorsun. Zaten Türkiye’de daha öncesini bilmeyen çoğu kişinin sempatisi böylelikle başladı. ben Fowler’lı, Heskey’li ve Owen’lı dönemlere de yetiştim. O dönemde bu kadar büyük bir mevzu olmasa da yine o çekiciliği vardı Liverpool’un. Sonra biraz incelemeye başlıyorsun ve Liman işçileri, Beatles falan derken aşk başlıyor. Samet: Artık o bildiğimiz tipte 10 numara da kalmadı be abi. Aykut: Türkiye’de de bitti. Son 10 numara Alex’di. O da gitti ve o devir kapandı. Samet: Peki 10 numara dendiğinde aklınıza ilk kim geliyor? Levent: Şu zamana kadar söylediklerimden yola çıkıldığında İngiltere’den birini söyleyeceğim düşünülebilir ama benim için 10 numara Del Piero’dur. Juventus’un o kadrosu benim ilk topladığım kadrodur. Topladım derken onu da açıklayayım. Trt 2 de ya salı ya da çarşamba akşamları Avrupadan Futbol diye bir program olurdu. Benim de bir defterim vardı alır geçerdim karşısına. Duyduğum tüm takımları ve futbolcuları yazardım. O zaman internet yoktu ve bu bilgilere ulaşmak zordu. O defteri baya doldurmuştum ben. Bir de yazdığım isimleri gösterir ‘’hangisi daha iyi futbolcu sence ?’’ diye sorardım anneme. Takım adlarını gösterir ve ‘’hangisi yener sence ?’’ falan derdim. Sonra verilen cevaba göre kafamda maç ettirirdim. Sonrasında atarim oldu da biraz daha kolaylaştı işler. Samet: Buffon vardı kalede. Edgar Davids, Nedved, Thuram, Zambrotta çok iyi kadroydu bee… Bizimde vardı Emre Ütükler ile defterimiz uzun yıllar futbolcu yazdık oraya sonra metalci olduk onları yazmaya başladık. Levent: Buffon’dan önce Peruzzi vardı. İnzaghi’nin henüz Juventus’da oynadığı zamanların forması var bende Sony reklamlı. Aykut: Sende en son 20 forma mı vardı? 25 mi kaçtı? Levent: Yok henüz 16. Aykut: Şimdi o zaman ben sorayım sana bir futbol sever olarak takım fanatizmine bakışını sorayım. Levent: Kendi özelimde pek bir anlamı olduğunu düşünmüyo-


rum. Hatta Türkiye özelinde de bir kaç kulüp dışında bunu hissedilebileceğini düşünmüyorum. Fakat Furkan ve Atakan dergide bu konulara çok güzel bir biçimde değinmişler. Açıkçası söylenecekler söylenmiş. O yazılarda devam etsin bence okuyucularımız. Samet: Takım fanatizmi değil de onunla ilintili başka bir şeyden bahsedeceğim. Kavga etmek isteyen insan kavga ediyor bence. Real Madrid-Barca derbisi yüzünden İstanbul’da bir adam arkadaşını bıçakladı mesela. O kavga edilecekmiş ve bahane olmuş. Yoksa bu kadar manyak olamaz insanlar. İnanmak istemediğim bir şey bu benim. Levent: O zaman azcık basketbol konuşalım çünkü aslında masada bir basketbol koçu var. Getik Fanzin’in oyun yazarı olarak tanıdığınız Aykut aynı zamanda bir basketbol takımının koçu. Bahsetsene biraz :) Aykut: Kendi lisemin yani mezun olduğum lisenin takımını çalıştırıyorum. Gazi Mustafa Kemal Lisesi. Çok istekliyim takımım konusunda çünkü benim oynadığım dönemde biz galibiyet alamadık. Hatta Fanzinin spor yazarı Can Doğan da bir yazısında bahsetti bundan. Eski takım arkadaşıyız aynı zamanda. Takımı biz kurmuştuk ve yeniydik. Eskişehir için daha köklü diyebileceğimiz okul takımlarının hepsi bize ağza alınmayacak farklar attılar.Şimdi takımın başında görmek istiyorum ben o galibiyeti. Samet: Ben de bir anımı anlatmak istiyorum o zaman. Ben Bozüyük Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okurken bir ara oynadım takımda. İlçede birinci olduk ve il bazında maçlara çıkmaya başladık. Hoca beni koşmadığım için ilk 5 çıkartmazdı. Ben üşenirim bilirsiniz. Her neyse Bilecik’teki bir Lise ile maçımız var. Hoca aldı beni sonlara doğru. Faul yaptılar bana. Tam atış yapacağım kafamı bir kaldırdım seksen yüz kişi bana küfürler hakaretler. Rakip takım taraftarları işte. Ben atışı yaptım ama nasıl etkilendiysem çembere bile değmedi(gülüşmeler) ikinciyi salladım o da öyle. Hiç o kadar etkileneceğimi tahmin etmezdim. Aykut: Ona Airball deniyor basketbolda. Levent: Ben yine eskiye gideyim Efes’in Koraç kupasını aldığı dönemi hatırlıyorum. Naumoski’nin başını çektiği efsane kadro. Önce Bologna’yı ardından Stefanel Milano takımını devirmişler. O zaman inanılmaz heyecanlı bir spor olduğunu fark ettim ve o gün bu gündür takip ederim büyük turnuvaları. Aykut: Ben Euro League’i NBA’den daha çok severim mesela. Orada daha bir takım oyunu vardır. Taktik daha önemlidir. Samet: O işte kusurlu olanın güzel olmasından kaynaklanıyor. Çünkü yeteneğinin yetmediği yerde ruhunu katman gerekir işin içine. 10 üzerinden 10 puan etmeyen

