11 sayi

Page 1

1


Merhabalar tam on birinci kez karşınızda olmanın haklı mutluluğunu yaşıyoruz. Aslında haklı gururunu da yaşardık ama yaşamamaya özen gösteriyoruz çünkü “Çöküşten önce gurur vardır.” demiş İsa. Buraya yazacak bir şeyler bulmak çok zor hale gelmeye başladı. Artık kendimizi tanıtmanın alemi yok. Manifesto yayınlamak da pek tercih ettiğimiz bir durum değil. Bu sayımızda paradan, iktisattan bahsettik. Fanzinimizi bir Korkut Boratav’a bir Mahfi Eğilmez’e okutacakmışız ciddiyeti ile hazırlamaya özen gösterdik. Umarım ilginizi çeken sürükleyici bir iş yapmayı başarmışızdır. İyi okumalar!

LEVENT ÜSTÜNBAŞ

BÜŞRA KARAKAŞ | ÖMER ŞİAR BAYSAL | LEVENT ÜSTÜNBAŞ | ENRİCO RATSO MURAT AYDIN | MELİS TATAR | YAVUZ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | EMRE SÜZER MEHMET BERK YALTIRIK | BATUHAN PALA | ESRA GEDİK | MESUT’PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ENDER ÇOBANOĞLU | AYSUN AKTUNA | CAN DOĞAN | SALİHA BİÇER | HASAN UKİL | ElİF ÖNDIRAZ

EDİTÖRLER REDAKSİYON KAPAK GÖRSELLER TASARIM/DİZGİ WEB TASARIM

LEVENT ÜSTÜNBAŞ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ FURKAN ÜSTÜNBAŞ BÜŞRA KARAKAŞ BÜŞRA KARAKAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ULAŞ YAPRAK

@GetikDergi

TWITTER

@getikdergi

INSTAGRAM

getikdergi@gmail.com

MAİL

facebook.com/getikfanzin

FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.

2


SATOSHI YAZI | ÖMER ŞİAR BAYSAL

A

.B.D. Merkez Bankası Başkanının, “yüzyılda bir” olarak nitelendirdiği ekonomik kriz yaşanmaktaydı. Finans sektöründe işler yolunda gitmiyordu, mortgage balonu patlamış, yatırımlar buharlaşıp uçmuş, buhranın etkisi tüm Dünya’da hissedilmiş fakat bizleri bir şekilde ıskalayıp, teğet geçmişti.

Y

ozlaşmış finansal sistemlerden dolayı birileri kızgın ve öfkeliydi, para kaybettikleri için değil belki, fakat elleri cebimizde olan, aç gözlü bankerlerin, şirketlerin adiliklerinin, ekonomik krizler nedeniyle ortaya çıkması ne ilk ne de son olacak gibi görünüyordu.

2

008 yılının sonlarında bir isim, mütevazı bir şekilde, artık günümüzde sıkça duyduğumuz Bitcoin fikriyle ortaya çıktı ve eşten-eşe çalışan, güvene dayanmayan dijital para modeli üzerinde çalıştığını bildirdi. Ünlü Bitcoin “white paper’ını” yayımlayarak dünyadaki herkese parayla ilgili farklı bir yol gösterdi. Aracısı olmayan, merkezi bir otorite tarafından yönetilmeyen, eşlerin ortaya koydukları iş gücüne göre oy kullanabildikleri bir sistem.

O

torite yokluğu, paranız üzerindeki tüm kontrolün size ait olması ve sizin dışınızda hiç kimsenin paranızı harcayamaması hatta el koyarak harcanmasına engel olamaması anlamına geliyor. Bitcoin’in getirdiği yenilikler çoğu parasal sorunun üstesinden geliyor. Bitcoin’i ilk kez deneyen uzmanlar, Satoshi Nakamoto’ya haklı olarak pek çok soru yönelttiler, Satoshi her birini açık bir şekilde sanki daha önceden sorulacağını biliyormuşçasına yanıtlıyordu, hatta öyle ki uzmanlardan birisi bu durumu şöyle örnekledi: “Bu bir hırsızın defalarca bir bankaya sızmak için tünel açıp, her defasında hırsıza geri dönmesi söyleyen bir levhayla karşılaşmasına benziyordu”. Bitcoin tasarımı gereği güvenli bir sistem, hiç bir arka kapı olmamasının yanında herkes tarafından değerlendirilebilecek açık kaynak koda sahip.

B Piyasası”

itcoin şu an Dünya genelinde 38 milyar Amerikan Doları hacme sahip ve “Tam Rekabet olarak nitelendirilen bir pazar. 2008 yılının sonunda ortaya çıktığından bu yana, Satoshi’nin kimliği veya eğer bir grup ise kimlikleri ortaya çıkmış değil, eğer tek bir kişi ise kadın mı yoksa erkek mi bilmiyoruz. Bitcoin’in popülerliği arttıkça, ünlü gazeteciler gizemli yaratıcıyı Satoshi Nakamoto bulmaya çalıştılar, analizciler yazım alışkanlıklarını, uyku düzenini ve daha pek çok şeyi en küçük itcoin’in yaratıcısı, onu sadece bir fikir ola- ayrıntılarına kadar incelemeye aldılar. Fakat hiç rak bıraksaydı, Bitcoin belki de en iyi fikir- birisi Satoshi’nin gerçek kimliğini kanıtlayamadı. ler sıralamasında en üstlerde yer alabilirdi. Fakat Satoshi aynı zamanda fikrini destekleyecek bir azıları tıpkı tekerleğin icadında olduğu gibi uygulama geliştirmiş ve dileyen herkesin kullanıSatoshi’nin kim olduğunun aslında tekerleği mına sunmuştu. Dijital para fikri pek çok kişinin kimin bulduğu kadar önemli olduğunu düşünüyor. hatta belki de devletlerin arzuladığı bir sistemdi, Onun hakkında bildiklerimiz ortaya koyduğu sisfakat çeşitli dijital para önerileri ya hiç uygulama- tem ve ilham alabileceğimiz mesajlarından ibaya konmamış yada tasarımı gereği merkez banka- ret. Bitcoin, piyasa hacmi (bu yazı yayınlandığı ları gibi bir otoriteye ihtiyaç duymuştu. Satoshi zaman) yaklaşık 38 milyar Amerikan Doları olan önceki dijital para denemelerine ilişkin şöyle bir ve her geçen gün katlanan bir ivmeyle hacmini açıklamada bulunmuştu “Önceki sistemlerin arttıran dijital para haline geldi. 2008 ve 2012 yılçöküş nedeni merkezi olarak kontrol edilme- ları arasında Satoshi parlak vizyonunu ve kodunu leri olduğunu umarım herkes anlar. (Bitcoin dünya ile paylaştı. Satoshi Nakamoto anısına haile) İlk kez merkezi olmayan ve güvene da- zırlanan, mesajlarını ve daha pek çok bilgiyi bayanmayan bir sistem deneyeceğiz.” Bitcoin rındıran içeriğe ile dijital paranın, taraflar arasında değişimi, ban- http://satoshi.nakamotoinstitute.org/ adresinden ka, sigorta şirketleri, devlet gibi aracılar olmadan ulaşabilirsiniz. sağlanabiliyor. Üstelik bu aracısız değiş-tokuş açıktan veya gizliden alınan işlem ücretlerinin ayın Satoshi Nakamoto, Bitcoin’i icat ettiğin ucuzlaması anlamına geliyor. için teşekkür ederim.

B

B

S

3


ALTIN YERE DÜŞMEKLE PUL OLMAZ YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

İ

nsanlık tarihi boyunca hiçbir dönemin sakin ve naif geçtiğini iddia edemeyiz tabii ki ancak mesele para politikaları ve buna bağlı gelişmeler olunca en önemli dönem geçtiğimiz 200 yıllık dilimdir diyebiliriz. Hakim dünya düzenini yani -ne yazık ki- kapitalizmi zaman dilimlerine ayıracak olursak 1800’lerin başını, yani kapitalizmin emeklemeye başladığı ve İngiliz menşeli Doğu Hindistan Şirketi gibi kuruluşlar aracılığıyla Kıta Avrupası'ndan çıkıp dünyaya yayıldığı dönemi, ilk dönem olarak kabul edebiliriz. Para sistemi olarak altın standardının kullanıldığı bu dönem, gümüş ve altının birlikte kullanıldığı çift metal para sisteminin yerine gelmiştir. “Nedir bu altın standardı?” Diyecek olursanız. Belli miktar altının yine belli bir miktar paraya tekamül etmesi demektir. Yeterince açıklayıcı olmadıysa şöyle devam edelim: kendinizi bir devlet gibi düşünün, kasanızda yüz gram altın olduğunu varsayın, uymanız gereken uluslararası altın standardı gereği 100 gram altınınıza karşılık 150 dolar(yahut kendi devletinizin para birimi) basabilirsiniz. Basacağınız para miktarını artırmak için kasanızda bulunan altını da arttırmanız gerekir. Bunu nasıl mı yaparsınız? Uluslararası ticaret altın üzerinden yapıldığından ihracatınızı yani başka devletlere sattığınız mal miktarını artırmanız gerekir. Bu sistemde bir ülkenin kasasında ne kadar altın varsa o ülke o kadar zengindir. Uzun lafın kısası devletler zenginlikleri bakımından çok rahat bir

4

şekilde sıralanabilir ve piyasa dengesini en zengin olan öyle ya da böyle belirler.

1

821 yılında ilk olarak İngiltere’de uygulamaya konan altın standardı her ne kadar küresel örgütlü bir para sistemi olmasa da, İngiliz Hegemonyası dönemini yani Sterlin’in rezerv para olduğu dönemi ve yazının devamında değineceğimiz Bretton-Woods sistemini anlamamıza yardımcı olacaktır. Müsterih olunuz “rezerv para” kavramına da yazının devamında değineceğim. İki dünya savaşı ve bir kriz gören bu sistem 1929 Büyük Buhranı'nda sarsılsa da yıkılmamış ancak II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında sona ermiştir.

II.

Dünya Savaşı'nın bitmesi ile birlikte İngiltere tahttan inmiş ve dünyanın yeni kralı Amerika Birleşik Devletleri olmuştu. Bunun üzerine terk edilen altın standardının yerini ABD’nin önderlik edeceği bir sistem ve tabii ki ABD’nin para birimi olan dolar alacaktı. Temmuz 1944’de New Hampshire eyaletinin Bretton-Woods kasabasında 44 ülkeden 730 delege Birleşmiş Milletler öncülüğünde bir araya geldi. Savaş sonrası ekonomik düzen ve bunun nasıl koordine edileceği hakkında görüşmeler yapmaya başladı. bunda temel amaç yeni bir sistem bulmaktan ziyade neredeyse durma noktasına gelen uluslararası ticareti tekrar canlandırmaktı. Çünkü refahın uluslar arası ticaret ile artacağını


savunan ve David Ricardo’nun “Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi'ne” sıkı sıkıya bağlı olan kapitalistler öncü devlet hegemonyası dışında pek de bir yol bilmiyorlardı. Tabii herkes böyle değildi. Mesela Amerika’yı 1929 Büyük buhranından çıkartan İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes. Keynes ve ABD hazine bakan yardımcısı Harry Dexter White, Bretton-Woods’da adeta Malazgirt ovasında karşılaşan Alparslan ve Romen Diyojen gibiydiler. Büyük bir deha olan Keynes’in üç önemli planı vardı ancak ne yazık ki görüşmelerin sonunda kabul edilen plan White’ın planı oldu.

B

u üç önemli plana bakmadan önce yazımın başlarında söylediğim “rezerv para” meselesinin ne olduğuna bakalım. Merkez bankaları ve diğer finans kuruluşlarının piyasaya sürdükleri hisse karşılığı kasalarında tuttuğu döviz ve altın cinsinden paraya rezerv para denir ve rezerv para dünyada en çok kabul gören, en hızlı değiştirilebilen para biriminden seçilir. Yani bir banka olduğunuzu ve bana değerli kağıt sattığınızı bunu da Türk Lirası üzerinden yaptığınızı düşünün. Benden aldığınız lirayı dolara çevirerek kasanızda tutarsınız böylece kur farkından etkilenmez ve gerektiğinde uluslar arası piyasada kullanabilir yahut bu dövizi düzenleme amacı ile piyasaya müdahale aracı haline getirebilirsiniz.

Ş

imdi gelelim Keynes’in 3 tasarısına: Keynes’in ilk tasarısı IMF’nin tüm üye ülkelerin merkez bankalarının bağlı olduğu genel merkez banka olması yönündeydi ancak kabul edilmedi. İkinci önemli tasarı ise BANCOR adında bir dünya rezervi yaratılmalıydı ancak bu da kabul edilmedi. Bir diğer kabul edilmeyen önemli tasarı ise uluslararası ticareti denetleyecek bir örgüt kurulmasıydı. Belki o gün White’ın planı daha makul bulunmuştu ancak zaman Keynes’i haklı çıkarttı. 1970 yılında IMF likidite krizlerini aşmak için bir rezerv para yarattı ancak buna Bancor değil SDR adını verdi. 1995 yılında ise Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. Kimi otuz kimi elli yıl sonra gerçekleşti ancak sonuç olarak Keynes’in tüm merkez bankalarının başında bir merkez bankası önerisi dışındaki tüm önerileri kabul edildi. Keynes’in günümüzde yaşayan akrabaları var. Hatta bir tanesi Narnia Günlükleri filminde rol alan bir aktör. Lakin bu şahıslar Harry Dexter White’ın akrabalarını faceden ekleyip “Nooldu!?! Girdi mi?”, “kapak!”, “döşedi mi dedem pimapeni?” Gibi laflar etmemiştir diye düşünüyorum. Geyiği bırakıp meseleye döneyim.

Yani şimdi ne değişti ? ''Bu bildiğimiz altın standardı değil mi ?'' diyenler için şöyle anlatayım: Denklem (kasanızdaki altın = basabileceğiniz para) şeklindeyken yeni sistemde (kasanızdaki dolar = basabileceğiniz para) halini aldı. Doların durumunu ise Amerikan Merkez Bankası'nın altın stoğu belirledi. İlk standart 1 ons altının 35 dolara karşılık gelmesi şeklindeydi. Bu dünya piyasalarında güven yarattı, dalgalanma ve beklenmedik değer kayıpları olmadı. Ancak ABD Başkanı Johnson’un Refah toplumu projesi için yapılan harcamalar ve Vietnam savaşı aynı döneme denk gelince ABD elindeki doları ülkesi dışına satmaya hatta borçlanmaya başladı. “Benim huzurum kaçınca herkesin huzuru kaçacak ulan!” şeklinde takılan ABD bu kez sert kayaya çarptı ve Fransa Devlet Başkanı Charles De Gaulle “Elinizdeki altın miktarının çok üstünde dolar basıyorsunuz aksini ispatlayamazsanız şerefsizsiniz!” Dedi. ABD aksini ispatlayamadı. Bunun üzerine rüzgarı arkasına alan De Gaulle “Neden sizin dolarınıza tamah edecekmişiz ? Altından gayrısı yalandır! Eski standarda dönülsün.” Buyurdu ve al dolarlarını ver altınlarımı diyerek ABD kasasındaki altınlarını Fransa’ya geri çağırdı. Bunu gören Avrupa durmadı ve her ülke ABD’ye dolar verip karşılığında altınlarını geri almaya başladı. Sadece 11 yılda ABD kasasındaki altının %50 den fazlası eridi ve bu durum ABD’nin büyük bir dolandırıcılık yaptığını yani elindeki altın miktarının tam 12 katı dolar bastığını ortaya çıkarttı. Fakat ABD sert bir yaptırım uygulanmayacak kadar güçlüydü. ABD, ''süper güç benim! Ben yaptım, ben düzeltirim yoksa sadece ben değil hepiniz çöker gidersiniz'' dedi. 1971 yılında Başkan Nixon tüm karşılık rezervlerini askıya aldığını yani Dolar karşılığı altın ödemesi yapmayacaklarını çünkü altın karşılığı dolar basma işlemine son verdiklerini açıkladı. Uzun lafın kısası 1971 yılından bu yana paranın piyasadaki itibarı falan denilerek tam karşılığı olmayan para basma işlemleri gerçekleştirilmekte. 40-50 yılda bir likidite krizlerinin yaşanıp tekrar güvenli liman olan altına döndüğümüzü düşünürsek çok fazla zamanımızın kalmadığını söyleyebiliriz. Yeni krizimizden sonra nasıl bir sisteme geçeceğimizi kim bilir. Ancak günümüzde paranın ne kadar güvenilirliği olduğunu az çok anlamışsınızdır diye düşünmekteyim. İşte bu yüzden Bitcoin gibi sanal para birimlerinin yansıtıldığı kadar güvenilmez yahut balon olduğunu da düşünmüyorum. Ancak illa ki fikrimi sorarsanız paranızı düşünmeden çeyrek altına yatırın derim.

