Getik Fanzin | Mart-Nisan | 2016 | Sayı 8 |

Page 1

1


FANZİNİMİZE GÖSTERDİKLERİ İLGİ VE DESTEKTEN DOLAYI

Ç İ L E K K A FE L’ACO U S T I QUE PA L M İYE K AFE O L D H A R A BES AY R I K OT U M A E S T R O A RK A S OK A K K A FE B L ACK CAT K I R A AT H ANE

TEŞEKKÜR EDERİZ SAMET IŞIKAY | DORUK DEMİRÜSTÜ | DOĞUKAN IŞIK | MELİS TATAR SELİN ÖĞRETEN | YAVUZ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | AHMET TÜRKAN | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ EMRE ÜTÜKLER | LEVENT ÜSTÜNBAŞ | ÖZLEM KALEMCİ | ENDER ÇOBANOĞLU MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ | AYSUN AKTUNA | EMRE SÜZER | MUSTAFA DUYMUŞ TUNAHAN SİL | CAN DOĞAN | ÖZGÜN CAN KARABURUN | BUSE KARAOĞLU HASAN UKİL | DİLAY ÖZCAN REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER BASIM İŞLERİ DAĞITIM TANITIM

FURKAN ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL | KEREM YENDİ ÖZGE ŞENTUNALI SAMET IŞIKAY | TUVANA ARTUN MELİS TATAR | SAMET AYDİLEK

@GetikDergi

TWITTER

@getikdergi

INSTAGRAM

getikdergi@gmail.com

MAİL

facebook.com/getikfanzin

FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.

2


YAZARIN ÖLÜMÜ VE DAĞILAN KELİMELER -Herper Lee ve Umberto Eco’nun Ardından-

G A

eçtiğimiz günlerde önce Harper Lee, sonra Umberto Eco’nun ölüm haberini aldık. İkisi de edebiyatın dönüm noktalarında duruyor kuşkusuz.

labama’da dünyaya gelen yazar, kendisi Pulitzer, filmi ise Oscar ödülü alan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) romanıyla tanınmış ve bu uzun süre yazdığı tek roman olarak kalmıştır. Oldukça kritik bir dönemde, Amerikan hukuk sistemi ve hem devlet hem de toplum içinde bulunan ırkçılığı, kurgusal Maycomb şehrinde yaşayan avukat Atticus Finch ve savunduğu iftiraya uğramış bir afro-amerikalı olan Tom Robinson’un etrafında, Scout adlı küçük bir kız çocuğunun bakış açısından anlatmıştır. Roman satış rekorları kılmış, filmi ise tüm dünyada yıllarca gösterilmiştir. Harper Lee 2015’te Türkçe’de “Tespih Ağacının Gölgesinde” adıyla tercüme edilen Go Set a Watchman adlı, Bülbülü Öldürmek’in devamı niteliğinde ikinci bir roman daha yazmış, bu da aynı derecede ilgiyle karışlanmıştır.

U

mberto Eco Türkçe’de en fazla okunan yabancı yazarlardan biridir. Gördüğü ilgi dünyayla paralel olmuştur ancak bir de derinliği vardır Eco’nun. Bunun nedeni onun çok yönlü yazarlığıdır. Bir tarihçi, sanat tarihçisi, göstergebilimci, edebiyat kuramcısı ve romancıdır Eco. Romanları tarihten ve sembollerden beslenir ancak edebi ve kurgusal altyapısı tarih içerikli yazıların en büyük sorunu olan tarihin derinliği içinde edebiyatın yitirilmesini engellemiştir. Bununla birlikte sağlam tarihçiliği ve entelektüel donanımı sayesinde ise tarihçiliğinin edebiyatın esnekliği ve öznelliği altında kalmamasını sağlamıştır. Tek bir cümleyle onun edebiyata tarih, tarihe ise edebiyat kattığı söylenebilir.

1

932’de İtalya’nın Alessandria kentinde doğan yazar Torino Üniversitesi’nde Ortaçağ Felsefesi ve Edebiyatı öğrenimi görmüş, Thomas Aquinas üzerine bir tez yazarak uzmanlık derecesi kazanmıştır. Üniversiteden sonra Radiotelevisione Italiana radyosunda çalışmış ve 1956-1964 yılları arasında Torino Üniversitesi’nde Ortaçağ seminerleri vermeye başlamıştır. Bu sırada sembolizm ve estetik üzerine çalışmalar yapmış, yazma pratiği üzerine makaleler kaleme almıştır. Dünya çapında tanınmasını sağlayan ve Türkçe’de de “Gülün Adı” olarak yayınlanan Il Nome Della Rosa adlı ilk romanı ise 1980 yılında yayınlanmıştır. 1988 yılında Il pendolo di Foucault (Foucault Sarkacı), 1994 yılında L’isola del giorno prima (Önceki Günün Adası), 2000 yılında Baudolino, 2004 yılında La misteriosa fiamma della egina Loana (Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi), 2010 yılında Il cimitero di Praga (Prag Mezarlığı) ve 2015 yılıdna ise Numero Zero (Sıfır Sayı) romanlarını yayınlamış, Yanlış Okumalar, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Yorum ve Aşırı Yorum gibi denemeleriyle edebiyat çevrelerinde büyük etki bırakmıştır. Bunlar başlıcaları ki Eco’nun eserleri bu küçük taziyeye sığdırılamaz.

1

8 ve 19 Şubat’ta, birbiri ardına ölüm haberlerini aldık. Ne diyelim; yazarlar öldüğünde sözleri evrene saçılırmış ancak nasıl bülbülü öldürmek günahsa yazara öldü demek de öyle olmalı. Huzur içinde uyusunlar.

3


‘’Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürümeye başlar.’’ Alper KAMU

YOKUŞ AŞŞAĞI ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY

B

ir ilkyaz sabahı annemin bağırışları eşliğinde uyandım: ‘’Samet Oğlum! Haydi kalk artık!’’ Tek gözüm açık bir şekilde üzerimdeki battaniyeyi fırlattıktan sonra tuvaletin yolunu tuttum yüzümü yıkamak için. Annem yüzümü yıkamadığım sabahlarda çok kızardı. Şeytan yalarmış. Pehh! Bana bırakmış olsa şeytan, ben kulak arkasını tercih ederdim. Yüzüm sabahları mahalledeki imamın o nursuz yüzüne benzerdi. Kulak arkası söz konusu olsa, gerek duymazdım yıkamaya, kim kimin kulaklarını inceler ki? -Günaydın anne. -Günaydın oğlum, çantanı hazırladın mı? -Bak koşuşturma teneffüslerde sırtın terliyor sonra. -Ben Nurten teyzene gideceğim, oraya gelirsin okuldan sonra. -Tamam anne tamam! vden çıktığım gibi kestirme yolum olmasına rağmen, caminin olduğu bayırdan çıkmayı tercih ettim. Pınar’ın evi caminin tam karşısındaydı. Pınar; benim aşık olduğum kızdı. Özenle örülmüş uzun sarı saçları, yeşile çalan gözleri vardı. Boynundaki suluk ile öyle güzel bütünleşirdi ki, benim için okulun en güzel kızıydı. O gün rastlaşmadık, gördüğüm taşlara falsolu vuruşlar yaparak okula gittim. Okulum yerden biraz yüksekte, merdivenlerle çıkılan bir yerdeydi. Merdivenlerin sonuna yaklaştığımda bahçede gördüm onu. Dünyanın yuvarlak olduğunun kanıtı; ufukta beliren bir geminin önce en üst kısmının gözükmesiydi. Ben ise Pınar’ı görünce inanmıştım buna, yaklaştıkça büyüyordu gözlerimde. Beni fark etmesi için gördüğüm arkadaşlarıma yüksek sesle günaydın diyerek yardım kalabalığı. Oysa pek sevmezdim bu tarz samimiyetsiz konuşmaları. - Günaydın Pınar. ( Samimi olduğum tek günaydındı. ) -Günaydın Samet. aşka bir şey diyemedim. Oysa aklımda okul çıkışında birlikte yürümeyi teklif edip çok güzel olduğunu söylemek vardı. Hatta cesaretimi toplayabilirsem sevdiğimi de söyleyecektim. -İyi dersler. -İyi dersler Pınar. ınar; bizim hemen karşımızdaki sınıftaydı. Zil çaldığı gibi kapının önüne çıkar, onunla eş zamanlı merdivenleri ikişer ikişer indiğimizi hayal ederdim. Bir de Turgay var! Turgay ne şanslı çocuk! Pınar ile aynı sınıfta, üstelik boyu da benden uzundu. Bir gün beraber simit yediklerini gördüm. Hiç sevmem bu yüzden Turgay’ı. -Samet bugün maç yapıyoruz değil mi? -Yapalım Turgay. Bugün Cuma. Öğretmen geç gelir. Öğle arası yukarıda buluşalım. Bu arada 6 kişi getir, bizim Recep gelmedi okula. -Tamam görüşürüz. Recep hayırsızın tekiydi ama iyi kaleciydi. Onun yokluğunda kaleye Ahmet’i sokardık, şişman beceriksiz bir adamdı fakat güzel bir topu vardı. Acaba Pınar gelir miydi? Bu düşünce beni çok heyecanlandırıyordu. Turgay’ı alt etmeliydim. Turgay, Pınar’la aynı sınıftaydı fakat ben de iyi top oynardım. Bir de terleyince saçlarımı geriye yatırırsam, kim bilir belki benden etkilenirdi?

E

B P

4


-Günaydın çocuklar… -Günaydın öğretmenim… -Recep nerede? Göremiyorum onu. -Hastaymış öğretmenim, evlerinin önünden geçerken Nuran teyze söyledi. Ben bir şeyi açıkladıktan sonra cevap vermez susardı. Aslında severdim bu adamı fakat bu huyu beni çok sinirlendirirdi. -Sayfa 25’i açın, okuma parçasını okuduktan sonra altındaki soruları defterinize cevaplayın. Okuma parçasını okudum. Sorulara gelince, genelde en sevdiğim soru; okuma parçasını bir atasözü ile özetlememizi isteyen son soru olurdu. Diğer sorular saçma sapan sorulardı. Onlar da sinirlendirirdi beni. Küçükken başlamış bulunduk sinirlenmeye. Zil çaldığı gibi kendimi kapının önüne attım. Pınar’ı beklemeye başladım. Onu günde bir saat görebiliyordum. Altı teneffüsten oluşan bu bir saat; matematiğimin temelidir. Kapıdan çıkışı bana, ordusunu arkadan yararak gelen atlı liderleri anımsatıyordu. Büyüleniyordum. O gün aynı büyüyü tekrar yaşarken hemen arkasından gelen Turgay tüm keyfimi kaçırmıştı. Öylesine kıskanıyordum ki onu, ne kadar şanslıydı piç! -Sinan, Yener, Burak son teneffüste doyurun karnınızı, öğle arası maç var. -Turgaylarla mı? -Kiminle olacak! Ahmet’i de alın, unutmayın. e kadar gereksiz soru varsa Yener’den gelirdi. Yener; sınıfımızın en tembel öğrencisiydi fakat iyi defans yapardı. Son derse girerken aklımda öğlenki maça Pınar’ın gelip gelmeyeceği vardı. Onu etkilemenin en iyi yoluydu bu. Zil çaldığı gibi çocuklarla bir araya gelip sahanın yolunu tuttuk. Ahmet’in topu da yanımızdaydı. Sahaya gittiğimizde Turgay ve diğer çocuklar oradaydı. Ahmet hemen kaleye yöneldi. Önce gözlerimi kısarak sahanın çevresini süzdüm. Ardından Burak’ın dokunuşuyla maç başladı. Saha; L şeklinde, kocaman iki taştan oluşan kaleye doğru rampalaşan toprak bir sahaydı. Diğer ucunda ise sahaya gölgesi düşen apartmanda oturan Mehmet amcanın yaptığı tahtadan bir kale vardı. O kaleyi koruyan kişinin performansı iki katına çıkıyordu. Maç öğretmenlerimizin Cuma namazı çıkışına kadardı. Bir koşuşturma başladı. Burak topu Sinan’a, Sinan bana atıyordu. Güzel bir ritm tutturmuştuk. Ahmet’in degajıyla kaleciyle karşı karşıya kalan Sinan, ilk golümüzü atmıştı. Ardından gelen gollerle durumu 3-0 yapmıştık. Gözlerim Pınar’ı arıyordu. ‘’Ah bir gelse! Turgayları nasıl yendiğimizi bir görse!’’ diye geçiriyordum içimden. Daha sonrasında Ahmet’in kıçını kaldıramamasından dolayı yediğimiz 2 gol, durumu 3-2 yaptı. Topun sahibi olmasa okkalı bir küfür ederdim, sustum. Cuma çıkışına da çok kalmamıştı. Burak topu bana doğru attı. Kontrol ettiğim gibi karşımda Turgay’ı gördüm. Şöyle klas bir çalım atmak istedim ona, birden üzerime koşunca sağından atıp soldan deparı bastım. Oysa onu utandıracak bir çalım atmayı ne isterdim. Duvar boyunca koşan Sinan’ı gördüm ve verdiğim pasla Sinan durumu 4-2’ye getirdi. Bu golden sonra sinirlenen Turgay, arkadaşlarına bağırmaya başladı. Morallerini bozarak psikolojik savaşı kazanmıştık. Öğretmenlerimizin çıkışıyla maç 6-4 üstünlüğümüzle bitti. Çok terlemiştim, saçlarımı da geriye doğru attırdım fakat Pınar gözükmüyordu hiçbir yerde. Öğleden sonra da okulda görmedim Pınar’ı. Çalan son zille çantamı attığım gibi sırtıma evin yolunu tuttum. Yine uzatmıştım yolumu. Arkamdan gelen telaşlı sese çevirdim başımı. Pınar bana doğru koşuyordu. Çok şaşırmıştım. Maça gelmemişti fakat tüm cesaretimi toplayıp onu sevdiğimi söyleyecektim. - Samet bugün kazanmışsınız. - Evet kazandık. Sen yoktun maçta. - Annem çok kızıyor yemek için eve gitmediğim zamanlarda. - Pınar sana bir şey söyleyeceğim. Sustu, söyleyeceklerimi beklemeye başladı. Çok heyecanlıydım fakat başaracaktım. - Seni seviyorum Pınar. Sustu, yüzünün çizgileri değişti ve utanmayla karışık bir tebessüm oturdu yüzüne. -Seni seviyorum Samet. Dilim tutulmuştu, kalbimin göğüs kafesime çarptığını hissediyordum. Uçmak istiyordu. Üstelik bana ‘’ben de’’ dememişti. Ağzından düşen heceler, dudaklarından okuduğum ilk dizeydi. İşittiğim ilk şiirdi. Ardından yüzüne oturan o tebessüm yerini daha ciddi ve üzgün bir ifadeye bıraktı. -Samet biz bu yaz taşınacağız. Dün akşam annemle babam konuşurken duydum. İçimde bir kaos yarattı kurduğu bu cümle. Hiçbir şey söyleyemedim. Arkamı döndüm, ağlamaklı bir şekilde yokuş aşağı koşmaya başladım. Annem geldi aklıma; Nurten teyzeye gidecekti. Gittim kapıyı çaldım. Annem içeride bekliyordu, beni görünce telaşlandı. - Ağladın mı oğlum sen? Bir kelime daha söylerse hüngür hüngür ağlayabilirdim. Titreyen dudaklarımdan son bir kuvvetle: ‘’Hayır anne, maç yaptık. Terliyim sadece.’’ dedim.

