Sayi 5

Page 1


Merhaba 5. sayımızın haklı gurur ve sevincini yaşarken kapağımız bana şunu hissettirdi ; “üçüncü göz olmak.” Dünyada gelişen bir takım olaylar karşısında, uzaklarda ya da yukarılarda bir yerlerde seyretme hali. Bu insanın kendi hayatıyla da ilişkilendirilebilir. Bazen kendini bir tiyatro sahnesinde izlemek gibi. Güçtür, müdahale etmek bizden bağımsız gelişen olaylara! Hatta bazen kendi hayatımıza müdahale etmek bile güçtür. Fakat benim düşüncem insan heyecanını kaybetmemeli umudunu her zaman taşımalıdır. Bu sayımızda distopya üzerine konuşulan Kat 3 Daire 8 bölümü dışında öykülerimiz, yazılarımız da vardır. Hepinizin hayatından bir parça yakalayabileceği içeriğiyle huzurunuza sunulmuştur. Keyifli okumalar. SAMET IŞIKAY Aslında Samet Kardeşimin güzel yazısına bir ekleme yapmak istemezdim ancak ülke olarak yaşadığımız sıkıntılı günler dergimizin de aksamasına sebep oldu. Tam baskı işlemlerine başlayacağımız gün yaşanan terör saldırısından sonra dergimizin 5. sayısını bekletmeye karar verdik. Çünkü hem hevesimiz kalmamıştı hem de alel tecel içerik değişikliği yapıp nemalanıyormuş konumuna düşmek istemedik. Sanki bir öngörü gibi olan kapağımızı ilk yaptığımda güzel oldu demiştim ancak şimdi içimi acıttığını, canımı yaktığını söylemeliyim. Ülkemizde böyle acı veren olayların tekrarlanmaması en büyük dileğimiz. Bizler, gerçekten barış isteyenler, her ne yaşanırsa yaşansın boğazımız yırtılıncaya kadar “BARIŞ” demeye devam edeceğiz. Çünkü barış içinde kurtuluş taşıyan tek ihtimaldir.

LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ | EMRE ÜTÜKLER | GÜNEŞ KOÇ | ENRİCO RATSO | UĞUR KARAKOÇ | MERVE BOZEYOĞLU | YAVUZ | AHMET TÜRKAN | ÖZLEM ÖZKAN FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU | SAMET IŞIKAY | KEREM YENDİ SELİN ÖĞRETEN |MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | EMRE SÜZER | DİLAY ÖZCAN MELİKE KOÇ | ÖZLEM KALEMCİ | ÖMER ŞİAR BAYSAL | DOĞUKAN IŞIK FURKAN UZUN | TUNAHAN SİL | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ AYSUN AKTUNA | ABDULLAH SELİM | CAN DOĞAN | HASAN UKİL | UTKU TAN ÇAĞLAN REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER MATBAA ZIMBALAMA

FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL YOK (BİR ŞEKİLDE BASTIRIYORUZ) SETENAY AKSU | KEREM YENDİ

@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com facebook.com/getikfanzin

2

TWITTER INSTAGRAM MAİL FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.


Konumuz distopyalar olsun istemiştik. Kapağı yaptığımda henüz Ekim ayına girmemiştik ve kapak görseline bakıp: “Sürekli bir yerlerde kötü bir şeyler oluyor ve bizler ancak seyrediyoruz olanları. Elimizden hiç bir şey gelmiyor!” dedik. Haklıydık. “Yanı başımızda bomba patlasa aynı bu geyik gibi izleyecektik.” Çaresiz değiliz, sadece üzgünüz. Sadece üzgün değiliz aslında oldukça kızgınız. Bu konuşmayı ne pes ettiğimiz için yaptık ne de korktuğumuz için. Öfkemizdi bizi böyle konuşturan. Çünkü alışmıştık pisipisine ölmeye. Anlamıştık hayatın bedava olduğunu. Göz açıp kapayıncaya kadar canımızı verebileceğimizi öğretmişti bize yaşlı gezegende yaşadığımız kısacık süre. Şili’den Filistine, Bosna’dan Çin’e. Medeniyetin kıtası(!) Avrupa’dan yoksulluğun anavatanı Afrikaya. Hep öldük biz. Sivas’ta öldük, Maraş’ta öldük. Suruç’ta, Reyhanlı’da Roboski’de, İstanbul’da, Eskişehir’de, Hatay’da öldük. Başkentin göbeğinde öldük! Mermilerle öldük, bombalarla öldük, sokak aralarında tekmelenerek öldük on dokuzumuzda. Ne çaresiz hissettik kendimizi nede korktuk çünkü biz kötü değiliz, çünkü biz ne istediğimizi biliyoruz, ne aradığımızı biliyoruz… derine, hep derine kazıyoruz nerede çağımızın o altın kalbi çağımızın altın kalbini arıyoruz...

3


Bu sayıyı distopya sayısı yapmaya karar verdiğimiz günü hatırlıyorum. İki ay kadar önceydi. Tamamen basit sebeplerden ötürü, o günlerde yazarlardan birçoğunun aynı anda oynadığı distopik bir oyundan etkilenip almıştık bu kararı. Sonra günler ilerledi, Kat 3 Daire 8 sayfası söyleşisi için buluştuk. İçinde yaşadığımız ülkeden ötürü ne distopik edebiyattan, ne distopik sinemadan yeteri kadar bahsedebildik. Halihazırda bir distopik romanda veya filmde yaşıyorduk çünkü. Ne yazık ki, bizim distopyamız farazi değil gerçekti. ‘’Peki sizin kafanızda oluşan distopya tanımı nedir ? ’’ sorusuna hepimiz az çok ‘’ülke özelinde konuşuyorsak, var olan düzenin kötüleşerek-katılaşarak devam ettiği her yeni gün bizim için var olabilecek en büyük distopyadır’’ şeklinde cevap verdik. Gerçek hayatta distopyaların var olduğunu, her dakika dünyanın bir yerlerinde, düzen içindeki yerlerini koruma hırsına bürünmüş birilerinin, iyi insanları katlettiğini konuştuk. En önemlisi de bizim yaşadığımız distopyanın düzenin çarklarının ütopyası olduğunu, bizim ütopyamızın oluşması için, bizim kanımızı emerek beslenenlerin ütopyasının bitmesi gerektiğini konuştuk. Biz hala kanemicilerin ütopyasında, kendi distopyamızda yaşıyoruz, Ankara’da barış isteyen insanlar bombalandığında bir kere daha gördük bunu. O alandan paylaşılan acı dolu fotoğraflar hiçbir zaman çıkmayacak aklımdan, fakat aklımızdan çıkmaması gereken bir fotoğraf daha var; mitinge barış taleplerini güçlü şekilde haykırmak için gelmiş insanların elinde tuttuğu bir pankart ve üstünde ‘’Ne çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı’’ yazısı. Bize kansız gökyüzünü unutturanların dünyasında yaşamayı elbet bir gün bitireceğiz, o gün bizim ütopyamızın başlangıcı olacak ve size söz olsun orada kansız gökyüzü bizlerin olacak. 4


BU NE BİÇİM HİKÂYE BÖYLE

HİKÂYE | EMRE ÜTÜKLER

T

reni bekliyorum. O'nun otobüsle geleceğini bildiğim için yapıyorum bunu. Belki karşılaşmamak için belki de tercih edilmeyen trenle aramda oluşan bağdan dolayı. Gecikmenin telaşından durmadan saatine bakan amcanın beklediği çocuğunun kız mı erkek mi olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. Birazdan yerini kavuşmanın neşesine bırakacak telaş beni terk edeli seneler olmuş. Tren gelecek, hiç gelmediği olmuş mu ki? Fakat gecikmenin verdiği artan kavuşma arzusuyla kavuşamama umutsuzluğu beynimde cenk ediyor. Köşedeki çiçekçiye takılıyor gözüm. Bir buket papatya alıyorum, çiçeklerden nefret ettiğini bile bile. Yok! Yok! Önce gar berberine gidiyorum. Gelecek trende sevgilimin olduğunu söyleyip hızlıca sakal traşı olmak istediğimi belirtiyorum. Traş olduktan sonra kolonya sürmesine müsaade etmeden çıkıyorum. Sonra bildiğiniz gibi çiçekçiye gidiyorum, yakama karanfil takıyorum. Bunun için önce gömlek giymem gerekiyor galiba. Size takım elbise giydiğimin söylenmediğini fark ediyorum. Trenin ışıkları ulaşıyor önce, sonra sesi. Bir an raylara bakıyor ve düşünüyorum. Sakın atlayacağımı falan zannetmeyin. Yazık olmaz mı Samet Efendi'ye? Bir sigara yakıyorum. Çakmak olmadan da sigara yakılıyor yazılarda. Bitmeyen sigara paketleri de oluyor. Hiç kimsenin inmediği trenlere de belki de ilk kez bu yazıda rastlıyor olabilirsiniz. Genelde yazılarda tren varsa birisi mutlaka iner o trenden. Zaten Balıkesir'in ücra bir köyündeki istanyonda kim iner ki trenden? Yoksa istasyonun ismi Getik İstasyonu mu olmalı? Kondüktor Levent Abi: “Kardeşim binmiyor musun?” diyor. Amcayı usumun usunda bırakıp atlıyorum trene. Ağır ağır yol alıyor tren. Gecenin karanlığından görünmeyen manzarayı tıpkı bu satırları yazan kişinin odasından hayal etmesi gibi hayal ediyorum. Tren bir sonraki istasyona ulaşıyor. Sabah ezanının sesini duyuyorum bu köyde. İsterseniz namaz kılayım, isterseniz oruç tutmak için niyet edeyim. Bu satırları yazan da eğer oruç tutacaksam yolculuğu ramazan ayına getiriversin. Abdest almak da zor geliyor aslında. Sabah ezanını, akşam ezanına çevirsem de iftar niyetine karnımı doyursam çok mu mantık hatası olur? Umarım yazıyı yazan dövme ve gusül abdestine bağlamaz muhabbeti! Karşıma kendisini karakter olarak çıkartsa canına okurum bunları yazanın elbet. Yaşamdaki ben nerede acaba? Neler yapıyor kim bilir? Ben, ben olsam hiç böyle uğraşmaz direkt otogara giderim. Neymiş öyle reddedilen trenle bağ kurmak falan? Edebiyat yapayım derken neler geliyor başımıza! Karakterlere sendika! Şimdi bizi politik mi yaptı bunları yazan deyyus! Artık susayım. Görmediniz mi susmazsam başıma nelerin geleceğini? 5


Carlo Maratti, Apollo chasing Daphne

DEF NE AĞA CI

YAZI | GÜNEŞ KOÇ

A

pollon bir gün dört tanrısal atın çektiği altın arabasıyla gökyüzünü dolaşmaya çıkmış. Bir uçtan bir uca gezerken gökyüzünü, elinde oku ve yayıyla bebek yüzlü aşk Tanrısı Eros'a rastlamış. Eros'un bebeksi yüzüne ve elindeki ok ve yaya bakan Apollon kendisini tutamamış ve Aşk Tanrısına şöyle demiş “ Ey

aşkın tanrısı! Bu savaş araçları senin eline hiç yakışmıyor. Onları bana verirsen, uygun olan yerde, yani savaş meydanlarında kullanırım. Bilirsin benim attığım ok yerini bulur, bu konuda benim üzerime yoktur” APOLLON'un bu sözleri çocuk gözlü, bebek yüzlü Aşk Tanrısı Eros'u çok kızdırmış. Güzel

gözleri sinirden alev alev parlamış. Eros o sinirle fırlatmış oklarını biri Apollon a biri kırlarda gezmekte olan Daphne ye denk gelmiş. Bilmedikleri bir şey varmış ki oklardan biri aşık eder diğeride aşktan soğuturmuş. Apollon ırmak kenarında hiç tanımadığı Daphne yi görmüş ,görür görmez ona aşık olmuş. Daphne ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyormuş, ay ışığında yabani hayvanları kovalamak avlamak en büyük eğlencesiymiş. Yalnız başına dolaşmayı çok seviyormuş. Dahası Daphne, Eros un attığı ok yüzünden hayatı boyunca yalnız yaşamaya yemin etmiş. Erkeklerden nefret ediyormuş bu yüzden evlenmeyi kesinlikle istemiyormuş. Fakat Apollon ona delicesine tutulmuş peşini bırakmıyormuş. Ormanda karşılaştıklarında Tanrı Apollon güzeller güzeli bu kızla konuşmak istemiş ancak Daphne ondan korkarak koşmaya başlamış. Apollon ne dediyse onu durmaya ikna edememiş, Daphne korkmuş bir kere. Yorgun düşene kadar koşmuş koşmuş, daha fazla koşacak gücü kalmadığında yere yıkılmış ve toprak anaya yalvarmaya başlamış.

"Ey toprak ana beni ört beni sakla, kurtar"

Toprak ana onun yakarışını duymuş, az sonra Daphne yorgunluktan ağrıyan bacaklarının sertleştiğini, odunlaşmaya başladığını hissetmiş. Gri renginde bir kabuk göğsünü kaplamış. Güzel kokulu saçları yapraklara dönüşmüş ve kolları dallar halinde uzanmış, küçük ayakları ise kök olup toprağın derinliklerine doğru inmiş. Apollon sevdiği kıza sarılmak isterken bu Defne ağacına çarpınca şaşırmış. O günden sonra Defne ağacı Apollon'un en sevdiği ağaç olmuş, ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının çelengi olmuş. Apollon Defne ağacından aldığı yapraklarla kendine bir taç yapmış ve bu tacı başından hiç çıkartmamış. Tüm Apollon heykellerinin başında gördüğümüz defne yapraklarından yapılmış tacın sebebi budur. Kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar takmışlar. Günümüzde yaprakları güzel kokan,hani şu yemeklere bile koyduğumuz defne ağacının mitolojik hikayesi bu şekildedir. Efsaneye göre bu olay Antakya'nın Harbiye Beldesinde geçmiş.Bu efsanenin kanıtlarından en önemlilerinden biri Antakya Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Apollon ve Dafni mozaiğiymiş ( tabi restore etmediysek) Ayrıca burada yaşayan halk,Harbiye 'nin meşhur şelalelerine "Dafni'nin Gözyaşları" adını vermiş,üstelik bu şelaleler defne ağaçları arasından akmaktaymış. 6


BAK BEYİM!

YAZI | ENRİCO RATSO

Yaşar Usta’nın meşhur tiradını hepimiz biliriz. Böyle bir ayarı yedikten sonra cevap verebilecek

bir insan yoktur herhalde. Yaşar Usta öyle bir gürlemiştir ki karşısında değil fabrikatör Saim Bey, Melih Gökçek bile olsa, şöyle bir silkinir, utancından yerin dibine girerdi. Peki, bir karıncayı bile incitmemiş Yaşar Usta'yı, hiç çekinmeden birini vurmayı düşünecek kadar sinirlendiren neydi? Herkes mevzuyu çok iyi bilse de özet geçmekte fayda var.

Şöyle ki:

Yaşar Usta'nın fakir ama mutlu bir ailesi vardır ki içinde Adile Naşit, Tarık Akan, Ayşen Gruda, Şener Şen ve Halit Akçatepe'nin olduğu bir aile elbette ki mutlu olacaktır. Ama eski hikayelere bolca konu olan fakir oğlan-zengin kız hikayesi bu mutlu ailenin üzerine kara bir bulut gibi çöker. Fabrikatör Saim Bey, kızının fakir biriyle evlenmesine karşıdır. Üzerine titrediği kızı Alev'in, fakir ailenin oğlu Ferit ile aşkını engellemek için Yaşar Usta'nın ailesine etmediğini bırakmaz. Yaşar Usta'yı işinden eder, sonra ailenin evini ellerinden alır, bu da yetmez, ailenin bütün delikanlılarına sıkı bir sopa attırır ve insanlığa sığmayan bir takım hareketlerde bulunur vs... Bütün bunlardan sonra Yaşar Usta'nın kayış kopar. Saim Bey'in fabrikasına gider ve tarihe geçecek o muhteşem ayarı verir. Fakat bu ayar öyle bir ayardır ki, sayesinde dünyanın yörüngesi hariç bütün gerçeklik 180 derecelik bir kayma yaşar. Saim Bey'e bir haller olur. Koskoca fabrikatör, milyarder, para babası adam süt dökmüş kediye döner. O namussuz, suratsız adam artık bir Hulusi Kentmen'dir. Artık kötülük son bulmuştur. Aile evlerine kavuşur ve eski şen şakrak günler yeniden başlar. Ailenin evde kalmış kızı(tabi ki Ayşen Gruda) bile koca bulur. Mutluluk dört bir yanı kaplamıştır. Ama en önemlisi, Cem Karaca'nın Tamirci Çırağı'nda ''İşçisin sen işçi kal'' diye avutulan ve işçi tulumuyla yetinen fakir genç, bu filmde damatlığını giyip nikah salonuna gider. Kısaca; onlar muratlarına ererken, bize kerevetin yolları gözükmüştür. ''Bizim Aile'' de bütün eski filmler gibi mutlu bitmiştir. Hatta bu mutlu son, gerçek dünya için biraz fazla iyimserdir. Paranın her şeyi satın alamadığı, sevginin ve dostluğun her şeyden önemli olduğu, kötülerin bile bu sevgi karşısında dize getirildiği bir dünyadır. Ama bütün bu masal dünyası içinde tek bir gerçek vardır. O da feleğin tekerine çomak sokan, Yaşar Usta'dır.

