9 sayi

Page 1

1


Aslında bu sayının çok daha önce elinize ulaşması gerekiyordu fakat olmadı. Ne mutlu ki bu gecikmenin sebebi oldukça güzel. Neredeyse on beş yıl önce bir hata ile kullanmaya başladığımız Getik ismi (bknz. birinci sayı) bir yıl önce bir fanzine şimdi ise bir kafeye dönüştü. Artık Eskişehirde toplanacağımız, etkinlikler yapacağımız ufak bir kafemiz var ve burada sadece Getik fanzine değil bir çok fanzin ve dergiye ulaşabilirsiniz. Nasıl oldu da Getik Cafe ortaya çıktı derseniz inanın biz de bilmiyoruz. İlk sayıda bir planımızın olmadığından bahsetmiştik ve vardığımız bu noktaya da nasıl ulaştığımıza dair pek bir fikrimiz de yok. Umarım daha güneşli günlerde, daha güzel etkinliklerde ve daha içten yazılarda buluşmaya devam ederiz...

LEVENT ÜSTÜNBAŞ | EMRE ÜTÜKLER | GÜNEŞ KOÇ | ENRİCO RATSO | UĞUR KARAKOÇ | MERVE BOZEYOĞLU | YAVUZ | AHMET TÜRKAN | ÖZLEM ÖZKAN FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU | SAMET IŞIKAY | KEREM YENDİ SELİN ÖĞRETEN |MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | EMRE SÜZER | DİLAY ÖZCAN MELİKE KOÇ | ÖZLEM KALEMCİ | ÖMER ŞİAR BAYSAL | DOĞUKAN IŞIK FURKAN UZUN | TUNAHAN SİL | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ AYSUN AKTUNA | ABDULLAH SELİM | CAN DOĞAN | HASAN UKİL | UTKU TAN ÇAĞLAN EDİTÖRLER REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER

LEVENT ÜSTÜNBAŞ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SAMET IŞIKAY LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL | KEREM YENDİ

@GetikDergi

TWITTER

@getikdergi

INSTAGRAM

getikdergi@gmail.com

MAİL

facebook.com/getikfanzin

FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.

2


KARIŞIK KASET- BIR DELININ GÜNCESI

YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ

B

aşlıktan bir heveslendiniz değil mi? Yok, gelecek kuşaklar ve kalem geyiğine girmeyeceğim. Bundan bahsetmeyen bir ben kaldım sanırım. Geçenlerde yine eskiden gençlere yönelik olan fakat sonradan anne-babalar geldiği için gençlerin kaçtığı facebookta popüler olmuştu. Neymiş efendim “Gele-

cek nesil bu kalemle kaset arasındaki bağlantıyı bilemeyecek”miş. Bilmesinler yani ne gerek var.

Tamam bende gelenekselci bir insanım ama bazen de azcık mantık lazım. u aralar mevsim geçişinden midir bahar bunalımından mı bilmiyorum ama bende güzel sinir yaptı. Güzel derken eli yüzü düzgün değil. Böyle tatlı bir sinir, nasıl anlatsam? Dedeler gibi kızmaya başlayayım mı? Yok o kadar değil! Başlık karışık kaset karışık şeylerden bahsedelim. Malumunuz gündem yine afedersiniz bok gibi. Bizim gündemimiz gayet iyi. Bir de patron dergileri gönderse daha mutlu olacağım(her yazıda patrona sataşmasam olmaz!). Zamanında beni çok gömmüşlüğü vardır kulakları çınlasın. Niye çınlasın? Zaten okuyacak bunu. Yeter bu kadar Patron muhabbeti.

B

Burası bir delinin hatıra defterine döndü, yine söyleyeceklerimi söyleyemeden yerim bitiyor. Benim hatıra defterimi kim canlandırır acaba? Gogol yazınca ülkemizde Genco Erkal ve Erdal Beşikçioğlu aklına gelir insanın. Hazır tiyatroya geçmişken Genco Erkal ölmeden (Allah geçinden versin) izlemek istemiştim, şansıma geldi yakınlarıma ve izledim. Böyle performans yok hafız. İmkanınız varsa gitmenizi öneririm. Oyun sonrasında tiyatro çıkışında manyak gibi bekledim. Beklediğime de değdi. O kadar yaşın verdiği etkiyle biraz kulakları ağır işitiyor ama sahnede duymaya ne ihtiyacı var? Zaten tek kişilik gösteri değil mi? Çok popüler markalardan birinden aldığı kabarık montuyla görünce biraz garip hissettim. Sanki Genco Erkal gitti İbrahim Erkal geldi. Şaka olsun diye demiyorum. İbrahim Erkal da Maltepe’de bir yerde sahne alıyor. Sahilde karşılaştım. Üstünde aynı mont vardı. “Siz görmüyorsunuz ama ne ünlü gördüm” köşesinin daha sonuna gelmişken Erdal Beşikçioğlu’nun yeni dizisinden bahsedelim. Tiyatrosuna kendisini sanırım ok kaptırmış. O nasıl bir deli oynamaktır. Akıllı hallerde rol yaptığı belli oluyor. Bir amirim olsa da izlesek.

3


ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY

B

ir an, bir bakış. Sol gözünün ucuyla gördüğün tek bir şey, iki gözünün tavanda tek bir noktaya attığı bakış. Hayat dediğin şey, zamanın başkaldırısına direndiğin o anda yaşadıkların, hissiyatların. Ve yahut birçok an, birçok bakış, onların oluşturduğu tek bir noktanın buğusu. en bunları düşünürken, bir el önümdeki bardağı ilişti. ‘’Devam eder misin?’’ demiş olmalı, başımla onayladım. Gözlerimin önünde buğulu bir cam barikat kurmuş gibiydi. İnsanları, masaları, masaların taşıdığı bir yığın şeyi net göremiyordum. Ama sesler ilginçti. Çok ses vardı. Çıkan her sesi beynim tek tek algılıyor, paratoner gibi çekiyordu. Su içmeyi unuttuğum günlerden biriydi. Bardağı kaldırmak oldukça güç geliyordu fakat bira kolayca kayıyor geçiyordu boğazımdan. Masamda; tütün kırıntıları, onları bir araya getirdiğim bir kart ve şişedeki alkol dostunuz değildir yazısı vardı. Bu yazıya kırılan arkadaşlarımı anımsadım. Gülümsedim. Anladım onları. Garip bir mutluluk sarmıştı içimi, merdivenlerden aşağı inerken. Bacaklarım beynimi işgal etmiş, kontrolü eline almıştı. Onlar sürüyor, ben gidiyordum. Bir an düşünmemeye başlamıştım. Köşede gitar çalan çocuk sanki dünyanın en güzel şarkısını söylüyordu. Bir ara sokağa yöneldim. Sokak kimsesiz, karanlık ve soğuktu. Kendisini güçlükle aydınlatan sokak lambasını gördüğümde düşüncelerim arttı yine. Onu taşıyan direğe doğru yürüdüm. Direk; iş ilanları ve muhtar adaylarının fotoğraflarıyla giydirilmişti. Hemen ayakucunda bir yığın çöp, onun yanında da bir mazgal vardı. Biten sigaramın mazgala düşmek istediğini hissediyordum. Birinin geçmesini bekledim herhangi birinin fakat kimse yoktu. Devam ettim, ara sokaklar arasında dolanmaya. Bir oyunun içindeymişim gibi hissettim kendimi. İçimden coşkuyla duvarlara ‘’sobe’’ diye vurmak geçiyordu. Vakit geçtikçe sobeleme ihtiyacım artıyor, bununla birlikte sokakların ıssızlığı artıyordu. Duvarlara yakın yürüyüp, tetikte bekliyordum sobeleyebilmek için. Apartmanın giriş kapılarında hep kendimi gördüm. Ayna gibi gösteren o camlarda, geçerken istemsizce kendine baktıran o camlarda. Nereye baksam kendimi gördüm. Sırt çantam ve ben hiç de fena görünmüyorduk. Çocukluğum geldi aklıma, küçükken de sobeleyemezdim. İyi bir refleks ve hızlı olmak gerekirdi. O gecede reflekslerim zayıflamış, bir umutsuzluk içine düşmüştüm. Oysa barda o merdivenlerden inerken kendimi çok iyi hissediyordum. Ara sokakların kesiştiği noktalarda pusulasız haritasız bir hazine avcısı gibi hissettim kendimi. İçgüdülerim doğrultusunda savruluyordum. Aklımdan geçen artık oyunu oynamak istemediğimdi. Labirenti andıran bu ara sokaklardan kurtulduğumda kendimi geniş bir caddenin ortasında buldum. Ben devam ederken yürümeye, ara sokaklarda gizlenen o insanlar birdenbire belirdi sanki o caddede. Çok kalabalıklardı. Susuyorlar mı? Gülüyorlar mı? Anlamadım, anlayamadım. Mırıltı mı? İnilti mi? Anlayamadım. Yüreğimin atışını dinledim. Hikayenin sonuna doğru ilerledim. Di’li geçmiş zamanın hikayesini yazmak, hikayeye tekrar başlamaktı belki de. ‘’Bir an, bir bakış. Sol gözünün ucuyla gördüğün tek bir şey, iki gözünün tavanda tek bir noktaya attığı bakış.’’ Aklımdan yine bunlar geçerken kendimi yatağıma sırt üstü uzanmış, elimi kaslarım gerilmekten titreyecek hale gelene kadar uzatarak gölgemi sobelemeye çalışırken buldum.

B

4


YAZI | ESRA GEDİK

K

adının, toplum içinde inzivaya çekilmesinin arzu edilmesi, ilkçağlardan beri öngörülen bir gelenek, yapılması gereken bir davranış bazen bir yasa olarak karşımıza çıkıyor. Romalı Senatus Üyesi- Censor olan Yaşlı Cato’nun, ‘’Kadınların, baba-

göre, hem erkekliği hem kadınlığı yaşayan bilici Teiresias, bir erkeğin cinsel ilişkiden aldığı zevkin onda bir, kadınınkinin onda dokuz olduğunu bildirmiştir. Bu durumda ‘’tabi ki’’ kadının cinsel isteklerinin önüne geçilmeliydi. Kadının ilkçağlardan, günümüze kadar larının, erkek kardeşlerinin ve kocalarının yet- olan sosyal hayatta saygıdeğer bir duruma gelmesi için kisi altında olmaları babalarımızın vasiyetidir. anne olmalıydı. Atalarımızın, kadınların özgürlüğünü yok etme- Kriton Dinçmen’in de dediği gibi, ‘’Ta, Eski Yu-

lerini sağlayan, onları erkeklerin yetkisi önünde nan’dan başlayıp Hristiyan felsefesi ile yoğuradiz çöktüren yasaları anımsayın. Kadınlar, bizim rak yaratmış olduğumuz ve Batı Uygarlığı adını eşitlerimiz oldukları an, üstümüz olacaklardır.’’ taktığımız bir riya ve ikiyüzlülük sistemini Hesözü, bu görüşün korkaklıktan ve mülkiyet kavramının gel’in mantığı ile karıştırıp ahlak deyip geçmişiz kadın üzerinde kullanılması halinin yansımasıdır. Kadı- ve ahlak diye uydurduğumuz bu yalana kendinın haklarının ellerinde bulunduğu ve istedikleri zaman mizi, varoluşumuzu bağlatmışız, köle etmişiz.’’ istedikleri kadar kadınlara tanınması, erkeklerin kendi içerisindeki iktidar kavgasının, sadece kadın üzerindeki kolay eyleme geçirme halidir. Çünkü daha fakir topluluk veya kabilelerde iş bölümü ve planlamasında kadınında ticaret ve zirai faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz. Demek ki buna ihtiyaç duyulması gerekiyor ya da bir zorunluluk hali.. Kadının, sahiplenilmesi ya da ötekileştirilmesi, kadının daha kibar ve duygusal olduğu teziyle savunulması çirkinliği de ayrı bir tartışma konusudur. Atina’da ise kadınların vatandaş sayılmaması, kadınların ev için gerekli üretimi yapmaları sayesinde, erkeklerin zevk ve eğlenceye ayıracakları zaman hayal edebileceğimizden çok daha fazlaydı. Kadının sosyal hayattan, uzak tutulmasının asıl nedeni, kadının mal varlığı ve ‘’vatandaşlık’’ hakkının aile kurumunun içinde kalmasını sağlamaktı. Kadının, cinsel açıdan erkekten daha doyumsuz olduğu düşünüldüğünden, ona güvenilmezdi. Efsaneye

Çocukluk yaşlarından beri, erkek ve kızların birbirlerinden uzaklaştırılmaları, katı, acımasız ve alçakça duygularla bu güzel varlıklara çullanılması marifet sayılır. Ve bu uzaklaştırılma eylemi için tüm işlemler eksizsiz yapılır. Ahlakın tek geçerlilik öğesi doğruyu söylemek sayılır. Bu alçakça düşüncelerimiz, kirli kalplerimizin, daha yapmadıkları, yapamayacağımız içindir. Eyleme geçirme hali düşüme ile başlar evet ve aynı zamanda düşündüğümüz an eyleme geçmiş olur. Elimize tutuşturulan ahlak yasası ya da toplumsal normlar diyelim, içinde ahlaksızlık barındırıyorsa? Bugün doğru olan şeyin yarın için geçerliliği yoksa? Ama bunu yargılamaya ne sizin ne benim iznim var çünkü toplum tüm gaddarlığı, cezalandırma ve ezme işleminde tüm teçhizatı ile hazırdır. Aslına bakarsanız, bizim yapmamız istenen bu gereklilikleri veya yasakları öğrendiğimizi söyleyemem. Yoksa, bu bunaltıcı Haziran gecesinde hepimizin burada işi ne? 5


YAZI | AYKUT ÇAKAR

S

on günlerde artan VR(Virtual Reality) çılgınlığı bütün dünyayı kasıp kavurmakta öyle değil mi? Peki bu VR dediğimiz şey nedir ? Virtual Reality Türkçe’deki karşılığı sanal gerçeklik. Duyu organlarımızla sanal ortamda yaratılmış şeyleri deneyimlememize yarayan alet yada makine olarak açıklayabiliriz. Bir nevi Matrix filminin temelleri atıldı bana göre. Elbette ki ilk başta AI(Artificial Intelligence) yapay zekanın gelişmesi, insanları yok etmek istemesi ve insanları pile çevirmesi lazım. Bu yüzden korkmanıza gerek yok. Ama bir yapay zekanın o kadar gelişmesi çok uzakta değil gibi gözüküyor. Yapay zeka ve sanal gerçeklik terimleri bilim-kurgu romanları ya da filmlerinde adlarından söz ettirmiş ve bunları okuyan eskilerin gençleri şimdilerin ise önemli beyinleri şu anda bunları gerçek hayata dökmekle meşgul. O yüzden bilim-kurgu temalı filmlerin ve kitapların insan hayatında çok önemli bir yeri olduğuna inanırım ben. 2001: A Space Odyssey kitabında ve filminde H.A.L 9000 yapay zeka filmin çekildiği dönem olan 1968 için imkansız bir teknolojiydi. Fakat günümüzde hayal ürünü olan o yapay zeka şu an

6

için hiç de zor olmayan bir şey. En basit örneği bir kaç ay öncesine kadar Microsoft’un Twitter botu, insanlarla Twitter’da etkileşime girip kendi cümleleri ile yanıt verdi.

J

ohnny Mnemonic kiminiz bilir Keanu Reeves amcamızın oynadığı bilim-kurgu filmi 1995 yılında çekilmiş ve şu anda HTC, Oculus Rift gibi şirketlerin ekmek peynir gibi sattıkları sanal gerçeklik aletlerinin atası sayılır bence. Bu filmin meşhur bir sahnesi vardır, Keanu Reeves gözlerine geçirdiği metalimsi ve uyuma bandına benzer bir nesne ile sanal ortamda dosyaları ayıklayarak önemli işler başarmıştır. Anlayacağınız gibi bilim kurgu hayat ve insanı geliştiren sınırsız bir şekilde fikir üretibilen bir tema olup, insanları keşfetmeye teşvik eden bir araçtır. O yüzden kötü ya da iyi okuyabildiğiniz ya da izleyebildiğiniz bilim-kurguları sömürün kim bilir belki bir gün bizim sonumuzu getirecek yapay zekayı siz yaratırsınız. Güzel mutlu günler dileğiyle.