5


MİLLET AÇ AÇ! YAZI | ENRİCO RATSO

H

er sabah uyandığımızda aklımıza ilk gelen soruyla başlayalım. İktisat nedir? İktisat, ünlü filozof ‘Sokaktaki Adam’ın deyişiyle ‘geçim derdi’dir. Üç kuruşluk kaynaklarımızı, beş kuruşluk köftelerimize denk getirmek için yüzyıllardır düşünüp bunu bir bilim haline getirmişiz. Öyle bir bilim ki çık işin içinden çıkabilirsen. Altı üstü karnımızı doyurup, başımızı sokacak bir yer istiyoruz. Belki arada Nusret’e gideriz ya da Gölbaşı’ndan villa alırız. Hadi bilemedin bir de en ucuzundan son model bir Mercedes... İşte böyle naif şeyler tokgözlü insanoğlunun istediği. Peki kardeşi kardeşe kırdıran, dostları küstüren, Sarı Bıyık’a bacanağını bıçaklattıran aşamaya nasıl geldik ? Bu konuda aklı büyük kendi küçük ve bu işleri iyi bilen Emin’e danışabiliriz. Emin diyor ki:‘’200 günlük basit hareketli ortalamaya denk gelen 51,00 Dolar desteğini kıran Brent Petrol, ABD’de açıklanan haftalık stok rakamlarının gerilemesiyle birlikte tekrar 51,00 Dolar’ın üzerine yükseldi. Petrole özenen dolar FED’in faiz oranlarını arttırmasıyla birlikte ulusal piyasada yatay seyrini değiştirerek ebesinin nikahına doğru maceralı bir yolculuğa başladı’’. İşte böyle onlar ermiş muradına, biz girelim kredisine... Görüldüğü gibi Emin bizi bombok bir yere çıkardı. Oysa ki çıkmak istediğim yer çok da gerilere gitmeden makul bir zamanda yolculuktu. Yok efendim ‘Frankfurt Okulu’, yok ‘boğa piyasası’ mevzularına hiç girmek istemiyorum. Kendi yolumuzu kendimiz bulacağız artık. Kimler bu mevzuya kafa patlatmış ve ortaya makul bir çözüm sunmuş bir görelim istiyorum. Görelim ki, ak koyun kara koyun çıksın ortaya.

B

u koyun diyalektiği içinde karşımıza iki isim çıkıyor: Adam Smith ve Karl Marx. Anavatan partisinin önde gelen isimlerinden munis bir İngiliz beyefendisi olan Adam Smith amcamız bu meseleye topyekün bir yaklaşımla dalmış ve kendisine ‘Adam’ ünvanını kazandıran ‘Ulusların Zenginliği’ kitabını tüm insanlığa armağan etmiş. Bu kitapta demiş ki: ‘Bu kadar kusursuz bir dünya kendine kendine var olmuş olabilir mi ? Görünmez el diye bir şey vardır. Herkes tuttuğunu biçerse, bu el sayesinde kimse kimsenin orucuna karışamaz. Böylece tuttuğunu koparan cevvaller uzmanlaşır ve zenginlik artar’. Bunu okuyan Marx amca durur mu ? O da tüm seçkin kitapçılarda bulabileceğiniz ‘Kapital’ isimli kitabı yazmış ve hemen yapıştırıvermiş cevabı: ‘Orak getirin biçek de bu işler öyle olmaz. O kadar yazmışsın ama hiç hak hukuktan bahsetmemişsin. Hortumları hep kendine bağlamışsın. 6


Mahkeme-i kübrada bunun hesabını veremezsin, vebali büyük olur. Şu görünmez elinde sakladığını cebe atmayıp ortaya çıkar da garip gureba da biraz nasiplensin’ demiş ve ortalığı biraz karıştırmış. Bu karışıklık içinde savaşlar, devrimler, olaylar olaylar derken SHP kendini feshedip CHP ile birleşmiş, Keynes de şöyle böyleymiş falan filan... Meseleye en baba çözümler bu iki isimden gelmiş gelmesine ama kişisel olarak ilgimi en çok çeken isimden bahsedeceğim. Az kişinin bildiği efsane papazlardan Thomas Robert Malthus ‘Millet aç aç, eriğin kilosu 300 lira olmuş. Her yer Suriyeli doldu, bu kadar boğaz nasıl doyacak?’ diyerek konuya damardan giriyor. Malthus’a göre, doyurulması gereken boğaz sayısı geometrik(1,2,4,8,16,32,64,…) olarak artarken, ekilebilir toprak miktarı aritmetik(1,2,3,4,5,6,…) olarak artar. Dolayısıyla, bilmem kaç yüzyıl sonra insan sayısı öyle artacaktır ki ekmeksiz doymayanları da hesaba kattığımız takdirde mevcut kaynaklarla bu kadar insanı beslemek mümkün olmayacaktır. İşte bu tatsız atmosferden kurtuluş için Malthus, bir din adamından beklenen kıvraklıkta dahiyane bir çözüm ile karşımıza çıkıyor ve diyor ki: ‘’ÖLÜM VAR!’’ Yedin, içtin, çoğaldın ama bir de bunun diyeti var. Fakirsen o kadar da uzun yaşamana gerek yok, zaten sizi çalıştıracak yeterince kobi de yok. Ahlaksızlığı Yayma Kürsüsü’nün size sağladığı imkanlar ile içki, sigara, uyuşturucu ve fuhuş vb. etkinlikler ile ömrünüzü kısaltabilirsiniz. Bu etkinliklerden zarar almadan çıkan şanslı kişiler için de salgınlar, bulaşıcı hastalıklar ve savaş gibi kolektif aktivitelerimiz mevcut. Hala ölmediniz mi? O zaman bir de devasa bir kıtlık verelim de hem sizin işiniz olur, hem de bizim duamızı alırsınız’. Görüldüğü üzere Malthus’un dünyasında çok fazla insana yer yok. İşleri görecek kadar insanın makul bir süre yaşaması yeterli ve bundan dolayı da toplumun refahını arttıracak herhangi bir desteğin devlet tarafından yapılması zinhar yasak. Çünkü, refahının arttığını hisseden fakirler goygoya başlar ve sevişkenlikleri artar. Bu da pek hoş olmaz. Ağzımızın tadı bozulur.

Ş

imdi bu adamdan niye bahsettim? Ben uzman mıyım? Ben ne anlarım? Beni kim ikna etti ? Ben nasıl ikna oldum ? Şöyle ikna oldum: Artık devir değiştiğine ve tabi Çelik de delirdiğine göre eski baba akımların geçerliliği devam etmekle birlikte ‘vatandaş olarak geçinemiyoruz azizim, biraz da bizi görün’ diye sızlandığımız bir anda bu paylaşım işine çözümler arayan iktisat teoorilerin hiçbir hükmünün kalmadığı tamamen saçma bir evrende kendimizi bulabiliriz. Hatta insanların rasyonellikten uzaklaştığı ya da doğruların değiştiği durumlarda kendinizi bulacağınız noktalar hayalgücünüzü bayağı bir zorlayabilir (Geleceğe Dönüş filmindeki alternatif 1985 yılı Donald Trump sayesinde kısmen gerçek oldu bile). Bu aşamada Malthus gibilerin teorileri içimizi karartsa da gelecek hakkında öngörü sağlayabilmemiz için bize bazı ipuçları da sağlıyor. Bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz gibi sadece iyi ve kötü üzerine kurulmuş dünyalar çok uzakta değil. Robotlar-İnsanlar, Zenginler-Fakirler, Elfler-Orklar vs... Bundan dolayıdır ki, yarın bir gün kapınıza birileri gelip de ‘Dünyadaki bütün kaynakları hesap ettik ve ne yazık ki artık sizinle yollarımızı ayırmak durumundayız. Birlikte geçirdiğimiz zamanların hatrına sizi böcekle beslenebileceğiniz nezih çalışma kampımızda ağırlayabiliriz. Aksi takdirde sizi yok etmek durumunda kalacağız’ diye söylerse çok da şaşırmamak lazım. Tabi bunların hepsi İngiltere’de olacağı için bizim şimdiden endişelenmemize pek gerek yok :) İşin hülasası, birkaç kişi bir araya geldiğinde bu ekmeği bölüp de yemek işi zor bir mevzu haline geliyor. Alkışı da duyuyorsunuz, ihaneti de görüyorsunuz. Kimi ‘yarin yanağından gayri her şeyde, her yerde hep beraber’ derken, kimisi de ‘her koyun kendi bacağından asılır’ diyor. İşte böyle zıtlıklar içinde yaşamaya çalışırken cebimiz de biraz para görsün diyen okuyucularımız için faydalı olması açısından para-tura işlerini iyi bilen değerli büyüğümüz rahmetli Sakıp Sabancı’nın ilham veren bir sözüyle veda etmek istiyorum: Borç para vermekte, kefil olmakta dikkatli davranın.

7


I'm FOREVER BLOWING BUBBLES ÖYKÜ | MURAT AYDIN

80

yazıydı, Arsenal’i FA Cup finalinde parçalayıp sabahlara kadar çılgınlar gibi biralarımızı yudumladığımız, bağırmaktan sesimizin kısıldığı, kadınlarla dans edip sokak köşelerinde sızdığımız günden sadece bir hafta geçmişti. Yıllık izindeydim ve iznimin bitmesine sadece üç gün kalmıştı. O iğrenç işe tekrar döneceğimi düşündükçe sinirden yumruğumu sıktığımı fark ettim. Büyükannem Beatrice ile birlikte yaşıyordum, onun çok fazla parası vardı, istese çalışmak zorunda kalmazdım ve ölene dek komşumuz olan Oswaldların kızı Valerie ile yaşayabilir, her gün sarhoş olana kadar içip West Ham maçlarına gidebilirdim ama bunlar için büyükannem Eastra’nın ölmesini beklemek zorundaydım. Aslında onu severim ama kardeşim Karla dışında kimseye para vermezdi. Kendimi, onun ölmesini istemekten başka seçeneğim olmadığını düşünecek kadar aciz hissediyordum. Ama o rutubetli depoda ter kokan sersemlerle günün yarısını geçirmek istemiyordum. Beraber çalıştığım insanlardan o kadar nefret ediyordum ki yemek yerken ağızlarını şapırdatmaları, komik olduklarını sanmaları ve sürekli sapıkça espriler yapmaları... Her şey gitgide dayanılmaz oluyordu. Bunları düşünmek beni fazla sıkmış olacak ki sigara içmek istedim ve dışarıya çıktım hava kararmaya başlamıştı, sokak lambalarının yandığını fark ettiğimde küçük bir parka girdim. İnsanlar köpeklerini gezdiriyor, kadınlar spor yapıyor ve çocuklar bisiklet sürüyordu bir süre onları izledim park

8

gitgide tenhalaştığında kalkmam gerektiğini fark ettim. Evime doğru yürüken yanımda duran spor arabadan çocukluk arkadaşım Perry indi. Daha hiç birşey söylemeden ondan nefret etmiştim. Kıyafetleri çok güzeldi ve daha kötüsü arabası çok güzeldi. Onunla sohbet etmek istemiyordum, ona hala büyükkanemle oturduğumu ve berbat bir işte çalıştığımı söylemek benim için o kadar kötü olacaktı ki ona yalan söyleyip her şeyin iyi olduğundan bahsedecek kadar bile orada kalmadım vaktimin olmadığını, yetişmem gereken bir yer olduğunu söyleyip hızla uzaklaştım. Kıskançlıktan gözüm dönmüştü aklımın bir köşesinde olan ama hep unutmaya çalıştığım o düşünceyi artık bastıramıyordum tek kurtuluş yolum büyükannemi öldürmekti. Terlemeye başladım düşünmekten şakaklarım acıyordu ve korkuyordum ağlamaya başladım kendimi tutamıyordum sonra bunu düşünmek bile bana kötü hissettiriyorken, yapacaktım büyükannemi öldürücektim ondan kalan parayla o lanet depoya gitmek zorunda kalmayacak hatta ben de bir spor araba alabilecektim.

E

ve girdiğimde büyükannem terasta oturuyordu bana neden ağladığımı sorduğunda ona bunu yapmak zorunda olduğumu söyledim daha çok ağlıyordum ama artık duramazdım onu aşağıya ittim kanlar içinde yerde yatıyordu o daha yere düşmeden çok pişman olmuştum ne yapacağımı bilmiyordum ve kız kardeşimin çığlığını duydum. Bizi görmüştü bana


ilk defa korkarak bakıyordu, çığlık atmaya devam etti ona sessiz ol diye bağırıyor ama farkında olmadan ondan daha fazla gürültü yapıyordum. Kaçmaya başladı ona üzgün olduğumu söylemek için peşinden koştum ikimiz de ağlıyorduk ve olabilecek en kötü şey oldu. Kardeşim Carla merdivenlerden yuvarlandı. Başını çarpmıştı yerde hareket etmeden yatıyordu, sesler yüzünden evin önünde oluşan kalabalık büyükkanemin cesedini görmüştü. Açık olan kapıdan içeri girdiler. Carla’nın başına toplandılar, sinir krizi geçirmiştim kendime geldiğimde etrafımdaki polisler bana kardeşimin öldüğünü söylediler. Hiçbir şey konuşmak istemiyordum her şey bitmişti. Bir anlık öfkeyle, hem kendimin, hem ailemin hayatını mahvetmiştim. Mahkemelere çıkmayı reddettim ve beni Woodhill Hapishanesine gönderdiler. Hayatımın sonlanacağı yer Woodhiil'in rutubetli duvarlarının arasıydı, cehenneme gitmek için ölmeyi beklememe gerek kalmamıştı. Woodhil kötü şöhretiyle ünlüydü mahkumların bu rezil yerde kalmaktansa intihar ettiği, İngiltere'nin en fazla mahkum intiharları yaşanan hapishanesiydi. Rahatsız edici mahkumlardan birçoğu, nadiren hücrelerinden çıkartılırdı.Ben D-Kanadındaydım ve günde sadece bir saatlik mühletle havalandırmaya çıkabiliyordum. Diğer mahkumlar birbirleriyle sık sık konuşuyordu ben ise uzun zaman olmasına rağmen kimseyle konuşmamıştım. Diğer mahkumlar gibi hücremde İncil okumak da istemiyordum, beni affedecek olan tanrı değil kardeşim ve büyükannemdi.

ve güzel giyisilerin nedenini anlamıştım.Cinayet günü olanlardan çok etkilendiğini ve olan biteni araştırmak istediğini anlatmaya başladı.Çantasından bir defter çıkardı ve bunun kız kardeşim Carla'nın günlüğü olduğunu söyledi. Bir an kardeşime ait birşey görünce üşümüş gibi hissettim, kardeşimin ilk yürümeye,konuşmaya başladığı an oynadığımız oyunlar,kavgalarımız, bunların hepsi aklıma geldiğinde ağlamaya başladım. Woodhill'e geldiğiimden beri hiç ağlamamıştım artık iyi ya da kötü birşey hissedebileceğimi düşünmüyordum Perry bana bir bardak su doldurdu ve omzuma dokunup sakinleşmemi söyledi ve anlatmaya devam etti Karla'nın günlüğünün büyük bir kısmında büyükkanem Beatrice'e duyduğu nefretten ve ona verdiği paranın yeterli olmadığı için ölmesini istediğinden bahsettiğini söyledi. Tüm deliller beni gösteriyordu ve suçlamayı kabul etmiştim şüpheli bir ölüm olmadığı için Beatrice’in cesedi otopsiye gönderilmemişti.Fakat Perry günlüğü okuduktan sonra cesedin incelenmesini istedi.Anlattıklarını duyunca şok oldum. O çok kıskandığım nefret ettiğim çocukluk arkadaşım Woodhill'den çıkış biletim oluvermişti. Otopsi sonucunda büyükannemin zehirlenerek öldüğü belirlenmişti bu nasıl olabilirdi ? Cinayet günü sigara içmek için dışarıya çıktığımda Karla evde yemek hazırlıyordu. Büyükannemin servetini isteyen Karla onu zehirlemiş, büyükannem fenalaşınca terasa çıkmıştı. Ben onun yanına gittiğimde zaten ölüyordu ve ben onu aşağıya ittiğimde sadece bayılmış ve bacakları kırılmıştı. Karla terasta beni görünce her şeyi anladığımı düşünüp Aradan bir yıl geçmişti ve bunların hiçbiri maa- çığlık atmış ve koşmaya başlamıştı ve kayıp düşlesef rüya değildi. Havalandırmaya sigara içmeye tüğü merdivenler sonu olmuştu. Perry sayesinde çıktığımda diğer mahkumları seyrediyordum ve suçum cinayetten, cinayete teşebbüse dönüşmüşsüre dolmadan hücreme döndüm. Aradan birkaç tü ve bu da Woodhillde kaldığım bir yıl ile serbest saat geçtikten sonra müdürün beni görmek iste- kalmama yetiyordu. diğini söylediler, şaşırmıştım çünkü buraya geldiğimden beri hiç sorun çıkartmamıştım. Hatta Perry eşyalarımı toplamamı söylediğinde bana diğer mahkumlar benim dilsiz olduğumu düşü- Woodhill'i hatırlatacak hiçbir şeyi yanıma almak nüyorlardı. Müdür Kingsley'in odasına girdiğim- istemediğimi söyledim ve hapishanenin kapısınde bir an yutkunamadım, nabzım yavaş atmaya dan çıktığımda ikinci hayatıma ilk adımımı atmış başladımıştı ve terlemiştim. Karşımda duran onu oldum.Perry'e sarıldım ve olan bitenin hepsini ankıskandığım için ailemin ölmesine ve benim bu ha- lattım ona çok üzgün olduğumu söyledim ve Perpishaneye gelmemin sebebi olan çocukluk arkada- ry'nin o güzel spor arabasına binip oradan uzakşım Perry'nin ta kendisiydi. Londra’dan gelip beni laşmaya başladık.Tam daha güzel birşey olamaz neden görmek istemişti? Bir süre odada müdür derken tanıdık bir ses duydum ses gitgide artıKingsley ve Perry konuştular ama ben duymu- yordu ve onları gördüm. West Ham tam da bugün yordum olan bitene anlam vermeye çalışıyordum. Milton Keynes'e maça gelmişti. Stadyumun yakıKingsley bizi yalnız bıraktığında Perry oturmamı nından geçiyorduk ve bizim West Hamlı serserisöyledi ve beni şok eden konuşmasına başladı. leri gördüm. Arabanın camını açıp tüm gücümle Çocukluk arkadaşımın Londra'nın en iyi avuka- onlara eşlik ettim. I'm forever blowing bubbles..... tı olduğunu öğrendiğimde o pahalı spor arabanın

9


OFF-SHORE BANKACILIĞI VE İLLEGAL KULLANIMI

YAZI | MELİS TATAR

A

slında ‘’kıyı ötesi bankacılığı’’ manasına gelen ‘’off-shore banking’’ dilimize ‘’kıyı bankacılığı’’ olarak geçmiştir. Off- shore bankacılığı ülke dışından sağlanan fonların yine ülke dışında kullanılmasını sağlayan bir bankacılık sistemidir ve genellikle ‘’vergi cenneti’’ dediğimiz gelir ve kurum vergi oranları çok düşük olan veya hiç olmayan ve denetimin çok zayıf olduğu ülkelerde bulunurlar. Panama, Bahama Adaları, Bahreyn ve Virgin Adaları bu yerlerin başlıcalarıdır. Kıyı bankacılığı, yasa dışı olduğu gibi düşünceleri akla getirse de yasal yollarla kurulurlar ve diğer bankaların yaptığı işlemlerin büyük bir çoğunluğunu yapabilirler. Ancak, kıyı bankaları diğer bankalardan ayrı olarak bankacılık ile ilgili kanun ve yönetmeliklerden ve denetimden uzaktırlar, bulundukları ülkeden mevduat toplayamaz ve yerel para birimleri ile değil, çevrilebilir para birimleri ile çalışılar.