N

5


NE SEVDINIZ KENDINIZI ÖVMEYI! YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ

B

u yazımda yine patronla olan muhabbetimden bahsetmeyeceğim. Siz anlamışsınızdır, kovulmuyorum. Çok uzatmadan hemen bağlıyorum. Bu aralar yeni bir moda türedi. Kendini aşırı şekilde övme modası. Ya ben yeni yeni denk geliyorum, ya da bu aralar aşırı şekilde moda. rkadaş ortamınızda, bir yerde otururken arka masada, tuvalette yan kulvarda, her yerde karşınıza çıkabilen bu canlılar, kendilerini övmeye bayılırlar. Öve öve bitiremezler. “Yan pisuvardan-kabinden nasıl kendini övebilir lan?” sorularını soranlar var. Boka övgüler başlığı altında bunu bir ara toplayıp hikayeleştireceğim. Hadi kendilerini geçtim illaha kendi tanıdığı birilerini bazen kendi katkılarının olduğu çocuklarını öve öve bitiremezler. ok tanıdık geldi değil mi? Her yerdeler demiştim. Bu canlıların başlarına türlü türlü olaylar gelmiştir. Bazen yedi cihana nam salmış bir ejderhayla dişe diş, kana kan kapışmışlar ve çıplak elle kalbini sökmüşlerdir, bazen kaf dağına tırmanıp hükümdarlar hükümdarını tükürükte boğmuş, bazen de göğün yedi kat üstüne kadar babayiğitleri tek başına devirmiştir bu canlılar. Yok bu kadarına bende dayanamadım. Şimdi gömmeye devam ediyorum. u gömmeyi bir hikayeyle bitiştireyim. Başıma geldi diye anlatıyorum. Arkadaşımız aslında basit bir olay yaşamıştır. Stajyer olduğu yerde kahve getirmesini istemişlerdir. Bu da nazikçe şu anda çok işinin olduğunu, birazdan kahvelerini getireceğini söylemiş. İşlerini hallettikten sonra gidip herkese (yaklaşık on iki adet) kahve almış. İçeriden aldığım bilgi bu şekilde. Bize nasıl anlattı? Çalıştığı yerde, iki araba iş yükledikleri sırada, bir de yetmeyip, utanmadan, kendisinden kahve istemişler. “Ben sizin köpeğiniz değilim” diyerek gitmiş kendine kahve almış. Daha sonra oturmuş kahvesiyle işlerine devam etmiş. Ben olsam “On iki kahve taşıdım AMK” der başka yönden anlatırdım. Yanlış anlamayın kendimi övmek için değil, onlara küfür etmek için, içimde kalmasın. Annemin bütün arkadaşları yok bilmem nerede okuyorlar, bilmem nerede çalışıyorlar. Yemiyorlar içmiyorlar anneme yetiştiriyorlar. Sonra yok “komşunun oğlu bilmem nereyi kazanmış”. E kazanır tabii. Ben de o kadar asosyal olsam, bende kazanırım. Sözün öz sitemi şudur ki: Kendini övmeyi bilen yada becerebilen insanlar, her zaman daha çok övülüyor-kazanıyor. Stajımın ilk gününde “Az çalışıp çok konuşanın maaşı artar, çok çalışıp az konuşanın işi artar” demişti. Buradan o abime de selam söylemek istiyorum. Yazımı altta yazan şekilli yazı ile bitirmek istiyorum. Çok öptüm... iki eski dost yıllar sonra karşılaşır ve hal hatır sorarlar, aile fertlerinin neler yaptığını anlatırlar. biri diğerine sorar; - senin küçük kız nasıl, okudu mu, çalışıyor mu, ne yapıyor şimdi? - bizim küçük kız okudu, üniversiteyi bitirdi. bitirir bitirmez de işe başladı. patronu onu çok el üstünde tutuyor. özel araba verdi, dayalı döşeli bir ev verdi. patronuyla birlikte sürekli seyahatlere gidiyor. çok yoğun çalışıyor, hafta sonlarında bile yönetim kuruluyla eve kapanıp çalışıyorlar. sahi, senin kızın nasıl, neler napıyor? - benim kızım da orospu oldu ama ben senin kadar güzel anlatamıyorum.

A Ç

B

6


'Şarap, Aniden''

YAZI | DOĞUKAN IŞIK

B

azen yaşam aniden hızlanır. Hani öldükten sonra mezarda uzanırken canınız sıkılınca kalkmaya yeltenir de kafanızı tahtaya çarpınca anlarsınız ya olan biteni. Sanki kendi tabutunuzu taşırmış gibi ağır bir ruh hali içinde rastgele oturursunuz masanızın başına. Yüzünüze, tavrınıza, bakışlarınıza bir ağırlık gelip oturur. Aklınızı rehin alır yalnızlığınız. Sessizliğiniz, sessizliği parçalar.

B

ütün bunlara rağmen siz yine yaramazlık peşindesinizdir. Zillere basıp kaçmanın verdiği adrenalin ile yediğiniz muhtemel küfürlerin renkli kombinasyonuna bir de sokağın başındaki bakkalcı Mehmet ağabeyinizi, cips paketini patlatarak korkutma eylemini eklediğinizde, koyu krema rengi bulutlardan avans yağmur isteyebilirmişsiniz gibi gelir. Yağmurla beraber gelmesini umduğunuz güzel bir kadın da vardır mutlaka. Ona ne kadar susadığınızı anımsarsınız yeniden. Kırmızı rujuyla sakladığı dudaklarıyla gelip saklanmıştır aklınıza. Kalır orda öylece.

P

encerenizden dışarı bakarken, sözlerini yarım yamalak bildiğiniz İtalyanca bir şarkı dolanır dilinize. Kırmızı ruj lekesiyle kirlendiğini umut ettiğiniz tüm sigara izmaritlerini bir güzel toparlayıp, kendi kuyruğunu kovalayan kedi yavruları gibi felsefik bir amaç uğruna döndürebilen rüzgârlar, ciğerlerinizin yalnızlıklarına dolar. Bir solukta okuduğunuz romanlardan birindeki bir sahne ansızın gözünüzün önünde canlanıverir. Gözlüğünün çerçevesi, burun kemiğinin üstünde pembe ve belirgin bir tersine V izi bırakmış tatlı bir çocuk artık zihninizdedir. Aklınızda bütün bu anlamsız görüntüler belirirken siz hala boş gözlerle sokağa bakmayı sürdürüyorsunuzdur. Şöyle kallavi bir sigara yakarsınız, bir iki nefes çektikten sonra acılaşmaya başlar namussuz. ''Daha yarısına bile gelmemiştim, sen misin bana bunu yapan !'' der gibi basarsınız kül tablasına. Düşünceleriniz de o sigarayla beraber karanlığa gömülür. Bir Katoliğin, duasını bitirdikten sonra kilise görevlisine; ''Söyler misin oğlum öldüğünde Tanrı neredeydi?'' sorusuna karşılık ''Kendi oğlu öldüğü zaman olduğu yerde !'' cevabını alması kadar sert bir rüzgâr yüzünüze çarpar. Kül rengi gökyüzünün altında kendi kişisel cehenneminize geri dönersiniz. Uzaklardan Davudî bir sesle okunan ezanı duyarsınız. Sonra bir tane daha ve bir tane daha... Kulaklarınızın pası silinir. Gel gelelim güzel kadın karanıktan sıyrılıp yine aklınızın odacıklarına kilitlemiştir kendini. Şarabınızdan bir yudum alırsınız. Aklınız fikrinizle sevişir. Hevesiniz kursağınızda öylece tıkanır kalır. Hâl böyleyken, siz de hikayelerinizi yazar durursunuz kokusuyla çakır keyif olduğunuz sevgili saman kâğıtlarınıza. Hoş, kağıttan uçak yapmasını biliyor olsanız boş yere yazmamış olacaksınız ya, neyse.

Ö

mür Tanrısı'na göz kırparsınız kaybetme sanatını öğretti diye. Biraz da dua eder; gönlünü alır, ömrünüzü verirsiniz. Öyle ya, yaşam aniden hızlanmıştır.

7


TOPLUMDAN UZAKTA

YAZI | MELIS TATAR

D

MUSTANG

eniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metraj filmi Mustang bir çok festivalden ödülle dönerken , Oscar ödüllerinde En iyi yabancı dilde film kategorisinde de Fransa’yı temsil edecek. Film bir Karadeniz kasabasında amcaları ve babaanneleriyle yaşayan beş yetim kız kardeşin hayatlarının birkaç aylık bölümünü anlatıyor izleyiciye. Film, çocukların karne günü Lale’nin İstanbul’a gidecek öğretmeniyle vedalaşması ve sonrasında tüm kardeşlerin sahilde diğer erkek arkadaşlarıyla birlikte oynamalarıyla başlıyor. Ne yazık ki izleyici daha bu noktada karakterleri ve filmde gösterilen toplum yapısını sorgulamaya başlıyor. Daha sonrasında ise kızların ailesinin ve komşularının bu sahilde oynanan oyundan duydukları rahatsızlıkla kızlar ev hapsine mahkum ediliyor ve toplumun gördüğü hanım kız olma yolunda eğitiliyorlar ve bir bir evlendirilmeye başlıyorlar. Film ise bizlere bu noktada başlayan asıl hikayeyi, beş kız kardeşin özgürlükleri için verdikleri mücadeleyi anlatmaya başlıyor. u özgürlük mücadelesinde ise bekaret, çocuk gelinler, iradeye dayanmayan cinsellik, ensest, ataerkil toplumda kadının yeri ve davranışları gibi önemli konulara değiniliyor filmde. Ancak ne yazık ki işlenen her karakter birbirinden ve en önemlisi toplumdan o kadar kopuk hatta Türkiye toplumundan öylesine uzak ki, izleyici kendini filme kaptırmak yerine karakterlerin davranışlarını sorgularken bulabiliyor kendini. Aslına bakarsak yönetmenin beş kardeşin her biri üzerinde farklı bir toplumsal olayı işlediğini gözlemliyoruz. Ancak kızlar birbiri ardına evlendirilirken, evlendirilen her kız da senaryodan bir anda kayboluyor nerdeyse. Bu nedenle de seyirci her bir karakterin yansıttığı toplumsal durumu anlamakta ve hazmetmekte zorlanıyor elbette. Yönetmen en büyük ilk üç kızın hikayesini anlattığında kafamızda ise Sonay’ın cinsel deneyimini anlatışı, Selma’nın düğün gecesi doktor ile yaptığı konuşma ve Ece’nin arabanın içinde amcasını beklerken tanımadığı bir erkekle yaşadıkları gibi filmde yansıtılan toplumla alakası olmayan abartılı sahneler canlanıyor gözümüzde. Baskıya verilen aşırı tepkiler diyerek açıklamaya çalışacağımız bu sahneler ise, hızlı bir şekilde olaydan olaya atlayarak çekildiği için ise oldukça havada kalıyor. Asıl mücadele ise Ece’nin intiharı ile Nur ve Lale için başlıyor. Çekim tekniği çok başarılı olan film, istendiği şekilde izleyiciyi de filmin içine beş genç kız kardeşle hapsediyordu. Ne yazık ki sürekli tekrarlanan karakter- toplum tutarsızlığı ise çekimdeki başarıyı sık sık kesiyordu. Maalesef filmdeki tek eksi bu değildi. Diyaloglardaki basitlik ve yapaylıkta dikkat çekecek düzeydeydi. Karakterler arasındaki diyaloglar Türk kültürünün konuşma ve anlatım tarzından oldukça uzak ve basite indirgenişti. Bazı çekimlerin filmin konusu itibariyle kendisi ile çelişmesi ve bu çelişkinin izleyiciyi rahatsız etmesi ise bir başka eksi yönüydü. Filmin sonunda İstanbul’a kaçmak ve bir öğretmenle bu kaçışı noktalamaksa biraz klişeleşmiş bir görüntüydü açıkçası. Kurtuluşun sadece bir kaçış mı olduğunu sorusunu ise akıllara getirdi ve finaliyle de kurtaramadı eksilerini. üm bu eksilerin yanında filmin bir diğer başarılı olduğu konuda isim seçimindeki başarısıydı. Mustang Amerika Birleşik Devletleri’ nin Batı eyaletlerinde aslında evcil attan türeyen sahipsiz, başı boş gezen yabanileşmiş at demektir. Kardeşlerin her birinin karakterine baktığımızda ise mustangle olan eşleşme insanı hayran bırakır nitelikte. Film bittikten sonra karşımızda beliren resim etkileyici ve dramatik bir Türkiye ve dünya gerçeğiydi. Filmin ve karakterlerin derinine inildiğinde ise karşılaşılan büyük boşluklar göz ardı edilemeyecek düzeydeydi. Tüm bu incelemelerin ışığında ise filmin bu toprakların kanayan bir yarasına parmak basmak , bu konular üzerinde yeni bir farklılık yaratmaktan öte gelişmiş toplumların beğenisine yönelik çekilen bir film olduğu düşüncesini akıllara getirdi maalesef.

B

T

8


ÇALÇENE ANTI-HERO

DEADPOOL

YAZI | SELİN ÖĞRETEN

H

ey, ben Deadpool. Bu ay uzun zamandır beklediğiniz (uzun derken ciddiyim! Büyük atalarınız beni mağara duvarlarına resmetti!) ve gözlerinizi bayram ettiren filmim çıktı. Eğer benim kim olduğumu bilmiyorsanız o sizin ayıbınız ama size bir güzellik yapıp kendimden bahsedeceğim (Tanrım ne kadar kıyak birisiyim). ene 1991. Fabian ve Robb adında iki çizgiromandan anladığını zanneden zibidi beni yarattıklarını iddia ettiler, yarattılar dediğime bakmayın dandik X-menvari bir çizgi romanda elle tutulur hiçbir yanı olmayan kötü karakter rolünü bana kakaladılar. Robb ve Fabian size kötü bir haberim var : Ben hep buradaydım sizi ezikler, sadece yeni görmüştünüz! Beni sürüsüyle çizgiromana konuk karakter ettiniz ve tüm rakiplerimi dövdüm(en çokta Logan olacak o sansarı). Üstelik beni saçma bir DC karakteriyle dalga geçmek için kullandınız.Fabian ve Robb bari isim konusunda biraz yaratıcı olsaydınız Slade Wilson-Wade Wilson, hadi ama siz ciddi misiniz? Şükürler olsun ki ben işimi şansa bırakmam bu yüzden kaderim benim ellerimdeydi ve sizi bana ayrıca bir roman çıkarmaya mahkum ettim. Sonuçta gerçekçi olalım; benim gibisini bulamazdınız. Her neyse asıl hikayem ise; radyoaktif örümcek tarafından ısırıldığım gün başladı. Durun durun yanlış hikaye, sanırım maruz kaldığım gamma ışınıydı ve Kripton’dan Dünya’ya yeni düşmüştüm (upps telif hakkı). Şimdi ciddileşip gerçeklerden bahsedelim. eadpool olmadan önce Wade Wilson olarak bilinen eski bir asker, yeni bir (kabaca) kiralık katildim. Tam hayatımın aşkı ile sıcak dakikalar yaşayacakken ışıklar söndü ve gözümü hastanede açtım. Aşk dolu gecemizde yeri öptüğüm yetmiyormuş gibi birde yakında öleceğimi söylüyordu doktor. Kanser. él cancer. Bu haberi tam tekila ile sindiriyordum ki Ajan Smith çakması bir adam beni kurtarabileceğini geveledi. İşte Weapon-X programına dahil olmamın sebebini de öğrendiniz. Adam sözünün eriymiş program hakikaten kanseri yenmemi sağladı, bununla da kalmadı dibinizi düşürecek bir iyileşme özelliğini bana kazandırdı. Dürüst olalım yediğiniz darbeyle aynı anda iyileşmeniz gerçekleşiyorsa, Bruce Lee gibi dövüşüyorsanız ve benimki kadar güzel kıçınız olsa sizde kırmızı Spandexleri çeker birkaç adam pataklardınız. Tabii bu deneyler eski Hugh Jackman yakışıklılığımı muşmula bir suratla değiştirmiş olsa da gel bunu hatunlara anlat! Kostüm works ;) İşte filmim tam olarak bunun hakkında. ala jeton düşmediyse şöyle anlatayım; mükemmelliğin vücut bulmuş halini görmek istiyorsanız film sizi “tatmin” edecek. İçinde ateşli bir hatun, bolca ortaya saçılan uzuv (hiçbiri benim değil diyemem), bütçemiz yetmediği için X-men’den en az bildiğiniz (hatta biri çakma bile olabilir, ben ilk defa tanıştım.) iki mutant ve sınırsız eğlence var. Olay benim hatunu götürmem üzerine işlensin istesem de kendini bilmez, daha iki projelik yönetmen bozuntusu Tim ‘douchebag’ Miller buna izin vermedi. Senaryoyu yazan Rhett ve Paul havalı tipler, onlar sayesinde birkaç sahnede hayli havalıyım! Bu kadar gevezelik karnımı acıktırdı. Eskişehir’de nerede chimichanga bulabilirim? Taco? Dürüm? Kebap? Ustam iki de ayran çek biri okuyucuya!