YAZI | BERK KARLI

İ

tiraf ediyorum! En son PlayStation’ın ilk çıktığı zamanlarda Tomb Raider oynamıştım ve yeni oyunu oynayana kadar da neler kaçırdığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ta ki Lara sudan çıktığı zaman saçını düzeltene kadar… Oyundan aldığım keyfi arkadaşlarımla paylaştığımda ise ‘’ ee, önceki oyunda da öyleydi? ’’ cevabını aldım. Ama önceki oyunları oynamamış biri olarak bu oyuna sımsıkı sarıldım. Oyunun Suriye’ de geçen bölümü oldukça kısa ve hikayeye giriş niteliği taşıyor. Asıl olay ise Sibirya’ ya adım atmamızla başlıyor. Lara, Rise of the Tomb Raider’ da oldukça güçlü, inatçı ve kararlı bir karakter olarak karşımız çıkıyor. Hatırladığımız o seksi kadın imajını bir kenara bırakıp tam bir savaşçı olarak yükseldiği bu yeni oyun; hikayesinin derinliği, entrikaları ve beklenmedik olayları ile bizleri o kadar güzel kucaklıyor ki, benim gibi ‘’toplanmadık şey kalmayacak!’’ diyen oyuncular bile bir anda kendisini deli gibi ana hikaye görevi yaparken bulabiliyor. Lara özellikle ateşli silahları kullanırken oldukça acemi. Fakat güzel kızımızın eline bir yay verdiğinizde işler değişiyor orası da

ayrı tabi. Oyunda tamamen sizin tercihlerinize bırakılan bir yetenek sistemi mevcut ve bu kendi tarzını yansıtmanıza olanak sağlıyor. Harita farklı bölgelere ayrılmış. Her bölgenin toplanacak eşyaları, yan görevleri ve tabii ki tomb’ları bulunuyor. Böylece istediğiniz zaman ana hikayeye ara verip kendinizi keşfe vurabiliyor, avlanarak haritanın ve dünyanın tadını çıkartmak ya da Tomb bulmacalarını çözmekle vakit geçirebiliyorsunuz. Her yerde gizli bir şeyler buluyorsunuz ve bu size garip bir haz veriyor. Ya da ben takıntılıyım, bilmiyorum. Rise of the Tomb Raider, herşeye rağmen sizi, şaşırtıcı derecede uysal havasıyla oyun oynamanın size iyi geleceği dakikalara davet ediyor. Oyundaki bulmaca çözme işi ise iki alana yayılmış. Birisi tomb’lar, diğeri de oyunun hikayesinde ilerleyebilmek için belirli engellleri aşmamız gereken bölümler. Rise of the Tomb Raider’ da harika bir hayal gücünün eseri olan muhteşem bir dünyaya adım atıyoruz. Grafiklerin kalitesi, detaylı ve geçmişi olan Sibirya toprakları ile buluşunca ortaya gerçekten muazzam güzellikte bir dünya çıkmış. Hepinize iyi oyunlar diliyorum…

7


ŞARAP TANRISI DİONYSOS İLE NEŞELİ BİR SOHBET

ÖZEL RÖPORTAJ | YAVUZ

G

etik Fanzin olarak şarap Tanrısı Dionysos'a ikamet ettiği Ankara, Bağlıca mahallesinde ulaştık. Dionysos, Zeus'un Semele ile olan aşkından doğan oğludur. Tarih boyunca inişli çıkışlı bir hayat süren Dionysos hayatıyla ilgili bilinmeyenleri bizimle paylaştı. Hayatınızda elbette ki zorlu dönemler olmuştur. Fakat bizim merak ettiğimiz şey bir Tanrı olarak hayatınızın hangi döneminde en çok zorlandınız? Dördüncü Murat dönemiydi. Bilirsiniz şarabı icat eden benim. Bugüne kadar geçimimi böyle sağladım. Ama ne zaman Dördüncü Murat başa geçti ve içkiyi yasakladı o zaman imalathaneye kilit vurmak zorunda kaldım. O dönem geçene kadar yazları pazarlarda üzüm satarak geçindim. Kışları ise hamallık yapmak zorunda kaldım. Peki neden Türkiye'ye yerleştiniz? 1923-1924 yılları arasında Türkiye-Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesinde Osmanlı kimliği taşıdığım için Türkiye tarafına geçip bu bölgeye yerleşmeyi tercih ettim. Biliyorsunuz Atatürk severdi içmesini, içmeyi de iyi bilirdi. Böyle bir liderin olduğu bir ülke beni cezbetti ve fırsattan istifade geçtim sınırın bu tarafına.

8

Türkiye'de geçiminizi nasıl sağladınız? Şu anki adı Gıda, Tarım ve Hayvancılık bakanlığına bağlı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumunda çalışmaya başladım. Soyadı kanunuyla birlikte Zeusverdi soyadını alarak kayıtlara Dionysos Zeusverdi olarak geçtim. Bana Zeusverdi olarakta seslenebilirsiniz. Sonsuz bir ömrüm olduğu için uzun yıllardan beridir kuruma hizmet ediyorum. Sayısız defa ayın elemanı seçildim. Ödül dolabımda ödüllerime göz atabilirsiniz. Kurum içerisinde diğer alkollü içecekleri de bana bağladıkları için unvanımı da değiştirip Tekel Tanrısı yaptılar. Nargile ve Küba purosu üzerinde denetimim yok. Pekala Tekel Tanrısı, biraz özel bir soru olacak ama Tekel Tanrısının aşk hayatı nasıl gidiyor? Uzatmalı bir nişanlım var. Altı senedir oyalıyorum kızı maddi sıkıntılar yüzünden. Biliyorsunuz, biz 4c'e tabi çalışıyoruz. Mevcut memur maaşlarıyla düğün, ev eşyası, balayı, çoluk çocuk masrafı.. Daha sayabilirim. Sayayım mı daha? Saymanıza gerek yok. Dediğim gibi bunları karşılayacak kadar çok kazanamıyorum. Vadelide biraz birikmişim var ama temmuzda vadesi dolacak, kısmetse ağustos gibi düğün düşünüyoruz biz de. Ama me-

mur olmanın avantajları da var. Toki kurasına yazıldım mesela. Eğer çıkarsa az az ödeyerek ev sahibi de olacağız. Maddi sıkıntılarınızdan bahsettiniz. Tanrı olduğunuz için ölümsüzsünüz haliyle, bu kadar uzun bir süredir yaptığınız birikimlerle oldukça büyük bir servete sahip olmanız gerekmez miydi? Gerekirdi elbet ama gençliğin verdiği hovardalıkla har vurup harman savurdum vakti zamanında. Sonra işte bir ara zar oyunlarına sardım, sonra altılı ganyan filan derken en son kendimi sanal kumar masalarında buldum. Bir ara yaptığım iki liralık kuponlarla geçindiğim için adım "iki liralık adam"a bile çıktı. Son sorumuz şu. Hiç özel gücünüz var mı? Mesela babanız Zeus yıldırım atabiliyor, amcanız Poseidon ha keza suları kontrol edebiliyor. Peki sizin özel gücünüz nedir? Bulunduğum topraklarda üzüm bağları yeşertebiliyorum. Ama şimdi toprağın verimi kalmadı. Bizim zamanımızda olacaktı ne şaraplar çıkardı o üzümlerden. Şimdi bu topraklarda yeşeren üzümlerden ancak köpek öldüren yapılır. Eskiden yaptığım şarapları satmıyorum ama, satsam ülkenin yarısını alırım biliyor musun?


ROMA’DA KADIN OLMAK YAZI | GÜLŞAH AKIN

M

.Ö. 753’ten itibaren tarih sahnesinde varlı- Kadınların, hamileliğin ve anneliğin aslında ataerkil bir ğını sürdürmekte olan Roma, imparatorluk düzene, meta olarak hizmet ettikleri göz önünde bulun-

döneminde her alanda altın çağını yaşamıştı. Ancak Romalı kadınlar bu altın çağı Roma’nın kendisi kadar yaşayamamıştı. Geçmişten günümüze dek ortaya çıkmış olan her siyasi birliğin, her devletin, her oluşumun egemen gücü olan erkekler, bu yazısız kuralı Roma’da da bozmamış kadınlara dair sadece, kendilerinin ihtiyaç duydukları insan gücünü ürettikleri gerçeğini ele alarak toplumdaki yerlerini de bu duruma göre belirlemişlerdi. Yazının ortaya çıktığı M.Ö. 3000 yılından Roma’nın kuruluşuna kadar geçen sürede ne yazık ki kadınlar sahip oldukları anaerkil güçlerini de kaybetmişler ve ataerkiye boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Kadınların tarihte var oldukları andan itibaren bir insan olmalarından ziyade anne sıfatıyla statü sahibi olmaları ve tahakküm altında tutulmaları geleneği maalesef imparatorluk dönemi Roma’sında da değişmemiştir. Adlarını tarihe yazdırabilen ve hatırlanabilen kadınlar ise genelde soylu sınıfa ait ya da İmparatorluk sülalesine mensup soylu kadınlar olmuştur. oma toplumundaki kadınların en büyük sorumluluğu annelik ve üreme sorumluluğuydu. Bu onlar için bir nevi kaderdi. Ortalama ömürleri 20-30 yıl arasıydı.

R

durulduğunda, kadınlarda bakirelik unsuru Roma’da önemliydi. adınların matrona unvanına kavuşmak için en az 3 yaşayan çocuk yapma zorundalardı. Bu yüzden yüksek doğum ve bebek ölümü oranları vardı. Kadınların -eğer kendileri çocuk doğururken ölmemişlersebebeklerinin ölümüne şahit oldukları da çok sık görülürdü Evliliklerde romantik aşka inanılmıyordu. Eşini seven erkeklerin sapkın olduğu, eşlerin tek görevinin soyun devamını sürdürmek için gerekli olan çocuk doğurmak ve evi idare etmek olduğu düşünülüyordu. Kadınlar matrona olabilmek için üç çocuk yaptıktan sonra genelde eşlerinden uzaklaşıyorlardı. Üç çocuktan fazla çocuğu olan ailelerde erkeklerin eşlerine düşkün oldukları fikri ortaya çıkıyor ve eleştiriliyordu. üm bunlara bakıldığında, insanlık tarihinin iki bin yılda ne gibi ilerlemeler kaydettiği sorusu sormak akıllara geliyor. Çünkü geçen zamanın yalnızca teknoloji açısından bir ilerleme sağladığını kabul edecek olursak insanların “modernleşemeyecek” canlılar olduğunu kabul etmemiz gerekir.

K

T

9


Nerede O Eski Popiler – 2 YAZI | ENRİCO RATSO

Ö

(Ottoman Edition)

ncelikle yakın tarihi bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var. Hani ‘liseliler bilmez’ ya o bakımdan. Yakın zamana kadar nostalji deyince akla Muazzez Ersoy gelirdi. Bu ablamız Nostalji serisini öyle bir tutturmuştu ki bit pazarlarına nur yağmıştı. Hayatında kahve içmemiş ergen veletlerin ‘Bir fincan kahve olsam 40 yıl hatırı vardır’ sözleriyle efkarlandığını bilirim. Küçük İbo falan cidden vardı yani öyle travmatik zamanlar işte. Konuya daha bilimsel açıdan yaklaşmak en iyisi. Sonu ‘ji’ ile biten her kelimede olduğu gibi nostalji kelimesinin kökenin de Antik Yunan’da arıyoruz. Grekçe nostos(yuvaya dönüş) ile latincede algia(acı) sözcüklerinin birleşmesinden ‘nostalgia’ kelimesi doğmuş. Bunun da eski Türkçe karşılığı ‘daussıla’. Şu hasret çekilen, geri dönülmek istenilen mevzuları da bir incelemek lazım. Kim nereyi, ne zamanı, neden özlüyor bir kurcalayalım. lkemizde duyulan hasretlerin başlıcası, hepimizin de malumu Osmanlı. At-Avrat-Silah üçlemesiyle doyasıya bir epiklik yaşamak isteyenler için muhteşem bir seçenek. Tercihini bu tarz bir nostaljidenyana kullananlar, haçlı ordularını tarumar etmekten Venedikliler’e kapitülasyon vermeye, Fatih Sultan Muhammed Han ile otak kurmaktan ulufe dağıtmaya kadar çeşitli heyecanlar yaşabilir. Her ne kadar kulağa hoş gelen mevzular dönse de bazı hatırlatmalar yapmakta fayda var. Sonra hayalkırıklığı yaşayıp ecdadımıza söven birileri linç edilmesin.

Ü

10

Kuralları kendimiz koyduğumuzdan dolayı sarayda yaşadığınızı farzediyor, uyarıları da buna göre yapıyrum. Sosyo-ekonomik açıdan ortalama bir Osmanlı vatandaşlığı isteyenler için yapacağım öneriler ise vergi konusunda dikkatli olamalrı ve sağlıklarına dikkat etmeleri. Hiç kimse kendi hayalinde veremden ölmek istemez, değil mi? Neyse ki, hayalimiz Anadolu’da geçiyor. Siz bir de şovalye olmak isteyen ecnebi çocuklarını görseniz. Yarı vebadan, yarısı da at tepmesinden öldü. Daha da acısı diş macunu ve şampuan olmadığı için mutsuz öldüler. Her neyse, farzedelim ki; bir şehzade olarak dünyaya geldiniz ve Roma’yı fethetmeek dahil çeşitli planlarınız var. Kardeş katline de denk gelmediyseniz ne mutlu. Karşılaşacağınız ilk şey şimşirlik(kafes) denilen yerde dünaydan izole şekilde yaşayıp padişah olma sıranızı beklemek. Nihayet Kafes’ten kurtulmayı başardınız ve ve yeniçerileri de arkanıza alıp 50 yaşında padişah oldunuz. Artık dünyayı fethedebilirsiniz demek isterdim ki maalesef diyemiyorum. Avusturya arşidükünün sadrazamımıza denk geldiği zamanlar yok artık. Savaşların en kritik anlarında da ortaya çıkan yeşil sarıklılar pek ortalığa çıkmaz oldu. Uzunca bir süre öldürülme korkusu yaşamanız nedeniyle hafif tırlattınız. Ordunuzun başında sefere gidemediğiniz için 21. yy insanlarının çok ahını aldınız. Yeniçeriler de çok bozduğu için en iyisi mi siz İstanbul’dan biraz uzaklaşın. Edirne Sarayı’na gidin ve etliye sütlüye bulaşmadan ömrünüzün kalan birkaç yılını rahat rahat yaşayın.


“gereksiz konuştuğumuz yer.”

KAT 3 DAİRE 8 LEVENT

ENRİCO

SAMET

KEREM

EMRE

BİR ÇOK ŞEY HAKKINDA 11


Levent- Arkadaşlar merhaba. Bugün size açık konuşacağım. Biz bu ay boyu ‘’lan biz sanki önemli bir şeyi unuttuk ya’’ diye dolaştık dolaştık.Dün unuttuğumuz şeyin Kat 3 Daire 8 bölümü olduğunu fark ettik. Niye böyle oldu derseniz malum kafe işleri. Yer bulma, tadilat, boya falan derken zaman çok hızlı geçti. Aslına bakarsanız bu ay mitoloji ile bilim kurgu arasında bir bağ kurup o temayla bir sayfa hazırlamak isterdik ama başaramadık. E bir gün içinde de bunu başaramayız, mecbur artık aklımıza ne gelirse konuşacağız. Eee Emre, senden başlayalım madem. Hacı şimdi dünyayı kaç aile yönetiyor ? Dokuz diyorlar, sen anlarsın bu işlerden, doğru mu dokuz rakamı ? Emre: Abi bana biraz az geldi ya dokuz. Başta bu rakam uzun süre yedi olarak gitti, sonra ’lan yedi de az oldu’ diye düşündüler, bir ara on üç dendi şimdi dokuz mu olmuş en son ? Enrico: Sekiz işte malum şahıs. Emre: Aynen Kerem: Kim o malum şahıs ? Levent: Söyleyemeyiz çok gizli. Samet: Sansürleriz ya orayı. Levent: Peki bu dokuz aile ne gibi şeyler yapıyor mesela ? Yönetiyor derken… Samet: Tarım, hayvancılık Levent: Mesela fen işleri falan var mı bunların ? Enrico: Var tabii, belediyeleri falan var, fışkiye yapıyorlar, batçık yapıyorlar onlar da. Levent: Peki şimdi bunlar hakikaten böyle cübbe mübbe giyip toplantılar yapıyorlar mı ? Kafalarına geyik boynuzu takıp ?