K

işi veya kurumların Off -shore bankacılığını kullanmalarının arkasında; gizlilik, güvenlik ve vergi kolaylığı gibi birçok sebep olabilir. Bu sistemde bankalar mevduat müşterilerinden başka bir ülkede işlem yaptıkları için mevduat müşterileri de ülkelerindeki hukuk kurallarından ve sınırlamalardan muaftır. Hesaplar ülke dışında gözüktüğü için denetimden kaçarlar ve aleyhlerine işleyecek davalarda varlıkları gözükmez. Fakat bunun yanı sıra o parayı ülke içinde rahatça kullanabilirler. Özellikle büyük gelirli şirketler içinse vergi kolaylığı sağlaması şirketler için yadsınamaz bir fayda ve tercih sebebidir. Bunlara ek olarak kişi veya kurumlar gelirlerini ve yatırımlarını ülkelerinin ekonomik ve siyasi istikrarsızlığından korumak amacıyla da off-shore bankalarına yatırabilirler. Off -shore bankacılığının düşük vergi ve bunun bir sonucu olarak yüksek faiz getirisinin, bu sistemin

10


kullanıcısı müşteriler ve ülkeleri için riskleri de elbette büyüktür. Off-shore bankacılık sistemi her ne kadar yasal olarak kurulmuş olsa da devlet güvencesi yoktur. Diğer bankaların batması durumunda 100 bin TL devlet güvencesi altındayken off-shore bankacılığında bankayla beraber oraya yapmış olduğunuz tüm yatırımı da kaybediyorsunuz. Devletler içinse ciddi oranlarda vergi kaybı söz konusudur ve bu durum dolaylı olarak merkez bankasını fakirleştirir, merkez bankasının fakirleşmesi ise duyulan güvenin azalmasına ve zamanla etkisini kaybetmesine neden olur.

O

ff- shore bankacılığı vergi kolaylığı ve yüksek faiz sağlamasının yanında kara para aklamak için de arkasına saklanılan bir yöntem olabiliyor. Ülkemizin çok uzak olmayan geçmişine göz atarsak Uzan ailesinin de bu sistem aracılığı ile satın aldığı halka açık şirketlerde sistemin tüm avantaj ve açıklarından yararlanarak hem şirketlerin küçük ortaklarından nasıl para kaçırdıklarını hem de devleti nasıl büyük bir vergi kaybına soktuklarını hatırlayabiliriz. 1993’te Uzanlar ÇEAŞ’ı alınca küçük ortakların kurulu tüm düzenleri de bozulmaya başladı. ÇEAŞ’ın parasını Uzan Grubuna ait İmar Bankasına düşük faizle yatırdılar ve ÇEAŞ’ın küçük ortakları düşük kazanca sahip olurken Uzan Grubu kendi bankasında büyük kazanç elde etti. Bunun yanı sıra ÇEAŞ’ın parasının büyük kısmını düşük faizle İmar Bankasına yatırılmasıyla oluşan nakit ihtiyacını ise İmar Off-Shore Bankasından karşıladı. Böylece küçük ortaklardan elde edilen diğer bir kazançsa yine kendilerine ait olan Off-Shore bankasına gitti. Yaptıkları bir diğer kurnazlık ise Berke Barajı üzerinden yapılan dolandırıcılıktı. İlk iş olarak barajın inşaat işini kendi paravan şirketlerine verdiler bu sayede baraj inşaatının maliyetini gerçekten olduğundan çok daha fazla şekilde şişirdiler. Bu maliyetin karşılanması için krediyi verecek olansa elbette İmar Off-Shore Bankasıydı ve bu sayede ÇEAŞ’ın küçük ortakları hem bu yüksek kredinin hem de faizinin altında ezilirken, büyük dilimi alan yine Uzan Grubuydu.

Y

akın zamanda gerçekleşen başka bir benzer olay ise Panama Belgeleri olarak da bildiğimiz Panama Merkezli bir hukuk firması olan Mossack Fonseca’ dan sızan ve içinde tanınmış kişi ve kurumların da olduğu işlemleri yayınlanmasıydı. Belgelerde siyasilerden futbol yızdızlarına, iş adamlarına ve sanatçılara kadar pek çok bildiğimiz isim var. Gazetecilik tarihindeki en büyük haber sızdırma olabilecek nitelikteki bu sızıntıyla, tanınmış isimlerin ve şirketlerin daha zengin olmak adına nasıl vergi kaçırdıklarını da görmüş olduk ama ne yazık ki Panama Belgeleri’nin sunduğu bilgi havuzundan elde ettiğimiz tek şey vergiler değil. Adı geçen büyük isimlere, paravan şirketlerine ve kuruluş tarihlerine kadar detaylı bilgi alabildiğimiz bu belgelerde politik güç elde etmek amaçlı yapılmış hamleleri, savaş ve silah finansmanları gibi illegal durumlarla bağlantı kurmak da çok basit bir hale geldi.

B

elgelerde adı geçen ve kriz sonrası yolsuzlukla mücadele sözüyle başa gelen İzlanda Başbakanı Sigmundur Gunnlaugsson‘un eksik mal beyanında bulunduğu ortaya çıkınca halk sokağa döküldü ve kamuoyu baskısıyla başbakan Gunnlaugsson istifa etti. İçinde siyasi liderlerden Rusya lideri Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron, Suriye Lideri Beşar Esad, Suudi Kralı, Birleşik Arap Emirlikleri ve daha pek çoğu var. Futbolun ünlü ismi Messi ve babasının da olduğu listeye Türkiye’den Enka, Zorlu Holding, Ağaoğlu, Sabancı, Gürmen Group Yönetim kurulu başkanı Remzi Gür, Galatasaray ve Beşiktaş Kulüplerinin eski başkanları gibi oldukça kalabalık bir grup dahil oldu.

T

üm bu durum ve örnekler hem off- shore bankacılığına duyulan güveni azaltıyor hem de devletler de artık kendi çıkarlarına tehdit oluşturabilecek bu durumları kontrol altına almak istiyor. Panama belgeleriyle de örneklenen bu durumlar ışığında devletler kendi çıkarlarını korumak için sistemin illegal işleyebilme açığını kapatmaya yönelik değişimler ve sınırlamalar getirme çabası içindeler.

11


12


13


14


15


GECENIN OSMANLI ŞEHIR HAYATINA GIRIŞI YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ

P

ara deyince aklımıza ister istemez ekonomi ve ticaret gelmekte. Günümüzde, ekonomik aktiviteler gündüz olduğu kadar geceleri de gerçekleşmekte. Bunun temel sebepleri arasında, kültürel anlamdaki değişimlerden dolayı geceleri dışarıda olmanın normalleşmesi ve elektriğin daha yaygın şekilde kullanılmaya başlanmasını sayabiliriz. Kültürel değişim, geceleri gerçekleşen aktivitelerin sayısının artışında son derece önemli bir yere sahip. Zira bundan yüzyılar önce, Avrupa toplumlarında bile ‘’gece’‘, doğrudan tehlike ile bağdaştırılan bir kavramdı. Osmanlı şehirlerinde de durum farklı değildi. ‘’Gece’’, doğrudan doğruya tehlike ile ilişkilendirilmekteydi. Bunun ilk sebebi karanlıktan dolayı oluşabilecek tehlikelerden insanların korkmasıydı. Soyulmak, tartaklanmak hatta öldürülmek, geceleri çok daha kolaydı. İstanbul’un bilinen ilk seri katili olan ve ondan fazla kişiyi kalplerine sapladığı bıçakla öldüren ve kendisi için ayrıca bir yazı yazılabilecek bıçakçı Petri, bu meşhur gece ve korku ilişkisi için iyi bir örnek olarak değerlendirilebilir. Peki, özellikle XIX. Yüzyıl’ın son

16

larından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘’gece’’ nasıl bir hayatın parçası oldu ? İnsanlar geceleri sokağa çıkmaya nasıl başladı ?

O

smanlı kentlerinde batılı anlamda bir değişiklik yapılacağı zaman gördüğümüz adres genelde Pera ve çevresi oluyor. Pera, Osmanlı İstanbul’unun en fazla gayrimüslim nüfusa sahip bölgelerinin başında gelmekteydi. Bu durum, şehir formasyonunda yapılacak herhangi bir değişikliğin uygulanması için pilot bölge görevi görmesine sebep oldu. Haussmann’ın çizdiği Paris şehir planından esinlenen bir şehir planının ilk uygulamaya konduğu yer de Pera’ydı. İslami şehirlerin planları genelde dar ve çıkmaz sokaklar, hamamlar ve şehrin merkezindeki bir büyük cami ile karakterizeydi. Haussman’ın Paris planı ise Avrupa’daki burjuva kenti görünümü açısından bir mihenk taşı oldu. Fransa’nın en önemli kenti konumunda olan Paris, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra daha yoğun ve kalabalık bir nüfusa sahip oldu. Dar sokaklar ve caddeler, şehirde temiz havanın insanlara ulaşmasına engel oluyordu. Sanayi Devrimi’nden sonra, temiz havanın


şehirde dolaşımı, şehir plancılarının en çok üzerinde durduğu konulardan biri oldu. Haussmann, şehirdeki bulvar ve caddeleri genişletti ve temiz hava şehirde daha iyi yayılmaya başladı. Modern ‘’Avrupa’’ kenti görünümünün oluşmasında da Paris’in şehir planının etkisi göz ardı edilemez. Caddelerin ve sokakların kesişim noktalarına inşa edilen, şehrin simgesi olacak yapılar, ‘’kent’’ görünümü ile karakterize hale geldi. Haussman’ın Paris planında, atlanmaması gereken bir nokta da tabii ki sınıf çatışması. Yeni planla birlikte, burjuvazi şehrin merkezine yerleşirken işçi sınıfı şehrin dışına doğru sürülüyordu. Ayrıca olası bir eylemde isyancıların dar sokaklara kaçışmasının önüne geçme amacı da vardı. Haussman,’ın Paris planı bu sebeplerden dolayı, burjuva Avrupa kentinin oluşumunda oldukça önemliydi.

O

smanlı Devleti’ne baktığımızda da 19. Yüzyılda her alanda gördüğümüz modernleşme çabalarını, şehirleşmede de görüyoruz. Gerçek anlamda modern bir şehir hayatından bahsedebilmek için, gecenin de artık hayatın bir parçası haline gelmesi gerekiyordu. Osmanlı şehirlerinde 19. Yüzyıl’dan önce de bazı ışıklandırma projeleri görsek de, 19. Yüzyıl’ın sonlarında ortaya çıkan ışıklandırma sistemi tamamen farklıydı. Standartize hale getirilen ışıklandırma ilk olarak Pera’da uygulamaya koyuldu. Işıklandırmanın ekonomik hayata faydası, geceleri sosyalleşmeyi kolaylaştırmasından geliyordu. Modern ışıklandırma sisteminden önce, sadece elit kesimin evlerinde ve evlerin bahçesinde geceleri sosyal aktiviteler yapmak mümkünken, ışıklandırma sistemleri ile birlikte, geceleri dışarı çıkabilmek bütün insanlar için daha kolay hale geldi. Işıklandırma, başta hırsızlık olmak üzere suç oranlarını ciddi şekilde azalttı. Gecenin karanlığından faydalanıp suç işlemek zorlaştı. Bu da, insanların geceleri daha kolay şekilde dışarı çıkmasını sağladı.

20

ati daha geç hale geldi. Böylece insanlar daha geç vakitlere kadar sokakta kalmaya başladı. Özellikle Beyoğlu gibi eğlence merkezleriyle öne çıkan bölgelerdeki lokantalar, kahvehaneler, tiyatrolar daha geç vakitte kapanmaya başladı. Özellikle İstanbul’da meyhane kültürü bu dönem oluşmaya başladı. Tavukpazarı ve Mahmutpaşa gibi semtlerdeki meyhanelerin sayısı arttı. 19. Yüzyıl’ın sonlarından itibaren, bugün hala meyhane kültürü denince akla gelen ilk yer olan Çiçek Pasajı meyhaneleri ortaya çıktı. Gecenin, hayatın bir parçası haline gelmesi de, aynı şehir planları gibi, sadece eğlence hayatını etkilemekle kalmadı. İş hayatı da doğal olarak daha yoğun hale geldi. Teknolojik gelişmelerin etkisiyle, taşımacılık ve denizcilik sektöründe gece mesaileri artışa geçti. Özellikle liman kentlerinde, geceleri istihdam edilen işçilerin sayısında ciddi oranda bir artış oldu.

I

şıklandırma ile birlikte, geceleri sahneye çıkarak geçimini sağlayan birçok Avrupalı ve ABD’li sanatçının Osmanlı şehirlerinde performans sergilemesi de kolay hale geldi. Dasnsçılar, jazz müzisyenleri, çeşitli müzik tarzlarında performans sergileyen orkestralar, turlarına Osmanlı şehirlerini daha çok dahil etmeye başladı. Sanatçılar, zaman zaman büyük salonlarda geceleri konserler verdi.

K

ısacası, ışıklandırma sisteminin modern ve standart bir hale gelmesiyle birlikte, şehir hayatındaki ekonomik faaliyetler sadece gündüz yapılmaktan çıktı ve gece de hayatın bir parçası haline geldi. Eğlence sektörü daha aktif hale geldi, ulaşım daha geç saatlere kadar devam etmeye başladı, geceleri mesai yapan meslek gruplarının sayısında artış oldu. Osmanlı şehirleri modernleşirken, sınıf ayrımı da belirginleşmeye başladı. Işıklar, birilerinin daha uzun saatler eğlenmesini sağlarken, birilerinin de daha uzun saatler çalışmasına sebep oldu...

. Yüzyıl’ın başlarına gelindiğinde, İstanbul, İzmir, Beyrut gibi büyük kentlerde, gece ışıklandırmaları sürekli hale geldi. Bunun en önemli sebeplerinden biri de, devletin mo- Yazıyı okurken dinlenebilecek şarkı önerisi: dernleşmek, Avrupa’nın büyük güçleriyle denk Spirit in the Night - Bruce Springsteen hale gelmek istemesiydi. Bu durum da, geceleri yapılan ekonomik aktivitelerin artışına yol açtı. Işıklandırma ile birlikte, tramvayın son kalkış sa-

17


ANADOLU EKONOMİSİ 101 LİSTE | EKİP “Ekonomik kriz” Bu kelime öbeğini yediden yetmiş yediye duymayan hatta kullanmayan

kalmamıştır diye tahmin etmekteyiz. Hayatımıza giren ve bu derece içli dışlı olduğumuz ekonomik terimler her ne kadar modern çağın kavramları gibi gözükse de aslında antik çağlardan beri tüm meselelerin kaynağını oluşturmakta. Biz de paradan ve ekonomiden bahsettiğimiz bu sayıda, Anadolu topraklarında yaşanan ekonomik hareketlerin en önemlilerini seçip bir liste oluşturduk. İyi okumalar...

1. BABAI İSYANI: Malazgirt Savaşı’ndan sonra başlayan dönemde Anadolu’ya Türk

akınlarının artmasıyla birlikte, yerleşik bir Türk toplumu oluşmaya başlıyor. Göçmenken gelip yerleşik yaşama adapte olamayan Türkler ile yerleşik hayata adapte olmuş Türkler arasında, İslam öncesi dini ritüel ve geleneklere bağlılıktan kaynaklanan problemler de ortaya çıkıyor. Hatta, konar göçer Türklere, yerleşik hayata alışmış Türkler tarafından Edrak-ı Bidrak ismi veriliyor. Üretim araçlarına sahip olan yerleşik Türkler ile ekonomik hayatta kendine yer bulamayan konar göçer Türkler arasındaki çatışmalar zamanla tüm Selçuklu’yu etkileyecek boyuta ulaşıyor. Bu isyanın en büyük sonucu, Moğollar’ın bu fırsattan yararlanıp Anadolu’ya girmesi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin sonunu getirmesidir.