S

D

H

9


GEÇMİŞTE BİR GECE -4-

ÖYKÜ | YAVUZ

BÖLÜM 7

SIFIRINCI BOYUT

Az önce gördüğüm insanların olduğu yöne doğru koşmaya başladım. Eğer düşündüğüm şey gerçekleşiyorsa onların üstün silahlarına karşılık sadece çıplak ellerim vardı. Biraz ileride bir ışık hüzmesi belirdi. Işık hüzmesine vardığımda kimseler yoktu. Belli ki annemi kaçırmışlardı. Nereye gittiklerini tespit etmem imkansızdı ama geceyi burada da geçiremezdim. Çünkü annemi kaçıranların aslında benim için geldiklerine emindim. Burada kalırsam kolay bir yem olacağımı biliyordum. Her ne olursa olsun zaman makinesinin teminatı için anneme zarar vermeyi düşünemezlerdi bile. Bu yüzden içim rahattı ama onların güdümünde yaşayacak bir benin varlığı ise beni rahatsız ediyordu. Bir yolunu bulup annemi onlardan geri almalıydım ama nereye gittiklerini bile bilmiyordum. Takip cihazım olmadığı için yerlerini tespit edemezdim. Ben zamanda yolculuk yapıp bir takip cihazı bulana kadar bıraktıkları izler takip edilemez olurdu. Takip edebilsem bile çoktan sayısızca seyehat yapıp takip edilebilirliklerini sıfıra indirmiş olurlardı. Tek umudum bana izlenmemem için entegreyi veren adamı bulmaktı. Bana ancak onun yardım edebileceğini biliyordum. Ama bir daha karşısına çıkarsam beni öldüreceğini söylemişti. Eğer ona derdimi anlatacak kadar zamanım olursa onu ikna edebileceğime emindim. Bankadaki olayın yaşandığı tarihin ertesi gününe gidip o günün gazetelerini karıştırmaya başladım. Gazetelerden birisi bankadaki adamın saklandığı yere yapılan baskını canlı gösteriyordu. Ve sanırım bu sefer köşeye fena sıkışmıştı. Görüntülerde üzerine giydiği zırhımsı kıyafetlerin parçalandığı, yaralandığı ve ele geçirilmek üzere olduğu açıkça anlaşılıyordu. Tereddüt etmeden olay yerinin biraz ötesine seyahat ettim. Bir köşede sessizce zaman makinemin tekrar kullanılabilir olmasını bekledim. Makinem yeniden kullanıma hazır olunca içeriye doğru koşup adama sarıldım ve ikimizi geri kulübeye ışınladım. Neden kulübeyi seçtiğimi bilmiyorum, sanırım annemi kaçıranların oraya geri döneceğini sanıyordum. Yüzüme attığı altıncı yumruktan sonra direnmeyi bıraktım. Evet attığı yumrukları saydım ve ettiği küfürleri hala hatırlıyorum. Silahsız ve zırhsız kaldığı için çıplak elleri ile beni

10


öldürmeye çalışıyordu. Attığı her yumrukta direncim biraz daha kırılıyor ve yaşamdan uzaklaşıyordum. Boğazımı sıkmaya başlayınca işin kopacağı noktaya geldiğimizi anladım. Saatler önce topladığım odunlardan birine gitti elim. Can havliyle odunu yakalayıp kafasına savurdum. Pek etki etmedi, aksine daha çok sinirlendi ve parmaklarını sıktıkça sıktı. Bir boğa gibi burnundan soluyordu. Birden duraksadı ve ellerini üzerimden çekti. “Bana borçlusun orospu çocuğu!” dedi. “Seni öldürmemi istemiyorsan bana borçlusun! Benim için bir şey çalacaksın. 2084'e gideceksin. Federasyonun bilim adamları 2084 Mayısında boyutlar arasında yolculuğa izin veren bir makine geliştiriyorlar. Eğer o makineyi çalarsan tüm bu saçmalıklara son verebileceğim. Başka bir boyut ya da gerçeklik yaratıp bu orospu çocuklarını kendi silahıyla vurabileceğim. Bu evreni yok ettiler, kaosa sürüklediler ama doymadılar. Pisliklerini başka boyutlara bulaştırma niyetindeler. Onları durdurmalıyım. Sen de bana yardım edeceksin.” bunları hiç soluk almadan bir çırpıda anlattı bana. Bu makineyi çalmak için bir planı da vardı. Sahte bir kimlikle tesise makinenin icadından üç yıl önce temizlik çalışanı olarak girecektim. İşe alındıktan, kendimi sevdirip üst düzey çalışanlarla tanıştıktan ve belirli yerlere giriş yetkisi kazandıktan sonra geleceğe giderek elde ettiğim bilgilerle makineyi çalacaktım. Çünkü güvenli odalara direkt zaman yolculuğu yapmayı engelleyen bir sistem geliştirmişlerdi. Gerekli hazırlığı yapabilmek için tesiste altı ayı geçkin süre koridor paspasladım. Sonunda güvenli odaları açacak bir kart çalıp kopyaladıktan sonra geleceğe gittim. Çalıştığım süre boyunca bana amirlik yapan adamla göz göze geldik birden. Bana “İki buçuk yıl önce ortadan kaybolup bugün tazminat almak için geldiysem çok hayalperest birisi olduğumu” söyledi ve temizlik kıyafetlerimi boşuna giymişim diğer senaryosuna göre işe geri alınmak için geldiğimi sandı ve bana işe geri alınamayacağımı söyledi. O konuştukça sabrım tükeniyordu ve en sonunda dayanamayıp sağ elimin sırtıyla şah damarına vurarak onu bayılttım. Güvenli odalara tek tek girerek makineyi aramaya başladım. Bir odaya girdiğimde bulduğumu anladım. Sanırım deney yaptıkları zaman denk gelmiştim. Birden hepsi yüzüme dikkat kesildi. İçlerinden en yaşlısı makinenin tuşunu en sola çevirdi, makinenin lensini bana doğrulttu ve mavi bir tuşa bastı. Üzerime bir ışık hüzmesi geldi. Işık hüzmesi beni içerisine çekti. Tüm hücrelerimin içine göçtüğünü hissettim, bir süre sonra bir bedenimin olmadığını farkettim ama benliğim bir hiçliğin içerisinde süzülüyordu. Sanırım sıfırıncı boyuttaydım. Anladığım kadarıyla hala laboratuvardaydım. Bedenimi varoluştan silerek benliğimi hiçliğe hapsetmişlerdi. Laboratuvardakilerin benliklerini algılıyordum ama onlarla etkileşime geçemiyordum. İşin kötü tarafı buradan nasıl kurtulacağımı da bilmiyordum. Eğer kurtulursam da bedenime nasıl yeniden bürüneceğim hakkında ise hiç bir fikrim yoktu.

-devam edecek-

11


ARABESKİ SAHİPLENİN ENTELLER, SİZE ÇAY YOK ! YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

T

ürkiye, dünyada çayın en çok tüketildiği ülkeymiş. İstatistiklere göre Türkiye’de yaşayan bir insan yıllık ortalama 7.64 kg çay tüketiyor. Türkiye’nin en yakın rakibi olan Moritanya’da ise bu oran 4.34 kg. Ülkede bu kadar sevilen bir içeceğin, hatta sevilmekten de öte artık Türkiye ile özdeşleşmiş bir içeceğin edebiyata yansımamasını, etki etmemesini beklemek hatalı olur. Fakat, bu çay güzellemeleri, çaya ulvi değerler yükleyen şarkılar, şiirler gerçekten can sıkmaya başlamadı mı ? Ülke çapında satılan, hatta 8 (sekiz) lira karşılığında satılan bir edebiyat (!) dergisinde ‘’çay var içersen, yol var gidersen ben var seversen’’ cümlesi (dizeleri demekten imtina ediyorum) ve yanındaki sayfada yer alan tam boy Aşık Veysel fotoğrafı bu saçma akımın gelebileceği son noktayı gösteriyor sanırım. Artık cümle aralarına çay sıkıştırılarak üretilen kalitesiz edebiyat tamamen tüketildiğinden, iş, tanınmış şairlere, ozanlara, yazarlara çay ile ilgili sözler atfetme noktasına geldi sanırım...

‘’Çay edebiyatı’’ diye adlandırılabilecek bu olgu hakkında beni asıl rahatsız eden nokta, üretilen içeriğin ka-

litesizliğinden ziyade, muhafazakar kesimdeki her ama her şeye bir alternatif üretme çabasının edebiyata-sanata etkisini göstermesi. Daha da önemlisi, bu ‘’alternatif’’ yolların, ‘’sokakla bütünleşme’’, ‘’sokağı anlama’’ gayesindeki bağıımsız kesimi de tamamen etkisi alması, bunu yaparken de kendine dayanak noktası olarak kolayca ‘’elitizm karşıtlığı’nı seçmesi.

‘’Her şeyin bir alternatifini üretme çabası’’ diye adlandırdığım yönelime ‘’ne var bunda ? isteyen istediği

şeyin alternatifini üretsin, kendine uyarlasın.’’ diye karşı çıkanlar olacaktır. Fakat durum o kadar basit değil, mesele, ülkede siyasal anlamda iktidarı elinde bulundurmasına rağmen, kültürel anlamda hiçbir şey üretemeyen,

12


bu yüzden sürekli olarak düşman olarak gördüğü, nefret ettiği kesimin ürettiklerini taklit etmek zorunda kalan bir kesimin, artık taklit etmek yerine, daha az çaba gerektiren alternatifler üretme yolunu seçmesi. Burada acı olan noktaysa, daha önceki kısımda da belirttiğim gibi bizim bu kandırmacayı amiyane tabirle yememiz. Çay edebiyatının günümüzde yeniden popülerlik kazanmaya başlaması büyük oranda ‘’Elif Gibi Sevmek’’ isimi kitabın yayımlanmasından sonra gerçekleşti. Muhafazakar bir isim olan Hikmet Anıl Öztekin’in kaleminden çıkan kitap çayla ilgili bol bol cümle içeriyordu. ‘’Çay sensiz demsiz, ben sensiz nefessiz’’, ‘’Ömrüme ömür katsan, demli çayım, senli yanım olsa... ‘’, ‘’Çayı deminden anlarsın, yari ise ayrılık vakti boğazında bıraktığı düğümden...’’ bunlardan bazıları. Durum sadece bu kitapla sınırlı olmasa da durumu güzel ifade eden örnekler bu cümleler. Çeşitli sosyal paylaşım sitelerinde ‘’çay’’ kelimesi aratıldığında karşınıza çıkan sonuçlar da muhafazakar kesimdeki bu ‘’çay’’ sevdasını ortaya koyuyor. Fakat, geldiğimiz noktada bu ‘’çay’’ mevzusunu bütün ülkeye yaymış durumdalar. Yazının başında bahsettiğim ‘’Çay var içersen, ben var seversen’’ cümlesi, bu yayılma durumunun en güzel örneği. Bu cümlenin Aşık Veysel’e ait olmadığını, olamayacağını söylediğinizde, ya da aralara ‘’çay’’, ‘’dem’’ vs. kelimeler sıkıştırılmış edebiyatı eleştirdiğinizde ‘’elitizm’’, ‘’halkı anlamama’’, ‘’sokaktan kopuk olmak’’ ithamlarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşin ilginci, bu ithamları size yöneltenler artık o eleştirdiğim, kültürel iktidarı ele geçirmek isteyen muhafazakar kesim değil, Umut Sarıkaya’nın muhteşem karikatüründe ‘’Arabeski sahiplenen entel kesim’’ diye bahsettiği kitle. Muhafazakar kesim, ülkedeki kültürel iktidara da sahip olmak için, kendileri dışından da birilerini etkilemeyi başarmak zorundaydı. Kendilerine hedef olarak da kandırılması basit, kendi içinde yaşadığı ülkeye, sanki dışarıdan bakıyormuşcasına oryantalist yaklaşmayı başarabilen, cehaleti ‘’samimiyet’’ kisvesi altında yücelten kitleyi seçtiler.. Kendilerini ‘’muhalif’’ olarak nitelendirseler de, ülkede ‘’sanat’’ tanımının yozlaşmasına katkıda bulundular. Faşizmin karakteristik özelliklerinden olan sanatın küçümsenmesine destek verdiler. Bunları yaparken ağızlarından, kalemlerinden düşmeyen cümleler ‘’halkı anlamak’’, ‘’sokağa inmek’’, ‘’tepeden bakmamak’’ idi. Halk için sanat kavramının, cahillik için sanat formuna sokulmasına yardımcı oldular. Şimdiyse iktidar tarafından teşvik edilen ‘’muhafazakar sanat’’ akımı, kendi dışında kalan, sanatsal bir değeri olan her ürünü ‘’halktan kopuk’’ kisvesiyle yerin dibine sokabiliyor. Bu ortamda yer kapmak isteyen Umut Sarıkaya’nın bahsettiği ‘’arabeski sahiplenen enteller’’ de çaba gösterilmemiş, emek verilmemiş, hiçbir şey söylemeyen, anlatmayan şarkılarla, filmlerle, kitaplarla kendini gösteriyor. İktidarın ‘’muhafazakar sanat’’ı ile tamamen aynı söylemleri kullanarak, aynı eylemlerde bulunarak yapıyor bunu. ‘’Sokak’’ denen kavram sadece arabeske ve aşk acısına indirgeniyor. Hayatta olsalar ve eserler vermeye devam etseler Oğuz Atay’ı, Sevgi Soysal’ı, Nazım Hikmet’i ‘’elitist’’ olmakla eleştirecek bir toplamla aynı dönemde yaşıyoruz. Sanatın elitist olmaması için sadece ‘’aşk acısı’’ndan bahsetmesi gerekir onlara göre. Ya da Ankara pavyonlarında icra edilmesi. Eğer Avrupa’nın görkemli, tarihi değeri olan salonlarında konserler verdiyseniz halktan koptunuz demektir. Çektiğiniz filmlerin ‘’Türkler Uzayda’’ tarzı esprilerle donanmış olması gerekir. Eğer insanlar filmlerinizi izledikten sonra ‘’İşte ya Türk aklı :D :D’’ yazarak filminizden bir kesit paylaşmıyorsa, sokağı yakalamayı başaramamışsınızıdr, siz sadece beyaz Türklere, Jakobenlere hitap edebilirsiniz. Bunların tam tersini yaptığınızdaysa, Arabeski sahiplenen enteller size ‘’Baba adam resmen blues yapmış ya’’ der. Bunun yanında, gerçekten sanat üreten insanlar söylediğinde -haklı olarak- tepki alacağı her türlü zenofobik söylemde bulunabilir, canınız kime küfür etmek istiyorsa küfür edebilirsiniz. Zira yardımınıza arabeski sahiplenen enteller yetişecektir. Korkmayın. ‘’Görüyor musun ya, samimiyet bu işte adam/kadın aklında ne varsa söylüyor, çekinmiyor’’ denir. Sonra bu arabeski sahiplenen enteller tarafından gazlanan kitleden biri iyice gaza gelir, kendine biçilen o ‘’samimi’’ sıfatına aşırı güvenerek, herhangi bir atanamamış oryantalistin eğip bükmeye gücünün yetmediği ırkçı, cinsiyetçi vb. bir söylemde bulunur, kendisini eleştiren birine sosyal medya üzerinden küfür eder ya da bunlar gibi sayısız davranıştan birini yapar. Bu noktadan sonra arabeski sahiplenen entel kitlenin önünde iki alternatif belirir; ya anlamsız biçimde büyük bir hayal kırıklığına uğramışlık duygusuna kapılırlar, ‘’x bunu nasıl der’’, ‘’biz senin bunun için mi sevdik ?’’ vb. söylemlerle ‘’kandırıldık’’ moduna girerler, ya da ‘’o’’na bu davranışlarda bulunacak-bu sözleri söyleyecek özgüveni verenler kendileri değilmiş gibi var güçleriyle saldırır, ‘’o’’nun ne kadar bağnaz olduğunu söylerler ve kendilerine yeni bir ‘’samimi’’ aramaya başlarlar.

13


YAZI | AHMET TÜRKAN

İ

nsanlığa dair inancımı yitirdiğim zaman Dostoyevski’yi dinlerim. İnsanlığa dair herhangi bir umuda kapıldığımda da Dostoyevski’yi dinlerim. Çok iyi edebi analiz yapamam, zaten onu analiz edecek kadar kalıbım olduğunu –ya da olacağını- düşünmüyorum ancak ilk karşılaşmamdan itibaren, sayfalar üzerinde akan kelimeleri okurken, aklımda canlanan ses bana tüm o olağanlığıyla, tüm umursamazlığıyla, insan oluşuma ait saçmalıkları, fazlalıkları, eksiklikleri, en derindeki acizliği, pislikleri ve fazilet kırıntılarını anlatmaya başlamıştı. Bir de şu hayatta tüm savaşların, tüm kargaşanın bir bir bitebileceğini ancak insanın içindeki özün hiçbir zaman değişmeyeceğini ve yalnızca bu özü tanıyarak –belki de ona alışarak- üstesinden gelinebileceğini gösterdi. asıl başladı? Ben de 23 yaşıma kadar çağımızın pek çok insanı gibi, çeşitli ortamlarda, dost sohbetlerinde, çok kahverengi olan edebi evlerde, kemik gözlüklere ve aynı kahverengilikteki edebi ceketlere bakarak, sesimi aynı karşımdakiler gibi sert hale getirip, gözlerimi de biraz bayıp, umursamaz bir tavırla ve ‘zaten bunu herkesin yapması gerektiğini’ düşündüğümü gösterir gibi “Dostoyevski’nin romanlarının çoğunu okudum, insanın yüzüne yüzüne çarpıyor

N

14

insanlığını” derdim başka pek çok yazardan duyduğum kelimeleri kullanarak. Bazen de sonunda bir Dostoyevski romanına başlamak gibi radikal bir karar verdiğimde, çoktan okuduğumu söylediğim insanlara “yeniden” okuduğumu söylerdim. (Evet, Calvino haklıydı) Her neyse, 23 yaşıma kadar Dostoyevski okumadım. Pişman değilim. Beni en derinden etkileyen, ruhumu çıkarıp silkeleyip yeniden bedenime koymamı sağlayan romanı Karamazov Kardeşler’i okuduğumda ise 26 yaşındaydım. Pek çok gerçekle bizzat karşılaşmış, fikirlerim ve konumum yüzünden baskılara maruz kalmaya başlamış, sefaletle geçen bunca yılın ağırlığını akademiye girdikten sonra daha ağır hissetmeye başlamış, çoğu zaman yalnız ama insanın her halini gördüğümü iddia edecek kadar cahil cüretkârlığına sahip bir adam olmuştum. Pek çok şeye geciktiğimi, bunun benim sorumluluğum olduğunu anladığım, daha da önemlisi çok uzun zamandır “mazlum ve iyi” olduğumu düşünürken, içimde bir yerde, genlerimde ve bilincimin derinlerindeki kötüyü her zaman görmezden geldiğimi –bilmezlikten geldiğimin?- farkına varmıştım. O zamana kadar kusursuz ve tutarlı bir akla sahip olmanın yaşamdaki en büyük amaç olduğuna inanırdım. Bunu sağlayan bir insan, aslında hayatın tüm dertlerini,


