Getik Fanzin

Page 1


Sen, güzel insan, umudunu yitirme, sen ve ben - biz birlikte başaracağız. Dünyanın herhangi bir noktasında elbette canımızı sıkan şeyler oluyor, olacak da, fakat biz yüreğimiz ve ellerimizden çıkan güzel işlerle umut olacağız, diyeceğiz ki biz yaşıyoruz ve varız ve güzelliklerimizi her noktaya beraberimizde götüreceğiz. Merak etme, beraberlik bizi, yalnız olduğumuzda hissettiğimizden daha güçlü kılacak. Unutma, sen ve ben, her birimiz, eşsiz güzel varlıklarız. Dergimizin dördüncü sayısı, ilki gibi heyecan verici, siz değerli okuyucularla her ay buluşmak bizler için öylesine güzel ki. Özellikle siz dostlarımızdan gelen güzel haberler, bizleri daha da gayretlendiriyor, önümüzde ki sayılarda da görüşmek üzere, huzurla ve kardeşçe yaşayacağımız güzel günler umuduyla... Bir kez daha tekrar edelim yazarlar,çizerler veya bambaşka fikirlerim var diyenler, kapımız her daim herkese açık... Keyifli okumalar... ÖMER ŞIAR BAYSAL ÖMER ŞİAR BAYSAL | SAMET AYDİLEK | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | ELİF ‘KHEPRA’ DELER | DORUK DEMİRÜSTÜ | KEREM YENDİ | ÖZLEM ÖZKAN MUSTAFA DUYMUŞ | SETENAY AKSU | SAMET IŞIKAY | AYKUT ÇAKAR GÜNEŞ KOÇ |MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ | DİLAY ÖZCAN MELİKE KOÇ | MELİS TATAR | SELİN ÖĞRETEN | DAMLA YILDIZ YEŞİM GÜN | TUNAHAN SİL | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ AYSUN AKTUNA | AHMET TÜRKAN | CAN DOĞAN | HASAN UKİL | UTKU TAN ÇAĞLAN REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER MATBAA DAĞITIM ZIMBALAMA

FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ UTKU TAN ÇAĞLAN | SELİN ÖĞRETEN LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR BAYSAL YOK (BİR ŞEKİLDE BASTIRIYORUZ) EŞ-DOST-AKRABA SETENAY AKSU | KEREM YENDİ

@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com facebook.com/getikfanzin

TWITTER INSTAGRAM MAİL FACEBOOK

“Benim de söyleyeceklerim, anlatacaklarım var!”, “Ben de yazıyorum, çiziyorum, karalıyorum. “ diyorsanız... 2

getikdergi@gmail.com’a çalışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz.


burada payı çok fazla. Her gün kitap okuyup, film u ülkede yaşayan her gencin sorduğu bir soru: izleyebiliyorlar ve bunları geniş bir ağ ile paylaşıyor‘’Acaba yurtdışında yaşasam daha mut- lar.Böylece ufku genişleyen insanın olaylara bakışı lu olur muyum?” Soru hepimize tanıdık daha farklı oluyor. En azından sorguluyor... Haliyle geldi değil mi? Hatta uzun uzun düşündük, arkadaş ülkeyi yöneten insanlarla aynı düşünceyi sahiplenortamında yurtdışı ile burayı karşılaştırdık değil mi? miyor, eleştiriyor. Toplumun geneli ile düşünceleri Ben de sizler gibi bu konuyu düşünürken bir yazı örtüşmüyor, yalnızlık çekiyor. Bu da bir süre sonile karşılaştım. Yazıyı okuduğumda bu gelişim ev- ra insanda özgürlüğün, düşüncenin ve insanın daha resindeki düşüncelerim bir anda sarsılır gibi olsa da kıymetli olduğu Avrupa’ya gitme fikrini geliştiriyor. devamında tekrardan sarıldım. Yurtdışına gitmeliydim! Öncelikle hepinizden altta bulunan QR kodu 4.Siyasi Olaylar: Ülkemiz bu konuda o kadar kayokutup, yazıyı okumanızı rica ediyorum çünkü yazı- gan bir zemine sahip ki her gün siyasi konu, kararlar, mın devamında, karşı cevaplar, alıntılar yapacağım. ideoloji değişebiliyor. Bir gün ‘’vatan haini’’ olan ençler olarak neden yurtdışına gitmeyi ve insanlar ertesi gün birbirleriyle ‘’canciğer kuzu sarorda yaşama devam etmeyi düşünüyoruz? ması’’ olabiliyor. Politikalar uygulanırken sonrasında -Bu çok geniş bir soru kabul ediyorum.- Elimden buzdolabına kaldırabiliyor. Kısacası siyasi bir gelecek geldiğince birkaç madde ile detaylandıracağım. mümkün değil. Yarın ne olacağınız belli değil. Özgürlük alanınız her gün farklı bir yasa ile kısıtlanıyor 1. Can Güvenliği: Bir Ortadoğu ülkesi olarak her ve bizlerin susması için ellerinden geleni yapıyorlar. gün çoğumuz bu korkuyu yaşıyor. AVM’lerden tram- Tüm bu konu başlıkları ve içerikleri çoğaltılabilir vaydan, metrodan bomba ihbarı ile uzaklaşıyoruz. fakat burada bitiriyorum. Elimden geldiğince özetlePek çok işçimiz can güvenliği olmadığından dolayı meye çalıştım. İnsanlar bu gibi nedenlerle bu ülkede hayatını kaybediyor.. Bu rakam 2014 için 1886 kişi. yaşamak istemiyor. İnsanlar ne istiyor biliyor Soma, Torunlar, Ermenek, Yalvaç, Yığılca bu musunuz? İnsana, emeğe, doğaya değer kazalardan birkaçı. Hangimiz kesin bir dille ‘’bugün verilen demokrasinin doğruca uygulandığı bana bir şey olmayacak’’ diyerek evde çıkıyor? adam kayırmanın olmadığı nefretin değil Her zaman bir ihtimal vardır biliyorum ama bu ih- sevginin değerli olduğu yerlerde yaşamak. timal oranı bu ülkede oldukça yüksek kabul edelim. Yaşam kısa, insanlar güzel yerleri gezip sev-

YAZI | SAMET AYDİLEK

B G

2. Emek Hırsızlığı: OECD’nin yaptığı araştır-

mek istiyor, güzel anılar biriktirmek istiyor.

maya göre yıllık ortalama çalışma süremiz 1,832 saat. Listede 10.sırada yer alıyoruz. Çalışma saatleri can sıkıcı, daha da üzücü nokta ise emeğinin karşılığını alamamak. Maaş makas aralığı, mesleğin tanımı ve aldığımız sorumluluğun karşısında hakettiğimiz düşük maaş.. İnsanlar çalışmaktan şikayetçi değiller bu ülkede, şikayetçi olunan nokta karşılığını alamamak. Bu sorun karşısında insanlar: ‘’Emeği-

min karşılığını alabildiğim, huzur içinde yaşayabileceğim bir ülke yeğlerim bu ortalama 70 yıllık yaşamımda diyor.’’ Gayet de haklılar.

3.Entelektüel Birikim: İnsanlar eskiye oranla

kendilerine daha çok yatırım yapıyorlar. İnternetin

3


BUNU BEN DE YAPARIM YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ Nazi Almanyası’na ait savaş uçaklarından atılan bombalar iç savaşın ortasındaki İspanya’nın Guernica şehrinde bine yakın insanın ölümüne neden olduğunda takvimler 26 Nisan 1937’yi gösteriyordu. Ressam Pablo Picasso’nun bombalanan şehir Guernica ile aynı ismi taşıyan meşhur tablosu hakkında yıllardır anlatılagelen diyaloğu çoğunuz biliyorsunuz. Bir Gestapo, Picasso’yu Paris’teki evinde sorgularken, evin duvarında tablonun bir fotoğrafını görür ve sorar ‘’Bunu siz mi yaptınız ?’’ Picasso da yine hepinizin bildiği gibi ‘’Hayır siz yaptınız’’ cevabını verir. 4

Yıllardır anlatılan şehir efsanesi midir gerçek midir bilemeyeceğimiz ama vuruculuğu konusunda şüpheye düşmenin imkânsız olduğu bu diyalogdan söz etmemin nedeni ülkemizde şimdiye kadar çizilmiş en karanlık tablolardan birinin Otuz beşinci yıldönümüne yaklaşmamız. Tarihte yağlı urgan, kan ve birtakım askeri materyaller kullanılarak çizilen ilk tablo olma özelliği taşıyan ‘’Darbe’’ isimli eserin ünlü ressamının en az kendisi kadar başarılı bir ressam olduğu iddia edilen Pablo Picasso’nun bir tablosu ile ilgili en az yukarıda aktardığım diyalog kadar ilginç bir anısı var. Ressamımız, 1998 yılında sanat hayatının ortalarında bir ABD gezisindeyken, bir müzede Pablo Picasso’nun da eserlerini inceleme fırsatı bulur. O sırada Picasso’nun en ünlü tablolarından biri olan ‘’Cezayirli Kadınlar’’ - Les femmes d’Alger- isimli eseri görür. Ressamımız bu tablo hakkında “Buraya bir siyah fırça


vurmuş, yanına yuvarlak yapmış. Burada da bir siyah, aralar beyaz. Burada bir siyah, arada yuvarlaklar. Baktım, baktım, dedim ki, ben Türkiye’ye gittiğim zaman resme başlayacağım. Ben de yaparım bunu’’ açıklaması yapar. Guernica hakkında Picasso’ya ‘’Bunu siz mi yaptınız?’’ soru-

larca tablosu arasından en meşhurunu ölümüne sahiplenmek yerine sanata katkılar sunan, fakat resim camiasında kendisi kadar ismini duyuramayan yeteneklere atfetmiştir. Anlattığım iki diyalogdan gördüğümüz kadarıyla da tabloyu bir veya iki kişiye atfetmek yerine kendi ülkelerinde sanata ellerinden gelen katkıyı sunan herkese tablosundan bir pay sunmuştur. Kimine tablodaki korku dolu gözlerle camdan içeri girmek isteyen kadını, kimine, ateşler içinde yanan adamı, kimine cansız bedeni yerde yatan elinde üzerinde çiçeklerin büyüdüğü bir kırık kılıç taşıyan askeri ithaf etmiştir. Türkiye’den ve Nazi Almanya’sından bahsetmişken unutmayalım, çiziliş yıldönümüne yaklaştığımız başka bir tablo olan 11 Eylül 73 Şili’ye de tablosundan

sunu soran içtenpazarlıklı gestaponun aksine, samimi şekilde, kimsenin kendisine okkalı, tarihe geçecek bir cevap vermesine fırsat vermeden “Bunu ben de yaparım” der. Fakat, talihsiz ressamımızın hataya düştüğü nokta tablo seçimidir. Cezayirli Kadınlar tablosu için ‘’Bunu ben de yaparım’’ demek yerine, aynı cümleyi, kipinde ufak bir değişiklikle ‘’Bunu ben de yaptım’’ haline getirse ve cümleyi Guernica’ya yöneltseymiş Gestapo ve Picasso arasında geçen ünlü bir parça ithaf etmiştir Picasso, unutmamıştır. diyaloğa da bir gönderme yaparak tarihe geçermiş. Picasso, o kadar büyük bir ressamdır ki, belki de on5


ANTIK MISIR’DA KHEPRI İNANCI ÜZERINE YAZI | ELİF ‘KHEPRA’ DELER

B

ugün için çok önemi kalmamış çoğu doğal öğenin, ilk çağ dünyası insanları tarafından kutsallaştırılması konusunda ilk çağ insanlarıyla aynı düşüncede olmam mitolojiyle ilgilenmeye başlama sebebimdi. Küçüklüğümden beri bu efsaneler, mitler, ritüeller, mister dinleri okumaktan hiç bıkmadım. Bunlar arasında belki şu anki yirmi birinci yüzyıl insanları ve ilk çağ insanlarının bakış açısının en fazla olduğu, Khepri inancının özünü sizlere biraz anlatmaya çalışacağım. Bunu anlatmak için 2000-3000 yıl öncesinin Mısır’ı, Eski Mısır’a yöneldiğimizde, içerisinde bulundukları politeist düzende, coğrafyalarına göre değer verdikleri çevresel öğelerin kutsallaştırıldığını hemen hemen hepimiz biliriz. Bunların başında “Yaşam’ın Anahtarı” Nil nehri, Eski Mısır’ın başkentlerinden Memphis’te Osiris’in boğa sembolü, şahin, timsah, turna ve ilk çağ insanlarının etkilendiği diğer tüm doğal imgeler... Evet bir insan kolaylıkla bir şahinden etkilenebilirdi, fakat çoğumuzun Mumya filminde tanıştığı Scarab’ın (Khepri) kutsallaştırılma fikrinin nerelerden geldiği konusunda çok kafa yormuş değiliz. Scarabe ailesinin bir parçası olan Khepriler sert kabuklulardandır. Biz onları Anadolu taraflarında bok böceği/karafatma gibi zaman zaman aşağılayıcı olarak görülebilecek isimlerle anıyoruz. Eski Mısır’da bırakın aşağılamayı, sadece bir böcek olarak görülmemiş “Güneş’i Doğuran” ve “Ra’nın Yardımcısı” sıfatlarını almıştır.

-”Neden ya? Bu böcekler Mumya filminde insanları yemiyorlar mıydı?” Bu soruyla çok fazla karşılaştım. Eminim içinizden geçmiştir. O yüzden: Hayır! Öyle bir şey yok, çıkarın bunu kafanızdan.Galiba görüp görebileceğiniz en masum böcek olabilirler. Ve galiba kalabalık şehirlerin boş insanları olduğumuzdan beri doğayla ilgilenmeyi, onu izlemeyi ve örnek almayı unuttuk. Bunun için birbirimize kızamayız ve kalıplanmış 6

düşüncelerin dışına çıkmak belki bir bok böceğini sevimli ve değerli bulmak, toplum için saçmalık olarak sayılacaktır. Fakat önyargıyla ve bir şey bilmeden reddetmek pek de objektif olmuyor.

-”Kutsal görülebilecek birçok doğal imge varken neden Khepri böcekleri?”

Evet, çoğumuz bir şahini, kartalı, bir aslanı ya da bir boğayı etkileyici bulabiliriz. Peki, Eski Mısırlılar neden bu imgelerin yanına bir de Kheprileri tercih ettiler. Burada devreye İlk Çağ insanlarının doğayı gözlemleme yetenekleri girecektir ki, Kheprilerin hayvan dışkılarını yuvalarına yuvarlamaları, “Güneş’i Doğuran” sıfatı almalarını sağlamıştır. Burada yuvarlak hale gelmiş dışkı parçası yaşamın merkezlerinden biri olan güneşle özdeştirilmiştir. Güneş bizim için bir yaşam merkezi olduğu gibi Khepriler için de o dışkı parçası yaşamlarının bir merkezidir. Yuvarlak dışkı parçalarının içine yumurtlayan Khepriler yumurtaları bu sayede hem sıcak tutuyor hem de koruyorlar. Bu da yaşamları için onları çok önemli bir parça yapıyor. Şimdi gelelim Kheprilerin Eski Mısır dinine inisiye olan üyeleri için neden fedâkarlığın da simgesine dönüştüğüne. adim İlk Çağ dinleri için fedâkârlık gibi tasavvûfî öğelerin anlamı ve değeri bir hayli önemliydi. Ve Eski Mısır’da fedâkârlığı en iyi temsil edebilecek varlıklar şüphesiz Khepri böcekleriydi. Anne Khepri, yuvasına yuvarladığı dışkı parçacığının içine yumurtlar ve yavruları doğduğunda kendisini dış kabuğuna göre daha yumuşak olan alt kabuğu yukarıda kalacak şekilde sırt üstü devirir. Yavrular doğduklarında annelerinin iç kabuğunu ve iç organlarını yerler. Anne kendisini yavrularının yaşayabilmesi için fedâ etmiştir. Yavrular eğer annesinin bu bol protein içeren organlarını yemezlerse yaşayamaz, ölürler. Annenin kendini böyle acılı bir ölümle yavruları için kendini fedâ etmesi, sanırım sadece Eski Mısırlıları etkilememiş olmalı, öyle değil mi? Umarım onlara artık sadece bok böceği olarak bakmayacağınız bir yazı okumuşsunuzdur. Umarım tüm bu mitlere ve hikâyelere, ilk çağın kadim inançlarına bugün hala bir yerlerde saygı duyuluyordur.