Emre: Tabii abi, hatta bizim son toplantıyı da biliyorsun başımıza geyik boynuzları takıp yaptık, Dali’nin toplantısı gibi oldu. Levent: Hatta Picasso da geldi ben ‘’abi sen istesen en kralını çizersin ama bilerek çizmiyorsun değil mi dedim… Peki bu ritüellerde kullanacakları şeyleri nasıl belirliyorlar. Neden Keçi mesel ? Şeytan deyince akla hep keçi geliyor. Niye öyle ? Emre: Avrupa’daki cadı avlarının yapıldığı dönemlere dayanıyor. Biraz gizemli ve ikonik hayvanlar olması da etkili, sakalları olsun, görünüşleri olsun, şeytanla özdeşleştiriliyorlar. Samet: Ben sebebini söyleyeyim. En pahalı peynir ne peyniri ? Keçi peyniri. Geleceği görerek ona göre bir yorumda bulunuyorlar o zamandan. Levent: Keçi peyniri pahalı mı lan ? Kötü kokuyor bir kere, bir de eti de ishal yapar. Balıkesir, Ege taraflarında oğlak çevirme falan yaparlar oğlağı ama alışık olmayan bünyede ishal yapar. Kerem: Sen oğlak yer misin abi ? Levent: Ben etçilim hacı biliyorsun. Yerim ben. Emre: Muhabbet Bir Zamanlar Anadolu’daki muhtarın evindeki et diyaloğuna gidiyor yalnız. Levent: Hahahaha. Kokuyor derler ama yenecek et de keçi etidir. Neyse ya hadi şu keçi-şeytan ilişkisini açıklayalım artık. Emre: Ya biraz daha açmak gerekirse, Roma-Yunan döneminde Pan diye bir tanrı var. Sürekli keçi ile ilişkilendiriliyor. Hıristiyanlık yükselirken de mecburen Paganlığı baskılaması, durdurması gerekiyor. O dönem halkı eski Pagan tanrılarından soğutma ihtiyacı duyuyorlar. Keçi de bu sebepler şeytanla ilişkilendiriliyor. Samet: Ben de keçiyle ilgili bir anı anlatayım. Bana da bir rehber anlatmıştı ben Selçuk’ta iken, bir

12


kale gördüm kalenin adı Keçi Kalesi. Rehbere sordum neden böyle diye anlatmaya başladı. Sanırım Osmanlı bir kaleyi almaya çalışıyor, alamıyor çünkü kale çok tepede tırmanılmıyor, keçiler de iyi tırmanıyor ya, Osmanlı askerleri keçilere fener takıp salıyorlar oraya keçileri gören kaledeki askerler de ‘’çok kalabalık geliyorlar’’ diye kaçıyor, öylelikle alıyorlar kaleyi. Levent: Evet aynı ‘’dünyayı dokuz aile yönetiyormuş’’ muhabbeti gibi çok kolpa bir hikaye tebrik ederiz. Emre: Evet gerçekten çok kolpa. Teşekkür ederiz hikaye için. Samet: Koskoca rehber anlattı oğlum. Enrico: Valla bir adam da atını seksen metrelik yere bağlıyormuş ya. Kimdi o ? Battal Gazi’ydi herhalde. Emre: Tabii, eski insanlar sekiz metre boyundaymış. Levent: Ya Topkapı Sarayı’nda silahların sergilendiği bölüm var. Bakıyorum, yanda da bir adam çocuğunu getirmiş, büyük ihtimalle hediye olarak falan yollanmış bir kılıç duruyor beş metrelik. Adam çocuğuna diyor ki ‘’bak eski insanlar kocamanmış’’. Ulan aynı sarayda kaftan var 1.60 ölçülerinde. Samet: Bir de Fatih Sultan Mehmet de yemeklerini tek yiyormuş, odasında. Emre: Ne alaka lan ? Samet: Trivia Crack’te çıktı geçen gün bilemedim oradan aklıma geldi. Enrico: Zehirlenmemek için mi ? Levent: Yok ya ergenlikten. II. Murat’a kızıyormuş ‘’ben yemek yemeyeceğim yaaaa’’ deyip odasına gidiyormuş, sonra akşam annesi üzülüp yemek getiriyormuş. Emre: Hatta, babası ‘’haydi oğlum halanlara gidiyoruz’’ falan dediğinde de çok sinirlenip kapıyı çarpıp ‘’bana ne ya gitmem ben halamlara falan’’ dermiş. Levent: Padişahlık sıkıntı ya. Sürekli bir öldürülme korkusu falan. Çekilmez. Enrico: Ya padişahlıktan daha zor olan padişahın ortanca kardeşi falan olmak. Abin, kardeşin falan padişah oldu tak gitti kelle. Levent: İşte o yüzden bana sorsalar ‘’İngiltere kraliyet ailesinin üyesi mi olmak istersin yoksa Doktorlar Caddesi’nde dükkan sahibi olmak mı ?’’ diye kesinlikle ikincisini seçerim. Mis gibi yaşarsın kirasını alıp. Kraliyetle falan kim uğraşacak. Emre: Bir de kafes sisteminin olduğu döneme denk gelmek falan var. Enrico: Ortalama insan ömrü o zaman elli sene, kırkını izole bir şekilde geçiriyorsun on yıl padişahlık yapmak için. Levent: Ya şimdi soruyorlar adama, ne zaman yaşamak isterdin adam hemen diyor ki ‘’Fatih dönemi İstanbul’u’’ adam zannediyor kİ, Topkapı’dan şehre girecek, ‘’Let the Sunshine in’’ çalacak hayatı seferle geçecek. Adam Fatih döneminde yaşamak istiyor ama kimse lağımcı, humbaracı olmak istemiyor, herkes kral kraliçe. Samet: Lağımcı neydi ya ? Enrico: Toprağın altından girip kuleleri falan patlatıyorlar ya onlar. Levent: Fetih 1453’te vardı ya karizmatik kaslı abiler onlar. Samet: Hee hatırladım. Ulubatlı falan vardı filmde. Levent: Fetih 1453 demişken, çok geyik yaptık da belki anlamışsınızdır, bugün konuştuğumuz şey biraz da, tuhaf, basit tarih algısı. Şimdi filmde Ulubatlı Hasan var, filmlerde bu tip şeyler normal, bir tane yakışıklı baş rol olur, ona aksiyon yaptırman gerekir, falan filan. Fakat Türkiye’de bu tip mevzular bir süre sonra gerçeğe dönüşüyor. ‘’Ulubatlı Hasan ile Fatih sarayın avlusunda oynarken…’’ ile başlayan cümleler duyuyoruz. Mesela bu işin evrensel boyutu da var. Mesela Mu kıtası ve Atlantis, Emre çok sever bu konuyu değil mi Emre. Emre: Hahaha evet. Çok severim.

13


Levent: Neyse cidden ne bu olayın muhabbeti ? Emre: Abi yine aynı olay bu Mu kıtası-Atlantis muhabbeti. İnsanlığın ortaya çıkışını anlatmak için bu işle ilgilenen disiplinlerden yararlanmak yerine yine basit olana kaçıp alternatif tarih yaratma çabası. İşte şu grup şuradan gelmiş Hindistan’a gitmiş, ötekiler Afrika’ya gitmiş vs. şeklinde açıklamak, araştırmak yerine ‘’Mu kıtası varmış, teknolojik olarak çok ileridelermiş her şey oradan var olmuş’’ deyip geçiyorlar. Enrico: Sonra ‘’Öteki Gündem’’’e çıkıp anlatırlar işte. Levent: Hahahaha. Tamam abi, madem bu tip konulardan bahsediyoruz sen de bize 51.Bölge’yi anlat. Enrico: ABD’de Roswell diye bir kasabaya gökyüzünden bir araç düşüyor, enkazdan bir uzaylı cesedi çıkıyor. Cesedi ABD ordusu alıp 51.bölgeye götürüyorlar, otopsi yapıyorar uzaylıya. Duyulmasın diye de ‘’meteoroloji balonu düştü’’ şeklinde haberler yapıyorlar. Levent: Gerçek mi peki ? Kerem: Tabii gerçek. Benzeri de Balıkesir’de mi, Denizli’de mi ne yaşandı hatta. Samet: Uşak değil mi ? Kerem: Valla yerden pek emin değilim de olay benzer. Köye uzaylı geliyor, yaşlı bir çiftin olduğu yere giriyor, dede çıkıp uzaylıyı vuruyor. Ayağından yeşil kanlar geliyor uzaylının. Üzgün üzgün bakıyor köylüye. Jandarma geliyor steril kıyafetler giyip, uzaylıyı alıp arabaya bindiriyorlar. Ekip arabasının arkasında fotoğrafı var bakıyor hüzünlü hüzünlü. Sonra köylü depresyona giriyor. ‘’Ne yaptık biz, neden misafiri almadık evimize ?’’ diye. Levent: Peki bu polisin arabaya şüpheliyi sokarken yaptığı kafa bastırma hareketini de yapıyorlar mı uzaylıya ? Kerem: Yapıyorlar tabii abi. Uzaylı da olsa şüpheli şüphelidir. Samet: Uzaylı neden şüpheli lan ? Vurmuşlar elemanı ? Enrico: Sınır ihlali hacım. Emre: Mesela Rusya için de çok yaptılar bir dönem bu uzaylı muhabbetini. Yok Rusların uzaylı deneyleri falan filan. Levent: Yalnız efsane değil gerçek olan bir olay var Rus tarihinde. Diyatlov geçidi diye. Enrico: Evet bak o çok ciddi bir olay gerçekten. Levent: Olayı kısaca anlatalım. 1959 yılında Ural Dağları’nda bir grup Rus dağcı gizemli şekilde ölüyor. Grup aslında on kişiden mütevellit fakat biri ayağını sakatlıyor, grubu terk etmek zorunda kalıyor. Diğer dokuz kişi ise Ural dağlarında ölüyor. İşi ilginç hale getirense şu: dağcıların kaldığı çadırlar içeriden yırtılmış olarak bulunuyor, yani -30 derece bir soğuklukta dağcılar çadırlarını yırtıp terk etme ihtiyacı hissetmiş ve çadırlarının dışında ölü halde bulunuyor. Cesetlerde kırıklar var fakat kırıklar öldürücü kırıklar değil, buna rağmen hiç yara izi yok, cesetleri çadırlardan uzakta bulunmasına rağmen aradaki mesafede ayak izi görünmüyor. Bazı cesetler sadece iç çamaşırlarıyla kalmış, bir tanesi ağaçta buulunuyor. Yani sanki panik halinde bir şeyden kaçıyorlar. İnternette dağcıların olayın öncesinde çektiği fotoğraflar bile bulunabiliyor. Tam olarak ne olduğu hala ortaya çıkmış değil. Enrcio: İşte bu da yine aynı şekilde yorumlanıyor ama. İlk akla gelen şey hemen ‘’uzaylılar öldürdü’’. Tamam gizem, fantastik öğeler güzel de, bir güruh bir süre sonra her şeyi aynı şekilde yorumalamaya başlıyor. Bu olayı rasyonel şekilde ele almak, ne bileyim en basitinden ‘’birileri ortadan kaldırmıştır üstünü örtmüşlerdir bu şekilde’’ düşünmek yerine ‘’uzaylılar/cinler yapmıştır’’ diye yorumlayan adam sadece bunla kalmıyor. Bunla kalsa sıkıntı yok zaten. Aynı adamlara göre dünyadaki her şey bir komplo teorisiyle açıklanıyor, her şeyin altında gizli bir el var, birileri butona basıyor. Böylece dünyadaki sorunlar da, gerçek şekilde ele alınmak yerine sürekli baronlara, gizli konseylere yoruluyor, dünyada memnun olmadığımız şeylerle mücadele edilemeyeceği, arkasında şeytani varlıklar olduğu inancı görülüyor. Gerçekleri bilip mücadele etmemek için bulunmuş bir kılıf belki de bu inanışlar. Levent: Eee Samet ya sen ne diyorsun ? Enrico: Keçi Kalesi’nden beri sesi çıkmadı adamın. Kerem: Çıkmaz tabii. Moralini bozdunuz adamın. Samet: Sizin uykunuz gelmedi mi ya ? Tüm ekip: Yoo Levent: Eee hadi konuş Samet Samet: Ya aslında bu başından beri konuştuğumuz mevzu sadece tarih ya da diğer sosyal disiplinler

14


için değil pozitif bilimler için de geçerli. Mesela ilk aklıma gelen örnek Tesla. Emre: He ya ne popüler oldu o iş de. Tesla’yı tanımayan adamlar bile Tesla’ya haksızlık yapıldığı konusunda hemfikir. Samet: Tesla Gauss değil mi ya ? Kerem: Aha bu da bilmiyormuş lan. Konuşuyor bir de. Samet: Şaka yaptım lan o kadar değil. Levent: Gauss neydi lan yöntem değil miydi sadece ? Adamı da mı varmış onun ? Enrico: Pisagor tarikatı varmış mesela. Ellerinde matematik formüller var. Kimseyle paylaşmıyorlar, saklıyorlar. Levent: Niye? Enrico:Çok önemli çünkü o formüller. Aslında Masonlar’ın ilk ortaya çıktığı dönemdeki gibi bir toplam Pisagor tarikatı da. Taş masonları da inşaatlarının sırlarını vermiyorlar. Onun gibi. Levent: Evet aslında katedral inşaatları konusu çok önemli Masonların yükselişinde. Yapı konusunda Masonlar’da bulunan teknik bilgi eskiden kimsenin elinde yok. Katedral inşaatlarını onlar yapıyor ve güçleniyorlar. Zaten Katedral inşa edilmesi demek o ülkede bir güç değişikliğine gidileceği demek. Önce bir felaket oluyor, sonra bir rahip çıkıp ‘’bu felaket tanrıya daha yakın olmadığımız için oldu, daha yüksek bir katedral inşa etmeliyiz diyor, ya da bizdekilerin dediği gibi ‘’7.4 yetmedi mi’’ diyor, katedral inşa edildiğinde kilise biraz daha güçleniyor. Emre: Mesela Pisagor’un okulunun girişinde de ‘’Geometri bilmeyenler ve Türkler giremez’’ yazıyor. Ekip: Pisagor’un okulu ne lan ? Hahahah Levent: Hatta o binayı System of a Down’ın solisti satın alıyor ondan sonra ondan sonra yazıyor o yazıyı. Emre: Yalnız aynı şekilde Jules Verne tarikatı da var. Jules Verne’in yazdığı bilim kurgu kitaplarında bahsettiği bazı olaylar zamanının çok ötesinde. Bir grup insan da, dünyadaki bazı ilklerin ne bileyim aya ayak basma’nın mesela, Jules Verne tarafından zaten daha önce yapıldığına sonra da Jules Verne’in bunları yazdığına inanıyor. Levent: Valla ben Jules Verne’i çok okudum. Çok da severim. Daha önceden haberdar olsam katılırdım. Emre: Eee napıyoruz ? Samet:Kapanış konuşması yapayım mı ? Levent: Yap Samet: Bitti

15


YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

Ç

ocukluğumu hatırlıyorum da, hayatımın uzun bir dönemi Atari, Sega, Playstation vb. oyun konsollarıyla geçmişti 90’lı yıllarda doğan çocukların çoğu gibi. Bu konsollarda çeşit çeşit oyunlar oynadım, oyunların bir kısmı spor temalı oyunlarken, bir kısmı da bir düşmana karşı savaştığınız aksiyon oyunlarıydı. Aksiyon oyunları hakkında hatırladığımsa, yazımın başlığını açıklar nitelikte. On, on bir yaşlarındayken, bu oyunların çoğunda düşman tarafın sıradan karakterlerini Bizans askeri, bölüm sonu canavarlarını ise Bizans komutanları olarak görürdüm. Oyun dünyasının diliyle en son ‘’boss’’ ise tabii ki Bizans imparatoruydu zihnimde. Kötü olan her şey Bizans ile özdeşti kafamda. Bu algının oluşmasında ilkokulda sosyal bilgiler dersinin bir parçası olan, orta okuldaysa kendi başına bir ders haline gelen tarih derslerindeki anlatımın alakası olsa da, asıl büyük etkinin popüler kültürde, özellikle sinemada yansıtılan Bizans imajında olduğunu düşünüyorum. Eğitim sisteminde ve popüler Türk kültüründe, Bizans’ın öncülü diyebileceğimiz Roma İmparatorluğu’na karşı antipatik bir algı oluşturma çabası yok denecek kadar azken, Bizans, öne çıkan Grek karakterinden ötürü düşman olarak seçilmişti. Türklerin-Osmanlı’nın en büyük düşmanı, kalleş, şeytani bir devletti. Bu algı tarih alanıyla ilgilenmeye başladığında yavaş yavaş kırılsa da, Bizans İmparatorluğu’nu gerçekten tanıdığım dönem üniversitede

16

tarih eğitimi almaya başlamama açıldı. Daha doğrusu, kafamdaki karikatürize ‘’şeytan Bizans’’ algısı halihazırda doğal olarak yıkılmıştı on sekiz yaşındaki her insanda olması gerektiği gibi. Fakat Bizans’ın önce Osmanlı’ya daha sonra da doğal olarak bu topraklara bıraktığı etkiyi görmem üniversitede gerçekleşti.