2. ŞEYH BEDREDDIN İSYANI: Osmanlı tarihi alanında, günümüzde popülerliğini hala

koruyan, sürekli tartışılan konulardan biridir. Şeyh Bedreddin, eğitim almış, kültürlü ve hatta devlet kademesinde görev almış bir insandır. Fetret Devri olarak bilinen dönemde, Musa Çelebi tarafından kazaskerlik görevine getirilmiş fakat tahtı Mehmet Çelebi alınca bu görevden alınmıştır. Aynı zamanda mutasavvuf olan Şeyh Bedreddin’in en bilinen müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa.’dır. Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini ekonomik yandan incelersek, Osmanlı topraklarında ‘’ortak mülkiyet’’ fikrinin ilk dillendirilişinin Şeyh Bedreddin isyanı olduğunu söyleyebiliriz. Düşüncelerini yaymasından rahatsız olunan Bedreddin, bir süre sonra İznik’e sürgün edilir. Bu dönemde müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal farklı bölgelerde isyanlar başlatır. Börklüce Mustafa, Karaburun Yarımadası’nda, Osmanlı idaresinden memnun olmayanları örgütler ve ‘’yarin yanağından gayrı paylaşmak her şeyi…’’ ilkesiyle bir isyan başlatır. Benzer bir isyan da Manisa civarında Torlak Kemal tarafından başlatılır. Müritlerin bu isyanı, Şeyh Bedreddin talimatıyla başlatıp başlatmadıkları bilinmemektedir. İsyanlar sonunda bastırılır ve hem Bedreddin hem de Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa idam edilir. Fakat bu isyan, Osmanlı’da geniş çaplı ilk halk ayaklanması olarak tarihe kazınır.

3. CELALI ISYANLARI: Osmanlı döneminde oldukça uzun bir geniş döneme yayılmış

isyanlara verilen isimdir. İsyanlar, Yavuz Sultan Selim döneminde başlamış ve IV. Mehmed dönemine kadar devam etmiştir. İsimlendirme ise, 1519 yılında isyan eden Bozoklu Şeyh Celal’den gelmektedir. İsyanlar başlangıçta dini karakterli (Sünni teokratik yönetiminden memnun olmayan Şii Türkmenler isyan etmiştir) olsa da, daha sonra ekonomik tarafı öne çıkmıştır. Coğrafi keşiflerin etkisiyle, Osmanlı Devleti, ticaret yollarından elde ettiği gelirleri büyük oranda kaybetmişti. Bunun yanında, güçsüzleşmenin etkisi savaşlarda da görüldü ve savaş kazanmakta zorlanan devletin ganimet gelirleri azaldı. Osmanlı Devleti, ihtiyaç duyduğu parayı, halk üzerindeki vergi yükünü artırarak çıkartmaya çalıştı. Bunun yanında tımar sisteminde de yozlaşmalar meydana geldi ve toprağından ayrılan, vergisini ödeyemeyen köylü isyan etti. 1519’da başlayan ilk isyan kanlı biçimde bastırılsa da, isyanların önüne çok uzun yıllar geçilemedi ve Celali isyanları Osmanlı tarihinde ciddi bir yer kapladı.

18


4. PATRONA HALIL İSYANI: Osmanlı tarihinde en çok ilgi gören dönemlerden biri de

Lale Devri’dir. Lale Devri, Patrona Halil isyanı ile bitmiş, isyan sonucunda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilmiş ve III.Ahmet tahttan indirilmiştir. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, zevk içinde yaşayan bir görüntü çiziyor, bu da ekonomik sıkıntı içinde olan halkın canını sıkıyordu. Devlet kademesinin, israf içinde bir hayat sürdüğü düşünülüyordu. Hal böyleyken, aynı dönemde gerçekleşen İran seferinden duyulan olumsuz haberler, isyanın gelişmesine neden oldu. İsyanın liderliğini, Patrona Halil adlı bir yeniçeri yapmıştır. Fakat bu isyan hakkında bizi ilgilendiren kısım, ekonomik nedenlerin isyanın direkt olarak sebebi olmaktansa, isyanı meşrulaştırma amacıyla kullanılmasıdır. O dönemden kalan kayıtlar incelendiğinde, Damat İbrahim Paşa’nın yaptığı harcamaların, önceki dönemden çok büyük farkı görülmemektedir. İsyan sırasında, isyancıların Şeriat isteği sürekli olarak ön plandadır. Tepki, ekonomik israftan çok, sekülerleşmeyedir fakat ekonomik bozulma, meşrulaştırma aracı olarak isyancılar tarafından kullanılmıştır.

6. 15-16 HAZIRAN İŞÇI DIRENIŞI: Cumhuriyet döneminde karşımıza çıkan, ekonomik temelli en büyük isyan, 15-16 Haziran işçi eylemleridir. İsyanın temel sebebi olarak, sendikalar mevzuatını düzenleyen, 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapılmasını öngören tasarı karşımıza çıkmaktadır. AP ve CHP işbirliği ile meclisten ve senatodan geçen yasa, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü kısıtlıyor ve sendika değiştirmeyi zorlu hale getiriyordu. Yasa, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onayıyla 11 Haziran 1970’te yürürlüğe girdi. 15 Haziran günü, DİSK’in öncülüğü ile, İstanbul merkezli büyük bir eylem başladı. 16 Haziran’da Gebze’den başlayan işçi yürüyüşü, Bağdat Caddesi’ne kadar geldi. Türkiye İşçi Partisi, yasayı daha önce Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı, işçi eylemlerinden sonra, Bülent Ecevit ve İsmet İnönü de yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Yasa Anayasa Mahkemesi tarafından yürürlükten kaldırıldı. Eylemler süresince ve eylemlerle alakalı direnişlerde beş işçi, bir esnaf, bir polis memuru hayatını kaybetti.

7. 24 OCAK KARARLARI: Turgut Özal’ın Türkiye siyasi hayatına ilk girişi, 24 Ocak Ka-

rarları ile olmuştur. 43. Türkiye Hükümeti Başbakanı Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirmişti. 1979 yılında, Turgut Özal’a yeni bir program hazırlama görevi verilmişti. 24 Ocak 1980’de ekonomik program hazırlandı ve duyuruldu. Özet olarak, programın Türkiye ekonomisine getirdiği yenilik, ithal ikameci politikanın terk edilerek dışa açık büyüme stratejisinin izlenmeye başlamasıdır. Bu yenilikle birlikte, Türkiye’de, piyasa ekonomisinin kurumsallaşması hızlanmıştır.

8. 2001 KRIZI: Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük siyasi krizi olan kriz, Türkiye’de

çok büyük ekonomik ve politik değişimlere neden olmuştur. Krizin sebepleri arasında, 1999’da gerçekleşen Gölcük ve Düzce depremleri büyük yer tutmaktadır. Depremin yaralarını sarma çabasıyla, ekonomide 13 milyar Dolar değerinde bir kayıp verilmiştir. 2000 yılı sonunda, Ekim’de gecelik faiz oranı %39’u Kasım’da %95’i, Aralık ayında ise %183’ü görmüştür. Şubat 2001’de yaşanan siyasi kriz ise her şeyi daha görünür hale getirmiştir. Bülent Ecevit ile Ahmet Necdet Sezer arasındaki anayasa kitapçığı fırlatma hadisesi sonrasında özellikle yabancı bankalar, henüz vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlamış, 21 Şubat’ta, bankalar arası gecelik faiz %6200’e kadar yükselmiştir. TL’nin değeri %40 oranında düşmüş, devletin borcu, tam 29 katrilyon artmıştır. Krizin çözümü için, Dünya Bankası’nda görev yapan ünlü ekonomist Kemal Derviş’e ülke emanet edilmiş ‘’Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’ yavaş yavaş fayda gösterse de hükümet 2002 yılında erken seçime gitmek zorunda kalmış ve hükümette bulunan partiler seçimden hüsranla ayrılmıştır.

19


PARA

Emre: Merhaba arkadaşlar yeni bir Kat 3 Daire 8 ile birlikteyiz. Konumuz para. Yanımda Furkan, Levent ve Murat var. Umarım okurken keyif alırsınız. Ben giriş yapması için sözü Levent’e bırakıyorum. Levent: Konuya başlarken aslında şunu söylemek lazım. Biz bu temayı işlemeyi düşündüğümüzde ilk fikrimiz, konuyu daha geniş bir şekilde ele almaktı. Fakat bunu yaptığımızda 8-9 saat konuşulacak bir konu karşımıza çıktı. Para nedirle başlayıp Büyük Buhran’a kadar gittik, hiperenflasyonu, deflasyonu konuştuk, ekonomik krizlerden, Türkiye’nin içsel meseleleri olan 24 Nisan Kararları’ndan, 5 Ocak kararlarından bahsettik. Sonuç olarak elimize saatler süren bir yayın geçti. Nereleri keseceğiz bilemedik. Biz de bu yüzden, dergide zaten bu meselerle ilgili birçok yazı olacak, Kat 3 Daire 8’de paranın daha magazinel kısmını konuşalım dedik. Magazinel kısım derken yanlış anlaşılmasın. Kimde ne kadar para var diye konuşmayacağız. Kastettiğim şey konuşma ilerledikçe anlaşılacak. Emre: O zaman ben ‘’para nedir ?’’ diyerek sözü Murat’a veriyorum. Murat: Para, en temel haliyle açıkladığımızda, evrensel değişim aracıdır. Fakat bunun yanında sembolik değeri de vardır. Para bir devletin egemenliğinin günlük hayatta en çok karşılaşılan göstergesidir. Para, bugün bildiğimiz formuyla ilk olarak Lidya’da Kral Alyattes döneminde karşımıza çıkmıştır. Değiş tokuş yönteminin artık yetersiz kalması, paranın ortaya çıkışında en önemli neden olarak görülebilir. Para, bildiğiniz gibi ilk olarak madeni para olarak ortaya çıkmıştır ve ham maddesi elektrumdur. Fakat, para, fiziksel olarak standart hale gelmeden ve çeşitli madenler kullanılarak basılmadan, üzerine çeşitli çizimler veya simgeler yerleştirilmeden önce de çeşitli şekillerde kullanılmaktaydı. Sümerlerde arpa, para olarak kullanılmıştır. Bu durum değiş tokuş sisteminden farklıydı. Arpanın belli bir tarifesi yani x kilo et y arpa ediyordu. Fakat bu durum doğal olarak çok uzun sürmedi. Her şeyin karşılığının arpa cinsinden olması çeşitli zorluklar çıkarıyordu. Bu noktada Sümerler metallerden yararlanmaya başladı ve şekel denen para birimi kullanılmaya başlandı. Lidyalılar ise, sembolik bir anlamı da bulunan, sikke de denebilecek madeni parayı ilk basan uygarlık. Furkan: Arpanın para olarak kullanımı bu noktada önemli. Arpa kullanımına benzer şekilde, çeşitli tahılların kullanımı, farklı uygarlıklarda uzun süre devam ediyor. Örneğin Roma’da da askerlerin maaşının ödenmesinde tuz çok önemli bir yere sahipti. Hatta İngilizce’de maaş anlamına gelen salary kelimesi, Latince’de ‘’tuz parası’’ anlamına gelmektedir ve İngilizce’ye Latince’den geçmiştir. Emre: Paranın ortaya çıkışının sebebi nedir peki ? Takas neden yetersiz kalıyor ?

20


Levent: Çünkü insanlık geliştikçe ihtiyaçları da çeşitleniyor ve farklı ürünler birbirinin yerini tutmamaya başlıyor. Ben kumaş almak istiyorum ve bunun karşılığında verebileceğim şey buğday. Fakat bu takasın gerçekleşmesi için karşımdakinin de buğdaya ihtiiyaç duyması lazım. Eğer ihtiyaç duymuyorsa bu noktada sistem tıkanıyor. Bu yüzden herkes tarafından kabul görecek bir değiş tokuş nesnesine ihtiyaç duyuluyor.. Emre: Peki neden direkt olarak altın veya gümüş kullanılmak yerine üzerine bir şeyler basılarak ve başka madenlerle karıştırılarak basılıyor ? Levent: İki sebebi var temel olarak. Biri şu ki; paranın içindeki değerli madenin değeri azaltılıp paranın gücü itibarından gelmeye başlandıkça devletler bu durumdan kar etmeye başlıyor. Baskı işinin sebebi ise bence devletlerin kendilerini para üstünde temsil etme arayışı. Murat: Yani devletlerin bir çeşit güç gösterisi. Furkan: Kesinlikle öyle. Özellikle iletişimin bugünkü kadar kolay şekilde gerçekleşmediği dönemlerde devletlerin tüm faaliyetlerinde bir meşruiyet kanıtlama kaygısını görüyoruz. Nasıl bir hükümdar geçtiği bir şehirde bir çeşme ya da kervansaray ya da bir tapınak yaptırıp kendi adını veriyorsa, paradaki sembollerde de aynı arayış var. Bir kralın ismini taşıyan çeşmeyi gören, başkentten uzak bir yurttaş nasıl o çeşme sayesinde hükümdarı tanıyorsa, parada da aynı durum geçerli. Paraların sembolik değeri, aslında ulus devlet sisteminin gücüyle de ilgili. Ülkeler arası sınırlar daha önemliyken, Avrupa ülkelerinin birbirinden farklı paraları vardı ve doğal olarak her birinin para biriminin üstünde kendi sembolleri vardı. Fakat Avrupa Birliği’nin büyümesi ve ortak para birimine geçilmesiyle bu durum da ortadan kalktı.Bununla birlikte, paranın sembolik gücünü halen gördüğümüz durumlar da mevcut. Kanada Doları’nın üstünde halen Birleşik Krallık Kraliçesi Elizabeth’in portresi vardır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de buna benzer durumlar görüyoruz. Örneğinn 1986 yılında basılan 1000 liralık parada Fatih Sultan Mehmet’in resmi vardır ve bu ülkedeki rejimle ilgili önemli bir göstergedir. Türkiye gibi, saltanattan cumhuriyete geçişi çatışmayla olmuş ülkelerde önceki devlete ait yöneticilerin resmi paralarda bulunmaz. Fakat 1986 yılında Fatih’in portresi bulunan bir para basılmıştır. Levent: Kısaca açıklamak gerekirse, paralarda yansıtılan Kemalizm’in gücü azalıyor ve daha mirasçı, Osmanlıcı bir sembolizmi parada görmeye başlıyoruz. Fatih Sultan Mehmet’li para bu noktada önemli. Fatih Sultan Mehmet’in seçilmesinin sebebi, çok büyük ihtimalle, halkın büyük kesimi tarafından sevilen bir padişah olduğundan daha az tepki çekecek olması. Emre: Peki paranın büyüklüğü, şekli gibi konular önemli mi ? Levent : Tabii ki önemli. Paranın sabit bir şekli olması taklit edilmesini zorlaştırıyor. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nda ciddi miktarda sahte Sterlin bastırdığı bilinir. Hatta bu durumla ilgili Kalpazanlar isminde bir film vardır. Oscar adayı da olmuştu. Oldukça iyi bir film. Furkan: Bir de Kalpazanlar isminde bir Gerçek Kesit bölümü var. O da en az Oscar adayı olan film kadar iyidir. Ben de onu tavsiye edeyim. Emre: Peki Türkiye’de paranın geçmişi nereye dayanıyor ? Furkan: Anadolu’da bugünküne benzer, modern anlamda para kullanımı 1800’lerin sonuna gidiyor. Osmanlı’nın para politikası anlamında o dönemki çağdaşlarına göre durumuna bakınca çok geride olduğunu görüyoruz. Osmanlı Lirası denen para 1844’te ortaya çıkıyor. Bu dönemden öncesine baktığımızda, geniş Osmanlı topraklarında hala bir para birliği olmadığını görüyoruz. Mısır tarafına gidildikçe ‘’para’’ isminde bir birim olduğunu görüyoruz. İran sınırına yaklaştıkça ‘’şahi’’ denen birimi görüyoruz. Anadolu’da ise ‘’akçe’’ isminde bir para kullanılıyor. Kağıt para henüz ortada yok. Osmanlı modernleşme çabasına girince, bu çabayı para sisteminde de görüyoruz. Fakat parayı modernleştirme işi Osmanlı Devleti tarafından iyi şekilde yapılamıyor. Osmanlı, kağıt para ve banknotun ayrımını iyi yapamıyor. Kağıt para ve banknot aslında eş anlamlı şeyler değil. Banknot, maden cinsinden net karşılığı olan ve merkez bankasına gidip karşılığını alabileceğiniz para için kullanılan bir terim ve o dönem kullanılan paralar bu duruma uyuyor. Fakat Osmanlı, banknot 21