sporcuların bir araya gelip 10 üzerinden 10 puan alacak bir takım oluşturması güzel olan. Aykut: Aynen öyle çünkü makineleşmek seyir zevkini de bitiren bir şey. Tamam bütün kupaları almış olabilirsin ancak başarı olağanlaşırsa konuşmanın başında bahsettiğimiz futbol efsaneleri olmazdı. Bir bilgisayar oyununda bug bulduğunuzu düşünün. Her frikiği gole çevirebiliyorsunuz. O gollerden keyif alabilir misiniz? Aklıma Beckham’ın Yunanistan’a son dakikada attığı frikik golü geldi. O an o coşkunun yaşanmasındaki en büyük faktörlerden biri bilinmezlik diğeri ise umut. Levent: Gerrard Reis de çok yapardı bu son dakikada maç çevirme işlerini. Her iki sporu da yapmış olmanız çok güzel ben de bir ara Fenerbahçe Basketbol okuluna gittim Eskişehir’de açılmıştı. Ancak o okuldu tabi sadece antrenman yapıyorduk. Sonra sıkıldım her zamanki gibi. Ama Fenerbahçe amblemli kart uzun yıllar durdu cüzdanımda. Şekerspor’da da bir gün oynadım ortam hiç bana göre değildi. Zaten yeteneğim de yok. Samet: Yok be abi halı sahada iyisin tekniğin var bir kere. Levent: Teknik var da göbek de var. Benim bir halı saha anım var. Maçta öyle alay ettiler ki benimle ama yinede kesmemiş olacak ki dışarıdan adam geldi ekstra alaycı olarak. Yahu dedim gelişine bir gol atayım bir hatıram olsun. Beş altı kez top da geldi ama hiç birine vuramadım. Yani ayağımı topa isabet ettiremedim. Aykut: Anın olmuş abi işte. Ben de anlatayım o zaman bir anımı. Atayurt Koleji’ne karşı oynuyoruz. Bilen bilir Atayurt canavar gibi bir takım. Her neyse 3 sayı çizgisinin oralardayım, top bende, bacak aramdan geçirdim tam o sırada rakip hamle yaptı. Bacağım açıktı hala tekrar geçirdim. Ve rakibin eli boşa gitti yere yüz üstü kapaklandı hemen içeri girdim ve turnikeyi bıraktım. Bir baktım rakip tirübünler beni alkışlıyor. Sonra tabii yenildik. Levent: O zaman son olarak herkes bana futbol tanrısının adını söylesin. Aykut:(Hiç düşünmeden söyledi) Dennis Bergkamp Samet:(Bir süre düşündü) Alessandro Del Piero ama bir de yanına Gattuso’yu koymak istiyorum. Levent:(Hiç düşünmedim) Steven Gerrard ve madem Samet iki tane söyledi ben de söyleyeyim: Robbie Fowler. Biz konuşurken çok keyif aldık. Umarım sizlere bunu yansıtabilmişizdir. Önümüzdeki sayıda tekrar görüşmek üzere...

27


REKABET YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

R

ekabet denince Türkiye’de akla ilk gelen futboldur. Yıllardır televizyonlarda, bizden daha eskilerin radyolarda ‘’o’’ büyük maç yaklaşırken duydukları cümleler aynıdır. ‘’Dünyanın en büyük

üçüncü derbisi (zaman zaman en büyük dendiği de olur) yaklaşıyor !’’, ‘’Ülkede hayat durdu.’’, ‘’Herkes heyecanla bu maçı bekliyor…’’ ve bu-

nun gibi bir çok bilindik cümle. Hatta, maçın oynandığı dönemde mecliste bir yasa görüşmesi vs. varsa, ‘’Siyasi Analiz 101’’ sevdalılarına da bol bol ekmek çıkar.

‘’Bakın siz maça odaklanmışken meclisten hangi yasa geçti’’ cümlelerini de duyarız bol bol. Neyse

konumuz bu değil, konumuz rekabet. Hangi maçtan bahsettiğimi zaten siz anladınız. Fakat benim anlamadığım bir şey var. Bu ‘’rekabet’’ işinin kaynağı. Yazımda incelemek istediğim konu da bu. imon Kuper’in ünlü kitabı ‘’Football Against the Enemy’’nin Türkçe’ye ‘’Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’’ olarak çevrilmesiyle, bu cümle Türkiye’de çok sık duyulur oldu. Eduardo Galeano’nun ‘’Gölgede ve Güneşte Futbol’’unu okuyup futbol tutkusunun içine hafif romantiklik-politiklik katmak isteyen, futbolu, yeni bir kültür oluşturmanın ya da var olan kültürü bir şekilde değiştirmenin bir aracı olan kitleler Türkiye’de çok kullandı ‘’Futbol asla sadece futbol değildir’’ cümlesini. Fakat Britanya’dan bir yazar olan Simon Kuper ile, Latin Amerika kökenli Eduardo Galeano’nun sundukları futbol Türkiye’deki ‘’futbol’’ anlayışına pek uymadı tabii. Dolayısıyla Türkiye’deki ‘’rekabet’’ mevzusu da uymadı ne Galeano’nun ne Kuper’in perspektifine. Gerek Latin Amerika’ya Gerek Britanya’ya gerek Kıta

S

28

Avrupası’na baktığımızda karşımıza çıkan ‘’derbi’’lerin kaynağı genel olarak tarihsel süreçlere dayanır. Politik-dini sebeplerden oluşan rekabetlerin günlük hayatta, iki takım taraftarları arasında gerçek karşılıkları olmakla birlikte, rekabetin sebeplerinin yansımalarını iki takım karşı karşıya geldiğinde tribünlerde de rahatça görürüz. lk örneğimizi Arjantin’den verebiliriz bu konuya dair. Boca Juniors ve River Plate Arjantin’in en büyük iki futbol takımı ve iki ezeli rakip. Kulüplerin tarihine biraz baktığımızdaysa bu rekabetin sebebini çok kolay şekilde görüyoruz. Boca Juniors’un kurucuları bir İrlanda’lı, bir İtalyan, üç Arjantli gençtir. Bu gençler, İngiltere tarafından Arjantin’e inşa edilmekte olan limanda çalışmaktadır. Kulüp bu yönüyle hem enternasyonal bir kimliğe sahiptir hem de desteğini şehrin fakir kesiminden alır. Rakibi River Plate ise Arjantin’de ‘’Los Millionares’’ yani ‘’Milyonerler’’ adıyla alınır. Bu lakaptan bile rekabetin sebepleri hakkında yeterince bilgi sahibi olabilirsiniz aslında. Hikayeye göre, River Plate’in kurucusu maç yapan liman işçilerini izlerken üzerinde ‘’River Plate’’ yazan sandıkları görür ve kulübün ismine o zaman karar verir. Özellikle 80’li yıllarda dünyanın en pahalı kadrolarından birine sahip olan kulübün bugün taraftarları hala şehrin zengin kesimindendir. Bu rekabetin sebebinin bir ‘’sınıf savaşı’’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