B

u yazıyı yazmama ilham olan şey, Bizans tarihiçisi Koray Durak’ın Tarih Vakfı konuşmaları kapsamında yaptığı, Türkiye’de lise tarih derslerinde Bizans’a verilen yer ile ilgili konuşmaydı. Bu topraklarda çok uzun süre hüküm sürmüş Bizans’a verilen yer, belki de bir düşman yaratma ihtiyacından dolayı yıldan yılda azalmış, Bizans İmparatorluğu’ndan bahsedilen o küçük kısım da, genelde ‘’Bizans entrikaları, Bizans oyunları vs.’’ ile geçiyordu. Peki Bizans aslında neydi ? Neden bu topraklarda var olmuş diğer medeniyetler gibi bu topraklardaki kültür üzerinde pay sahibiydi ? Osmanı’nın sadece düşmanı mıydı ? Osmanlı üzerinde hiç etkisi yok muydu ? Roma ile ilişkisi neydi ? İçinde Bizans tarihi ile ilgili en az bir kişinin bulunduğu bir ortamdaysanız, Bizans İmparatorluğu hakkında konuşmaya başlanınca ilk duyacağınız şey genelde, resmi olarak adı ‘’Bizans’’ olan bir devletin olmadığıdır.


‘’Bizans’’ ismi, İstanbul’un MÖ 667’deki adıdır. Bu ziyade, imparatorluk ismin kral Byzantas’dan geldiğine inanılır. Devletin, Bizans İmparatorluğu olarak anılmaya başlamasının sebebi, bir XVI.yy tarihçisi olan Hieronymus Wolff’un devleti bu şekilde adlandırmasıdır. Devlet, kendini her zaman Imperum Romanum-Roma İmparatorluğu şeklinde adlandırmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu kendine merkez olarak bugünkü İstanbul’u, o dönemki adıyla Konstantinapolis’i seçti. Daha doğrusu, imparator Konstantin, Konstantinapolis’i başkent olarak inşa etti. Hatta şehir, çok kısa bir dönem Nova Roma, yani Yeni Roma ismiyle anıldı. Bunun sebebi kuşkusuz ‘’Roma’’ ismi üzerinde hak iddia edilmesini meşrulaştırmaktı. Roma’ya sahip olmadan Roma İmparatorluğu olunamazdı çünkü. Hatta İstanbul’a yedi tepeli şehir denmesinin sebepleri de bu tarihlere ve ‘’Nova Roma’’ iddiasına dayanır. Dünyada ‘’yedi tepeli şehir’’ olarak bilinen diğer şehir de Roma’dır zira. Bu isim çok kısa bir süre benimsenmiş, daha sonraysa tekrar ‘’Konstantinapolis’’ ismine dönülmüştür. Şehir uzun yıllar Roma etkisinde kalmış, daha sonra 1204’te IV. Haçlı seferleri sonunda Latinler şehri ele geçirmiştir. Şehir 1261 yılında tekrar Bizans kontrolüne girmiş ve 1453 yılına kadar Doğu Roma İmparatorlu’ğuna başkentlik yapmıştır. İşin ilginç ve bize ne zorunlu eğitimde ne de popüler kültürde aktarılan kısmı burada başlıyor. Fatih, Konstaninapolis’i aldıktan sonra zannedildiği gibi şehrin adı apar topar, İstanbul, İslambol vb bir isme çevrilmiyor. Şehrin Osmanlı’dan, cumhuriyet’in kuruluşuna kadar resmi belgelerde sıkça kullanılan ismi ‘’Kostantiniyye’dir’’ Hayır, yazımda bir hata yok. Konstantiniyye değil, Kostanniyye, Fatih belki şehrin tarihin dokusunu korumak istemesinden eski ismini tamamen değiştirmemiş ama kendi kontrolü altında tuttuğu bir şehre ‘’Konstantin’in şehri’’ denmesini istemeyeceğinden, Kostantiniyye demiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda basılan paraların üstünde uzun süre ‘’Kostanniyye’de darp edilmiştir’’ ifadesi yer almıştır. Osmanlı’lar Bizans’tan aldıkları şehirden ‘’n’’ harfini atmış, polis yerine de ‘’iyye’’ takısını getirerek, Doğu-Batı sentezine bir örnek oluşturmuştur. Fatih’in Konstantinapolis’i fethinde Roma İmpatarloğu üzerinde hak iddia etmenin sağladığı motivasyonsa bugün artık iyiden iyiye bilinmeye başlayan bir durum. Fetihten sonra, kendisine Kayzer-i Rum, yani ‘’Ceasar of Rome’’ demeye başladığı da artık eskisinden daha çok biliniyor.. Yani olayları düzgün şekilde sıralarsak, Roma İmparatorluğu kuruluyor, büyüyor, ikiye ayrılıyor, imparatorluğun doğu tarafı kendine başkent olarak bir ‘’Yeni Roma’’ kuruyor -bu şehir günümüzün İstanbul’u- Fatih bu şehri fethedip kendisine ‘’Roma imparatoru’’ diyor. Yani, şehrin fethnin en büyük amacı, şeytani, kahpe Bizans’ı ortadan kaldırmaktan

iddiasını güçlendirmek. Zira, dünyada bir tane imparator vardır o da Roma İmparatoru’dur, bu açıdan değerlendirildiğinde, Fatih’in Otranto seferinin sebepleri de daha anlaşılır olacaktır.

T

ekrar Bizans’a dönersek, Bizans’ın Osmanlı üzerindeki tek etkisini İstanbul üzerinden değerlendiremeyiz. Osmanlı’da çok önemli bir yer teşkil eden, lise tarihinden hepimizin hatırladığı ‘’Tımar sistemi’’nin kaynağı da birçok tarihçiye göre Bizans’tır. Bizans’taki ‘’pronoia’’ sistemi bazı değişikliklerle Osmanlı’da ‘’tımar’’ ismini almıştır. Yine Osmanlı’da çok fazla önem arz eden, devletin merkeze uzak bölgelere ulaşmasında ciddi pay sahibi olan ‘’vakıflar’’ da, çok benzer bir haliyle Bizans’ta görülmüş, Selçuklu ve Osmanlı’yı etkilemiştir. Bizans’ın bu topraklar üzerindeki etkisi sadece devlet aygıtlarıyla sınırlı değildir. Bizans kültürel anlamda da birçok şekilde etkilemiştir Osmanlı’yı. Youtube’da yapacağınız bir ‘’Byzantium music’’ aramasıyla ulaşacağınız şarkılarla, Türk Sanat Müziği eserlerini karşılaştırarak bu benzerlikten küçük bir kuple dinleyebilirsiniz.

B

unları anlatmamın sebebi, Bizans’ın muhteşem bir devlet olduğunu, Osmanlı’nın Bizans’tan bir şeyleri çaldığını -tarih incelerken ‘’çalma’’ kelimesini kullanmak bile başlı başına saçmalık ama popüler algıya cevap vermek adına kullanmak zorunda kalıyorum- kanıtlamaktan ziyade, Bizans’ın, bu toprakların tarihinden olduğunu, bu toprakların tarihine işlendiğini göstermek. Bizans tarihi, Yunan tarihinin, Roma tarihinin olduğu kadar, bu toprakların tarihidir, bu topraklarda etkisi vardır, aynı Selçuklu gibi, Osmanlı gibi, Hititler gibi. Tarih fanatikçe yapılmaz, ‘’o Yunan’ın tarihi, bu benim tarihim’’ denmez. Bu topraklar üzerinde kurulan her medeniyet ‘’Anadolu tarihi’’nin bir parçasıdır, bu toprağın dokularına işlemişdir. O yüzden nasıl Hititleri, Sümerleri görmezden gelerek bu topraklarda tarihçilik yapamazsak, Bizans’ı görmezden gelerek de yapamayız. O yüzden bırakalım da ‘’Kahpe Bizas’’ eski bir Yeşilçam repliği olarak kalmaya devam etsin. Ötesine geçmesin.

17


YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

G

azeteyi şak sesini çıkartarak açmak istemiştim fakat elimin ayarı Steinback’in Fareler ve İnsanlar Romanındaki Lennie’den hallice olduğundan gazeteyi patatez ettim. Her neyse hiç bozuntuya vermeden katladım falan ama olmadı gazetede bir bozukluk vardı. Katlanacak kısımları denk getirememiştim. Artık daha fazla mücadele etmek istemediğimden gazeteyi masaya koydum ve önüme gelen ilk sayfaya mal gibi bakmaya başladım. Evet efendim okumuyordum sadece bakıyordum ve bir yandan da terliyordum. Zira bu durumdan bir an önce kurtulmak ve çay bahçesi halkının dikkatine daha fazla mahzar olmamak istiyordum. Okuduğum haber “Henry Müslüman oldu!” Haberiydi. Yıllarca Arsenal formasını terleten Thierry Henry’den bahsediyorum. İşte tam bu esnada orada çalışan bir arkadaşım yanıma geldi ve Henry’nin fotoğrafını süzerek “Nolmuş hacım?” Dedi. “Henry Müslüman olmuş” dedim.

“Abi adamlar dinimizi bile bizden daha iyi kolluyorlar. Bizi yenebilmek için dinimizi daha çok okuyorlar” dedi ve gitti. Acaba ne demek istedi diye düşündüm. İçinde yaşadığı toplumun özeleştirisini mi yapmak istemişti? Dinimiz demesine rağmen neden Henry hala ötekiydi onun için? Yılların santraforu durduk yere neden ajan damgası yemişti?

18

Bu sorularım asla cevap bulmadı. Zira ben de uğraşmadım. Çünkü aslında ne demek istediğini anlamıştım.

K

lasik ve klişe bir “Gavur yapıyor abi!” muhabbetiydi bu. Gavur yapıyordu. Herşeyi yapıyordu. Gavurun elinden her iş geliyordu. Yeri gelince atom parçalıyor yeri gelince güzel ülkemizi parçalıyordu. Bundan on yıl önce olsa gençliğimin verdiği heyecanla

“Aslında öyle değil bak devletler dış politikalarını kendi çıkarları üzerine kurarlar, salt bir biçimde başka bir devlete pislik yapma amacı taşıdıklarını düşünmek bizi hataya iter, vesaire…” Şeklinde konuşmaya başlar ve “Herkes bize düşman” ağlaklığının bize fayda getirmeyeceğini fa-

lan anlatırdım ama şimdi tartaklasanız dahi anlatmam. Anlatmam çünkü aslında ortada böyle zannedilen bir durum yok. Hatta hiçbir şey zannetmiyorlar. Çünkü birileri onlar adına zannediyor. Dış mihrak ve gavur yapıyor muhabbetinin en önemli sebeplerinden biri de bu kolaylığı. Dış mihrak deyip geçiyorsun. Peşini kovalamıyorsun ve kafan rahat ediyor. bu sayıda çeşitli yazılarda ve Kat 3 Daire 8’de sıkça bahsettiğimiz alternatif tarih yazıcılığının bu derece popüler olma sebebi de tam olarak bu peşini kovalamama durumu. Bir konu hakkında yalan yanlış bir şeyler söylüyorsun ve konuyu toparlayamadığın anda deus ex olarak bir baron ortaya çıkartıyorsun ve mevzu çözülüyor.


Zira alternatif tarih yazımında Baron çok önemlidir. Kralın kellesi gider İmparatorun g*tüne teneke bağlanır ama Barona bir bok olmaz. O sapasağlam yerindedir.

B

ir de bu baronların çeşitleri vardır: Uyuşturucu Baronu, Fuhuş Baronu(kendisinden böyle bahsetmez sanırım ha? Merhaba ben Fuhuş Baronu Anton Fransuva), Bahis Baronu ve Ketçap Baronu. Ketçap Baronu kısmı ise benim uydurmam değil gerçekten iddia edildi. Abd dışişleri bakanı John Kerry’nin hanımı meşhur ketçap markası Heinz’in kızıymış. Bununla ilgili bir komplo teorisinde John Kerry’den ketçap Baronu diye bahsetmişlerdi. Adam duysa kesin darılır.

A

slında bu sayıda tarihte olmuş olduğu sanılan fakat aslında öyle gerçekleşmeyen bir olayı anlatmayı düşünüyordum ancak Getik Kafe’yi açmak ile meşgul olduğumdan yeterli çalışmayı yapamadım. Ben de ne yaptım böyle uçları muğlak bir yazı yazmayı tercih ettim. Yani tam olarak eleştirdiğim şeyi yaptım. Yaşandığı kanıtlanamayacak bir anı, Ben sana demedim ki, ben seni kastetmedim ki denilip içinden çıkılabilecek bir kaç örnek ve gerçekte var olan ancak bu yazıyı asla görmeyecek hadi diyelim bir mucize sonucu görse dahi ciddiye alıp muhattap olmayacak bir isim. Yani neymiş? Alternatif tarih, tarih araştırması yapmaya üşenenlerin sarıldığı hayal ürünü bir şeymiş. Yani neymiş? Yapması çok kolay ve formülü basitmiş. Tekrar başa dönmek gerekirse “Dış Mihrak” paranoyasının öyle yıllar süren derin bir siyasi hamle ile halkımıza yerleştirilmiş bir uyutma taktiği olmadığını söylemek

yanlış olmaz. Uyutma taktiği olduğu kısmı doğru itiraz ettiğim kısım yıllarca süren bir hamle olması. O kadar uzun sürdüğünü düşünmüyorum. Biri çıktı ve bunu söyledi geri kalanlarımız ise “Aaa. İyi lan kolaymış bu.” Deyip kabul ettik. Kim olduğu tam olarak belli olmayan ancak her türlü puştluğu yapabilecek bir düşmanımız oldu böylece. Olmayan bir düşman yaratma konusunu daha ciddi bir biçimde bahsedilmesini istiyorsanız Kurtirica’nın Underground’unu ve Emin Alper imzalı Tepenin Ardı’nı izlemenizi tevsiye ederim. Bu tembelliğin iyi tarafları da yok değil. en azından şimdilik kimse ağzının tadı kaçsın istemiyor ve Salem şehrinin Püriten halkı gibi cadı mahkemelerinde konu komşusunu yaktırmıyor. Bunun yerine suçu hiç ulaşamayacağı bir düşmana atarak günlük hayatına ekstra bir eylem koymaktan kaçıyor. Fakat tabi bu konuda hiç güven vermeyen bir geçmişe sahip olduğumuzu da bir an olsun aklımızdan çıkarmamamızda yarar var. Çünkü deniz birden köpürür ve altında boğulursak bizzat bu dalgalara sebep olanlar eski saf ve temiz halk moduna anında dönecek ve kendilerini “kandırılmışız” moduna alacaklardır. peki ya kandıran kimdir derseniz cevap basittir: Dış Mihraklar. Gavura gıpta ile bakılır. Gavurdan nefret edilir. Gavur gibi olmak istenir. Gavur aşağılanır. Gavur değerlerine, ailesine , vatanına bizden daha iyi sahip çıkar. Aynı Gavur karısını kıskanmaz (çünkü domuz eti yer. Hmm) Kısacası öğrendiğimiz ve uydurduğumuz kadarı ile yarattığımız Avrupa- Amerika karması bu hayali topluluk ile aramızda gıpta-nefret ilişkisi hep var olacaktır. Kullanışlı ve ergonomik yapısını da uzunca bir süre daha muhafaza edeceği tarafımdan düşünülmektedir.

19


FOTOĞRAF / YAZI | MELİKE KOÇ

iraden dışında dünyada oluşan güzelliklere bi bak! Poseidon ve Gaia bize küçük oyunlar oynuyorlar...

zencefillimon

20


YAZI | BUSE KARAOĞLU

Şiir

yürekte, gizli defterlerde ve mektuplardaydı çünkü önceleri. Yanlız biz bilir, biz hissederdik o güzel dizeleri. Herşeylerden kaçıp onların koynuna girerdik. Sığınak bilirdik, yağmurlu bir günde yahut ılgıt bir haziran gecesinde şiiri.Kimi insanlar, belli şiirlerle benimsenmiş, bütün olmuştu. Eğer olur da arındırırsak geceyi bulutlardan, herkes sözü bildiği şairin özü bildiği şiiriyle parlardı geceye yıldız gibi. Ve böyle şiirler aydınlatırdı gecemizi harabe sunaklarda.Gün olup kapımız şiir için çalındığında sevda ile aynı sokaktan, hüzün adlı viraneden, kavgamızın içinden, anka cesaretinden, martı kanadından alır, alıyla moruyla sunardık dosta. Argonun tatlı dilini dahi şiirle ileri getirmiştik. Böyle yolumuz yoldaşımız bellemiştik şiiri. Cimrilik etmezdik üstelik. Kurak kalmasın diye kalpler şiir serper, şairlerle tanı-

şık ettirirdik dostları. Yalnız bir taşıyabileceğine inanan girerdi edebiyat yük katarına.Tabii aşklar vardı bir de. Her aşkın resmi dili gibi resmi bir şiiri vardı. İki kalp bilirdi bu şiiri. Tenselliğin ötesine geçerdi şiir.Şimdiyse ne zaman iki dize kopsa gönlümüzden de çıkıverse ağzımızdan, "Ayy o Nazımındı değil mii? " şeklinde laubali bir söylemle kaçar oldu tadımız. Herkesin şair olmadığı, aklına esenin istediği yere şiir iliştirmediği dönemler daha aydın, daha aydınlık, daha manalıydı. Bir bebeğe sınır yaratan cehalet sardı etrafımızı. Dört bir yanımız laçka zulası. Şairliğim ağlıyor, ben ağlıyorum yaşadıkça engel olamadıkça.Önceleri şiir ezberlemek hakikatli bir işti. "Şiir sokakta" diyerek şiiri sokağa taşımamız oldu mu? Emin değilim. Esaslı şiir geri dönsün. Sokaklar muazzam. Ama metin değil...