K

Tüm Khepriler adına, yazımı okuyanlara teşekkür ederim.


UÇURTMALARDAN TÜKÜRDÜM DÜNYAYA YAZI | DORUK DEMIRÜSTÜ

S

on güne kadar ne yazsam diye düşündüm durdum. Gerçeği söylemek gerekirse vaktimde olmadı. En son tamam dedim yazmalıyım artık, yine tuttular bilmem ne ilinin bilmem ne ilçesine götürdüler. O an gözüme 3-5 coşkulu uçurtma takıldı. Uçurtma dediğimiz şey, iki sopanın birbirine X ya da + şeklinde çakıldıktan sonra, geniş yüzlü bir kumaş veya kâğıt parçasıyla birleşerek, rüzgâr yardımıyla havada durmasından ya da uçmasından oluşan oyuncaktır. Sadece oyuncak değildir. Değişik nedenlerle kullanımı da vardır. Meteorolojik gözlem cihazlarının yükseklere çıkartılmasında da kullanılan, ülkemizde sadece çocuk oyuncağı olarak tanınan uçan cisimdir hatta utanmadan patenli kişilerin veya tekerlekli araçların çekilmesinde de kullanılıyormuş. Çok inanmadım orası size kalır. Rüzgara karşı koyarak yükselmesiyle bir ilham kaynağıdır adeta. Hadi size bir soru: Rüzgara karşı uçtuğu için mi yükselir, rüzgarın desteğiyle mi? İsteğe göre ipe jilet takanlarda değişik renkte naylon parça takanlar da var. Jiletli uçurtmaya korsan ya da avcı deniyormuş. Arkadaşlarının uçurtmalarını kesip boşlukta salınmasını ve kim bilir nereye düşmesini sağlayan bir uçurtma. Yani tamamen serserilik- köpeklik için kullanılan bir uçurtma. Uçuruyorsan efendi efendi uçur dimi! Hayvan gibi şey yapıyorlar. Kimine göre uçurtma bir yüce varlıktır, uçabilen ve ip kimin elinde olduğuna bakmaksızın istediği yere gidebilen. Kimine göre ise sadece boş zaman eğlencesidir. Bazı çocuklar onun o boşlukta süzülmesine hayranlıkla bakar. Boru mu?

Büyük bir olay sonuçta, ben hala bakıyorum. Nice babayiğit telef olmuştur “ben uçurtmayım” diyerek balkondan atlayan. Ben uçurtma olsam uğraşmazdım ne kadar yüksekte olduğumla. En nihayetinde uçuyorum lan ötesi var mı bunu? Bir konuda eminim ki bazı doyumsuz insanlar( Ki bunlara istediğimiz sıfatı koyabiliriz. En azından ben koyuyorum. Yani istediğim sıfatı) bununla uğraşırlardı. Neymiş efendim “en yüksek ben olacam”mış. Canlarını dişlerine takarlardı hayvanlar. Ben uçurtma olsam avcıya ihtiyaç duymaz kendim kopartırdım ipimi. Uçuyorum, özgürüm birde geri mi dönücem? Nerelerimle gülsem bilemedim bir dakika. Gülmem kısa sürdü tekrar devam edeyim. Havadayım, uçuyorum, bütün dünya ayaklarımın altında. Neden yere inmem için biri beni zorlasın ki? Tamam sürekli olan bir şey bu. Sen başarırsın inatla yükselirsin, durasın yoktur, fakat biri(küfür bizim fanzinde yasak mıydı?) seni aşağı çeker. İşte söz konusu uçurtma bu aşağı çekme durumlarında inat yapar ve daha çok yükselir. Aşağıdan ipini çekene baş parmağın işaret ve orta parmak arasına dahil olmasıyla oluşan nadide hareketi çeker uçurtma. İşte bende uçurtma ile empati kuranlardanım. “Ben uçurtma olsam” diye ilk defa düşünüyorum fakat hiç fena fikir değilmiş. Sonuç olarak bu yazıyı yazarken aklıma geldi ve gidip marsa giden gemiye gönüllü olmaya karar verdim. Bir de böyle yükselelim en kötü ihtimal ölmeden bir de mars görürüz. Öptüm çok! Bir ay sonra (patron beni atmazsa) yine başka bir saçmalamada görüşmek üzere.

7


RUH VE ALKOL F DENEME | MUSTAFA DUYMUŞ

ikir sahibi olmadığı, hiç denemediği ve gözlemlemediği konularda fazlası ile özgüvenli olabiliyor ve adeta aklını yitirmiş kimseler gibi konuşabiliyordu insanlar. Denediğim ve fikir sahibi olduğum bir konu üzerinde duracağım. Alkol ile fazla haşır neşir olmak insanı tam anlamıyla iç dünyasına kilitleyebiliyordu. Bu bir gecelik birliktelikler gibi değil aksine yılların birlikteliği gibi. Bir tutsak ya da bir bağımlı gibi oluyordunuz. Ve eğer sürekli insan içinde ve insanlarla diyalog içinde bulunduğunuz ve insanların size, daha çok tepeden bakarak iletişim sergilediği işler yapıyorsanız içmeye daha da fazla meyilli olabiliyordunuz ve bunu da yaptığım işlerden yola çıkarak sunuyorum. İçinde yaşadığım toplum bana; insan olmanın, duygulara sahip olmanın, zeki olmanın, geri zekalı olmanın, müziğin, yaratıcılığın, yeteneğin, inançların ya da insana ait herhangi bir şeylere sahip olmanın hiçbir değeri yokmuş gibi hissettiriyor ve adeta kendi değerlerini yaşamam gerektiğini söylüyordu. 8

Bu durum midemi bulandırmakla kalmıyor ve sürekli bir kaçış içine girmeme sebebiyet veriyordu. Onları görmez isem orada olduklarını unutabileceğimi sanıyordum. Buna bir şekilde inanmış ve bir süreliğine olsa da gerçekleştirdiğimi düşünmüştüm. Alkol bana bu yetkiyi vermişti. Günleri ikiye bölmüştüm: “İşe gidip çalışmak ve eve dönüp içmek.” Her gece alkol ile bir sonraki iş gününe ve insanlara kendimi hazırlarken bir yandan da sürekli gazeteleri, dergileri, kitapları okuyordum. Hiç durmuyordum, adeta sabahları yürürken gecelerin içinde koşuyordum. Nerede ve ne zaman yorulacağım umrumda değildi. Bu süre içerisinde toplumun “herhangi bir şey olmak” olan diğer bir korku dolu dayatmasını içimden söküp atıyor ve hiçbir şey olmama yolunda emin adımlarla ilerliyordum. Ben çok küçükken bunu öyle bir sindirmişti ki toplum içime, ödüm patlıyordu bir şey olamama korkusundan. Evet ödüm patlıyordu bundan çünkü ben küçüklüğümden beri bir şey olabileceğime bir türlü inanmıyordum. Hep beraber “herhangi bir şey olma” dayatmasından ve korkusundan kurtulduğumuz anda belki de daha özgür kafalara sahip olacağız. Bu düşüncelerimi gençliğime ve gençliğimden aldığım güce bağlayın, siz bilirsiniz. Bu tutsaklığın ve manevi bağımlılığın çıkar-


dığı sağlık sorunları dışında gözüme batan en çarpıcı gerçek şu olmuştu: ‘’Sosyal yaşama ve insanlara karşı olan ilginin yitmesi ve sosyal yaşamda yavaş yavaş yitmeye başlamak.’’ Alkol ile oluşturduğum kabuk ne dışarı çıkmama izin veriyordu ne de dışarıdan birinin içeriye girmesine. Şans eseri ansızın oluşan bir çatlaktan içeri bakmaya çalışan birkaç kadın hatırlıyorum. Yanımda olan birkaç dostumun anlam veremediğim bir şekilde beni dizginlemeye çalıştığını ve neden böyle bir şey yaptıklarını sorduğumda ise; “öleceğinden korkuyoruz” demelerinin benim üzerimde hiçbir tesiri olmadığını da hatırlıyorum. Bedenli ruhlardan gelen tesirler benim yüzümden bana karşı başarısızdı. Bedensiz ruhlardan gelen tesirler kabuğum karşısında eriyip gitmişti. Kendi ruhumdan gelen tesir ve sağlık dışında herhangi bir şey, herhangi bir işe yaramayacaktı. eceleri yalnızlıkla yakıp yangın çıkarmayı öğrenmiştim. Yalnızlık. Yalnızlıktan öleceğini ve bundan kurtulamayacağını düşünenler yazıyı burada okumayı bırakın ve akıl sağlığınız için içmeyi de bırakın. Çünkü yalnızlık kurtulabileceğiniz bir şey değildir ve sizi öldürmez. Yalnızlık kelimesinin sahip olduğu boyutları öğrenmeye çalışırken bile çok fazla kayıplar vermiştim.

G

Bahsettiğim tutsaklık alkole olan saygıma ve samimiyetime yani bağlılığıma bağlı olarak kendini, tüm boyutlarını sergilemek istiyordu. Güçsüz ve tembel ve korkak olan bizlere inat bununla başa çıkmak için elimden geleni yaptım. Bu yalnızlığın daimi olması için cesaret ve özveri gösterdim. Fakat bu bir şekilde ben direnemeden elimden alındı ve bir noktadan sonra sağlık devreye girdi; sağlığımın yok olması her şeyimin yok olmaya yüz tutmasına ve yok olmasına neden olmaya başladığını öğrendim. Ama bu alkol ile olan birlikteliğimin sonu değil aksine yeni bir başlangıcı oldu. Birbirimizi mantıklı ve sağlıklı bir şekilde tüketmediğimizi fark ettim, bundan asla pişman olmadım ama zihin sağlığına ve bedensel sağlığa karşı içten gelen bir sorumluluk edindim. Mangalar altına girmekten çok farklı duygulardı bunlar. Nasıl ki kendi doğumumuzdan önce ölüysek ve bundan korkmadıysak, doğumumuzdan sonra tekrar ölüme kavuşacağımız gerçeğini ve bu gerçeği var eden bu hayatın her anını korkmadan; içerek, coşarak, üzülerek, acı

çekerek, mutlu olarak, abartarak, değişerek yaşamak yaşamın içinden değil midir? 9


-Ağır geliyor be Cemil? -Ağır gelen ne? -Bu sesler. -Hangi sesler? -Kalorifer’in iç çekme sesi, sineklerin uğultusu, tavandan damlayan suyun şıpırtısı... -Başka ne ağır geliyor Mahir? -Renkler. -Hangi renkler? -İnleyen insanlarda gördüğüm renkler. -Yani? -Bak şu adama; teninde oluşmuş eflatun halkaları görüyor musun? Bak avucumdaki tarlaya; görüyor musun oradaki cılız bitkileri? -Görmüyorum. -İyi bak, kül rengi sarmalamış her tarafını. -Peki Mahir, neden bu kadar sıcak ellerin? -Umut diyorlar yoksa ümit mi demeliyim? -Umut ile ümit arasındaki fark ne sence Mahir? -Sadece ümit'in üzerindeki üç nokta -Ayrı şeyler değil diyorsun yani. -Bilmiyorum. Belki de bir şekilde ayrılmışlardır. -Ayrılık… Ayrılık hakkında ne düşünüyorsun Mahir? -Bir kadın en az iki kere terk etmeli bir erkeği. -Yani? -Sen hiç düştün mü Cemil? -Hayır. -Yalan söylüyorsun. -Bir kadını seviyorsan, yalanı da seversin Mahir. -Hayır hayır, kesinlikle hayır. Ben yalan söylemem.

k.

ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY

10


11

-Peki o halde kandırırsın. -Zeki bir kadını kandıramazsın Cemil. -Peki bu da mı ağır geliyor sana? -Hayır. Yalnızca sesler ve renkler. -Hangi sesler? -Şu hıçkırıkların haykırışını duymuyor musun? Peki ya şu yağmurun sancısını? -Sanırım duymuyorum. Peki hangi renkler Mahir? -Hissetmek ne renktir diye sormuş bir yazar, anımsıyor musun? -Bence mavi. Her şeyde biraz mavi vardır. Yok yok kırmızı. Kan kırmızısı. -Mor diyorsun yani. Cemil işte bu morluk bana çok ağır geliyor. -Hafiflemeli Mahir. -Peki nasıl? -Saçlarını kes. -Getirsene makineyi. -Şimdi nasılsın? -Umutsuz, ümitli. -Yani? -Yok bir şey Cemil. ok gibi bir şey Cemil. k k…


İNCELEME | AYKUT ÇAKAR

S

on zamanlardaki oyun tasarımcıları gerçekliğe yaklaşmak adına öyle mükemmel grafik tasarımları yaptılar ki oyunların genel anlamını ve kavramını kaybettiğine inanmaktayım şayet. Pekala gerçeğe yakın olan oyunlar elbette ilgi görür ama benim gibi bir oyun bağımlısı bir yerden sonra gerçeklik değil de oyunların ana teması olan eğlenme, şaşırma ,korkma ve en önemlisi olan heyecan arar halde bulur kendisini. Böyle durumlarda yaptığım şey ise “Indie” diye tabir edilen yani bağımsız tasarımcıların yarattığı oyunları bulup oynamaktır. Bu ayki sayımızın da siyah beyaz basılacığını duyduğum anda aklıma çok parlak bir fikir geldi. Tamamen siyah beyaz bir oyun bulup onu oynayıp sizlerle paylaşmaktı. Birkaç günlük araştırmamdan sonra da yeni oyunumu bulmuştum.