basmak yerine, kağıt para , yani gücü itibarından gelen, bugün ‘’itibari para’’ dediğimiz paradan basıyor. Halk bu duruma alışamıyor. ‘’Kötü para iyi parayı kovar’’ denilen durum ortaya çıkıyor. İnsanlar değerli olan madeni parayı korunacak ve saklanacak bir birim olarak görüp, kağıt parayı kullanmaya başlıyor ve bir kriz ortaya çıkıyor. Bu noktadan sonrasını sen (Levent) daha iyi anlatırsın, ben problemin nasıl çözüldüğünü daha sonra anlatırım. Levent: ‘’Kötü para iyi parayı kovar’’ durumu, ‘’Gresham yasası’’ olarak adlandırılır. Bir örnekle açıklamak gerekirse; bir altın para ile bir ekmek alabiliyorsunuz ya da bir altın paraya denk gelen dört gümüş para ile bir ekmek alabiliyorsunuz. Bu paraların bir maden değeri de var ve altın daha değerli olduğundan tabii ki insanlar altını saklamayı tercih ediyor. Daha değersiz olan parayı ise harcıyorlar. Tüketiciye bu daha mantıklı geliyor. Bu eğilimden dolayı iyi para piyasada dolaşmamaya başlıyor. İyi paranın herkes tarafından, amiyane tabirle yastık altı edilmesiyle, ‘’kötü para iyi parayı kovar’’ durumu ortaya çıkıyor. Günümüzde bu durum, paraların standartize edilmesiyle çözülmeye çalışılıyor. Paraların bugün genel olarak maden anlamında bir değeri yok. Ya da olsa bile sade vatandaş dediğimiz kesim, harcamayı yaparken ‘’bunun maden değeri daha yüksek, eğer durumum bozulursa bunu eritirim maden olarak satarım’’ gibi bir düşünceye kapılmıyor. Murat: Donanımhaber ölücüleri kovalıyor olabilir belki böyle bir şeyi. Levent: Bu durumun tam tersinin görüldüğü durumlar da oluyor tabii. Kötü paranın iyi parayı kovması kadar ciddi bir sorun değil ve o kadar sık karşılaşılmıyor ama bu durumun görülmesi de olası. Özellikle, sürekli para basılan ve paranın değerinin azaldığı enflasyonist ortamlarda insanlar daimi olarak daha yeni basılmış, gıcır gıcır denecek cinsten paraları harcayıp, eskimiş paraları ceplerinde tutabiliyor. Bu paralar piyasada dolaşıma girmeden bir şekilde ortadan yok olabililiyor. Bu durum da Gresham yasasının tam tersini oluşturuyor. Emre: Merak ettiğim bir konu da Dolar ile ilgili. Türkiye’de tedavülden kalkan paralara, yeni basılan paralara son derece alışığız. Fakat ABD Doları için böyle bir durum geçerli olmuyor. Bunun nedeni nedir ? Levent: Bu, Doların dünyadaki rezerv para olmasıyla ilgili bir durum. Dünyada ticaret hacmi en geniş olan para birimi Dolar. Ticarette sürekli kullanıldığı ve en etkili para birimi olduğu için de tedavülden kalkması, yenisinin basılması anlamsız oluyor. 1900’lü yılların başında basılmış bir, 1 ABD doları ile yeni basılmış 1 ABD doları arasında fark yoktur. Mesela şu anda Türkiye’de hangisini cüzdanınızda bulundurursanız bulundurun tutuklanırsınız. Emre: Furkan sen istersen Osmanlı’nın bu kağıt para sorununu nasıl çözdüğünü bitir. Furkan: En son olarak, kötü paranın iyi parayı kovduğunu söylemiştim. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin ekonomi konusunda ilk amacı bu kötü parayı ortadan kaldırmak oluyor. O dönemin büyük güçlerindeki durum incelendiğinde görüyorlar ki, tamamen devletin otoritesinde olan bir banka, karşılıklı para basıyor ve herhangi bir sorun yaşamıyor. Bunun için, bir devlet bankası kurma çabasına giriliyor. O zaman birçok büyük devlet bu bankanın ihalesine giriyor çünkü Osmanlı önemli bir pazar. Hatta Rotschildlar bile Osmanlı’ya bir devlet bankasının kurulmasıyla ilgileniyor. Sonuç olarak 1856’da Bank-ı Osmani-i Şahane ismiyle Osmanlı Bankası kuruluyor ve banknot basılmaya başlanıyor. Osmanlı, İngiltere’den aldığı borcu da büyük oranda o kötü paranın piyasadan çekilmesi için kullanıyor. Yani kötü paraları satın alıyor. Osmanlı’nın banknot basması fikir olarak oldukça başarılı olsa da fiile çok dökülemiyor. Zira karşılıklı olarak basılan banknotlar en yoğun döneminde bile 1.5 milyon lirayı buluyor -ki Osmanlı’nın o dönemki altın rezervinin 20 milyon lira civarı olduğu düşünülürse neredeyse sembolik bir miktardan bahsediyoruzEmre: Peki İngiltere’nin Osmanlı bankasının kurulmasına destek olmasının sebebi olarak neyi görebiliriz ? Levent: Furkan’ın da dediği gibi Osmanlı büyük bir pazar. Temel amaç bundan yararlanmak. Devletler arası borç ilişkilerinde temel amaç, uzun vadede daha fazla kazanmaktır. İngiltere’nin o dönem Osmanlı Devleti’ne verdiği borçlar, Osmanlı Bankası’nın İngiliz sermayesi ile 22


kuruması da temel olarak bu yararlanma durumuyla ilişkili. Bu borçlar ile birlikte İngiltere, Osmanlı pazarında büyük bir dola şım hakkına sahip oluyor. Emre: Peki okuyucularımıza anlatabileceğiniz, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanmış ilginç krizler var mı ? Murat: Benim aklıma ilk olarak İrlanda patates krizi geliyor.1845 yılında İrlanda ekonomisi patatese dayalı durumda. Patatesin gücü sadece bununla da sınırlı değil. Aynı zamanda İrlanda’nın en büyük besin kaynağı. Tarlalara giren bir mantar türü, patatesleri yok ediyor. Patateslerin tamamı yok olunca 7 yıl sürecek bir kıtlık başlıyor ve kıtlığın sonunda İrlanda nüfusunun %25 oranında azalıyor. Abdülmecit o dönem, İrlanda’ya 5.000 pound değerinde bir yardım yollamak istiyor fakat Kraliçe Victoria kendi vatandaşlarına 2.000 pound yardımda bulunduğu için, bunu kendisine bir saygısızlık olarak görüp miktarın düşürülmesini rica ediyor. Bunun üzerine Abdülmecid 1.000 poundluk nakit yardımı ve 3.000 poundluk buğday yardımı yolluyor. Trabzon eyaletinden yollanan yardım, Drogheda limanına gidiyor. Bu yardımdan dolayı Trabzon ve Drogheda hala kardeş şehirler ve Drogheda United’ın ambleminde ay-yıldız bulunuyor. Drohheda United ile Trabzonsporlu taraftarlar arasında bir dostluk var ve 2010 yılında bu durum kulüplerin yetkililerinin de bir araya gelmesiyle resmileşiyor. Levent: Arjantin’de 2009 yılında yaşanan ilginç bir kriz var. Zaten Arjantin ekonomik kriz konusunda yenilikçi bir ülke. Standart krizlerden sıkıldıklarından yeni krizler arıyorlar. 2009’da da bir bozuk para krizi yaşanıyor. Ülkede bozuk para kalmadığı için, para üstü dönmüyor. Bozuk paraların nerede olduğu ise bilinmiyor. Çeşitli komplo teorileri var. Birisi otobüs terminallerinin sakladığını, birisi bozuk paraların Çin’e gittiğini, başka birisi bankaların elde tuttuğunu söylüyor. En ilginç olanı ise, mafyanın, bozuk paralarda kullanılan madeninin, eritildiğinde paranın temsil ettiği değerden daha yüksek duruma gelmesi ve bu yüzden de mafyanın bozuk paraları toplayıp erittiği yönünde. Emre: O zaman aklıma takılan bir soruyu sorayım ve biraz da eğlenerek Kat 3 Daire 8’i kapatalım. Samsung. 2012 yılında bir davada Apple’a 1 Milyar Dolar tazminat ödemeye mahkum ediliyor ve dedikoduya göre Samsung parayı tırlar dolusu bozuk para ile ödüyor doğruluğu var mı ? Levent: Doğruluğu olabilir mi yahu ? İlk olarak aklıma gelen şey şu. Samsung 1 milyar dolar bozuk parayı nereden buluyor ? ABD’deki bütün bozuk paraları Samsung mu topluyor borç ödemek için ? Hadi diyelim topladı, piyasadan bir anda nakit olarak 1 milyar dolar bozuk para çekilmesi ciddi şekilde ekonomik krize neden olur. Bir de söz konusu ülkenin ABD olduğu düşünülürse, birkaç küçük ülke iflas bile edebilir. Haydi diyelim bunlar da göze alındı. Apple paraları headquarters’ın (merkez) alt katta mı tutuyor ? Orada var yemez amca var paralara bakmaktan Gollum’a dönüşmüş. Paralar ona gidiyor. Furkan: Hadi diyelim onu da göze aldılar. Arkadaş bu firmalardan birinin merkezi Güney Kore birinin ABD. Tırları tuttukları yetmedi bir de arada gemiyle okyanus mu geçirdilere paralara ? Zaten 1 Milyar Dolar ceza ödüyorsun. Bir o kadar da taşımacılık parası mı ödeyeceksin Apple’a şekil yapacağım diye ? Emre: İşin ilginç yanı bu efsane sadece Türkçe sitelerde değil bütün internette dolaşıyor. Sözün özü, haber kaynağı olarak facebook sayfalarını lütfen kullanmayalım diyor ve bir Kat 3 Daire 8’i daha sonlandırıyoruz. Görüşmek üzere !

23


TÜRK SULTANINA MEKTUP

ÖYKÜ | MEHMET BERK YALTIRIK

24


S

ayısız yıldızın gökyüzünü şenlik alanına çevirdiği sıradan bir bozkır gecesinde, Zaporojya Siç’inin kalbi olan Khortitsia adasında, arasına toprak doldurulmuş tahtadan tabyaların ardındaki Kozaklar kısmen huzurlu bir uykudaydı. Kulelerde çubuk tüttüren gözcülerle esir aldıkları kadınları kovalayanların haricindekilerin ayık olmadığı bu hengâmede duyulan yegâne ses yarı ayık bir kobzarın tıngırdattığı tellerden yükselen yanık bir ezgiydi. Gecenin ahengini bozmadığından kimsenin susturmaya el vermediği bu ses, sağdan soldan yükselen cırcır böceklerinin sesi kadar doğal sayılıyordu. üfek elde bekleyen gözcüleri huzursuz eden bir sessizlik vardı. Gürültüsü patırtısı eksik olmayan bozkırın bu gece susmasını baskın alameti sayıyor, Tatar atlılarının olası kıpırtılarını sezebilmek için gözlerini çayırlardan ayıramıyorlardı. Derken her birisini “ölüm sessizliği” korkusundan kurtaracak bir vaveyla koptu. Khortitsia’nın öte ucundan ayaklanıp merkeze doğru yürümekte olan bir güruh peyda olmuştu. Ellerindeki meşaleleri savurarak, tüfeklerini, piştovlarını ateşleyerek, bağıra çağıra yürüyorlardı. Kimi Kozakça, çok azı Tatarca ve Kalmuk dilinde yankılanan: “Yakaladık! Yakaladık!” sesleri eşliğinde tufan misali ilerleyen kalabalığın geçtiği yerde ışıklar yanıyor, pencere ve çatılardan karşılıklı küfürler savruluyordu.Birkaç kişi yumruk sallayarak kalabalığa saldırsa da sonradan onlar da güruhun ardına takıldı, böylece dehşetli bir kalabalık atamanın kaldığı iç istihkâmın kapılarına dayandı. Nöbetçiler hayır mı şer mi olduklarını bilmedikleri kalabalığı görünce tüfeklerini kalabalığa doğrultup haykırdılar: “Ne istersiniz? Atamanın kapısına dayanmanız nedendir?” “Mahkeme isteriz! Katili yakaladık! Ataman Sirko yargılasın, onun adaletine güveniriz!” ozakların töresince her türlü karar atamanların ağzına baktığından nöbetçiler çaresiz birbirlerine baktılar. Kozakların muhtemelen bir içki yahut kadın kavgasında cinayet işlemiş birini tutup getirdiklerini düşündüler ama böylesine bir kalabalığın adi cinayet için toplanmayacağı açık olduğundan başka bir Kozak beyinin, atamanı ele geçirmek için tuzak kurabileceğini düşünüp kapıları tutmaya devam ettiler. Kapıdakilerin huzursuz hali iç istihkâmın kulelerinde, duvarlarında bekleyen diğer gözcüleri de tedirgin etmiş, tüfekleri ve piştovlarıyla birlikte küçük metris toplarını dahi kalabalığa doğru çevirmişlerdi. Gözcü kalabalığa seslendi: “Bu hangi katildir ki gecenin köründe Kozakların yarısını hem de birbirlerinin lisanına yabancı Tatarlarla Kalmukları peşine takıp atamanın kapısına getirsin?” Kalabalığın içinden yaşını başını almış bir Kozak küfrederek gözcüye bağırdı: “Bu kadar insan alelade bir kadın cinayeti için toplanmadı ya! Siç’e musallat olan, çocukların canını alan katili yakaladık!” “Kozak çocuklarının canına kastedilmişse yurtlarından uzakta Tatarların, Kalmukların sıkıntısı ne ola?” “Bizi onlar harekete geçirdi. İlk onlar fark edip yakalamamızı sağladı opiri!” Tatarlardan biri de üstüne vazife gibi kendi lisanında haykırdı: “Yakalagan! Oburı biz yakalagan!” Gözcüler “opir” kelimesini duyunca tekrar dönüp birbirlerine baktılar. Rusların “upir”, Ukrainlerin ve Kozakların “opir” dediği şey bozkırın sayısız kocakarı masallarından biriydi. Bozkırların da ötesinde Eflaklıların, Boğdanlıların, Lehlerin hatta Nemselilerin topraklarında farklı isimlerle zikredip veba vurmuş köylerin, sebepsiz ölülerin kaynağı sayarlardı. Toplu tüfekli Osmanlı askerlerinden hatta atlarıyla ölüm saçan Tatarlardan yüz geri etmediklerinden, böylesine bir batıl itikat karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Gözcülerden biri güldü: “Ataman Sirko’yu bu vakitte kocakarı lakırdıları için ayağa kaldırırsanız yatana değin hepimizi kılıçtan geçirir söylemedi demeyin!” Kalabalığın ortasından bir yerden rahiplerin ve keşişlerin öfkeli homurdanmaları duyuldu: “Duamıza halel getirmeyeceğini bilsek yüz bin kere sövmüştük gelmişine geçmişine! Kutsal suya batırılmış iplerle, ayin cüppesiyle biz zapt ettik habisi. Var söyle Ataman Sirko’ya! Cesareti var ise görsün ve versin kararını. Yalanımız varsa topumuz birden Tatarın kılıcına gelelim!”

T

K

25


M O

uhafızlar homurdanmalar ve küfürler karşısında çaresiz kalmışlardı. Olası bir baskına karşı iç istihkâmda uyumakta olan diğer Kozakları da uyandırıp silahlandırarak Ataman’ın kaldığı eve giden yolda öbek öbek dizildiler. esnada Kozak Atamanlığı’nın asıl atamanı Ivan Samoylovych’i Kırım yolunda esir aldığı için dolaylı olarak atamanlığını ilan etmiş olan Kosh Atamanı İvan Sirko, sabık atamanın evindeydi. Esir aldığı atamanın yatağında Kırım Seferi esnasında mirzalardan birinin köşklerinden kaçırdığı iki Kafkasyalı dilberin arasında uzanmış tavanı seyrediyordu. Kollarını bir anlığına dilberlerden çekerek yatağın kenarında duran sehpaya uzandı. Sehpanın üzerindeki Arap harfleriyle yazılmış name-i hümayunu alarak öfkeli gözlerle seyretti. smanlı Sultanı IV. Mehmed Han, gönderdiği name-i hümayunda Osmanlı’ya tâbi olmasını istiyordu. Teslimiyet ibaresini okuyan Sirko’nun öfkesi her seferinde katlanarak artıyordu. Bir önceki sene Zaporojya Siç’ini zapt etmek üzere gönderilmiş Osmanlı birliğinin tamamını katledip ta Kırım’a kadar inen, Bahçesaray ve Akmescit’i vurup geri çekilen, Kırım Han’ını geri çekilmeye zorlayan kendisiydi. Kılıç zoruyla aldığı atamanlığı Türklerin eline teslim etmesi isteniyordu. Odasının kapısı vurulup kendisine seslenilince yattığı yerden gürledi: “Ne var?” “Siç ahalisi huzurunuza çıkmayı diler Yüce Ataman. Sizden mahkeme talep ediyorlar.” “Sabahı bekleyemiyorlar mı?” “Yakaladıkları opiri yargılamanızı istiyorlar.” van Sirko’nun mevcut öfkesi bu sözü duyunca en yüksek raddesine çıktı. Kafkasyalı dilberlerin uykusunu hiçe sayıp baş ucunda asılı duran kılıcını duvardan indirdi. Bir sıçrayışta yataktan çıkıp kapıyı açtı. Karşısında çaresizce bekleyen gözcünün yakasına yapıştı: “Benimle alay mı ediyorsun?” “Israr ediyorlar Yüce Ataman. Biz de ihtarda bulunduk ancak sizin huzurunuzda yargılama istediler.” “Adamları sağlı sollu dizip silahları hazır ettikten sonra içeri alın. Tahtımı da kapının önüne çıkarın. Eğer bir tuzaksa yahut Ukrain köylülerinin safsatasıysa bedenlerini kana ve baruta doyuralım!” van Sirko’nun uyanması iç istihkâmdaki hazırlıkları hızlandırmıştı. Atamanın tahtı evin önüne çıkarılıp tüm muhafızlar ve gözcüler hazırlandı. Mahkemenin kâtibi dahi uyandırılıp genişçe bir masanın başına okka ve divit takımı ile oturtuldu. İstihkâmın kapıları açılınca eli meşaleli güruh tahtın önüne kadar atamanın adamlarının nezaretinde ilerledi. İvan Sirko tüm haşmetiyle kapıda görünüp tahtına oturduğu esnada güruh saygıyla eğildi. “Beni bu vakitte uyandırmaya cesaret edişinizi cezalandırmalı mı ödüllendirmeli mi? Kapıma neden geldiniz?” Atamanın ordusunda da savaşmış gedikli Kozak savaşçılarından birisi öne çıktı: “Çocuklarımıza musallat olan, Hristiyanların kanını döken habis opiri yakaladık Yüce Ataman.” “Bunun için mi uyandırdınız beni? Töre bilmez misiniz? Kafasını neden kesip, kalbine kazık çaktıktan sonra cesedi yakmadınız?” “Yüce Ataman biz buna niyetlendik ama rahip efendi durum biraz karışık olduğundan senin emrin olmadan böyle bir işe kalkışmamızın suç olabileceğini söyledi. Biz Kozaklar senin sözün üstüne yemin ettik. Senin sözüne aykırı hareket etmek istemedik!” O esnada kalabalığın önüne çıkan rahip ellerini göğe uzattı: “Hristiyanlık âlemi bizim bu gece yakaladığımız iblis misali bir kötülüğü daha önce görmemiştir. Açılın! Açılın da o iblisi Yüce Ataman da görsün!” alabalık açılmaya başlayınca rahiplerden ve keşişlerden oluşma bir çember meşalelilerin arasında kaldı. Rahipler ellerinde tuttukları urganlara asılarak Sirko’nun huzuruna kadar yaklaşmışlardı. İki-üç tanesi kenara çekilince İvan Sirko rahiplerin urganlarla sıkıya bağlayıp aralarında tuttukları