21


ÖYKÜ | DOĞUKAN IŞIK

Y

üklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık, öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde kadın, erkeğin bedeninin altında ezilmeyi özler. O hâlde, yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

-Milan Kundera-

B

inlerce yıllık bir şehrin, belki en eski semtinde, sadece otuz yıllık bir binanın beşinci katındaydım. Gökyüzüne olabildiğince uzaktım. Yıldızlar, koyu renkli bulutların arkasına saklanıyor, saklandıkları bulutların sırtlarını aydınlatıyorlardı. Olduğum yerden baktığımda onları göremedim. Camı aralayıp, koca kafamı yerçekiminin çıplaklığına sarkıtmayı aklımdan bile geçirmedim. Apartmanların ışıkları seyrelmişti. Yumuşak, ılık bir gece olmadığından emindim. Yılın üçüncü ayı, ayın ikinci pazartesini kucaklamıştı. Bileklerimi sürterek puslu camın buğusunu sildim. Sola esneyerek sokağın diğer ucuna baktım. En sondaki apartmanın bahçesindeki ıhlamur ağaçlarına gözüm takıldı. Yapraklar, canlı ve anlık hareketlerle birbirlerine çarpıp duruyorlardı. Gümüş zırhlı, kirli bir bulutun ucundan sarkan eskimiş ay, yaprakların üzerine ışığını sarkıtıyordu.

S

okağın durağan nefes alışını seyrederken ona arkamı dönmüştüm. O, benim bir bar kavgasını andıran hayatıma aldığım en renkli gözlü kadındı. Döndüm. Pencerenin soğuk mermerine yaslandım. Eskimiş ay, kirli bulutlar, sokağın kimsesizliği ve yaprakların çarpışmaları arkamda kaldı. Ölgün gözbebeklerimi ona diktim. Konuşuyordu. Dinlemedim. Zihnimin gizli deliliklerine boyun eğiyor, anlatmak istediklerimi içimden mırıldanıyordum. İyi hissediyordum; iyi hissetmemek için hiçbir nedenim yoktu. Karşısına oturdum. Göğüs kafesimin soluna doğru derin derin vuran tokmak seslerini duydum. Parfümünün kokusu beni yatıştırıyordu. El kol hareketleri keskinleşince önemli bir şeyler anlattığını düşünerek içimden konuşmayı kestim. Artık sessiz olmaya lûzum yoktu. Gevezeliklerimiz her zaman keyifli olurdu. Yine öyle oldu. Yeşil renkli kupa bardaklarımızdan dudaklarımızın yanmasından korka korka kahvelerimizi içtik.

K

alktı. Ağır adımlarla ayağını sürüye sürüye yanıma oturdu. Şiddetli bir yürek çırpıntısı göğsümü dövüyordu. Bakışlarım odanın çıplak parkelerini süpürdü. Dudaklarına eğildim. Gözleri kapandı. Öperken yanaklarını avuçlarımın içine aldım; hep böyle yapardım. Pembeleşen elmacık kemiklerinin alevini duyumsadım. Yüzüne baktım. Gözlerine anlaşılmaz bir çakıntı yerleşmişti; renkler telaşlanmış gibiydi, telaşlanmıştı renkler, telaşlıydılar. Yüz hatları heyecandan gerilmişti. Alt dudağının ıslak kıvrımları ışıldıyordu. Soluklarımız odanın yarı karanlığında yankılar uyandırıyordu. Öpücüklerinde öyle merak uyandıran, sevecen bir tavır vardı ki, iliklerime kadar huzurla doldum. Sarıldım. Ağzımı kulaklarına yaklaştırdım. Saçları gözlerinin önünden omuzlarıma döküldü. Titreyen parmaklarıyla onları geri itti. Yüzüne içten bir gülümseme yayıldı.

22


B F

edeni yanan abajurun yarı aydınlığında gölgelenmişti ve gözleri yarı kapalıydı. Dudakları alnımda geziniyordu. Öpücüklerinin arasından fısıltıyla çıkmıştı sesi: "Ne düşünüyorsun?''

ikirlerimin guruldadığına inanmaya başladım. Beni yakalamıştı. Duraksadım. Nasıl anlatacağımı düşünüp toparlamam için zaman bırakmamıştı. -buradayım ve âşık olduğum kadınla içimdeki ölü toprağını ıslatırcasına sevişmenin bir tutku olduğunu görüyorum onunla uyumak ise o topraktan hârikulade kaleler yapmaya benzeyecek çiftleşmenin arzusunda değil birlikte uyumanın büyüsünde kendimi bulabileceğim içimdeki karartı ışıyacak duyularımın paniğini ilk orada duyacağım varoluşumun sayıklamalarından ve sahtekârlıklarından ancak böyle kurtulabileceğim büyük şehirdeki orospuların kokuları burnumdan silinecek her şey tanrının yarattığı ilk hâline dönecek birazdan yorulup uyuyacağız ve ben dar kuytu bir yoldan çıkmışlık döngüsünü kıracağım- Cevap vermedim. Vücudunun bütün kıvrımlarında parmak uçlarımı gezdirdim. Durgun bir gölde; boyası dökülmüş, yaşlı bir sandalın kenarlarına tutunarak usulca açılır gibiydik. Biz açıldıkça arkamızda bıraktığımız sahil yükselip alçalıyordu. Bedenimdeki ilk havaî fişek, gökyüzüne bir iç çekiş gibi yükseldi. Biraz sonra düşlerimiz ve bedenlerimiz birbirine dolanmış olarak uyuyakaldık.

E

rkenden uyandım. Sessiz olmaya çalışırken dişlerimi sıkarak usulca yataktan çıktım. Oda havasızdı. Cama yöneldim. Pencereyi açıp gözlerime taze ışık doldurdum. Uyanmıştı.

‘‘Günaydın,’’ dedi yutkunarak. Yanına oturdum. Saçlarını okşadım. Eğildim. Uykusundan öptüm.

Y

ataktan kalktı. Mavi-beyaz sigara paketinden bir dal çekti. Kalemle çizilmiş, kalın dudaklarına götürdü. Yaktı. Yüzü bir endişeyle bulutlanmıştı. Neden bilmiyorum, bir gün çekip gideceğini düşündüm. Bugün değil ama, bir gün yapacaktı. Sesinde katı madenî bir ahenk vardı. Sigaranın külünü silkti. Gülümsedi. Gülümsedim.

K

ahvaltı yapmak için öteberi almak üzere dışarı çıktım. Yüksek kaldırımdan aceleci, ısrarlı adımlarla yürüdüm. Binalar öne doğru eğilip bana bakar gibi oldular. Hiçbirine yüz vermedim. Önünden geçtiğim dükkânın radyosunda bir adam konuşuyordu. Adımlarımı sıklaştırdım. Sesi arkamdan yetişti. Sokağın bitiminden, pek de dik olmayan bir yokuş, sağa kıvrılıyordu. Köşeyi dönünce sağdaki eskicinin gözlerini bana acırmış gibi bakarken yakaladım. Kafasının üstüne baktım. Kırlaşmış saçları sonradan dalgalanmıştı. Eskiciyi aklımdan uzaklaştırıp ilerledim. Sıcak simit, zeytin ezmesi ve gazete almak üzere orta hâlli bir marketin ve fırının bitişik olduğu caddeye inmeye karar verdim.

E

ve döndüğümde yüzündeki endişe bulutu silinmişti. Derince bir nefes aldım. Aklımın içinde son yarım saattir dolanan düşünceleri tereddüt etmeden kovdum. Kahvaltımızı yapınca uykumuz iyice açıldı. Pencereyse, zaten açıktı. Aylak bir rüzgâr ıhlamur ağaçlarının baygın kokusunu dağıtıyordu.

A

partmanın merdivenlerini neşeyle, birer ikişer atlayarak indik. Dışarı çıktık. Soğuk. Giriş kapısı ardımızdan ağır ağır kapandı. Öne doğru eğilip bakan binalar bu kez oralı olmadılar. Daha önce önünden yalnız geçtiğim dükkânın radyosundaki adam çenesini kapamıştı. Köşeyi döndük. Eskici yerinde yoktu. Gözlerim neden onları arıyordu? Zihnimi okuduklarından mı şüphelenmiştim? Benimle aynı endişeyi paylaştıklarından mıydı o tavırları? Bütün bunlardan ona hiç bahsetmedim. Yalnız olmayışımın huzurunu ilk kez soluyordum. Bunu berbat edemezdim. Etmedim.

O

tobüs duraklarına çıkan caddeye doğru sallanarak körlemesine yürüyorduk. Yüzlerimizde belli belirsiz bir sevinç sıyrıntısı. Aynı caddeye inen kestirme bir sokağın önünden geçtik. Bu saatlerde daha az kalabalık olurdu. Umursamadık. Dosdoğru yürüdük.

23


Y

ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ

ıkılmaya başlamıştı bile her şey ve düşünüyordum. Sadece düşünüyordum. Bir başımaydım ve uzun süreli okumalar yapardım, bunun çok da sağlıklı bir şey olmadığını farkettiğim gün okumalarımı azalttım ve bu yüzden yapacak başka çok bir şey kalmamıştı elimde. Düşündükçe yıkımın büyüdüğü gerçeğini iyice kazıyordum aklıma, ve var edildiğim bu hayata karşı sorularım vardı. Bileklerimi her okşadığımda inceldiklerini, düşüncelerimi her okşadığımda ise varlığımın her bir yanına battıklarını hissederdim. Bakışlarım duvarda, evimde oturmuş bu tip deliliklerin hakkından gelmeye çalışırken kapı çalındı, adının Esma olduğunu savunan, cidden iri göğüslü, orta boylu, kumral bir kadın ile karşı karşıya kaldım. Alt komşum olduğunu iddia ediyordu. 'Merhaba Esma, nasılsın?' dedim. 'İyiyim ama sen değilsin galiba, bir sorun mu var? Tuhaf sesler geliyor dairenden.' 'İçeri girip bakmaya ne dersin?' dedim ve gülümsedim. Arkasına dönüp dairesine girmesi aynı anda olmuş gibiydi. Ne olduğunu bile anlayamadım. Tuhaf sesler derken ne demek istemişti bu kadın ? tek bir ses bile yoktu dairemde ayrıca birisi bana böyle bir teklif sunmuş olsaydı kesinlikle içeri girer ve merakımı giderirdim. Yeşil koltuğuma geri dönerken bir bira kaptım ve iyice yayıldım koltuğuma. İlk yudumumu almıştım ki kapı tekrar çaldı, söylenerek açtım kapıyı. 'Ne var Esma?' 'Ne tür bir sapıksın bilmiyorum ama işini bitireceğim senin.' Elinde kırmızı saplı ve oldukça büyük bir bıçak vardı. İçeriye adımını attığı gibi geri çekildim. 'Beni haklaman için biraz uğraşman gerekecek seni manyak ! Seni evine davet eden her adama böyle davranıyorsan ciddi bir nefret problemin var.'

24


Elleri titriyordu Esma'nın. Daha önce, büyük bir bıçakla herhangi bir adamın evini basan birisinin ellerine benzemiyordu elleri. Tuvalet kapısının önüne kadar sürüklemişti beni, bu gerçekten sinir bozucuydu. Ölümün bu denli berbat bir şekilde beni avlayacağına inanmak istemiyordum. Ertesi gün, gazetede küçük bir köşede ya da bir haber programında yirmi otuz saniyelik bir cinnet hali cinayeti ile anılacaktım. Haber başlıkları belirmişti bile kafamda.

'ÜST KOMŞUSUNUN EVİNDEKİ TUHAF SESLER YÜZÜNDEN CİNNET GEÇİREN KADIN, ADAMI BANYODA BIÇAKLAYARAK ÖLDÜRDÜ.' 'GÜRÜLTÜ YÜZÜNDEN KOMŞUSUNU 34 YERİNDEN BIÇAKLAYARAK ÖLDÜRDÜ.' 'KENDİSİNİ TACİZ ETTİĞİNİ İDDİA EDEN KADIN, KOMŞUSUNU EKMEK BIÇAĞI İLE BİRÇOK KEZ BIÇAKLAYARAK ÖLDÜRDÜ.' Acaba hangi başlık durumumu daha iyi özetlerdi? Yalandan bir ölüm yaşayacaktım ve bu durum beni güldürmeye başlamıştı. 'Seni aşağılık herif neden gülüyorsun?' 'Sadece haber başlıkları tatlım.' 'Ne haberi? Ne diyorsun sen?' 'Beni delik deşik ettikten sonra gazete manşetleri belki de, bilmiyorum.' 'Seni öldüreceğimden emin olman hoşuma gitti.' 'Ne? Asıl sen ruh hastası bir sapıksın Esma. Neden oturup biraz konuşmuyoruz, biramı daha yeni açmıştım sanada bir tane açabilirim.' 'Seni hallettikten sonra ikisini de içmeyi tercih ederim.' Kadın işimi bitirmeyi kafasına koymuştu. Sebebinin davetim olmadığından emindim. Böyle birşey yüzünden yapılacak bir iş değildi bu, ah, tanrım neden ben? yoksa sana inanmıyor oluşumdan mı? Karşımdaki bir deli olsa daha yaratıcı ve cesur hamleler sergileyebilirdi ve elleri kesinlikle daha korkunç gözükürdü. Ama hakkını vermeliyim ki cesaretini yitirmiş kısmen yaratıcı bir deli olduğuna inanmıştım. Kitlelerin tabiriyle aklı fazlasıyla yerinde olan, algısı açık, anlayışlı insanlardan çıkıyordu yaratıcı fikirler. Benim tabirimle ise bir deli, bir ruh hastası ya da bir bağımlıdan çıkıyordu yaratıcı fikirler. Elleri titreyen birisine göre sıkı bir hamle yapmıştı Esma ama reflesklerim hayatta kalmamı sağlamıştı. Her zaman güvenmişimdir reflesklerime. 'Bu işin sonunda zararlı çıkacağından emin olabilirsin Esma.' 'Seni alkolik pislik, gürültünden bıktım. Senin icabına bakamasam bile hayatta olduğunu mu sanıyorsun sen! Senin gibileri iyi tanırım. Bütün parasını içkiye yatırır ve dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğu üzerine naralar atarsınız.' dedi ve bir an için duraksadım, gerçekten rahatsızdı bu kadın. Hangi alkol bağımlısı deyyus Esma'yı bu hale getirmişti? Evet hayatımda içkiye yer vardı ama gürültü ve nara atma konusuna anlam veremiyordum. Kollarımı yavaşça indirdim; 'Güldürme beni, benim gibisini henüz tanımadın, tanımak üzeresin, hadi en iyi hamleni yap!' dedim. 'Ölümden korkmadığınıza inanırsınız ama en çok siz korkarsınız ölümden.