SİYAH PALTOLU ADAM tüm bilinmezlerini, evrenin sırrını ve allahın varlığını ya da yokluğunu günün birinde anlayabileceğini düşünürdüm. Kendimi bilimin soğuk yüzüne yatırmış, gözlerimi metafiziğin süslü gökyüzüne çevirmiştim. Kamu tarafından kenarı itilmiş bir insanın yapacağı iki şey olduğunu düşünüyordum: içinde bulunduğu sosyal kastı reddederek sosyo-ekonomik anlamda yükselmek ya da aklını mükemmel hale getirip insanların sahip olmadığı gerçeğe ulaşmak. İçinde arsız bir kibir barındıran bu düşüncelerim hayatın her kibri yıkabilecek sertliği ve daha önce dev yıldızlara, galaksilere, bulutsulara, süpernovalara bakarken hissettiğim yalnızlık ve tarihin içine bakmanın –aynı edebiyat gibi- insanın kendi içine bakmak olduğu bilgisine ulaştığımda hissettiğim sıradanlık beni böyle bir hülyadan acımasızca uzaklaştırmıştı. ostoyevski’nin yazdığı son roman Karamazov Kardeşleri, bu saf halimin ölümünün arifesinde okumam bana tesadüf olarak gelmedi. Düzene ya da birliğe inanmam ancak belirli fikirler belirli hallere ulaşır. Üç kuşağın ruhu yatar Karamazovlar’ın hikâyesinde: baba, oğul ve baba olan oğul. Alyoşa, Dostoyevski’nin çocuğunun henüz 3 yaşındayken epilepsiden ölmesi, tüm dünyayı ters çevirmiş olmalı. Bitmek bilmeyen bir hesaplaşma ancak sadece kendiyle değil, sadece insanlarla da değil, olası bir tanrıya ve her harekete, her bir kıpırtıya, her bir eyleme ve aklınıza düşe-

D

bilecek her bir düşünceye karşı… Staraya Russa’da, Malaşka Nehri’nin kıyısında gezerken siyah paltolu adam, parmaklarına üşüşen, bir kalemden akmayı bekleyen kelimeler, bir insanın onlarla yapabileceği her şeyi yapmaya hazırdı ki bir dünyayı sırtlamak da buna dâhil. Neyse ki her insan ölümü tadar. Ölüm olduğu için eylemlerimizin ve onların barındırdığı erdemin önemi var. Yoksa her şey sorgusuz kabul edilir, hatta tanrı bile… u hayatta öğrenilmesi gereken ilk şeyin “o iyi bir insandır” ya da “kötü biridir o” lafının geçersizliği olduğuna inanıyorum. İnsanın pek çok sıfatı olabilir ancak “iyi” ve “kötü” bunlar arasında en temelsiz olanlarıdır. Bunu anlamak için çok fazla bilgiye ihtiyaç yok, sadece insanların diğer insanlara karşı tavırlarını, incelemek yeterli ancak bir insanın içindeki iyi ve kötü doğayı bulup ortaya koymak, bunun öyle geçirgen, öyle karmaşık bir yapı olduğunu göstermek bambaşka bir şeydir. Dostoyevski’nin bir filozof olmadığı aşikâr ancak ahlak ve özgür irade, hemen sonra metafizik hakkında söyledikleri –belki de sadece bir romancının yaratabileceği- bir felsefi derinliğe sahiptir. Edebiyatın felsefenin icrası için ciddi bir laboratuvar alanı teşkil ettiğini düşünüyorum. Karakterlerin ve eser sahibinin kendilerine ait bu kadar geniş bir alana sahip olduğu başka bir tür yoktur sanırım. Dostoyevski de tam olarak bunu yapar.

B

15


Karakterlerinin ürpertici canlılığı bir izleyici olarak beni bu âlem içinde hem çok yalnız hem de bana benzer pek çok insanın olduğunu bilmenin aynılığını hissettirmişti. elsefeyi edebi yazınla iletmek Rusya’da sıkça kullanılan bir yöntemdi ancak Hıristiyanlığa ya da metafiziğe dönük iç görüleri romanın yapısında dillendirip işleme geleneğinin temelleri Dostoyevski’ye aittir. Daha sonraları Pasternak’ın epik romanı Dr.Jivago’yu okuduğumda (ama filmini ne yazık ki izlemedim) felsefe ve edebiyatın iç içe geçmesi ve bu iki yapının özellikle ahlak felsefesi ve metafizikte birbirinin aracı olarak kullanılmasının temellerinde Dostoyevski’nin olduğunu anlamıştım. Sartre’ın varoluşçuluğu en fazla hissettiren romanı Bulantı değil de “Özgürlüğün Yolları” serisinin içinde yatan ruhta da Dostoyevski’nin olduğuna eminim. Özellikle irade, ahlak ve insan tininin özünü, bir felsefi disiplinle, bize hiç de uzak olmayan sıradan bir yaşam ve olaylar silsilesine koymak, dünyanın bütün kalabalığı içinde, her şey dönüşürken bireylerin iç sorgulamaları üzerinden yürüyen bir yaşam felsefesi yaratılmasında Dostoyevski sadece içerik değil bir üslup yaratmıştır. Uzun iç konuşmalar (Yeraltından Notlar), karakterleri yoluyla ilettiği metafizik, etik ve sosyopolitik düşünceler ve bunlara karı diğer karakterler üzerinden yaratılan anti tezler, bir düşünce kalabalığı değil, engin bir düzlem oluşturur. ostoyevski’yle biraz daha aşır neşir olduğumda başka sorunlarla karşılaştım: bir yazarla fazla içli dışlı olmanın doğar bir sonucu olarak yazdıkları, yaşantısı ve fikirleri arasında bağlantılar kurmak ve zihnin sizden bağımsız olarak geliştirdiği yargıcı tavır. Özellikle gençlik yıllarında benimsediği sosyalist fikirler, Sibirya sürgününden sonra benimsediği panslavist fikirlerle yer değiştirdiğinde, beş-altı yıl öncesine kadar daha radikal olan sosyalist yanımı biraz kırmıştı diyebilirim. Şükür ki bu büyük yazar kendini yaratırken kendi karşıtını da yaratmış, hiç değilse dünyanın, düzenin ya da düzensizliğin, insanın özünün tek bir fikre, tek bir ideale sığmayacak kadar karmaşık ancak derin bir görüyle hissedilebilecek kadar basit olduğunu da bana göstermişti. Zaten bir yazarın hayatı ve yazıları ile olan ilişkisi hakkında düşünme telaşım kısa sürdü çünkü yazının yazarın hayatını anlamada etkili olduğunu, buna rağmen “yazmak” eyleminin bireysel ve kolektif bilincin derinlikleri, insanın yaşamı, bizim bile tam olarak kavrayamadığımız, belki de genlerimizle miras kalan korku ve acizliklerimizle sıkı sıkıya ilişkili olduğunu anlamıştım. Bu yüzden, gerek Dostoyevski gerekse başka yazarların cümlelerini okurken, eğer o yazarın hayatını bilmiyorsam ya da bu konu hakkında çok düşünmediysem, daha büyük, daha evrensel sorunların çözümünü metinde aramaktan çekinmediğimi,

F

D

16

bunun ise yazıya hak ettiği anlamı yüklemek olduğunu hissediyorum. Bu noktada Dostoyevski’nin çetin bir panslavist olması ya da onun bir dindar ya da bir ateist olması, tüm bunlardan çok daha derin gerçekleri arayan, metinlerindeki çatışmanın –işte yine tüm bunları kapsayan- bir romancı olmasının üzerini örtmüyor. Yine de merak edilir. Yazarın yaşamının birkaç ayrıntısını kafama kazıdım. Bizim memleket gibi, batı tarzı modernleşme peşinde koşan bir çevrede yaşadığını, kendinden yaşlı kadınlara âşık olup kumar ve alkol bataklığının içine düşmesinin sert bilinç ve yaşam koşullarına karşı pürüzlü bir direnç olduğunu, evsiz ve aç insanları doyurup, onlara şarap ısmarlayıp, bunun karşılığında hikâyelerini kendisine anlatmalarını istediğini, babasını hiç sevmediğini, çocuklarını hep çok sevdiğini ancak babasına benzemekten ölesiye korktuğunu biliyorum. Sabahlara kadar çay içip yazmanın derin zevkine bağımlı olduğunu, kış vakti nehrin kıyısında gezmeyi ve Petersburg’un beyaz gecelerini sevdiğini de biliyorum. ir yazar hakkında yazmak her zaman zor olmuştur. Bu konuda eleştirmen ve kitap yorumcularını her zaman takdir ederim. Artık yaşım otuz oldu, hayatın ve insanların, aydınlık ve karanlık taraflarını kendimi avutacak kadar daha net görüyorum. Yaşamın anlamının ne olduğunu bilmiyorum, kendime bir tanrı ya da tanrısızlık biçemiyorum. Yine de insana dair olan her şeyin çözümünün kendimi, kendi içimde sakladığım her şeyi, dolayısıyla seni tanımakla ilgili olduğunu biliyorum. Bu yüzden kendimle ve dolayısıyla seninle uğraşıyorum, kendimden nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, kendimi seviyorum ve seni seviyorum. Sırtında taşıdığın günah benim günahım, içinde, göğsünün üstünde duran da benim kötülüğüm. Bunu biliyorum.

B


17


Levent: Herkese merhaba! Yeni bir kat 3 Daire 8 ile karşınızdayız. Yanımda Ahmet Hocam, Şamil ve Emre var. Bu sayıda konumuz Dostoyevski. Geçtiğimiz ayın (Şubat) ölüm yıl dönümü olması sebebi ile bu seçimi yaptık. Şununla başlamak istiyorum: Dostoyevski’den sürekli örnek verilir. İyi yazan bir adam için ‘’Dostoyevski gibi adam’’ denir. Yazarlık yahut romanlar ile ilgili bir şey anlatılıyorsa illa ilk olarak Dostoyevski’nin adı anılır. Bunun sebebi nedir? Ahmet: İlk bu konuşmanın olacağı söylendiğinde benim de aklıma gelen ilk şey buydu. Borges’nin Öteki Soruşturmalar kitabında “Dostoyevski’yi ilk defa okumak denizi ya da güneşi ilk defa görmek gibidir.” diyordu. Zamanında düşünmüştüm ‘’Borges ne söylemek istiyor ?’’ diye. Ben de çok erken tanışmadım aslında. 23-24 yaşlarımda tanıştım. Geç de değil aslında ama şunu anladım; Dostoyevski ile tanışmak, onu ilk defa okumak diye bir şey var ve bu ne olursa olsun hayatınızda bir dönüm noktası gibi bir şey oluyor. Gerçi bu durum hangi kitabıyla başladığınıza da bağlı ama genelde Sibirya sürgününden döndükten sonra yazdığı kitapları tercih ediliyor. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala hatta Yeraltından Notlar çok daha popüler şu sıra, bunda filmin de etkisi var. Biraz da varoluşçu akımın şu sıra palazlanması ile de alakalı. Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan aslında okuyucusuna geçirdiği histir. Dostoyevski okurken kafanızdaki o davudi sesten bir türlü kurtulamazsınız. Hatta bu sebeplerden dolayı ona peygamber diyenler de oldu 20. yy.’ın başlarında. Ben okuduğum kitabın yazarı yahut içindeki karakterlerden biri gibi hissetmeyi severim. Dostoyevski ise herkesi o karakterlerden biri yapar ve okuduğunuz şeyi Dostoyevski’den başkasının anlatamayacağını hissedersiniz. Levent: Şamil sen ne dersin bu sorum ile ilgili olarak? Şamil: Bence Dostoyevski’nin bu kadar popüler olmasının nedenlerinden biri roman deyince aklımıza ilk olarak XIX. yy. realizminin gelmesi. Fransız realizmi özellikle Stendhal, Balzac, Flaubert, Zola romanın öncüleri olarak görülmüş. XIX. YY. realist romancısı olarak büyük romancılardan biri. Örneğin birçok kişi Orhan Pamuk’u gerçekçiliği bakımından eleştirir. Mesela İlber Ortaylı Orhan Pamuk’un Balzac gibi yazamadığından dem vurur. Yani makbul romanın sınırları XIX.YY. gerçekçiliği bağlamında çizilmiştir. Bir de ilk romanını, yani İnsancıklar’ı yazdığında dönemin ünlü eleştirmeni Belinski kitabı çok över. Hatta kitabı okuduktan sonra uyuyamadığını söyler. Tabii bu Dostoyevski’yi çok heyecanlandırır. Mühendisliği, askerliği bırakmıştır ve kendini tamamen edebiyata vermiştir. Kitap çevirileri de yapar. Belinski’nin övgüsü onun edebiyata devam etmesine vesile olur. Belinski insancıklardan sonra yazdığı kitabını beğenmez ancak artık Dostoyevski tanınmıştır. Dostoyevski’nin tanınmasında Belinski’nin ilk adımı attığını söyleyebiliriz. Sonrasında Nabokov’un yaptığı Tolstoy-Dostoyevski karşılaştırması ve Mihail Bahtin’in yaptığı eleştiri Dostoyevski’nin teknik bakımdan da bir edebiyat ustası olduğunu gözler önüne serer. Emre: Edebiyatta bazı isimler diğer isimlerden çok daha fazla anılır. Şiir dendiğinde akla Shakespeare’in gelmesi de bu duruma bir örnektir. Bu durum artarak devam eden bir geleneğin temsilcisi olmalarıyla alakalıdır. Temsil ettikleri geleneğin en önemli eserlerini bu kişiler vermiştir. Mesela Doğu edebiyatında bunları çok fazla görürüz. Tasavvufta en çok Mevlana’nın bilinmesi de buna benzer. Bir diğer sebep olarak da bu büyük sanatçıların açtığı kapıları gösterebiliriz. Dostoyevski’nin yorumlarının XX.yy. felsefesine açtığı kapılar Dostoyevski’nin önemli olmasını sağlamıştır. Avrupa’da romanın gelişimi burjuva sınıfının hâkimiyeti ile paralel ilerlerken Rusya’da durum böyle ilerlememiştir. Bu da romana farklı açılımlar kazandırmıştır. Bir de sanat akımlarının, dolayısıyla dünyanın değiştiği bir çağda Dostoyevski tüm bunların kavşak noktasında durmaktadır. Ahmet: Rusya önemli. Çünkü Rusya Avrupa ülkeleri gibi değil. Aslında bu bakımdan Rusya ve Türkiye birbirine benzer. Bu yüzden bizim ülkemizde romancıların en büyük kılavuzu Tolstoy yahut Dostoyevski olmuştur. Büyük Türk romancılarına dünyadaki en iyi roman ne diye sorduğunuzda Savaş ve Barış, Anna Karenina, Suç ve Ceza ya da Karamazov Kardeşleri örnek gösterirler. Bunun sebebi şu aslında: Rusya’nın da Doğu ile Batı arasında bir çıkmaza sahip olması. Rusya ve Osmanlı’nın batılılaşma daha doğrusu batı tarzı kültürleşme süreçleri hız bakımından demiyorum ama biçim bakımından benzer olmuştur. Dostoyevski’nin yazılarına bakarsanız köşe yazılarında ya da kendi çıkardığı

18


dergisindeki yazılarında Türklerden çok bahseder. Romanlarında da Türklük ile ilgili mevzular vardır. Levent: Bununla ilgili birkaç not almıştım. Karamazov Kardeşlerin Türkler ile ilgili olan bölümü ülkemizde sansürleniyormuş. Bir de Dostoyevski’nin İstanbul bir gün Rus şehri olacak tarzı bir sözü varmış. Doğru mudur bunlar? Ahmet: Sansürlenen kısım olduğu doğru ama İstanbul meselesi ile ilgili olarak aslında tam tersini söylüyor Dostoyevski. Rusların bu sevdasından vazgeçmesi gerektiğini düşünüyor. Türklere karşı negatif bir bakışı var, bu bütün Rusya’da var. Çünkü beş yüz yıllık bir düşmanlık var iki devlet arasında. Dolayısıyla bu entelektüel yapıya da yansıyor ve tam tersi ilişkiler de kuruluyor. Mesela İstanbul’a gelen zengin –beyaz- Ruslar bizim edebiyat ve eğlence kültüründen ciddi şekilde etkilenmiştir. Norman Davis Avrupa Tarihi kitabında Rusya’nın neden bir Avrupa ülkesi olmadığı ve aynı zamanda neden bir Avrupa ülkesi olduğu konusunu uzun uzun yazar. Aynı yazının içindeki Rusya’yı alıp ve Türkiye olarak değiştirdiğinizde çıkan sonuç yine geçerlidir. Levent: Tolstoy’un Dostoyevski ile ilgili güzel sözleri var ama Dostoyevski’nin pek kimse ile ilgili güzel sözü yok. Ancak Şamil’in söylediklerinden şöyle bir şey çıkartıyorum eleştirmenleri önemsi-

yor Dostoyevski. Hakkında konuşulanlara kayıtsız kalmıyor. Şamil: Şöyle anlatayım modern Türk şiirine bakacak olursak Garip şiiri 30lu yılların sonunda Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu desteğiyle ortaya çıkar. Yazarların estetik özerkliği talep etmesinin çok da bir hükmü yok. Belinski’nin eleştirilerinin benim için önemi yok dese de Dostoyevski’nin bu noktaya gelmesinde eleştirmenlerin çok büyük rolü var. Levent: Yani aslında eleştirmenler yazarların kitlelere ulaşmasını sağlıyor. Ahmet: Edebiyat ortamında popüler olduktan sonra bunu sonuna kadar kullanıyor. İlgi alakayı seviyor. “Havalara girmek” denen şeyi yaşıyor yani. Belinski’nin Dostoyevski ile ilgili sevmediği şeylerden biri de bu.