Bu oyun ,ben onu oynarken bana öyle duygular yaşattı ki sizlerle paylaşmak için yanıp tutuşuyorum resmen. Oyunumuzun adı “Limbo” ingilizce’de Araf ve belirsizlik anlamlarını taşımakta. Anlayacağınız gibi oyunun adında bile bir gizem, bir belirsizlik var. Bende uyandırıdığı duygulara geçmeden önce kısaca bu oyunu yapanlar kimdir neyin nesidir biraz bahsetmek istiyorum. Danimarkalı oyun geliştirici Playdead tarafından 2010’un yaz aylarında piyasaya sürülmüştür. -Gavurlar gerçekten çalışıyor abi- neyse dağıtmayalım konuyu.Oyunu yaklaşık olarak onbir platformda satışa sürmüşler, buna tabii ki OS ve Android de dahildir. Eğer ki beş dolarınız varsa bu oyunu cep telefonunuzda oynayabilirsiniz ama benim gibi öğrenci ve züğürtseniz size önerebiliceğim tek bir seçenek var; evet

TORRENT ! Unutmadan Steam’de bile 12

18’Tl dir kendileri.. Limbo ,oyun derecelendirme kuruluşlarından 100 üzerinden 90 almıştır


bunun yanı sıra katıldığı bir çok festival de bağımsız ödülleri toplamıştır. Aldığı ödüllerden sizin de de anlayacağınız gibi oyun kesinlikle mükemmel bir ambiyansa sahip. Yoksa bu kadar çok ödülü alamazdı. Oyunumuzun kahramını gözleri haricinde tamamen siyah , gözleri ise iki beyaz noktadan oluşuyor. Oyun platform oyunu yani iki boyutlu ama derinlik hissiyatını siyah beyaz renklerle çok güzel işlemişler. Bazı yerlerde kameranın kahramanızıma yakınlaşması veyahut uzaklaşması bu durumu çok güzel bir biçimde yansıtıyor. Oyunun konusuna gelirsek , internetteki bazı kaynaklara göre, kız kardeşinin kaderini belirlemek üzerine Limbo’ya yani Araf'a giriyor kahramanımız. Ama benim kafamda oyun araftan ziyade kıyamet sonrası bir dönemmiş gibi canlandı; tarih öncesi çağlardan teknolojik çağlara çok güzel geçişler ile bezenmiş yani oyunu oynarken kafamdaki araf tanımıyla oyundaki araf tanımı uyuşmadı. Bence her oyuncuda farklı tanımlar uyandıracaktır . Oyun eğer ki hiç ölmeden bitirmeyi başarırsanız 1 saat 5 dakika civarı bir süre alıyor. Ama benim gibi puzzle’ları çözmeye uğraşırken defalarca ölecek olursanız iki buçuk saat civarı size mükemmel bir oyun zevki sunuyor. Oyunun içerisindeki puzzle’lardan da bahsetmek isterdim fakat spoiler(sürprizbozan) vermek istemiyorum , kendiniz oynayıp oyunun zevkini kendiniz tecrübe etmelisiniz. Oyunun oynanış mekanizması ise çok basit hatta ve hatta Mario’dan bile basittir. Yön tuşları ve çeşitli aksiyon hareketlerini yerine getirmeniz için Ctrl tuşu oyunu oynamanız için yeterli. Gelelim şimdi çok önemli bir konuya. Bende uyandırdığı duygular kesinlikle korku, heyecan ve gerilim. Ekran sağa doğru kaydıkça acaba bu sefer nasıl bir tuzak var bu sefer karşıma ne çıkacak merağı oyunun son pikseline kadar bende devam etti. Sizlerde nasıl duygular oluşturur orası ise size ve zevkinize kalmış. Torrent linkini buraya koymayı isterdim ama biliyorsunuz ki bir takım sebepler var. (Hafif bir gülümseme oluştu bende ney-

se). Eğer ki sizde benim gibi son dönemlerdeki oyunlardan sıkılmış iseniz Limbo’yu kesinlikle denemenizi tavsiye ederim ve aklınızın bir köşesinde bulunsun Limbo ve daha bir çok oyun internette mevcut onlara da bir göz atmadan geçmeyin derim. Gü-

zel bir Eylül ayı geçirmeniz dileğiyle.

13


MİDAS’IN KULAKLARI YAZI | GÜNEŞ KOÇ

F

rigya uygarlığı denince önce Midas akla gelir. Midas’ı da genelde insanlar eşek kulaklarından bilir peki ya nedir bu eşek kulak hikayesi, neden midas’ın kulakları eşek kulakları ? Kral Midas Gordion kentinde yaşamış hakkında birçok efsane olan Frigya Kralıdır.

Marsyas

(keçi ayaklı sivri kulaklı yarı insan yarı hayvan yaratık olan bir satirosdur.) birgün kırlarda gezerken

Athena’nın icat ettiği fakat çalarken yüzünün çirkin-

leştiğini düşünüp attığı flüt’ü bulmuş. Bir tanrıçanın eseri olduğu için çok güzel sesler çıkaran flütü çalmaya başlamış ve bir süre sonra marifetin kendisinde olduğuna inanmaya başlayarak kendini Apollon’a rakip görmeye başlamış. Apollon, kazananın kaybedene istediğini yapabilmesi şartıyla Marsyas ile bir yarış yapmaya karar vermiş. Apollon’un arkadaşları olan Musalar ve Frigya Kral Midas yarışmada hakem olmuş. Apollon’un lirini de Marsyas’ın flütünü de dinleyen Midas, flütün sesini çok beğenmiş. Apollon lirini öyle güzel öyle hoş çalmış ki dağlar taşlar heyecandan titremişler. Marsyas, Apollon gibi çalamayacağını itiraf etmek zorunda kalmış. Apollon anlaşma gereği Marsyası ölümle cezalandırmış, 14

yarışma sırasında Marsyas’ın tarafını tutarak onun daha iyi çaldığını iddia eden Midas’a da ceza vermiş. Onun kulaklarının iyi işitmediğini söyleyerek insanlara özgü kulakları ona uygun görmemiş ve Midas’ın kulaklarını uzatarak eşek kulaklarına çevirmiş. Midas kulaklarından öyle utanıyormuş ki sürekli başında bir kalpakla dolaşmaya başlamış. Fakat berberi saçlarını keserken kulaklarını farketmiş, Midas hiç kimseye anlatmama şartıyla berberin hayatını bağışlamış, ama berber, bu sırrı içinde saklamakta çok zorlanmış. Birilerine söylemezse patlayacağını düşünüyormuş. Diğer yandan söylediği takdirde Kralın kendisini öldürmesinden korkuyormuş. Sonunda bir gün daha fazla dayanamayarak ıssız bir yerde bir çukur açmış ve oraya eğilerek yavaşça - Haberiniz var mı Kral Midas eşek kulaklıdır - diye fısıldamış. Bunu söyleyince üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi olmuş ve rahatlamış. Fakat kazdığı çukurun yanındaki kamışları hesaba katmamış. Kamışlar rüzgarla sallandıkları zaman “Midasın kulakları eşşek kulakları , Midasın kulakları eşşek kulakları” diye sırrı her tarafa yaymışlar Halk, Midas ile dalga geçmeye ve ona hakaret etmeye başlamış, gölge oyunları ile onun taklidini yapmışlar. Kral Midas, bunlara daha fazla dayanamamış , kulaklarını kestirmeyi düşünmüş fakat kulaklarını kestirdiğinde kulakları sarmaşık şeklinde eski halinden daha kötü görünmüş ve tanrıya yalvarmış ondan yardım istemiş. Tanrı Midas’ı affetmiş fakat onu sessizce öldürmüş ve mezara gömmüş.


BİR SORUNSALLAŞTIRMAALANI OLARAK KADININ ÖZNE OLAMAMA DURUMU YAZI | MEHMET ŞAMIL DAYANÇ

K

adın-erkek rollerinin toplum tarafından tanımlanmasıyla ortaya çıkan toplumsal cinsiyet kavramını Aydınlanma düşüncesiyle birlikte ele almak, kadın hareketinin tekâmül sürecini görmezden gelmemize neden olabilir. Modern edebiyatların kökenlerini oluşturan, milattan önceki dönemlerden burjuvaya bağlı olarak ortaya çıkan roman türünün doğuşuna kadar olan süreçte toplumsal cinsiyet rolleri hakkında araştırmalar yapmak, hem dönemsel okumaların bilinçli bir şekilde yapılmasına katkı sağlar hem de günümüze dâir çözümler üretilmesine yardımcı olur. Dönemsel olarak, insanın farklı tezâhürlerini metin okumaları üzerinden gerçekleştirmek çoğul bir bakış açısı sağladığı gibi günümüze dâir yapıcı eleştirilerin doğmasına da zemin hazırlar. Epiğin dünyası, komedinin erken hâli, başkalaşımların doğurduğu hudutsuzluk, yerelliğin sağladığı özgürlük alanları gibi izleklerden hareketle Odysseia, Kadınların Savaşı, Başkalaşımlar, Hançerli Hanım Hikâye-i Garibesi eserlerini kadın-erkek ilişkileri, dönemin değerleri, cinselliğin algılanışı ve yazarların kadınlara bakışı bağlamında incelemeye çalışacağım.

O

dysseia, İlyada’nın devamı niteliğinden olan ve Odysseus’un İthaka’ya dönüşünü anlatan

bir eserdir. Epiğin doğası gereği içinde çoğul karakterleri barındırır; bundan dolayı erkek-kadın ilişkilerini “modern” gözle değerlendirmek anakronik bir tutum olacaktır. Cinsel pratik bağlamında erkeğin kadına karşı belirgin bir tahakkümü olmadığı gibi hem erkekler hem de kadınlar arzulanan nesne olarak görülebilirler. Kadın olgusundan hareket edilecek olursa kadınlar hem arzulayan hem de arzulanan konumdadırlar. Bu durum dönemin koşulları bağlamında “normal” olarak değerlendirilir. Konuyla ilintili olarak Zekiye Antakyalıoğlu, “Homeros epik

yazmak için kendi dünyasının, kendi bütünlüğünün özünü kullandı”(78) diyerek Homeros’un

var olanı yansıttığını söyler. Bu yapıtta tanrılar dâhil hemen herkesin eksi ve artı özelliklerinin bir arada olması aşkınlığı ortadan kaldırır. Pek çok ilişkinin meşru kabul edildiği bu ortamda zinânın cezalandırılması gereken bir suç olarak değerlendirilmesi de toplumsal değerlere dâir bir bakış açısı sunar.

15


gerçekten kadın hareketinin öneHephaistos, Aphrodite ile Ares’i “zinâ” yapar- Eğer vurgulanıyor olsaydı Lysistrata’nın da ken yakalar ve “Topal olduğum için Zeus’un mi kızı Aphrodite namusuma leke sürüyor: bir kadın gibi davranması gerekmez miydi? küstah Ares’i dost tutmuş, yakışıklı ve düz aşkalaşımlar, yanlış bir büyü sonucu eşeayaklı diye!” (Homeros 162) diyerek hayıflanır.

B

ğe dönüşen birinin hayatını yansıtan epizodik Kitabın onuncu bölümünde ise şöyle bir cümle gebir anlatımı olan bir hikâyedir. İlk üç bölüm boçer: “Konağında, Aiolos’un, on iki çocuğu yunca iki yerde cinsellik aracılığıyla kadın-erkek doğmuştu, altısı kız, altısı oğlan, hepsi gençlik ilişkilerine dâir çıkarımlar yapmak mümkündür. çağına erişmiş. O kızlarını oğullarına karı- İlk olarak, “Çünkü sen cinsel zevklerini ve deları olmak üzere vermişti” (187). Zinâ yapma- risi köseleye dönmüş yaşlı bir fahişeyi, evine nın suç olduğu, fakat ensest evliliğin bir “baba” ve çocuklarına tercih ettin” (Apuleius 41). Buratarafından meşru görüldüğü bir dünyada neyin dan da anlaşılacağı gibi kadın-erkek ilişkilerinde bir doğru neyin yanlış olduğunu günümüz bakış açı- sınırsızlık yoktur. Socrates “yaşlı bir fahişeyle” sıyla değerlendirmek bizi yanlış sonuçlara götüre- ilişkiye girdiğinden dolayı cezalandırıldığını düşücektir. Bu dünya epiğin dünyasıdır. Yazarın kadınlanür. Lucius ise buna karşılık “sen çok daha köra karşı bakışı da epiğin dünyasının bir sonucudur. tüsünü çekmeye layıksın” (41) diyerek var olan Kadınların Savaşı, “savaş” ve “kadının toplumdeğerlerin çiğnenmemesi gerektiğini belirtir. Burada daki rolü” izlekleri altında incelenmeye elverişli bir ahlâkî normların karşısına “fahişelik” koyulmuştur. metindir. Atinalılar ile Spartalılar arasındaki savaşı Metnin ilerleyen sayfalarında cinsellikle birlikbitirmek isteyen kadınların kolektif çabasını anlatır. te hem erkeklik alanının sınırları çizilir, hem de Kitabın başkarakteri Lysistrata, savaşı bitirmek için kadına biçilen rol hakkında çıkarım imkânı sağkadınları cinsel greve davet eder, fakat gelen ilk teplanır: “ ‘Haydi dövüş,’ dedi, ‘cesurca dövüş. kilerden biri şu şekildedir: “Böyle parlak işleri ka-

Ne geri çekileceğim ne de sırtımı döneceğim. Gerdınlardan nasıl beklersin? Akıllı kişilerin işleri çek bir erkeksen cepheden saldır ve yakın dövüş. bunlar. Bizim işimiz gücümüz boya sürünmek, Vahşice saldır ve ölürken öldür. Bugünkü satakıp takıştırmak, sarı fistan, süslü pabuç edinvaşta soluklanacak zaman yok’” (103). Burada mek...” (Aristophanes 15). Kadının kadına bakışında dahi bir ön yargının olduğu bir ortamda grev, bir “kadın”(?) karakter olan Lysistrata tarafından başlatılmıştır. Fakat, Lysistrata’nın gösterdiği tepkiler, kararlılığı, arzularını yansıtmayışı vb. özellikleri onu nasıl bir kadın yapar? Lysistrata kadın gibi midir, yâhut insan gibi midir? Diğer erkek ve kadınlar sürekli birbirlerini arzularken Lysistrata’nın tek bir hedefi vardır: Savaşı bitirip huzuru sağlamak. Bu noktada Lysistrata barışı sağlamakla görevli, dünyevilikten arınmış bir tanrıça gibidir. Diğer bir yandan kadınların ve erkeklerin zevk ve arzularına karşı pozitif bir bakış söz konusudur. Herhangi bir sınırlandırma söz konusu değildir. Grevin nedeni cinsel pratiği engellemek değil, savaşı bitirmektir. Metinde devlete, iktidara, siyasete karşı bir taşlama vardır. Toplumun birlik ve beraberliği tahayyül edilir ve bunun için savaşın bir an önce bitmesi gerekir. Bu noktadan hareketle, yazarın feminist bir okumanın aksine erkeklerin kendi doğalarına dönmesini arzulandığı söylenebilir. Yani, kadın bir özne olarak değil de gerçek siyasi erkin kendinin farkına varması için kullanılan bir araç olarak görülebilir. 16

cinsellik, şiddetle bağdaştırılmış ve erkekliğin gerçekleştirilme alanı olarak şiddet-cinsellik ikilisi bir arada yer almıştır. Erkek bu şekilde kendini gerçekleştirir. Kadına düşen rol ise “erkeğinin” kendisini gerçekleştirmesini sağlamaktır. Bir iktidar alanı olarak erkeklik ve onun gerçekleştirilme alanı olarak cinsellik, kadını nesne konumuna sürüklemiştir. Aşkınlığı ortadan kaldıran ve hudutsuzluğu sağlayan “başkalaşım”ı gerçekleştiren de kadındır. Başkalaşımı sağlarken ise beceriksizce davranmıştır ve “erkeğinin” eşeğe dönüşmesine neden olmuştur. Yaşlı fahişe kadın, büyücüler, erkeğinin kendini gerçekleştirmesini sağlayan ve onu eşeğe dönüştüren Photis gibi örneklerden hareket edilecek olursa kadınlar bir yandan hudutsuzluğu sağlar diğer yandan erkeğin kendini gerçekleştirme alanında rol oynar; özne konumuna yerleşemez. Yazar farklı kadın temsilleri sunsa da, genel olarak olumsuz kadın figürleri kullanmıştır. Başkalaşımlar’ın Yunanca bir eserin Latince uyarlaması olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, kadına bakışın bir toplum tezâhürü olduğu söylenebilir.


S

özlü kültür etkisinde olan, iç içe hikâyelerin barındığı, duyguların yoğun olduğu durumlarda şiirin devreye girdiği Hançerli Hanım Hikâye-i Garibesi bir yönüyle Odysseus’a benzer. Başkarakter Süleyman, tıpkı Odysseus gibi hem arzulayan hem arzulanan konumdadır. Süleyman arzularken de arzulanırken de masum bir karakter olarak tasvîr edilir. Fakat kadınlar için aynı durum söz konusu değildir. Süleyman’ı arzulayan Hançerli Hanım kötülüğün timsâli olarak aktarılırken Süleyman’ın arzuladığı Kamer ise sesi soluğu çıkmadığı için “makbul”, sevilen kadın rolündedir. Süleyman, Kamer’i sevmesine rağmen Hançerli Hanım’la gönül eğlendirebilir; cinsel ilişkiye girebilir; cinsellik bir tabu olarak görülmez. Süleyman Hançerli Hanım’la da gönül eğlendirebilmesine karşın Kamer yalnızca bakan öznenin gördüğü “makbul” bir nesnedir. Kendisini öldürmeye çalışan Hançerli Hanım’ı affetme konusunda, “Süleyman

ve “makbul olmayan” kadın tanımlamasına gidilmiştir. Tüm bu örneklerden de anlaşılacağı üzere ister “arzulayan” ister hudutsuzluğu neden olan isterse anti-militarist bir boyutta olan kadın, “özne” konumunda değildir. Toplumsal belirlenimleri bir çırpıda silmek zor olsa da kadının değil, ona biçilen rollerin sorunsallaştırılması belki de en önemli çözüm yollarındandır.