UZUN SİYAH SAÇLAR TEL TEL DÖKÜLSÜN!

7


YAZI | UĞUR KARAKOÇ

1

970 ve 1972 yıllarında Cold Fact ve Coming From Reality adında iki albüm çıkartır Sugar Man Amerika’da. Hiç kimse bilmez bu gizemli sessiz adamı. Her şey olması gerektiği gibidir aslında o görkemli müzik dünyasına adım atmak için. Albümün tanıtımı, müzisyenler, reklamlar, zamanın getirdiği zor şartlar altında bulunan imkânlar, aklımıza gelen her şey. Ama bunlara rağmen albümden kimsenin haberi olmaz. Fakat dünyanın öbür ucunda, Afrika’da, tam bir müzik efsanesidir bu kendi ülkesinde tanınmayan adam. Kendisi bile bundan bihaberdir. Ülkesinde sattığı kopya albümlerin sayısı bir elin parmağını geçmezken, Afrika’da düşük nüfusa rağmen yarım milyona yakın kopya sattığı söylenir. Efsane hikâyeler dönmeye başlar Sugar Man hakkında, dünyanın o öbür ucunda. Bir rivayete göre kendisini sahnedeyken ateşe verip yaktığı söylenirmiş. Yine sahnede şarkısını söylerken, kafasına bir kurşun sıkıp intihar ettiğini konusu da çeşitli hikâyeler arasındaymış. Ama hepsi birer şehir efsanesi olarak kalmış. Çünkü Sugar Man Amerika’da bu iki albümü tutmayınca, restorasyon işiyle uğraşmaya başlamış. Büyütmesi gereken çocukları varmış çünkü bu şehir efsanesinin. Albümlerin Afrika’ya nasıl ulaştığı konusu da gizemli olmuş hep. Birgün Amerikalı bir kız, erkek arkadaşını ziyaret etmek için Afrika’ya gelirken getirmiş bu kopyaları. Sevgilisi ve arkadaşları çok beğenmiş, gidip almaya karar vermişler fakat bulamamışlar. Onlar da kendi imkânlarıyla kopyalamaya başlamışlar. Bu şekilde çoğalarak yayılmış, söylentiye göre Sugar Man’in şarkıları Afrika’ya. Belki de çok farklı bir şekilde, kim bilir? Sugar Man’in 2. albümü olan Coming From Reality’de “Cause” isminde bir şarkısı vardır. “I lost my job two weeks before Christmas” diye başlar. Dünyanın en hüzünlü şarkılarından birisidir bana göre. Daha albüm çıkmadan aslında albümün kaderini yaz 8

mış sevgili Sugar Man. Ne mi olmuş albüm çıkınca? 1971 yılının kasım ayında piyasaya sürülmüş. Fakat başarısız olduğu için Sussex firması, şarkının içerisinde geçen sözler gibi albümü Noel’den 2 hafta önce etiketten kaldırmış. Yine başarısız olmuş Sugar Man. Bir röportajda: “Coming From Reality’den sonra yeni bir albüm çıkarmayı düşünmediniz mi?” diye soruluyor. Cevabı ise bu belgeselde beni en çok duygulandıran anlardan birisi olmuştur: “Devam etmeyi düşündüm ancak ‘Reality’i aşabileceğimi sanmıyorum.” Böyle bir cevabı ancak gerçek sanatçılar verebilir. Elinden gelen her şeyi yapmış, başarısız olmuş ve başka bir işe yönelmiş, kararlı, kendini bilen gerçek bir sanatçı. Bir düşünün, illa ki müzik adına değil de, teknoloji, bilim veya başka bir alanda, Türkiye’de bir şey yapıyorsunuz ve hiç kimsenin dikkatini çekmiyor. Fakat dünyanın başka bir yerinde, aklınıza bile gelmeyecek bir yerde, siz aslında efsanesiniz. Hem de her şey sizin isminizle. Fakat sizin haberiniz yok. Bu kadar basit ve subjektif bakıldığında bile çok ilgi çekici bir yaşam hikâyesi. Belgeselin içerisinde uzun uzun yazmak istediğim nice güzel yaşanmışlıklar, röportajlar ve işleyişler var. Fakat böyle bir konunun size ilginç gelip izleyeceğinizi bilmemden dolayı, spoiler vermemek adına kısa kesiyorum. Sugar Man’i araştırmak isteyen, ona ulaşmak için can atan insanları, araştırmacıları ve müzik severleri, Afrika’daki halkı nasıl etkilediğini, onunla yapılan röportajları ve çok ilginç olan yaşam hikâyesini izleyeceksiniz bu belgeselde. Ayrıca Sixto Diaz Rodriguez, yani nâm-ı diğer Sugar Man’in şarkılarını da dinleyeceksiniz. Searching For Sugar Man. Kariyeri 1970’lerde yaptığı iki başarısız albüm ile sona ermiş fakat hiç bilmediği, görmediği Afrika’da bir efsaneye dönüşen adamın hikâyesi. 2012 Sundance Film Festivali’nde En İyi Uluslararası Belgesel kategorisinde “Jüri Özel Ödülü” ve “İzleyici Ödülü” gibi ödüller kazanmıştır.


AYDINLIK S

ÖYKÜ | MERVE BOZEYOĞLU

ahte gülümsemesi ile kısılan gözlerini bana kenetlemiş olan psikoloğun, uzaktan oldukça rahat görünen ama gerçekte kıçından ter akıtan koltuğuna uzanıp anlatmaya başladım: " Yaşamak nedir bilmiyorum. Yaşamak; ben nefes alıp, verirken etrafımda olup biten şeyler mi yoksa etrafımdaki şeyler olup biterken benim hızlı hızlı soluk alışım mı? Ya da her şeye rağmen nefes almayı bırakmayışım mı? Bilemiyorum. Diğerleri gibi ben, bu hayatın çetrefilli oyunlarını çözemiyorum. Önüme attığı gemici düğümlerini çözebilecek kas kuvveti yok bende. O düğümleri de heybeme koyup, ruhumun düğümlerine ekliyorum. Dünyanın çevresini iki kere dönecek kadar ipim olurdu, başarabilseydim düğümleri açmayı. ündüzden nefret ediyorum. İnsanlardan ödüm kopuyor. Gün ışığı derimin altına sızıp, beynime ulaşıyor ve her düşüncemi gözünü kırpmaksızın yakıyor. Korkuyorum insanlardan. Kafamın içinde neler döndüğünü bilirlerse, beni yaşatmazlar diye. Beni yeryüzünde tek bir kişi bile anlamadan ölürsem çok canım yanar diye. ündüzden nefret ediyorum. Çok fazla insan var, çok fazla ses var, çok fazla acı var, çok fazla bakış var. Her yerdeler. Acılı bakışlar, acıyan bakışlar, kınayan bakışlar, küçümseyen bakışlar, iğrenen bakışlar, yargılayan bakışlar, sorgusuz sualsiz ipe götüren bakışlar... Gözlerini üzerime dikip bakıyorlar, önceleri heyecanlanırdım. Birisi derdim, hepsi olmasa da içlerinden birisi bana bakacak, içimi görecek ve bu kadar yalnız olmayacağım. Ama olmadı. Baktı, görmedi. Sonra bir diğeri, sonra sıradaki... Bu kadar görünmez olduğum için kendime kızdım daha sonraları. Bu kadar silik, bu kadar hiç, olmasaydım eğer bana çarpıp geçmezlerdi... Ama en nihayetinde anladım. İnsanlar bir başkasını kavrayıp, hayatında nefes almaktan acizler. Sadece bakarlar. Görmezler. Karşısındakinin karmaşık ruhunu ellerinin arasına alıp, düğümlerini açmasına yardım etmekten deli gibi korkarlar. Basit zevkleri vardır insanların. Benim gibi dengesiz olanları sevmezler. Bakarlar, acırlar ama gerçekleri görmezler. Gerçekleri bilmek istemezler... ündüzden nefret ediyorum. Bana dinmek bilmeyen bir umudu hatırlattığı için. Gecenin karanlığı yerini ışıltılı güneşe bırakınca kalplerde oluşan o boşuna, o anlamsız umut kırıntısından nefret ediyorum. Çünkü benim gibiler için asla umut yoktur. Umut etmek benim asla ulaşamayacağım bir lükstür. eni doğan güneşe, yeni insanlar tanımaya, yeni umutlar edinmeye lanet olsun! Hepsinden vazgeçtim ben. Karanlığı seçtim kendime sırdaş, sessizliği kulaklarımı ağrıtsa bile geceyi aldım koynuma ve bekledim, kabuk bağlamayı bilmeyen yaralarımı sarmasını. eceyi seviyorum. El ayak çekildi mi gün boyu çiğnemeyen ayak kalmamış sokaklardan artık rol yapmana da gerek kalmaz. Kim olduğunu saklamaya lüzum görmezsin. Çünkü ben, tüm benliğimi yaşarken doyasıya, kimse dönüp bakamaz gecenin karanlığında. vimi seviyorum. Yatak odamın büyükçe bir kısmını kaplayan gardırobum ile balkona açılan kapının arasındaki küçük yere oturup, herkesten, her şeyden uzak olduğumu düşünerek huzur bulurum. Saatlerce oturup en sevdiğim şarkıyı dinlerim, daha önce hiç duymadığım birinden. Kendi hayatımı anlatırım yüksek sesle, nerede, nasıl doğduğumdan başlayıp, nasıl bu kadar yol kat ettiğim halde bir arpa boyu yol gidemediğimi... irini çok sevdim. Her şeyden çok. Gözlerini çevreleyen kirpiklerinin kıvrımını sevdim. Saf ipekten daha yumuşak olan ellerinin şans eseri ellerime değmesini sevdim. Ben nefes alamazken sanki ikimizin yerine de alıyormuşçasına neşeyle o kocaman nefes alış verişlerini sevdim. Dudaklarını sevdim. Hayallerimde bile heyecanlanıp öpmeyi bir türlü beceremediğim dudaklarını. Birini çok sevdim. Ama asla söylemedim. Çünkü söyleseydim, gerçek olurdu, gerçek olması imkânsız masallardaki tüm kabuslar. Sırf ben birini sevdim diye yeryüzündeki bütün cadılar el ele verip kapatırlardı beni bir zindana, içinde yaşadığım zindandan bihaber. Eğer yüksek sesle söyleyebilseydim gerçek olurdu. Gerçeklikten bu kadar korkan birinin ağzını açıp cümleler kurması mümkün mü? Birini çok sevdim. Ve kendi ellerimle yılmadan, durmadan duvarlar ördüm aramıza. Görmeyeyim diye kirpiklerini, görmeyeyim diye dudaklarını... er şeyden vazgeçtim ben sonunda. En başta kendimden. Umudu olmayan korkak sefilin tekiyim. Kalbimi yerinden söküp siz aldınız. Ruhuma çözemediğim düğümleri siz koydunuz. Korkunun kendisinden bile korkmamı siz sağladınız. Umarım şimdi mutlusunuzdur. Çünkü istediğiniz oldu, ben hiç mutlu değilim..." Cümlelerimi bitirdiğimde psikoloğa döndüm. Adamın olması gereken yerde güneşin içeri girmesini canı pahasına engelleyen siyah perdeler vardı ve benim uzandığım koltuk gardıropla balkon kapısı arasındaki boşluk... 9

G G

G Y G E B

H


KAYBOLAN SEVGİLİNİN PEŞİNDE

YAZI | AHMET TÜRKAN

O

rpheus. Tarihin en etkili ozanı. Çalgısı vahşi hayvanları büyüleyen ve aşkı için ölüme meydan okuyan bu adamın hikâyesini Vergilius anlatır en iyi: Deliye döndü Orpheus kaçırılınca karısı, kudurdu Irmak boyu palas pandıras kaçarken senden o kadın Kaçarken bir uçuruma atar gibi kendini tepetaklak Dolanıverdi bacaklarına korkunç bir yılan Ömrü o kadarmış kadının, görmedi boylu çimenler yüzünden Oralara sinen zehirli yaratığı.

Eurydike bir dağ perisi, olmayacak bir zaman-

da ölümün karanlık suları onu içine alır. Bir ozanın yolculuğu, kaybolan sevgilisinin peşinde ve ölüme meydan okuduğu sonsuz arayışı da burada başlar. İlk değildi elbet ancak son da olmadı Orpheus’un hikâyesi. Kaybolan sevgili ve onun peşinde feda edilen bir ömrün anlatılması. Mit ile gerçek arasında, aşkın kendisi gibi, gerçekliğini en fazla bir rüya kadar hissettiren, o kadar gerçek ve o kadar kısa… Ansızın kaybolmak. Tezahürünü ölümün ve doğanın kendisinde bulan bu gizemli olgu, insanın en büyük 10

kaygılarının birleştiği ve masallardan üzerine romanların yazıldığı bir konu hâline gelmiştir. Bu, hem yok olmanın gizeminin aydınlatılması –ya da onun en derinine bakma girişimi- hem de arayışın, bir hayata verdiği anlamın bir yansımasıdır. Verdiği anlam sadece bir amaçtan dolayı değil, aynı zamanda umudun –yine doğada bulduğu- yaşam döngüsünün verdiği hüzünlü güvendir aynı zamanda. Tabii bir de kendini adamışlığın deliliği, kaybolana ulaşırken kaybolmanın güzel hafifliği. Akdeniz coğrafyasında tarih öncesine dayanan kaybolan tanrı ya da tanrıça efsaneleri, yazıyla birlikte daha geniş kitle ve coğrafyaların hayal gücüne bırakılmış ve temel olarak doğanın mevsimsel döngüsünü sembolize eder şekilde olsa da insanın temel kaygılarının ve işte bu mistik yok oluş duygusunun, şeylerin hiçbir zaman yok olmadığının düşsel karışımı –ve tesellisiyle- bezenmiştir. Mısır tanrıçası İsis’in, Seth’in paramparça edip Mısır’ın dört bir yanına dağıttığı Osiris’i bulmak için çıktığı büyük yolculuk, Demeter’in yeraltına kaçırılan kızı Persephone’yi bulmak için gösterdiği çileli çaba ile aynı düzlemdedir. Sonsuz yok oluş ve sonsuz geri dönüş, ölümün ve yaşamın birliği, kaybolana duyulan özlemin arayışın anlamıyla tutkulu hale gelmesi… Sevgilinin varlığın-


da ölümsüzlüğü bulma arzusu. Kuşkusuz Dante’nin İlahi arayışı, modern olmayan bir dünyada, bunun en edebi –ve ebedi- örneğini sunmuştur. Beatrice ya da Bice, ilahi aşk. O kadar gerçek ve o kadar kısa. Dante’nin ölümü de ölümsüzlüğü de bu kadının hayalinde vücut bulmuştur. İlk kez çocukken gördüğü kadını yıllar sonra beyazlar içinde gördüğünde titrer. Aklında aşkla donattığı kadın birkaç yıl sonra, henüz yirmi dört yaşındayken ölür. Kötü ölüm, genç ölüm, bir sevgilinin ölümü. Dante ilk kitabı Vita nuova’da onu cennete, meleklerin yanına yerleştirir ve onun için “kimsenin kimse için söylememiş olduğu şeyler söylemeye” kendi kendine söz verir. Divina Comedia işte bu sözlerin topluluğudur. Cehennem’den cennete uzanan bu serüvenden Dante’nin kılavuzu, Aeneis destanını örnek aldığı Vergilius’tur. Beatrice yolculuğun mistik ruhunu oluşturan temel öğe olsa da âlemlerin tasviri ve âlemler arasındaki yolculuk, Dante’nin büyük aşkını arayışını hem esrarıyla örter hem de kendi iç dünyasını bu kutsal amaçla çevreler. Sonsuz kavuşma, hem ölümsüzlüğü hem de vaat edilmiş bir cenneti beraberinde getirir. Vergilius Araf’a kadar yol gösterir Dante’ye ve Cennet’in kapılarında onunla vedalaşır. Beatrice cennetin ve dizelerin arasından ortaya çıkar: Bak Beatrice, bak kutsal gözlerinle seni görmek için bunca yoldan gelen kölene! Kerem eyle, kerem eyle de yüzünü örten tülü aç, o da görebilsin diye gizlediğin ikinci güzelliği Dante sadece ilahi aşkını değil, aynı zamanda bir sırrı, bir ideali bulmuştur Beatrice’de. Güzelliğini insan aklı kaldıramayacaktır, tanrıçalar uyarırlar onu çok fazla bakmaması için güneşten parlak bu yüze. Gözleri görmez olur Dante’nin. Kişi, kaybolan sevgilisini ve mutlak gerçeği bulmuş ve erginlenmesini tamamlamıştır artık. Çileli süreç, bu tür destan ya da öykülerde –kuşkusuz bir kurgunun doğal gelişim üyelerinden biri olarak- ancak aynı zamanda gerçeğe ulaşmanın acılı yolunu simgeleyerek önemli bir yapı oluşturur. Aynı çileyi tüm Ortadoğu mitsel mirasını kendi içerisinde barındıran Ferhat ile Şirin’in masalında Ferhat, gürzüyle dağları delerken yaşamıştır. Mecnun’un çöllere düşmesi, kaybedilene ulaşmaya çalışanın esrik deliliğinin çok güzel simgelerinden birini bize verir. Kaybolan sevgiliye kavuşmak, bu kavuşma esnasında çekilen çile ve yaşanan dönüşüm modern edebiyatta da sıkça kullanılan bir yapıdır. Fiziki çile ortadan kaybolur, ruhsal çile artık aklın çilesidir. Sevgiliyi aramak yine bir erginlenmedir ancak artık çile çe-

