EG 141. sayı

Page 1

www.ekimgencligi.net

günlük yayında! Aylık Sosyalist Gençlik Dergisi Kasım 2012 * Sayı: 141 * Fiyatı: 2 TL

2012 6 Kasımı’ndan yansıyanlar! Nejla Kurul ile Bologna süreci üzerine...

YÖK düzeni yeni taslağı piyasaya sürdü!

IV. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı...

141. sayı



Aşılması gereken zayıflıklar, harekete geçirilmesi gereken olanaklar ışığında...

2012 6 Kasımı’ndan yansıyanlar

Bir 6 Kasım sürecini daha geride bırakmış bulunuyoruz. YÖK’ün kuruluşunun 31. yılında gerçekleştirilen eylemler üzerinden, politik gündemleri ve ön süreçlerinin yanı sıra toplamında, sürecin ele alınışındaki farklılıklar ve zayıflıklar üzerine kapsamlı bir değerlendirme yapacağız. Buradan hareketle 6 Kasım sürecinin ardından çıkarttığımız bu sayımızda genel bir değerlendirmenin yanı sıra kimi illerdeki süreçlerin değerlendirmeleriyle beraber gençlik hareketinin ve ‘öncü’lerinin tablosunu ortaya koyacağız.

6 Kasım’da öne çıkan politik gündemler 31 yıldır üniversiteler üzerindeki baskı ve sermaye eksenli dönüşümlerin aracı olan YÖK’e karşı mücadelede bu yıl öne çıkan gündemlerin başında Yeni YÖK Yasa Taslağı, Suriye üzerinden şekillenen emperyalist müdahale ve Kürt siyasi tutsaklarının başlatmış olduğu açlık grevi geliyordu. Yasa taslağının yansımaları olarak mali ve idari özerklik, sermayenin açıktan üniversite yönetimlerinde yer alması, disiplin yönetmeliği üzerinden öğrenciler üzerindeki baskının arttırılması, kapitalizmin değişen ihtiyaçlarına uygun olarak üniversitelerin dönüşüme tabi tutulması gündemdeydi. Özellikle akademisyen ve üniversite çalışanlarına dönük bir saldırı da olması, hazırlanan yasa taslağını ülke genelinde yapılan eylemlerin şiarlarında da öne çıkardı. İstanbul’da “YÖK’e reform değil, üniversitelere özgürlük”, Ankara’da “YÖK yasa taslağına hayır” olarak öne çıktı. Önümüzdeki süreçte de yasa taslağının uygulamaları tüm üniversite bileşenlerine yönelik saldırılar olarak karşımıza çıkacaktır. Sürecin bugünden güçlü bir şekilde karşılanamaması bir zayıflıkken, en azından gündeme alınması önemlidir. Ancak, sorunu Bologna süreciyle bütünlüğü içerisinde ele alamamak zayıflığı aşılmalıdır. Ayrıca 6 Kasım sürecini bütünlüğü ve tarihselliği içerisinde ele alamamanın başka bir yansıması olarak süreci AKP karşıtlığına indirgeyen dar bakış da aşılmalıdır. AKP’nin on yıl içersinde birçok devlet mekanizmasında olduğu gibi, üniversitelerde ve YÖK’te yaptığı dönüşümler ortadadır. Ancak bu dönüşümler sermayenin çıkarları doğrultusunda, önceki dönüşümlerle bir zıtlık değil süreklilik arz