İ


İGlasgow Rangers-Glasgow Celtic

skoçya’ya geçtiğimizdeyse karşımıza çıkan derbi rekabetidir. Celtic-Rangers rekabeti genelde basit şekilde Protestan-Katolik çatışması olarak bilinir, bunun doğruluğu da vardır fakat rekabetin sebebi çok daha derindir. Celtic, 1888 yılında İrlanda’dan İskoçya’ya göçen Katolikler tarafından kurulmuştur. İsminden anlaşılacağı gibi takım taraftarları bugün hala sık sık Kelt köklerine vurgu yapar ve Celtic İskoçya takımı olmasına rağmen tribünlerde sık sık İrlanda bayrakları hatta IRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) bayrakları açılır ve Celtic İskoçya’da ‘’The Irish Connection’’ ismiyle bilinir. Celtic’in ilk kurulduğu dönemde de, şu anda da olduğu gibi, Katolikler İskoçya’da azınlık konumundaydı ve sosyal hayatta ayrımcılığa uğramakla birlikte, ucuz işçi gücü olarak görülürlerdi. Katolikler hayatlarını daha çok kenar mahallelerde sürdürüyorlardı. Celtic taraftarları uğradıkları bu mezhepçi baskı yüzünden, Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını, İrlanda Cumhuriyeti ile birleşip tek bir İrlanda olmasını, dolayısıyla Protestanların Katolikler üzerindeki hakimiyetinin sona ermesini talep eder. Kulübün İrlanda’da gördüğü desteğin ve kulübün maçlarında açılan IRA bayraklarının sebebi biraz da budur. Hatta İrlandalı protest müzik grubu The Wolfe Tones’ın söylediği ‘’Celtic Symphony’’ adlı şarkı tribünlerde sık sık söylenir ve şarkının sözlerine göz atarsanız Celtic-İrlanda bağını daha kolay görebilirsiniz. Rekabetin diğer yanını oluşturan Glasgow Rangers ise artık tahmin edebileceğiniz gibi Glasgow şehrinin ve İskoçya’nın Protestan yanını temsil eder. Glasgow Rangers 1878 yılında Protestan kimliğini her şeyin önünde tutan İskoçlar tarafından kurulmuştur ve Katolikleri ‘’yabancılar’’ olarak görür. Protestan olan İngiltere ile, dolayısıyla, Birleşik Krallık’la, kraliyetle herhangi bir sorunu yoktur. Hatta, karşılaşmalarda Celtic taraftarlarının IRA yanlılığına karşı ‘’God Save The Queen’’i (Birleşik Krallık Ulusal Marşı) söylerler. İskoçaya’nın %95 oranında Protestan nüfusa sahip olduğunu düşündüğümüzde bağımsızlık referandumunda çıkan ‘’hayır’’ sonucunun nedenlerini de daha iyi anlayabiliriz. skoçya’dan ayrılıp Britanya’nın İngiltere kısmına devam ettiğimizdeyse benim en ilginç buduğum derbi, Green Street Hooligans isimli filme de konu olmuş West Ham-Milwall derbisidir. İngiltere’deki -hatta Avrupa’daki- bir çok futbol kulübü gibi bu iki kulübün de kuruluş hikayesinde karşımıza ‘’liman işçileri’’ çıkar. -Sırf bu klişeden artık nefret ettiğim

ca izleri silinmeyecek bir düşmanlığa dönüşmüştür. Milwall taraftarı olan işçiler patronlarla gizlice anlaşır, onlar işlerine devam ederken geri kalan işçiler işten çıkartılır. West Ham taraftarınının, Milwall’e kinlenmesinin tek sebebi bu ‘’grev kırıcılık’’ değildir. 1922 yılında Milwall taraftarları West Ham taraftarının mekanı olan ‘’Green Street’i’’ basmış ve 3 West Ham’lıyı öldürmüştür. Milwall taraftarının bugün İngiltere’de hiç kimse sevmez ve ‘’Animals’’ olarak adlandırılırlar.

G‘’rekabet’’

iriş yaptığım paragrafta Türkiye’deki futbolu ve ortamını anlatıp daha sonra dünyadan üç derbi örneğiyle devam etmemin nedeni sanırım anlaşılmıştır. Galatasaray - Fenerbahçe derbisinde tribünlerde oluşan atmosferi, coşkuyu görmezden gelmek olmaz. Fakat bu rekabet uğruna maç günü birbirine giren taraftarlar, zaman zaman yaşanan ölümler, derbi günü birbirinin suratına bakmak istemezken ertesi gün birbiriyle geyik muhabbetine devam eden taraftarlar bana anlamsız gelir. Üstte saydığım derbilerin kimi azınlık-çoğunluk, kimi grev yanlısı-işbirlikçi, kimi zengin-fakir derbisiyken Fenerbahçe - Galatasaray derbisiyse açık şekilde ‘’Basın derbisidir’’. Bunu söylememin nedeni salt olarak derbinin politik eksikliği değil. Basının sürekli olarak ‘’Dünyanın en büyük derbisi’’ olarak duyurduğu, dönem dönem çeşitli yayınlarla aradaki anlamsız nefreti körüklemeye çalıştığı derbinin artık futbol müsabakası olarak değerlendirildiğinde bile iyiden iyiye değersizleşmiş olması. Dünya derbisi son yıllarda dünyada Türkiye’den başka hiçbir ülkede naklen yayımlanmıyor. Farklı dönemlerde basının derbideki bu rekabete bir sebep bulma çabasına da şahit olduk. Galatasaray’ı, Galatasaray Lisesi’nden dolayı elitlikle, Fenerbahçe’yi de halkla özdeşleştirme çabalarının boşluğunu görmek için Türkiye’de yaşıyor olmak bile yeterlidir. Dünyadaki çoğu derbinin aksine iki takımın da ülkedeki her kesimden taraftarı vardır. Türkiye’de ne zaman derbi için çok sevdiğim Liverpool’dan yazıda hiç bah- konusu gündeme gelse tekrarladığım ‘’Keşke ülkesetmedim- Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de iyiden iyi- nin çok şampiyonluğa sahip takımları Gençlerye hissedilmeye başladığı yıllarda, birbirleriyle sonsuz birliği-Ankaragücü veya Adanaspor-Adana Derekabete giren tersaneler ekonomik bir kriz sonrası işçi- mirspor ikilisi olsaymış da, gerçek anlamda bir lere para ödememeye başlar. Bunun üzerine West Ham rekabete dayanan bir derbi izleseymişiz’’ dileğimi ve Milwall taraftarlarından oluşan işçiler hep birlikte yine tekrarlıyor. ‘’İmalat-ı Harbiye Ankara Sulgrev kararı alır. Buraya kadar tamamen bir dayanışma tanisi’ne Karşı’’ belgeselini izlemenizi tavsiye edeörneği olan durum grevin ilerleyen günlerinde yıllar- rek yazımı bitiriyorum. İyi Seneler...