Bey her neye razı olursa bence makbuldür (Der. Çelik 63) diyerek Süleyman Bey’in takdirini kazanır. Hançerli Hanım ise arzuladıkça, sesini çıkarttıkça”içindeki kötülük” biraz daha sa-

rihleşir. Kitaptaki makbul, makbul olmayan ayrımına rağmen, Hançerli Hanım için bir özgürlük alanı vardır. Olay padişaha intikâl etmediği sürece, kadın dahi olsa özgürce hareket edebilir;sınırlandırılmaz. Hançerli Hanım yerel bir özgürlüğe sahiptir. Bir başka kadın karakter olan Süleyman’ın annesi ise toplumun bahşettiği annelik rolünü yerine getirmesi yönüyle önemlidir. Oğlunun hatalarını görür, onu uyarır, oğluna kızar ve aynı zamanda kendi içinde bir üzüntü yaşar; fakat muktedir değildir. Oğlunun hatalarına rağmen onu affeder. Bu sözlü kültür ürününden anlaşılacak olan, cinsellik bir tabu olarak görülmemesine rağmen makbul bir kadında bulunması gereken özellikler verilmiş; arzulayan kadın ise olumsuz özelliklerle birlikte sunulmuştur. Aynı zamanda yerele özgürlük tanıyan muktedirin, gerektiğinde ceza vermesi de iktidarın kendisini bir şekilde hissettirdiğinin bir kanıtıdır.

D

Kaynakça Antakyalıoğlu, Zekiye. Roman Kuramına Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013. Apuleius. Başkalaşımlar. Çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2006. Aristophanes. Kadınların Savaşı. Çev. Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1966. Çelik, Yakup (Der.). Hançerli Hanım Hikâye-i Garibesi. Ankara: Akçağ Yayınları, 1999. önemin şartları ve ortamından dolayı kadın tezâ- Homeros. Odysseia. Çev. Ahmet Cevat Emre. hürleri farklılıklar göstermiştir. Kadın, epikte İstanbul: Varlık Yayınevi, 1971.

arzulayan ve arzulanan nesne olarak yer alırken, Yunan komedisindeyse epikteki vasfını koruyarak, savaş karşıtı bir konuma yerleştirilmiş ve gerçek siyasi erkin kendinin farkına varması için bir araç olarak kullanılmıştır. Latin romanında ilişkiye girilmemesi gereken kadın tipi belirtilmiş aynı zamanda –özellikle- büyücü kadınlar hudutsuzluğu sağlamış ve bu anlamda aşkınlığın ortadan kalkmasına sebep olmuşlardır. Sözlü kültür etkisindeki Hançerli Hanım Hikâye-i Garibesi’nde ise yerel bir özgürlük alanı olmasına rağmen “makbul”

17


İKİ İHTİMALİN VAR

YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

Ü

ç yıldır yerel bir gazetede sinema eleştirmenliği yapıyorum. Çoğu zaman tüm toplumu ilgilendiren yahut tüm toplumun içini acıtan bir olay olduğunda o hadise ile ilgili bir film bulur, o film hakkında yazar, o filmin kahramanlarını gerçek kişilerle özdeşleştirir ve söylemek istediklerimi böyle söylerdim. Bu sansüre uğramamanız ve başınıza durduk yere iş açmamanız için çok güzel bir yol. Bir o kadar da keyifli. Bu prensibimi daha önce bir tek dünyanın en güzel haziran ayında yani Gezi Parkı Direnişi zamanlarında terk etmiştim ve söylemek istediklerimi açıktan söylüyordum. Geçtiğimiz bir kaç güne baktığımda metafor üzerinden anlatmayı bırakmam gerektiğini düşündüm. Bunun öncelikli sebebi korkakça olacağını düşünmem. Çünkü genelde şöyle olur: Bir filmden bahsederim ve kime laf soktuğumu sadece belirli kişiler anlar. “Acaba bize mi gömüyo lan?” diyen bir kesim de “aman şimdi bir şey deyip rezil olmayalım, herif zaten geveze içimizi bayıltana kadar bıdı bıdı konuşur” diyerek ölü taklidi yapar. Bir diğer sebep ise Gerard Depardieu(evet Google’dan baktım adına) haberinde görmüş olduğumuz anlamsız linç kültürü. Olayı anlamadan dinlemeden ağzımızdan köpükler saçıyor ve adeta kudurmuş köpek gibi saldırıyoruz.(türcülük mü yaptım lan yoksa?) Bir kaç yıl önce Gazeteci büyüğümüz Ruşen Çakır gazetesinden ayrıldığı haberini verdiğinde bir okuyucusu ona: “Bir Atatürkçü daha kovuldu.. Medya baskı altında, Atatürkçüleri bir bir uzaklastırıyorlar! Ruşen Çakir bunun son örneği!” Twitini atmış, Ruşen Çakır da cevap olarak: “Vallahi billahi Atatürkçü değilim.” demişti. Bunun üzerine sinirlenen arkadaş “ya Atatürkçüsünüz ya Akp'li.. Atatürkçü olmadığınıza gore Akp'lisiniz. Öyleyse kovulmaniz iyi olmuş.” cevabını vererek twitter efsaneleri arasına girmişti. Algı bu kadar basit ve şu an bu durum nirvanasına ulaşmış durumda. Ya onlardansınız ya bizden. Bizdenseniz kıyak, çünkü çeşitli ahlaksızlıklarınızı bile görmezden

geliriz. Onlardansanız eğer, iki ihtimaliniz var ya linç edilirsiniz ya da mahalle baskısı yersiniz. Linç edilirseniz kıyak, hemen ölüp gidersiniz ama mahalle baskısı görürseniz iki ihtimaliniz var: 18


Ya mecburen çark edersiniz ya da ülkeyi terk edersiniz. “Çünkü savaş yüksek oktavlı gayet boktan bir şeydir.” Diyen Ferhan Şensoy üstada da selamlarımı yolluyorum. (belki okuyordur)

G

erçekten şu an çok dikkatli olmanız gerekir yoksa Pkk'lı yahut faşist ilan edilebilirsiniz. Her ne olarak damgalanırsanız damgalanın artık hayatınız risk altında demektir. Yani uzun lafın kısası şu: “Hayvan gibi şey yapıyoruz” (bu sefer cidden türcülük yaptım sanırım) Dikkatinizi çekmeyi başardım sanırım bu da artık ciddileşebileceğim anlamına geliyor. Anlamsızca toprağa verilen gencecik arkadaşlarımız var, akranlarımız korkakça hazırlanmış pusuların ortasında kalıp şehit oluyorlar. Hem maddi sebeplerle hem de ülke yönetimi ile ilgili sebeplerle dolan, çatırdamaya başlayan ve artık patlama noktasına gelen toplum ne yazık ki beklenen alarmı vermeye başlıyor gibi. Acının aslında artık acıtmıyor olması ve üzüntünün yerini tamamen öfkeye bırakmış olması bununla ilgili. Ülke olarak matem anlayışımızın değişmesi de bununla ilgili. Duygular birbirine karışmış durumda ve sürekli sıkıntıdan doğan hissiyatsızlık durumu kutlama ve matemin aynı ritüeller ile yapılmasına sebep oluyor gibi. Çünkü ne sevincimiz gerçek bir sevinç ne de üzüntümüz. Adeta mesai doldururcasına yaşıyoruz ve olanlara şaşırmıyoruz. Çünkü yaşayabileceğimiz şeylerin hepsini daha önce de yaşadık. Yanlış olduğunu düşündüğünüz bir eylem karşısında ne kadar kibar bir uyarı yapmaya çalışırsanız çalışın linç edilme riskiniz mevcut. Bunların hepsi daha önceki sayılarda da değindiğim bir konu ile ilgili: “Düşmanımızın kim olduğunu bir türlü öğrenemiyoruz.” Sanırım iktisat eğitimi almış olmamdan dolayı hemen her olayı iktisadi meselelere bağlayıp onun üzerinden açıklama yapmam arkadaşlarımın yer yer benimle alay etmesini sağlayan bir özelliğim. Ancak bundan vazgeçmeyi düşünmediğimi söylemeliyim. Çünkü hem ilk bölümde hem de şimdi bahsettiğim bu ne yöne gideceğini bilmeden sağa sola saldırma durumu kurtuluş yolunu ararken dogmalarımızdan sıyrılamayıp bazı görüşlere kendimizi tamamen kapatmamızdan kaynaklanıyor. Oysaki tüm bu olanlar sermaye düzeninden ve serbest piyasa dediğimiz özgürlükçü(!)(canınızı alma özgürlüğü de buna dahil) sistemden kaynaklanıyor. Asıl düşmanın kapitalizm olduğunu fark etmediğimiz sürece ne ölümlerimiz son bulur ne de herhangi bir meselede çözüme ulaşabiliriz. Bundan yaklaşık iki yıl önce Gençlik Filmleri Festivali'nde izlediğim Ingmar Bergman’ın Skammen’ini sık sık hatırlarım ve parça parça da olsa sürekli izlerim. Filmde olanlar hakkında düşünürüm. Filmin en vurucu repliği hiç şüphesiz İsveçli güzel aktrist Liv Ullman’ın hayat verdiği Eva karakterinin ağzından dökülen şu sözlerdir: "Politik fikrim yok, radyomuz da yok haber alamıyoruz, sadece savaş çok uzun sürdü." Filmin geri kalanında ise bahçesinde baktığı tavukları dahi öldüremeyen insanların can almaya karşı nasıl da hissizleştiğini görürüz. “Skammen” yani “Utanç” bize savaşı, savaş ortamındaki “naif” insanları ve savaşın acımasızlaştırdığı insanları aynı aile üzerinden anlatıyor. 1968 yılında çekilen bu film ne yazık ki geçen onca yıla meydan okumaya devam ediyor. Ne yazık ki diyorum çünkü keşke bu filmi insanlar geçmişte böyle şeyler yaşamak zorunda kalıyorlarmış diyerek izleyebilseydik...

19


ispanaksevmem Aslında hikayesini kimse bilmiyordu. Sevdiği adam öldürülmüş diye konuşuyordu mahalledekiler.

Adı Makbule'ydi.

Yaz kış mont giyerdi. Mahalledeki herkesle iyi anlaşıp, esnafla ahbap olmuştu.

konusarak yürürdü. Fakat geceleri ağlama seslerini duyardık harabe evinden. Tek başına yaşardı ve o eve kimse girmek istemezdi.

Gündüzleri sokaklarda kendi kendine

20

FOTOĞRAF / YAZI |

DİLAY ÖZCAN


MELİKE KOÇ FOTOĞRAF / YAZI |

belki de yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilmişsindir...

ikinci şansın olmayabilir...

zencefillimon

21


YAZI | SELİN ÖĞRETİR MUHABBET | LEVENT ÜSTÜNBAŞ & EMRE SÜZER

Wes Craven'e saygılarımızı, minnetlerimizi sunduğumuz bu sa-

yımızda kendimi iki kelam etmeden geçemez buldum... Hatırlıyorum çok küçük yaşlarımdı, ne zaman babam beni korkutmak istese göz kapaklarını bir garip yapar ve "Freddy geliyor Selin!" Diyerek beni kovalardı. Bu bana öyle yerleşmişti ki liseye kadar Freddy Krueger'ı görünce içim ürperirdi, geceleri kulağıma "bir iki Freddy senin için geldi..." Tekerlemesi hücum ederdi. Tabii atlattık atlatmasına fakat bu ustanın gidişini atlatmak biraz zorlu bir yolculuk olacak gibi. Sinema dünyasına

A Nightmare on Elm Street

Scream'den tutun da

gibi önemli kült korku yapıtlarını katmış ve bizleri kendine minnettar bırakmıştı. Böyle ileri görüşlü bir adamın yerine kimse gelemez belki ama umarım böyle anacağımız niceleri olur. Sevgilerle dostlarım...

22


Levent- Bu hafta kat 3 daire 8 de müzik konuşmuyoruz. Wes Craven’ın aramızdan ayrılışı sebebi kat 3 daire 8’i ona ayıralım dedik. Merhaba Emre. Hoşgeldin. Emre- Hoşbulduk abi. Levent- Wes Craven denildiğinde aklına ilk ne geliyor? Emre- Abi, Wes Craven deyince ilk olarak yönetmen gelmiyor aklıma. Şöyle ki: Ben çok küçükken, Parliament Pazar gecesi sineması diye bir şey vardı. Herkes bilir bunu. Filmin korku filmi olmasından mıdır? Rtükten midir? Artık her ne sebeptense filmin başlama saati illa ki gecikiyordu. Hem de öyle böyle değil on bir de başlayacak dedilerse o bir de falan başlıyordu. Bizimkilerde beni yatırıyordu tabii. Evde kavga kıyamet. Bu sebepten sanırım ben bu filmi izlemeyi inat ettim. Sonra cd’sini buldum vcd’ydi hatta. Öyle izledim ama meğerse o da serinin ikinci filmiymiş. O dönem ilk filmi de bulamadım. Çok sonradan izledim ilk filmi. Çok da hoşuma gitmişti o yaşımda korkmama rağmen. Levent- Benim de sana benzer bir hikayem var. Yine pazar gecesi sineması olabilir yahut Trt’de falan da denk gelmiş olabilirim o kadar hatırlayamıyorum. Merdiven Altındakiler’i izlemiştim. Tabii ilk onunla olmadı aslında Wes Craven ile tanışmam. Çünkü küçüğüm daha o zaman nereden bileyim yönetmen kim hatta yönetmen ne iş yapar. Fakat ilk hatırladığım Craven filmi Merdiven Altındakiler. Mesela ben Elm Sokağı Kabusu’nu kaçırdım. Sinema ile ciddi ciddi ilgilenmeye başladıktan sonra izledim onu. Ortaokuldaydım, mahalleden arkadaşlar sinemaya gittik. Hani bu vardır ya kahraman köpek basketçi cart curt. Emre- Evet abi basket oynar burnuyla smaç basar, futbol oynar ipe dizer çalımlar. Kimse de sormaz hani lan bunun lisansı diye. Neden bu köpek sahada kardeşim. Levent- Aynen öyle. Sinemaya doğru giderken biz başladık işte şöyle korku filmi severiz böyle korkmayız falan filan. İşte kızlarda gazladı bizi izleyemezsiniz diye. Neyse vardık sinemaya o zaman Arı sineması vardı Kanatlı Avm’nin karşısında şimdi doncu var onun yerinde. Küçük küçük salonlara bölmüşlerdi sinemayı ve bir kaç salonda eski filmler oynuyordu. Eski dediğim klasik filmler değil vizyona gireli 5-6 yıl olmuş filmler. Neden vardı bu uygulama bilmiyorum. 23 Gördük Scream’in afişini ee tabi gazı da almışız “Afacan köpek bilmem kim” yerine