etmektedir. Bunu görmemek, sermaye devletinin kurumlarının özsel içeriğini gözden kaçırmaya ve AKP’nin varlığıyla gerekçelendirmeye, AKP karşıtlığına indirgenen dar politik bir bakışa neden olacaktır. Ayrıca, bu dar bakış bütün siyasal gündemlerde karşımıza çıkmaktadır. 6 Kasım sürecinin ikinci bir gündemi emperyalist savaş ve saldırganlık olsa da, bir kaç ay önceki sıcaklığını yitirmesi bu gündemin arkalara düşmesine sebep oldu. Ancak hem emperyalistlerin Ortadoğu ve Suriye üzerindeki hesapları son bulmamıştır hem de emperyalist müdahale üzerinden gençliğin taşıdığı mücadele potansiyeli kaybolmamıştır. Türkiye’de gençlik hareketi tarihinin bize gösterdiği bir gerçeklik olarak anti-emperyalist duyarlılık önümüzdeki süreçte de temel gündemlerden birisi olacaktır. Süreçte üçüncü bir gündem olarak, Kürt siyasi tutsaklarının iki ayı aşkın süredir gerçekleştirdiği açlık grevi eylemi öne çıkmıştır. Bir önceki sayımızı yayına hazırlarken yeni başlamış olan açlık grevi eylemini 6 Kasım’ın gündemleri arasına almamış olsak da gelişen süreçle beraber eylemlerdeki üniversite öğrencilerinin yoğunluğu, üniversitelerde gerçekleşen destek eylemleri açlık grevleri üzerinden gençliğin duyarlılığını açığa çıkartmıştır. Süreç içerisinde açlık grevi direnişi 6 Kasım’ın temel gündemlerinden birisi olmuş, sloganlardan dövizlere kadar yansımıştır. Kimi üniversitelerde açlık grevine destek eylemleri ile YÖK karşıtı süreç ortaklaştırılmıştır. Uzun vadede YÖK yasa taslağı ve antiemperyalist mücadele gençliğin gündeminde olacaktır. Tek tek yerellere ve siyasetlere daralan eylemlerin ötesine geçen bir ortaklaşma yaratmak gerekmektedir. 6 Kasım süreci vesilesiyle bir araya gelen gençlik güçlerinin varlığı ilerisi için de bir olanağa dönüştürülmelidir.

31 yıldır üniversiteler üzerindeki baskı ve sermaye eksenli dönüşümlerin aracı olan YÖK’e karşı mücadelede bu yıl öne çıkan gündemlerin başında Yeni YÖK Yasa Taslağı, Suriye üzerinden şekillenen emperyalist müdahale ve Kürt siyasi tutsaklarının başlatmış olduğu açlık grevi geliyordu.

6 Kasım klasiği olarak: YÖK karşıtı eylemlere devletin saldırganlığı Toplumsal duyarlılığın temel oluşum alanlarından birisi olan üniversitelere yönelik saldırganlık, YÖK’ün tarihinden çok daha eskidir elbette. YÖK ile birlikte baskı ve saldırganlık daha sistematik bir hal alırken, tüm üniversite bileşenlerine yönelik planlı programlı, kurumsallaşmış bir yapı olan YÖK’e karşı

3


mücadele de gençliğin temel gündemi haline gelmiştir. Bu mücadele tarihiyle beraber devletin YÖK karşıtı eylemlere saldırganlığı da eksik olmamıştır. Bu yıl da bu saldırganlık birçok şehirde açığa çıkmıştır. 3 Kasım’da Gençlik Federasyonu’nun gerçekleştirdiği eylemden Kocaeli Üniversitesi’ne, İzmir’de Ege, Afyon’da Kocatepe üniversitelerine kadar yansıyan saldırganlık, birçok üniversite ve şehirde eylemlerin yapılamamasına neden olmuştur. Sermaye devletinin bu azgın saldırganlığı birçok gençlik siyasetinin Çanakkale’de olduğu gibi geri tutumlar almasına ve eylemin dahi yapılamamasına yol açmıştır. Bu geri tutum İstanbul’da da alınmaya çalışılsa da Ekim Gençliği’nin ortaya koyduğu irade ve ısrar ile diğer siyasetler yürüme iradesi göstermek zorunda kalmıştır. Gençlik hareketinin bugünkü geriliğine rağmen öncüleri şahsında gösterilen bu irade, gençlik hareketini politikleştirme, kitleselleştirme ve geliştirme noktasında da sergilenebildiği oranda ileriye anlamlı sonuçlar bırakacaktır.

Yıllardır aşılamayan parçalı tablo Kimi yerellerde ve kimi siyasetler açısından bir takım adımlar atılsa da atılan bu adımların zayıf ya da sonuçsuz kalmasından dolayı bu yıl da 6 Kasım süreci parçalı bir tablo ile geçti. Ön sürecinin birlikte örülememesi, ortaklaşma yerine dar-grupçuluğun öne çıkması, siyasetlere daralan süreçlerin örülmesi bu parçalı tablonun göstergeleriydi.