ken âşık bir varoluş sancısı içerisinde kendini bulur. Hikâye boyunca gerçekleşen karakterin trajik dönüşümünü an ve an izleriz. Bunun ilk örneklerinden birini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz’ın Nuran’a kavuşma gelgitleri sürecindeki dönüşümüdür. Bu mirası Orhan Pamuk sürdürmüştür. Özellikle Kara Kitap’ın merkezinde tam da bu konu vardır. Günün birinde aniden kaybolan Rüya’yı bulmak için İstanbul’un, şehrin esrarlarının arasında yolunu bulmaya çalışan Galip ve onun bu uzun yolculuğu sırasında yaşadığı karanlık dönüşüm, hem hayatın sırrını hem de kendini bulmanın hikâyesi… Romanın içinde de bu temel yapının farklı öykülerle de derinleştirildiği görülür. Mevlana’nın, onu bırakıp giden Şems’i araması ve Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri bölümünde anlatılan hikâyeler bu olayın bir “olgu”ya dönüşmesini sağlar. Bunlardan biri (pavyon fotoğrafçısının anlattığı) daha sonra Ömer Kavur’un yönettiği Gizli Yüz filmiyle senaryolaştırılmıştır. Kaybolan aşkı bulmak, bundan böyle bir varoluşun gerçek kılınması çabası olacaktır. Yeni Hayat’ta da aynı arayış, biraz daha mistik öğelerle donatılmış bir şekilde karşımıza çıkar. Bir üniversite öğrencisinin gizemli bir kitap aracılığıyla ölümü –iyi ölümü- bulmak için çıktığı yolculuk, bir süre sonra ortadan kaybolan sevgiliyi aramaya dönüşür ve aynı Dante’nin Beatrice’si gibi Melek de pek çok kutsal formla özdeşleştirilerek, hem ölümün, hem yaşamın hem de bir yeniden doğma ihtimalinin temeline oturur. Kayıp sevgili ölümdür ve yaşamdır, onu bulmak anlamı bulmaktır –dolayısıyla ölmek… Masumiyet Müzesi bambaşka bir yapıda olsa da Füsun’u kaybeden Kemal’in yaşadığı süreç aynıdır ancak bu kez tüm mistik soyutlamanın içinde öykü nesnelere tutunur. Onun aracılığıyla (nesneler zamanı içerisinde hapseder) ve zamanın birliğinin ağır bilinciyle (aslında aynı anda yaşıyoruz) bu dönüşüm süreci gerçekleşir. Sevgiliye ulaşmak bunu değiştirmez, nesneler, onun varlığının ağırlığı ve sonsuzluk duygusu, sonlu bir aşkın sonuçlarını bastıracak bir niteliğe bürünür. Sevgili, daha somut bir halde, yazarın sadece kelimeler değil, aynı zamanda şeyleri de inşasıyla aşkın ve sonsuz bir yapıya ulaştırılır. Bir hayat, bir kadına ya da bir kadının yaratacağı var olma (gerçek olma) duygusuna adanır.

11


KIBRIS’IN DİSTOPYASI: KAPALI MARAŞ YAHUT VAROSHA YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

B

u ayki sayımızın distopya temalı olmasına dair fikrin en büyük destekçilerinden biri olduğum halde, bu temayla ilgili yazı yazmaya zorlandığım bir dönemde çıktı karşıma ‘’Asla Hoşçakal Demedik Varoşa’’ isimli belgesel. Belgeseli izledikçe ‘’hayalet şehir’’ teriminin dünyadaki en büyük örneklerinden biri olan bu şehir hakkında daha önce hiçbir bilgimin olmamasına hayıflandım. Aradığım distopya yazısını bulmuştum belki de, belgeseldeki konuşmacıların bölgeye ve bölgenin boşaltıldığı döneme dair anlattıklarını dinledikçe şaşkınlığım ve üzüntüm biraz daha arttı, en çok etkilendiğim bölümse, evini terk etmek zorunda kalan konuşmacının o günleri anlatırken kurduğu ve belgesele de ismini veren cümle oldu ‘’insanlar evlerini

terk ederken, komşularına, akrabalarına asla hoşçakal demiyordu...’’ at 3 - Daire 8’deki söyleşimizde de bol bol bahsettiğimiz gibi, Distopya temalı edebiyata, sinemaya

K

büyük saygı duymakla birlikte, ben işin biraz daha gerçek tarafında kalmaya, gerçek hayattan ‘’distopya’’ olarak adlandırılabilecek örnekler bulmaya çalıştım. Aklıma Nagazaki, Hiroshima, Çernobil geldi, fakat bu acı örneklere oranla daha az bilinen ve yeterince irdelenmemiş bir şehir olarak çıktı karşıma Maraş ya da Varosha. araş’ın, post-apokaliptik filmlerden fırlama bir görüntüsü ve hikayesi var. Fakat bölgenin bu durumundan bahsetmeden önce, biraz geçmişine bakmak gerekiyor. 74 Kıbrıs Harekatının öncelerine -çok öncelerine gitmeye gerek yok 70-71 yıllarında dahi- gittiğimizde Maraş karşımıza sadece Kıbrıs’ın en turistik bölgesi olarak değil bütün Akdeniz’in en gözde tatil bölgelerinden biri olarak çıkıyor. Maraş’la ilgili fotoğraflara, videolara baktığımızda o dönem için süper lüks sayılacak otomobillerin, otellerin, otomobil galerilerinin varlığıyla karşılıyorsunuz. Şehir, içinde bulundurduğu kumarhaneler sebebiyle de ‘’Akdeniz’in Las Vegas’ı’’ olarak da anılıyordu. 1974 harekatı öncesinde şehirde zaman geçiren yıldızlar arasında, Sophia Loren, Elizabeth Taylor ve Brigitte Bardot gibi isimlere rastlamak mümkün. ehrin harekat dönemindeki ve harekat sonrasındaki hali ise yukarıda da belirttiğim gibi tam bir post-apokaliptik film senaryosu. Adanın iki halkı arasında çok uzun tarihlerden beri zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler ve çatışmalar 1960’ların başından itibaren iyice tırmanışa geçmiştir. 1963 yılının 21 Aralık 1963’ünde başlayan ve ‘’Kanlı Noel’’ olarak anılan, Türk bölgelerine yönelik EOKA saldırısı 1960 sonrası dönem için adadaki çatışmaların başladığı gün kabul edilir. İsmine çoğumuzun aşina olduğu EOKA, en basit tanımıyla Kıbrıs’ın Yunanistan’a tam bağlılığını (ENOSİS) savunan, milliyetçi, anti-komünist bir örgüttür. Baskınlar, 21 Aralık’tan sonra da devam etmiş. Karşılıklı çatışmaların büyümesiyle resmi kaynaklara göre 364 Kıbrıs Türkü, 174 Kıbrıs Rumu hayatını kaybetmiştir. 15 Temmuz 1974 yılına gelindiğinde, Yunanistan’da iktidarı elinde bulunduran askeri cuntanın desteğiyle, ENOSIS yanlısı milliyetçi Rumların adanın ilk cumhurbaşkanı olan Makarios’u devirmesiyle adada hükümet

M Ş

12


EOKA’nın eline geçti. Nikos Sampson geçici olarak cumhurbaşkanı ilan edildi ve hemen sonra Kıbrıs’ta bağımsız bir Yunan Cumhuriyeti’nin kurulduğunu açıkladı. (Kıbrıs Helen Cumhruiyeti) u gelişmelerin üzerine 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti, garantör devlet konumunu gerekçe göstererek adaya müdahale etme kararı aldı. EOKA, Türkiye’nin geçmişte yaşanan çatışmalarda olduğu gibi adaya müdahale etmeyeceğini düşündüğünden müdahalenin ilk saatlerinde Türk kuvvetlerine etkili şekilde karşı koyamamış fakat ilerleyen saatlerde Türkiye kuvvetlerine karşı taarruza geçmiştir. Rumların tarruzuna karşı Türk kuvvetleri mevzilerini korumaya başarmış, daha sonraları Lefkoşa ve Girne’ye doğru ilerlemeye geçmiştir Bu müdahale karşısında hem Yunanistan’daki hem Kıbrıs’taki cunta hükümeti düşmüştür. Harekat sonrası yapılan görüşmelerde Rum tarafının boşaltması gereken bölgeleri boşaltmamasınından memnun kalmayan Türkiye, adaya ikinci bir harekat kararı almış ve yine çoğunuzun bildiği gibi ‘’Ayşe tatile çıksın’’ parolasıyla ikinci harekat başlamıştır. Türk birlikleri 15 Ağustos 1974 tarihinin sonunda Lefkoşa ve Mağosa’ya girmiş ve Türk tarafının sınırları çizilmiştir. iliyorum konuyu çok uzattım ve dağıttım, Kapalı Maraş’tan / Varosha’dan bahsetmem gereken yazı biraz Kıbrıs Harekatı öncesi ve sonrası Kıbrıs tarihine döndü fakat Maraş’taki değişimin kökenlerine inmek için bu dönemlerin üzerinden kısa bir şekilde de olsa geçmem gerekiyordu. Yeniden Maraş konusuna dönebiliriz artık. Yukarıda, ikinci harekat sonrasında Türk kuvvetlerinin Mağosa’yı ele geçirdiğini söylemiştik. Burası aynı zamanda Maraşı’da içinde bulunduran bir bölge. Türk kuvvetlerinin bölgeyi ele geçirmesiyle birlikte, burada bulunan Rumlar evlerini terk etmeye başlamışlar ve şehir hızla boşalmıştır. Şehrin terk edilmesinden sonra yapılan uluslararası anlaşmalarla şehre giriş kapatılmış, şehir tamamen insansızlaştırılmış ve BM ile Türk askelerinin kontrolünde tutulmasına karar verilmiştir. avaşın tam ortasında kalan bir şehrin, sakinleri tarafından terk edilmesi olağan karşılanabilecek olsa da, evlerin -daha doğrusu evlerdeki eşyaların- durumu, savaşın korkunçluğunu ve insanın savaş karşısındaki çaresizliğini hakkında epey net bir şekilde gözümüze çarpıyor. dönem insanların şehri ne büyük bir telaş içinde terk ettiklerini, bazı evlerdeki prize takılı kalmış ütülerden, yarısı içilmemiş gazoz şişelerinden, günümüzde artık çürümüş durumda olan kıyafetlerden anlıyoruz. azının giriş kısmında şehirdeki lüksten bahsetmiştik, o durumu anlatmak için de şu bilgi oldukça açıklayıcı olacaktır, Maraş’taki lüks otellerdeki yatak sayısı, neredeyse bugün bile Kıbrıs’ın geri kalan otellerindeki yatak sayısından daha fazladır. İzlediğim belgeselin etkisiyle, şehrin fotoğraflarına ve videolarına göz attıkça şehirde, harekatın yapıldığı dönemde sıfır durumda olan ve muhtemelen Türkiye’de o yıllarda henüz olmayan otomobillerin yıllar içinde nasıl çürüdüğünü gördüm, az önce de bahsettiğimiz ve o dönem parlak neon ışınlarıyla insanın karşısına çıkan lüks otellerin bugün bomboş devasa apartmanlar şekline bürünerek insana nasıl korku verdiği gördüm. Kısacası bu şehre dair okuduğunuz, gördüğünüz, izlediğiniz her şey insana, savaşın, dünya üzerindeki herhangi bir yeri nasıl bir distoptik ortam haline gelebileceğini -son yıllarda hiç olmadığımız kadar savaşa yakın olduğumuz şu günlerde- hissettiriyor. Yazımı, şehirden beni ürperten bazı fotoğraflarla bitirirken hatırlatıyorum; SAVAŞ YÜKSEK OKTANLI, GAYET BOKTAN BİR ŞEYDİR.

B

B

S O Y

13


“KAYGILANDIRAN”

ŞEYLERDEN

KONUŞTUĞUMUZ

YER

KAT 3 DAİRE 8 SUNAR

DİSTOPYA

LEVENT ÜSTÜNBAŞ | ENRICO RATSO | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

14


Levent: Furkan ve Enrico Kat 3 Daire 8 e hoş geldiniz. Direk konuya girelim. Furkan, distopya nedir? Furkan: Karanlık ütopya. Levent: Peki. Ütopya nedir? Furkan: Kelime anlamı “olmayan yer”. Thomas More’un Ütopya isimli kitabı vardır ve en önemli kaynak budur bu kavram için. “Varolma ihtimalleri olan ancak var etmek için büyük çaba gerektiren yer” diyebiliriz; hatta bireyin adil, eşit, düzenli bir hayatı kafasında kurgulayış biçimidir de diyebiliriz. Enrico: Herkesin kafasında hayal ettiği bir dünya vardır. Kişisel olarak değişebilir bu. ütopyadistopya ayrımını örnek üzerinden anlatayım. Örneğin kadının biri çıktı ve doğuyu komple bombalayalım ve batıya huzur gelsin dedi. Aynı rezillikte muhabbetlerin duvar çekelim duvara on metrede bir asker dizelim versiyonları da mevcut. Huzur bulmak için ülkenin yarısını yok etmek isteyen insanlar. Bu nasıl dehşet verici bir düşünce? Bu onların ütopyasıysa eğer bizim distopyamızdır. Levent: Evet gerçekten güzel anlattın. Hem de kurgu değil yaşanan bir şey olarak. Furkan: Herkesin doğruları ve ahlak anlayışı farklı olduğundan ütopya olarak kalır zaten. Örneği biraz daha yumuşatmak gerekirse: Platon’un Devlet’i de bir ütopyadır ancak bir başkasına sıkıcı yahut sorunlu gelebilir. Levent: Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve adını anmamak olmaz, ben biraz daha mesafeli dursam da George Orwell’in 1984’ü en önemli distopik eserlerdir ve genelde toplumsal korkular, kaygılar üzerine şekillenirler. Furkan: Distopyanın isim babası da John Stuart Mill’dir ve “kötü olan yer” anlamında kullanır kavramı. Örnek verdiğin eserlerde de yeri kötü yapan şeyler rejimlerdir. Diktatörlerden, otoriter-totaliter devletlerden yola çıkılmıştır. Ancak zamanla bu yapı da değişir. Toplumun yapısıyla paralel olması şaşılacak bir şey değil zaten. Levent: Sadece edebiyatta değil sinemada hatta bilgisayar oyunlarında bile kendine geniş bir yer bulur distopyalar. İlki 1997 yılında çıkan Fallout oyun serisi vardır mesela. Nükleer bir felaket sonrası ne devlet kalmıştır ne de düzen. 1950’lerin stilini koruyan ancak oldukça teknolojik bir gelecek görürüz oyunda. Oyunun yapımcıları: nükleer felaket korkusu 50’li yıllara ait bir distopyadır ve onun için böyle bir tasarıma gittik diyorlar. Bu Furkan’ın söylediğini de destekleyen bir şey sanırım. 15