O

I

I

K

26


şeye şaşkınlıkla baktı. Tahtından fırlayan ataman rahiplere yaklaşarak sordu: “Yakaladığınız opir bu mu? Bir motanka bebeği mi? Hangi köylüden yağmalandığı meçhul bir motanka bebeği için mi beni uyandırdınız?” özlerindeki alaycılık ve öfke adamlarına da sirayet etmişti. Ukrainlerin eski zamanlardan beri taşıya geldikleri inanışları gereği saz parçalarından ve artık giysi bezlerinden yapılan bu bebekler yeni evli çiftlere yahut çocuklara hediye edilirdi. Rahip atamana durmasını işaret ederek elindeki haçı motanka bebeğine doğru uzattı. Oyuncak bebeğin olduğu yerde canlıymış gibi kıpırdandığına ve yarığa benzer ağzından çıkan sivri dişlerine şahitlik eden ataman elini kılıcına götürdü. Motanka bebeğinin üzerindeki lekelerin kan lekesi olduğunu, o ürkütücü ağzı gördüğü zaman idrak etti. “Rahip efendi bu nice iştir? Bir motanka bebeği hem cana gelsin, hem can alsın olacak iş mi?” “Bunları Ukrainler yeni gelinlere çabuk çocuk sahibi olması için hediye ederler. Çocuklara hediye edilmesindeki maksat başkadır. Bir çocuk hasta olursa kukla çocuğun hasta yatağına yatırılır çocuğun üstündeki hastalığı kendi üstüne çeksin diye. Ukrainler buna inanırlar.” “Nasıl yakaladınız bu kötülüğü?” “Üç gündür çocuklarımızın ölmesinden Tatarlar şüpheye düşmüşlerdi. Aralarında hem Kırım’ı hem Eflak ormanları daha önce görenler de var, bir opir musallatını daha başlangıcında tanıyan kimseler neticede. Ahali huzursuzlanmasın diye hep birlikte sokakta dualarla devriye gezdiğimiz esnada yakaladık bu motanka bebeğini. Bize de saldırmaya kalktı ki dualarımız olmasa hepimiz ölebilirdik! Onu zapt edince Tatarlar böylesine bir şey görmediklerini söylediler ama ben ne olduğunu anladım. Ukrain muhacirlerden birisinin, daha önce bulunduğu yerde opir musallatına uğramış bir çocuğu olmalı. Çocuğun hastalığı bu motankanın bedenine yerleşti. Ardından geceleri tıpkı bir opir gibi dolaşmaya başladı!” “Bana getirmenizin nedeni nedir?” “İnsan olsa kanunlarımızda yeri belli. Ama kanunlarımızın görmediği bir varlık bu. Günahlarımız ve asiliğimiz başka kötü ruhları da buraya celp etmesin diye senin mahkemeni diliyoruz Yüce Ataman!” van Sirko hala olduğu yerde kımıldanıp hırıldayan motanka bebeğini seyretti bir süre. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi evinde hazırlanırken kemerine sıkıştırdığı name-i hümayunu çıkardı. Bir süre muzaffer bir ifadeyle hem nameye hem motanka bebeğine baktıktan sonra adamlarına boş bir fıçı getirmelerini diledi. Dualı urganlar, ayin cüppesi ve birkaç haç ile bezenmiş motankayı boş fıçının içine hapsederek çiviletti. Yan yatmış fıçı kıpırdanmasın diye adamlarından biri fıçının üzerine yattı. taman masa başına yürüyüp kâtibin omuz başına tüneyince diğer Kozaklar da merakla onun yanına doluşup masayı seyretmeye başladılar. İvan Sirko onlara hitaben haykırdı: “Türklerin Sultanı teslim olmamızı emrediyor. Madem kulları olarak görüyor bizi o halde sultana layık bir hediye göndermemizi de garipsemez!” Bu sözleri duyan Kozaklar ilkin hiçbir şey anlayamadılar ancak fıçıya hapsedilen şeyi göz önünde bulundurunca keyifle gülüp kahkaha attılar. Osmanlı sarayının koridorlarında dolaşacak dehşeti hayal ettiler bir anlığına. ava inceden alacakaranlığa bürünmekteyken İvan Sirko kâtibin sırtına vurdu: “Sadece hediye göndermek Kozaklara yakışmaz. Bize yazdığı nameye karşılık bir nameyle cevap vermeli Sultan’a! Haydi yazmaya başla! Aynen şu şekilde: Seni Türk şeytanı…”

S

I

A

H

(Not: İlya Repin’in “Türk Sultanına Mektup Yazan Zaporojya Kazakları” adlı ünlü tablosu ve Ukrayna halk inançlarından ilham alınarak yazıldı. MBY)

27


MİNOS UYGARLIĞI’NDA EKONOMİ VE TİCARET

M

YAZI | BATUHAN PALA

M

inos Uygarlığı Akdeniz’de bulunan Girit Adası’nda, kendine özgü bir medeniyet olarak, Neolitik dönemden İ.Ö. 1100’lere kadar varlık gösterdi. Uygarlık, adını çok sonraları Herodotos’un da bahsedeceği gibi efsanevi kralları Minos’tan aldı.

inotauros mitinden de (kafası boğa, vücudu insan olan canavar Minotauros ve Minotauros’u yenen kahramanın yani Theseus’un hikâyesi) bilindiği Minos Uygarlığı, Ege tarihi için gayet önemli bir yer teşkil etmekte beraber “Ege’de yeşeren ilk medeniyet” sıfatını taşımaktadır. Bu sıfatı taşımasında kuşkusuz ticaret ve coğrafi konum birinci derecede önem arz etmektedir. Akdeniz’in ortasında sayılabilecek bir adada yer almaları, onları; Suriye, Mısır ve Kıbrıs ile yakın ticari ilişkiler kurmaya sevk etmiş ve bu yapılan ticaret sayesinde uygarlık oldukça zenginleşmiştir. Bunun sonucunda da Minoslular çeşitli koloniler (Miletos - Milet/Aydın, Karya – Muğla Bölgesi, Rodos Adası) kurmuştur. Mısır ile kurulan ticari ilişki, Mısır’ın ileri gelenlerine ait mezarlarda betimlenen ve “Keftiu (Mısır’ın Giritlilere taktığı ad) ile adalar prenslerinin armağanı” şeklinde tanımlanan ve ustaca yapılmış madeni eşyaların doğrudan doğruya Girit saraylarından Mısır’a gönderilmesi ile üst düzeye çıkmıştır. Stylianos Alexiou’ ya göre bunu karşılıklı hediyeleşme olarak düşünmek yanlış olabilir çünkü buna karşılık Mısır da birçok değerli madeni eşya, maymun vb. hayvan ile köle gönderiyordu. Buna ek olarak da Mısırlıların fresklerinde Giritlileri resmettikleri bilinmektedir. Minos etki alanının yayılımına, “Minoa” adını taşıyan ve çeşitli şehirlerden söz eden Yunan mitoslarında da rastlanmak-

28


tadır. Girit’in Anadolu ile olan kültür ve ticaret ilişkisi Mısır, Suriye ve Yunan anakarası ilişkilerine göre daha zayıftı. Sebebi ise çağdaşı olan Hitit Devleti’nin hem kara devleti oluşu hem de Güneydoğu Anadolu ile ilgileniyor olmasıydı.

A

dada sabit ölçü ve ağırlık birimleri vardı. Ticarette değer ölçüsü olarak ağırlıkları saptanmış değerli maden külçeleri kullanılıyordu. Bu ticaret ağına bağlı olarak da Girit’te güçlü bir donanma

bulunması kuvvetle muhtemeldi. Öyle ki; İ.Ö. 2000’lerde ve İ.Ö. 1700’lerde adada yapılan sarayların ( Knossos – Phaistos – Mallia Sarayları) etrafında bir sur veya sarayı korumak için bir yapı bulunmamaktaydı. Ayrıca bu saraylar ekonomi ve ticaretin beşiğiydi. Tahıl, baklagiller, şarap, yağ benzeri tarım ürünleri sarayda toplanıyor ve buradan işlem görüyordu. Girit’in ekonomik temeli her ne kadar ticaret üzerine kurulsa da diğer önemli ekonomik payanda kuşkusuz tarımdı. Bu sebepten saraylar verimli tarım arazilerinin olduğu bölgelere kurulmuştu. Uygarlığın çöküşüne ( İ.Ö. 1100’ler) kadar da saraylar ekonominin merkezi olarak kaldı.

M

inos ekonomisinin kral tekelinde toplandığı bilinse de ekonomi tekdüze değildi ve bunda sarayın etkin rolünün yanında serbest piyasanın da belirli payı vardı. Buna karşılık çağdaşları Hititlerde serbest piyasadan söz etmek mümkün değildir.

B

ilindiği gibi yazı, kayıt tutma ihtiyacından İ.Ö. 3200’lerde Sümerli rahipler tarafından geliştirilen sistemsel bir yapıdır. Aynı gereksinim Girit’te de görülmekte ve Linear (çizgisel) A ve Linear B dediğimiz yazı sistemi ortaya çıkmaktadır. Linear A okunamasa da ihtimaller üzerinden bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Bunun ile ilgili Furumark, çeviri denemelerinde saraya getirilen tahıl, şarap, zeytinyağı gibi ürünleri ve saray çevresindeki arazilerde çalışan işçilerin (veya kölelerin) saptandığını ileri sürmektedir. Ayrıca Linear A tabletlerinde ondalık aritmetik sistem ve kesirlerle ilgili ifadelerin bulunduğu Furumark tarafından ileri sürülmektedir. Ancak yorumların bir ihtimal olduğu ve yazının hala okunamadığı unutulmamalıdır.

L

inear A yukarıda anlatılan gibiyken, Linear B’nin, (Girit yazısının son hali İ.Ö. 15.yy) Linear A’ya görece tercüme olanağı daha kuvvetlidir. Linear B tabletleri de ticari hesaplar içermekte olup kralların tüm mal varlığı listeler halinde kayda geçmiştir, bunlar: erkek ve kadın esirler, sürüler, tarımsal ürünler, araba ve araba parçaları, silahlar gibi.

B

u bilgiler ışığında, deniz ticaretinin ve deniz hâkimiyetinin, bir yapının uzun soluklu olabilmesi ve zenginleşebilmesi için gayet önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bunu tarihin çeşitli devirlerinde, coğrafi keşifleri başlatan İspanya ve Portekiz’de, şehir devletleri olmasına rağmen Akdeniz ticaret payının çoğunu paylaşan Ceneviz ve Venedik’de, Osmanlı İmparatorluğu’ndan deniz ticareti için imtiyaz alan çeşitli Avrupa ülkelerinde ve çar I. Petro’nun denizlere göz dikmesi gibi çoğaltılabilecek birçok örnekte görmekteyiz. Bugün bile denizlerdeki bir kara parçasının ne kadar önemli olduğu gayet açıktır. KAYNAKÇA Arif Müfit MANSEL – Ege ve Yunan Tarihi Stylianos ALEXIOU – Minos Uygarlığı Fatma SEVİNÇ – “Hititlerin Anadolu’da Kurdukları Ekonomik ve Sosyal Sistem” SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2008. Sayı 17. Thomas R. MARTIN – Eski Yunan / Tarihöncesinden Helenistik Çağ’a

29


RÖPORTAJ | ESRA GEDİK

ESKİŞEHİR’DE ÇEVREYE DUYARLI BİR OTEL:

ARUS

Hem çevreci hem de modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebilen, modern yönetim anlayışına sahip bir turizm işletmesi olan Eskişehir Arus Otel genel müdürü olan Ahmet Şahin’le Getik Fanzin olarak bir röportaj yaptık. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başlattığı “Çevreye Duyarlı Konaklama Tesisleri” projesi kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan belgeli konaklama tesislerine, belirlenen kriterlere uymaları koşuluyla verilen bir çevre etiketi uygulaması olan Yeşil Yıldız projesini, gelecek projelerini, çalışmalarını ve turizm sektörü üzerine konuştuk. İşte başarılı işletmeci Ahmet Şahin ile röportajımız. Ahmet Şahin kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? 1974 Adana doğumluyum. Otel işi dolayısıyla geldim buraya. Otelin inşaatından beri başındayım ve devam ediyorum hala. Aslında şirketin Adana Bölge Sorumlusuydum. Şimdi ise şirketin tüm işleri ile ilgileniyorum. Turizme başlamamız bu otelle oldu. Asıl işimiz; ithalat, ihracat, üretim meyve sebze üretimi. Burada bir yerimiz vardı nasıl değerlendiririz diye düşünürken. Eskişehir’in kültür başkenti olması dolayısıyla burayı otel olarak değerlendirmek istedik. Otel kapasitesi çok kısıtlıydı. Konaklanacak yer sayısı çok azdı. Ama şuan 60’ın üzerinde otel var. Otelciliğe sıfırdan başladık ama şuan Eskişehir’de ilk 3 otelden biriyiz, hem doluluk hem kalite anlamında. İyi bir müşteri kitlemiz var. Turizm sektörüne yönelik düşünceleriniz nedir? Turizm sektörünü iki şekilde değerlendirmek gerekir. Biz şehir oteliyiz bir de tatil oteli var. Farklı sektörler olarak düşünülebilir. Şehir oteli 12 ay çalışır müşterisi farklıdır ve daha az kalırlar. Hafta içi şirket misafirlerimiz var onları ağırlıyoruz. Kaliteli bir hizmet veriyorsanız iyi rakamlarla devam edebilirsiniz şehir otelciliğinde. Tatil otelleri ise Mayıs’ta başlar Eylül’de bitirir. Ama fiyatları bize oranla daha yüksek. Tatil otelleri çok mühimdir aslında çünkü ülkemiz cennet gibi bir ülke. Gezilecek görülecek çok yer var. Fakat insanların dürüst ve kaliteli çalışması gerekiyor. Ne zamandır Turizmle ilgilisiniz ve çevreci bir proje akılınızda ne zaman canlanmaya başladı? Üç yıldır turizmle ilgileniyoruz. İnşaat dönemimizde şunu düşündük: biz neyimizle öne çıkabiliriz ? Bu aklımıza geldi. O zamanda kimsede Yeşil Yıldız yoktu. İki yıl önce ilk biz aldık. Zor tarafları var. Çevreye hiçbir atığınızın zararınızın olmaması gerekiyor. Işıkların A sınıf enerji olması gerekiyor. Deterjanların insana ve doğaya zararlı olmaması gerekiyor. Çöpleri ayrıştırmak gerekiyor. Biz öncelikle Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurduk. ’’Biz doğa-