Parçalı tablonun bir yanı: AKP karşıtlığına daralan dar-grupçu merkezi eylem Bu parçalı tablonun bir yanında Genç-Sen, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve TKP’li Öğrenciler’den oluşan 4’lü bulunmaktaydı. Bu gruplar Ankara merkezli bir eylem yapmalarının da etkisiyle niceliksel olarak en güçlü eylemi yapmış oldular. Gençlik hareketi içerisinde reformizmin en güçlü sesi olan 4’lü, gençlik hareketini kendinden menkul gören yaklaşımı ile dar-grupçuluğunu, bütün bir YÖK sürecini AKP karşıtlığı üzerinden ele alışıyla ise politik darlığını ortaya koymuş oldu. Aynı zamanda gençlik hareketinin bu parçalı tablosunun temel sorumlularından birisi olarak da bu yılki 6 Kasım sürecine adını yazdırmış oldu. Süreci ortak örgütlemek adına hiç bir adım atmayan, Genç-Sen dışındakilerin ise söylemine dahi yansımayan bir dar-grupçuluk hâkimdi. Genç-Sen’in de “herkesin katılabileceği bir öğrenci mitingi” söylemi ise tamamen arkası boş bir söylem olarak kaldı. Bu noktada hiç bir adım atılmadı. Gençlik içerisindeki reformist güçler, İstanbul Üniversitesi boykot sürecinden, Ankara ve İstanbul’daki ortak 6 Kasım süreçlerini sekteye uğratmaya yönelik tavırlarına kadar gençlik hareketinin önünde önemli bir engel olduklarını göstermiş oldular. Kitlesellikleri bu değerlendirmemizi zerre kadar etkilemez. Görece kitlesel olsalar da ortaya koydukları bakış ve pratik gençlik hareketinin gelişimini değil, kendi örgütsel gelişimlerini temel kıstas olarak önlerine aldıklarını gösteriyor. Ayrıca merkezi bir eylemi kendi iç motivasyonlarını sağlamak ve dar-grup çıkarlarının bir ürünü olarak ele alan bir yaklaşımla hareket ettiler. Merkezi eylem gerekçeleri “kitlesel bir eylem” gerçekleştirme çabasının ötesinde değildi. Ancak bu noktada da çubuğu kendimize bükebilmeliyiz. Reformizmin gençlik içiersinde bu kadar güç olabilmesi bizlerin boş bıraktığı alanların doldurulması ile olanaklıdır. Önümüzdeki dönemde gençlik içinde etkin bir devrimci faaliyet yürütmek ve reformizmin etki alanını kırmak sorumluluğu ile yüz yüzeyiz.

Grupçu yaklaşımlar, samimiyetsiz tutumlar ve aşılamayan darlık Tüm bunların karşısında biz de dâhil birçok gençlik grubunun bir araya gelmesi ile oluşan birliktelikler anlamlı adımlar olmakla beraber, birliktelikler içerisinde politik darlık ve dar-grupçuluk defalarca karşımıza dikildi. Ciddiyetten yoksun, bir dediği bir dediğini tutmayan samimiyetsiz tartışmalarla iki aylık ön süreç geçirilmiş oldu. Tüm bunlara rağmen özellikle Ankara’da Eğitim-Sen ile

4

birlikte sürecin örgütlenmesi, İstanbul’da eylemde dahi olsa EğitimSen’le ortaklaşılması üniversite bileşenlerinin sürece katılması ve sürecin ortaklaştırılması açısından anlamlıydı. Ankara’da Hacettepe, ODTÜ ve Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsüne yayılan eylemler, İzmir’de hem Dokuz Eylül’de hem de Ege Üniversitesi’nde eylemlerin olması birçok taşra üniversitesinde eylemlerin örgütlenmesi, İstanbul’da yerellerde sessiz kalınsa da Beyazıt’ta yapılan eylemin bir buluşma ve basın açıklamasından öte ÇAPA Tıp’tan yapılan bir yürüyüşle geçmesi anlamlıydı. Ancak yerellerde eylemlerin yapıldığı yerlerde bile 6 Kasım ön sürecinin üniversite öğrencilerinin özne olarak katılımıyla örülememesi, kitle çalışmasının zayıf kalması, eylemlerin siyasal gençlik gruplarına daralması temel zayıflıktı. Birçok siyaset açısından çokça laf edilip az iş yapılması, bizimse bu noktada sürükleyici ve bu darlığı aşıcı olamamamız sürecin en temel zayıflık alanlarıydı. Üniversite öğrencilerini sürece katmak adına apolitikliğin, reformizmin sözcülüğünün yapılması, siyaset ve ajitasyon-propaganda yasakçılığına dönüşen tavırların sergilenmesi, sivil toplumcu bir yaklaşım ile öncü güçlerin sürece müdahalesinin zayıflatılmaya çalışılması, buradan doğru kitle kuyrukçuluğuna dönüşen bir bakışın ortaya konması hemen hemen tüm yerellerde ortaya çıktı. Bu, sloganlara, basın açıklamalarının içeriğine ve söylemlere kadar yansırken, kitleselleşme sorununun bu şekilde aşılamayacağı, üniversite öğrencilerinin, oda komisyonlarının, toplulukların yerel çalışmaların bu şekilde sürece katılamayacağını 2012 6 Kasım süreci göstermiş oldu.