Enrico: Kesinlikle doğru. 1950’lere baktığımızda iki kutuplu dünyayı ve bu iki kutbu oluşturan ABD ve Sovyetlerin giriştiği silahlanma yarışını görüyoruz. En büyük atom bombasını yapalım derdine öyle bir düşüyorlar ki ucu dünyayı tamamen yok edecek bombalara kadar varıyor. Şöyle de diyebiliriz iki devletin de düşman üzerinden kendi vatandaşlarına uyguladığı korkutma politikası devletin başındakileri de paranoyak etmeyi başarmış ve dünya kimseye kalmasın madem demişler. Bir nokta sonra yaşam değil “ilk yok eden biz olmalıyız” yarışı başlamış. Levent: Yani aslında insanların kendi aşırılıklarının sonucunda vardığı noktadır distopya. Örneğin doğal felaketleri ya da uzaylıları konu eden distopyalarda bile insanların aşırılıkları sonucunda felaket ortaya çıkar. Uzaylılar bizim gidişatımızı beğenmeyip, bizi az gelişmiş görerek saldırıya geçerler. Doğa da kendisine yapılan zulme dur demek için savunmaya geçer. Enrico: Salgın hastalıklar buna güzel örnek verilir mesela. İspanyol gribi, veba, AIDS son olarak Ebola'nın edebiyata yansıması kontrol altına alınamayan bir zombi istilası şeklinde olur. Çünkü mübalağa etkili bir anlatım yoludur. Levent: İngiliz menşeli ünlü bir web sitesinde kara mizahı doruklarına kadar hissettiren bir anket yapılmıştı. “Nasıl bir felaket istersiniz?” Anketi. Şıklarda uzaylı istilası, zombi salgını gibi cyber-punk seçeneklerin yanı sıra dünya savaşı, susuzluk, küresel ısınma, global terörizm gibi gerçek seçenekler vardı. Zombi salgını, uzaylı istilasını burun farkıyla geçerek birinci oldu. Peki sizce neden? Furkan: Ben şuna bağlıyorum: Distopya dendiğinde aslında hayal gücünü çok da zorlamaya gerek yok. Böyle atmosferleri insanoğlu tarih boyunca soludu ve solumaya devam ediyor. Çok uzağa bile gitmeyelim yaşadığımız ülkede rejimin daha da sertleştiğini ve bu sertleşme sonucu olacakları düşününce korkmamanız elde değil yada yapılacak olan nükleer santrali düşünün, alın size Fallout. İşte bu sebepten insanlar o ankette gerçek korkuları yerine kurgusal korkular tercih ediyorlar. Çünkü gerçek olan daha distopik. Yavaş yavaş, kitabına uydurarak gerçekleştirilen değişiklikler her zaman daha korkutucu. Mesela İran bunun yaşayan bir örneği. Zombilerle savaşmak uçuk bir ihtimal olduğundan geyiği yapılabiliyor. Ancak İran’a dönüşmek geyiği yapılacak bir şey değil. Levent: İran şimdi yaşıyor, Naziler yaşattı bunu, orta çağda engizisyon yaşattı. Sebeplerinden biri de şu diyebiliriz. İnsanın insana yaptığı her zaman daha korkunç çünkü bölünmüşlük devam ediyor. Oysa uzaylılar gelse herkes kendi mücadelesini unutacak ve insanlar dünya için ortak bir mücadeleye girişecek. Birbiriyle kanlı bıçaklı holiganların milli takım maçında aynı şeyi bağırması gibi aslında. Furkan: Bir de bireysel tarafı vardır distopyaların. Örneğin Amerikan rüyası da distopya olarak uyarlanabilir. Ütopyası için giden bir göçmen Amerika’da perişan olup distopyanın içinde bulabilir kendini. Mülteciler de bu dediğimin kanlı canlı örnekleridir. Enrico: Amerikan rüyası da kendi içinde yaşadı bunu aslında ancak ardından gelen II. Dünya Savaşı bu konuda bir toplumsal bilinç oluşmasını engelledi. Birleşik Devletler kuruldu, semirdi, büyüdü ve halkı bu bolluğun sürekli bir şey olduğunu zannetti. Ta ki büyük buhrana kadar. Levent: Bu bilinçlenme bence şu yüzden oluşamıyor. Hiç bir zaman hesaba katılmayan bir kesim var dünyada. Avrupalı sosyalistler doğunun sosyalistlerini ortodoks olmakla yani tutucu ve geri kafalı olmakla suçlarlar. Eskimiş meselelerin mücadelesinin verildiğini söylerler. Aslında görmedikleri şey şu: Bize göre çok daha az nüfuslu ülkelerde yaşıyorlar ve bize göre gelişmiş/oturmuş bir demokrasileri var. Ancak bu demokrasi kendinden olmayanlara çok iyi işlemiyor ve ülkelerinde yapmak istemeyecekleri kötü işleri göçmenler yapıyor. Göçmen olan zaten daha kötü bir yerden oraya geldiğinden sesi çıkmıyor. Haliyle o ülkenin vatandaşları kapitalizm çarkının içinde en altta kalmıyor. Altlara göçmenleri koyuyor ve kendi halkını yukarıda tutmayı başarıyor. Fakat biz 80 milyonluk ülkeyiz ve Avrupalının kendine yakıştıramadığı ve haliyle hakkında düzeltme ihtiyacı duymadığı işleri ülkemizde bizler yapmak zorundayız. Enrico: Coğrafi keşifler ardından gelen sömürgeler bu ekolü oluşturan sebeplerdir zaten. Her zaman başkasını küçülterek büyümüştür Avrupa. Furkan: Zaten tüm bunları topladığında karşında bıkmış insan yığınları olduğunu görüyorsun ve bu sebepler istetiyor insanlara zombileri. Bir yerden sonra çıkış yolu kalmıyor ve diyor ki ne olacaksa olsun. Bu adamları da suçlayamıyorsun… Hakkın yok... 16


Enrico: Aynen öyle. Adam işini sevmiyor, eşini sevmiyor, hayatındaki hiç bir şey istediği gibi değil. Büyük paralara küçücük evlerde oturuyor. Küçük paralara uzun saatler çalışıyor. Bıkmış artık ve diyor ki “Ulan ben bunlarla mücadele edeceğime versinler elime silah zombi avlayayım” diyor. Levent: Gerçek düşmandan korkuyor noktasına geri döndük. Zombilerle baş etmek daha kolay geliyor. Benim için de öyle. Tabii eğer zombiler George Romero filmlerindeki gibi olacaksa mücadele yöntemlerine vakıfım. (gülüşmeler) Yine aynı şeye değineceğim. Zombiler ortaya çıktığında kalan insanlar mecburen birlikte hareket edecekler ve bu birlikteliği istiyoruz. İnsanlar yalnız kalmak istemiyorlar ama içinde yaşadığımız sistem insanları ayrıştırıyor. Furkan: Bu ayrıştırma sadece sermaye sahipleri ile emekçiler arasında da olmuyor. Ezilenler de kendi arasında ayrışıyor. Şirketlerin uydurduğu ünvanlar var mesela. Supervizor, staff bilmem ne. İngilizce havalı isimler koyuyorlar ve bu insanlar bir altındakinden ancak yüz lira fazla maaş alıyor ama bu şekilde kontrol sağlanıyor. Enrico: Çünkü her şey sınıf atlama çabasından ibaret. Sınıf atlamak için giriliyor bunca takside ve daha yüksek sınıftaymış gibi gözükebilmek için çekiliyor bunca kredi. Furkan: Ben konuşmamızın başında dediğim şeyi tekrarlayayım. Çok fazla kurguya kaçmamıza gerek yok. Televizyonun yeni icat edildiği yıllarda yazılmış bir roman olsaydı ve bu romanda televizyon programına çıkıp evlenmeye çalışan insanların varlığından bahsedilseydi okuyuculara korkunç gelebilirdi. Levent: Şu an yaşadığımız şeylerden bir örnek daha var aslında. George Romero’nun Land of The Dead filminde kurulan bir şehir vardı. Etrafı sularla çevrili olduğundan zombiler giremiyordu. Ancak gel gelelim insanlar da giremiyordu. Girmeniz için seçkin olmanız gerekirdi. Şimdi Ataşehir’e gidin ve bu durumun onlarcasını görün. Ben bu güzel sohbetin sonunda şuna karar verdim. Distopyalar kötü, bunaltıcı ve umutsuz şeyler değildir. İnsanın dur demek istediği şeylere yıkıp yeniden yapmak istemesinin bir aşaması. Yaşaması olası kötülüklerin yerine daha sert senaryolar koyarak kendini rahatlatma çabasıdır. Belki de ütopyaya giden yolun başlangıcıdır.

17


ÖYKÜ | YAVUZ

U

yandığımda onu yatağımın ucunda görmüştüm. İlk karşılaşmamız da böyle oldu zaten. İnsanın kendisiyle yüzleştiği çok az an vardı ve o bunun için uyanmamı bekliyordu saatlerce. Gecenin tüm mahmurluğu üzerimden bir tren gibi geçmiş gibiydi, kafamı zorla kaldırdım yataktan, bokun üstüne konmuş bir sinek gibi bir karartı belirdi gözlerimin önünde. Avuç içlerimi kaybedip ellerimi yumruk yaptım ve ardından göz çukurlarımı birkaç saniye baskı altında bıraktım. Gözümdeki perde kalktığında onu fark ettim ve büyük bir çığlık kopararak yataktan fırladım.

BÖLÜM 1 KENDİNLE TANIŞMAK

E

lime geçen gece lambasını alt kısmından tutup hızla ona doğru savurdum, savururken “S*ktir git evimden hırsız köpek.” deyişimi hala unutamıyorum. Hazırlıklıydı, sanki bu anı önceden prova etmiş gibi ben lambaya uzandığımda çoktan çalışma masamın altına girmişti. Lamba masanın üzerine büyük bir gürültü ile çarptı, parçaları her bir yana saçıldı ama ona bir şey olmamıştı.

“Benden ne istiyorsun? İstediğini al ve git.” diye çaresizlikle bağırdım. Beni takmadı. Kalktı, üzerini silkeledi ve bana birkaç adım atarak duvarla arasında beni kapana kıstırdı. “Sakin ol Serdar.” dedi. Adımı biliyordu. İlk şaşkınlıkla herkesin sorabileceği gibi “Sen de kimsin? Adımı nereden biliyorsun?” dedim. 18

Sadece gülümsedi. Gidip onu ilk ğüm yere, yatağımın ucuna oturdu.

Serdar,

gördü-

“Otur

her şeyi anlatacağım.” dedi. Sakin tavırları beni de sakinleştiriyordu. Ayrıca onu yıllardır tanıyormuşum gibi bir his vardı içimde. Aramızda biraz mesafe bırakarak oturdum yatağıma. “Seni dinliyorum.” dedim. Direkt konuya girdi. “Zamanda yolculuk hakkında araştırmalar yaptığını biliyorum. Başardın. Başardım. Başardık. Ben senim Serdar. Elli yaşımda sonuca vardı. Önce bir oda boyunda yolculuk kabini inşa ettim. Uzayda zamandan bağımsız hareketi sağladı bu kabin. Daha sonra büyük bilim çevreleri çalışmalarımla yakından ilgilendi. Çünkü bu inşam büyük yankı uyandırdı. İşimizi ilerletip birkaç dakika sonrasına nesneler göndermeye başladık. Daha sonra bu nesneleri istediğimiz zamana ve istediğimiz yere göndermeye başardık. Bu sırada çalışmalarımıza açılan fonlar büyüdü. NATO tarafından desteklenmeye başladık. Büyük bir şey yaptığım için o kadar heyecanlıydım ki, sonuçlarını göremedim. On sene içerisinde taşınabilir, kol saati şeklinde bir zamanlayıcı geliştirdik. Daha sonra sayıları arttı. Bunun bir intihar olduğunu söyledim. Çünkü kötü insanlar kötü şeyler yapmak için her şeyi kullanırlar. Ama çok geçti işte çok geçti. Bir orduya yetecek kadarını ürettiler. Ordularını geçmişe gönderip savaşlara müdahale ettiler. İkinci Dünya Savaşı,


Birinci Dünya Savaşı, coğrafi keşifler, Haçlı Seferleri, Kavimler Göçü, hepsine. Onlar geçmişe müdahale ettikçe, günümüzdeki haritalar değişti. Dünyanın bir geleceği ve geçmişi kalmadı Serdar. Bunun dışında bir şimdisi de kalmadı. Kaos hakim tüm zamanlara, tüm boyutlara. Bu makinelerden kaç tane olduğunu bilmiyorum. Hepsini yok edemiyorum. Ama ben olmazsam bu makine de olmayacak. Bu yüzden şimdi senin ölmen gerekiyor.”

Dediklerine inanmak istemedim ilk önce. Hem nasıl olurdu? Tüm sınırlar değiştiyse savaşlara müdahale edildiyse, benim zamanımda nasıl her şey normal kalabilirdi? Bunu ona yani kendime sordum. Bana “Paralel Gerçeklik Boyutu” diye bir şeyden bahsetti. Dediğine göre Dünyanın tarih çizgisinden başka bir boyutta yaşıyorum ama yaptığım eylemlerin sonuçları Dünyanın tarih çizgisinde beliriyor. Böylece ben yaşıyorum, o yaşıyor, zamanlayıcı yaşıyor ve onlar emellerine ulaşıyorlardı. Fakat hala şüphelerim vardı. Ona “Bizi kendi zamanına götür.” diyebildim, sonra bu dediğimin bir anlık ağzımdan kaçan saçma bir düşünce olduğunu anladım. O da bunun farkındaydı, defalarca bu anı yaşadı, yaşadık. Yine de sağ elini omuzuma koydu zamanlayıcıya eğilip gitmek istediği tarihi söyledi ve çalışma odasında bulduk bir anda kendimizi. İlk şaşkınlığımı atlatamadan iki çift ayak ofisin kapısını kırdı. İçeriye siyah mat renkli üniforma giyen iki adam girdi. Ellerinde ne olduğunu anlamadığım uzun çubukları bize doğrulttular ve teslim olmamızı istediler. O bana bakıp “Teslim olursak asla ölmene izin vermezler.” dedi. Zamanlayıcıyı eliyle ayarladı sonra bana sağ eliyle dokunup zamanlayıcının tuşuna bastı. Bir pazarın içerisine düştük. İnsanların giyiminden, binalardan, araçlardan anladığım kadarıyla Seksenlerdeydik. Beni kolumdan tutup sürükledi. Belli ki bu sahneye çalışmıştı, belli ki onu da kendisi sürüklemişti. Bir kasap dükkanına girdik. “Selam Yorgo.” dedi. “Vakti geldi, bu sefer olacak, zamanı kurtacağız Yorgo.”, Yorgo kafasını salladı sadece “Umarım.” dedi. “Bu sefer olacak.”, sağ elindeki satırı ona uzattı. Satırı sağ eliyle kavrardı ve havaya kaldırdı, bana yöneltti. Elini geriye doğru iyice gerip kafamı yalarcasına salladı ve karşı duvara doğru fırlattı. Yaptığına anlam veremedim ama bir saniye sonra az önce odayı basan iki adam belirdi. Attığı satır adamlardan birisinin kafasına saplandı, adam kanlar içerisinde yerde kalırken Yorgo küçük bir tabancayla diğer adamı vurdu. “Bu anı yaşadım.” dedi o, “Daha önce yaka-

lanmıştım. Şimdi ikinci satırla boynunu keseceğim.” diye soğukkanlı, acımasızca bana yöneldi.

BÖLÜM 2 BAŞKA BİR YOLU OLMALI “Başka bir yolu olmalı. Mutlaka olmalı, kendini öldürmek. Bu düpedüz intihar. Biliyorsun ya-..

yapamazsın bunu. Beni öldürmek, kendini öldürmek. Ölmek, silinmek istiyorsun. Ve haklısın bu deliliğe son verebilmek için bu şart. Ama intihar ederek silmeyelim kendimizi. Lütfen. Geçmişe gidelim, tohumlarımızın atıldığı gecenin iki saat öncesine. Gidelim oraya. Yorgo ver şu tabancayı. Ver dedim. Gidelim hadi. Ne bekliyoruz? Tam o tarihe gidelim. Babamı vuracağım ve hiç doğmamış olacağız.” İkisi de donup kalmıştı bu önerim üzerine ama kabul ettiler. Yorgo'nun silahı elime tutuşturmasından anladım bunu. Ona döndü ve “Hiç doğmamış olacağın için, baban

öldüğünde seni hiç tanımamış olacağım. Evet anlamayacağım Dünyanın kurtulduğunu, hatta hiç böylesine boktan bir hal aldığını bile, ah neyse saçmalıyorum. Dikkat edin sadece. Birazdan yeni askerler gelecek buraya. Ben onları oyalayacağım. Hadi gidin artık.” O elini yeniden

omzuma attı. Bu arada Yorgo yerdeki askerin kafasından diğer satırı çıkarttı ve iki elinde satırla beklemeye başladı. Biz yavaş yavaş kasap dükkanından silinirken bir gurup adam belirdi ve Yorgo onların üzerine koşmaya başladı. Bir daha görmedim Yorgo'yu. Doğduğum, büyüdüğüm evin önüne geldik. Yolun aşağısına yürüyüp babamın iş çıkışı eve gelmesini beklemeye başladık. Çok geçmedi, on dakika sonra babamın gövdesi belirdi yolun ilerisinde. Bana doğru on adım mesafeye kadar gelmesini bekledim. On adım kala silahı çektim ve ard arda üç kere ateşleyerek babamı vurdum. Öldürdüm. O bana baktı. “Tamam, işte oldu. Sonunda başardık. Şimdi seni kendi zamanına götüreceğim. Fazla vakit yoktur silinmemize. Hep oturup kitap okuduğun o koltuğa otur ve rahatla. Zaten ondan sonra olmayacaksın. Bende kendi zamanımda o koltukta olacağım. Biliyor musun o koltuğu hiç atamadım.” Tekrardan sağ eliyle tuttu omuzumu, çalışma odama geldik. Koltuğuma oturdum, iyice kuruldum. O kendi zamanına gitti.

BÖLÜM 3 BİR KADIN ZAMANA BEDEL

B

eş dakika geçti. Bu kadar uzun olmamalıydı. Çoktan yok olmalıydım. Kendimi toktladım ama sonuç aynı, yaşıyordum, vardım, yok olmadım. Ama nasıl? Ben kendime bu soruları sorarken o tekrardan geldi. “Geri dönmeliyiz. O geceye geri dönüyoruz.” dedi ve yeniden yakaladı omzumu ve babamı vurduğum ana gittik. Yerde boylu boyunca yatıyordu. Bir anlam veremedik ve yolun devamını adımlayıp doğduğum evin penceresine geldik. Pencereden annemi gözetledik. Telefonla konuşuyordu. Bir adama “Kocam geç kaldı, sanırım gelmeyecek. Bana gelsene.” dediğini duydum.