25


Sen ve senin gibiler. Bir kadının elini tutmayı bile beceremezsiniz.' Sinirlerimi tahrip ediyordu bu kadın. 'Katil olacak birine göre sıkı(?) cümleler bunlar. Ne okuyorsun sen Oscar Wilde felan mı? Dünyanın bir gün insanlardan kurtulabileceğinden emin değilim ama kendi dünyamı bugün senin elinden kurtaracağıma eminim güzelim.' Gözlerimi o koca bıçaktan ve Esma'nın koca göğüslerinden alamıyordum. Ölüm ile koca göğüsler arasında bir tercih yapmam gerekiyordu ve zor bir durumdu bu. İkisini de ister bir halim vardı. Acaba bıçağı bana sapladığında çıkarmasına izin vermeden üstündekileri yırtıp göğüslerine ulaşabilir miyim diye düşündüm. Saçma bir fikir olduğuna karar verdim. Nereden geliyordu böyle şeyler aklıma, Esma'nın da dediği gibi cidden sapık bir otuz birci olabilir miydim? Ayrıca, ölümü ensemde hissetmem, tahrik olma halimden daha korkunç değildi. Bir yanım elinden bıçağı kapıp, eskimiş sarı kanepemde kavga eder gibi sevişmek istiyordu Esma'yla. Çünkü sevişmek yaratıcılık isteyen bir şeydi ve durumumuz buna oldukça elverişliydi. Diğer bütün yanlarım hayatta kalmam için ne yapmam gerektiğini düşünmeme itiyordu beni. İçinde bulunduğum durum çokta korkunç gelmemeye başlamıştı gözüme. Hergün yeni bir sabaha uyanmak için bile inanılmaz bir savaş veriyordu insanlar ama kimse kimseyi tebrik etmiyor ya da ödül vermiyordu. Tebrik ve ödül genellikle aptal insanların aptal insanları onaylamasından ibaretti. Onaylanma ihtiyacı duyan müthiş bir kitle vardı ve bütün bu koca çaba boşunaydı. Dünya yapaycılığın yarattığı, sahte kanunlara sahip inançlı adamların elindeydi. Her an daha fazlasını isteyen, doymak bilmeyen inançlı adamlar... Bir diğer başarısız hamlesinden sonra daha fazla titremeye başlamıştı kadının elleri. Başarısızlığa kapılacağını hisseden bir insan hali vardı üzerinde. İlk önce özgüven dağılırdı, ardından bakışlarda ki ciddiyet kaybolur ve çaresizlik kokardı heryer. Bunu ilk bakışta tanımayı sokaklarda öğrenmiştim. 'Son şansın Esma. Başarsan da, başaramasa nda parmaklıklar ardında güzel günler seni bekliyor olacak.' 'Seni orospu çocuğu !' diyerek üzerime atıldı. Sağ tarafıma doğru küçük bir kaçışla bileğini kavramam bir oldu. Sıkıca kavradığım bileği bildiğim en iyi teknikle yani 'Sankyo' ile kırdım hiç düşünmeden. Ciddi bir Aikido eğitimim vardı, emin olabilirsiniz. Büyük bir çığlık içerisinde yerde kıvranmaya başladı Esma. Kıvranırken göğüsleri dışarıya fırlamak üzereydi ve bunu izlemek keyif kelimesinin kendisiydi. Yerdeyken yüzünü bana çevirdi; 'Seninle işimiz bitmedi.' dedi. Cümle biter bitmez uyandım, hemen yataktan fırlayıp tuvalete koştum. Herhangi birşey yoktu ortalıkta. Yüzümü yıkadım ve salona geçtim. Samet'i salonda görünce ufak bir şok yaşadım. Yedek anahtarım ondaydı. Her zaman evimin ve hayatımın yedek bir anahtarı vardı Samet'te. 'Merhaba Samet, seni piç kurusu korkuttun beni.'dedim...

26


ÖYKÜ | OĞUZHAN ZAFER TUTAR

E

lime giriyordu kovboy şapkalı kızlar. Gerçekte kim olduklarını bile bilmiyordum, kafamı çevirdiğimde etrafımda oluyor hepsi. Yıldızlar dönüyordu, ben dönüyordum, biz dönüyorduk… Şişeler havada çarpışıyor, ateşin çevresindekiler kahkahalar atıyordu. Ateşin gerisinde öpüşenlerin dudaklarından şapırdayan sesleri duyuyordum. Kokusu güzeldi tutkunun. Dans ediyorduk yıldızların altında. Dans etmek güzeldi. Kömür saçlı bir kız çekti beni kendine, düşüncelerin ortasından. Sessizce… Gözleri haşin ve korkusuz. Minik parmakları tüm vücuduma yön vermekte zorlanmıyordu. Parmakları ile döndürüyor, döndürüyor, kucağına bırakıyordu beni. Kukla gibi oynuyordu benimle. İradesizdim ve mutluydum. Ama itti bedenimi, dişlerini gösterdi bana. Çekindim, parçalar mıydı bunlar etimi? Hüzünle gitmeye karar vermişken serçe parmağıyla yakaladı yeniden. Kanca gibi geçirdiği serçe parmağıyla çekti yavaşça. Dudaklarımdan vahşice bir ısırık aldı. Vampir gibi emmeye başladı dudaklarımda toplanan kanı. Bitirdi işini. Uzaklaştı benden ve kayboldu karanlıkta. İçimde aptalca bir mutluluk vardı. Kimse ısırıldığımın farkında değildi, şarap içiyordum dedim sorana. Ama tadı, Tanrı bilir şaraptan daha çok sersemletiyordu. Belki de önemli olan dudaklarıyla ıslanan dudaklarımı hissetmekti. Bilmiyorum, buğuluydu geri kalan her şey. Harikuladeydi. Ateş yüzünde dalga dalga dans ederken ne de güzel bakmıştı bana! Ateşi gözlerinde seyredebilmiştim. Başımı çevirmeme gerek yoktu, her şeyi görebiliyordum onda. Şimdi gitmişti ama yanımdan. Kovboylarla yalnız bırakmıştı. Tekrar yıldızlarla baş başa kalmıştım.

S

onra bir çift kolun beni zarifçe sardığını hissettim. Biri kelepçelemişti kendini arkamdan. Giderek sıkıyordu bedenimi. Kıskaç kollarının arasında sünger gibi eziliyordum. Nefes alamıyordum. Bakmadım yüzüne. Uzun saçları boynumu gıdıklarken anladım. Bir kızdı bu! Kızın gıdıklamaya devam etmesine izin verdim. Ama bakmıyordum suratına. Eğilip yanaklarıma bir öpücük kondurdu. Vakumlayan dudaklarını nihayet çektiğinde öpenin “o” kız olduğunu hayal ettim. Ama kimi kandırıyordum. “O” değildi. Ellerimi öpülen yanaklarıma götürdüm. Nemli… Kan zannettim ve sevindim ama kıpkırmızı bir rujdu. Ölüm gibi kıpkırmızıydı. Üzgündüm. Kan gibi beyaz beklerken bu kız ölümün kırmızısını getirmişti bana. Yine de bakmadım suratına, meraktan kudursam da. Kovboylar büyük ateşin çevresinde tek tek sızdı. Erkekler çırılçıplak dolaşırken çalılarda, ölümü getiren kızla gittim yatağa. Kırmızının derinliklerini hissederken bakmadım suratına. Ruhunu üflerken bile bakmadım suratına. Çünkü içki yetiyordu istediğin suratı koymaya.

27


KÜLTÜRLERİN SENFONİSİ ÖYKÜ | FATMA GÖKÇE FIRAT

Y

ağan kar mıydı? Evet evet kardı.... Gökten beyaz başka ne yağardı.. Gerçi uyku sersemiydi ama yanılıyor muydu acaba? Selami gözlerini ovuşturdu ,evet bu, bu bir kardı... İçinde hafif bir ürperme, dudaklarında tebessüm ne yapacağını bilemeden çocuklar gibi sevinip yatakta kala kaldı. Kar denilen yağış türü onun memleketine çok uzaktı. Selami'nin memleketinde insanlar karı yağarken görmüşse, birbirlerine caka bile satarlardı; çünkü Selami Adanalıydı. Canına rahmet değsin, büyük üstat Orhan Kemal, Adana için bereketli topraklar derdi. Sahiden öyleydi Adana. Yeter ki toprağa bir tohum ek, bir fidan dik vermezse utanırdı, bereketli deyimi buradan gelirdi. Fakir memleketiydi Adana, bereketli toprağından bol ürün alınırdı, bu yüzden ucuzdu yeme içme . Öyle karı kışı da yoktu, az bir kömür ya da talaş, ısınmak için yeterdi de artardı. Selami bunları düşünürken özlemiş olduğunu fark etti memleketini. Kalktı ocağa çay koyup aman Allah'ım ne soğuk hava diye geçirip içinden, yüzünü yıkamak için banyoya geçti. Şöyle Adanalılara yakışır şekilde bir çay demledi kendine . Çay demini alıncaya kadar mutfak penceresinden hayran hayran beyazlığı izledi. Lise çağında bir kere kar yağmıştı da memleketine, o gün okulu kırıp güle eğlene dolaşmışlardı arkadaşlarıyla sokaklarda. rtık bir üniversite öğrencisiydi Selami, herkesin övdüğü, küçük bir Avrupa kenti benzetmesine sahip olan Eskişehir'deydi. Güzeldi Eskişehir. Modern, keyifli, özgür bir şehirdi. Burada olmaktan mutluydu; ancak memleket özlemi vardı yüreğinin derinliklerinde. Kendi memleketine kar yağmazdı belki ama insanların yüreği de kar soğuğundan etkilenmemişti hani. Sıcak kanlıydı hemşerileri, sevecen ve samimiydi. Ayrıca ana-babası , kardeşleri hepsi oradaydılar. Soğuk Eskişehir sabahında yüreğini memleket hasreti ile yanan Selami , tavşan kanı tabirini fazlasıyla hak eden bir çay doldurup kaloriferin yanına, evden getirdiği pamuk minderini yayıp oturdu. Eline dün akşamdan yarım kalan İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası isimli kitabını alıp bir yudum çay bir yudum kitap, okumaya koyuldu. e harika kitaptı okuduğu, kimileri dedikodu yapar kimileri kitap yazar demişti hocası bir keresinde. Bakılınca herkes eşit yaratılmıştı sahiden; ancak insanların yaşamı algılama şekilleri farklıydı. Aynı göz, aynı akıl, aynı çene, aynı dünya; ancak biri kendine hayran bırakan kitap yazıyor, diğeri sadece konuşuyor ve konuştuğu da daima kendisinin dışındaki hayatlar. İlginçti gerçekten kimi bir hayata kaç yaşam sığdırıyor kimi hayatı kendine yaşatmadan yaşıyordu. Selami esasen farklı biriydi. Farklı olduğu için gelmişti buralara, yeni yerler keşfetmek, yeni hayatlar tanımak, yeni bakış açıları kazanmak, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmek, tek başına güçlenmek istiyordu. Bunun yolunun da farklı bir kentte üniversite okumaktan geçtiğini düşünüp gelm işti buralara. Özlem dışında bir sıkıntı da yaşamıyordu aslında, sahip olacaklarının bedeliydi özlem, biliyordu.

A

N

28


Akrabaları yadırgamıştı farklı bir kentte okumayı seçtiğine. ''Güzel puanın var , yaz Çukurova Üniversitesi'ni , oku ana- babanın yanında, rezil olma yaban ellerde.'' demişlerdi. Temiz çamaşır, sıcak yemeklerle kandırmaya çalışmışlardı Selami'yi . Hatta bir keresinde halasının kocası; burada okursan parlarsın, herkes sana gıpta eder, babanın arabasını alıp okulda dolanınca kızlar sana hayran olur bile demişti. Ancak Selami hayatının parlayan, şık ama ayak serçe parmağını sıkan, rahatsız edici bir ayakkabı gibi olmasını istemiyor; sıradan, hatta biraz eskimiş ama ayağının şeklini almış ,rahat; ancak kimsenin dikkatini çekmese de olur, bir hayat yaşamak istiyordu. Yarı yolda ayakkabı değiştirmek zorunda olmak, pişmanlık duymak istemiyordu. Bu sebeple ne temiz çamaşırlar ne sıcak yemekler ne de baba arabasıyla atılan cakayı istedi Selami, kalktı ve Eskişehir' e hukuk okumaya geldi. ki saattir kitaptan almamıştı gözlerini Selami. Üç bardak demli çayla ne güzel gitmişti karlı havada, İhsan Oktay.. Saat üçte büyük amfide sunusu vardı ,artık hazırlanıp çıksa iyi olacaktı. Peki ne giyecekti bizim Selami. Adanalının ne botu olur ne de içi tüylü pardesüsü. Bir şeyler ayarlamalıydı ama, hem sunuya uygun hem hava şartlarına.. Selami hazırlanıp evden çıktı, zaten okulda evine pek uzak değildi. Öğrenci şehri demişlerdi Eskişehir'e, sahiden de öyleydi. Okuluna yakın yerlerde harika, tek kişilik evler vardı, öğrenciye uygun ve hesaplı. Selami böyle bir evde tek başına yaşıyordu, biraz giderleri fazla oluyordu ama Selami özgürlüğüne düşkün adamdı, yapamazdı başkalarıyla. e kadar kalın giyinmiş olursa olsun yine de üşüyordu Selami. Hızlı hızlı yürümeye koyuldu, az kalmıştı fakülteye varmasına. Aklı hem karda hem de yapacağı sunusundaydı. Sıkı hazırlanmıştı Selami sunusu için. Medeni hukuk hakkında kısa bir sunuydu; ancak yine de heyecanlıydı yeni öğrencimiz. Başarılı olmak istiyordu ve bunu en ufak şeyde dahi görmek niyetindeydi. Fakülteye girdiğinde her gözlüklünün çok iyi bildiği, soğuk havalarda sıcak ortama girerken yaşadığı buğulanma karşıladı kendisini. Gözlüğünü çıkarıp kuruladıktan sonra amfiye doğru yol aldı. Arkadaşları sohbette idi, hoca ise daha gelmemişti. Bu süreyi iyi değerlendirmeye çalışan Selami , notlarına biraz daha göz gezdirdi. Kısa bir süre sonra hoca da gelince Selami kürsünün yolunu tuttu. Adana'nın sıcak havasına yakışır bir sıcak kanlılıkla sözlerine başladı, konuşurken yüzünden tebessüm eksilmeyen Selami'yi arkadaşları da karşılıksız bırakmadı. Zaten gençlik gülmek için bahaneler aramaz mıydı? Kendine has üslubuyla önce kendini tanıtıp ardından konusunu anlatmaya başlayan Selami bir çırpıda anlatmak istediklerini anlatıp, selamını verip alkışı bekledi. Bu özgüveni ve sıcak tavırları başta olmak üzere konuya da hakimiyeti sebebiyle hocası ve tüm sınıf arkadaşlarının takdirini kazanıp bir araba dolusu alkışı da alıp yerine oturdu. O günden sonra Selami sınıfın gözdesi olmuştu. İyilikseverliği, neşeli tavrı ve sıcak kanlılığı ile gönüllere taht kurmuştu. akültede Türkiyenin dört bir yanından öğrenciler vardı. Bu sahip olduğu değeri anlayan için büyük bir nimetti. Farklı kültürler farklı bakış açıları farklı yaşantılar demekti bu... Zenginlikti bu... İnsanların özde nasıl bir olduklarını, aynı zamanda nasıl da farklı olduklarını gözlemlemek için önemli bir olaydı bu... Ayrıca bunun için en uygun ortamdı fakülte ortamı. Selami'nin dimağına hemen Nazım'ın ''Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine..'' dizesine sahip olan Davet şiiri geldi, esmer yüzüne de bir gülümseme yerleşti . Şöyle düşündü Selami; kendi Adanalıydı, tanıtmalıydı memleketini, kültürünü; ayrıca öğrenmeliydi diğer memleketleri,kültürleri anlattırmalıydı arkadaşlarına... Selami'nin hayatta en değer verdiği eylem öğrenmekti . Bilgiyi engin deniz olarak kabul ediyor; bilgi okyanusunda yüzmek, bata çıka yüzmek istiyordu... Pek tabii bu bilgileri ruhsuz internetten de öğrenebilirdi; fakat onun aradığı canlı bir panorama idi, yaşayan bellek dikkatini celp ediyordu. Bu maksatla danışman öğretmenine gidip yöresel tanıtım günleri yapmayı teklif etti. Kuru bilginin insanı yüceltmeyeceğini, tecrübe edilerek öğrenilen bilginin kişinin hayatına katkısı olacağını deneyimlemiş danışman öğretmeni bu fikre çok sıcak baktı. Hemen hayata geçirilmesi için kolları sıvadı. Bu işte en büyük görev de Selami'ye düştü. Selami organizasyonla ilgilenip neler, ne zaman ve nasıl yapılırsa daha etkili olur diye düşünmeye başladı. Bölümün en işgüzar tipleriyle bir araya gelerek eylem planı oluşturdu. aharın adına layık şekilde yaşandığı Eskişehir'e bahar göz kırptığında, beyaz örtü yerden yavaşça kalkıp bereketini toprakta sirayet ettirdiğinde, etraf yeşile boyandığında her haftanın ilk günü üniversite meydanında ülkemizin bir bölgesinin tanıtılmasına karar verildi. O bölgedeki şehirlerde yaşayan öğrenciler okul meydanında bir masa kurup ellerinden geldiğince tanıtmakla mükellef oldukları bölgeyi resimlerle, afişlerle, slayt gösterileriyle tanıtmaya çalışmaları kararlaştırıldı. Bu amaç için gerekli ödeneği de dekanlık karşılamaya gönüllü oldu. Derken birlik ve beraberliğin hiç bir engel tanımayacağına bizi bir kez daha inandırarak eylem plannıı oluşturdular. yazı , sanata ve sanatçıya verdiği değer kadar meşhur olan Eskişehir'de bir şubat sabahı Selami kalın paltosu, buğulanmış gözlükleri ve eylem plan dosyası ile haklı gururunu da yanına alarak danışman öğretmeninin kapısını tıklattı.