Scream’e bilet aldık. Biletçi de verdi sağ olsun yaş sınırı vardı oysa. İlk o zaman “Hee bak böyle bir yönetmen varmış.” dedim. Çünkü filmin içinde sürekli göndermeler yapılıyor. Sinema özellikle de kendi janrı tartışılıyor falan. Sende bunu izlerken yaşın küçük de olsa algılamaya başlıyorsun bazı şeyleri. Emre- Hem kendi türü hakkında çok konuşur hem de kendi türünün klişelerini çok kullanır. Kaçınmaz asla ama bunu çok güzel yediriyor. Bak diyor bu klişedir ve ben bunu biraz sonra kullanacağım ama sen yine de zıplayacaksın koltuğundan. Levent- Aynen öyle Scream’de ben nasılsa ölmem çünkü bakirim. Benim sonunda canlı kalmam lazım diye gezen bir karakteri var mesela. Ya iki yada üçüncü filmde bir sahne var o da çok hoşuma gider. Filmin seksi, dolayısı ile ölmesi kesin olan hatunlarından biri bir yere gitmek için kalkıyor. Arkadaşı da ona oraya gitmemesini söylüyor. Diğeri şu cevabı veriyor: Ne olabilir ki, rahat ol Wes Carpenter filmlerinde değiliz. Bu çok güzel bir gönderme. Kendi adını yanlış söyleyip hem gerilim sinemasının bir diğer babası John Carpenter’a selam yolluyor. Hem de bunu oldukça mizahi bir biçimde yapıyor. Emre- Aynı zamanda Sam Raimi ile de kanka hatta “Evil Dead 2” de depo gibi bir yer var Sam Raimi orada bize Freddy’nin eldivenlerini de gösteriyor. Levent- Ben yönetmenlik meselesi ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. İnsanlarda aslında çok yanlış olan bir algı var. Wes Craven’dan büyük bir yönetmen olarak bahsettiğimiz için bize kızanlar bile olacaktır. Çünkü sadece Angelopoulos, Tarkovsky, Bergman’dan bahsedilmesini istiyorlar ama bu biraz işleri birbirine karıştırıyor. Yapımı meşakkatli ve leziz bir kebapla iyi bir karışık tostu karşılaştırır mısın? Emre- Ahahahah! (ardından bir süre sessizlik) Levent- Karşılaştırmazsın ama ikisi de güzeldir. bu da ona benziyor. 24

Hepsinin tüketileceği zamanlar farklı. Örneğin ben bir Teen Slasher fanıyımdır. Kişisel listemin en tepesindeki film Angalopoulos’un filmi Ulis’in Bakışı’dır. Ancak bu benim çılgın bir Teen Slasher fanı olmama engel değil. Emre- Zaten kötülemek amacıyla izlersek çok fazla gariplik bulabiliriz. Örneğin katil olan karakter film boyunca koca koca adamları atar, tutar, kaldırır, sürükler. Sonra bir bakarsınız filmin sonunda katil bir kız çıkar. ulan bu kaşık kadar kız mı yaptı bunca aksiyonu dersin. Levent- Başka bir filmde de Ghostface’in üzerinde 15-20 tane sandalye kırıyorlardı ama bana mısın demiyordu Ghostface. Emre- Bunlar zaten kasıtlıdır ya yine Wes Craven’ın müthiş mizah duygusundan kaynaklanıyor. Katil o kadar çok sopa yer ki film boyunca artık bir süre sonra acırsın. Hatta Scary Movie serisinde çok güzel alay ediyorlar Ghostface ile en son hatırladığım üzerine piyano düşüyordu. Levent- Wes Craven sinemanın her alanında da çalışmış bir kişi. Sesçi olmuş, boom tutmuş, ışıkçılık yapmış. Yani aslında tam bir sinema emekçisi. Emre- Aslında Wes Craven’ın hayatı da çok acayip. Kilise çıkışlı bir adam. Sonrasında sosyoloji eğitimi alıyor. Ardından sinemaya el atıyor aynı zamada da akademisyen. Ki zaten tüm bunlardan çok güzel besleniyor. Örneğin Freddy’nin peçesini ilk etapta balta olarak düşünmüş ancak sonrasında araştırıp insanların daha ilkel olan şeylerden dah çok korkacağını tespit etmiş ve Freddy’nin silahını pençe yapmaya karar vermiş. Freddy’nin kazağının yeşil kımızı olması da mesela aynı şekilde bir çalışma yapması sonucu ortaya çıkyor. Bu iki rengin bir arada kullanılmasının insanlarda ki etkisi üzerine bir makale okuyor ve öyle karar veriyor. Bir de fırın vardır mesela hem Elm Sokağında hem de Merdiven Altındakiler’de. Levent- İşte bu detaycılığı sayesin-


de sinema tarihine geçen iki karakter yaratmayı başarmış. Freddy ile mesela çok zor olan bir şeyi yaptı. Ülkemizde Amerikan işi korku filmleri çok fazla etkilemez insanları. Çünkü o filmlerde gördüğün şehirleşme farklıdır, yaşayış farklıdır, sende imam vardır onlarda rahip. Bu gibi farklardan dolayı senden olmayanın korkusunu içselleştirmen zordur. Biz şeytandan korkmayız çünkü bizim mitolojimizde şeytan öyle insana girip çıkmaz biz cinden korkarız. Ancak Freddy Krueger bir dönem milli korku öğemiz olmuştu. Anne babalarımız çok iyi bilirler Freddy Krueger’ı. Emre- Scream’de yaptığıda çok büyük bir şey aslında. Artık video pazarına kadar düşen Teen Slasher janrını aldı tekrar ayağa kaldırdı ve kurallarını belirledi. Bizzat karakterlerine anlattırarak, filmin içinde açıktan tartışmalar yaparak yaptı bu işi. Artık Teen Slasher’ın genel geçer kuralları aslında Wes Craven kurallarıdır. Levent- Kesinlikle katılıyorum. Mesela zombiler başından vurulunca ölür kuralı sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi kabul edilir ve çoğu filmde bu kural esnetilmez. Bununda yaratıcısı George Romero’dur misal. Bir de şunu eklemek istiyorum Wes Craven, filmlerinde evin içinde olmanın aslında güvenli olmadığına çok fazla vurgu yapar. Merdiven Altındakiler filminin mottosu “İçerisi dışarısıdır.” sözüdür mesela. Scream’de de Ghostface Sydney’e telefonda “Beni içeriye mi yoksa dışarıya mı kitledin?” diye sorar. Emre- Craven’in bir özelliği daha var. Eski filmlerinin remakelerinde illa kendisinin parmağı var. Bir nevi güncelliyor aslında filmlerini ve çağı yakalama konusunda da inanılmaz başarılı bir yönetmen. Scream serisindeki teknoloji kullanımı, internet muhabbetleri vesaire. Levent- Evet zamanın ruhunu yakalama konusunda cidden çok başarılı. Sadece iki filmi varmış gibi konuştuk ama aslında diğer filmleri de çok bilinen kült filmler. Sen hazır remake konusunu açmışken onlardan da bahsedelim. Soldaki Son Ev istismar sinemasının sağlam örneklerindendir. Asıl film 1972 yapımıdır. Bunun dışında büyük çopunluğun yeni bir film sandığı Tepenin Gözleri filmi de aslında 1977 yapımı bir Craven filmidir. Bir de tüm bunların dışında “ne alaka” diyeceğin bir film daha var. 50 Cesur Kemancı diye bir film başrolünde Merly Streep oynuyor ve işte o keman öğretmeni ,ufak veletler var keman çalıyorlar falan. Klasik Amerikan kişisel gelişim filmi gibi bir şey. Neden çekmiş hiç anlamadım. Emre- Filmin senaristi köylüsü falandır belki abi. Kıramamıştır. Levent- O zaman güzel bir tekerleme ile bitirelim mi? Emre- Bitirelim.

“BIR IKI FREDDY IÇERI GIRDI ÜÇ DÖRT HEMEN KAPIYI ÖRT BEŞ ALTI FREDDY YOLDA KALDI YEDI SEKIZ UYUMAZSAK SINAVI GEÇERIZ DOKUZ ON UYUMA ARTIK SON” 25


BÜTÜNÜN BİR PARÇASI YAZI | MELİS TATAR

M

odernleşmeyle beraber hayatımıza giren popüler kültürün yaşamımızı nasıl etkisi altına aldığımızın farkında mısınız? Her şeyin bir modası var : teknolojinin , giyimin, müziğin, yemeğin hatta sanatın bile. Her geçen gün yeni bir akım başlıyor ve çoğumuz ona ayak uyduruyoruz. Her şey çok hızlı üretiliyor ve üretildiğinden daha hızlı bir şekilde tüketiyoruz. Günlerimizi bu hıza ayak uydurmaya çalışarak geçiriyoruz. Hem de beş dakika sonra bir araba kazasında ya da başka bir şekilde hatasız yere ölebileceğimiz gerçeğini yok sayarak. İşin doğrusu, hiç birimiz bu düzenden kaçıp bir köye yerleşmeyecek, doğal hayatla bütünleşip iç huzurunu bulmayacak. Ama kendimizi bu düzene tamamen bırakmakta aptallık. Çünkü aslında tek ihtiyacımız biraz kendimize alan yaratmak ve nefes almak. Yalnız bu noktada ‘’alan yaratmak’’ derken , gerçekten alan yaratmak bahsediyorum. Hayatlarınızı biraz sadeleştirin sadece, bunun yarattığı fark bile büyük oluyor. Telefon ve sosyal medya hesaplarınızı gözden geçirerek başlayın mesela işe. Görüşmediğin uzaktan akrabanın telefonun sende ne işi var, sen de biliyorsun ki onu aramayacaksın ve muhtemelen düğün ya da ölüm gibi bir durum dışında aynı ortamda olmayacaksın, sil o numarayı. İkinci adımın sosyal medya olsun. Bana söyler misin Twitter’da 400-500 kişiyi takip ederek o akışa nasıl hakim olmayı düşünüyorsun? Kabul et, akıştaki bir çok tiviti okumuyorsun, sadece belirli şeyleri okuyorsun. Bir saatini ayır ve takip ettiğin kişileri temizle. Ayıp olmasın diye silemediklerini sessize al, iş gereği takip ettiğin ama retweet lerinden bunaldığın kişilerin retweetlerini kapat. 26

Al sana tertemiz ve net bilgi akışının olduğu bir sayfa. Tabi sosyal medya Twitterla bitmiyor ne yazık ki.Al bu mantığı var olan tüm medya hesaplarına uygula. Facebook’ta arkadaş kal ama takipten çık mesela .Ne yazık ki instagram ‘da böyle bir özellik henüz yok ama bir noktada gözünü karartman gerek. Bunu dolabın içinde yapmak gerek elbette. İster bir kadın ister bir erkek ol, senin de dolabında fazlalık bir çok eşya var, kurtul onlardan. İnan gelecekte geriye baktığında sende ‘’Bu mavi pantolona aynı renk kot ceket giyemem .’’diyen nesilden olmak istemezsin. En önemli bir başka şey ise zamana hakim olman. Gün senin bırak senin kalsın. Zamanını değerli geçir. Ders sonrası kantinde oturup samimi bile olmadığın insanlarla lak lak etmenin sana katacağı bir şey yok bu hayatta. Hiçbirini yapamıyor musun, en azından erken kalk. Kendin için biraz daha fazla vaktin olsun. Kendini ne kadar özgür bırakabiliyorsan bırakmalısın. Tüm hayatımızı diğer insanlarla uyum içinde geçiremeyiz, çünkü buna gerek yok. Biraz marjinal olmanın, kendi kafana buyruk yaşamanın yanlış ya da zor bir yanı yok. Popüler kültür denen şeyin hayatımıza soktuğu tüketim manyaklığı, teknoloji bağımlılığı, iletişim kopukluğu, yaratıcılığın ve üretimin düşmesi gibi tonla sorun var zaten. Bu arada birkaç kişiyi takipten çıkmak, birkaç giysi ayıklamak, erken kalkmak, bunlar yapılması basit şeyler. Biraz kendimiz için bu düzenden biraz olsun sıyrılmak zor olamamalı ya da en azından kendimiz için bunu yapabiliyor olmalıyız. Yine bu toplumun içinde olalım ama bize ait bir alan yaratalım, bütünün bir parçası olalım sadece.


FESLEĞEN YAZI | SELİN ÖĞRETEN

B

ugün bir ev gördüm Kadıköy’de, hemen çalıştığım dükkanın karşı sokağından inerken. Normalde çanta bastırmaya o evin karşısındaki “Copy Center” diye adlandırılan aşırı gelişmiş bir fotokopiciye gitmiştim. Beklerken bir sigara içeyim diye kapısına çıkıp köşeye saklanmış bir sandalyeye oturdum. Sandalye öyle saçma bir yerde ki ben sokağı rahatça izlerken insanlar beni görebilmek için es kaza koskoca bir sütun ile yüksek merdivenli bir apartman girişinin arasındaki o minik yere bakmalıydı. Her gün geçtiğim kaldırımlardı aslında şu an izlediğim, zaten iki sokak vardı işe giderken kullandığım ve biri buydu. İşin daha da ilginci yıllarım geçti benim bu sokaklarda, Eskişehir maceram başlamadan önce evim buralardı hep. Belki de görmeye bugün ihtiyacım vardı, fark etmeye… Hep bir söylemim vardı lisedeyken; “Kadıköy

sokakları yukarılara baktıkça güzelleşiyor”

diye. Bugün o evi bana gösteren aslında bunun bilinçaltıma yerleşmesidir belki. Daha sigaramdan bir nefes almış etrafa bakarken karşımdaki sahafı incelemeye başladım. Kolektif adında ufak bir dükkan ama içine apartmanın kapısından girenlerden ve apartman o kadar eski görünüyor ki sahafın en eski kitabı ile ne güzel sohbet eder diye düşündürüyor. Sonra apartmanın renkleri beni bambaşka yerlere davet etti. Sahafın üstünde 3 kat daha çıkan bu çıkıntı garip apartman yıllardır bıktığım, soğuduğum şehirde yaşama hevesi verdi bana. O an sokak tabelası gözüme ilişti, o bile bu apartmana takılmıştı. Sarraf Ali Sokağı diye aklıma yazdım. İnsanı gülümsetiyor alt katında sahaf olma fikri bile. Öyle ev mi

olur? İnsan ne isteyebilir ki daha? Beni böylesine heyecanlandıran hayale kendimi nasıl kaptırdıysam bir anda açık balkonda kendimi gördüm. Ufacık, Fransız balkon demeye bin şahit ufak çıkıntıya koyduğum cicili bir çiçek, bir küstüm çiçeği (hani dokununca küsen, nazlı bitkimiz), bir de fesleğeni sulamışım, esen havanın keyfini sokağı izleyerek çıkartıyorum. Hemen cam kenarına iki eski tip tekli atıvermişim, ortasında da bir sehpa ve yeni demlenmiş kokulu çay. Öyle herhangi bir bardakta da olmayacak, böyle çömlek gibi ağır, içtikçe dudağına toprak değiyormuş gibi hissettirenlerden olacak. Bir de artık gide gele dost olduğum alt komşum, biricik sahafım bana yapraklarından başkalarının hikâyelerini okuyabileceğim eski bir polisiye romanı vermiş. Evde sadece müzik çalabileceğim bir sistem ayarlamışım ve bazı günler ben sokağı değil sokak beni dinliyormuş. Bir de güzel bir adam var yanımda, benimle bıkmadan uğraşan, fesleğeni benim kadar çok mıncıklayan. Güzel gülümseyen bir adam, bana, hayata… Birlikte kurup kurmadığımızı bilmiyorum ama şu an o düzenin temel parçalarından olmuş olsun. Tok sesiyle inletsin evin duvarlarını biz sohbetin içinde kaybolmuşken. Ve sadece huzuru yaşayalım… Derken benim sigaram bitti ve işe dönmek için kalkmam gerekiyordu. Bana böylesine umut dolu hayalleri düşündüren bu ara kat daha ne yapabilirdi? Belki asla içini göremeyeceğim ama benim kafamda orası benim cennetim oldu. O sokağı zaten anlamlı kılan bir hikâyem de var ama onu da başka zaman artık. 27