DEVAM EDECEK... 19


FOTOĞRAF / YAZI

| DİLAY ÖZCAN

ispanaksevmem

NEREYE GITTIĞIMI BILMEDEN YÜRÜYORDUM. 302. adımımı attığımda ailem geldi aklıma. 430da sevgilim. 502. adımda dostumu düşündüm. 503, 504... YAŞADIĞIM, DERT EDINDIĞIM ŞEYLERE BOYUN EĞMIŞTIM. KAYBEDICEĞIM ŞEYLER VARDI, KORKUYORDUM. Bunlar aklıma düştüğünde 782. adımımı attım. İLERLEDIĞIM YOLUN ARDINDA KIMSE YOKTU, HER ŞEYI GERIDE BIRAKMIŞTIM. 831. adımımdayken kaybediceklerimden uzaklaştığımı fark ettim, kaçıyordum. Bu, bildiğiniz bi' gençlik bunalımıydı belkide. 2168. adımımı attığımda arkama döndüm, tanıdık bir şey yoktu mutlu hissettim. Rüzgar gülleri dönüyordu, hava kararmaya yüz tutmuştu. Bikaç araba geçti yanımdan, müzik sesleri düşüncelerimi dağıtmıştı ama hala sayıyordum. 5476. ADIM. BOZULAN SAĞLIĞIMIN EN BÜYÜK GÖSTERGESI BACAK AĞRILARIMDI. Yolda herhangi bi' ağrı çekmemek için ilacımı alıp devam ettim. 9732. adımımı atarken sigaramı yaktım. Bilinmeze doğru giderken mutluydum. 20


FOTOĞRAF / YAZI |

MELİKE KOÇ

zencefillimon

Ne “tuhaftır” h a l i n d e DENGEDE Hareketi bittiğinde durabilmek için İHTİYAÇ

hareket y k e n duruşu... ; ayakta dayanağa duyuşu... 21


KOLTUĞU YIRTIK DEMİR VAGONLAR

O

ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY

tomatik kapının açılışıyla yüzüme vuran sıcak hava bir nebze olsun ısıtmıştı beni. Karşımdaki dev ekrandan trenin geleceği saati öğrenip her zaman oturduğum banka doğru yöneldim. Bankın sol tarafına oturdum. Yaklaşık 45 dakika vardı trenin gelişine. O bankın sol tarafına oturduğum zamanlar genelde belirsiz bir bekleyiş içinde bulurdum kendimi. Bazen sadece trenin kendisini beklediğim olurdu. Ve yahut bavullarla sağa sola savrulan insanları izlemek için beklerdim. İnsanların gergin bekleyişleri, yorgun gözleri, hüzünlü ayrılıkları ya da yürüyen merdivenden koşarak çıkan insanların mutlu birleşmelerini izlemek çok hoşuma giderdi. Ama o gece gar çok sessiz ve tedirgindi. İçeride sarhoş olduğu gözlerine bakınca anladığım iki adam vardı. Gişelerin hepsi kapalı, ortada anons yapan kadın da gözükmüyordu. Arka taraftaki bankların hepsi de boştu. Oturduğum bankın sağ tarafı bomboştu. Bahçede de yalnızca iki adam vardı. Dökülmüş yaprakları süpürüyorlardı. Ne hüzünlü bir sahneydi, o adamların süpürgesinden kaçmak için rüzgâra takılarak kaçışan yapraklar. Belli ki uzun zamandır bekliyorlardı bu dökümü. Yarım saat kalmıştı şehre uzanan rayların getireceği bir sürü insanın gelişine. Garip hissediyordum. Çayımın yarısını içmiştim. Diğer yarısına bir sigara daha sığdırabilme derdindeydim. Göz ucuyla bankın sağ köşesine baktım, bomboştu. 22

Önce sesi geldi trenin, ardından camda yansıyan insanları gördüm. Bir sürü insan vardı. Birazdan inecekler, bavullarıyla şehrin farklı sokaklarına dağılacaklardı. Güzel kızlar indi trenden, yakışıklı adamlar indi. Çocuğunu taşıyan babalar, bavullarını taşıyan öğrenciler indi. Sol gözümün ucuyla seyrediyordum onları. İçimde boşluk yaratan bankın o sağ köşesi aklımdan çıkmıştı. Öylesine çıkmıştı ki aklımdan, o boşluğu dolduran bir adamı oturduktan birkaç dakika sonra fark etmiştim. Uzun saçlı, uzun sakallı, dövmeleri olan, kahvelerde oturan insanların serseri diye tanımlayabilecekleri bir adamdı. Ama güzel gülüyordu. Çok güzel gülüyordu. ‘’Boğazımdan mideme

doğru akan, kalbimde hızlanan, geçtiği yerlerde iz bırakan bir şey var içimde.’’ Diye girdim lafa. ‘’Duygu selidir,’’ dedi ve muhtemelen yarısını gel-

diği garda içtiği sigara paketinden bir sigara uzattı. ‘’ Sel doğal bir afet değil mi?’’ diye sordum. Gülümsedi, çok güzel gülüyordu. Cevap vermedi. Boynuna dolanmış olan kulaklığının bir ucunu bana uzattı. Koltuğu yırtık demir vagonlar arasında dolanıyorum diye başlayan bir şarkıyı birlikte dinlemeye başladık. Gar yavaş yavaş boşalıyordu. İnsanlar ara sokaklarda kaybolmaya başlamıştı bile. Biz dinlemeye devam ettik. Ne güzeldi, kelimeleri yitirdiğimiz zamanlarda şarkılarla öykülerle dizelerle konuşmak.


YAZI | SELİN ÖĞRETEN

B

u yazıyı yazmaya karar vereli birkaç saat, gözlemini yapmaya başlayalı yaklaşık iki ay oldu. Tabii özellikle hazırlandığım söylenemez çünkü yaz boyu çalıştığım iş bana bunu sağladı ben çaba göstermeden. Çalıştığım yerden daha önce bahsettiğim oldu ama kısaca özet geçmem gerekirse İstanbul’da Kadıköy’ün göbeğinde kupalar, bez çantalar ve bir sürü aklınıza gelmeyecek kadar değişik ürünler satan bir hediyelik eşya dükkânı. İmalatını kendilerinin yaptığı bez çantalar ise beni asıl bahsedeceğim konuda istemsizce gözleme sürükleyen ürünleri idi. Aralarında Frida Kahlo’dan, Franz Kafka’ya oradan da Küçük Prens’e uzanan iki yüzden fazla modeli vardı. Benim başlarda anlam veremediğim şey ise günde en az “OTUZ (30)” Frida çantasının satılmasıydı. Başlarda “Evet önemli bir insan ve hayranı olabilir” gibi düşünceler ile kendimi avuturken gelen müşterilerin “Ya şu kadının

adı neydi?” “Aa bu falanca derginin kapağında vardı.” “Şu kadında adı Fahriye mi nedir bıyıklı falan ama çok moda. Ondan alalım” gibi yaklaşımlarının ağırlıkta olduğunu fark edince işin üzerine biraz daha kafa yormaya başladım. Bu insanlara ilgi duymadıkları hatta bilmedikleri bu çantayı aldıran neydi? Ya da ne olmuştu da birden yılların ressamı çantalara, bardaklara, duvarlara, dövmelere taşınmıştı? Doğrusu olan şuydu arkadaşlar; birileri bunu istemiş ve başarmıştı. Eksilen bir pazar malıymışçasına yeni bir portakalmış, elmaymış gibi tezgâha sermişti bizlere. Ve insanlar Breaking Bad izlemeden Heisenberg diye bağırıyor, gördükleri ne

ise onu istiyordu. Klişelerimizin bile hitabı kalmamış bir topluma evrilmiş haldeyiz ve bunu sorun etmiyoruz. Tüketmenin bile bir sınırı kalmamış biçimde sadece aç köpekler gibi saldırıyoruz. Eskiden ulaşmak için çabaladığımız, uğraştığımız, vakit harcadığımız her şey arka cebimize sığabilen o ufak küçük canavar ile bir dakikalık mesafede, o da internetiniz iyi çekmiyorsa… Sevdiğiniz bir yazarın her an piyasa olabildiği ve “He ya adam böcek mi oluyomuş neymiş” diye tepkilerle burun buruna yaşadığımız “Popüler kültür dünyası”’na hoş geldik fakat inanılmaz boş geldik. Kültürün bu kadar kolay elde edilebilen bir kavram olduğuna bizi kim inandırdı bilmiyorum ama çok işe yaramış. Tanıştığım insanları geçtim ezkaza sohbet ettiğim herkes Oğuz Atay sevip David Lynch izliyor, beş kişiden en az bir’i aynı zamanda sosyal medya hesaplarında kitap, sinema eleştirmeni veya blogger… Hadi uğraşmış okumuş bu insanlar, peki ya yazının başında bahsettiğim o küçük penceresine hangi kapak konursa onun esiri olanı ne yapacağız? Star Wars tshirtü giyip bana iki karakter sayamayan, kendisine ne “popüler” denirse ona koşan ve bunu fark edemeden koşturan insan ne olacak? Onu bu hale getiren hepimiziz. Eskiden anlamadıkları için yakındığımız her şeyi, herkese ulaştırmaya çalıştık fakat yapamadık… Bizi biz yapanın artık biz olmadığı bir toplum yarattık ve sanırım bu olacak iş değildi arkadaşlar. Üzgünüm, bunun esiri olmaya göz yumduğumuz ve yumacağımız için. 23


GÖNDERME

YAZI | EMRE SÜZER

B

eni tanıyan arkadaşlar “metaforu” çok sevdiğimi ve içinde “metafor” bulunan filmlere dizilere daha bir ilgili olduğumu bilirler ama tahmin edersiniz ki alegorik anlatımı sevmemin bir başlangıç noktası var. Bu başlangıç noktası benim için William Golding tarafından yazılan Lord Of The Flies kitabı oldu. Çok iyi hatırlıyorum lise iki (onuncu sınıf) zamanında okuduğum yorumlardan dolayı bu kitabı almak istemiştim ve Furkan’la birlikte para birleştirip bu kitabı almıştık. Ama şu an anlıyorum ki o zamanlar kitabı okumak için çok erkenmiş. Yaşım yetmese ve kitabın iğneleyici anlatımını tam olarak kavrayamasam da, adada yaşam savaşı veren çocukların hayat mücadelesine bayılmıştım. Kitabın genel konusundan biraz bahsedeyim: II. Dünya Savaşı ya da sonrasında ki -burası kesin değil- uçak kazasıyla ıssız adaya düşen çocukların hayatta kalma hikâyesi diyebiliriz. Ama tabii yazarın da notunda değindiği üzere bu kitap Mercan Adası kitabındaki gibi çocukların iyi yönlerinden bahsetmek yerine insanın doğasından gelen kötülüğe yüzünü çeviriyor. Biraz daha düşünürsek yazar bu kitabı insandaki şiddettin kökenine inmek için yazıyor ama buna tam bir açıklama getirmiyor, yahut getiriyor ? Aslında bu kitabın tartışılacak en önemli noktası. Hatta kitabın en güzel özelliği; siyaset, din, insanlık tarihini eleştiriye tabi tutması. Kitabı okumayanlar “adaya düşen çocuk-

lar üzerinden nasıl bir sistem eleştirisi ortaya konabilir” diye düşünebilir, işte tam da bu yüzden

kitabı okumanız gerekli, ama ben yine de çok fazla

24

spoilera (sürprizbozan) girmeden merakınızı gidermeye çalışacağım.Kitapta dört ana karakter var. Bunlar; Ralph, Domuzcuk, Jack ve Simon. Kitaptaki karakterlerin her biri farklı bir şeyi temsil ediyor gibi görülebilir ama ben direkt olarak Jack Hitler’in bir yansıması ya da Simon İsa’nın yansıması diyenlerden değilim. Eğer bu çıkarıma gidersek bence hem yazarın tam olarak anlatmak istediğine kavuşamayız hem de kendi hayal gücümüzü daraltırız. Bu dört karakter direkt bir kişiyi değil çok farklı şeyleri temsil ediyorlar. Örnek verecek olursam Domuzcuk karakteri alt sınıfı temsil ediyor. Ama neye göre bir alt sınıf ? Bununla birlikte benim favori karakterim Simon oldu. Bana nedense İsa yerine iyi niyetliliğin, saflığın bir karşılığı gibi geldi. Tabii kitap sadece dört ana karakterle bitmiyor. Romandaki adadan, çocukların bir lider seçmesine kadar her şey kitapta alegorik bir şekilde ilerliyor: Benim özellikle kitapta en beğendiğim kısım adada yaşayan bir canavardan bahseden çocukların bir süre sonra o canavardan korunmak için domuz kurban ederek o canavardan korunacaklarını düşünmeleri oldu. Bu düşünce büyük ihtimalle size de yakın geldi.Yazar bununla birlikte bir yerde sırtını Freud’a güzel bir şekilde dayıyor ve temel olarak insanların içindeki bitmek bilmeyen şiddet duygusunu derinlemesine anlatıyor. Eğer siz de benim gibi alegorik anlatımlardan hoşlanıyorsanız bu kitabı kaçırmayın; bir an önce edinin derim.


İLLUMİNATİ’NİN BAŞINDAKİ ADAMI BU SEFER BEN AÇIKLIYORUM! YAZI | ÖZLEM KALEMCİ

İ

lk sayıda Furkan Üstünbaş illuminati’nin başındaki adamı açıklayacağını söyleyerek hepimizi kandırdı. Bunu görev edindim ve size geçekleri açıklamaya karar verdim. İlluminatinin başındaki adam Bill Cipher’dır. Adamın tek gözlü piramit olmasından da bunu anlayabilirsiniz. Kendisini minik bir ayin ile çağırıyorsunuz ve size bir anlaşma sunuyor. Ne kadar şeytani bir karakter değil mi? amam çok özür dilerim ben de sizi kandırdım amacım “Esrarengiz Kasaba” isimli çizgi diziyi anlatmaktı. Baştaki sataşmamdan dolayı Furkan’dan özür diliyorum. Bill Cipher bu çizgi dizinin tek gözlü üçgen şeklindeki karakteridir. İlluminati’nin başındaki adam gerçek dünyada Bill Cipher olmasa da bu çizgi dizi Masonik sem-

T

boller, gizemli günlükler, deniz oğlanları, zombiler, gizli örgütler, göl canavarları, hayaletler, yer cüceleri ve sayamayacağım kadar çok dikkatinizi çekecek şeylerle dolu.

İ

zlediğiniz başka dizilerdeki gibi kıyıda köşede İlluminati sembolleri aramanıza da gerek yok, zira tümü ayan beyan ortada. Mesela dizinin açılışında bir sayfa gösteriliyor. Bu sayfada tek gözlü piramit şeklindeki adam, üzerinde farklı semboller bulunan bir çemberin içindedir. Çemberdeki sembollerin dizideki karakterleri temsil ettiği söylenmekte olup bazı sitelerde bu durum “herkes bir planın parçası” şeklinde yorumlanmıştır. yrıca dizideki her karakter ayrı ayrı güzel tasarlanmış. Dipper ve Mabel 12-13 yaş portresini, Wendy ve arkadaş grubu ergen portresini çok iyi yansıtmaktalar. Benim favori karakterim harika amca Stan. Onun insanları kandıran, kazıklayan biri olmasının yanı sıra çok sorumsuz ve eğlenceli davranışlarının olması o karakteri ayrı sevmemi sağlıyor.

A

Dipper: Davada gelişme var Stan amca. Mabel: Bir balta bulduk. Kırt kırt kırt. Dipper: Bu yüzden kasabaya gitmemiz gerekiyor. Stan: Sorumlu bir ebeveyn gibi davranmam gerekiyor ama ben sizin amcanızım. Öcümü alın çocuklar!

K “İkiz kardeşler Dipper ve Mabel Pines'ı aileleri yazın Harika Amca Stan’in yanına onusunu

size

şu

şekilde

anlatabilirim

Gravity Falls'a gönderirler. Stan Gizemli Kulübe’de yaşamaktadır ve çalışmaktadır. Ayrıca Stan’in kimsenin bilmediği ayrı bir hikayesi vardır (en heyecanlı bölüm hikayesinin açıklandığı bölümdür gerçekten tavsiye ediyorum). Dipper ve Mabel kasabada garip şeyler olduğunu bilirler. Dipper’ın ormanda bulduğu günlükle işler daha da tuhaflaşır. Bu günlük üç numaralı günlüktür. Günlüklerin yazarı ayrı bir gizem olmakla birlikte bu günlüklerde kasaba ile ilgili önemli bilgiler yer almaktadır.”