İ

N

F

B

A

29


EKSTAZ UYKUSU

ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA

Ü

–geçen sayıdan devam-

zerimdeki tüm parayı aldıktan sonra ıssız bir yerde arabadan attılar. Kafamı yerde duran büyük bir taşa çarptım. Yanımdan tek tük otomobiller geçiyordu. Saatler sonra bir ambulansa bindiriyorlardı. Ambulanstaki bir sürü malzemeyi anımsadım: kablolar, hortumlar... Sarsılıyordum sürekli. Sonra yine bayıldım... Gözlerimi çok az açabildim ve kel bir hastabakıcının kıyafetlerimi çekiştirdiğini gördüm. Keserek çıkarmaya çalışıyordu. Gözümün önüne hep çocukluğum geliyordu. “Turuncu, insan ruhunun rengidir” diyordu bir ses sürekli. Bunu nerede okumuştum, hatırlamıyordum. Bir iki defa göğsümü açıp şok verdiler. Sanki bomba patlıyormuş gibi sarsıldım. Yine bayıldım. Ertesi gün aileme ulaşmışlardı. Gözlerimi aralayınca dışarıdan beni izlediklerini gördüm. Göz kapaklarımın kı-

30


pırdadığını görünce aradaki cama vurmaya başladılar. Ünitenin kapısındaki cam kırıldı. Hastabakıcılar gözü yaşlı ailemi uzaklaştırdılar. Gece mi gündüz mü bilemiyordum. Soramıyordum da. Kaç gün geçti bilmiyorum, biricik Anjel’in yanıma girerek bana sarıldığını hissettim. Yanında bir tanesi doktor, üç kişi daha vardı. Engellemek istiyor gibi bakıyorlardı ona. Ellerim uyuşmaya başladı. Doktor fark etti ve diğer ikisine eşimi hemen dışarı çıkarmalarını söyledi. O anda duydum ilk sözcükleri: “Beyin kanaması… belki de iç kanamaya…” Ardından da eşimin, biricik Anjelimin hıçkırıkları geldi. Göğsüm kanıyordu sanki. İşte şimdi ölmekle yaşamak arasındaki en ince sınırdayım. İlkokulda antik bir kenti ziyaret etmiştik. Büyük bir çanağın önünde “Sunak Yeri” yazıyordu. Rehbere ne anlama geldiğini sordum. “Eski insanlar, öldükten

sonra yeniden yaşama dönebilmek için tanrılarına hediyeler sunarlardı. Bu sunaklara yaş meyveler bırakırlardı” dedi. Yıllar geçti, ben hala unutamıyorum bu antik geziyi.

(…) Az önce yanımızdan kaybolan turuncu renk cübbeli ihtiyar, az sonra yanında Anjel olduğu halde beliriverdi. Anjel gülümsüyordu ve az önceki yarası kapanmış gibiydi. Ellerimi avuçlarının içine aldı. Yıllar geçmişti sanki ellerini tutmayalı. Avucunun içindeki birkaç küçük tohumu fark ettim. “Ardıç tohumu” dedi. “Biliyorsun, bir sürü hastalığa iyi geliyor. Bu tohumlar çok uzak ülkelerden geliyor.” Böyle deyince aklıma askerdeyken yazdığım mektuplar geldi. Anjel’e baktım. Dudağımın kenarına bir öpücük kondurdu. Kıpkırmızı ruju tenime bulaştı. Sonra bir tane tohumu ağzıma attım. Etrafta bir gürültü başladı. Rüzgâr daha sert esiyor, sanki bir deprem meydana geliyordu. O huzur dolu ortamdan eser yoktu. Şelaleden akan sular köpürüyordu fakat küçük çocukta en ufak bir tepki yoktu. Yerlerde kan izleri görmeye başlamıştım. Kendi kanımın içerisinde yüzüyordum adeta. Doğrulmaya çalıştım. Hızla uzaklaşan taksiyi seçebildim. Ellerimi, ayaklarımı yokladım. Biraz daha uğraşıp ayağa kalktım. Dudağımın kenarındakiEkstaz Uykusu – Bölüm 2 -Geçen aydan devamPencereden baktığımda dışarıyı değil, bambaşka bir yere ait, bambaşka bir manzarayı görüyordum. Uzakta bir şelale akıyor, yemyeşil çimenlerin üzerinde rengarenk çiçeklerin arasında irili ufaklı eşyalar göze çarpıyordu. Rüyamda gördüğüm turuncu renk cübbeli yaşlı adam, kucağındaki küçük çocukla oyunlar oynuyordu. Elinde tuttuğu birkaç parça oyuncağı önce arkasına saklıyor sonra aniden ortaya çıkarıveriyordu. Çocuk ise kahkahalarla onu izliyordu. Birkaç defa cama vurdum ama duymadılar. Sonunda pencereyi açarak çimenlerin içerisine bıraktım kendimi. Yere süzülerek indim sanki. O anda beni gören küçük çocuk, yaşlı adamın kucağından kalkıp bana doğru koşmaya başladı. Gelip sarıldı. Bir an Anjel’i hatırladım. Anjel! Onu yaralı halde yukarıda unutmuştum! Yaşlı adam uzaktan seslendi: “Ben de seni bekliyordum. Hadi siz biraz oynayın. Ben de az sonra geri gelirim.’’ Sonra da geldiğim pencereye doğru tırmandı ve içeriye girdi. Pencerenin olduğu duvar bir anda kayboluverdi. Küçük çocuk kollarını gevşetti ve fısıldayarak sordu: “Yaş meyve getirdin mi yanında?” Getirmediğimi söyleyince, kendisinden hiç beklenmeyecek bir tavırla, parmağını bana doğru sallayarak konuşmaya başladı: “Demek ki buradan hiç çıkmayacaksın.” “Nasıl yani?” diye sordum. “Şu anda nerede olduğunu sanıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi. Sustum. “Geçirdiğin kazayı hatırlamıyor musun?” diye üsteledi. “Ne kazası?” diyebildim sadece. Bir anda hatırlamaya başladım. Evden çıkışımı, taksiye binişimi, takside uykuya daldığımı… Peki sonrası? Küçük çocuk bilge bir tavırla konuşmaya başladı: “Zihninin en karanlık dehlizindesin. Tanrı’nın fırçasının en az gezdiği topraklardır burası. Tüm bu çevreden, gördüğün mükemmellikten bunu anlayamadın mı? Hatırla bakalım, takside nasıl bayılttılar seni? Nasıl darp ettiler ve taksiden aşağıya attılar? Hatırlamıyor musun? Ama kafanı çarptığın anı hatırlıyor olmalısın, değil mi? Takside çalan, son duyduğun şarkı ile ambulansta giderken çalan parçayı anımsıyor musun peki? Galavan’ın son albümünden hani?” (…) ruju sildim. İşte nihayet geri dönmüştüm. Anjel yoktu artık.

31


ÖYKÜ | ÖZLEM KALEMCİ

U

tku ve üç arkadaşı o hafta kampa çıkacaklardı. Define bulma planları vardı. Arkadaşı Ahmet'in dede-

sinden kalma bir sandık, sandığın içinde bir harita bulmasıyla bu planı yapmışlardı. Ahmet'in annesinden, geçmişte dedesinin bu haritayı Bulgar bir iş adamından aldığını, sağlığı elvermediği için hiç aramaya çalışmadığını öğrenmişti. İşlerini garantiye almak istiyorlardı. Yaptıkları araştırmaya göre ruhani güçlerden gömünün yerini bulmak için yardım alınabiliyordu. Enes bu işlere fazlasıyla meraklıydı ve cin çağırabilirse kolayca bulabileceklerini düşünüyordu. Korkmadığını söyleyerek çağırmaya gönüllü olmuştu. Utku ise haritanın yakınlarında bulacakları işaretlere göre hareket etmek istiyordu. Kayaların üzerine çizilen çeşitli şekillerden rahatlıkla hazineye ulaşabilirlerdi. Hiçbir paranormalliğin olaya girmesini istemiyordu. Enes, Utku'yu dinlemedi. Çünkü gözünü para hırsı bürümüştü. Ne şekilde çağırma ritüeli yapıldığını araştırdı. Karanlık bir odada yalnız olarak bulunması gerekiyordu. Her şeyi kısa sürede ezberlemişti ve ritüel için hazırdı. Utku, Ahmet ve Aras evin dışındaydılar. Bu sırada evde olmak istemiyorlardı. Evin ışıklarının kapanmasını dışarıdan izlediler. İçlerindeki korku geçmiyordu. Enes için endişeleniyor onun bu işi fazla abarttığını düşünüyorlardı. Zaman bir türlü geçmiyordu. Güneşin yavaş yavaş belirdiği sırada Enes evden çıktı. Tüm gece uğraştığını ama beceremediğini hiçbir iletişim kuramadığını anlattı. Utku ve Aras rahatlamışlardı. Artık plan tamamen harita ve etrafta bulabilecekleri şekillere kalmıştı. Kamp için sonunda yola çıkmış, şarkılar söyleyerek kazı alanına varmışlardı. Arabadan indikleri anda bulundukları bölgeden kargalar uçmaya başladı. Adeta kaçıyorlardı. Utku nedenini anlayamasa da bu durumdan korkmuştu. Defineyi bulma zamanı gelmişti hemen haritaya baktılar. Harita bir mağarayı gösteriyordu. Mağarayı bulmak için C, D yada U harfi oyulmuş taş bulmaları gerekiyordu. U harfinin ağzı açık tarafının yukarıya bakmasını umut ediyorlardı. Çünkü bunun anlamı açık mağara olmasıdır ve bulmaları daha kolay olacaktır. Şansları yaver gitti ve buldukları işaret tam da istedikleri gibiydi, ağzı yukarı doğru olan U şekli... Şeklin yakınlarında mağarayı buldular. Aras mağarada tuzaklar olmasından korkuyordu. Fenerlerini ve diğer eşyalarını alıp mağaraya girdiler. Aras, Enes'in bakışlarından hiç hoşlanmamıştı içinden her şeyi bırakıp gitmek geliyordu. Enes'in göz bebeklerinin bir an için yılanlarınki gibi çizgi haline gördüğünden emin gibiydi. Karanlıktan ve içindeki korkudan halüsinasyon görmüş olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu düşündü. Diğerlerinin peşinden mağaraya girdi. Mağaranın zehirli gazla dolu olmasına karşı gaz maskelerini yanlarında getirmişlerdi. Etrafta işaret arayarak

32


ilerlemeye devam ettiler. Dört köşeli bir oyuk buldular. Bunun anlamının boş bir oda olduğunu ancak bu odanın yanında dolu bir oda daha bulunduğunu biliyorlardı. Şimdi içi defineyle dolu olduğunu düşündükleri dolu odayı aramaya başladılar. Bu sırada Aras korktuğu şeyi yaşadı. Evet bir tuzak vardı ve buna bastı. Karanlıkta ona doğru belki bin belki bin beş yüz yıl önce domuz yağı ile yağlanmış zehirli bir ok omzuna isabet etti. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu, domuz yağıyla kaplı olduğu için zehrin etkisini kaybetmediğini internet araştırmalarında okumuşlardı. Enes, Ahmet'e seslenip acil olarak Aras'ı hastaneye götürmesini yoksa bir saat içinde ölebileceğini söyledi. Aras bütün bu acısına rağmen korktuğu tek şey ölebilme ihtimali değildi, Enes'ti. Gözlerini bu sefer simsiyah gördüğüne yemin edebilirdi. Kalan enerjisini toplayıp Utku'yu uyarmak istedi. Çünkü Ahmet kendisini hastaneye götürmeye çalışırken Utku, Enes'le kalacaktı. Utku için endişeleniyordu ama sesini çıkaramadı. Ahmet Aras'ı kucaklayıp arabaya doğru koşmaya başlamıştı bile. Utku "şu işi bir an önce halledip çıkalım" dedi ve işaret aramaya devam etti. Sonunda Enes nereyi kazmaları gerektiğini tespit etti ve kazmaya başladılar. Fazlasıyla derin kazdılar. Bir kaya ve üzerine çöreklenmiş yılan şekli buldular. Bu işaret altının yılanın altında olduğu anlamına geliyordu. Biraz daha kazıp bir çömlek buldular. Evet defineye ulaşmışlardı çömleğin içi altın doluydu. Enes bir kahkaha attı. Attığı kahkaha çok gür ve ürkütücüydü Utku'nun içi ürpermişti. Kafasını kaldırıp Enes'e baktığında yüzünü ateş bastı. Aras'ın gördüğü ama halüsinasyon sandığı şeyi görmüştü. Enes'in gözleri beyaz olması gereken yerlere kadar simsiyahtı. Kazdığı çukurdan bir an önce çıkıp kaçması gerekiyordu ama bir türlü tırmanamıyordu. Utku bir yandan çıkmak için çukurda debeleniyor bir yandan dua okumaya çalışıyordu. Enes gülmeyi bırakıp konuşmaya başladı: - Bunun bir işe yaramayacağının farkında değil misin? Duaların bir işe yaramayacak. Hiçbir şey anlamadın eminim. Son anlarında sana anlatayım; size anlaşmayı sağlayamadığımı ritüeli gerçekleştiremediğimi söylemiştim. Peki sen etrafta işaret ararken burayı kazmamız gerektiğini nasıl anladım? Evet sanırım şu an olayı kavramaya başlıyorsun. Ortada bir anlaşma var. Benim isteğim defineydi. Bu tek taraflı bir anlaşma değil bunu anlamalısın. O'nun isteğini eminim merak ediyorsundur. Kan... Enes'in sözleri bittiğinde topraktan yılanlar çıkmaya başladı. Utku'nun yüzü alev alev yanıyordu. Sonunda tırmanıp kendini çukurdan attı. Enes'in korkunç bakışlarıyla karşılaştı. Koşmaya başladı. Elinden geldiği en hızlı şekilde oradan çıkmaya çalışıyordu. Çıkış yolunu bulduğunu sandığı sırada göremediği bir güç tarafından duvara fırlatıldı. Enes kendisine yaklaşırken fenerin ışığı söndü. Artık hiçbir şey göremiyordu. Fırlatıldığı yerden kalkıp önünü göremeden koşmaya başladı. Adeta vücudunda kan değil korku pompalanıyordu. Karanlığın içinde bir el, omzundan çekip düşmesini sağladı. Artık kaçamayacağının farkındaydı. Kolları ve bacakları dönmeye başlamıştı. Acı içinde bağırırken kemiklerinden çıkan sesleri duyabiliyordu. Enes'in para hırsını, anlaşmasının bedelini ödemiş oldu ve Utku için her şey son buldu.

33


HER ŞEY TAMAMEN DUYGUSAL

YAZI | TUNAHAN SIL 2015’in Aralık ayından itibarin çok ilginç olayları 90 kiloluk yağ çuvalı değil. duymaya başladık. Scott Weiland, Lemmy, David Bowie ile belki de ilk kez “Lan rockstarlar da ölebiliyormuş” dedik, belki Axl falan de bizim gibi aynı şeyi söyledi içinden bilemiyorum ama şöyle bi gerçek var ki; AC&DC(zaten öyle aman aman sevdiğim bi grup değil kendileri) yine temcit pilavı gibi aynı şarkıları önümüze sunduğu bi turne başladı derken aniden yirmi beş yıl boyunca ana bacı birbirine kayan Axl ve Slash yılışık yılışık beraber çalmaya başladı. Sıkı bir Gunner olarak söyleyebilirim ki şu yaptıklarının Scorpions’ın yaptığından hiçbir farkı yok(Scorpions’a olan sevgim için önceki sayıya gidebilirsiniz) ve bu mide bulandırıcı. Yani abi siz bir nesle ilham kaynağı olmuş insanlarsınız, 60’lardan 90’lara kadar olan o protest, asi, söz dinlemez, sisteme boyun eğmez tavırlarınız bu muydu yani diyorum içimden. Evet işin içine şov tabi ki dahil olacaktı ama MTV Müzik Ödülleri’ne sarhoş çıkmalar, seyirci dövmeler vesaire hepsi mi yalandı lan. 90’lardan sonra zaten tamamen kendi bencilliklerinizden ötürü dijital dünyaya yenildiniz, yetmedi pop piyasasından bile ekmek yemeye çalıştınız hepsini anlarım da ulan bu kadar mı paraya düşkünsünüz birader? Yani koskoca Axl Rose, o büyük egosuyla sahnede durduğu zaman etkileniyordum ben. Guns ‘n Roses’ı sırf kendi hatrına dağıtmış olan Axl gerçekti, şimdiki