19


Şamil: İlk soruya cevap olarak bir ekleme yapmak istiyorum. Gregory Jusdanis Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür kitabında modernleşmesi gecikmiş toplumların bir endişe içinde olduğundan bahseder. Dostoyevski bu endişeyi çok daha yoğun bir biçimde yaşayan bir insan. Farklı diller biliyor. Balzac çevirileri yapıyor. İlk zamanlarında sosyalist düşünceye gönül vermesinden dolayı idam cezasına çarptırılıyor daha sonra bu kürek cezasına dönüştürülüyor. Bu on yıllık cezanın ardından milliyetçi muhafazakar bir çizgide görüyoruz Dostoyevski’yi. Levent: Dostoyevski politik bir adam. Siyaset hayatının içinde önemli bir yer tutuyor ancak çok da değişken bir adam ve hayatı boyunca da bulamıyor duracağı yeri. Ahmet: Kalıbını bulamıyor. Fransız sosyalistlerinden etkileniyor. Bunu Rusya’ya nasıl uyarlarız meselesine kafa yoruyor ama daha sonra Panslavizme kadar vardırıyor düşüncelerini. Levent: Bir de Turgenyev meselesi var. Turgenyev ve Dostoyevski arasında olan bitenlerine biraz anlatalım. Ahmet: Turgenyev Dostoyevski’yi hiç sevmez. Hatta kitaplarına çöp der. Belinski’nin negatif eleştirilerinin ardından bir de Turgenyev’in darbesi gelince Dostoyevski uzun bir süre siliniyor edebiyat sahnesinden. Levent: O kadar önemli oluyor yani Turgenyev’in sözleri. Ahmet: Tabii. Turgenyev dönemin en büyük edebiyatçılarından biri. Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın ben şu yönetmenin filmlerini izliyorum dediğini düşünün. Takipçileri için önemli bir klavuz olacaktır. Levent: Hatta takipçiler taraf tutmaya kadar götürebiliyor işi. Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz arasındaki mesele takipçilerine de sirayet etmiş durumda. Emre: Turgenyev’i bir otorite olarak da görür. Turgenyev’in tüm eleştirilerine rağmen çok sık görüşür. Çünkü Turgenyev aynı zamanda Dostoyevski’nin hayatına yön veren bir otoritedir. Birlikte çıktıkları bir seyahatte kumar oynadığını ve kendinden yaşça büyük olan sevgilisini Turgenyev’den saklamaya çalışır. Dostoyevski için Turgenyev’in yaptığını Dostoyevski de kendinden sonrakiler için yapmıştır. Dostoyevski’nin izlerinin net olarak görüldüğü yerlerden en net olanı Varoluşçu edebiyattır. Sinemada da aynı şekilde büyük bir etkilenme söz konusudur. Levent: Zeki Demirkubuz: “Dostoyevski olmasaydı ben yönetmen olamazdım.” Diyor. Emre: Evet. Özellikle bizim sinemamızda bu etki çok daha rahat görülür. Rusya ve Türkiye toplumundaki benzerliklerden bahsettik bir de karşıtlık var aslında ondan da biraz bahsedeyim. Rusya toplumunda bir aristokrasi var. XIX. yy. Rusya’sında Kuğu Gölü Balesi gibi evrensel nitelikte sanat eserleri de ortaya konuyor ama ülkemizde yerellikten pek çıkamıyoruz. Evrenselleşemiyoruz. Ahmet: Aslında bir paşalar aristokrasisi doğuyor ama burjuva yok. Yani Padişahlar ilgileniyor aslında sanatla ama bunu halka doğru yayacak olan ara kesim yok. Anadolu topraklarındaki bunalım bu. Rusya taşrasının da sıkıntısı bu zaten. Karamazov Kardeşler’de bu muhafazakarlık bunalımının incelemesini de yapıyor. Şamil: Emre de söyledi az önce. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanının parodisi gibidir Ecinniler. Daha doğrusu eleştirisi gibi. Sürgünden sonra nihilizmden de uzaklaşıyor klasik Ortodoks çizgiye ulaşıyor. Aslında çok çelişkili bir adam. Yeraltından Notlar’ı yayınlamadan önce bunun deneme, düz yazı olacağını hatta Çernişevski’nin bir yapıtına karşı eleştiri yapacağını yani sosyalizm eleştirisi yapacağını söylüyor. Bir yandan batılı gibi olmak isterken bir yandan batılı olanlara karşı mesafeli duruyor.

20


Tanpınar gibi aslında. Birçok kişi dergahtan çıkma olduğu için Tanpınar’ı muhafazakar zanneder ama Tanpınar muhafazakar değildir. Emre: Yani aslında her ikisinde de radikal yenilikçiliğe karşı bir tavır var. Evet, tamam biz batılılaşıyoruz ama nasıl olacak? Biz de ne tür tramvalar yaratacak? Sorularını sorarlar. Lakin her ikisi de çözüm önermez, olanı gösterir. Levent: Ekonomik anlamda da çok güzel tespitleri var. Suç ve Ceza yapıtında Piyotr Petroviç Lujin adında bir karakter var. Para kazanmış ve sonradan görme bir karakter ve bu karakter şöyle der: Dünyada her şey kişisel çıkara dayanır… ‘’Her şeyi kendim için kazanırsam, komşumun da bir şeyler kazanacağı anlamına gelir bu, öyle belli birine karşı cömertliğimden değil, yarattığım evrensel bolluktan, berekettendir.’’ Bu sözlere baktığımda gözlerimin önüne tüm sevimsizliği ile Milton Freidman geliyor. Hatta Margareth Thatcher’ı bile görmem mümkün. Bu isimlerin hiçbiri çağdaşı değil, hatta aralarında neredeyse yüz yıl var. Bu bağlamda yaptığı tespitler çok önemli ve sahici şeyler. Tabii bizzat kendisinin de sürekli bir ekonomik sıkıntı içinde olmasına da bağlayabiliriz bu durumu. Ahmet: Rezil bir hayat yaşıyor kendi deyimiyle. kumarbaz, alkol batağında vesaire. Yani aslında kendini çok iyi biliyor ve çelişkilerini çok sahici bir şekilde koyuyor ortaya. Tolstoy bunu eleştiriyor işte. Çözüm önermiyorsun diyor. Levent: Romanlarını hızlı yazmasının sebebi olarak da yaşadığı rezil hayatı gösteriyor. Benim kumar borcum var ve o yüzden romanlarımı hızlı yazıp satmalıyım diyor. Emre: Şehir efsanesi midir yoksa günlüklerinde mi geçiyor tam hatırlayamıyorum ama bir romanını kumar masasında kaybettiği söylenir. Levent: Kazanan ne yapmış ki romanı… ? Ahmet: Kafası iyiyken almıştır işte sabah ayıldığında “Ne yapacağım lan ben bunu?” demiştir. Emre: Orhan Pamuk’un yazdığı ön söz şöyle başlar: “Aşağılanmanın zevkini hepimiz biliriz.” Levent: Ahlak kavramına da değişik bir biçimde bakıyor. Suç ve Ceza da insanları Napolyonlar ve bitler olarak ayırıyor. Sıradan insanların Napolyon olmaya kalkışınca ceza olarak vicdan azabı çekeceklerinden bahsediyor. Ancak Napolyon olarak tanımladığı insanlar için herhangi bir ceza öngörmüyor. Yani Raskolnikov cinayet işlediği için değil kendi doğasına aykırı hareket ettiği için vicdan azabı çekiyor. Ahmet: En büyük ikilemi bu aslında. Karamazov Kardeşlerde mahkeme kısmı vardır. Alyoşa’nın eleştirildiği mahkeme kısmı. Şimdi anlatılmaz o okumak lazım. Ama söylediği şu: “Biz ne yapacağız?” Ahlak, davranış ve tavır konusunda insan doğasının gerektirdiği gibi mi hareket edeceğiz, kendimize özgü bir felsefe mi oluşturacağız -ki bu insandan izler taşıyacaktır- yoksa tamamen dogmanın peşinden mi gideceğiz? Şamil: Raskolnikov o iki kadını neden öldürdü sizce? Kitapta sürekli farklı farklı cevaplar veriyor. Napolyon’un devleti için binlerce kişiyi öldürmesi meşrudur da benim iki tane ahlaksız kadını öldürmem neden bu meşru sınırların içine girmez diyor. Ahmet: Bir diğer genel meselesi de budur. Yasalar ne kadar yasadır? İnsan davranışlarını belirleyen toplumsal davranışlar ne kadar doğrudur? Sorularını sürekli soruyor. Levent: Aramızda keşke bir de hukukçu olsaydı. Mühendis var ama aramızda Emre mühendis. Dostoyevski de bir mühendis.

21


Şamil: Hemen bir ekleme yapayım Dostoyevski, Orhan Pamuk, Murat Gülsoy, Oğuz Atay bunların hepsi mühendis ve genelde biçimsel olarak yenilik yapıyorlar. Orham Pamuk mesela ilk post-modernistlerden sayılıyor. Ahmet: Ben Emre’ye çok klişe bir şey sormak istiyorum. Mühendisler neden bu kadar güzel yazar? Emre: Mühendislik değişkenlerin kontrol altına alındığı ve bu değişkenlerden bir tanesinin değiştirilerek ortaya çıkan sonucun ve etkinin saptanmaya çalışılması üzerinde duran bir şey. Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da roman yazmak araba kullanmaya benzer diyor. Dikkatin sadece yoldadır ama müzik dinlersin vesaire refleksif olarak birçok şey yaparsın diyor. Yani dikkatimiz çoğu zaman konudadır ama üslup, biçim gibi faktörlerde konunun okuyucuya geçişini fark ettirmeden sağlar. İşte mühendislerde diğer değişkenleri görme konusunda iyi olduklarından biçimsel anlamda bir katkı sağlamıştır diyebiliriz. Ahmet: Duyduğum en tatmin edici açıklamaydı. Gerçekten. Levent: Madem öyle konuyu değiştireyim. Ara verdiğimizde amatör okuyucuya ihtiyaç var demiştiniz. bunu açmanızı isteyeceğim sizden. Ahmet: Okumamanın ayıp olduğunu düşünüyoruz hepimiz. Kitap okumak hobidir mantığını aştık sanırım herkes hemfikirdir. Edebiyat, sanat eleştirisi yapma, sanat hakkında söz söyleme entelektüel işi olarak görülüyor halbuki Dostoyevski’nin bir çok yazısı tefrikalar halinde gazetede yayımlanan ve herkese ulaşabilen şeyler. Kısacası edebiyat kuramlarıyla içli dışlı olmayan okuyucunun görüşü bence önemlidir. Şamil: Ancak bu şekilde sadece Dostoyevski okuyabiliriz. Calvino ya da Orhan Pamuk okuyunca aynı şekilde zevk alamayız. Bir de modernist yapıtları okumamızı engelleyen bir şey de olabilir. Mesela ben lise birinci sınıftayken kırk kitap falan okumuştum ama bir akşamda Fatih Harbiye bitiyor diğer akşam Yaban başlıyor. Sadece okuma olarak kalıyordu. Hepsinin iyi romanlar olduğunu düşünüyordum ama şimdi bakıyorum ve değillermiş diyorum. Yani ancak şimdi eleştirilerini yapabiliyorum. Ahmet: Aslında ben daha çok ne hissettirdiği üzerinde duruyorum. Cümlelere çok ciddi anlam yükleyen bir insanım. yazmak işi çok anlamlı bir iş çünkü meselem var ki ben yazıyorum değil mi? Levent: Tam da bu yüzden çıkarttık zaten Getik Fanzin’i anlatacaklarımız ve meselelerimiz vardı bir araya geldik. Ahmet: İşte insanların kendisi ile aynı meselelere sahip insanlara ulaşması da önemli. Dostoyevski Avrupa indekslerine göre en çok alıntı yapılan yazarmış. Demek ki her şey üzerine bir şey konuşmuş ve herkes üzerine bir şeyler yazmış. Levent: Peki amatör olarak başlayan bir şey amatör olarak devam edebiliyor mu? Kendimden örnek vereyim. Çok erken yaşta başladım çok fazla film izlemeye ancak son üç yıldır yazıyorum bu son üç yılda ister istemez farklı şeylere de önem vermeye başlıyorsun ve tatmin olma eşiğin yükseliyor.

22


İster istemez bir ideal kavramının peşinden gitmeye başlıyorsun. Ahmet: Bu geçiş aşamasında ortaya çıkan şey önemli. Zaten bahsettiğim amatörlük “Adamlar ne güzel yazmış ya.” amatörlüğü değil. Analiz yapabilecek seviyeye gelmek önemli. Şamil: Edebiyat kuramını roman bakımından konuşacak olursak bize yeni yollar açan bir şey. Madam Bovary ile birlikte metin odaklı yapı ortaya çıkıyor. Umberto Eco ile birlikte de okur odaklı teori ortaya çıkıyor. Umberto Eco’yu bilmek post modern bir romanı okurken bana o romanı sevdiriyor. Post modern edebiyatın özelliklerini bilmesem üstkurmaca bana metinler arası bir intihal gibi gelecekti. Ahmet: Orhan Pamuk’a falan uygulanan muamele bu oluyor zaten. Bu adam çalmış falan diyorlar çünkü kuramı bilmiyorlar. İşte herkesin kuram bilmesini sağlayamıyorsun ama meselenin herkes tarafından duyulmasını istiyorsun. Mecburen sıkıntı oluyor. Levent: Benim kafama takılan bir şey daha var. Birkaç yazıda karşıma çıktı “Dostoyevski’nin tekniği kusurludur ama…” şeklince cümleler. Bu genel geçer bir kanı mıdır? Yoksa bana denk gelmiş bir şey mi? Öyleyse neden kaynaklanıyor bu görüş? Şamil: Bahtin, Dostoyevski çok sesliliği sağladı için diğer yazarlardan farklı olduğunu ve güdümlü olmadığını söylüyor. Örneğin Suç ve Ceza’da Raskolnikov yürürken Marmeladov’la karşılaşır ve diyaloğa girer. Marmeladov öylesine kendi dili ile konuşur ki anlatıcı ve yazar oradan sıyrılır, biz de Raskolnikov’u unuturuz. Yani herkesin kendi bireysel dili ile varolması. Bahtin bunlar üzerinden teknik olarak üstün olduğunu savunur. Levent: Benim soracaklarım bitti. Bu keyifli sohbet için Ahmet hocama, Emre’ye ve Şamil’e teşekkür ediyorum. Hatamız varsa affola. Umarım sizler de okurken yahut dinlerken aynı keyfi alabilirsiniz.

Yine çok uzun bir sohbet oldu ve yine büyük bir kısmını sayfalarımıza taşıyamadık. Ancak bu sohbetin tamamını Youtube kanalımızdan izleyebilirsiniz.

youtube arama fasilitesine “getik fanzin” yazmanız yeterli.

23


DOSTOYEVSKİ’DEN SÜZÜLEN BEN

DENEME | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

Namuslu bir adamın bahsetmekten en çok zevk aldığı konu nedir bilir misiniz?