İ

lk sezonun bölümleri çocuklara hitap ediyor gibi dursa da sezonun son bölümleri ve ikinci sezonun yetişkinlere daha çok hitap ettiğini söyleyebilirim. İkinci sezonda ilk sezondaki olayların yavaş yavaş açığa kavuşmasının yanında bazı bölümlerde yan karakterlerinde önemli olması, onların neden o şekilde olduklarının gösterilmesi bile benim için ne kadar sağlam bir yapıt olduğunun göstergesidir. Benim sizlere tavsiyem “Çocuk musun sen?” cümlelerini boş verin ve kendinizi Masonik sembollere, sürükleyici olaylara, ikinci sezondan sonra “oha” dedirtecek bölümlere sahip olan bu diziye bir şans verin. 25


COMMENTARIUS BÖLÜM -1ÖYKÜ | ÖMER ŞİAR BAYSAL

K

utuplarda bulunan buz halindeki suyu eritmemeleri için o ahmaklara dil dökmekten bıktım, sözüm ona iki nükleer ısıtıcı bir buçuk ay içinde yeteri kadar buzu eritip kolayca sığ denizler oluşturacakmış, tamam bir mühendis olarak çıkabilecek sorunları biliyorum ama her ne kadar alan derinliği taraması yaptıysak da bence bu “küçük deniz manzarası” fikri büyük bir hüsranla sonuçlanacak, öyle bize anlatılanlar ki gibi masmavi denizlerimizde olmayacak, bildiğiniz gibi gezegenimiz hala biraz kızıla çalıyor ama itiraf etmeliyim son elli yıldır ciğerlerimize çok daha temiz bir havayla dolduruyoruz. Bugün kuzey kutbuna yerleştirilecek ilk ısıtıcı için eski dostum Kithiyle uygun bir yer araştıracağım, en fazla bir günlük iş, çoğu işi Kithi halledecek zaten, tamamı el yapımı, sekiz motorlu, Mars doğumlu tek robot, hatta antik atası Curiosity’den bile bir kaç parça taşıyor kalbinde, burada her bir metal parçası değerli biliyorsunuz, gazoz kapakları bile. Önce kuzey kutbunu eritmek uygun bir seçim, tamamı eritilirse, kuzeyde büyük bir okyanus oluşturabilir, güney kutbunda ki buzları zaten günlük ihtiyaçlar ve tarım gibi önemli işler için eritiyoruz, buradaki 1462 kişi için hayati bir önemi var güney kutbunun, kuzey kutbunun tamamını eritmesek bile istediğiniz denizlere kavuşabileceksiniz, nasıl karşı çıkmama mı beklerler? İnsanların güzel bir görüntüye ihtiyaçları varmış, her gün kurak ve çorak topraklara bakmaktan delirmelerini istemezlermiş, sanal gerçeklik seansları yetmiyormuş, lanet sanal gerçeklik, bence marsta icat edilmiş en büyük saçmalık, eski dünyadan güzel bir video kolajı, üstünde uzanabileceğiniz çimenler, muhteşem manzaralarla bezenmiş bir dünya ve dostum, o şelaleleri görmelisin, muhteşem, işte buna inanmak çok zor. Artık bunların yerinde ne var? İnanın hiç bir şey yok, dünyadan son gelen iletişim kaydı bundan 40 yıl öncesinin tarihiyle arşivimizde, açıp bakmaktan çekinmeyin ve arşive giderken bilek bilgisayarınızı götürmeyi unutmayın, çünkü bulacağınız bir dizi algılayıcı raporu ve daha fazla güneş ışığı alamadığı için bataryasının tükeneceğini bildiren bir robotun son iletişim çabası, ses veya video yok, izlenip görülecek bir şey yok. Sanal gerçeklik seanslarında izlediğiniz o görüntüler gerçek bile değil, dünya doğumlu marslıların, mars doğumlu çocuklarına onlarında torunlarına aktardığı anlatıların derin düş programı marifetiyle 26 oluşturulmuş yapay karşılıkları. Peri masalı izliyorsunuz yani. Dünyayı atalarımız


öyle bir hale getirdi ki orada sadece hiçlik kaldı. İşe koyulmam lazım. Anlaşılan, günlük kayıtlarım çok tepki görmüş, konseydekilere ahmak dediğim için ceza almam gerektiği söyleniyor, “özgür bir gezegen” ancak birilerine ahmak diyebileceğiniz yere kadar özgür, bazıları arşivde bahsettiğim gibi bir kayıt olmadığını söylüyor, o kaydın bir kopyasını babam inceleyip algılayıcı raporlarının nasıl oluşturulduğunu öğrenmem için bana getirmişti, yani öyle bir kayıt var, bulamamış olmaları ayrıca değerlendirilmeli. Saçma tartışmalara karışmak istemiyorum, istenildiği gibi, ısıtıcı için uygun bir bölge buldum, Kithinin nükleer ısıtıcıyı getirmesi bir kaç saat sürer, bu sırada neden bu deniz fikrine karşı çıktığımdan bahsedeyim, zarif bir özet, dünyadan neden koptu bu insanoğlu? Hepiniz hatırlayınız bize öğretilenleri, eski bir dünyalı sözü der ki: Son balık avlandığında, anlayacağız paranın yetmeyeceğini, biz balığın sadece dijital bir tat çevrimini duyumsayabiliyoruz, gerçek bir balık görmedik bile, işte tam bu yüzden buradayız ve balıksızız, atalarımızın açgözlülüğü yüzünden. Ben geçen bunca yıldan sonra sadece hoş bir manzara için bu riski almamamız gerektiğini düşünüyorum. Kalıcı bir değişimden bahsediyoruz, soluduğumuz hava, bastığımız toprak, yetiştirdiğimiz ürünler, sıcaklık farkları hemen hemen her şeyi bir şekilde etkileyecek. Isıtıcının buzun içinde yerleştirileceği uygun derinliğin 8 metre olduğuna karar verdik, ısıtıcı çalışmaya başladı bile, ilk bir kaç haftada Apsus vadisinde su birikintilerini görmeye başlayacağız. Aslına bakarsanız heyecan duymamak elde değil, bazı simülasyonlarda o kadar güzel sonuçlar ortaya çıkıyor ki. Umarım her şey yolunda gider.

-DEVAM EDECEK-

27


ÖYKÜ | DOĞUKAN IŞIK

E

“RADYO”

ski bir radyonun bozuk bir frekansındayım. Cızırtılı, boğuk bir ses tonum ve biraz sakalım var. Sağ tekinin parmak ucu aşınmış ince tabanlı ev terliklerim, bir türlü ucunu bulamadığım bir koli bandım ve kaybetmekten çıldırasıya korktuğum bir yaşama sevincim var. Karışık da bir kafam var, karmaşık hatta. Kevork Amcanın ki kadar bozuk belki de. evork Amca, kafası bozuk olduğunda adam gibi yazamıyormuş, öyle diyor. Ne çıkar ! ''Ben de öyleyim, üzülme'' diyorum ama dinleyen kim ! Susuyoruz karşılıklı. Bir müddet saatin tik taklarını dinliyoruz. Çay için teşekkür edip ufaktan kalkıyorum. Dışarı çıkıyorum, kapı arkamdan kof bir ses çıkararak kapanıyor. Ağır ağır yollanıyorum Çemberlitaş'tan Eminönü'ne doğru. Böyle lafa dalıp vapuru da kaçırıyorum her seferinde. Sonra hatırlıyorum ki on altı on beş Kadıköy vapuruna yetişmem gerekmiyor bugün. İçerlenip bir sigara yakıyorum. ül renkli çinko duvarlar gibi yaşanmışlık kokuyorum. Bunun bir yerlerde bir anlamı olmalı diyorum ama kafam da epey karışık, karmaşık yani. Yazabilsem anlayacaksınız belki derdimi de, sürgünden gelen politik bir liderin kırgınlığı var üzerimde. Yürümeyi istemiyorum, yürümemeyi de... Boktan bir kahvehanenin taraçasıyım. Üzerimde gezinen oval topuklu kunduralar var. Yorgunluğumdan ölüyorum. in dokuz yüz elli beş Sovyet Rusya yapımı bir fotoğraf makinesi gibi çift mercekliyim. Göz çukurlarımın iç kısmında kiril alfabesiyle yazılmış silik kelimeler var. Eski bir radyonun bozuk bir frekansındayım; eski bir radyonun bozuk bir frekansında olmak böyle bir şey herhalde. Genç bir köpek, nasıl hiçbir şey yapmadan yaşlı bir köpek oluyorsa ben de öyle yaşlanıyorum. Sağ arka ayağımla sağımdaki kaburga kemiklerimi kaşıyorum. Kemiklerimi kırarcasına vuruyorum gövdeme. Soğuk bir kül tablası kadar acıya dayanıklıyım ama, birileri yanımdan geçerken yaklaşıp bir tekme savurmuş da canım yanmış gibi biraz öfkeli, biraz da kırgınım. Sessizliğimden iç organlarımın seslerini duyabiliyorum. Dışarıdaki sağanağın ıslak şıkırtısını duyumsuyorum. Ertesi gün, kurşun renkli ıslak bir sabaha daha uyanacağımı pekâla tahmin edebiliyorum. Islak kaldırımlar, ıslak yokuşlar ve ıslak köşe başlarıyla tamamen ıslanmış sokak hayvanları kadar yalnızlığa yakın bir adam olarak zihnimdeki su birikintilerine bata çıka yürüyeceğimi de... Saklambaç oynarken dürüstçe gözlerini kapatan bir ebenin gözleri kadar karanlık burası. Yarattığım karakterlerin simgesel intiharlarıyım. Tahsin Abi kadar huzurlu değilim ama Kevork Amca kadar koyvermişim. Kevork Amcayı da size şimdi anlatırdım ama, siktir edin ! alnızlık, hiçbir zaman akıl hastanesinde edebiyat dersi vermek kadar sevimli görünmüyor. Akıl hastanesinde edebiyat dersi vermek istiyorum böyle zamanlarda. Yüksek apartmanların duvarlarındaki çatlakları inceleyerek yürüme sanatını öğretmekle başlamak istiyorum hatta. Soluk renkli, eski paltonuzun yakasını kaldırın. Sert bir hamleyle şöyle bir dikleştirin. Ellerinizi cebinize koyarak yürüme ritüelini gerçekleştirmek üzere beyninize komut verin ve gözlerinizi çatlaklardan ayırmayın. Evet, işte böyle ! hizeli telefonların tuşları gibi çember yarım tur atıyor kafamın içinde. Kadıköy'ü özlüyorum. Bir elimle tarçınlı çayımı içerken aldığım keyfi, diğer elimdeki elin sıcaklığını hissederek iki katına çıkarmayı özledim. Kurabiye kokulu tütünümü paylaşmayı da özledim, 17'nin kalkmasını beklerken yarım yamalak içilen sigaraları da... ski bir radyonun bozuk bir frekansındayım. Cızırtılı, boğuk bir ses tonum ve biraz sakalım var.

K

K B

Y A

E

28


MUHTELİF DİRİMSEL KONULAR ÖYKÜ | FURKAN UZUN

H

ayatımda hiç başka birine karşı sorumlu olmadım. Yaşlandığında anneme bakabilirdim ya da gün gelip evlendiğimde yeni doğmuş evladımın sevgiye aç bakışlarına karşılık verebilirdim. Fakat daha üniversitedeyken annem öldü. Babamı hiç tanımamıştım bile. Hiç evlenmedim. Hayatımı ortasından ikiye bölmeye yeltenmeden kendi kendime yettim. Şimdi ise kör olasıca bir şehrin içindeyim. Yaşım ilerledikçe daha fazla hayal kurmaya başlıyorum. Böyle yaparak sanki elimden kaçırdığım yaşanmamışlıkları tahayyül ediyor ve geçmişten intikam alıyorum. Kim bilir belki de artık sadece rüya ya da hayallerimde hayatın farkına varıyorum. Çünkü son zamanlarda zihnimde durduk yere anılar canlanıyor. Şimdiki zamana bulandıkça geçmiş daha hoş gözükmeye başlıyor. Bir yandan da zamanı elimde tutamıyorum diye kendi kendime hayıflanıyorum. Geçen saatlere hükmettiğimde ne olacaksa! Yine her geçen dakika zihnimde geçmiş bir anı olarak yerini alacak. Geçmiş güzellikler muhayyilemde canlanacak ve yaşadığım fenalıklar zamanla daha güzel hâle gelecek. Her zaman olduğu gibi yine alakasız bir zamanda hülyalara dalmaya başladım. Bu defa hatırıma Nesibe Teyze ilişiyor. Belli ki kontrolümü kaybetmeye başlayıp, geçmişin en alakasız görüntülerinin zihnimde canlandığı bir gün yaşayacağım. İçinde bulunduğum konferans salonunda anlatılanlar hiç mi hiç dikkatimi çekmiyor. Oysa yeni bir başlangıç yapıp kaç gündür üzerime çökmüş olan durgunluğu atarım diye düşünmüştüm. Canlanırım da birkaç hafta yetecek enerjiyle bu olumlu hallerimi işe yansıtırım diye içimden geçirmiştim. Hâliyle yine dikkatim dağıldı. 29


Zihnimi meşgul eden yıpranmış kadına kimileri Deli Nesibe derdi. Kocası kendisini yedi aylık hamileyken terk etmişti. Karnı şiş karısını yalnızlığa tek başına gömmediği için de kendisini aklınca haklı görmüştü. Henüz doğmamış bir çocuğu yüz üstü bırakmanın verdiği ahlaki sorgulamayı hiçe saymış ve ömür billah bir daha ortaya çıkmamıştı. Neyse ki ardında bıraktığı o deli dolu kadının yardımına annem koşar olmuştu. Onu gördüğüm ilk günün görüntüleri çok ısrarcı ve bir o kadar da canlı. Sanki o naftalin kokulu tek göz evinde yalnız kalmamak için direndiğine daha dün şahit olmuştum. Yeni doğmuş bebeği ve yaşlı sayılabilecek çomar köpeği hayatının boşluklarını pekâlâ dolduruyor gibiydi. Kocası terk ettiğinden beri kaynayan yüreği misali kömür sobasının üzerinde hep fokurdayan bir güğüm dolusu su olurdu. Nesibe’yi ilk gördüğümde de oradaydı. Kaynayan su geçmişinin pisliğini sökecekmiş gibi hep sobanın üzerinde dururdu. Onu ilk defa gördüğüm zaman bir kış günüydü. Tek katlı virane evde göze çarpan mazbut köpek de ömrünün sonuna yaklaşırken hiç görmediği anasına heves etmişti de bir yudum süt nasiplenirim diye Nesibe’nin dizinin dibine uzanıp biz gidene dek ayrılmamıştı. ‘‘Ayol kapatsana üstünü başını çocuğun yanında,’’ diye söylenen annem ruhuma tesir edecek yakışık olmayan halleri kontrol altına almak için pek telaşlanmıştı. Daha o zaman anlamıştım ki Nesibe Teyze normal değildi. Bilincini koparıp atan geçmiş yaşantısı artık onu hapsetmişti de münzevi bir huzura kavuşmuştu. Kocası gitmesiyle birlikte Nesibe’nin adeta aklını çalmıştı. Annemin sözleri karşısında arsızca sırıtmakla yetinmişti. O evde olağan dışı olan sadece bizmişiz gibi. Olduğum ana dönmek istiyorum. Geniş salonun en arka sırasındayım. İş verimi, kişisel gelişim, performans değerlendirme... Daha konuşulmayı bekleyen ne çok konu vardı öyle. Üzerine basılanlardan hiçbirini umursamıyorum. Fiyakalı bir otelin gösterişli konuklarıyız. Sahne almış konuşmacının öğütlerini dinleyen otuzlu yaşlardaki onlarca kişi olarak lise öğrencileri misali omuz omuza anlatılanları dinliyoruz. Söylenenler, içerideki sıcak havada eriyip daha kulağıma ulaşmadan kayboluveriyor. Belki sıkıldığımdan dolayı zihnime alakasız anılar ilişiyor. Bakışlarım salondakileri delmeye başlıyor. Tuğçe’nin o saf albenisi hemen dikkatimi çekiyor. Kofti şirket çalışanlarının arasında henüz ışığını kaybetmemiş en dikkate değer kişi kendisi. Yanında oturan şirketten sözlüsü ise tüm güzelliğine gölge düşürecek cinsten metruk bir görüntüye sahip. Şeytan çirkinlerin kulağına fısıldayıp bu eğretiliklerini örtbas edecekleri güçte bir teklif sunuyor olmalı. Sanki eksik yaratıldıklarını kulaklarına fısıldıyor da bu noksanlığı vaat ettikleriyle dolduruyor. Bu denli güzel bir kızın sevgisine taraf olmak için şeytan tüyüne karşılık Mert ne sunmuştu acaba? Hayal gücümün sınırlarını zorlayarak anlatılanların ehemmiyetini kavrıyormuşum gibi boş bakışlarımı konuşmacının üzerinde asılı tutuyorum. Çirkin Mert’i şeytan ile pazarlığa girerken düşlemek az önceki anıları zihnimden uzaklaştırıyor. Neden sonra Tuğçe’yi yaşlıca tasavvur etmeye başlıyorum. Dip boyası asla gelmeyen kumral saçları beyaza çaldığında mavi gözlerini taşıyan dolgun yüzü mütevazi bir şekilde buruşmakla yetinecek. Fakat vücudu yaşlılığın o nurani güzelliğini sonuna dek sahiplenecek. Kim bilir belki de sonu Nesibe gibi olmayacak. Şu yılışık sevgilisinden bir türlü vazgeçmeyecek. Gün gelip de hak etmediği bu güzelliğe karşı Mert nankörlük edecek. Yine de kocası aşüfte mutluluklar peşinde koşarken bile o çirkin herifi sevmeye çalışacak. İkisi de ayrılmaya cesaret edemeyecek. Belki de zamansız sahip oldukları çocuklarını yüz üstü bırakmamak adına üç oda bir salon mutsuz evliliklerine devam edecekler. Mutlu olsaydı hiç yaşlanmayacaktı Tuğçe. Fakat sarsıldığı, bu çirkin herifin kendini nasıl iki paralık edip aldattığına içerlediğinden dolayı çökecek. Oysa o kimlere layıktı yıllar evvel diye düşünecek. Mesela şimdiki zamanda. Kala kala bu kelli felli kariyer delisine mi kalacaktı sanki. Ah bir bilse yıllar sonra neler çekeceğini. Bereket, çok sürmeyecek acıları. Eğer sağlıklı yaşarlarsa hepi topu elli belki de altmış sene sonra mutsuzluklarına çizgi çekip, toprağın sessizliğine kavuşacaklar. Şimdiyse hayat Tuğçe olmadan geride kalanlara küsecek gibi duruyor. Ölmek için o denli güzel... Erken ölümler için çok güzeliz. Bu nihai fenalığı düşünmek bile yüzümü ekşitiyor. Konferansın konusu şimdi kulağıma kıtipiyoz meseleler olarak geliyor. Ölmeyecek gibi otuzlu yaşlarda, parıldayan bir iştahla kişisel gelişimin dibine vuruyoruz.