İ

29


SEVGİLİ KO B E YAZI | CAN DOĞAN |TANDEMDERGİ

H

er şey Amerika'dan gelen iki forma arasında yaptığım bir seçimle başladı. Bir tarafta Lakers'ın altın sarısı renkleriyle bezenmiş, daha 2 yıllık NBA kariyerine sahip Kobe Bryant; diğer tarafta Sacramento moruyla kaplı Jason "The White Chocolate" Williams. O akşam yaptığım seçim, hayatımın NBA ile geçecek olan kısmını değiştirmeye yetmişti. Eğer Sacramento'yu seçsem, Lakers benim en büyük rakibim olacakken; okyanus aşırı bir Los Angeles sevgisi her geçen yıl benim birlikte büyüme devam etti. O zamanlar takımın yıldızının Shaq olmasına rağmen, bu çocukta her zaman farklı bir şeyler vardı. Hırsı, egosu, hareketleri bizlere sanki birini hatırlatıyordu: Michael Jordan. Tabi Jordan'ın son senelerine yetişmiş biri olarak ondaki olgunluğun yüzde birine sahip olmaması ben de dahil çoğu kişiye: "Yok be abi. Jordan'ın yeteneklerine sahip olsa bile mental açıdan yanına bile yaklaşamaz." düşüncesini aklımıza getirmeye neden oluyordu. Bu düşünceler Kobe'nin, Shaq ayrıldıktan sonra geçtiği olgunluk dönemiyle beraber geldiği gibi gidiyordu. Bunların üzerine Majestelerinin de yaptığı "Benimle karşılaştırılmayı hakeden tek oyuncu Kobe" açıklaması, her ne kadar Kobe'nin "Ben Michael Jordan değil, Kobe Bryant olmak istiyorum." sözüne rağmen birbirlerine ne kadar benzedikleri gerçeğini tekrar gündeme getirmeye yetiyordu. Parkedeki hareketleri, fadeawayleri, çenelerini çıkarmaları, hırsları, şampiyonlukları ve Phil Jackson... Ne de olsa biri ateşler içinde yanarken; diğeri de kırık parmakla takımlarını şampiyon yapmadılar mı? Kobe'nin bireysel açıdan en "insanüstü" sezonunu hiç şüphe duymadan 2005-2006 olarak gösterebiliriz. 20 Aralık 2005'teki maçta, üçüncü periyot sonunda Dallas daha 61 sayıdayken, Kobe tek başına 62 sayıyı bulmuştu. Devreye giren NBA başkanı David Stern tabir-i caizse: "Dallas'a çok ayıp oldu be Philciğim. Son periyot Kobe'yi oynatmayıver de daha fazla rezil olmasınlar." demesiyle kenarda oturtulmasına rağmen maç çoktan tarihe geçmişti bile. 1 ay sonra ise Wilt Chamberlain'e yetişemeyen neslimiz için bir daha zor görebileceğimiz bir performansa tanık olduk. Ne şans ki; pek de zengin olmayan Türkiye'deki NBA yayınları o gece Lakers-Toronto maçını verdi. Biz de tarihin en büyük ikinci performansını (Detaylı bakarsak yapılan savunmanın gelişimi, Wilt'in o zamanlar için fazla büyük kalmasını göz önüne alarak birinci sıraya bile koyabiliriz ama neyse) izleyebildik. Toronto farkı açıp giderken, maçın sonlarına doğru onlar da oyunu bırakıp bari en yakından şu adamı izleyelim demeye başladılar ve Kobe 81 sayı atarak hem maçı hem de o zamana kadar onu sevmeyen bir çok insanın saygısını kazanmayı başardı. O sezondaki 40'lık 50'lik maçlarını saymıyorum bile. Daha ne kadar ileri

30


gidebilir derken; Kwame Brown, Smush Parker, Luke Walton gibi adamların ilk 5'te çıktığı bir takımı Playoff’a sokmayı başarıp; Nash ve Stoudemire ile büyük bir çıkış yapan Phoenix'i tek başına eleyecekken karşısına ekstra bir performans gösteren Tim Thomas çıktı ve peri masalının sonu gelmiş oldu. Bilinen şeylerle seni daha fazla övmektense, senin basketbola bir şiirle veda ettiğin gibi; seni kahramanı yapmış bir adamın sana bir mektupla veda etmesi en doğrusu olur;

Sevgili Kobe,

Michael Jordan ile izlemeye başladığım NBA'de ona benzerliğinden mi yoksa giydiğin formanın renginden mi bilmem yıllardır dizginleyemediğim bir tutkuya sahibim. Çünkü sen farklıydın. Seninle kıyaslanan T-Mac, Vince Cartes, Iverson gibi isimler hep bir yerde takılıp kalırken, sen hiç vazgeçmedin. Lakers'ı bırakmadın. Şampiyon olurken de liderdin, Playoff’a giremezken de... Günümüzde herkes bir nedenle takımını değiştirirken sen, Duncan ve Dirk hiçbir zaman gemilerini terk etmediniz. Üç farklı karakter olsanız da kalbinizdeki bağlılık hep aynıydı. Bu yüzden sizi sevmeyenler olsa da hep saygı duydular. Geri dönüp baktığında gururlanacağın en önemli şeylerden biri kesinlikle bu durum olacaktır. "Shaq ve Gasol olmasaydı Kobe tek başına Lakers'ı şampiyon yapamazdı." dediler. Haklılardı da. Ancak Jordan da yanında Pippen ve Rodman olmadan Chicago hanedanlığını kuramazdı. Yani siz ikiniz bile tek başınıza takımı şampiyon yapamazsanız başka kimse yapamaz nasıl olsa diyerek diğerlerini örnek bile göstermiyorum. NBA Şampiyonluğu, normal sezon/All-Star/finaller MVP ödülü, smaç şampiyonluğu, sayısız rekorlar... Bir basketbolcunun kazanabileceği her şey var kariyerinde. Eğer o aşil sakatlığını yaşamasaydın bu sene son sezonun olmayacaktı. Belki de senin kafandaki tek eksik olan Jordan'ı şampiyonluk sayısında yakalamak amacını başarabilecektin. Lakers taraftarı olarak başardığın her şey bizim için yeterli, gitmeden bayrağı birine devredebilseydin keşke ama inanıyorum ki George Mikan ile bu gelenek seninle son bulmayacak ve elbet biri gelip bu mirası senden devralacak. Boston'dan fark yiyip şampiyonluğu kaybettiğimizde seninle beraber üzüldüm; rövanşı aldığımızda seninle beraber sevindim. Orlando finalinde bütün ülke sırf Hido var diye Orlando'yu tutarken, ben yine sarı-mor tarafındaydım. Seninle sadece basketbol anılarım yoktu benim. Lisede o kadar çok kaptırmıştım ki kendimi sana ve Lakers'a, hocalar bile derse geç kaldığımda "Can kesin maç izliyordur" diyip beni yok yazmıyorlardı. Çevremde adın geçtiğinde akla ilk gelen isim hep ben oldum. Her çocuğun bir kahramanı olmalı değil mi? İyi ki de seni seçmişim diyebiliyorum geride kalan yıllara baktığımda... Sen basketbolu özleyeceksin, biz de seni. Ama en önemlisi başarmak istediğin en önemli şeyi başarmış olarak veda ediyosun parkelere; Sen Michael Jordan olmadın, Kobe Bryant oldun. Bunun için ne kadar teşekkür etsem az. Belki ileride antrenör olarak kurtarmaya gelirsin bu takımı kimbilir... Sadece sana değil, aynı zamanda çocukluğuma da veda ediyor gibiyim. Hoşça kal...