Ş

Cevap: Bizzat kendisi. u halde ben de kendimden söz açacağım. Çünkü Dostoyevski hakkında ahkam kesecek kalibrede bir insan değilim. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını okuyan hemen hemen herkes kendisini başrole oturtmuştur. Gelgelelim Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filmini izleyenler için aynı şey söylenemez. Bir bakıma film izlemek daha kolaydır. Çünkü izler geçersin diye düşünür insanlar. Mesela ben sinemaya merak sarmaya başladığım dönemlerde kısa film çekmek isterdim. Çünkü kısa film çekmek kolaydı. Lakin öyle değilmiş işte. Kısa film çekmek, izlemek, uzun metraj izlemek yahut çekmek. Hepsi kendi iç dinamikleri olan ve ayrı disiplinler gerektiren şeyler. “Aslında sanat filmlerini sevmem ama” cümlelerini kuranlar bu meseleye hiç mesai harcamamış kimselerdir. “Abi konuşmadan uzun uzun bakışıyorlar. İçim sıkılıyor” diyenlerin Yeraltını filmini izlemesi karambole gelmiştir. Kitapları filmlerden ayıran en önemli şeylerden biri budur belki de: “Kitaplar karambole gelmezler.” Amacım Zeki Demirkubuz ile Dostoyevski’yi karşılaştırmak değil. Saçmalık olur bu. Ancak herkesin Dostoyevski daha iyi demesini aşırı derecede anlamsız buluyorum. Ya ne olacaktı lan? Tabii direk böyle demiyorlar ama eleştirileri süzünce ortaya kitaptan aldığım tadı alamadım anlamı çıkıyor ki bu muhabbetin sinemanın icadının ardından çekilen ilk kitap uyarlamasından sonra bitmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Dostoyevski uyarlaması yapıyorsanız. Hele bir de yaptığınız uyarlama “Yeraltından Notlar” ise memnun etme gayesinde olacağınız tek kişi kendiniz olmalı. Çünkü kitap birbirinden çok farklı milyonlarca karakter tarafından benimsenecek bir yapıda. Eğer aksi olsaydı okuyan herkes içinden “Resmen beni anlatmış.” cümlesini geçirmezdi. Siz bu eserin içinden uyarlama yapıyorsanız o uyarlama olmaz. Ancak kitabın içinden kendinizi süzmüş olursunuz. Film tam olarak bu. Yani Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski tarafından süzülmüş hali. Ancak ben filmden de kendime pay çıkartacak kadar başarısız bir hayat geçirmiş olmalıyım. Filmi izleyip “Hiç bir şey anlamadım. Çok sıkıldım.” diyen tayfayı kıskanıyorum. İşte Dostoyevski’nin ilk tokadı burada geliyor. Çünkü bunu yaparken üstten bakmayı ihmal etmiyorum. Bazen diyorum ki “Boş beleş insanlar.” Bazen de diyorum ki: “Bilmemek ne kadar güzel!” Peki neden böyle yapıyorum derseniz size ne yazık ki statü denen şeyden bahsetmek zorunda kalırım. İnsanların “iyi statü” sahibi olmak için yaşıyor oldukları, zor da olsa kabullendiğim bir gerçek. Öyle ya da böyle içinde bulunduğumuz

24


dünya ve dünyaya gözlerimizi açtığımız dönemin konjonktürü ne ise onun içinde yaşayan canlılarız. İyi statü dediğimiz şey ise yüksekte olabildiği gibi farklı olması durumunda da insanı tatmine ulaştırabiliyor. Paran çoktur yahut hiç paran yoktur -tabii ihtiyacın da-. Özenilecek bir işin vardır yahut özenilecek bir eşin. Çoğunluğun bilmediğini bilme şerefine erişmişsindir yahut çok okumuşsundur. Çok fazla gözlemlemişsindir yahut her zaman doğru kişilerin yanında olmuşsundur. Belki de dünyanın sahipleri sana şıkırdatabileceğin bir kılıç vermiştir. Tüm bunları ego tatmin serumuna dönüştürmek eski medeniyetlerden bugüne en iyi bildiğimiz iştir. Örnekler çoğaltılabilir. Tam olarak da bunu yapıyorum aslında. Fakat bunu fark edince pek bir şey değişmiyor. Kısa süreli bir soğuma yaşıyorum kendime karşı hemen sonrasında beynimde ardı ardına patlayan bir kucak dolusu bahane ile kendimi aklıyorum. Ne yani okunduğu şüpheli bir yerel gazetenin okunduğu şüpheli bir köşesinde sinema eleştirileri yazdığım için mutlu olmamalı mıyım? Sorulana havalı kelimeler kullanarak cevap verdiğim için ? Sorulduğunda filmlerden, kitaplardan örnekler vererek coştukça coştuğum için utanmalı mıyım? Televizyona çıkan münevverlerin kullandığı terimleri şıp diye anlıyor olmam suç mu? En azından kimseye zararım olmadığını göğsümü gere gere söyleyebilirim. Çünkü bu yaptıklarımdan para kazanmıyorum. Demek ki kimseye bir zararım yok. Kazansaydım olurdu. Çünkü para iktidarı temsil eder. İşte ben bu sayede muhalif kalmayı başarıyorum. Peki ya kazansaydım? Kim bilir ne fenalıklar yapardım. Türlü fenalıkların yapıldığı yerlerde sahip olduğum “iyi statü”yü korumak için sesimi çıkartmazdım belki. Susmak başlı başına bir fenalık değil mi zaten? Peki şimdi ne yapıyorsun sorusunu sorduğunuzu biliyorum. Cevabım: Hiç bir şey. Sistemle savaşamam ki. “Sistemle savaşamayacağım onu kabulleneceğim anlamına gelmez.” Diyor Yeraltı Adamı. Sistem ise “haşere” diyor. Benim kesin emin olduğum şey ise bir büyüğü ısırıp ona sıkıntı çıkartmadan haşereliğin de tadının olmadığı. Lâkin ısırdığınız andan itibaren “iyi statü” denen şeye sahip olabilirsiniz. Öyle ki demokrasisi oturmuş ülkelerde kısa süreli cefanın ardından güzel bir sefasını sürmeyi başarabilirsiniz bu “iyi statü”nün. Bu noktada kimi ısırdığınız, neden ısırdığınız ve ısırığın boyutu çok önemli. Eğer cama attığınız patatesi hiç kimse görmez ise elinizde patatesle gezer ve kendi kendinizin tellalı konumuna düşersiniz. İnsanın yaptığı ve iyi olduğunu düşündüğü bir şeyin görülmemesi acıklıdır ama onu göstermeye çabalarken aldığı yol daha da acıklıdır. Yine de girer insan bu yola. Sonunda aşağılanacağını hatta aklını kaybedeceğini bilse de girer. Zaten ne yaparsanız yapın size bir etiket bulacaklardır. Belki de kötü bir şey değildir bu. Belki fikirlerim değişir ilerde. Yarın mesela. Bu söylediklerimi varoluşçu sorgulamalar mı? Eğer öyleyse bu beni çok üzer. Çünkü aram biraz limonidir onlarla.

G

elin size bir anımı anlatıp müsaadenizi isteyeyim. Başarılı adama tiksintiyle bakıyordum. Başarılı adam da bana tiksintiyle bakıyordu ama benimle ilgili anlayamadığı şeyler vardı. Yani aslında o bana özeniyordu ben ise tiksiniyordum. Yok yok. Hayır! Dürüst olayım. O benim ben de onun bazı şeylerine özeniyor bazı şeylerimizden tiksiniyorduk. Oturduk. Daha doğrusu oturmak zorunda kaldık. Ben çay söyledim. Söylemesi kolay. Üç harfli bir kelime söyleyiveriyorsun. Sürpriz de yapamaz ya iyi gelir ya kötü. Anlam yüklemek size kalmış ama bence yüklemeyin. - Hafta sonu da şirkete gideceğim dedi. - Neden? dedim. Çünkü sohbet etmemiz gerekiyordu. - Firmamız yeni bir ilaç üretti onun sahaya çıkışını yapacağız. Ardından da kutlama olacak. Çok önemli adamlar gelecek! dedi gerine gerine. - Vay! dedim. - Bu onu kızdırdı. Anlattığı şeylere sadece “vay” demiştim. Halbuki kimlerin geleceğini sormalıydım. İlacın insanlığa olan faydası konusunu önemseyeceğini sanmıyorum ama niyet okumayı kendime yakıştıramadığım için lafı oraya getirdim. - Ne kadar güzel bir şey. Kim bilir nice insanın hayatını daha yaşanır kılacak dedim. - Öyle tabii. Bunun önemini Özer Bey de anlattı dedi ve uzun uzun Özer’i anlatmayı sürdürdü. İlacın insani boyutu ile ilgilenmemesi konusunda haklı çıkmıştım ve bunun verdiği mutlulukla sandalyemde doğrulup, omuzlarımı yükselttim ve ‘’Özer kim ya Özer Hurmacı mı? Hani şu bir ara Fenerde oynayan ?’’ diye sordum oldukça yayık bir ağızla ve yavşak bir ifade ile. Yapmak istediğim şeyi yapmayı başarmıştım. Bakışlarından anlayabiliyordum bunu. Sinirlenmişti çünkü caka satamayacaktı. hava atamadığı için birazdan bana bel altı saldırı yapacaktı. Ben ise bu çatışmaya hazırdım ve Özer denen adamın kim olduğunu tabii ki biliyordum. Bütün ülke biliyordu. Ülkenin en zenginler listesinin ilk onunda olan bir adamdı. - Sen ne yaptın dedi sırıtışını saklamaya çalışma gereği bile duymadan. Bulabildin mi bir iş? Buradan sonrasının hiç bir önemi yok. Çünkü o da ben de bu savaşı kendi kafamızdaki gibi anlatacağız. Birbirimize asla söyleyemeyeceğimiz şeyleri söylemiş gibi yapacağız...

25


ÖYKÜ | ÖZLEM KALEMCİ

S

DİNLE!

eher güne güzel başladı. Arkadaşları geleceği için çeşitli yiyecekler hazırladı, izlenecek filmi ayarladı. Bir süre gelmelerini bekledi. Sonunda arkadaşları geldi ve planladıklarını tek tek yapmaya başladılar. Hazırladığı şeyleri atıştırırken korku filmi izlediler. Seher, paranormal olaylara inanmayan biri olduğu için, gecenin sonunda Aslı’dan gelen “hadi ruh çağıralım” teklifini reddetmedi. Ruh çağırma için neler gerektiğine internetten baktılar. Kahve fincanı, Arapça yazılı kağıtlar… Gerekli şeyleri ayarladılar. Türlü şakalaşmalar içerisinde ritüeli gerçekleştirdiler. Bir şey olmayacağının farkındaydılar, olmadı da. Arkadaşları biraz daha Seher’le vakit geçirdiler ve gittiler. rkadaşları gittikten sonra içinde anlam veremediği bir huzursuzluk oluştu. Sanki eşyaların hepsinden gıcırtı sesleri geliyor gibiydi. Pür dikkat odayı dinliyordu. Ayak sesi duyar gibi oldu. Üst kat komşusundan geldiğini düşündü. İnanmadığı için böyle hissetmemesi gerekiyordu ama yalnız olmadığı düşüncesini bastıramıyordu. Çok sevdiği Doctor Who’da duyduğu sözler aklına geldi "Bir sorum var. Neden yalnız olduğumuzu bildiğimiz halde sesli konuşuruz? Evrim hayatta kalma becerilerini mükemmelleştirir. Mükemmel avcılar var, mükemmel savunma var. Pekâlâ, neden mükemmel saklanma diye bir şey yok? Nereden bileceksin ki? Mantıken eğer evrim ana yeteneği saklanmak olan bir yaratığı mükemmelleştirdiyse, var olduğunu nasıl bileceksin? Her saniye yanımızda olabilir ve bunun farkında bile olmayız. Nasıl fark edeceksin, hatta nasıl hissedeceksin? Sadece, hiçbir sebep olmaksızın sesli konuşmayı seçtiğin o anlar hariç. Böyle bir yaratık ne ister? Ne yapardı? Hani bazen kendi kendine konuşursun ya? Ya öyle değilse? Ya konuştuğun şey kendin değilsen? Bir savım var. Ya kimse hiçbir zaman yalnız değilse? Ya her yaşayan varlığın bir yol arkadaşı varsa? Sessiz bir yolcusu? Bir gölgesi? Ya ensende hissettiğin karıncalanma arkandaki birinin nefes alışverişiyse?” Bu replik iyice korkuya kapılmasına neden oldu. anki birisi saçlarını kokluyor gibi hissetti. Paniğe kapıldı. Geceyi yalnız ve korku içinde geçirmek istemediği için Esra’nın evine gitmeye karar verdi. Çok yakın arkadaşı olan Esra gecenin yarısı çat kapı gidebileceği tek kişiydi. Ayrıca Esra paranormal olaylara fazlasıyla inansa da sonunda normal şeylere bağlayabilen biriydi. Onun bu huyunu seviyordu ve kendisini dinleyip içini rahatlatacak şeyler söyleyeceğini biliyordu. Yol boyunca huzursuzluğu devam etti. Yalnız olmadığı hissi arabada bile devam ediyordu. Nefes alma sesi duyar gibi oldu. Kendini sakinleştirmek için dışından “Yanımda biri yok, duyduğumu sandığım şey psikolojik” diye söylendi. Az önceki dışından konuşma anı aklına yine o sözleri getirdi. Kafasında “Hani bazen kendi kendine konuşur

A

S

26


sun ya? Ya öyle değilse? Ya konuştuğun şey kendin değilsen?” sözleri tekrarlandı. Kendi nefesi dışında bir nefes sesi duyduğundan emindi. Hayatı boyunca hiç bu kadar huzursuz olmamıştı. olculuğu sona erdi ve sonunda arkadaşının evine ulaştı. Esra’yı görmek kendini iyi hissettirdi, hemen boynuna sarıldı ve içeri girdi. Esra kahve hazırlamaya mutfağa, Seher ise salona geçti. Salonda birisi vardı. Yanına oturdu ve onunla tanıştı. Bu kişinin Esra’nın okuldan arkadaşı Murat olduğunu öğrendi. Murat, Seher’e; Esra ile az önce tartıştıklarını, ortamın biraz gergin olabileceğini, bunun için kusura bakmamasını şu an konuşmadıklarını söyledi. Biraz zaman geçtikten sonra Esra, Seher’e hazırladığı kahve ile geldi. “Bu saatte seni hangi rüzgar attı ?” diye sordu. Seher, arkadaşlarıyla yaptığı ruh çağırmayı ve onlar gittikten sonra oluşan korkusunu anlattı. Esra da buna karşılık Seher’i sakinleştirmek için, başkalarının başından geçen ve sonunda psikolojik vakalar olduğu anlaşılan anılar anlattı. Seher bunları dinleyince az da olsa kendini iyi hissetti. Tam iyi hissetmişken aklına projesi geldi. “Bu korku yetmezmiş gibi yarın sabah teslim etmem gereken projeyi de evde unuttum!” diye homurdandı. Esra, bunun şu an önemli olmadığını söyleyerek Seher’in elinden boş bardağı alıp mutfağa gitti. urat “Esra’nın anlattığı şeyler gerçekten çok doğru. Genelde psikolojiye bağlanır ama bazı istisnalar her zaman vardır. Ben bu işlerden biraz anlarım. Kendini daha iyi hissedeceksen evine gidelim ve senin için orada koruma ritüeli yapayım. Sende o sırada, projeni alırsın.” dedi. Bu fikir Seher’in hoşuna gitti ve kabul etti. Seher, Esra’ya sesleneceği sırada onun hararetli bir telefon görüşmesi yaptığını fark etti. Esra’yı rahatsız etmemek için seslenmedi. Yolda mesaj atar haber veririm diye düşündü. Murat’la evden çıktılar. Yol bir türlü bitmiyordu. Seher duyduğu nefes alma sesini tekrar anlattı çünkü duyduğundan emindi ve anlattıkça rahatlayacağını düşünüyordu. Eve tekrar girecek olma düşüncesi onu biraz rahatsız ediyordu. Ortam yumuşasın diye radyoyu açtı. Radyo çekmiyordu. Radyoyu kapatacakken cızırtı seslerinin içinden konuşma sesi geldiğini fark etti. Ne olduğunu tam duyamıyordu. Sözleri anlamak için

Y

M

odaklanmışken cızırtıların içinden bir çığlık sesi geldi ve radyo kapandı. O çığlığı duyar duymaz Seher’de çığlık atmaya başladı. Murat, Seher’e sakinleşmesini birazdan bu durumdan kurtulacağını söyledi. Yolculuk bittiğinde Seher eve girmekten oldukça çekiniyordu. İnanmadığı ruh çağırma ritüeli yüzünden bu korkuları yaşıyorsa, Murat’ın yapacağı koruma ritüelinin onu rahatlatacağını düşünüp arabadan indi. Bu sırada Esra’ya mesajını yazdı “Telefondaydın seslenemedim tatlım projemi alıp geleceğim. Murat’ı da merak etme benimle geliyor yalnız değilim”. ve adımlarını attıkları anda elektriklerin kesik olduğunu fark ettiler. Elektriklerin olmaması bile Seher’in huzursuzluğunun artmasına yetmişti. Seher telefonunun ışığı ile evdeki mumları buldu. Mumları yaktıktan sonra oluşan aydınlıkla duvarları gördüler. Seher daha az önceki arabadaki radyo olayını atlatamamıştı. Tekrar çığlıklar atıyordu. Evin duvarlarında çok farklı şekiller vardı. Murat, çığlık atmasını bitirip kendine gelene kadar Seher’e sarıldı. Seher sonunda sakinleşti ve hızlıca evden çıkma düşüncesi ile işe koyulmaya karar verdi. Murat yere bir şeyler çizmeye başladı. Seher, yere şekil çizme işi bittikten sonra Murat’ın bir kağıda Arapça olduğunu tahmin ettiği yazılar yazmasını ve ardından kağıdı mumun ateşinde yakmasını izledi. Artık projesini bulmalıydı. Odaya projesini bulmaya gitti. Odadan Murat’ın değişik bir şeyler okuduğunu duyabiliyordu. Esra’dan mesaj geldi. Seher rahatladı sonunda mesajını görmüştü “beni çok merak etmiştir” diye düşünüyordu. Murat’tan artık ses gelmiyordu. Seher, ritüelin bittiğini düşünüp rahatladı. Mesajı açtı. Gelen mesajda “Hangi Murat? Benim Murat diye bir arkadaşım yok çabuk oradan uzaklaş!” yazdığını okudu. O an bütün mumlar aynı anda söndü. Odada bulunan aynaların kırıldığını duyabiliyordu. Ve evet, Seher evde yalnız değildi ve ensesinde hissettiği ürperti başkasının nefes alışıydı...