30


ya yararlı bir otel olmak istiyoruz’’ dedik. Geldiklerinde her şeye baktılar. Detaylara kadar incelediler. Etiketlere dahi bakıyorlar. Klima ve su maliyetleri ve kullanım onaylarına bakıyorlar. İnanılmaz prosedürü var. Ama maliyet ve uygulama açısından çok faydalı. En büyük gideri bulup nasıl bir tasarrufa gideriz diye düşünüyoruz. Çok planlı olduğu için maliyetleri de kontrol altında tutabiliyoruz. Yatırımcı, bütçe olarak çevreci yatırıma nasıl bakıyor. Bu pahalı bir yatırım değil mi, çevreci anlayış kalite çıtasını nasıl yüksek tutabiliyorsunuz? Hiç pahalı bir yatırım değil aslında. Ürünlerimizi sadece ilk defa alırken biraz daha fazla ücret ödüyoruz fakat elektrik tüketimi az oluyor. Otelin başlangıcından beri bunları düşünerek çevreci bir otele göre düzenlemiştik zaten. Çevre hepimizin bizim de nefes almamız gerekiyor. Otelden sıkılıp dışarı çıkmamız gerekiyor. Yeşil Yıldız projesi nasıl gündeme geldi? Neyimizle farklı olacağız diye düşündük ve bunu bulduk. Bilinçli bir insan olduğunuz zaman bu durum sempati kazanıyor. Çevreye zararsız olmak istedik. Tercih sebebi aslında. Özellikle bunlara dikkat eden müşteriler de var. Arus Otel olarak uygulamakta olduğunuz hijyen çalışmalarını anlatabilirmisiniz? Belli bir personel sayımız var. Diversey ve Ecolap gibi dünya markalarıyla çalışıyoruz. İnsan sağlığına hiçbir zararı olmadığına dair bütün belgeleri var. Merdiven altı malzeme aldığımızda Yeşil Yıldız’a ters düşüyoruz. Kendi bünyemizde de çamaşırhane kuracağız. Çünkü sağlık açısıdan daha güvenilir olduğunu düşünüyorum. Amacımız kaliteli hizmet vermek. Doğaya yatırım yapıyoruz. Mutfakta gıda güvenliği ile ilgili aylık hijyen kontrollerini uygulamak kadar bu hijyeni kalıcılaştırmak da önemli. Siz otelinizde bu uygulama ve kontrolleri nasıl yapıyorsunuz? Müşteri için sadece oda kahvaltısı servisimiz var. Yemek kalitesi olarak hepsi doğal ve kalitelidir. Alışveriş yaparken parasını değil kalitesini sorarız. Her şeyi yetiştiren mekanlardan bizzat alıyorum. Burada konaklayan misafir ‘benim gibi çok rahat bir şekilde seyahatini bitiriyor. Temizlik olarak da, aşçımız sürekli mutfakta ve orası ile meşgul temizliğimiz rutin hale geliyor. Otelinizin kalitesi ve başarısını neye bağlıyorsunuz? Para için çalışmıyoruz. Ürünlerin kalitesinden ve otelin hijyeninden dolayı böyle olduğunu düşünüyorum. Ama maliyet konusu bizim için arka planda. Müşteri değil misafirimiz olarak bakarız gelen insanlara ve misafirperver davranmaya çalışıyoruz sadece. Kahvaltımıza da hatrı sayılır teşekkür edenimiz var. Personeliniz bu çevreci prosedüre göre eğitim aldı mı ve bir çevre mühendisi istihdam ettiniz mi? Çevre mühendisimiz var ayda bir gelip eğitimleri veriyor. Tüm personelimiz bundan yararlanıyor. Yeşil Yıldız için oteliniz genelinde bir çevre komisyonu kurdunuz mu? Bu çevre politikasını nasıl uygulamaya geçirdiniz? Komisyon olarak değil de eğitimlerle halletmeye çalışıyoruz. Bütün personelimiz ne yapması gerektiğini öğrendi. Yeşil Yıldız Projesinin getirdiği prosedürler aslında işimize fazlasıyla yaradı zeten. Personel eğitimleri ile de bunları destekledik. Engelli odanız var mı? Engelli odamız açıldığımız günden beri var. İçeri girdikten sonra hiçbir engeli yok misafirimizin. Görme engelli için de asansörler sesli bir şekilde yapıldı. Tekerlekli sandalye kullanan arkadaşlarımız için ise kapılar rahat geçebilmeleri için daha büyük. Tüm detayları göz önüne koyarak; hassas, kaliteli, dürüst hizmeti herkese sunmak istiyoruz. Bizi ağırladıkları için Arus Otel ekibine ve sorularımıza içtenlikle cevap verdiği için Ahmet Şahin’e teşekkür ederiz.

31


YAŞAMADIĞIM TEK GÜN ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA

1

Ekim 1943 sabahı öldüğüme inanarak uyandım. Gözlerim bulunduğum odanın içerisindeki parlaklığa bir türlü alışamadı. Etrafımı göremiyordum, fakat o korkunç inlemeleri rahatlıkla duyabiliyordum. Başımı sağa sola çevirsem de kısık gözlerimden görebildiğim görüntü değişmiyordu. Işığın şiddeti her tarafımda aynıydı. Hiçbir şey hissetmiyordum. Duyduklarımdan başka hayat belirtisi yoktu, içeride de dışarıda da. İşte bu da beni daha çok korkutuyordu. Çevremde neler olduğunu görmek için doğrulmaya çalıştım, çırpındım. Önümden bir karaltı geçti ve sol kolumun iç tarafında dayanılmaz bir acı hissettim. Anlamadığım bir dilde konuşmalar duydum. Kendimden geçtim ve uyudum.

A

ynı gün ikindi vakti ağlıyordum. Etrafımdaki herkes inliyordu ancak ben ağlıyordum. Onlar acı içindeydi tahmin edebiliyordum ancak ben hiçbir şey hissetmiyordum ve hatırlamıyordum. İlk önce tepki verememiştim buna. Sonra anladım ki bu durum en büyük acıdan bile daha kötüydü. Çıplaktım, güçsüz hissediyordum. Anlaşılan yüzüm tamamen sargılarla kaplıydı. Nefes alırken zorlanı-

32


yordum. Bu halde olduğum için öfkeliydim. Sonra ne oldu anlamadım, yine uyuyuverdim. Uyandığımda etraf karanlıktı. İnlemeler kesilmişti. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Ramaha Generalleri’yle çarpışıyorduk. 30 Eylül sabahı nihayet çatışmalar kesildiğinde siperlerin gerisine çekilip üzerimdeki üniformayı çıkardım. Niyetim, günlerdir yıkanmadığım için, gizlice gidip yakından geçen küçük derede yıkanmaktı. Ramaha askerlerinin gizli gizli suya girdiklerini duyuyorduk ancak bizim tarafta emirler kesin olduğu için cesaret edemiyorduk. İki gündür aralıksız devam eden çatışmalardan sonra gözümü karartmıştım. Eğer ölmezsem, ben de gizlice gidip yıkanacaktım. Ancak sonrasında olanları hatırlayamıyordum. Arada bir gün! Ne olmuştu? Biraz daha uyumak istedim. Ancak bu sefer de uyuyamıyordum. Çıldıracağımı hissettim ve bütün gücümle bir çığlık attım. Koşarak geldiler ve yine aynı ses “Şılafe” dedi. Uyudum.

K

orkunç inlemelerle uyandım ve anladım ki bir hastane odasındaydım. Artık daha sakindim. Soğukkanlıydım ve sadece anlamaya çalışıyordum. Tanıdığım hiç kimse yoktu çevrede. Kuşkuyla, iyi olup olmadığımı gördüğü her hemşireye soran, sağlığım için dua eden kimse yoktu. Zaten kimi bekleyeceğimi bile bilmiyordum ki!

K

umral, küt saçlı bir hemşire gelip yanı başımda durdu. Tipik hemşire saç kesimi. Kafamı hareket ettiremiyordum ve sadece gözbebeklerimle takip edebiliyordum hareketlerini. Elindeki deftere bir şeyler karalayıp, yüzüme gülümsedi. Gün içinde sürekli benzer mimikleri kullanmaktan yüz hatları sunileşmişti. Sonra gözlerim fal taşı gibi açıldı! Elinde tuttuğu defterin üzerindeki söğüt yaprağı ve kılıçlı armayı, Ramaha Generalleri’nin armasını gördüğümde nefesim kesildi. Esir düşmüştüm! Hemşire gidince doğrulmaya çalıştım. Odanın içerisinde görebildiğim kadarıyla sekiz tane yatak vardı. Benimle birlikte bu yataklardan altı tanesi doluydu. Ben ve tam karşımda yatan hasta dışında herkes derin bir uykudaydı. Hiç hareket etmeden uyuyorlardı. Sanırım onlara da sakinleştirici verilmişti. Göz ucuyla karşımda yatan hastaya baktım. Sakalları ağarmış, zayıf, yaşlı bir adamdı. Kafasını duvardan tarafa çevirmiş, boş gözlerle tavana, muhtemelen duvarla tavanın birleştiği noktaya bakıyordu. Boş gözlerle bakıyordu ama eminim ki kafası doluydu. Her şeyi hatırlıyor ve anlıyordu. Benim gibi değildi. O yüzden yattığı yerden kalkmak istemiyor, kalan ömrünü orada geçirmek istiyordu. Öyle hissettim. Bir şeyler hissedebildiğimi fark ettim.

İ

ki üniformalı sıhhiye askeri, küt saçlı hemşireyle beraber odaya girip yatağımın ucuna kadar geldiler. Yanlarında getirdikleri tekerlekli sandalyeyi yanaştırıp yataktan kalkmama yardımcı olmak için ellerini bana doğru uzattılar. Bu destekleri de yeterli olmayınca sırtımdan tutup oturur pozisyona getirdiler. Suratımdaki eziklere ve kırıklara bakılması için nihayet bir doktorun karşısına çıkacaktım. Beklemeye başladım. Etrafta barut ve is kokusu vardı. Koridor bomboştu. Neler olduğunu bilmeden bu olayın bitmesini ve buradan çıkmayı istiyordum. Belli ki cevaplar burada değildi, dışarıdaydı. Bütün koridora yayılan is ve barut kokusu, doktorun odasında da vardı. Bundan rahatsız olup öksürdüğümde suratımın tam ortasında dayanılmaz bir acı hissettim. Doktor yüzünü bana döndüğünde onu bir yerden tanıdığımı düşündüm. Belki de savaştan önce tanışmıştım. Hatırlayamadım. Diğer askerle birlikte, tekerlekli sandalyeden hasta koltuğuna taşıdılar beni. Heyecanlandım. Kafasına fenerli bir şapka takıp dikkatle yüzüme baktı, burnumda çeşitli noktalara dokundu, kaşlarımın ortasından bir santim kadar aşağıda zaten kemerli olan burnumun kemiğini tutup sıktı. Acıdan nefesim kesildi. Koltuğun kollarına sarılıp gözlerimdeki yaşların akmasını bekledim. Canımın yandığını anlayan doktor askere bir şeyler dedi ama anlamadım. Asker odadan çıkıp gitti. Doktor da masasındaki kâğıda bir şeyler yazdı. Biraz daha bekledikten sonra da metal bir çubuğu burnuma soktu. Buz gibi metalin giderek ısındığını hissettim. Giderek artan bir acıyla inlemeye başladım. Dakikalar sonra nihayet beni getiren asker geri geldi ve birlikte müdahale odasından yattığım hasta odasına geri döndük. Durumu odaya dönerken anlamıştım. Suratım tamamen sargılı olduğu için benim düşman askeri olduğumu anlamamışlardı. Tek kelime etmemeliydim. Söylediklerine de tepki

33


vermemeliydim. Ramaha Generallerinin elinde bir düşman teğmeniydim.

P

eşimden odaya gelen hemşire elime bir pusula tutuşturup muhtemelen artık gidebileceğimi söyledi ve kapıyı gösterdi. Beni sağır sanıyorlardı. Sağır değildim ama perişan hâldeydim ve bir başıma yürüyecek durumda değildim. Hemşire neden sonra, “förvantı?” diye sordu. Anlamadım. Ne cevap vereceğimi düşünürken hemşirenin arkasından bir homurtu duydum. Kafamı uzatıp o yöne baktım. Siyah yırtık deri ceketli, koyu yeşil pantolon giymiş kirli sakallı, dağınık saçlı bir askerdi. Bir hemşireye bir adama baktım. O da adama bakıyordu büyük bir saygıyla. Sonra bana döndü ve “şılafe” dedi. Anlaşılan hastanede kalmama bir süre daha izin vereceklerdi. Kalkıp yürüyecek halim de yoktu, hatta nereye gideceğimi bile tam bilemiyordum. Bu yüzden kalacağım için sevindim. Fakat bu belirsizliğin bir süre daha devam edeceğini fark edince de fazlasıyla üzüldüm. Hem olur da yüzümdeki sargıları çözerlerse? Ya da diğer askerlerden biri uyanıp benim düşman askeri olduğumu söylerse? Gecenin en zifiri saatinde uykumdan uyandım. Gözüm karanlığa alışınca saate baktım; üçü geçiyordu. Geri uyumak istedim ama başaramadım. İlk kez dinlenmiş hissediyordum. Acılarım epey azalmıştı. Kuvvetim yerimdeydi. Gözlerimi istesem de kapatamaz durumdayım. Kalkıp odada birkaç tur attım. Vücudum tamamen açılmıştı. Kendimi maraton koşucusu gibi hissettim. İşte tam zamanı, dedim kendi kendime.

O

dada yatan Ramaha askerlerine dönüp baktım. Nasıl da inanmışlardı Ramaha Generalleri’ne. Bu uğurda cepheye koşmuşlardı. Hepsi de gençti. Bir tek karşımdaki yatakta yatan hariç. O daha yaşlı görünüyordu. Tereddüt etmedim. Birer birer boğazlarına sarıldım ve nefeslerini kestim. Son asker de kıpırdanmayı bıraktığında daha fazla oyalanmayıp koridora çıktım. Sessiz adımlarla koridorda gezindim biraz. Kaçacaktım ancak, kafamı meşgul eden şey kurtulma planımdan daha çok o yaşamadığım günde neler olduğuydu.

Y

akınımdaki pencereye biraz daha yaklaştım. Dışarıda hiç ışık yoktu. Gözlerimi kıstım; hangi hastanede olduğumu hâlâ bilmiyordum. Etrafı tanırsam hangi hastanede olduğumu da anlarım diye düşündüm. Fakat sonra, pencereye yaklaştıkça burnuma bir is kokusu geldi. Çok ağır ve rahatsız edici seviyedeydi. Belli ki çok yakına birkaç bomba düşmüştü. Pencereyi açıp bakmak istedim. Pencerenin kolunu çevirmemle birlikte kol yuvasından çıkarak elimde kaldı. Sağa sola bakıp hemen kolu cebime koydum ve koridorun diğer ucundaki pencereye yürüdüm. Bu tarafta is kokusu gittikçe artıyordu. Nihayet pencereye vardığımda bunun da kolunun olmadığını fark ettim. İnat edip başka bir pencere aramak için alt kata inip koşturmaya başladım. Koridorlar bomboştu. Yaptığım bunca patırtıya bile kimse çıkıp bakmamıştı.

A

lt kata vardığımda, farkında olmadan hastanenin girişine ulaşmıştım. O tarafa yöneldim; dışarı çıkmak istiyordum fakat kapı açılmıyordu. Burada da kapı kolu kırıktı. Böylesi bir çaresizlik, böylesi bir terslik beni öfkelendirmiş ve yormuştu. Cebimdeki kırık pencere kolunu, ana kapının yuvasına sıkıştırarak tam yuvaya bir tekme attım. Kapı sarsıldı ama açılmadı. O an içime şu his doldu: Eğer bu kapıyı bu gece açıp çıkamazsam, bulunduğum hastane bana mezar olacaktı. Beş on adım geriye yürüyüp koşarak kendimi kapının üzerine attım.

B

üyük bir gürültüyle yere düştüm; artık kapının dışındaydım. Gördüğüm şey burnumdan akan kan damlacıklarıydı. Üstelik hastanede zaman zaman hissettiğim o is kokusu, şimdi nefesimi tümden kesmişti. Kısa sürede bayılacak hale geldim. Hemen üzerimde ince hırkayı yırtıp ağzıma ve burnuma doladım. Burnum çok acıyordu ve deli gibi kanıyordu fakat öbür türlü de nefes alamıyordum. Üstümdeki pijamanın da sol kolunu yırtıp boynuma ve ağzıma bir kat daha doladım. Hastanenin birkaç kilometre uzağında bombalar patlıyordu. Patlayan bombaların sesleri giderek daha da yakından geliyordu.

34


Koşarak hastanenin bahçesine çıktım. Hastanenin etrafı yüksek beton duvarlarla çevrilmişti. Aşağıdaki vadide savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birden çok uzakta tepede gördüğümüz o beyaz noktanın neresi olduğunu anladım. Burasıydı, Ramaha Generalleri’nin hastanesiydi. Savaş kuralları gereğince beyaz renge boyalıydı. Duvarların tam ortasında devasa bir kızıl haç boyalıydı. Böylece buraya bomba atılmıyordu. Duvarın üzerinde seçtiğim bir boşluktan aşağıya doğru baktığımda nutkum tutuldu: Aşağıda cayır cayır yanan bir ova vardı. Eski şehir kalıntılarının yukarı mahallelerinde, hastanenin de üzerinde bulunduğu tepenin eteklerinde yüzlerce irili ufaklı çadırda yanıp sönen binlerce ışık vardı. Ramaha Generalleri’nin askerleri ve sivil halk doluşmuştu çadırlara. Hastanenin etrafını saran, yaklaşık üç adam boyu yükseklikteki duvarın altında beton bir havuz görünüyordu. Havuzun içerisinde ne kadar su kaldığını karanlıktan dolayı kestiremedim. Buradan atlamaya çalışmak acılı bir ölümle sonuçlanabilirdi.

B

ahçenin köşesinde eski bir kulübe görüp buraya yöneldim. Bombalar aralıksız patlıyordu. Hastanede kimse kalmamışa benziyordu. Durumu fırsat bilip kulübeye girdim. İçerisi duvarın büyük bir aralığından sızan ışıklar sebebiyle aydınlık sayılırdı. Zaten gün de ağarmak üzereydi. Bir köşede yerde üzerinde Ramaha Generalleri’nin arması olan üç beş kağıt parçası ve kırılıp atılmış kalemler gördüm. Uzun bir sessizlik beni yeniden “o yaşamadığım günü” düşünmeye zorladı. Kalemlerden en uzun olanı aldım. Ucuna dilimle dokununca yazmaya başladı. Yere eğilip yazmaya başladım başımdan geçenleri.