31


ZITLARIN ÇATIŞMASI, FUTBOL VE ALTERNATIF KULÜP ARAYIŞI YAZI | ATAKAN YILMAZ

G

eçmişten günümüze futbolun kitleleri yönlendirme ve etkileme gücü olduğu apaçıktır. 20. yüzyılın başlarında baskıcı rejimlerin ortaya çıkışıyla birlikte futbol artık kitlelere hitap etmede politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Franco İspanyası'nda Real Madrid kulübünün Franco'nun İspanya'da yaşayan diğer etnik grupların futbol üzerindeki hakimiyetini bitirmek üzere "Kralın Takımı" olarak kullanılması futbolun politik bir propaganda aracı olmasına örnek teşkil eder. Ancak Baskların takımı Athletico Bilbao ve Katalanların takımı Barcelona faşist Franco diktatörlüğüna karşı direnişin simgesi olacak, hem saha içinde hem saha dışında büyük başarılar elde edeceklerdi. slında başlıkta belirttiğim zıtların çatışması kavramını kulüplerin liderler tarafından karşıt görüşlü kulüplere karşı propaganda aracı olarak kullanılmasından daha çok tribünlerdeki sosyo-politik yapı gereği kendini yıllardan beri sağ veya sol olarak tanımlayan ve tribünde belli bir tabanı olan gruplar için kullandım. Bu grupların kendini tribünde tek güç olarak var etmeleri büyük mücadeleler sonucunda olmuştur. Örneğin İspanya La Liga'da bulunan Rayo Vallecano

A

32

tribün grubu Bukaneros... Madrid'in arka mahallelerindekilerin sesi olan bu taraftar grubu Real Madrid tribününün etkisiyle içlerinde bulunan aşırı sağcılara karşı büyük mücadeleler sonucu tribünün tek hakimi haline geldi ve Rayo kulübü bugün işçilerin kulübü olarak anılıyorsa sebebi dimdik ayakta duran Bukanerostur. ağ veya sol olarak tanınan tribün grupları ve kulüplerin mücadeleleri hem sahada hem saha dışında büyük mücadelelere sahne oluyor.Yıllardan beri süren bu rekabetler kimi zaman tatsız olaylara neden olsa da futbolun sadece futbol olmadığını bizlere kanıtlayan önemli unsurlar. Şimdi yıllardan beri büyük rekabete sahne olan ancak pek fazla bilinmeyen iki büyük sağsol derbisinden bahsetmek istiyorum.

S

Beitar Jerusalem- Hapoel Tel Aviv / İsrail srail'deki tribündeki sağ-sol mücadelesi genel olarak Maccabilerin(siyonist-sağ) ve Hapoellerin(işçi) mücadelesidir.İsraildeki takımların başına gelen bu

İ

nitelemeler takımların politik duruşlarını sergilerler. Ancak kendilerini Maccabilerden daha radikal sağ olarak tanımlayan bir kulüp var: Beitar Jerusalem. La Familie (Aile) adlı tribün grupları her maça "Beitar


ebediyen saf kalacak" pankartıyla çıkıyor."Araplara ölüm" sloganı neredeyse her maç atılıyor. Hapoel Tel Aviv ise İsrail'de solun en örgütlü olduğu kulüp. Taraftar gruplarının ismi "Ultras Hapoel" . Maçla-

rında hiçbir zaman İsrail bayrağı açmazlar ve siyonizm karşıtıdırlar. (bkz: En Hapoel En Milliyetçiye Kar-

şı-Tanıl Bora)

Omonia Nicosia-APOEL / Kıbrıs

A

POEL'in açılımı Lefkoşalı Yunanların Atletik Futbol Kulübü ve Güney Kıbrıs'ta sağın en önemli temsilcisi. 1955-1959 yılında APOEL'in sporcuları Yunan birliğini savunan EOKA'ya katılmışlar ve hem İngilizlere karşı hem de komünistlere karşı savaşmışlar. Tüm bu olaylar tribünde sağın kökleşmesini sağlamıştır. Tribünde atılan milliyetçi tezahüratlardan birisinde

"Tüm Yunanlılar birlikte, APOEL bir fikirdir" dizesi dikkat çekiyor. Omonia ile oynadıkları bir maçta Türk bayrağı yakmışlardır. Yunan İç Savaşı, 1948

yılında APOEL kulübünün ikiye ayrılmasına neden oldu. Kendine güvenen ve solcu olan atletler Omonia Lefkoşa Futbol Kulübü'nü kurdular. Taraftar gruplarının ismi "Gate 9" ve en önemli sloganları "Faşizme karşı yeşil yoldaşlar". Buradaki yeşil

armalarında bulunan yeşil yoncadan geliyor ve direnişi simgeliyor.Kale arkası tribünde yer alan Gate 9 grubu Che Guevara bayrağını hiçbir maç eksik etmiyor ve aynı zamanda yaptığı koreografilerle ünlü.

S

on olarak alternatif bir kulüp deneyiminden bahsetmek istiyorum. Endüstriyel futbolun kulüpleri ve tribünleri kuşatması ve kendine bağımlı hale getirmesi acaba farklı bir alternatif olabilir mi sorusunu ortaya çıkarıyor. İtalya'da 2010 yılında kurulan CS Lebowski alternatif kulüp örneğinin işleyişi hakkında önemli deneyimler ortaya koyuyor. Sadece 20 avro tutarındaki kombine biletlere sahip olan herkesin kulüpte bir söz hakkı var ve karar mekanizması da demokratik düzende işliyor.Taraftarlarının çoğunu kulüplerinin endüstriyelleşmesini eleştiren Fiorentinalılar oluşturuyor ve Ultras Lebowski grubunun muazzam bir tribün korosu var. CS Lebowski şuan alt liglerde mücadele etse de 5 yıl içinde iki lig atladılar.Önümüzdeki yıllarda CS Lebowski kulübünü nasıl bir geleceğin beklediğini bilemiyoruz ancak taraftar,kulüp ve futbolcu işbirliğinin yönetimde olması ve başarılar elde etmesi diğer kulüplere güzel bir örnek sergiliyor.

33


Nancy Spugnen(Sid’in manitası), Sid Vicious(Sex Pistols’ın basçısı) ve Lemmy Kilmister

YOU KNOW I’M BORN TO LOSE, AND GAMBLING FOR FOOLS BUT THAT’S THE WAY I LIKE IT BABY

I DONT WANNA LIVE FOREVER!

YAZI | TUNAHAN SİL

G

eçen sayıdaki yazımı severek tamamlamış, dergiye yollamıştım. Her şey hazırdı, ancak Lemmy’yi duyana kadar. İzninizle bir sonraki sayıya erteledim yazının devamını, kusura bakmayın. Zaten ben yeni yıla mutlu girmeyecektim, siz de girmeyin -gayet ciddiyim bu cümlede, nedenini yazacağım-. Bu sayıdaki yazı Sir Kilmister’e ve gerçekliğine ithafen acı olacak arkadaşlar, şimdi izninizle “Lemmy Kilmister 101(LMK101)” ile başlayalım.