30


En arka sıradayım. Anlatılanlarla hiç ilgilenmiyorum. Fakat akan düşüncelerimi kaçırmamak adına pür dikkat kesilmiş iş arkadaşlarımın ütüsü bozulmamış sırtlarını izliyorum. En geride kalmak hoşuma gidiyor. Ölmek üzere olan yaşlı bir adam gibi yeterince insan tatmış gibi hissediyorum. Artık tadı damağımda kalsın istiyorum. Zaten ne kadar çok insan tanıdıysam bir yerden sonra huylarının devinimi başa sarmadı mı? Belki de belli sayıda insan huyu vardı ve dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdaydı. Mesela şu hemen ileride ayağa kalkıp söz hakkı alan iç kontrol bölümündeki Hakkı... İsmiyle örtüşen bir kişiliğe sahip. Gittiği her yerde, bulunduğu her ortamda hak sahibi olduğunu ve bu hakkını sonuna kadar kullanabileceğini düşünüyor. Bir süre sonra zeka gösterisi yapmak en maharetli işi olmaya başlıyor. Okuduklarından, izlediklerinden her şey harfiyen aklında kalıyormuş gibi davranıyor. Fakat bunları özümsemek yerine ezberinden bir kitabın kıyıda kalmış afili cümlesini söylemekle yetiniyor. Esasında yazarının hak ettiği takdiri bile kendi üzerine alması oldukça hoşuna gidiyor. Oysa şu hayata hiç hakim değil. Kendine benzeyen bilmem kaç tane benzerinden farkı yok. Başkalarının cümleleriyle yaşıyor. Yaz tatilinde yat turunda göbek atan dansözle hemencecik sarmaş dolaş oynamaya başlayıp, karaya ayak bastığı anda onunla arasına yine beyaz yakalı bir mesafe koyabilecek denli samimiyetsizliğe sahip. Koca dünya nevi şahsına münhasır sandığımız bu gibi insanların döngüsünden ibaret ve kelimeler hepsini ne kadar da iyi tanımlıyor. Kendini beğenmiş, ukala, hodbin, gösteriş budalası, riyakar...

Nesibe’nin kocası misali... Belki Hakkı da bir gün doğmamış çocuğunu yüz üstü bırakıp kendi yalanlarına

kaçacak ve acımasız biçimde bir kez daha kendini haklı görecek. Adı batsın. Elimde tuttuğum not defterine bakıyorum. Sayfalardaki bu anlamsız şekilleri ne zamandır çiziyorum ki? Birbirine karışmış kıvırcık saç gibi iç içe geçmiş onlarca halka. Sahnedeki kişisel gelişim uzmanı hiç susmayacak arsız bir çocuk gibi hararetle konuşmasına devam ediyor. Bir anda arkasındaki beyaz perdeye belirsiz görüntüler yansıyor. Sanki tanımadığım biri tarafından gecenin karanlığına bulanmış dar bir sokakta kıstırılmışım. Ummadığım anda gerçekliğinden bile emin olamadığım silahını sırtıma dayamış da kalbim dumanı üstünde sıcaklığıyla ağzıma dek çıkıyor. Perdede Nesibe’nin arsız sırıtışı ve ayağının dibinde duran köpeğin o muhtaç görüntüsü uzanıyor. Program başladığından beri ilk defa farklı duygular yaşıyor ve yerimde telaşla oynuyorum. Gözlerimi yumuyorum. Tekrar açtığımdaysa görüntü yansımaya devam etmekte. Konuşmacı perdeyi işaret ederken neşeyle anlattıklarına devam ediyor. Gözlerim heyecanla Tuğçe’ye arıyor. Konuşmacıyı alkışlıyor. Sonrasındaysa Hakkı ayağa kalkıp avuçlarını birbirine vurmaya başlıyor. Yerimden kalkıp sahneye atlamak, adamın yanında duran bilgisayarı ele geçirmek istiyorum. Fena bir rüyanın içinde hapsolmuşum sanki. Deli Nesibe yıllar öncesinde olduğu gibi manasız şekilde bakıyor. Uzaktan annemin bağrışlarını duyuyorum. Konuşmacının yönlendirmesiyle salondakiler ani bir hareketle geriye dönerek en arkada duran bana bakmaya başlıyor. Ağzımın içinde kan pompalanıyor. Bir ağız dolusu kırmızı sıvıyı yüzlerine püskürtmek üzereyim. Yoksa başından beri düşüncelerimi sesli dile getirdim de koca kalabalık benimle alay mı ediyor? Tuğçe çirkin sevgilisine daha sıkı sarılıyor. Üstelik ördek ağzı gibi kıvrılmış dudaklarından yükselen, ‘’Hadisene canım sende. Ölene dek mutlu kalacağız biz’’ sözleriyle düşüncelerimi yalanlıyor. Etrafta metalik bir arsızlık kokusu var. Hakkı herkesin takdirini toplamış gibi kendinden geçercesine mutlu. Ayakta dikiliyor. Ardından bir alkış tufanı kopuyor. Ağlamak üzereyim. Dizlerim titriyor. Geçmişim benimle alay ediyor. Nesibe’nin görüntüsü hâlâ ekranda. Sırıtıyor. Ayaklarım yerden kesiliyor. Adeta dipsiz bir uçurumdan süzülüyorum. O sırada omzuma dokunan bir el, bedenimi karanlık bir rüyanın içinden cımbız misali çekip bulunduğum sıradanlığa yerleştiriyor. Konuşmacı çoktan sahneden inmiş, salondakiler bile ayaklanmış. Alnım sırılsıklam. Ağzımın içine kurum çiğnemişim gibi kupkuru tatsız bir acılık yayılmış. Gözlerimin ötesindeki görüntü is tutmuş gibi kararmış ama çok geçmeden usulca aydınlanıyor. Hakkı ön sıralardan yanıma dek gelmiş başımda dikiliyor. Kendime gelir gelmez bu anı bekliyormuş gibi sırıtarak konuşmaya başlıyor,

‘‘Uyan artık Taner. On beş dakika kahve molası.’’

31


Sait Faik Hikâyeciliğindeki Değişim/ Örtük Yapıların İncelenmesi

U

laşabildiği bütün dilleri tasvir etme, dilin tarihini inceleme, tarihsel gelişimini gösterme, her dil ailesindeki ana dilleri ortaya koyma, bütün dillerde işleyen evrensel yasaları belirleme, kendi sınırlarını çizme ve kendi kendini tanıma gibi vasıflara sahip olan dil bilimi, özellikle 20. yüzyılda kendine önemli bir çalışma alanı bulur. Dil biliminin kendisine çalışma ortamı bulduğu alanlardan biri de metin dil bilimidir. Metni konu olarak seçen, yalnızca sözcük veya cümlelerden oluşmakla kalmayıp cümlelerin birleşmesiyle doğabilecek farklı anlamları araştırma konusu edinen metin dil bilimi, “bağdaşıklık kuramı adı altında metni; artgönderim ve öngönderim, eksiltili yapılar, örtük anlatım (sezdirimler, çıkarsamalar), örgeler ve izlek, dilbilgisel eylem zamanları vb. başlıkları altında inceler” (aktaran Aşkın Balcı 191). Bir metin bütün olarak ele alınır, “okuyucu odaklı” bir bakış açısıyla incelenir. Metin kavramı ise, TDK’de, “Bir yazıyı biçim, anlatım ve noktalama özellikleriyla oluşturan kelimelerin bütünü, tekst” olarak açıklanır. Latincede “textus” kelimesine karşılık geldiği ve anlamının “dokuma” olduğu göz önünde bulundurulduğunda şu şekilde bir açıklama yapmak mümkündür: Latincede “textus” dokuma anlamına gelir. Bir kumaş nasıl ipliklerin dokunmasıyla oluşuyorsa metin de doğru anlatım yollarının bir araya gelmesiyle oluşur. Burada unutulmaması gereken nokta metnin bütününü incelemektir. Bu yazıda yukarıda da belirtilen, dil biliminin araştırma alanına giren örtük yapılar bağlamında Sait Faik hikâyeciliğinin değişimi incelenmeye çalışılacaktır. İlk dönem hikâyelerinden olan “Semaver” ile öykücülüğünün dönüm noktası olarak görülen “Lüzumsuz Adam” öykülerindeki örtük yapılar incelenmeye çalışılacak; bu doğrultuda Sait Faik hikâyeciliğindeki değişim ortaya konulacaktır. Sait Faik’in ilk dönem hikâyeciliği, mesaj verme kaygısının hâkim olduğu, idealize edilmiş kahramanlardan oluşan, kahramanların kendi içindeki 32

İNCELEME | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ çatışmalarının yoğun bir şekilde aktarılmadığı özelliklerini içinde barındırır. Genel itibariyle örtük yapılar ilk dönem hikâyeciliğinde yoğun değildir. Yazarın Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940) adlı kitapları bu döneme ait özellikleri taşır. 1948 yılında yayımlanan Lüzumsuz Adam, Sait Faik hikâyeciliğinde bir dönüm noktası niteliğindedir. Bu dönem hikâyeciliğinde kahramanlar idealize edilmez, belirgin bir giriş, gelişme ve sonuç bölümleri yoktur ve kahramanlar kendi içlerinde çatışmalar yaşarlar. Sait Faik’in ilk dönem hikâyeciliğinde olaylar, köy, kasaba, ada, yabancı ülkeler, okul tren gibi mekânlarda geçer (21). İkinci dönem hikâyeciliğindeyse şehir ön plana çıkar. Şehrin ortaya çıkmasıyla birlikte kahramanın yabancılaşması, kendi içinde çatışmalar yaşaması ilk dönem hikâyeciliğinin aksine örtük yapıların sık görülmesine neden olur. Bir karşılaştırma mekânı olarak “Semaver” ve “Lüzumsuz Adam” öyküleri hem örtük yapıların tespitine vesile olacak hem de Sait Faik’in öykücülüğünün değişimi hakkında değerlendirme imkânı sağlayacaktır. ir metindeki bilgi okuyucuya açık olarak aktarılacağı gibi örtük (kapalı) bir şekilde de aktarılabilir. Eksik anlatımlar okuyucular tarafından tamamlanmalı, okuyucu artık metnin öznesi olmalıdır. Bu konuyla ilintili olarak Yıldız Ecevit’in Orhan Pamuk’u Okumak kitabının başında “yeni okur tipi”ni şu şekilde tanımlar: “20. yüzyıl edebiyatının ‘yeni okur tipi’ ‘ev’in yapımına doğrudan katılır, henüz tamamlanmamış olan yapının içinde kendine yaşayabileceği bir ortam yaratmaya çalışır.(...) Yeni okur tipi, tüketici değil bir ‘üretici’dir”(43). “Semaver” öyküsü Ali ile annesinin geçirdiği mutlu günleri ve ardından annenin ölümünü anlatan kısa bir hikâyedir. Öyküde örtük yapı olarak olarak çıkarımlar şunlardır: “Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı?”(2) Burada Ali ile annesinin birlikte yaşadıklarını ve birbirlerinden başka kimsenin olmadığı sonucunu çıka-

B


rabiliriz. “Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş, yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş”(4). Ali’nin annesinin bir fenalık geçirdiğini ve bu fenalıktan sonra da vefat ettiği çıkarım sayesinde anlaşılabilir. “Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı”(5). Burada semaverden “o” şeklinde bahsedilmiş ve paragraf başında dahi ismi belirtilmemiştir. Burada çıkarım sayesinde evde bir daha semaverin kullanılmadığını anlayabiliriz. Sezdirme ile ilgili olarak da şu örnek verilebilir: “Ali işten çıkmış gibi terli ve pembeydi”(1). Paragrafın başında Ali’nin o hafta işe başladığı belirtilmiştir. Bu cümleyle Ali’nin yorgun olduğu sezdirilmiştir. “Lüzumsuz Adam” öyküsünde örtük yapı olarak çıkarımlar şunlardır: “Mahallem dediğim; şu yedi senedir –üç ayda bir Karaköy’e inip dükkân kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir” (313). Hikâyenin başkarakteri Mansur Bey için hayat üç, dört sokaktan ibarettir çıkarımı yapılabilir. “On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim.(...) Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa...” (314). Mansur Bey için belirgin bir “bizim sokak” ve “tramvay yolu” ayrımı vardır. Mahallesini, sokağını sahiplenirken tramvay yolu ve tramvay yolu insanları üçüncü şahıs olarak kalır. “Yedi senedir bu sokaktan gayrı İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış...” (319). Burada Mansur Bey’in şehre yabancılaştığı çıkarımı yapılabilir. Şehir onun için güvenle yürünebilecek bir mekân değildir. “Bunlar hayâl ama, mahallemi böyle seviyordum işte (319). Mansur Bey, mahalleye dair olumlu olarak verdiği bilgilerin hayal olduğunun farkındadır. Tahayyül edilen bir mahalle imgesini yansıtmak istemiştir yalnızca. “Bineyim bir Boğaziçi vapuruna günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım, kimseler yoksa denizin içine bırakıvereyim kendimi (320). Mansur Bey yalnızlaşmaya, ölmeye giderken dahi toplumun baskısından-etkisinden kurtulamaz. Farkında olmasa da o şehirli Mansur’dur. Sezdirme ile ilgili olarak şu örnekler verilebilir: “Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler satılır” (315).

Mansur Bey’in gözünde “tramvay yolunun” bir meşruiyeti yoktur. Bu düşünce memnu meyvalarla ve yemeklerle sezdirilir. “Bayağı kabuk bağlamışız”(320). Mansur Bey, kabuğun onu şehirden koruduğunu sezdirir. Mahalle onun kabuğudur ve şehirle olan iletişimini keser. Kabuk onu şehirden dışarıdan korumuştur. Şehirde hamama girdiğinde de bunu fark etmiştir. “Lüzumsuz Adam” kısa bir hikâye olmasına karşın dönemin şartlarını sosyolojik olarak okumak için elverişli bir metindir. “Semaver”in aksine örtük yapılar daha yoğundur; dahası metin bir bütün olarak değerlendirildiğinde metne dâir okumalar daha yararlı olacaktır. urmaca hikâyelerden hareketle örtük yapıların değerlendirilmeye alınması hem dil bilimsel çalışmalara katkı sağlar hem de kurmaca metinlere daha yakından bakılmasına zemin hazırlar. Bu noktada altı çizilmesi gereken nokta örtük yapının neyle ilintili olduğudur. Örtük yapılara dair çıkarımlar ancak ve ancak dilin iyi bilinmesi durumunda gerçekleşir. Örneğin, “Lüzumsuz Adam” metnindeki “tramvay yolu insaları” ile “bizim sokak” farkını ayırt etmek yalnızca literatüre hâkim olmakla gerçekleştirilebilecek bir değerlendirme değildir. Bununla birlikte dil bilimsel değerlendirmeye kuramsal boyutu eklemek de şarttır. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında itibaren etki boyutu artan postmodern teori, okur odaklı eleştiriyi (reader-response theory) savunur. The Penguin Dictionary of Literary Terms& Literary Theory’de okur odaklı eleştirinin metin ve okur arasındaki ilişkiyle ilgilendiği ve okurun metne bir katkı sağladığı belirtilir. Formalistlerin ve Yeni Gerçekçilerin metin odaklı eleştirilerinin (text-oriented theories) görmezden gelmeye eğilimli olduğu okurun rolü de bu şekilde sorgulanır (726). Artık okuyucu konum değiştirir ve metinde aktif bir rol alır. 20. yüzyılın başından itibaren savunulmaya başlayan bu görüşün metin dil biliminin çalışma alanlarından olan örtük yapılı incelemeyle paralel olduğunun altı çizilmelidir. Çift yönlü okuma, çoğul bakış açısı sunma, disiplinlerarası hareket etme sosyal bilimlerin gelişimi açısından büyük katkılar sağlayacaktır.

K

KAYNAKÇA

Abasıyanık, Sait Faik. “Lüzumsuz Adam”. Bütün Eserleri. İstanbul: Varlık Yayınları, 1948. 313-320. ________. “Semaver”. Semaver. İstabul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013. 1-7. Aşkın Balcı, Hülya. “Metindilbilim Açısından Bir Çözümleme”. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 21. (2006/2): 191-204. Ecevit, Yıldız. Orhan Pamuk’u Okumak. İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1996. TDK. Türkçe Sözlük. 10.baskı. Ankara: TDK Yayınları, 2005. The Penguin Dictionary of Literary Terms& Literary Theory. Londra, Penguin Books, 1999.

33


Karanlık Geceler Cambazı 2. BÖLÜM

34


ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA - Geçen aydan devam-

“Baba, İbrahim gelmiş”, diye içeri seslendi. Hacı Hüseyin Efendi, soğuk terler döktüğünü hissediyordu.