DEVRİM Ö Z D E R A K I N ve

TİYATRO ROPÖRTAJ | DAMLA YILDIZ Eskişehir Şehir Tiyatroları oyuncularından ve Umutsuz Ev Kadınları Adlı dizide ise televizyondan tanıdığınız değerli oyuncu Devrim Özder Akın ile tiyatro hakkında konuştuk. 1. Tiyatroya nasıl başladınız? Tiyatroya lisede amatör olarak başladım. Eskişehir Halk Evleri’nin provalarını izlerdim. Ekiplerine dahil olmak istedim. Bir sonraki dönem için kabul edildim; fakat başaramayacağımdan korkup bıraktım. Yapamam gibi düşünmüştüm.Fakat Sonra oyunculuk öğrenmeyi, yapmayı çok istediğimi anladım ve geri döndüm. O zamanlardan beri tiyatronun içindeyim. 2.Tiyatro hakkındaki en büyük hayaliniz nedir? Aslına bakarsanız hayallerimin büyük bir kısmı gerçekleşti. En çok hayal ettiğim ise tiyatro tarihindeki büyük karakterleri oynamak ve daha fazla insan tarafından izlenmek. Londra, Berlin gibi dünyaca ünlü şehirlerde ustalarla birlikte sahneye çıkmak. 3. En sevdiğiniz tiyatrocu kimdir? Neden? Benim için tiyatrocu demek sadece oyucu demek değildir. şoföründen kostümcüsüne kadar bu işe emek veren herkes tiyatrocudur. Hepsini ayrı ve çok seviyorum. Ayırt etmem mümkün değil. 4. Türkiye’deki tiyatro potansiyelini hem seyirci hem oyuncu açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu potansiyel seyirci açısından değişiklik gösterir. Batılı anlamda tiyatro ülkemize 28

geleli henüz yüz-yüz elli yıl kadar oldu. Hala tiyatro izlememiş çok insanımız var. Çoğu kişi tiyatroyu, televizyon ve sinemayla kıyaslıyor. Halbuki tiyatro bunlardan farklı bir şey ve izlemeden bu fark anlaşılamaz. İnsanların farklı koşullarda oyunları izlediğinde buna tavır almaları normaldir. O kişinin o anki koşullarına uygun olan oyunları gördüğünde beğenmesi ya da beğenmemesi de öyle. Oyuncular açısından bakarsak potansiyel çok yüksek ve konservatuar sayısının artması da büyük bir avantaj. 5. Eskişehir Şehir Tiyatrolarında işleyiş nasıl sürdürülüyor? Şehir Tiyatroları belediyelere bağlı kurumlardır. Devlet tiyatroları gibi bizim de bir yönetmeliğimiz var. Eskişehir Şehir Tiyatroları on beş yıllık bir geçmişe sahip “genç” bir kurum ve personel sayısı diğer kurumlara göre oldukça az. Bu yüzden çalışan herkes daha fazla sorumluluk yüklenmek zorunda kalıyor. Tüm arkadaşlarım iyi niyet göstererek daha fazla sorumluluk alıyorlar. 6. Hayatını tiyatrocu olarak sürdürmek isteyen biri… Profesyonel olmak istiyorsanız mutlaka almalısınız ve sahnedeyken bile aslında eğitiminiz bitmez. Konservatuar tabii ki şart değil. Ama başka koşullarda bu eğitimi mutlaka almalısınız. Örneğin kurslar workshoplar, atölyeler var. İnsan kendi kendini geliştirebilir. fırsatınız vatsa öncelikle bi okulda olmanız orda eğitim almanız her zaman daha iyi.. 7. Türkiye’de tiyatro anlamında ne gibi deği-


şiklikler öngörüyorsunuz? Buna öngörüyorum diyemem. Temenni ediyorum ki; İstanbul ve Anadolu’nun bir kaç kentinin dışında da bütün kentlerde her gün perde açan profesyonel tiyatrolarımız olsun. Tiyatroyu destekleyen kanunlar olsun. Dünyanın geri kalanında farklı işleyişler var. Mesela Avrupa’da kültür sanat için ayrılan bütçe yüzde yirmilerde iken bizde ise yüzde 0,5 in bile altında. 8. Şimdiye kadar en iyi olduğunu düşündüğünüz performansınız hangisiydi? Her performansımı ayrı seviyorum hepsine ayrı sahip çıkarım; çünkü hepsi için çok emek harcadım... 9. Günümüzde oyuncuların dizilerden iyi para kazandığı söyleniyor. Fakat dizi oyunculuğunu her fırsatta sevmediklerini dile getiriyorlar. Siz de en son Umutsuz Ev Kadınları adlı dizide rol aldınız. Bu konu hakkında sizin görüşleriniz nedir? Siz de duymuşsunuzdur... Tv sektöründe Çalışma saatleriyle ilgili çok sıkıntı var. Ayrıca bu çok yorucu tempoda kendinize çok iyi bakmanız bekleniyor. Yaşanan stres çok fazla... Yaşam standartlarını yükseltmek zorunda olduğunuzdan alınan ücret dengelenmiş oluyor. Zaten dizilerden alınan ücretler abartıldığı kadar değil. Sadece başrol olan belki onbeş-yirmi kişi söylendiği kadar çok para alıyordur. Daha fazlası değil. 10. Sahne sizin için ne ifade ediyor? Bu kadar emeğe değiyor mu? Kesinlikle değdiğini seyirciye her baktığımda anlıyorum. Sahne, sahne arkası, seyirci; bir seferde en az üç yüz kişi bir “an” paylaşıyoruz. Seyirci oturduğu koltuktan sahnedekini ve yanındaki insanı anlıyor. Önemli olan da bu paylaşımdır. Sadece tiyatroda değil, insanlara bu duygu paylaşımını yaptıran tüm sanat eserleri çok kıymetli benim için. Mesela oturduğunuz bir kafede çok sevdiğiniz bir şarkı çalarken, başka birinin o şarkıya içtenlikle eşlik ettiğini görebilirsiniz. İşte bahsettiğim paylaşım budur. 11. Benzetildiğiniz biri var mı? Çok insan var. Mesela sakal bıraktığımda Haluk Bilginer’e çok benzetildim. Lemi Bilgin’e, Sean Penn’e. Tipime göre değişiyor galiba 12. Tiyatro oyunculuğu meşakkatlidir. Oyunculuk hayatınızda değişikliğe sebep oldu mu? Tiyatro sayesinde kendimi öğreniyorum. Oyunculuk, insanın enstrüman olarak kendini kullandığı bir meslek. Özdeşlik kurmayı, ego kontrolünü, empati yapmayı oyunculuk öğretti bana. Ergin Orbey hocamın bir sözü vardır:

“iyi oyuncu olmak için iyi insan olmak lazımdır.” Ve bence iyi insan olmanın en güzel yolu iyi empati yapabilmektir. 13. Nasıl bir izleyicisiniz? Ben oyunları kendimi kaptırıp izlerim. Bir oyuncu gibi irdeleyerek değil, seyirci gibi her olayın heyecanını paylaşarak izlerim. 14. Son dönemde izlediğiniz en iyi oyun neydi? Sermet Yeşil’in KUmbaracı 50’de oynadığı “Aç Köpekler” oyunu. 15. Sizce tiyatroya eleştiri nasıl olmalı? Yapısalcı eleştiriden yanayım ve her şeyden bağımsız yapılan eleştiriden. Çoğu eleştirmen “ben olsaydım” diye başlar eleştirisine. Bu senin yaptığın işi hiçe saymaktır. Bence eleştiri yapılırken olması gereken tutarlılık ve samimiyettir. Üzerine düşünmek gerekir önce, estetiğe ve tutarlılığa bakılmalıdır. Oyunculuk eleştirilecekse, oyuncunun oyuna kattıklarına, estetik tercihlerine ve uyumuna bakılmalıdır. 16. Yeni yer aldığınız projeler var mı? varsa bizimle paylaşır mısınız? Tom Dick Harry isimli oyunda yer alacağım. Bu ilham Yazar ile ikinci işimiz. Kasımda provalarımız başlayacak ve aralıkta sahnelenecek. Bunun dışında televizyon ile ilgili görüşmelerle menajerim ilgilenmeye devam ediyor. 17. Sahnede bulunmak için herhangi bir fedakarlıkta bulundunuz mu? Bir oyun sırasında ayak bileğim kırılmıştı. Sahneden ayrılmadım ve oyunu bitirdim. Zaman zaman acısını çekiyorum. 18. Oyun müzikleri bestelediğinizi biliyoruz. Bunun dışında müzikle ilgili çalışmalarınız var mı? Bir süredir oyun müzikleri de yapmıyorum. Enstrümanlarımı evimde sevdiklerimle birlikteyken çalıyorum. 19. Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı? Diyebileceğim tek şey şu ki, sanatın birleştirici gücünden emin olun. Tiyatro varsa Demokrasi güçlenir. Demokrasi bir empati kültürüdür. Tiyatroda oyun izlemek farkında olun ya da olmayın her zaman empati yeteneğini güçlendirir. Teşekkür ederim çok güzel bir röportaj oldu. Okuyan herkesin kendisine bir şeyler katacağını düşünüyorum.“Asıl ben teşekkür ederim” dedi.“Asla didaktik olmak istemem” diye ekledi. O kadar samimi o kadar öğreticiydi ki; Getik Dergi Ailesi olarak bu röportajı kabul ettiği ve bizi geri çevirmediği için ne kadar teşekkür etsek az. Sağ olun hocam… 29


DELİ SAÇMASI ÖYKÜ | YEŞIM GÜN

H

er şey çok önce başlamıştı gerçekten çok önce. Kaç kere ölmüştüm kaç kere dünyaya geri geldim bilmiyorum. Her defasında her şeyi baştan yaşıyordum. Yüzler değişiyordu durmadan, çeşitli yüzler zihnimden dönme dolap gibi geçiyor. Her şey bir o kadar farklı bir o kadar aynıydı. Zaman bumerang gibiydi tekrar tekrar geliyor ve geçiyordu. Hatırlıyorum, durmadan dönüşüm yaşıyor, değişiyor fakat ülkem gibi gelişemiyordum. Bilinen tarih değildi olduğum zamanlar. kadim zamanlardan modern zamana uzanmıştım. Özde aynı saçmalığı durmadan yaşıyordum. Ve bugün yine aynı şeyler oluyor. Biri -gökteki veya yerdeki-, yine düğmeye bastı dönüşüm yine başladı. Bu sefer daha güzel günler gelecek, bugünkü insanlığın göremeyeceği günler. Ve bizler sadece sonu görmeye gelmiş yahut sonun kokusunu duymakla yetinmek zoruda olan insanlar, zaman hızla dönerken 30

kendi merkezimizde durmuş donuk gözlerle bekliyoruz yazgımızı. aynı zaman diliminde mi olmuş bunlar yoksa asırlar mı sürmüştü? Emin değilim tek bildiğim bunlar gerçekti. Kendimi ilk hatırladığım yer kocaman dik kayalarla etrafı çevrelenmiş bir ırmak. yeşildi.. Değişik bir duygu huzur diyelim adına ama değildi. Sanki dünya da bi yer değildi, zaman şimdiki zaman değildi. Asırlar öncesi olmalıydı. Bu doğruydu işte çünkü huzura benzettiğim duyguda modern insanın sorunları yoktu. Geçmiş,gelecek yahut pişmalık, kaygı, umut da yoktu. asırlar öncesiydi evet! bunun en büyük kanıtı zamandı. zaman yoktu.Hissetmiyordum,düşünmüyordum onu. Tek bildiğim orda, o anda olduğumdu. ben ne yapıyordum bilmiyorum, bir seylerden kaçıyordum kendime korunaklı bölge olarak bu cenneti seçmiştim. Karşımda tanımadığım bir insan vardı. oradaydık ama bilinç yoktu sadece ''yeşil bir his'' .Ne yazık ki benim bu güzel cennetim bir anda koyu bir karanlığa büründü yeşil su bir anda dev bir canavara dönüştü, o dev kayaları yuttu. fırtına ve yağmur tüm cenneti yerle yeksan etti . bu kaosun içinde hareketsiz her şeyin geçmesini bekledim. Geçti ve bitti yok oldu her şey. İlk doğuşumda da aynı karakterdeydim. Kendimi görüyordum, nasıl oluyordu bu bilmiyorum. Kaçamayacağımı biliyordum her şey yok olacaktı ve ben ölecektim, bunun olması


gerekiyordu. olacak olanı değiştiremezdim, o olacaktı. Ve olan olduktan sonra hayıflanmanın anlamı da yoktu. zaten ölmüştüm. aynı zamanda ölecektim. Ben ikinci dünyaya gelişimde küçük bir canavarla, ya da cin dedikleri bir varlıkla yaşıyordum. Ah, bu ikinci kez dünyaya gelişime çok üzüldüm. kendisini efendi olarak gören küçük canavara hizmet etmeye mecburdum . perişan bir halde yaşadığım mağaranın girişin de üç büyük sürüngen beni bekliyordu. Dışarısını görüyordum. Parlak mavi bir gök yüzü vardı. Küçük canavar tüm basiretimi bağlamıştı. karar alma gücüm yoktu. Skısıtlanma hareket edememe çaresizlik hissi benliğimi kaplamıştı. mağara dışından sesler duyuyordum. yardım etmek istiyorlardı. Bu fsıltı şeklinde seslere kulaklarımı tıkıyordum. Yine sonumu bekliyordum. Olacak olan olmalıydı. Bunu geciktiremezdim. Küçük canavar neredeyse tüm yüzünü kapayan yusyuvarlak gözleri, yüzünün tam ortasındaki burnu ile midemi bulandırıyordu. Tuhaf bir illüzyona kapılmıştım. gözlerimi ondan alamıyor hissettiğim tüm bu çaresizlikten zevk alıyordum.Ve yine beklediğim son geldi, çürük patates kokulu elleriyle tüm nefesimi almaya başladı. Ölüyordum. Bu çok kötü, aciz bir ölümdü. Bu hayatım hoşuma gitmemişti. O anda bir şey oldu. Sanki bir tablodan fırlamış gibi bir el.. Canavarla beni ayıran ve tekrar güneşi görmemi sağlayan sadece bir el... Kadın mı, erkek mi olduğunu anlayamadığım nerden geldiği belli olmayan o el, bana tekrar o yeşil hissi vermişti. Güneşe doğru yürüdüm. Kendime geldiğİmde taşlaşmış bir şekilde bir karanlığın içine düştüğümü gördüm. Benimle birlikte daha birçok kişi vardı. Bu hayatımda bir cezalı olmalıydım hissediyordum. bir araba tutması gibiydi, korkunç bir acı yok ,ağzımda bir sünger tadı, salınıyordum karanlığa. Karanlığın sonunda bir camekan vardı, üzerine dolu gibi büyük küçük domuzun yağar gibi düştüğü.. Kaç ay kaç yıl sürdü bilmiyorum ama bu ''domuz dolusu'' bittiğinde ,içine düştüğüm kabus daha iğrenç ve korkunç bir hal almıştı. Yer gök domuz parçalarıyla doluydu. Diğer herkes bir şekilde kaçmıştı, nereye gitiiklerini bilmiyordum. Sadece hatırladığım o korkunç bir şekilde kusan adamdı. İlginç olan şu ki kusan adamın geçtiği her temizleniyordu. Adamı takip ettim. Bu nasıl bir hayattı bilmiyorum ama etrafımda siyah önlüklü çocuklar gördüm. Okuldan bu hayatımda da nefret ediyor olmalıydım ki acıyarak baktım hepsine . Önlükleri gibi beyinleri de kararacaktı ne yazık.. Adamla 500 katlı tavanlarından kusmuk damlayan ''şeye'' geldiğmizde bu hayatım da bitmişti. Her sona yaklaştığımda olduğu gibi yine bilincim açılmıştı (!) Bu kusmuklar insanının gölge yüzünde kalan fenalıklardı. Yere düşen hayvan