34

Y

ıllarca sövdükten sonra “Ulan eski günler güzeldi” diye bir araya gelseniz ne ala, ama sahnede o kadar belli ki her şeyin para için yapıldığı, “Ne iş olsa çalarım abi”ci Duff’tan mı bahsedersin, dünyanın en güzel melodilerine yıllarca imza atmış olan Slash’in World on Fire rezaletinden sonra kendi ekmeğini yemesi mi dersin hepsi bana ayrı batıyor abi. Hele Axl Rose AC&DC ile de turneye çıkacakmış; ulan zaten paraya para demiyorsun, toplasan 20 yıl sonra öleceksin ömrünün öncesi de rüya gibi, daha ne bu para sevdası abi ? Gerçekten artık Hard Rock gruplarının hepsinin yavaş yavaş piyasaya oynaması cidden çocukluğumda özendiğim o adamları içimde tek tek öldürüyor. Bundan 2 yıl önce yolda Axl’la karşılaşsam ve suratıma yumruk atsa “Abi o Axl, karakteri öyle” der içerlemezdim. Şimdi yumruklasa var ya kafasını Porsuk Nehri’ne sokup sokup “Ben adam değilim abi affet beni” diye yalvartır sonra beyni parçalanıncaya kadar bana attığı yumruğun milyar katını ona tattırırım. Bu nefret belki size aşırı ve genel yazılarımda olduğu gibi abartılı gelecek –ki evet abartıyorum orası öyle- hep onlar gibi olmak istediğim adamların “Abi 8-5 yapar maaşıma bakarım”cılardan hiçbir farkı olmadığını görmek üzücü. Maaşına bakan adamın hayatını idame ettirme zorunluluğu var çünkü o yüz-


den bu adama asla kızamazsınız, ancak kazandığı para zaten 7 kuşağına yetecek heriflerin hala para peşinde koşmasını kabullenemem arkadaş. layı Slash açısından ele alacaksak GnR’dan sonra Velvet Revolver gibi bir grup kurdu bildiğiniz üzere ve grubun 2 albümünden de resmen bal damlıyordu. Sonra Scott Weiland’dan ötürü olmadı eyvallah, Slash’s Snakepit evresini vs atlıyorum yine çünkü hepsinin kabul edilebilecek bir nedeni vardı olmamasına dair, ancak Myles Kennedy gibi bir vokal duayenini hangi akla hizmet bıraktın be adam? The Conspirators ile mükemmel bir kardo kurmuşsun, Todd Kerns gibi mükemmel bir basçın varken neden gidip Axl denyosuyla çalarsın? İlla GnR tarzı bi kadro mu kurmak istiyordun, Duff, Izzy, Sebastian Bach, Matt Sorum zaten bu adamlar seninle çalmaya hazırdı. Hele GnR 2016 Vegas konserinde bir kez daha gördük ki Sebastian Bach ses olarak da sahne olarak da Axl’ı parçalar. Paranın gözü kör olsun birader. AC&DC’yi eleştirmiyorum çok, çünkü Back in Black’tan sonra grubun müzik açısından zenginliği sıfır olduğu için hep aynı tattaki şarkıları değiştirip değiştirip albüm diye koymaları zaten komedi. Scorpions’ın daha tutarlı piyasaya oynayan versiyonu gibi geliyorlar sadece. O yüzden dostlar size elimden geldiğince farklı isimler önereceğim şimdi her tür için konuya ufak bi ara verip. İlle de hard rock diyorsanız Ankara’dan The Madcap ve Heavy Sky gibi iki canavar grup var, ki ben Heavy

O

Sky’ı daha çok beğeniyorum, canavar gibi hard rock yapıyorlar. Yabancı istiyorsanız Dynasty var, Highly Suspect var daha old school diyebileceğimiz gruplar. (Kerem’e teşekkürler) Ancak benim tavsiyem artık dinlemediyseniz progressive rock ile tanışmanız. İki üç cümleyle anlatıp geçmek istemiyorum bu uçsuz bucaksız dünyayı ancak kısaca özetlemem gerekirse modern çağın klasik müziği olarak nitelendirebilirim. Reklamlar bitti, Tuna ile Veryansın kaldığınız yerden devam ediyor. Gitgide müziğin gücünü kaybetmesi, çok başarılı müzisyenlerin ne yazık ki maddi sıkıntılardan piyasa müziğine yönelmesini üzülerek izliyorum ve bu konuda o müzisyenleri asla eleştirmiyorum, çünkü bir sanatçı sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak için kendi sanatını gerçek kılamıyorsa bu sanatçının değil toplumun ayıbıdır. Ancak ne var ki maddi ve manevi açıdan bütün gereksinimlerini karşılayabilen müzisyenlerin topluma veya sanata ellerinden geldiğince bir katkı yapmaya çalışmamaları, bu da yetmezmiş gibi tamamen cinsellik ve diğer anlık zevkler uğruna popüler piyasaya oynaması müzik adına bir cinayettir ve asla kabul edilemez. Tıpkı şu an GnR, AC&DC, Scorpions, U2 ve şu an aklıma gelmeyen birsürü ismin yaptığı gibi... Ben mutlu değilim, mutlu olmak gibi bi isteğim de olmadığı için bi problem yok. Ama ya mutlu olmak istersem diye çok korkuyorum. İyi ki mutlu olmayı istemiyorum bence. Beni dinlediğiniz için teşekkürler iyi geceler.

35


YAZI | CAN DOĞAN

B

üyük bir mucize olmadığı takdirde, Amerika Birleşik Devletleri haricinde en önemli spor branşı futbol olmaya devam edecek. 1991 yılında başladığım bu güzide(!) yaşamımda, doğal olarak her çocuk gibi ben de futbol izleyerek spor dünyasının içine girdim. Ama bir Fenerbahçeli olarak benim tuttuğum takımın adı Fenerbahçe Spor Kulübü ise benim diğer spor dallarını da takip etmem lazımdı ve futbolun ardından ikinci sırayı basketbol aldı (oynamamdan ötürü uzun yıllardır birinci sırada kendileri). Tabi o zamanlar Efes Pilsen, Ülkerspor ve Tofaş dışında diğer takımlar tamamen figüran ve ligdeki takım sayısı doldurmaktan başka yapabildikleri hiçbir şey bulunmamakta. Bu takımları değil yenmek, tek haneli farklarla yenilmek bile yüzde bir tebessüme yol açabiliyordu. O sıralarda hayatım boyunca unutmayacağım ilk basketbol maçı olarak hafızama kazınan bir olay gerçekleşti. 28 Eylül 1998'de, İbrahim Kutluay'ın son anlarda bulduğu basket ile Efes Pilsen'i 70-69 yenmiştik. TRT ekranlarında İbo'nun taraftara koşup tellere tırmandığı anlarda ben de koltukların üzerine çıkıp bağırıyordum. Ne de olsa ilk defa görmüştüm Efes'i yendiğimizi... Bunların dışında play-off'a kalmak en büyük başarıydı bize göre. Nasıl olsa ilk turda Efes Pilsen veya Ülkerspor tarafından süpürüleceğimiz için fazla heyecana gerek yoktu.

36

Bu şekilde geçen yılların ardından, milenyum ile beraber az da olsa kıpırdanmalar başlamıştı. 2001'de Koraç Kupası'ndaki çeyrek final ve hemen ardından gelen Güney Avrupa Ligi'ndeki yarı final, acaba mı dedirtti ister istemez. 2004 ve 2005'te gerçekleşen EuroCup Final Four başarıları da gururlanmamıza yetti de arttı. Tofaş'ın takımı kapatması ile beraber iki takım arasında evcilik oyununa dönen bu ligde, bir dönüm noktası olarak kabul ettiğim El-Amin önderliğindeki Beşiktaş'ın Ülkerspor'u 3-1 ile eleyip finale çıkması ve finalde Efes Pilsen ile kafa kafaya oynayabilmesi, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın basketbola yatırım yapmasını sağladı. Boş geçen 2005-2006 sezonundan sonra, Ülkerspor'un kapanıp, Fenerbahçe ile birleşmesi ile hem Euroleague A Lisansımız hem de Mirsad, Oğuz ve Ömer gibi yıldız oyuncularımız olmuştu. Bir de başımızda Aydın Örs gibi bir üstad olunca, 2006-2007 ve 2007-2008 sezonlarında back to back yaparak şampiyon olmayı başarmıştık. Benim için rüya gibi yıllardı; sanki o geçen senelerdeki ezik takım bu armanın altında değilmiş gibi tabir-i caizse "çatır çutur" yenebiliyorduk Efes Pilsen'i, üstüne üstlük sonunda Euroleague sahnesinde takımımı izleyebilyordum. 2007-2008 sezonunda gelen Euroleague çeyrek finali ise o zamanlar için gelebileceğimiz en üst noktaydı. 2008-2009 sezonu finalindeki


rezaleti bilenler bilir, bilmeyenler için ayrıca anlatıp

Karşıyaka'ya mağlup olarak sezonu bitirdik.

tekrar tekrar utanmama hiç gerek yok. İzninizle basketbol tarihine kara leke olarak geçen sezonu bir kenara bırakmak istiyorum. 2009-2010 ve 2010-2011 yıllarındaki şampiyonluklar ve Euroleague Top 16'ları ile kendi yağımızda kavrulup giderken. Bir anda bütçeyi yükseltme kararı alarak, takımın başına Siena ile hem İtalya hem de Avrupa'da ses getiren Simone Piangiani'yi getirdik. O zamana kadar sadece ekranda izleyebildiğimiz, Bo McCalebb, Romain Sato, David Andersen ve Mike Batiste gibi yaşlı ama yıldız oyuncuları takıma kazandırdık. Çoğu Türk takımının yaşadığı "Alışmadık g*tte don durmaz" sendromu bir kez daha gerçekleşti ve bütün o harcanan paralar beraberinde elle tutulur ekstra bir başarı getirmeyince, yapılan hamleler resmen elimizde patladı. NBA'in globalleşip Avrupa ve Çin'e açılma kararını almasıyla birlikte, 2012'den itibaren düzenli olarak Fenerbahçe ile maç yapılması da gerek ülkemizin gerekse sarı-lacivertli takımın gösterdiği gelişimi gözler önüne seriyor. 2012'de Boston Celtics'i Ülker Sports Arena'da, ardından 2015'te Brooklyn Nets'i Barclays Center'da mağlup ederek ülkede bu alanda bir ilki gerçekleştirmeyi başardı. 2013'te Zeljko Obradovic takımın başına, 2014'te ise Maurizio Gherardini genel menajerliğe getirilerek takımın hedeflerinin daha da büyüyeceği belli edildi. İlk sene Galatasaray'ın final serisi son maçına çıkmamasıyla elde edilen şampiyonluk dışında başarı gelmese de, 2014-2015 sezonunda tam anlamıyla destan yazıldı. Sırf adı var diye yapılan yaşlı transferler yerini Nemanja Bjelica, Bogdan Bogdanovic gibi Avrupa'nın yeni yıldızlarına bıraktı. NBA'den Jan Vesely ve Andrew Goudelock hamleleri ve son şampiyon Maccabi'den alınan Ricky Hickman ile yepyeni bir takım oluşturuldu. Yerel açıdan kupa alınamasa da Euroleague'de gösterilen duruş, eskiden 30-40 hatta 50 sayı fark ile yenildiğimiz takımlara karşı alınan galibiyetler, geri düşülen maçlarda büyük bir takıma yakışan geri dönüşler ve favori olunduğunu maçın her saniyesinde gösteren bir takım gördü sahada ve televizyon başında maçları izleyen taraftarlar ve seyirciler. Rahat çıkılan çeyrek final sonrası rakip son şampiyon Maccabi Tel-Aviv'di. Saha avantajı bizdeydi ve 2-0 ile üçüncü maça gittik ve yine sakin kalarak üçüncü maçı da kazanıp tarihimizde ilk kez Final Four'a katılmaya hak kazandık. Ne yazık ki tecrübesizlik ve rakibimizin şampiyonluğa aç ev sahibi Real Madrid olması sebebiyle karşılaşmadaki sertliğe yanıt veremedik ve hem yarı finali hem de ardından üçüncülük maçını kaybederek dördüncü olarak ilk serüvenimizi noktaladık. Bu moral bozukluğu ligi de etkiledi ve yarı finalde Pınar

2015-2016 sezonuna Nemanja Bjelica ve Andrew Goudelock'u kaybederek başladık. Bu iki ismin dışında Zoric, Zisis, Preldzic, Semih, Oğuz, Serhat,

Kenan ve İzzet ile de yollar ayrıldı. Bobby Dixon, Pero Antic, Kostas Sloukas, Nikola Kalinic, Luigi Datome ve Ekpe Udoh ile sözleşme

imzalanarak takım tamamen değişmiş oldu. Acaba bu sezon ne olacak diye soruların aklımızı kurcalama süresi çok uzun sürmedi ve geçen seneden hiçbir şey kaybetmediğimizi aksine daha da tecrübelenerek daha güçlü döndüğümüzü gördük. Türkiye Kupası'nda gelen şampiyonluktan sonra yine elimizi kolumuzu sallaya sallaya gidilen Euroleague çeyrek finalinin keyfini sürerken Vesely'nin aşil tendonundaki sakatlık tüm keyfimizi kaçırdı. Çeyrek finalde rakip Real Madrid'di ve bizim en önemli oyuncumuzu tekrar sahada görebilmemiz için Final Four'a kalmamız şarttı. Saha avantajımızı kullanıp 3-2 bile elesek yeterdi bize ama noldu Basketbol Tanrısı Obradovic her maça farklı bir çözüm üreterek Pablo Laso'yu etkisiz hale getirdi ve üç maçta da ayrı ayrı "Vesely olmasa da biz sizden daha iyi takımız" mesajını her saniye boyunca vermeyi başardı ve arka arkaya ikinci kez Final Four'a yükselmeyi başardık. Tabi oyuncu bazında bu başarıyı inceleyecek olursak Vesely'nin yokluğunda Udoh tek kelime ile muazzamdı. Bütün sene sıfır katkı ile oynayan Sloukas ilk maçı getirirken, Kalinic ise kendisinden beklenenleri sonunda gerçekleştirmeyi başarabilmişti. 13-15 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek Final Four'un Berlin'de olmasıyla taraftar desteğini de arkasına alacak olan Fenerbahçe; hem Vesely'nin geri dönecek olması hem artan tecrübesi, hem taraftarın kendilerine olan güveni hem de Obradovic faktörleri ile kupanın en favorisi konumunda. Bundan sonra onlara güvenmekten, inanmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bugüne kadar bu güveni boşa çıkarmayan bu yürekli takım yine bizi gururlandırmayı başaracaklardır.

#

Yes We Can

37


Zaman mı yanlış biz mi yanlış zamandayız? Sevginin aşkın mutluluğun, ne olduğunu film diyal ogların da görmüş “Sevgi neydi? Sevgi emekti yi” klişeleşti rmiş her şey in dalgaya veya alaya alındığı güldüğümüz de “Gülme yarın çok ağlarsın ”dendiği yanlış zamanı, insan larıyız. Ağlamak için gülmeye gülmek içinde iyi bir nedene ihtiyacımız yok hâlbuki. Geçen Galata’dayken arkadaşımla biz yanlış zamanın kadınları mıyız acaba? Diye düşündük.60’larda yaşasaydık mutlu olur sevilir eski İstanbul bize nefes verir miydi diye konuştuk. Ama sonra anladım ki İstanbul aynı İstanbul insan denen varlık dünyayı yaşanabilir veya yaşan amaz kılıyor. Yoksa düşünebilir misin nefes alırken ciğer lerinin acı ve kederle dolduğunu? Olmaz be olamaz! İstan bul canını bu kadar acıtamaz. O nefes verir sen o nefes i içine dolu dolu çekmek huzurla yürüyüp gitmek varken keder ve kahırla sallana sallana gidip gelirsin. Amacım insanoğlu yargılamak değil anlayamadığım için böyle yazıyorum. Yazıyorum çünkü yarının ne olacağını bilmediğimiz bu dünyada kendi kendimize insanlığımıza zarar vermenin bize hiçbir şey getirmediğini, her hatam ızda bizden bir şeyler götürdüğünü gördüğüm için yazıy orum. Bence nefes alalım alabileceğimiz kadar çok alalı m, Gözlerimizdeki hüzünle vicdanımızın rahatlığıyla yarının umut dolu olacağının güzelliği ve heyecanıyl a nefes alalım .Kalan son hüsnü kaybetmeden nefes alalım. Çünkü şanslıyız çünkü Eskişehir bize nefes veriy or , İstanbul bize nefes veriyor . Tıpkı 60’lardaki gibi 70’lerdeki gibi üzerinde yaşadığımız topraklar bize nefes veriyor. Sokaklarında yürümemize, dolaşmalarımıza , bağıra bağıra şarkılar söylemelerimize izin veriyorlar . Ve en güzel teşekkürü hak ediyorlar!

YAZI| GİZEM TAŞKIRAN

38


Bedenine sığmaz yürekleri rüzgarla savrulurken O yüreklerde bir uçurtma havalanır baharda Neşeli bir ezgi dökülür dillerinden, Bulutların üzerine güneşi çizer onlar. Çocuklar, Çocuklar, koşarlar o yeşil kırlardan, çorak topraklardan Koşarlar dizleri yara, ayakları çıplak Onlar gülerek koşarlar Çocuklar bize güzel günleri doğuracaklar Koşarlar ceplerinde kağıttan gemilerle denizlere Köpürür dalgaları denizlerin, Umut can bulur yüzlerinde Güzel bir yarını doğuracak çocuklar

ŞİİR| HASAN UKİL

39


ArtÄąk bir yerimiz var ve hepinizi bekleriz...

40


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.