G

ün ağardıkça bomba sesleri artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Sarsıntının şiddeti artıyor, yazı yazmamı bile zorlaştırıyordu. Anlaşılan bizimkiler hastanenin altındaki çadırların bulunduğu yerleri bombalıyordu. Ancak nasılsa hastaneyi bombalayamazlardı, suçtu ve yasaktı çünkü. Umutlandım. Belki de bizimkiler birkaç saat sonra hastaneyi ele geçireceklerdi. O zaman ortaya çıkar kimliğimi açıklardım. Gerçi neler olduğunu soracaklardı. Hatırlamıyordum , “o yaşanmamış günü” nasıl anlatacaktım? Üzerimde kimlik ya da evrak yoktu. Tek evrakım, şu üzerine yazdığım kağıtlardı. Kulübenin arkasındaki duvarın bir kısmının yıkıldığını duydum. Bir bomba isabet etmişti. Korkarak hastaneye doğru koşmaya başladım. Bir başka bomba, az önce açılan delikte patlayıp duvarın o kısmını tamamen havaya uçurdu. Vadiye doğru taş ve moloz yağarken hastaneye bombalar yağmaya başladı. Olamaz dediğim şey olmuştu. Bizimkiler hastaneyi bombalıyordu! Yüz metre kadar öteye, hastanenin diğer kanadına bir bomba düştü. Önce keskin bir ıslık sesi duydum, sonra hiçbir şey duyamadım. Hala duyamıyordum. Duyamıyor ancak artık “o yaşanmamış günü” hatırlıyordum. Bir köşede yazmaya devam ettim. “30 Eylül sabahı nihayet çatışmalar kesildiğinde siperlerin gerisine çekilip üzerimdeki üniformayı çıkardım. Üniformamı çıkardıktan sonra suya girdiğimi, benden birkaç yüz metre ötede gizlice suya girmeye çalışan Ramaha askerlerini anımsıyordum. Birbirimizi gördüğümüzde donup kalmamızı, ancak onların da tıpkı benim gibi gizlice banyo yapmaya geldikleri anlamamla birlikte gülümsememi, Ramaha askerinin de gülümseyip eliyle sus işareti yapmasını, sonra tepemizde patlayan bombayı, kulaklarımda çalan ıslık sesini, bana gülümseyerek sus işareti yapan askerin parçalanan vücudunu… Her şeyi hatırladım. Demek ki patlamadan sonra gelen Ramahalar beni de kendi askerleri sanıp bu hastaneye getirmişlerdi. Aynı odada yatan diğer askerler de o patlamada yaralananlardı ve ben onları kendi ellerimde boğarak öldürmüştüm.”

B

irkaç saniye sürdü. “O yaşanmamış günü” hatırlayıp, tüm benliğimin bunu idrak etmesi ve gülümseyen Ramahaları katletmemiş olmanın pişmanlığıyla kavrulmam, birkaç saniye sürdü. Şimdi uzaktan kendi dilimde sesler duyuyorum. Galiba bizimkiler geliyorlar. Kafamı uzatıp bakaca…

35


BİR ZAMANLAR FAKİR AMA GURURLU BİR GENÇ VARDI YAZI| CAN DOĞAN lişe tabirle “Kapitalist Düzen”in pençesinde dans ettiğimiz şu yıllarda, paranın belki de

K

en çok işin içinde bulunduğu dünyalardan biri olan sporla biricik fanzinime dönüş yapmış bulunmaktayım.

futbol, hem basketbol hem de voleybolda sezonların sona ermesinden sonra, taraftarların dört Hem gözle beklediği transfer dönemi çılgınlığı başlamış bulunmakta... Diğer liglere ve branşlara naza-

ran kapalı bir sistem ve döngü içerisinde bulunan NBA’de bile son iki yılda yapılan salary cap(maaş) ve lüks vergisi düzenlemeleri sebebiyle, son günlerde sıkça kullanılmaya başlayan “Süper Takım” terimini hak etmek için bir çok takım harekete geçti. Yüzük kazanmak için özdeşleştiği takımları bırakıp Los Angeles Lakers’ın yolunu tutan Karl Malone ve Gary Payton’ı öncü olarak kabul edebileceğimiz bu dönem, LeBron James’in, bulunduğu takımlarda tek bir süper yıldızla birşeyler başaramama sendromunu bahane olarak kullanarak kariyerinin zirvelerindeki Chris Bosh ve Dwyane Wade ile Miami’de buluşmasıyla yeniden hortladı. Geçen yaz Oklahoma City Thunder’da bireysel olarak başarılı bir kariyer sürdüren Kevin Durant, bu kariyerini herhangi bir şampiyonlukla süsleyememesi ve takımın diğer yıldızı Russell Westbrook ile yaşadığı sorunlar sebebiyle takımdan ayrılma kararı almıştı. Buraya kadar bir sorunumuz yok. Çünkü günümüzün sözde yıldızları, maalesef abileri kadar sadık değil. Asıl sorun Durant’in zaten kadrosunda Stephen Curry, Klay Thompson ve Draymond Green gibi üç tane all-star oyuncu bulunan Golden State Warriors’u seçmesi oldu. Bunun tek sebebi de takımların daha fazla maaş verebilmesinin sağlanmasıydı. Geçtiğimiz günlerde Chris Paul’ün, James Harden’ın kanatları altına girmesiyle birlikte, daha çok “Parayla Kurulmuş Geleneği Olmayan” takım göreceğimizden eminim.

basketbolunda ise başarı geleneği olmayan takımların Euroleague sahnesinde var olması Avrupa tamamen sponsorlara bağlı. Buna en büyük örnek olarak son Euroleague şampyionu Fenerbahçe’yi

gösterebiliriz. Ülker ile birleşip oyuncu, para ve lisans desteği almasa bu taraftar ne Obradovic’i, ne Bjelica’yı, ne Udoh’u ne de Bogdanovic’i görürdü. Gelen bu büyük başarıya rağmen kulüp yine maddi

36


desteğe ihtiyaç duydu ve bu sefer de Doğuş Grubu ile anlaşmaya vardı. Çünkü kulüp yöneticileri CSKA Moskova ve Real Madrid kadar başarı geleneği olan bir kulüp olmadıklarının farkında ve gelen başarının üzerine koymadıkları takdirde eskisi gibi top 16 kulübü olmaktan önce gidemeyeceklerinin de bilincinde. Kasanda paran yoksa kaybetmeye mahkumsun arkadaş. Gerçi paran olsa bile NBA ile baş edebilmen imkansız. Taraftarların belki de Alex kadar çok sevdikleri Bogdan Bogdanovic, yapılan videolara, yalvarmalara ve ısrarlara rağmen yıllık 10 milyon dolarlık teklifi geri çeviremedi ve Sacramento Kings’in yolunu tuttu. Tıpkı Nemanja Bjelica’nın Minnesota’ya gitmesi gibi. Bana göre Avrupa’nın en çok abartılan basketbolcu olan Milos Teodosic de en zengin iki kulüpten biri olan CSKA’nın istediği maaşı vermemesi sonucu Chicago Bulls ile anlaşmaya çok yakın. Futbolda olduğu gibi basketbolda da diğer kıtalarda verilen maaşlar, Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda. Bu durumun kısa vadede çözülebileceğini de düşünmüyorum.

hakimiyet İngiliz kulüplerinin “Sıçması” sebebiyle 4 kulübün elinde diyebiliriz. Bu kulüpFutbolda ler tahmin edebileceğiniz üzere Barcelona, Real Madrid, Juventus ve Bayern Münih. Tarihleri

başarılarla dolu olmasını göz ardı etmiyorum ama Barcelona bile her yaş grubunda şampiyon olan takımlarından oyuncuları as kadroya yerleştirmek yerine, diğer kulüplerin genç yeteneklerine göz diktiyse bu işte bir sıkıntı var demektir. Diğer üç kulüp zaten bildiğiniz gibi parayı basar oyuncuyu alır ve başarıyı elde eder. Hele bir de Juventus ve Bayern Münih gibi ligi tekelinize aldıysanız tek amacınız daha fazla para harcayıp, Avrupa’da başarılarına başarı katmak olur. Bayern Münih, işi abartarak ligdeki en büyük ve tek rakibi olan Borussia Dortmund’dan Hummels, Lewandowski ve Götze’yi satın alarak mücadeleyi sahaya bırakmadı ve işi banka hesaplarından yapılan para transferiyle bitirdi. Artık ligde şampiyon olmak için sahada mücadele etmeye gerek bile yok. Hele bir de en büyük rakibin ekonomik sorun mu yaşıyor, verirsin parayı alırsın en iyi oyuncularını sonra şampiyon oldum diye sevinirsin... Peh

bunlar yetmiyormuş gibi başımıza Çin belası çıktı. İlk başlarda Amerika gibi veteran oyunBütün cuları alıp, ligin izlenebilirliğini artırmak için ortaya çıkan zararsız bir şey sanmıştık. Daha son-

rasında Oscar, Ramires, Lavezzi, Hulk, Witsel ve Tevez gibi Avrupa’nın en iyi takımlarına forma giyebilecek oyunculara astronomik maaşlar, bonservisler verip kadrolarına katınca işin rengi değişti. Türk takımlarının en büyük hedefleri olan bu tip oyuncular tercihlerini Çin’den (veya paradan) yana kullanınca, domino taşı etkisi yaratıp saçma sapan transferlere, başarısızlıklara, boş tribünlere ve zaten yerlerde sürünen maddi durumların daha da dibe batmasına sebep oldu.

kullanmayı hiç sevmesem de tutkunu olduğum “Amatör Branşlar” adı altında buluşan spor Terimi dallarında faaliyet gösteren Fenerbahçe ve Beşiktaş kulüpleri içlerinden birkaç branşta faaliyetle-

rini durdurma kararı aldılar. Beşiktaş’ı yine bir yerde anlıyorum. Futbol, Erkek Basketbol ve Hentbol dışında kulübe başarı getiren takımları yok. Ancak Euroleague’de arka arkaya 6 kere Final Four’a kalma başarısı gösteren Fenerbahçe Kadın Basketbol Takımı, 2 kere Avrupa’nın en büyük olan Fenerbahçe Masa Tenisi Takımı ve son 10 yılda 3’ü Avrupa’da olmak üzere toplam 12 kupa getiren Erkek Voleybol Takımı’nın kapatılacak olması gerçekten çok üzücü bir durum. Bu büyük kulüpler bile yıllık kazançları bir futbolcunun evine, ailesine, tatile, arabasına, kıyafetine harcadığı paralarla eşit olan amatör branşlardaki sporculardan kurulu takımlardaki faaliyetlerini sürdüremeyip, maddi sıkıntılarla başa çıkamıyorsa diğerleri ne yapsın?

ve piyasanın gösterdiği değişimi şu örnekle daha net açıklayabilirim herhalde; 1997 yılında Paranın “Gerçek” Ronaldo’yu 28 milyon Euro’ya, 2008 yılında ise izlediğim en yetenekli sanatçı diyebileceğim Ronaldinho’yu ise 25 milyon Euro bonservis bedeliyle katabiliyordunuz. Şimdi ise Nathan Ake isimli Chelsea’nin yükselen yıldızı olarak nitelendirilen beyefendi, 23 milyon Euro’ya Bournemouth’a transfer oldu. Başka sözüm yok hakim bey...

37


OKUYUN ÇOCUKLAR!

T

YAZI| SALİHA BİÇER

am olarak kaçıncı sınıfa gidiyordum hatırlamıyorum bir edebiyat dersindeydim. Hoca okumanın önemini anlatan bir konu işliyordu. O konu müfredatta var mı bilmiyorum ama hafızamda hala tazeliğini koruyor… ”OKUYUN çocuklar. Yerde bulduğunuz bir gazete parçasını, haberlerde geçen alt yazıları, otobüs duraklarına asılan iş ilanlarını, dünya klasiklerini, ne bulduysanız okuyun…“ Evet hafızamda tazeliğini koruyan bu konuşmada haklıydı hocam ‘okuyun çocuklar’ derken. Haklıydı fakat ‘ne bulduysanız okuyun’ kısmına takılmıştı aklım. Gerçekten ne bulduysak okumalı mıydık? Çok satanları mesela? İki kelimeyi bir araya getirmiş, biraz betimleme yapmış o yada bu yoldan tanınmış ve en sonunda fenomen olmuş yazarların eserleri okunmalı mıydı gerçekten? İlk kitabı beğenildi ve takdir aldı diye, üç ayda iki kitap daha yazan yazarın kitapları okunmalı mıydı? Bana kalırsa hayatın temposuna zor yetişirken arda kalan zamanınızı kitap okumaya ayırıyorsanız o kıymetli zamanınıza değsin okuduğunuz şeyler. Düşünce olarak okuyucuyu besleyen, herhangi bir konu ile ilgili bakış acımızı geliştirdiğimiz eserler olmalı tercihimiz. Çok kısa sürede çalakalem yazılan kitapları çok çabuk okursunuz çok akıcıdır, çünkü çok basit herkesin anlayabileceği standart bir dil vardır o eserlerde. Dolayısıyla hemen okuyup bitiriverirsiniz, sonra da zannedersiniz ki “Aaa çok iyi yazar valla çok sürükleyiciydi bir günde bitirdim 300 sayfalık kitabı” işte o yazar iyi olduğu için değil.Evet akıcı üslup kullanmış, bir cümleyi okuyunca burada ne demek istedi diye sorular yöneltmediğin alelade bir kitap…

B

unun tam tersi olarak her sayfada okuyucuya büyük bir heyecan ve merak uyandıran eserlerin de varlığından kuşku duymamalıyız. İşte o eserlerden birini de 1917 yılında evrenin yeni üyesi olarak gelen Heinrich Böll oluşturmuştur. Tam bir asır sonra Heinrich ’den söz ediyorsak 16 temmuz 1985’de kayıtlara geçen ölüm tarihi sadece bir bilgiden ibarettir. 1985 yılında çalan kapı ziline koşarken merdivenden yuvarlanarak hayatını kaybeden Alman yazardan ve eserinden bahsedeceğim bu sayıda. Yazar yaşamı boyunca büyük savaşlara şahitlik etmiş, büyük acılar çekmiş bir kişi olmakla birlikte dönemin zor şartlarına direnerek güçlü eserler inşa etmiştir. Büyük azim ve çalışmalar karşılıksız kalmamış ve 1972’de Nobel edebiyat ödülünü sahip olmuştur. Nobel dünyanın en anlamlı edebiyat olayıdır.

B

aşarılı yazarların erişebileceği bu ödül edebiyatçı için büyük onur kaynağıdır. Zihnimde cevabını asla bilemeyeceğim bir soru ile cebelleşiyorum. Heinrich için yaşadığı dönemde onu onore eden Nobel ödülünü almak mı? Yoksa aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen tanınmışlığı gün geçtikçe artan bir kişi olması mı? Daha büyük hazdır?

38


B

ana kalırsa aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun eserleri büyük bir iştahla okunmasıdır bir yazara en büyük ödül… Böll okuyucuları tarafından hala ödüle layık görülen büyük bir yazar. Atmış sekiz yıllık hayatında birbirinden şahane sanatsal yazılar yazmış, bunlardan birkaçı ise; “TRENİN TAM SAATİYDİ”, “ADEMOĞLU NEREDEYDİN” , “VE O HİÇ BİR ŞEY DEMEDİ”, “BABASIZ EVLER”, “FOTOĞRAFTA KADIN VAR” , “CÜCE İLE BEBEK”… Kitaplarının hepsini okuma fırsatım olmadı henüz, okuduklarımın arasında en favori olarak gördüğüm, 21 kısa hikayeden oluşan ve her hikayesin de yüksek dozda şaşırtan “CÜCE İLE BEBEK” oldu. İlk sayfalarda geçen bir hikayeden alıntı yaparak çoktan ölüme terk ettiğimiz bu kitaba kalp masajı yaparak tekrar diriltip gün ışığına çıkartmak istiyorum… <<Bir martıyı gözüme kestirmiş,uçuşunu izliyordum.Havanın patlayacağını sezmiş bir kırlangıç kadar ürkek,çokluk suyun yüzüne yakın süzülüp duruyor,yalnız arada bir yolunu arkadaşlarının yoluyla birleştirmek üzere çığlık çığlığa yukarıya fırlamayı göze alıyordu.Bir şey dile deseler, her şeyden önce martılara vermek için ekmek dilerdim.Ekmekten koparıp koparıp atar, martıların gelişigüzel uçuşlarını beyaz noktalarla bir düzene sokar, uçup uçup gelecekleri hedefler yapardım kendilerine.Ne var ki, ben de onlar gibi açtım, onlar gibi yorgun, öyleyken mutluluk içindeydim; çünkü ellerim cebimde, olduğum yerde dikilip martılara bakmak ve üzüntü yudumlamak hoş bir şeydi> (Heinrich Böll-Cüce ile Bebek-Üzgün yüzüm- Okumak isteyene minik bir tavsiye benden)…

Nisan açarken çiçeklerini Mavi bir gölge düştü yere bir kızdan Deniz uzaktı ama tuz kokusu vardı saçlarında Bir papatya düştü eteklerinden, Peşi sıra bin bir kır çiçeği Yağmuru araladı elleri, parladı güneş, Güldü, gamzelerine uçuştu serçeler. Eğildi selam verdi bahara, Baharın mavi gölgeli kızı

ŞİİR | HASAN UKIL 39


FOTOĞRAF | ELİF ÖNDIRAZ

40

Sinop Cezaevi - Eylül 2016


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.