parçaları insanın katletikleriydi. Bu belki bir umuttu belki bir masum insan yahut hayvan ama bu pisliği temizlemenin tek yolu vardı tüm fenalıkları kusmak ve atmak. Tekrar uyandım yahut doğdum. Bir kuyuya girmek üzereydim. upuzun dap dar bİr kuyu gri taşları binlerce yıllk gibiydi. Issız bir ormaının ortasında, tek başına duran bir kuyuyan girmeye çalışıyordum. Kuyununun sonundan bir mezar ve gelİn vardı gelini çıkarmam lazımdı. Bunu kim istemişti, neden istemişti bilmiyorum. Sorgusuz ,sualsiz görev bilinciyle yapıyordum her şeyi.Bir halat yardımıyla kendimi kuyuya, kuyunun karanlık boşluğuna sarkıttım.Nemliyd, daracıktı, koyuydu kuyu. Fısıltılara fısıltı çığlıklara çığlık şeklinde cevap veriyordu. Korkmuyordum, endişelenmiyordum. Ne çok uzun sürmüştü yine zaman. Artık birkaç hayat olmuştu zaman keşfedileli. Sıkılmıştım. Yine hatırlamıyorum kim demiştİ modern insanın en büyük problemi can sıkıntısı diye?? Modern insandım artık ama bir kuyunun dibinde kendi isteğimle(!) Kuyunun sonuna vardığımda mezarlığı gördüm gelincik tarlasının içindeydi. fakat ne gelin gördüm ne getirdim. gelincikler... Sanki görevim buydu onları gördüm. yine o yeşil his.. Yukarı tekrar çıkarken yorgundum ve bu sefer nedense endişeliydim. Gözümü kapatıp açıncaya kadar kuyu yok oldu kendiliğinden. Bomboş bir cadde ortasındaydım. Bir canlı olduğuna dair kanıt yoktu. Uçuşan yaprakları saymazsak.. Büyük bir tepedeydim, ıslak ve kırmızı toprakla örtülü tepede bomboş caddeyi izliyordum. Bir şeyi bekliyordum. Başımı can sıkıntısıyla havaya kaldırdığımda kırmızı, kiremit kırmızısı kuşlar gördüm. Ne kadar uzun sürmüştü geçmeleri. Kuşlar bi yere varmaya çalışmıyorlardı. Hiçliğe uçan kuşlar aynen bu yazı gibi deli saçması. ''yeşil'' hissi tekrar duydum kuşlara bakarken. Artık nerede olduğumun hangi zamanda olduğumun önemi yoktu. Belki bir deniz kenarı, belki bir kuyu yahut bir dağ tepesi.. Hatta bir mezarlık. Artık emindim olacak olan olurdu. Önemli olan ''ben'' olma, kırmızı kuşlar gibi hiçliğe uçmaktı. tekrar o eli gördüm ve yüzünü.. İlk baştan beri yanımdaydı. Artık görüyorum.

31


ACT LIKE RAKINROL YAZI | TUNAHAN SİL

N

ice yiğitlerin helak, nice gençlerin kaybolduğu, uzun ve engebeli, hem aşırı olmayı hem kendini bilmeyi gerektiren, yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal mertebesinde seçimleri içinde barındıran, ne yardan ne serden diyenlerin ya yardan ya serden vazgeçtiği bir yol, ya uzun ve acılı ya da kısa ve acısız bir ömre sebep olan, büyük gücün ufacık bile sorumluluk getirmediği bir felsefeye sahip müzik türü: Rakınrol. Bazı köylerdeki adıyla Rock ‘n Roll. z çok okuduysanız önceki sayıları zaten Rock müzik hakkındaki düşüncelerimi bilirsiniz, uzun uzadıya anlatmak istemiyorum. Hemen kısa özet geçelim; Rock müzik sisteme karşı çıkan, sevgilisinden ayrıldığı için sevişebileceği diğer kişilerden ötürü mutluluk duyan, kısacası annenizin kızacağı bütün davranışları kişiliğinde –çok içeride bir yerlerde de olsa- barındıran insanların müziğidir. Sekste önem verdikleri şey ne kadar vahşi olduğudur, karşısındakine olan aşkları değil. Bundan ötürü de müziklerinde hiçbir çekinceleri olmaz, ne düşünürlerse aktarırlar “ulan biz bunu yaptık da bu

A

satar mı?, Lan taytla çıkıyoruz sahneye iyi hoş da yarın köyün kıraathanesinde bizi tokatlamasınlar?!” gibi dertleri olan insanlar değildir. 32

Şimdi bu adamlardan bahsedelim istiyorum, gerçek Rakınrollardan. Not: “Omo noye Oxl Roso yok yuuaaaa” diyecek arkadaşlara söylüyorum, yazım baştan sona Rakınrol olabilmiş şahsiyetleri kapsıyor. Axl dediğiniz adam şu an ne uyuşturucu kullanıyor ne sigara, hatta adamın senden benden düzenli hayatı var. Başlatmayın Axl’ınıza.

RAKINROL #4: SCOTT WEILAND (STONE TEMPLE PILOTS-VELVET REVOLVERVe milyonlarcası...)

“Kimdir bu adam? Bu listede ne işi var?”

gibi soruların vardır muhakkak hemen açıklıyorum. Slash denen kansızın kurduğu, GnR kadar iyi işler çıkarabilecek –ki ilk iki albümüyle bunu göstermiştiVelvet Revolver adlı grubun, Stone Temple Pilots’ın ve kafasında göre uğraştığı milyonlarca grubun vokali: Scott Weiland. Bu abimiz saçını Güneş gökyüzünde yerini değiştirdikçe boyatıyor, canlı performansları tam bir kült. Tavırlar olsun, o el kol hareketleri olsun tam bir rakınrol. Kendileri ayrıca sabah nezarethaneden çıkıp akşamında 15 bin kişilik konsere çıkar, son dönemde kendini helak etti iyice ama olsun, çizgisini bozmadı hala, gücü yettiğince rakınrol oluyor. Kendisine şapka çıkarıp amcalarına selamlar gönderiyorum.


RAKINROL #3: DAVE GROHL (NIRVANA-FOO FIGHTERS)

“E bu adamın ne akarı ne kokarı var, nerede bunun rakınrol’u?” diyeceksen ağzına zümzüğü yapıştırırım. Bahsettiğim olay “çizgiyi bozmamak” arkadaşım. Dave Grohl bildiğiniz üzere Nirvana’nın davulcusu, ardından Foo Fighters’ın vokali

kendisi. Bu adam Nirvana döneminde de hiç çılgınlar gibi gubara vurmadı kendini, gitti paşa paşa sarmasını sardı içti gezdi –gençliğin getirdiği aşırılığı göz ardı ediyorum- hala da aynısını yapar. Peki bu adam neden rakınrol? Bir insanın kliplerdeki performansı bile Rock müziğin o nefreti, o saldırganlığı yansıtabilir mi? Bu adamınki yansıtıyor(Bkz: Best of You’da Dave Grohl’un burun delikleri). Canlı performanslarının her birinde aynı duygular var, ve son dönemde sahnede seyircilerle konuşurken duygulanıp ağlamışlığı, bacağını kırıp 1 saat sonra sahneye tekrar çıkmışlığı ve bu da yetmiyormuş gibi koca turneyi shemen solda gördüğünüz fotoğraftaki gibi tamamlayıp, bir de ahlaksızca doktoruna sahnede Seven Nation Army söyletmişliği var. Delikanlı adam, saygıyla selamlıyoruz. RAKINROL #2: MICK JAGGER (ROLLING STONES)

“Bir insan 72 yaşına gelip, utanmadan 20’lik gençlerimizin çıkartamadığı o Rock ‘n Roll “sound”unu nasıl müziğine yansıtıyor?” diyecekseniz hemen YouTube’a “Doom and Gloom”

yazın, çıkan şarkıyı dinleyin. Evet kendisi uyuşturucuyu falan bu aralar çok kullanmıyor olabilir, ama adam 72 yaşında (dedemden yaşlı) ve hala RnR yapıyor ve yeni ürünler ortaya koymaya devam ediyor ve kalitesi tartışılmaz derecede mükemmel. Mick Jagger’i size uzun uzadıya anlatamayacağım çünkü son adam hakkında anlatacağım çok şey var, ve diğerlerinin aksine bu amca hakkında çok fazla şeyi çok rahat bulabilirsiniz. Google’a “Mick Jagger haytalık-denyoluk skills and goals” yazın çıkar. RAKINROL #1 – LEMMY ‘FUCKIN’ KILMISTER (MOTÖRHEAD) Hemen yandaki fotoğraf bu reyisin 50 yılını özetliyor. Evet kendisi 70 yaşında, evet 17 yaşından beri (3 yıldır zorunlu denetimden ötürü normal seviyelere indirdi) her günü viski ve sigara, puro, LSD, koko, öksürük şurubu vs. Aklınıza gelebilecek ne varsa kullandı ve sırf bu yüzden 40 yaşındayken doktor “En fazla 2 yıl yaşarsın” dedi (evet 30 yıl önce arkadaşım). O ise hep bildiğini yapmaya devam etti.

Çizgisini asla ama asla bozmadı, yıllar önce Motörhead kurulduğunda ne kadar agresif ve duruşu belliyse, şu gün de gidin o kadar bellidir. Son dönemde sağlık sorunlarından ötürü konserleri yarıda kalıyor, üzülüyoruz reyis. Şimdi kendisiyle ilgili anekdotlara gelelim: BBC’de canlı yayına çıkmak üzereyken kendisinden sigarasını söndürmesini istemişler. Lemmy ne mi yapmış? Binayı terk etmiş, giderken de tüm teknik ekibe ana avrat gitmiş. 14 Eylül 2009’da artık iyice iğrenç bir hal almış Metallica’yla (neden bilinmez) Nashville’de sahne alıyor, ve performansı izlerseniz o karaktersiz Lars davulda hata yapmamak için telaştan bir tarafları tutuşa tutuşa çalıyor, James mahallenin abisiyle futbol oynuyor gibi oynuyor. (Kendisi söylüyor) Bir belgeselde “Rock müzik

öldü mü? Groupieler geliyor mu Lemicim sonuçta yaş yetmiş iş bitmiş ehuhehe” ayarında soru soran birine “Metal ölmedi, groupieler de hala var. Hatta bazen oğlumla (gitaristi oğlu bu arada) groupieleri değiştiriyoruz, sıkılırsak ikisini bir araya getiriyoruz” diyerek soru soran adamı dumur ediyor. Oğluna “babanızın size verdiği en büyük tavsiye neydi?” diye sorduklarında işte oğlunun cevabı: “Oğlum sakın eroin kullanma. Lsd’nin kafası daha iyi!” Ve bu yazıyı da kendisinden güzel bir sözle bitirelim:

"fuck god, and fuck the devil, and fuck the church too, you know? i'm responsible for my actions, i don't need to hide behined nothing. the devil didn't make me do it, i did it...whatever i did."

33


Karanlık Geceler Cambazı

ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU & MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA

H

acı Hüseyin Efendi, iki göz odalı evinde

karısı ve iki kızıyla birlikte yaşardı. Geçimini memleketinden getirdiği envai çeşit otları, tütünleri satarak sağlardı. Hamamcılar Çarşısı’nda tuttuğu metruk bir barakayı adam etmiş, burada kendine bir dükkân edinmişti. Karısı ve kızları da kimi zaman yanında çalışır, kendisine destek olurlardı. Büyük Buhran Dönemi, İkinci Cihan Harbi derken olup biten her kargaşanın sonu Anadolu’yu vuruyordu. Ortalık eşkiyadan, diğer memleketlerin casuslarından geçilmiyordu. 34

Yatsı ezanını müteakiben tüm şehirde elektrik kesintisi yaşanıyor, sabah ezanına kadar zifiri karanlık koca ovayı kaplıyordu. Gece oldu mu şehirde hırsızlık, cinayet kol geziyordu. Hacı Hüseyin Efendi de kapı ve pencereleri sürgüleyip, ev ahalisini öyle uykuya yatırıyordu. Gel zaman git zaman, bu yaşam kızlara afakanlar bastırmıştı. Yaşları büyüyüp ergenliğe girdiklerinde isyan bayraklarını açmışlardı. Hacı Hüseyin Efendi çareyi oturdukları eve bir kat daha çıkıp, dışarıdan merdivenli, yine iki odalı, tuvaleti, banyosu ve mutfağı da içinde olan, lüks denebilecek bir daire dikmekte bulmuştu. Hurdacılardan, bit pazarlarından topladığı mobilyaları kesip biçip iki odayı da dayayıp döşemiş, kış vakti dükkânda ayaktan üşütmemek için aldığı halıyı da kızlarına hediye etmişti. Ekmek karneye bağlanmış, sıkıntılar çığ gibi bü-


yümüş, esnafın cebinde beş kuruş para kalmamıştı. Üstüne üstlük içtiği kuru tütünlerden Hacı Hüseyin’in ciğerleri iflas etmenin eşiğine gelmişti. Tütünü mecbur bırakacaktı ama bununla da bitmiyor, ilaç bulması gerekiyordu. Memleketten getirdiği şifalı otlar bir fayda etmiyordu. Hâl böyle olunca daha fazla para lazımdı. Üst katı kiraya vereceğini söylediği gün kızlardan bir ton azar işitti. Ne kadar dil dökse de kızlarına derdini anlatamadı. O gün kızlar da bir an önce evlenip bu daracık yuvadan uçmaya karar verdiler. Ertesi gün İbrahim adında uzun, ince, köse bir delikanlı taşındı üst kata. Hamamcılar Çarşısı’ndan Hacı Hüseyin Efendi’nin yakın dostu Çaycı Mahir’in kalfasıydı bu genç adam. Esnaf tarafından pek sevilirdi. Merhametliydi. Kendisi gibi gurbet çilesi çeken askerlere, amelelere bedava çay verir, mahallenin yaşlılarına büyük saygı gösterirdi. Büyük yalnızlık çektiğinden midir nedir, pek sık kendi kendine konuşur, bazen ortalıklardan kaybolur, sonra yine elinde tepsi ortaya çıkardı. Aylardır biriktirdiği parayla başını sokacak bir dam bulmuştu sonunda. Ev sahibi de gayet iyi niyetli, kirayı düşük tutan, sakalına ak düşmüş, iki kız babası Hacı Hüseyin Efendi idi. Her iki taraf bu alışverişten memnundu ancak mahalleli İbrahim hakkında Hacı Hüseyin Efendi’nin kulağını doldurmaya başlamıştı bile.

‘’Karının, kızının yanına bekâr adam aldın, deli misin be adam!’’ ‘’Bu İbrahim meczuptur, sen ihsan eyle ama çok da gezdirmeyesin yanında aman!’’ ‘’Sairfilmenama tutulmuş derler. Dağla taşla konuşurmuş, gözünü dört açasın.’’ Ne kadar kulağını kapamaya gayret etse de bir defa içine kurt düşmüştü Hacı Hüseyin Efendi’nin. İbrahim’in her hareketini izler olmuştu. Bir akşam dükkânı kapatıp evine geldi, acılı tarhanayla yarım somun ekmeği midesine indirip uykuya hazırlandığı esnada büyük kızının dürtmesiyle gözünü açtı. Yatsı ezanına pek az vakit kalmıştı.