Yoksa geçen gece takip ettiğimi anladı mı diye içinden geçirse de durumu belli etmemeye çalışarak kapıya yöneldi. Hayırdır İbrahim bu saatte? Hasta falan mı oldun? İlaç mı istiyorsun? İbrahim karşısında kıpırdamadan duruyor, köse suratında çıkmış birkaç tel sakal aşağı yukarı oynaşıyor, bunlar delikanlının yüzündeki yegâne hayat belirtileri oluyordu. İbrahim bir süre daha Hacı Hüseyin Efendi’ye baktıktan sonra sordu: “Sizde hiç ispirto ya da rakı bulunur mu?” Hacı önce anlayamadı soruyu, yüzünü hemen arkasında omuzunun üzerinden kapıyı görmeye çalışan kızına döndü ve suratını buruşturarak sordu: “Ne istiyormuş?” Rakı istiyormuş baba, dedi kız. Hacı Hüseyin Efendi, az önce duyduğu tedirginlik ve korkuyu bir kenara bırakıp aslan kesilerek İbrahim’i tersledi: “Behey teres! Senin derdin nedir ki gecenin bu saatinde

hacı kapılarında rakı arıyorsun? Haydi, var git evine uyu, insanı gece gece çileden çıkarma!”

İbrahim sanki Hacı’nın vereceği cevabı önceden biliyormuş gibi daha Hacı Hüseyin Efendi sözünü bitirmeden arkasını döndü ve sokağa doğru seğirtti. Ardından bakakalan Hacı Hüseyin, “Bu işte bir iş var ya, dur bakalım anlarız elbet”, deyip üç sokak aşağıdan duyulacak bir gürültüyle kapıyı kapattı.

Ertesi gün caddeler sokaklar jandarma kaynıyordu. Tüm dükkânlara bakılıyor, tüm evler didik didik aranıyor, çarşaflar yorganlar camlardan saçılıyordu. Kaldırıma dökülen kavanozlardan akan salçalar, reçeller, deliler gibi koşuşturan çocukların sesleri, bedduaları yeri göğü alan ninelerin inlemeleri… Tüm kasabada bir curcunadır gidiyordu. İşte tüm bu gürültü patırtının arasında yatağından fırladı Hacı Hüseyin Efendi. Kapı yumruklanıyordu. Kapıyı çalan Çaycı Mahir, Belediye Başkanı’nın onu beklediğini haber vererek ekledi: “Jandarma he-

nüz sana uğramamış Hacı Efendi, kızlarını da uyandır da askere gözükmesinler.” Hacı Hüseyin

aceleyle giyindi. Kızlara seslendi ama tembel kızlardan yanıt gelmedi. Hanımı da hiç oralı olmayınca kapıyı vurup çıktı. Belediye Başkanı, Hacı Hüseyin Efendi’nin de aralarında olduğu üç beş esnafı seçip jandarma komutanının yanına gittiğinde nöbet tutan erleri tanıdı Hüseyin Efendi. Bunlar İbrahim’in kahvehanede sık sık konuştuğu askerlerdendi. Sahi İbrahim nerelerdeydi? İçeri girdiklerinde elindeki sigarayı öfkeyle tüttüren komutanı gördüler. Hacı Hüseyin bu sigarayı kendisinin sattığını anlayınca ister istemez keyfi yerine geldi ama belli etmedi. Öyle ya, koskoca komutan bile onun müşterisiydi, ondan tütün alıyordu. Komutanın yanında ağzı yüzü kan içerisinde üç asker daha hazır ol da bekliyor, belli ki yiyecekleri dayağın, yediklerinin yanında az bile kalacağını düşünerek ah vah ediyorlardı. Belediye Başkanı çekinerek sordu: “Komutanım neler oluyor, kimi arıyorsunuz, nedir bu iş?” Komutan dördünün de üzerinden gözlerini hiç ayırmadan konuştu: “Bir kaçağı arıyoruz. Namussuzun, ah-

laksızın biri buna iş vermiş, bir diğeri ise ev vermiş, bunu saklayıp kollamışlar. Bu da gündüz askerden bilgi sızdırıp, her gece eşkıyaya haber vermiş. Kendisini dün gece yakaladık. Kelime konuşmuyor ama kasabada bu şerefsizi saklayan, sahip çıkanlar kimlerse onları da bulacağız...” Uzun sürmedi. Üç gün içinde konuştu İbrahim. Her gün askerleri yokluyor, gece nereye gidilecek, hangi mezralar gözetlenecek öğreniyordu. Pek meşhur eşkıya Şeytan İlbet’in öz be öz yeğeniydi. İstanbul’da kimya okumuştu. Üç dört yılda bir böyle böyle şehir değiştirir, o bölgenin eşkıyalarına lazım gereken ne varsa; silah, bilgi, tayın temin eder; kendi payını da alırdı. Yanına yerleştiği Mahir’in çay ocağı pek ulu orta bir yer olduğundan Hacı Hüseyin Efendi’den kiraladığı daire müthiş bir olanak sunmuştu ona. Her gece uzun bir borunun içerisine güherçile dolduruyor, kendi icat ettiği bir sistemde alkolle bunu tutuşturuyor, çok uzaktan 35


bile görülebilecek şerareler oluşturuyor, bu sayede dağdaki eşkıyaya, askerdeyken öğrendiği mors alfabesiyle bilgi gönderiyordu. Güherçileyi boruya doldururken çıkan toz onu boğduğu için öksürüğü yeri göğü alıyordu. O son gece elinde hiç alkol kalmadığını anladı. Acilen bir mesaj iletmesi gerekiyordu, zira jandarma eşkıya üzerine bir baskın planlıyordu. Riski göze alıp Hacı Hüseyin Efendi’nin kapısını çaldı. Kapıyı, taşındığı günden beri kendisine alık alık bakarak iç geçiren büyük kız açtı. Kızla göz göze gelince içinden gelen şeytanın sesine uydu. Kızın kulağına eğilip fısıldayarak konuştu: “Bana

varmak istersen kaçalım. Bu gece gidiyorum kasabadan. Herkes uyuyunca odama çık.” Kızın ardından kapıya gelen

Hacı’ya evde hiç alkol olup olmadığını sordu. Müthiş rol yapıyordu. Hacıdan fırçayı yiyince, büründüğü meczup havasını hiç bozmadan çay ocağına yöneldi. Tezgâhın altında biraz ispirto kalmış mı diye kontrol edecekti. İspirtoyu bulup elindeki borunun uygun kısmına doldurdu. Alkol sayesinde borunun içerisindeki fitil sürekli olarak yanıyordu. Borunun altında bir pim vardı. Çekip bırakınca az miktar güherçile aleve düşüyor ve anlık olarak parlıyordu. Pimi uzun süre

bırakmayınca parlaklık daha uzun sürüyordu. İbrahim her zaman gittiği çimenliğe oturduğunda nefes nefeseydi. Kemerine sıkıştırdığı boruyu çıkardı. Meczup tavrını takınarak ellerini havaya kaldırdı. Seri hareketlerle pimi çekip bırakmaya başladı. “Uzun kısa kısa kısa, kısa uzun, kısa kısa kısa, uzun kısa uzun, kısa kısa, uzun kısa.” Her bir harften sonra sanki dua ediyormuş gibi mırıldanıyor, aslında harfler arasında vereceği boşluğu hesaplıyordu. İbrahim sabaha kadar, karşıdan görülmeme ihtimalini de göze alarak aynı mesajı gönderdi durdu. Tam kalkacakken ardında bir kıpırtı hissetti. Hacı Hüseyin Efendi takip etmiştir diye düşündü, panik yapmadı. Ancak henüz arkasını dönmüşken Hacı’nın büyük kızı üzerine atlamıştı bile. Kız sen ne yapıyorsun burada, diye bağırdı. “Ne yapayım bekledim gelmedin. Ben de çok korktum, Jandarma’ya haber verdim. Seni aradık başına bir iş gelmesin diye.” Jandarmalar çoktan yanlarında bitmiş, komutan İbrahim’in belindeki tuhaf boruyu çekip almıştı bile. Üç gün sonra Hacı Hüseyin Efendi, nezarette dizlerini ovalıyor, yardım ve yataklık etmek suçundan gireceği cezaevini düşünüyordu. “Allah seni ateşe atsın İbrahim, rezil rüsva ettin beni.” diye söyleniyordu. Çaycı Mahir ise bir yandan ağlıyor diğer yandan “Orada çayı ben yaparım da ağa, sen tütünü nereden bulacaksın?” diye soruyordu. -SON_______________________________________________

Görselleri orijinal renkleriyle görmek için QR kodları akıllı cihazınıza okutabilirsiniz.

_________________________________________ 36


OF O CAZLAR BLUESLAR MAHVEDİYO BENİ YAZI | TUNAHAN SİL

B

u ayın konusu olarak açıkçası caz müzikten bahsetmek istemiştim ama bu caz denen meret o kadar geniş ve icracılarının hepsi o kadar yetenekli ki, benim tüm dergiyi sahiplenmem ve size ömür boyu anlatmam gerekir. Takdir edersiniz ki Levo’dan dergiyi almam pek mümkün değil (döver). O yüzden bu sayıda tek bir adama yer vereceğim. Ülkece komşu sayılırız, ama bu arkadaşlara dair hiçbir şey bilmez, hatta yer yer dalga geçeriz. Lehçeleriyle bu arkadaşlar bize her konuda destek çıkarlar. Bu esnada bu adamlar ahlak konusunda da, sanat konusunda da gerçekten çok başarılı insanlar (Siyaset mode off). Azerbaycan’dan bahsettiğimi az çok anladığınızı tahmin ediyorum ve bu noktada artık bu yüce insanı sizinle paylaşmak istiyorum:

Vagif Mustafa Zadeh

Kim Bu Mustafa? Abi şimdi size kuru Vikipedi bilgisi vermeyeceğim çünkü ben de bilmiyorum. Sadece temel bilgilerle beraber bu yüce insan hakkında kıyıda köşede kalmış çok tatlı bilgiler vereceğim ki, bu Azeri piyano duayenini bir nebze de olsa tanıyın, hatta olabiliyorsa sevin. Kendisi 1940 doğumlu (evet buna Vikipedi’den baktım) ve 39 yaşında da hayata veda ediyor ne yazık ki (valla buna Vikipedi’den bakmadım). Doğu’nun Fazıl Say’la beraber yetiştirdiği en yetenekli piyanistlerden kendisi, ki zaten caz-muğam dalının yaratıcısıdır kendileri. Çok sesli vokal koroları ve ç o k sesli enstrümantal korolara yöneticilik yapmış bu dehaya rivayet edilene göre BB King: “İnsanlar bana “blues”un kralı diyor an-

cak senin gibi piyano çalsaydım kendimi Tanrı ilan ederdim” demiş ki bence haklı. BB King’e ne kadar saygı duysam da ikisini kıyaslayınca BB King amatör lig topçusu gibi kalıyor desem ayıp olmaz sanki. Ama emin olamadım ayıp da olabilir, neyse. Şimdi yazıdan sıkılıp okumayı bıraktığınıza göre güzel bölüme geçebiliriz.

Bi Sigara, Biraz Viski Biraz da Mart

Yukarıda size verdiğim formül aşağıdaki sorulara cevap: -Merhaba Tuna, geceleri hüzünlenmek istiyorum, ne yapmalıyım? -Selamlar Tunacığım, benim acıdan ölüp geberesim var, ne önerirsiniz? -Tuna gardaş yüreeeem acıyo bana derman ol. Çünkü Mart, Vagif Mustafa Zadeh’in en karanlık eserlerinden birisi. Aynı zamanda Düşünce, Bakü Geceleri ve Tenhalık (Tenhalıq-Solitude-Yalnızlık) gibi eserleri de sağ gösterip sol patlatan, adamı duvardan duvara çarpan derecede şiddetli hüzün içerir.* O yüzden dostlar bir akşamınızı kendinize ayırın, bir sigara eşliğinde paranız varsa viskinizi, yoksa şarabınızı (şişeden olmak kaydıyla), hadi o da olmadı kahvenizi yudumlarken bunları dinleyin. Pişman olursanız gelin beni bulun, çay ısmarlarım (Tek yaşadığım dönem çok geceme eşlik etti bu arkadaşlar, tecrübe konuşuyor kıps). 37


CHICAGO’NUN P A R L A K G Ü N L E R İ YAZI | CAN DOĞAN |TANDEMDERGİ

Y

ıl 1997, haziranın ilk günleri. O uzun okul yıllarımın başlamasına üç ay var. O zamanlar şimdiki gibi değil. “İnternete gireyim de şu NBA maçlarının skorlarına bir bakayım.” veya “Televizyon kanallarında ‘gecenin NBA sonuçları’ bölümünü izleyeyim.” gibi düşüncelere kapılmak ne mümkün. Yerel sonuçlar dışında bir tek Şampiyonlar Ligi maçlarını takip edebiliyorum; NBA’in “N”sinden haberim yok. “Her şerde bir hayır vardır.” klişesini net olarak yaşadığım ilk andı o gece. Hastalıktan dolayı uyuyamadığım için vakit geçsin diye televizyonu açtım. Kanalları gezerken bir basketbol maçına denk geldim. Kırmızı forma giymiş bir adam, sırtında “23” yazıyor, önünde de kırmızı bir boğa sembolü var. İsminin Michael Jordan olduğunu öğrendiğim adam, ne yapıp edip takımının galibiyete ulaşmasını sağlıyordu. Yıllar sonra izlediğim ilk NBA maçının “The Flu Game” olarak adlandırıldığını ve Michael Jordan’ın besin zehirlenmesi yaşamasına rağmen parkeye çıkıp, üstüne 38 sayı atıp, NBA finallerinde takımını Utah Jazz karşısında 3-2 öne geçirdiğini öğrendiğimde, bu dünyaya çok sağlam bir giriş yaptığımı düşünmüştüm. Michael Jordan sadece benim 38 dünyamı değil, Chicago

Bulls’un başarısız tarihini de

değiştirmişti. 1975’te kazanılmış orta-batı grubu birinciliği dışında başarısı olmayan bu kulübün kaderi bir adam ile bir anda değişti. 1984’te draft edilen Jordan’ın kariyeri durdurulamaz bir yükselişe geçerken, Bulls’un karşısına hep bir engel çıkıyordu: Arka arkaya iki yıl Boston Celtics’e süpürülen Bulls, sonraki üç yılda ise “Bad Boys” önderliğindeki Detroit Pistons’ı geçemedi. 1991’de ise Bulls-Jordan işbirliğinin altın çağı başlamıştı artık. 19911993 yılları arasında three-peat başarısını gerçekleştiren Bulls’un bu serisi daha ne kadar uzayacak derken Jordan’ın babasının ölüm haberi her şeyi altüst etti. Bu haberden sonra Michael Jordan emeklilik kararını açıkladı ve 1995’te takıma geri dönene kadar Bulls, bir play-off takımı olmaktan öteye geçemedi. 1995-1998 yıllarında Karl Malone ve John Stockton ikilisinin üstüne kara bir bulut gibi çökerek ikinci kez three-peat başarısını gösteren Bulls, Jordan önderliğinde tarihinde kazandığı altı şampiyonluğu sekiz sezon içerisine sığdırmış oldu. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, Jordan-Bulls birlikteliğinin de sonu 1998’teki şampiyonluk

tan sonra gerçekleşti. Sadece Jordan gitseydi takım yine ayakta kalabilirdi; ancak Pippen, Rodman, Kerr ve Longley de takımdan ayrılınca Bulls ilk sezonunda sadece 13 galibiyet alabildi. Üstüne üstlük Miami Heat karşısında bulabildiği 49 sayıyla, 24 saniye kuralının uygulandığı dönemdeki en düşük sayı atma rekorunu da kırmış oldu. 2 sezon sonra ise bu sefer ligin dibine demir attılar. 2002'de büyük umutlarla draft edilen Jay Williams'ın da geçirdiği motorsiklet kazası sonucu yaşadığı psikolojik sorunlar başka bir fiyaskonun habercisiydi. 2004'te Gordon ve Deng ile kıpırdanan Chicago, 2006 draftında “Aldridge”i kaçırarak başını taşlara vurdu. 2006’daki hatadan ders çıkarmış olacaklar ki, 2007’de Noah, 2008’de Rose ve 2009’da Gibson’ı draft ederek, şu anki iskeletini oluşturmayı başardı. Jordan-Pippen-Rodman'ın kazandığı başarılı günler geride kaldı. Rose önderliğindeki bu yeni oluşum şimdiye kadar meyvesini istenilen şekilde vermese de Chicago'nun parlak günlerine geri dönmesi için hala bir umut var. 38


ŞİİR | HASAN UKIL

ŞİİR | ABDULLAH SELİM

Şarap kadehinde boğup da akan zamanı Zehrini akıtıp yaysam mutlu hayatlara Ve kovsam kapımdan tüm sevgi rüzgarlarını Sensizliğin ne olduğunu anlatır bana

Eylül bir hüznü içimizde bırakarak gidiyor şimdi, Bir yaş daha uzaklaşıyorum çocukluğumdan. Güneş hala doğuyor sabahları, Ve gökyüzü hala mavi Bu eylül yağmurlar şehri daha az ıslatıyorlar Bulutlarda az bu sene Sen yoksun, Ve ben annemi en çok eylülde özlüyorum 39


FOTOĞRAF | UTKU TAN ÇAĞLAN


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.