E

27


EKSTAZ UYKUSU

ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA 28


G

özlerim bağlı halde, bilmediğim bir arabanın ön koltuğunda sessizce oturuyordum. Gidiyor muyduk yoksa bekliyor muyduk anlayamıyordum. Zira içinde bulunduğum aracın motoru hiç gürültü yapmıyordu. Oturanların iç çekişleri ve öksürükleri duyuluyordu sadece. Aniden sarsıldım, kapılar açıldı. Sağ kolumdan tutup çektiler dışarı doğru. Ellerimi çözdüler. Ben gözlerimi açana kadar, geldiğimiz arabaya binip uzaklaşmışlardı bile. O an fark ettim. Yanımda biri daha vardı. O da gözlerini açtı ve etrafa baktı. Göz göze geldiğimizde onu tanıdığımı fark ettim. Ünlü şarkıcı ve televizyon reklamlarının yeni fenomeni, Galavan’dı bu! İkimizin de ayaklarının dibinde birer poşet vardı. O hiç duraksamadan, poşetini aldı ve yürümeye başladı. Ardından ben de aynı şekilde onu takip ettim. Rüzgâr karşıdan esiyor, elimde tuttuğum poşetle yürümek zorlaşıyordu. Büyük bir alışveriş merkezine girdik. Sanki daha önce planlamışız gibi doğruca alt kata, erkekler tuvaletine yürüdük. Galavan, ilk defa bana döndü ve elindeki poşeti uzatarak beklememi söyledi. Sonra açık kapılardan birinden içeri girdi. Onu beklerken merak edip kendi poşetimi açtım. İçinde yaş meyveler vardı. Sonra Galavan’ın bana bıraktığı poşeti de açarak içerisindeki elektronik mekanizmayı ve renkli bağlantı kablolarını gördüm. İçimi bir ürperti sardı. Alışveriş merkezinin güvenlik görevlileri akbabalar gibi tur atıyorlardı. Tedirginliğim iyice arttı. Çünkü güvenlik görevlilerinden ikisi bana doğru geliyorlardı. Ben henüz bir şey diyemeden Galavan’ın poşetine el koydular. Onlar elimdeki diğer poşetin ne olduğu soramadan Galavan, kafasını kel gösteren bir perukla tuvaletten çıktı. Yanımdaki güvenlikler çıktığını fark edince beni unutup Galavan’a doğru koşmaya başladılar. Kaçmasına fırsat vermeden kıskıvrak yakaladılar. Bana da işaret ederek onları izlememi söylediler. Alışveriş merkezinin en üst katındaki bir ofiste onlarca soru sordular. Poşetin içindeki bombayla nereyi patlatacağımızı öğrenmek istiyorlardı. Onlara hiçbir şey bilmediğimi, Galavan’ı ancak televizyonda gördüğümü söyledim. Sordukları sorulara verecek mantıklı cevabım bir yoktu. Polisler gelince beni serbest bıraktılar, Galavan’ı tutukladılar. Sonraki birkaç gün boyunca kendime gelemedim. O arabaya nasıl bindim, Galavan’la nasıl bir işin içine girdik anlam veremiyordum. Korkudan evden de çıkamıyordum. Uykuya daldığımda ise turuncu renk cübbesiyle yaşlı bir adamı görüyordum. Kucağında ufak bir çocukla oyun oynuyorlardı. Bir şelalenin yakınında oturuyorlardı ve dökülen suyun sesinden başka hiçbir şey yoktu onlara eşlik eden. Nihayet bir gün, sabaha karşı bir vakit perdeleri aralayıp dışarı baktım. Aşağıda durup tam da benim pencereme doğru bakan üç dört kişiyi seçtim. Onlar da beni görünce, montlarının içerisinde gizledikleri şişeleri çıkarıp, çabucak ateşlemeye çalıştılar. Ancak sabah yeli işlerini zorlaştırıyordu belli ki. Hemen pencereyi açıp onlara doğru bağırdım. Defolup gitmelerini, polis çağıracağımı söyledim. Sonunda elindeki molotofu yakmayı becerebilen kısa boylu olanı şişeyi bana doğru fırlattı. Derhal pencereyi kapatıp geriye çekildim. Attığı molotof, camı parçalayıp içeri düştü ancak artık yanmıyordu. Korkuyla polisi aradım ve evimin kundaklanmaya çalışıldığını söyledim. Telefonu kapatıp tekrar kırık pencerenin önüne geldim ve “Yardım edin” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Odam cam kırıkları içinde kalmıştı. Binanın önünden sesler gelmeye başladı. Uykudan uyananlar pencerelere koşmuş, dükkânlarını açmaya giden esnaflar ise aşağıdaki kundakçılarla kavgaya tutuşmuşlardı bile! Ben de hemen aşağıya inip adamların üzerine saldırdım. Nereden geldiklerini, niye evimi kundaklamaya çalıştıklarını sorsam da cevap alamıyordum. İşin ilginci, mahalleliyle birlikte, adamlara ne kadar vursak da bir yerleri kanamıyordu. Yüzlerinde hiçbir acı ifadesi yoktu. Adamları dövmekten yorulanlar birer ikişer ayrılmaya başladılar. Ben adamlardan daha bir şey öğrenemeden polisler geldiler ve kundakçıları alıp götürdüler. Usulen bana da birkaç soru sorup olayı kapattılar. Galavan’ın bombası ve sonrasında molotof saldırısı… Birileri beni cezalandırıyor olmalı diye düşündüm. Peki ama neden? Yapmak istedikleri şey neydi? Beni öldürmek mi? Yoksa beni de kullanarak başkalarına zarar vermek mi? Olaylardan birkaç gün sonra cesaret edip tekrar o alışveriş merkezine gittim. Mağazalara bakınarak boş boş yürüyordum. Olacak ya, yine kendimi alt kattaki tuvaletlere doğru giderken buldum. Hemen yönümü değiştirdim, çıkış kapısına yöneldim. Alışveriş merkezinin giriş ve çıkış kapıları binanın üç cephesinde yer alıyordu. Az önce girdiğim kapıya doğru yürürken, o anda içeriye girmekte olan uzun boylu bir kadın dikkatimi çekti. Gözlüklerimin altından bakarken bu kadının Anjel olduğunu fark ettim. Hemen yanına koştum. Beni görünce kocaman bir gülümsemeyle bana yöneldi ve sarıldı. Bu kadın bana ne zaman sarılsa ellerim uyuşur, aklım bulanırdı. Anjel’in

29


etkisinden kurtulmaya çalışarak ona bir kahve içmeyi teklif ettim. “Büyük bir zevkle” diyerek kabul etti ve alışveriş merkezine geri döndük. Asansöre binerek en üst katta, terasta bulunan kahveciye çıkmaya başladık. Anjel kıpkırmızı ruju, açık terasta rüzgârla savrulan saçlarıyla beni büyülerken ani bir fren sesiyle irkildik. Kattaki herkes gibi biz de eğilip otopark tarafına baktık. Beyaz bir arabadan -günler önce Galavan’la birlikte indiğimiz araba da buydu sanırım- üç kişi indi. İner inmez yukarı baktılar ve göz göze geldik. Birinin elinde uzun namlulu bir silah vardı. Bir diğeri ise Galavan’dan başkası olamazdı. Üçüncü adam daha geride duruyor, etrafı gözetliyor gibiydi. Anjel’e dönüp kaçmamız gerektiğini söyledim. Ancak kaçabileceğimiz bir yer yoktu. Anjel’in elinden tutarak merdivenlerin ucunda pusuya yattım. Galavan uzun namlulu silahı almış yangın merdivenlerinden tırmanıyordu. Etrafta onu tanıyan, fotoğraflarını çeken, imza isteyen insanlara aldırış etmeden yaklaşıyordu bize. Son basamağa geldiğinde yerimden fırlayarak Galavan’ı geriye doğru ittim ve üzerinden tükürdüm. Ortalıkta gözükmeyen bir diğerinin binanın dış cephesinden tırmanabileceğini aklımı ucundan bile geçirmemiştim. Arkamı döndüğümde elinde bıçakla birinin bana doğru koştuğunu gördüm. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu, gözlerimi kapattım. Bir an Anjel’in çığlığını duyunca gözlerimi açabildim. Anjel, adamla benim arama girmiş, bıçak böğrüne saplanmıştı. Yere yığıldığını görünce tüm nefretimle katile saldırdım. Ama adam benden kurtulup yangın merdiveninden aşağı atladı. Terastaki diğer insanlar kaçışırken Anjel’in yanına eğildim. Zor durumdaydı. Nefes alırken çektiği acıyı görünce gözlerim yaşardı. Onu güvenli ve yardım alabileceği bir yere götürdükten sonra bu işi bitirecektim, zira üçüncü adam buralarda bir yerlerde olmalıydı. Anjel’e biraz daha dayanması için telkinde bulundum. Omzuna girmeye çalıştım ancak ayakta duramayınca kucağıma aldım. Katta neredeyse kimse kalmadığından boşuna yardım istemeyi bıraktım. Anjel’i saklanabileceği bir yere götürmeliydim. Etrafa bakınırken gözüme üzerinde “Anneler ve Bebekler İçin” yazan bir kapı çarptı. İçerisi boştu. Anjel’i içerideki kanepeye yatırdım. Birazcık hava alması için pencereyi açmak istedim. Odadaki tek pencereden dışarı bakınca gözlerime inanamadım. –devam edecek-

30


FACEBOOK’U BIR KELEPÇEYE BENZETTIM!

B

YAZI | EMRE SÜZER

u konuyu uzun zamandır düşünüyorum,benim diğer sistem eleştirenlerden farkım ne? Her yerde her alanda bir sistem eleştirisiyle karşılaşmak artık çok kolay. Ben de kendi çapımda bir eleştiride bulunmak istiyorum, her yerde gördüğüme göre çok zor bir şey olmaması lazım. Ayrıca eleştirimi yapıp suya sabuna dokunmadan bu işin altından kalkmam gerek. Bunun için çabalarım oldu ‘’GERÇEKTEN SISTEMI ELEŞTIRMEDEN NE KADAR TAŞLAMA YAPABILIRIM ?’’ diye düşündüm. İlk olarak şansımı hayvan haklarında denedim sanırım kaniş cinsi köpeğim olmadığı için beni pek sevmediler ve aralarına almadılar. Halbuki instagramla verilen kedimin bir nebze işe yarayacağını düşünmüştüm ama yılmadım, YILMAMAK BU KONUDA ÇOK ÖNEMLI. Birden aklıma çevreyi gözlemlemek ve tespit yapmak geldi. Gözlemime arkadaşlarımı dahil ederek işe başladım herkesin elinde bir telefon kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu işte o anda beynimde bir ampul yandı ve yapacağım eleştiriyi nedense çok kolay bir şekilde yakaladım. Benim eleştirim sosyal medya üzerine olmalıydı telefonlar çıkmış sosyal medya yaygınlaşmış kimsenin kimseye bakmadığı elindeki şeytan kutusu aletiyle ilgilendiği bir zamanda olmam galiba benim işime çok yaradı. Bir süre ‘’TELEFONDAN ÖNCE NE YAPIYORDUK KI YA ?’’ diye düşündüm , BIZ BU HALE NASIL GELMIŞTIK ? Ama belirtmekte fayda var bunları düşünürken kendimi sosyal medyada gezinmekten alıkoyamıyordum. BAKIN SISTEM NASIL ILIKLERIMIZE KADAR IŞLEMIŞ ? Tabii bu eleştiriyi yapmak kolay değil,hemen internete girip sistem eleştirisi yapan filmler yazıp arattım, bunları izleyerek eleştirimi güçlendirmeyi planlıyordum. Açıkçası çoğundan pek bir şey anladığım söylenemezdi televizyonu hayatımızdan çıkarıp yerine SABUN koyarak her şeyi düzeltmek sadece hoşuma giden birkaç fikirden biri olarak kaldı.Filmler yine de konumu belirlemede yardımcı oldular. Arada sırada aklıma DÜNYAYI YÖNETEN ELINDE ŞAMDAN TUTAN KAPŞONLU ÖRGÜTLER gelse de bunları işlemeyi pek düşündüğüm söylenemez bu konunun çok örnekleri var benim konum daha özel olmalıydı. İzlediğim filmler okuduğum kitaplar sayesinde bir altyapıya sahip oldum diyebilirim. Artık ben de iyi bir sistem eleştirisi yapabilecek kapasiteye geldiğime eminim geriye tek bir şey kalmıştı bu mükemmel eleştirimi mükemmel görsellerle süslemek. Düşündüm ve FACEBOOK’U BIR KELEPÇEYE BENZETTIM insanları yakalayan tutsak eden bir kelepçe. SERUM ŞEKLINDE DAMARLARA GIDEN LIKE’lar da iyi iş görürdü bir süre yaratıcığımla övündüm. Görselleri de yaptığıma göre işim bitti sayılır artık ben de kendi sistem eleştirimi meydana getirmiştim bunları yaparken herhangi bir ideolojiye buluşmamak galiba benim kazanımım oldu diyebilirim. Bakın çok zor değil, siz de yaratıcılığınızı kullanarak evde güzel sistem eleştirileri yapabilirsiniz IYI AYLAR DILERIM. 31


32

boyanmamış ve katlanılabilir kadınlar. hiç eskimeyen, ruhları ile diri ve sevgi kokan kadınlar.. Hatırlıyordum onları, benden aldıklarını ve yok ettiklerini. VE bana verdiklerini(?) Şimdi neredeler--bir parça barış içinde huzursuzlukla sakatlandılar muhtemelen. Kafanı tamamen onlardan kurtaramamışken yaptığın mastürbasyonları HATIRLA. bilerek kurtarılmamış o kafayı ve bilerek yapılmış o mastürbasyonu. gerçek'in en sıkıcı yanıydı o el.. eğer o mastürbasyon olmasa mümkündür bütün delilikler. birini delmek, biri tarafından delinmek, kendi kendini delmek. Ya da kendi kendine delirmek. Devam etmek elinde iken o anlamsız ve yüksüz ifade yüzünü delerken devam etmemek gözünde büyümeye devam ederken, asıl korkaklığını hissedersin sadece bir an için. Anlamsızlıktı mastürbasyon tıpkı hayat gibi. alkole devam ederken sikine ve aslında hiç birşeye küfür edersin. ve üzülmezsin. saçma bir küfür bırakırsın havaya. bu küfürü kabul görebilen tek şey olduğu için havaya bırakırsın. küfürden tiksinirsin ve mastürbasyondan. ve Bazen ise o küfürü kabul ettiği için havadan.. Ve ben herşeye inatla olmuşa yakın hisseden ben,


ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ

MASTÜRBASYON

33

Ki bu en boktanıdır. hiç bitmeyecek gibi devam etmek ve bittiğinde tekrar yapmayı istemek. istemekti mastürbasyon tıpkı hayat gibi. sonra geriye baktığında alkole döner ve hepsi bu muydu demekten başka birşey gelmezken elinden yarın uyanacağın ve hizmet etmekte olacağın o an canlanırken gözünde ölümün ne denli yakın olduğunu görürken o masalarda, aklına gelen o boktan mastürbasyonun aslında boşa geçirilen o anlamsız anlarda ki en anlam yüklü anlar olduğunu keşfedersin. ve biraz ama sadece biraz utanırsın. Roskos'un da dediği gibi ''bıktım otuzuma gelmeden ölmekten..'' Canım biraz acıyordu, ve dürüstlükle bunu zaman sağlıyordu gerisi ise gerisi olarak kalıyordu. anlamsızdı. Ve alkol zamana katlanmanın, dayanmanın en gerçek sebeblerinden biriydi. Yüzlerce ölümüm arasında hala yaşıyordum tanrıya ve diğerlerine inat. En iyi mastürbasyonum değildi bu ve en kötüsü de olmayacaktı.