“Baba bu İbrahim’in odasından, her gece aksırık tıksırık sesleri duyuluyor, sonra çıkıp gidiyor, sabaha kadar eve gelmiyor. Acaba bir derdi, bir iç sıkıntısı mı vardır? Sen bilirsin, anlarsın hâlden. Bir yardım etsek garibana”, dedi büyük kız. Tam da bu esnada cereyanlar kesildi. Hacı Hüseyin ayaklanırken üst kattan art arda yine öksürme sesleri duyuldu. Paldır küldür merdivenlerden inen İbrahim, sokağa inip karanlığa karıştı. Hemen ardından Hacı Hüseyin Efendi takibe koyuldu. Şehri ikiye bölen çayın kavaklı başında, ezilmiş otların arasına geçip oturdu İbrahim. Oturduğu çimenli-

ğe, bundan dört yüz yıl önce bir paşanın kesilen kellesinin yuvarlanıp düştüğünü bilmeden ve bugünden elli sene sonra yapılacak fabrikanın helasının tam da buraya denk düşeceğini kestiremeden oturdu. Aradan çok geçmeden belinden bir asa çekti çıkardı İbrahim ve gecenin karanlığında asanın ucundan parlayan art arda üç şerareyi gördü Hacı Efendi. Çok geçmeden iki tane daha peyda oldu. Hacı yutkundu, bu sefer daha uzun süren bir nur saçıldı göğe. Bir anda parlayıp yok oluyor, sonra bir süre yanıyor sonra yine yok oluyorlardı. Uzun, kısa ve uzun. İbrahim susuyor, sonra mırıldanıyordu. Ve yine iki kıvılcım daha aniden fırlayıp sönüyordu. Açık gökyüzünde masmavi parlayan ayın ışığında, saçları rüzgârla savrulan İbrahim, ellerinden nurlar saçan bir peygamber gibi görünüyordu adeta. “Bu ne hikmet, bu ne kudret Ya Rabbi”, dedi şaşkınlıkla Hacı Hüseyin Efendi. Çevrede kimse yoktu fakat bu hâlde sabaha kadar oturup kendi kendine konuştu, ışıklar saçtı İbrahim. Rüzgârın uğultusuna karışan sesi duyabilecek kadar yakınlaşmaya cesaret edemedi Hüseyin Efendi. Sabah ezanı başlar başlamaz sesler kesildi, ayın önüne bir bulut geçti. İbrahim, asasını tekrar beline soktu. Hüseyin Efendi, İbrahim’den önce koşar adımla eve döndü. Yatağına uzanıp nefes nefese beklemeye başladı ve İbrahim’in ağır adımlarla dairesine çıktığını dinlemeye koyuldu. Ertesi gün Hacı Hüseyin, kafasında bir dolu sorularla, yine İbrahim’in çalıştığı kahvehâneye doğru yollandı. Yıllardır içtiği sigaranın katranına bulanan ciğerleri de en az onun kadar heyecanlı olmalıydılar ki koskoca yokuşu hiç tıkanmadan, bir nefeste çıkıp kahvehaneye ulaştı. Vardığında kahve ahalisi bir önceki gece öldürülen madrabaz Sıtkı Dede’nin malının mülkünün aynı gece torunları tarafından nasıl yağmalandığını bire bin katarak anlatıyorlardı. Hacı Hüseyin Efendi içeri girince gözleri İbrahim’i aradı. Sırtı bükük, çay dağıtmaya devam ediyordu gariban. O gün izine çıkmış askerlere bir şeyler anlatıyordu diğer yandan. Herhangi bir değişik hareketi yoktu. Fakat Hacı’nın gece gözüne uyku girmemiş, sürekli bu esrarengiz olayı düşünmüştü. O gün boyunca içinde kuşkuyla yatsı ezanını bekledi. İbrahim’i takip etmeyi istiyordu ama korkuyordu. Evdekilere de bir şey anlatmamaya kararlıydı. Akşam olduğunda evde beklemeye başladı. Derken cereyanlar kesildi. Üç kuvvetli öksürük sesi duyuldu ve ardından merdivenden gelen gürültüler… İbrahim gidiyordu yine. Az sonra ev kapısına vurulan üç tokmak sesi duyuldu. Kapıyı açan evin büyük kızıydı…

Devamı gelecek sayıda... 35


Baba, Oğul ve Kutsal Roman kitabı-

KAYBOLAN ZAMANLAR, ÇOĞALAN EVRENLER - Baba, Oğul ve Kutsal Roman Üzerine -

B

İNCELEME | AHMET TÜRKAN

ir anı yaşadım kaç defâ, farkında olmadan? Ya da aynı anda kaç farklı “şey” oldum? İmkânsız olduğunu düşünmüyorum.

İmkânsız olamaz, hiç değilse burada olamaz. Yoksa tüm bu satırların ne anlamı kalırdı? Yazmanın ne anlamı kalırdı? Oysa en çok bu sözcük ekseninde gerçekleşen bir eylem biçimidir yazmak. “Anlam”, (anlam), -Anlam-. Doğrudan ya da dolaylı olarak, kökü, gövdesi ya da yaprağı buna uzanır. Anlam uzamdır ve bir zamansızlığı sarar. Bir romanın her zaman değerli olmasını sağlayan önemli şeylerden ikisidir sanırım bu. 36

nı okurken hissettiklerimden bazıları bunlar. Modern sonrası edebiyatın en önemli yazarlarından biri olan Murat Gülsoy’u öğrencilik yıllarımda kütüphane raflarının arasında dolaşırken tesadüf eseri elime gelen Bu Filmin Kötü Adamı Benim isimli romanıyla tanıdım, sonrasında hep yakından takip ettim onu. Bu romanı ise onun üslûbunu ve tavrını en olgun şekliyle gösterdiği çalışmalarından biri. Yazar burada hem kendini, hem o zamana kadar beslendiği edebî kaynakları, bir oyunu kurar gibi –ki yazmanın bir oyun olduğunu en çok hissettiren yazarlardandır- anlatıya dâhil ediyor. Sonuçta metinler birbirine giriyor, zaman hem çoğalıyor hem de kendini yok ediyor kelimeler arasında ve dahi kelimeler aracılığıyla. Sizin elinizde ise bir nokta üzerine sıkıştırılmış olgular var, iyi cümlelerle tanımlanırlarsa eğer, bir evreni (evrenleri?) inşâ edebilirler. Roman orta yaşlı, bunalımlı ve mutsuz bir yazarın, bir hafta süresince başından geçen olayları ve bu sırada yaşadığı iç hesaplaşmayı (belki buna bir oto-psikoterapi de denilebilir) anlatmaktadır.


Gülsoy’un diğer çalışmalarından da alışık olduğumuz kurgusal katmanlar ve metinlerarası geçişler eserin çerçevesini oluşturuyor. Romanın başında, kısa bir süre sonra hikâyedeki yazarın kendi kaleminden çıktığını ve zaman zaman gerilim odakları haline geldiğini anladığımız iki kısa öykü var. İkincisinde bir cinayete tanık oluruz: “Duvarda asılı tüfek patlar”. Yine yazarın sevdiği bir tâbirle kahraman kendini farkeder ve onu bunaltan, ayakta kalması için teselli etmek zorunda kaldığı kadını öldürdükten sonra “hikâyeden çıkar”. Asıl hikâyeye ise mutsuz yazarımızın sivil polisler tarafından evinden alınıp, gençlik aşkı ve kronik takıntısı Asena’yı öldürmeye teşebbüs ettiği suçlamasıyla sorgulanmaya başlamasıyla geçilir. Bundan sonra roman kendi içerisinde katmanlar oluşturmaya başlar. Kurgu parçalanır, farklı parçalar farklı yerlerde birleşir. Yazar bir yandan okurun gerçeklikle olan bağlarını koparırken, diğer yandan da başka gerçeklikler inşâ eder. Yazar sorgudayken, onun aklından geçenlerle son bir haftada yaşananları, rüyâları ve hayalleri okumaya başlarız. Bir yandan Asena’yla yaşadığı geçmiş, geçmişin bugün tekrarlanması, bir yandan da sahilde köpeğini gezdirirken tanıştığı genç Merve’ye karşı içinde büyüttüğü şehvet, tüm bunların içinde yazarın kendi bunalımından çıkmaya çalışması hikâyenin ayaklarını oluşturur. oman boyunca Borges’in düşsel anlatımıyla karşı karşıya kalırız. Başkarakterin gördüğü rüyâlar ve gerçek hayatın iç içeliği roman ilerledikçe farklı bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Rüyâyla gerçek yaşamın bu kadar yoğun bir biçimde karıştığı bir metinde Freudcu bakış açısının etkinliğinin varlığı da tahmin edilebilir. Bununla birlikte daha önceki yazılarından yazarın sevdiği ve etkilendiği yazarların isimlerini (Kafka, Oğuz Atay, Orhan Pamuk ve özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar) sıkça duyarız. Hikâye ilerlerken, söz konusu yazarların eserleri ve eserlerindeki karakterler ile romanımızın karakteri arasındaki oluşturulan bağ ve geçişler, metnin akışında bir edebi yöntem olarak etkin bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Yani roman bize hem entelektüel hem de psikanalitik bir içe bakışı ayrıca vadetmektedir ki bir baca temizleme olarak kitabın sonlarındaki mektup da buna iyi bir örnektir. itapta pek çok yazar ile selamlaşsak da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yeri bambaşkadır. Axis Mundi. Dünyanın merkezine koyar kahraman onun mezarını. Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında. Romana ruhunu üfleyen dizelerdi sanırım bunlar. Hem bu zamansızlığı açıklayan bir düstur hem de öykünün sıra dışılığını doğrulayan bir teorik düzlem. Dikkatli okur Dr. Ramiz’in sayfaların birinden fırlayıp geleceğini içten içe hisseder, hem hicvinden

metnin hem de bize olan biteni açıklayacak kişinin dünyanın merkezinden çıkmış olması ihtimalinin yüksekliğindendir bu. Romanın mimarisi de herhalde Tanpınar’ın “Acıbadem’deki Köşk” hikâyesindeki Sani Bey’in köşküdür. Gerçeklerin, evrenlerin ve zamanların iç içe geçmesi… Romanın kendisi gibi… oman boyunca metnin içerisinde daha kıyıda duran varoluşçu bir tavır –ya da sorgulama- da vardır. Düşsel anlatımın yarattığı gerçeğin yitimi duygusu bunu daha da artırmakta, varlığın neliği ve anlamı sorunsalı da kahramanın iç çatışmalarının arasından sıyrılıp gelmektedir. Üstelik tüm bunlar karakterin kendi geçmişi ve düşünceleri ile çatışıp kendi varlığının dışına çıkarak girdiği özgürlük mücadelesi içerisinde hissedilir. (Karakterin bana Sartre’ın Mathieu’sunu sık sık hatırlattığını itiraf etmeliyim). urat Gülsoy’un heyecanlı ve keyifli romanı Baba Oğul ve Kutsal Roman başka gerçekliklerin varlığının mümkün olduğunu görmeye davet ediyor bizi. Kışkırtıcı cümlelerle: Şu anı şimdi yaşıyorum ama bir an gelecek ve bunlar yazılı bir metin haline dönüşecek; üstelik okurlar bunu alıp bir roman olarak okuyacaklar. Buradan kurtulup masanın başına oturduğumda, siz sevgili okur, diye yazacağım, yazı yıldızlara benzer, gördüğünüz “şimdi” çok öncelerde yazıldı, yaşandı…

R

M

R

K

“Sadece farkında olma yeteneğine sahip bir madde. Karanlık düşünceler içinde bekliyor şimdi. Sessiz.”

37


FLUSHING MEADOWS AŞKINA

YAZI | CAN DOĞAN

E

ylül ayının en önemli spor organizasyonlarından biri olan US Open(Amerika Açık) Tenis Turnuvası başlamışken; tenis ile ilgili kafanızda soru işareti yaratma ihtimali çok yüksek olan, temel bilgileri verip; US Open'ın tarihine şöyle bir göz gezdirmeyi uygun gördüm. Klasik soruyla başlayalım: "Hacı Abi, 15 ile

başlıyor sonra 30 oluyor. Fakat neden 45 olmuyor da 40 oluyor?" Cevabını beklerken de

öyle müthiş tarihi bir olay çıkacağını ummayın sakın. Fransızca okunuşlarında hem 15 hem de 30 tek kelime ile söylenebilirken, 45'in iki kelimeyle söylenebilmesi sebebiyle, 45'in yerine 40'ın kullanılmasına karar verilmiş. Hayal kırıklığı vol.1... Kendi servis oyununu 0'a karşı kazanınca; "Love-Game", rakibin servisi 0'a karşı kırınca "Love-Break" anonslarını duyuyoruz sandalyenin tepesindeki hakem arkadaşlarımızdan. Gerçi ben ilk duyduğumda "None" diye anlamıştım. Aman neyse girmeyelim hiç o konuya. "Love"ı anladıktan sonra da: "Yahu teniste aşk, sevgi falan ne alaka?" sorularını çok duydum. Tabii ki de burada adı geçen "Love" romantik anlamda değil, hatta bizim bildiğimiz "Love" da değil. "0" rakamı yumurtaya benziyor diye, Fransızca'da yumurta anlamına gelen "l'oeuf" kelimesi kullanılmaya başlanmış. Konu aşktan yumurtaya gelince de, hayal kırıklığı sayısı da 1'den 2'ye çıkıyor. 38

Benim bile bu yazıyı yazmadan hemen önce öğrendiğim bir diğer bilgi ise; skor 40-40'a geldiği zaman, hakemin ağzından çıkan "deuce" kelimesi, "beraberlik" anlamına gelmiyormuş. Yine Fransızların marifeti olarak; kendi dillerine "iki" anlamına gelen "deux" kelimesinden üretilmiş bir terim. Oyunun bitmesine iki puan kaldığını belirtmek amacıyla kullanmaya başlamışlar. US Open'ın oynandığı tenis merkezine adını veren Billie Jean King, kadınlar tenis tarihinin en önemli isimlerinden biri. US Open'ı beş kere kazanan Amerikalı raket, son yıllarda UNESCO'nun çatısı altında cinsiyet eşitliğini savunan mentorluk görevini üstleniyor. Merkez Kort olarak kabul ettiğimiz stadyum ise, Arthur Ashe'in ismini ölümsüzleştiriyor. Amerika Açık, Avustralya Açık ve Wimbledon'ı kazanan ilk siyahi sporcu olması, bu durumu sonuna kadar hakketiğinin en büyük göstergesi. Arthur Ashe Stadyumu 22.547 kişilik kapasitesiyle de dünyanın en büyük tenis stadyumu olma özelliğini de taşıyor. Spor ile sanatın buluştuğu bir noktaya geliyoruz. "Jazz" denildiğinde akla gelen ilk isim olan Louis Armstrong, tenis merkezindeki en büyük ikinci kortta adını vermeyi başarmıştır. Bu bir inceleme yazısı olmadığı için: "Şu şampiyon olur, şu kesin kazanır" konularına girip sizleri kesinlikle sıkmıyorum. Ancak 13 Eylül'e kadar geceleri boş boş oturacağınıza, yolunuz Eurosport'a düşerse; Serena Williams, Roger Federer veya Novak Djokovic maçlarını izleyip zamanınızı daha keyifli hale getirebilirsiniz.


ŞİİR | HASAN UKIL

Kadın attı adımlarını ayrılığa, Cam kırıklarına basar gibi yürüdü. Kanadı ayakları, yandı canı... Islatırken yanaklarını gözleri,uçmak istedi; Erken bir göçe hazırlanan kırlangıç gibi Telaşla açtı kanatlarını, çırpındı Kadın renklerden siyahı bıraktı geriye ama, Tüm çiçek kokularını kattı yanına Adam durdu öylece, sessizce Gökyüzüne baktı, yıldızlar azaldı Geceydi, yazdı; kaybolmuştu kadının gözleri adam üşümeye başladı Giden bir geminin ardından bakar gibi baktı Düğümlendi nefesi boğazında Adam üzüldü kadının gözyaşlarına, ağladı Hüzünlü bir ayrılık böyle başladı.

39


FOTOĞRAF UTKU TAN ÇAĞLAN


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.