LMK 101

Wikipedia bilgilerini Wikipedia’da bulursunuz, oraları bi geçelim. Lemmy Kilmister, dünyanın gelmiş geçmiş en delikanlı, en sert, en dürüst ve en yetenekli adamlarından biriydi bence. Delikanlıydı; MTV’ye şirin gözükmek için –özellikle 90’ların sonunda- hiçbir çabası olmadı. Sert ve dürüsttü; hayatın bütün gerçeklerini ve herkesin karaktersizliğini herhangi bir an bam diye masaya koyabilirdi; siz ister alının, ister kızın, isterseniz ağlayın. Ve yetenekliydi; Motörhead gibi bir efsaneyi kırk yıl boyunca ayakta tutup, Hawkwind’in en sağlam parçalarına imzasını atıp, Sam Gopal adı altında Rock ‘n Roll ile o dönem popüler olan Psychedelic’i mükem-

34

mel bir şekilde harmanladı. Ve Motörhead ile yirmi iki tane babalar gibi albüm çıkardı, kendinden sonra kurulup ya kendinden önce dağılan ya da piyasaya oynayan grupların aksine, ve hiçbiri ne para için de ne de şöhret. Dinleyebildiğim en eski kaydı Sam Gopal(1969) ile, The Sky Is Burning ve Midsummer Nights Dream ise tam bir başyapıt bence. Ardından gelen bir Hawkwind dönemi var; ancak gruptan atılması ile bu dönemde kapanıyor. Bilmeyenler için geliyoooor: Gruptan atılmasının nedeni ise kokainle yakalanıp (Şaşırdık mı? Tabi ki hayır) bir haftalık hapse girmesi ve o esnada turnede olan Hawkwind’in turnelerinin iptal olması. Daha sonra Hawkwind için yazdığı son şarkı olan Motörhead ismi ile yeni bir grup kurar ve gelmiş geçmiş en iyi Rock ‘n Roll grubunu biz ölümlülere sunar. Şimdi olabildiğince özet bir şekilde Lemmy’nin kariyerini bitirdiğimize göre on beş dakika ara verelim, ikinci derste özel hayatından bahsedeceğiz. (15 dk doldu)Kaldığımız yerden devam edelim, Lemmy Kilmister’la ilgili bilmeniz gereken üç şey var: Sex, Drugs, Rock ‘n Roll. Dünya üzerinde bu üç köşesi bir araya gelmez üçgenin hakkını verebilmiş birisi varsa o da Lemmy’dir. Sex var; her konserinden sonra groupie’leri ile ikili,


üçlü, beşli(bunlarda Lemmy tek) ve daha fazlası(kimin eli kimin cebinde partileri) mevcut, hatta bazı grup seks partilerinde oğluyla beraberler, ve eski röportajlarından birinde –elinde Jack ile- “içeri-

de becermem için iki hatun beni bekliyor”

diyerek röportajı yarıda kesiyordu, rivayete göre 2000den fazla kadınla beraber oldu kendileri. Drugs var; Lemmy içerdi arkadaşlar. Sadece içerdi diyorum, çünkü her türlü ağrı kesici, öksürük şurubu, uyuşturucu, alkol, sigara ve muhtemelen bizim kafa yaptığını bilmediğimiz diğer maddeleri hunharca tüketirdi. Yine bir röportajında muhabirlere “Viski ister misiniz?” diyor –yine elinde Jack ile-, muhabirler ise “Tabi, bir dubleden bir şey olmaz” derken onlara da kafa başı birer Jack açıyordu. Rock ‘n Roll bölümünü anlatma ihtiyacı duymuyorum bile, sadece size ufak bilgiler verebilirim. Sir Kilmister zamanında Jimi Hendrix’in rodiliğini yapmıştır. İşte o rodi öyle bir adam ki; piyasa pop gruplarından farkı olmayan yaşlı başlı adamlar topluluğu Metallica Lemmy ile çalarken(Damage Case Too Late Too Late performansı) mahallenin büyük abisi gelmiş gibi yalakalıklar yapıyor ve efsane Moskova konserindeki gibi bir performans sergiliyorlar, Slash ve Dave Grohl ile Ace of Spades çalarken adamları adeta ipe diziyor. 20 yaşında da 70 yaşında da elinde viskisi ağzında sigarası ile bağıra çağıra söyledi, kim ne der umursamadan. LMK101’i bitirdik, şimdi yüksek lisansa girelim: Lemmy, hayatı boyunca hiç eroin kullanmadı. Çünkü 19 yaşında sevgilisi aşırı dozdan ölmüştü, ve eroinden de o yüzden hep nefret etti. Evliliğe de aynı şekilde soğuk bakıyordu Lemmy. Ve bunlar Lemmy fakirken de aynıydı, Lemmy kral olduğunda da, ölüm döşeğindeyken de. Ayrıca tekrar hatırlatalım; bu adam Motörhead ile tam 22 albüm çıkardı, ölmeden 5 ay önce çıkardığı Bad Magic albümü ise tapılası derecede güzel. Albümde yer alan Sympathy for

Devil cover’ı ise – Mick Jagger efendi affetsin- or-

jinalinden daha güzel. Lemmy’nin sesi ise canavar gibi albümde, gençlere taş çıkartır. Bu ön hazırlık bilgilerini de size verdiğime göre; artık başlayalım. Lemmy Kilmister 70 yıllık ömrüne 700 yıllık ömür sığdırdı, çoğumuzun hayal bile edemeyeceği olaylara şahitlik edip, asla bilemeyeceğimiz zevkleri tattı. Sevdiği hiçbir şeyden vazgeçmedi, ne pahasına olursa olsun hem de. Açıkçası bazen düşünüyorum, her gün biz sabah 8 akşam 5 göt büyütüp, sahte ilişkilerle yaşayıp, yüzüne tükürüp ağzını yüzünü kırmak istediğimiz patronlarımıza hiçbir bok yapamazken; kısacası ömrümüzün her gününü çöpe atıyorken(varsa eğer) cenneti hak ediyor muyuz gerçekten? Evet Lemmy öldü, ancak ölüm döşeğindeyken gram pişmanlığı oldu mu yapamadıklarından ötürü? Sanmıyorum. Benim cehennem algım her zaman insanın hayatında yapamadıklarından veya hatalarından ötürü pişman olması idi. Herhalde bundan büyük bir azap olamaz. Ve bu adam, yıllarca her türlü maddeyi kullanıp dünyanın kralı gibi yaşarken, asla yaptığı işe “Artık ne yapsak tutar yea” diyip işini boşlamadı. Hiçbir zaman müziği bırakmayı düşünmedi, ve müziği için asla parayı kıstas almadı. Önceki ve sonraki yazımda detaylı şekilde bahsettiğim adamlar gibi asla bir albüm çıkaralım, bunun canlısını çıkaralım, ardından akustiği, ardından akustik/ canlısı, ardından MTV Unplugged’ı, hadi bi de toplu konser videoları şeklinde üretme işini ertelemedi. Her zaman çalan bir Lemmy vardı orada, efsane Rickenbacker’ı ile Rock ‘n Roll yapan, mikrofonu yukarıdan ayarlayan efsaneler efsanesi. Sadece saygı duyabilirsiniz böyle bir insana, şapka çıkarmaktan başka kimse bir şey yapamaz.

Ruhun şad olsun...