A

YAZI | TUNAHAN SIL

slında yazacak çok şey var bu sayıya, Scott Weiland ve Lemmy’nin gidişlerine daha alışamamışken David Bowie ve Glenn Frey(Eagles)’in vefatını duymak gerçekten can sıkıcı. Zaten yaşadığımız topraklarda bizi güldürebilecek her şeyi birileri yakıp yıkarken artık böyle ölümleri yazmak istemiyorum. Birileri canımıza ve mutluluğumuza kastederken artık umutsuzluğa ve mutsuzluğa kapılıp onların ekmeğine yağ sürmek ve değersiz ve aşağılık ruhlarını gerçek kılmak istemiyorum. Bırakın onların inançları da tabuları yerin dibine batsın, biz gülmeye eğlenmeye devam edelim. Kaldığı Yerden;

DENYOLUK TESTİ: 2. BÖLÜM

5-Dave Mustaine: Bu iğrenç tiksinç herif aslında çok iyidir, amma ve lakin ki aslında öyle değildir. Bu

herif gidip Megadeth’i kurduktan sonra gördüğü ilgi ve geçmişteki kuyruk acısı birleşince bi denyo çıkıverdi vallahi. Zamanında Dean(bi gitar markası) bu herife özel bir gitar çıkarıyor, bu denyo onu E-bay’de satıyor. Daha sonra Dean başka bi gitar yapıp veriyor, bu denyo bu sefer açık artırmayla satıyor bu gitarı. Sonra da anlaşmasını Jackson’a(yine gitar markası) feshettirip Jackson’la anlaşıyor utanmadan. Yetti mi? Hayır. Yazdığı “In My Darkest Hour” şarkısı Cliff Burton’a ithafendir bilenleriniz vardır, peki bunu eski sevgilisine “sana yazdım gülüm” diye yedirmeye çalıştığını biliyor musunuz? Bence de bilmiyordunuz. O yüzden denyoluk puanı: 52(Az denyo)

6-Axl Rose: Bunu hızlı anlatacağım çünkü çok fazla var. Sırf egosu yüzünden Guns ‘n Roses’ı dağıttı, Iz-

zy’nın sevgilisine atladı, Steven’ın sevgilisine de atladı, Izzy MTV törenlerinde Vince Neil’in sevgilisine yazınca Vince ve Izzy kavga etti, sonra bu denyo da Vince’i kamera karşısında canlı boksa davet etti, kafasına göre konserleri yarıda bırakıp gitti, dinleyiciye saldırdı, sonra yine konserleri yarıda kesti, tüm konserlere en az 1 saat geç çıktı(2012 konserinde bunu bildikleri için organizatörler saati 1 saat ileri aldı ve Axl tam 9da sahneye çıktı), yeni GnR’ı kurdu(2001) sonra onu da dağıttı, sonra bir daha kurdu ve gruptan kimseye haber vermeden

34


yine dağıtmış, eski GnR kadrosu ile çalacakmış(e bi dur artık). Denyoluk puanı: 98(99 ve 100’ü saklıyorum onlar “the most denyo ever lived“listesindeler)

7. Chris Cornell: Bu herif aslında çok denyo değil, ama bi dönem vücut yapıp popçu misali piyasaya gir-

meye çalışıp öyle tutunamayınca Audioslave’i kurduğu için kılım. Şimdi bu abi bildiğiniz üzere mavi gözleri, kavruk kahve teni, boyu posu ve mi-kem-mel sesi ile tam bir WOMANIZER. Tabi bunu gören plak şirketleri bunu bir poh pohladı böyle efendim “Vay Kıris karşim gelmiş alemlerin yakışıklısı”, “Oooo Kıris façan yansın” diye diye bunun bi tarafı kalkmaktan ABD’nin yeni uyduları arasında giriş yaptı. Sırf solo albüm yapıp daha zengin olacağım diye güzelim Soundgarden’ı dağıttı, albümler satmayınca geri kurdu. Puan: 45(En az denyo) Son 3’e yaklaşırken heyecanım da artmıyor değil.

8. Steven Tyler: Bu denyo sahnede olur olmadık taklaları olsun, manyak über çığlıkları olsun, çirkinlik/

karizmatiklik grafiğinde en üst nokta olmasına rağmen rockstarlığına leke sürecek son dönemdeki über hareketlerinden sonra bu listeye üst sıralardan giriş yaptı. American Idol’de (gavurların O Ses Türkiye’si) jürilik yapıp, yetmiyormuş gibi her yıl en 3 rapçi 2 popçuyla düet yapıp sisteme çalışan Steven Tyler, son single’ı Love Is Your Name(bayağı Serdar Ortaç şarkısı gibi adı, evet) ile artık piyasa maymunluğunda doruk yapmıştır. D.P. : 79 Ve evet, içimde kabaran nefret duygularına kendimi bırakıyorum.

9. Scorpions: Şimdi buraya kadar hep denyoluğunu tolere edebileceğimiz denyolardan bahsettik(Bon

Jovi hariç, çünkü sevmiyorum). Ama söz konusu bu herifler olunca artık iş bambaşka bir hal alıyor: Yıllarca aynı trafikler, aynı balladlar ve albüme “sekisli şeyler” koyma zihniyetiyle ilerleyen bu terbiyesizler daha ilk albümden bunu yapmaya başladılar. Animal Magnetism albümünde bir adamın önünde diz çökmüş bir kadın ve bir köpek var örneğin; ön kapakta oral seks yapan bir kadını anlatıyor(gibi), amaa arka kapakta kadın yerine o köpek adamın cinsel organına yöneliyor ve hayvanlarla olan seksi gayet meşru kılıyor. Her albümde böyle iğrenç saçma sapan şeyleri meşru kıldıkları yetmezmiş gibi bir de sonra Wind of Change ile kendilerince duyar kasıyorlar, daha da yetmiyormuş gibi veda turnelerinin üzerine bi tane daha veda turnesi verip(ki buna gidenleri ben cidden anlamıyorum) 2. Veda turnelerinin üstüne utanmadan bir de albüm çıkarıyorlar tekrar. İnsanları bu kadar salak yerine koymaları falan vallahi billahi ayıptır yazıktır. Denyoluk Puanları:126195159162195191261191951..........(çok kocaman en kocaman sayı)

10. Bono: Vallahi Scorpions denen yüzünü şeytan göresicelerle yarışıyor resmen. Sorsanız her fırsatta eşit-

likçi, tam bir özgürlükçü, hatta o bir sosyalist, komünist, aynı zamanda şeyh falan fişman. Amaaaa bu karaktersiz de Amerika Irak’a demokrasi(!) götürürken ABD’nin o dönemki kilit adamlarından Tony Blair’le böyle bir samimiyetler falan anlatılmaz yaşanır yani. Yetmedi mi, bu denyonun çoğu hayır kurumuna gizli(!) bağış yapıp sonra gazetecilere “gelin ben bağış yaptım” diye gizlice haber gönderip zorla haber yaptırmaya çalışmasını mı istersin, burada zaten Egemen Bağış’la kanki kanki gezip sahnede de Egemen’e teşekkür edip sonra da Zülfü Livaneli’yle sahne yapması gibi saçma sapan hareketler yapmasından mı istersin; her türlü adam hem sağcılara hem solculara hem Asya’ya hem Avrupa’ya hem aşağı mahalleye hem yukarı mahalleye, ne kadar taraf varsa hepsine kendini sevdirmeye çalışan karaktersiz denyonun biri arkadaşlar. Sevmeyin bu iti. DP: ScorpionsScorpions Testin sonuna geldik, sizi seviyorum. Sevgiyle kalın, denyoluk yapmayın. Bono’yla Scorpions’u da dinlemeyin dinlettirmeyin, nalet herifler ya.

35


"ROCKET" RAMPADAN ÇIKTI

YAZI | CAN DOĞAN

R

onnie "The Rocket" O'Sullivan, 5 Aralık 1975 Wordsley doğumlu. Tarihin en yetenekli Snooker oyuncusunun ailesinin çoğu ünlü. İngiltere'de kavgacı kardeşler olarak bilinen; Mickey, Danny ve Dickie'nin soyundan geliyor. Yani, mücadele ve hırs genlerinde var. Mickey, Ronnie'nin büyükbabası ve aynı zamanda iyi de bir boksör. Ronnie, Birleşik Krallık ve Avrupa Şampiyonu Danny ile hiç tanışmamış. Ronnie, 10 yaşındayken yerel bir snooker kulubüne gittiğinde Dickie ile Snooker oynadığını ifade ediyor. Babasının ise hiçbir yeteneği olmadığını ve 10'luk seri bile yapamadığını söylüyor. Ronnie'nin ailesi ile ilgili anıları ne yazık ki bu şekilde başarılı dolu devam etmiyor. Hem annesinin hem de babasının yoğun çalışma temposu sebebiyle evdeki hizmetçiler dışında pek de bir şey gördüğü söylenemez. Hatta ilkokul zamanları bir ailenin yanında kalıyormuş ve ailesi iş çıkışı gelip onu oradan alıyormuş. Ronnie 7 yaşındayken doğan kardeşi Danielle sayesinde annesi işi bırakmış; babası da eve daha erken gelmeye başlamış. Bu durumu da "Tekrar aile olmaya başlamıştık." diye yorumluyor. 1992 yılında ise O'Sullivan ailesi üzerinde dolanan kara bulutlar etkisini göstermeye başlıyor. Ronnie 17 yaşındayken, babası gece kulübü çıkışında siyahi bir adamı bıçaklayarak öldürüp 18 yıl hapis cezası alıyor. Her ne kadar "Babam asla ırkçı değildi. Bir çok siyahi arkadaşı vardı. Sadece yanlış zamanda yanlış yerde bulundu." diyerek babasını savunsa da alınan 18 yıllık ceza azaltmaya yetmiyor. Bu olaydan 2 sene sonra da annesi vergi kaçırma suçundan hapse giriyor ve The Rocket daha 19 yaşında hem annesini hem de babasını hapishaneye kaptırmaktan kurtulamıyor. 36 Çocukluğunda yaşadığı bu trajediler, bütün hayatı

boyunca ara ara kendini gösteren(maçlarda dahi) depresif halleri ve psikolojik bozukluk olarak nitelendirebileceğimiz hareketlerinin en büyük sebebi. Bu yaşadığı sorunları sizlere örneklerle açıklayacak olursak; her gece sarhoş olup esrar ve uyuşturucu kullanması, devamlı kız arkadaş değiştirme, annesi ve babasının kendisiyle ilişkiyi kesme durumuna gelmesi ve gittiği psikoloğa ücretin daha fazla para vermesi ("Ne kadar çok para verirsem bana o kadar çok güveneceğini düşündüm" mantığıyla...) ve daha bir sürü saçmalık düzeyinde hareketi gösterebiliriz. Bütün bu tam anlamıyla boktan geçen gençliği , Snooker tarihinin en yetenekli oyuncusu olmasını engelleyemedi. Oyunda yapılacak maksimum seri olan 147'yi sadece 5 dakika 20 saniye gibi bir sürede gerçekleştirmesi, tarihin en çok 147 ve yüzlük seri yapan oyuncu olması başarılarından sadece birkaçı... Yine ara sıra psikolojik ve mental sorunlardan ötürü bu spora ara verse de her geri dönüşünde sanki hiç bırakmamış gibi kaldığı yerden maçlarını kazanmaya, kupalarını kaldırmaya devam ediyor. Bu yıl da sekiz ay ara verdikten sonra, seçerek katıldığı turnuvalardan alnın akıyla çıkmayı başardı. Önce en prestijli ikinci turnuva olarak kabul edilen Masters'ı kazanan Ronnie, dün(21.02.2016) oynanan final maçında 5-2'den 9-5 ile geri dönüş yaparak Galler Açık'ı kazanmayı başardı. Bireysel spor dallarında bu kadar domine eden sporcu çok fazla göremeyiz ancak bu kadar sorunlu bir geçmişle bile bunları yapabilen bir adamın 40 yaşına gelmesine rağmen herhangi bir sınırının olabileceğini söyleyemeyiz. Acaba güllük gülistanlık bir gençlik yaşasa şu an nasıl bir durumda olurdu, hiç düşündünüz mü?


-önceki sayıdan devam-

İSHAK’IN GÜNDÜZ DÜŞLERİ II

ANLATI | ÖZGÜN CAN KARABURUN

D

okundu İshak kadına, kadın nefes alıyordu. Endişelenme, dedi zihni bir anda, ulaştı dalgaların güneşin batışıyla kırmızıya dönmüş kayalara vuruşu gibi yıllar yıllar sonra düşüncesine sonunda. Öyle güzeldi ki kadının yüzü; İshak kendinden utandı ve kendiliğinden. Kiraz kadar kırmızıydı. İkisinin yüzü de kırmızıydı kiraz gibi. Kızıldı saçları kadının. Beyazdı teni: incitemeyen bir insan kadar beyaz, daha fazla değil. Alnı geniş gibiydi sanki: güvenilir bir insanın alnı kadar geniş, daha fazla değil. İnceydi kaşları: ince ince sevilecek türdendi, daha fazla değil. İnceydi burnu: ince ince sevilecek türdendi, daha fazla değil. Kocamandı gözleri: haykıran acıların en yücesini, belki de daha fazlası. Dudakları –dudakları…

B

aşını kaldırdı İshak. Birileri var mı, diye çevresine baktı. İshak ana babasının tek çocuğu, daha doğmadan karar vermişler adının İshak olmasına. İshak iyi biri, gülmeyi sever. Ve gülümsemeyi. Ama tabii ki, bir melek değil İshak. Bir Ademoğlu, sıradan. Kızıl saçları var. Geniş alnı, esmer teni, kalın kaşları, büyük gözleri, geniş basık burnu var. Alıngandır çoğu zaman. Patikaları tercih eden her insan kadar alıngandır. Asfalt yollar medeniyete çıkar. Adaletin yalanın, gücün mevkinin, silahın mevzinin, paranın medeniyetine.

B

ir sevgilisi vardı her medeni insan gibi birkaç yıl önce. İçinden sevdi onu. Hiç belli etmedi sevdiğini, sevgisini belli edemediği gibi bir başkasına. Utancından, kızarıklığından kiraz gibi, kaçırışıyla gözlerini en korkak sokak köpeği gibi; kendiyle uğraşmasıyla, bir türlü harekete geçemeyişiyle sevdi teni beyaz olmayan bir kadını. İncindi birkaç ay sonrasında. O kadın çok konuşuyordu. Çok konuşmuştu ayrılırken de. Geveze bir zihnin ürünü beylik sözlerin tekrarı, tekrarı, tekrarı. Sonra birkaç martı hatırlıyor havada İshak. Martı sesleriyle hiç bilmediği bir yerde uyanışını. Sokaklarda salınışını. Başlarda bulanık, alıştıkça netleşen tarihi hatırlıyor. Hiç bilmediği bir dilde konuşan insanları. Ona dokunamayan binlerce, on binlerce yabancıyı. Hiç kimseyle konuşmayışını, buna gerek olmadığını hatırlıyor. Her şeyin yavaş oluşunu, ulaşmaya çalıştığı hiçbir şeyin olmayışını, uzakta oluşunu hatırlıyor İshak. Rahat olduğunu hatırlıyor İshak kısa bir süreliğine de olsa. Parası bile yokken cebinde, elinde anlamadığı bir dilde bir kitapla deniz kıyısına gittiğini hatırlıyor İshak. Köpükler içinde kalışını, denizin mavilerine daldığını, ona dokunamayan binlerce, on binlerce bembeyaz balığı hatırlıyor. İshak’ın umut vaat eden gündüz düşleri. Başladı ve bitti. Birkaç ay sürdü, bitti. Bitti. Devamı yok. The end. Fin. Şimdi yine, her şey bulanık. Hiçbir şey tarihe dahil değil ve netleşen hiçbir şey yok gibi. Ta ki, tabii ki, kırmızı kadını görünceye dek düşlediği kendi gibi. Dağın ardından birtakım sesler geldi sonra: bombalar atıldı, tabancalar sıkıldı, asitle ıslandı bütün insanlık. İnsanın gözleri çıktı, alnı kanlı, saçı yanık kokusu. -devam edecek-

37


ŞİİR | BUSE KARAOĞLU

Senin aydınlığın Başka dağları ovaları aydınlatırken İklimi değişiyor coğrafyamın Yağmur şehvetini yitiriyor... Hüzün oluyor Perçin perçin bulutlar çöküyor üzerime Şakaklarımdan gecenin sensizliği akıyor Bir aydınlık şiirlerin kalıyor geri Martılar gidiyor senli harflere Kargalar konar şahitlik eden Yıllarlık sen özlemime Ve hasret en uzun kelimedir bu şiirimde... O'dan O'ya... Sevgi,saygı ve minnetle...

38


ŞİİR | HASAN UKIL

Bahçemize konan kırlangıç, O gün yazı getirdi bize. Çarpındı o küçük yüreği Tutsa elimi birlikte uçacaktık, ben kaldım... Çırpınırken kalbi; tedirgin, heyecanlı Birden büyüdü gökyüzünde güneş Ve uzaklaşırken kırlangıç ufukta Ben Şekerportakalı kesilmiş Zeze kadar üzgün ve yalnız

39


ispanaksevmem

Geriye dönüyorum. 2-3 yıl kadar geriye. Üniversitenin ilk yıllarına. Ailemin yanından farklı bir şehre adım attım. Kendimle başbaşa kalma, kendi kararlarını verebilme şansıyla belki de ilk kez karşılaştım. Kararlıydım. Kendime göre doğru olan düşünceleri yaşamımda uygulayacaktım. Sonuçları sadece beni ilgilendirecekti. Evet, bu korkutmadı değil. Şuçu birine atmak kolay olandı ve artık bunu istemiyordum. Kendimi keşfetme amacıyla çıktığım yol büyük cesaret örnekleri taşıyordu. En azından benim için. Ailemin yaşam tarzı olan düşünceleri birer birer yolun etrafına saçtım. Her yeni adım kendimi keşfetmeye doğru ilerliyordu. Bunun yanında fikirlerim, hayata bakmak istediğim yön, kararlarım birçok kez ayağıma battı. Ama arada bir gözüken yeşil ve mavi vazgeçme istediğimi köreltiyordu. Ailemi ziyaret için gittiğim kısa sürelerde onların bildiği, büyüttüğü evlat rolüm biraz sekteye uğrasa da başarılı şekilde devam etti. Hala ediyor da. Şimdi büyüdüğüm evde kendime dışarıdan bakıyorum. Hiç bir pişmanlık hissetmeden yoluma devam ediyorum. Uzun süredir görmediğim güzel kokulu çiçekleri görmek ümidiyle.

40

FOTOĞRAF / YAZI | DİLAY ÖZCAN


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.