35


YAZI | BETÜL CİHANYURDU

B

YAŞAMAK

ir insan her gün omzunda kilolarca yükle uyanır. Aylardır yatmayan maaşlar, ödenecek araba taksitleri, çocuklarının eğitim durumu, iş yerindeki birikmiş işler, komşuların dedikoduculukları, bizim yaptığımız dedikodular, faturalar, doların ani yükselişi, sigara zammı, enflasyon, hayat pahalılığı, Para Teorisi’nin ortalaması ve birçok şey. Tüm bunlar yaşanırken öylesine kör ve öylesine sağırdır ki ne ölen umrundadır ne de kalan. Üst kat komşunun her

rekleri burkulduysa da insanların hiçbir zaman hissedemedi yüreğinde bu acıyı. Bir babanın askerden dönen oğlu için “Vatan sağ olsun.” sözündeki ağırlıkla ezilemedi omuzlar. Koruma talep etmesine rağmen katili toplum olan Ayşe Paşalı’ya karşı kızarmadı yüzler. Bir kadın kendi kızının altın saçlarını fırçalarken başka bir çocuğun saçlarında dolaşan kirli, günahkar elleri umursamadı. Bir adam internet bağlantısı koptuğunda oluşan tepkisini idam kararı verilmiş devgün dayaktan moraran omuzla- rimcilerin hayattan koparılışlarına rına, sokakta aç yatan bir mil- gösteremedi.

yar insana, Güney Amerika’da elmas madenlerinde çalıştırılan siyahi işçiye, kendi ülkesinde yerin bilmem kaç metre dibinde kara elmas çıkaran beyaz işçiye, tecavüze uğrayan çocuklara, zulme uğrayan kadınlara, aşağılanan erkeklere o kadar yabancıdır ki… Kendi ufacık

dünyasında her gün kilolarca yükle uyanır, omzundaki yükten dolayı belini doğrultup etrafına bakamaz. Elazığ’ın bir köyünde 8 yaşından itibaren 7 yıl boyunca aralarında 70 yaşında bir ‘dede’ ile ‘öz abi’sinin bulunduğu birçok kişinin tecavüzüne uğrayan kıza belki bir ah çeker kucağındaki dizüstü bilgisayarının ekranına bakarak. Çanakkale yakınlarında batan Dumlupınar Denizaltısı’nın torpido dairesinde tamı tamına 22 denizci kurtulamayacaklarını anladıklarında hep bir ağızdan “Ah bir ataş var” diye söyledikleri türküyü dinlerken yü-

36

Kendi ufacık dünyalarımızda o kadar küçük sorunlarla boğuştuk ki. Siyasi tartışmalarla, felsefi tavırlarla birbirimizi öylesine kırdık ki görmedik kendini pazarlamak zorunda bırakılan eşcinselleri, Sincan’ın sözde özerk bölgesinde oruç tutması yasaklanan Müslümanları, toplum içerisinde ötekileştirilen insanları, kendi vatanından uzakta yaşamaya mecbur kırılmış 60 milyon mülteciyi.

ka’nın kalabalık mekanlarda çok övdüğümüz Dönüşüm’ünü çok çok olsun 2 defa okuduk ama en az

Kafka kadar düşünmedik üstünde, üstünde düşünenlerin düşüncelerini tırnak içinde aldık da sunduk diğer insanlara. Aldattık, aldatıldık, sevdik, sevildik, yalanlar söyledik de hiçbirini sorgulamadan yaşadık. Sorguladık belki ama hep kendimizi haklı çıkarmaya çalıştık.

“Ben bunları hak edecek ne yaptım? Sen nasıl bir insansın?” dedik hep. Koruduk ve de

kolladık kendimizi. Çevreyi unutmak pahasına. İlla ki bir hatamızı kabullenmek mecburiyetinde kaldığımızda hata yaptığımızda utandırdığımız ya da üzdüğümüz kişiden özür dilerken asla hatayı yaptığımız zaman etrafımızda olan insanları özür dilerken yanımızda bulundurmadık. Özürler hep baş başa oldu. Her zaman en kolay olanları seçtik. İlkokulda parmaklarımızla çarpma işlemi yapmadık, çarpım tablosu ezberledik. Apartman girişlerinde merdivenleri değil rampaları kullandık ve hatta merdivenlerden kaça bildiğimiz kadar kaçtık. Bir bütün dönem için verilen saçma sapan Proje/Performans ödevlerini son gecede beyaz kağıtlara yazı boyutumuzu büyüterek siyah pilot kalemle lekeler bırakarak yazdık.

Öylesine ağırdı ki yüklerimiz… Kendimiz okumadık kutsal kitapları, okuyanların yorumlarını plazma televizyonlarda dinledik. Öylesine yorgunduk ki görünenle yetindik, görünenin arkasına bakamadık. Sözgelimi mesela Salvador Dali’nin Belleğin Azmi adını verdiği resmine uzun uzadıya bakmadık. Ve şimdi ben zor şeyler hayal ediKısaca bir göz gezdirdik, üzerine yorum. Hem de sen arkadaşınla çay yazılanları okuduk. Franz Kaf-


ÜZERİNE içerken ben hayal ediyorum. Ben zaten hep hayal ediyorum. Karadeniz’de bir balıkçı takasının sahibini hayal ediyorum, Aksaray’da bir fahişeyi hayal ediyorum, üst kat komşumu hayal ediyorum, Filistin’de gönlünden yaralı bir çocuğu hayal ediyorum, birbirine aşık olup karanlıkta sevişen bir çifti hayal ediyorum, kollarımı açıp bir buğday tarlasında yürümeyi hayal ediyorum, denize çıplak girmeyi hayal ediyorum, Fransa’da piyanonun başında çalışan bir güzel sanatlar öğrencisi hayal ediyorum, bir bebeği öldürecek kurşunu imal eden işçiyi hayal ediyorum, aynanın karşısında rujunu süren bir travestiyi hayal ediyorum, kızının saçlarını tarayan anneyi hayal ediyorum, kitap okurken uykuya dalmış bir üniversiteliyi hayal ediyorum, Karanfil Sokak’taki şarapçı abiyi hayal ediyorum, bir

sokak çocuğuna tecavüz eden şeref- şehit düştüğü haberini alan çocuğu sizi hayal ediyorum, yan yana yürü- hayal ediyorum, evimin karşısında yen bir kadın ve bir erkek görünce oturup ışığı hep açık olan o insanı “ağbi al güzel ablama bir gül.” hayal ediyorum. Ben hep hayal edidiye yapışan çocuğu hayal ediyo- yorum. Ben hep hayal kırıklığına rum, İsmet Özel’in tam da şuan uğruyorum. Ben hep yaralanıyone yaptığını hayal ediyorum, Jean rum. Düşüyorum. Ben denizdeki Jacques Rousseau’nun Toplum balığı hayal ediyorum sevgilim. SeSözleşmesi’ni düşlerkenki halini nin de sevmediğin ve benim de sevhayal ediyorum, Louvre Müze- mediğim ve adını da anmayacağım si’nin ziyaret saatleri dışındaki sağır bir şair diyor ki: “Hiç düşündün edici sessizliğini hayal ediyorum, mü bir deniz savaşında nereBastille’i hayal ediyorum, taksinin ye saklanır onca balık?” Ben camından dışarıyı izleyen bir kadını bunu düşünüyorum, düşlüyorum. hayal ediyorum, balkonda sigarasını Ben çok hayal ediyorum ve bir gün; içen bir adam hayal ediyorum, Gü- “Hayal kırıklığısın.” demekten ney Afrika Cumhuriyeti’nde çok korkuyorum. petrol çıkarılışını hayal ediyorum, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen 19 yaşında birinin enkaz altındaki cesedini hayal ediyorum, 5 yaşındaki oğlunun kayıp ilanını ağaçlara asan anneyi hayal ediyorum, babasının

37


ŞİİR | BUSE KARAOĞLU 38

Toz öbeklenmiş da lgalı saçlarına Oyundan sanıyor Sesler duyuyor gü rül gürül Oyun taşları devr ildi sanıyor Gülüyor küçüğüm Hala göremiyor du var ardındakiler i Kırmızı şortu ka ydı kayacak beli nden Yükünce bilye do ldurmuş ceplerin e Tanıdığı kimseyi göremiyor etrafı nda Saklanbaç oynuyo ruz sanıyor mini ğim Hala göremiyor du var ardındakiler i Dalında kahkahal ar attığı ağacı İs çökmüş, kırılm ış dalları Küsüştüler sanıyo r miniğim Göremiyor duvar ardındakileri Derin bir nefes alıyor Gökyüzü dolsun di ye ciğerine Dünyanın kiri, pa sı deliyor ciğeri ni Silkeleniyor mini ğim Usul ve hazin ya klaşıyor duvara Yaşanmışlık yük katarına Ceplerindeki bily e yükü Yaşamak yükü oluy or birden Evi yıkılırken dü şen taşlar Yüreğine kayıyor Yerde cansız yata nları görüyor Hayaller ölümü ya şıyor Masumiyeti bundan bi'haber Nefesine dolan dü nya kiri Gözlerinden süzü lüyor Bizim ellerimiz değil bağlı Gözlerimiz kör Farklı ruhlardaki aynı masumiyet Ellerimizde kanl a kaldı Vicdanımız huzuru muzun katilidir gayrı...


Asla uydu“İç dehlizlerimin yollarından vazgeçtiğim bir gecedeyim. kapköşe ile ler düşünce adığım olduram tutturamadığım, ramadığı, ve içimdemacalar olsun, seksekler olsun gece gece deliriyoruz. Ben paklayamaz. Bir ki ses birlikte otursak, o masayı şişe şişe rakı bile 9 saat ayakta yine ve u yandan ağrıyan bacaklarım yarın iş olduğun bir yanrken hatırlatı ağımı uğraşac ile insan dikileceğimi, bir sürü mı, sorumlulukdan sıkışan göğsüm bana vermem gereken kararları kuhayaller büyük çok Ben hatırlatıyor… yapamadıklarımı larımı, hayal şimdi kızdım, bir ran ama asla onlara yanaşamamış küçük o hayali kurmayı kendine yasaklamış, kursa da “mantık” zehriyle Tam anlamıyla mahveden bir kadınım. Bu ne ara oldu bilmiyorum. bir bencilliğim büyüdüğümü de iddia edemem çünkü hala çocukça var, hala kırılınca toparlanamıyorum kolayca.” karşıma u satırları yazalı bilmem kaç ay geçti. Ama yazı tekrar duyan yazdır ı bunlar bana an o leri, çıktığında hissettirdik dokuz kırk saat gular taptaze. Şu an 22 yaşıma gireli tam iki a bu satırdakika oldu. Evet, doğum günüm ve bilgisayarın başınd n gelecek insanı Her ayım. durumd muş kaybol ları bulup düşüncelere lirim. diyebi farklı çok arı korkul in geçmiş fakat vardır korkuları ufacık o yen etkile bizi Değiştiremediğimiz ve üzerimizde, yolumuzda faufak kadar ti hareke el bir bakış, kararlardan bahsediyorum. Bir ve iyorum bahsed ten Geçmiş kesin. gibi mızrak bir da ya kat bir silah irDeğişt um. ediyor geleceğime oluşturduğu etkiyi sevmediğimi fark ile baş başa mek istediklerim aklıma geldikçe o bahsettiğim iç sesim ve karanlık uzun var, evim bir büyük tığım paylaş kalıyorum. Onunla e yakalamaGeneld labirentleri olan, sürekli saklambaç oynadığımız. kapıları bana O . iyorum kaybed ya çalışan kişi ben oluyorum ve hep e güvenKimsey r. vuruyo yüzüme imi geçmiş a tek tek aratırken aslınd bu kiolan neden ma korkma inden kendis çok en fakat n mememi savuna k. gelece ve geçmiş konu şiyle belki tanışırsınız. Şu an bahsettiğim (hatta e sizler de ürsem düşünd mu olduğu Geçmişten ne kadar şikayetçi kişi için kendime) şu an olduğum, hayır ileride olmayı hedeflediğim Ben Amca’nın heyecanlıyım. “Büyük güç, büyük sorumluluk getirir” diyen olmaz yanlış çok mak uyarla sözünü “Büyük hata, büyük güç getirir” diye n çalışa meye düzelt ve ş anlamı hatayı o sanırım. Tabi bu dediğim şey bu. ığım çalışt a yapmay da ır zamand uzun Benim i. kişi için geçerl 10 gibi yaşıYaptığım hatayı daha ağırmış gibi benimseyerek 1 ise iği, ben hakett esiyse bükülm dudak yorum uzun zamandır. Sadece bir bir yapan bunu bile sem isteme ben Bazen rum. kendimi zincire vuruyo ığım çalışt olmaya ben oluyor en azından. Ve az önce bahsettiğim o ıyorumdur, kişiyi arama yollarımdan biri bu. Belki fazladan yıpran um ki umuyor beni geçmiş um vurduğ Dem r. nedense doğru hissettiriyo bile yanına daha var rım planla Güzel r. ıyordu hazırl ğe gelece iyi bir paren k, gelece bir n yaklaşamadığım. Uğruna çaba harcamam gereke aktan çalışm e dirmey güçlen i Kendim . lak yıldızdan daha güzel önümde hayatın bize vazgeçip artık harekete geçmeliyim belki de. Sonuçta yine takılıp ve ğiz hazırladığı şakaları asla yeterince öngöremeyece söylediklebu bütün Lakin ız. düşüp ön dişlerimizi elimize alacağ n emin azında en irim, olabil da yor deliri yavaş rim bir yana, yavaş rum. yapıyo rla adımla

YAZI | SELİN ÖĞRETEN

B

39


FOTOĞRAF | UTKU TAN ÇAĞLAN ŞİİR | HASAN UKIL

Denize yakın kentlerin sabahları gibiydi gözlerin, Ne zaman göz göze gelsem seninle Bir mutluluk dehlizine düşer kalakalırdım orada Koyupta kafami dizlerine, Dalıp gitmek isterim uzak diyarlara, Marakeş'e mesela Geceyi aydınlatan bir ışık gibi geçerdin sen gecenin içinden. Saçından aşağı yıldızları dökmüşler, Yıldızlar memnun halinden.

40


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.