Gençlik hareketi açısından sürecin tamamen dışında kalanlar Bu parçalı tablonun diğer bir yanında ise kendi dar eylemleriyle süreci geçirenler, ortak süreçlerin örgütlenmesinin içine girmeyenler veya sadece destekçi konumda kalmayı tercih edenler, kendi darlıklarıyla tüm süreç boyunca sessiz kalanlar, bir takım tali tartışmalarla sürecin dışında kalmayı tercih edenler bulunmaktadır. Şimdi burada isimlerini tek tek saymanın anlamsız olacağı açıktır. Zaten gençlik hareketine müdahale çabası gütmemelerinden kaynaklı gençlik hareketi üzerinden yaptığımız toplam değerlendirmemizin dışına düşmektedirler. Zira burada siyasal gençlik gruplarını değil, gençlik hareketi açısından toplam sürecin değerlendirmesini yapmaya çalışıyoruz.

2012 6 Kasım’ı ve Ekim gençliği Tüm bunların sonucunda geride bırakmış olduğumuz süreç 6 Kasım sonrasına anlamlı sonuçlar bırakamamıştır. Bir 6 Kasım süreci daha gençlik hareketinin politikleştirilmesi, devrimcileştirilmesi, kitleselleştirilmesi açısından kaybedilmiştir. Ekim Gençliği bulunduğu her alanda gençlik hareketini geliştirmekten, ortak süreçler örmekten, üniversite öğrencilerini süreç içerisinde özneleştirmekten yana taraf olmuştur. Bunu yaparken gençlik içerisinde proleter sosyalizmin temsilcisi olduğunu söyleminden pratiğine sergilemeye çalışmıştır. Ancak, süreci ortak örgütlemeye yönelik çabalarımız ve 6 Kasım gündemlerini bütünlüğü içerisinde düzeni karşısına alan devrimci bir bakış üzerinden oluşturma çabamız sınırlı kalmış, sınırlı kaldığı ölçüde istediğimiz sonuçları yaratamamıştır. Ancak birleşik, kitlesel, devrimci, militan bir gençlik hareketi yaratılması sorumluluğu halen bizlerin omuzlarında durmaktadır. Bu noktada tüm emeğimizi seferber edeceğimiz açıktır. Ancak bu çaba hiç de sadece siyasal gençlik gruplarını bir araya getirme çabası değil, gençliği politik bir bakışla ve örgütlenme hedefiyle bir araya getirme, özneleştirme çabası olacaktır. Bu çabayı gösterirken ne yazık ki tek başımıza kalmakla yüz yüzeyiz. Ancak unutulmamalıdır ki, gerektiğinde tek başına yürüme iradesi gösteremeyenler başkalarını arkalarından yürütme iradesi de göstermezler. Bu, tek başımıza gençlik hareketini yaratacağımız anlamına değil, gençlik güçlerini bu noktada harekete geçirme sorumluluğunun biz de olduğu anlamına gelmektedir.

Ekim Gençliği


Ankara 6 Kasımı üzerine... YÖK’ün 31. yıldönümünde Ankara’da EğitimSen 5 No’lu Üniversiteler Şubesi’nin çağrısıyla bir araya gelen akademisyen ve üniversite öğrencileri “YÖK’e, YÖK düzenine ve Yeni YÖK Yasa Taslağı’na hayır” şiarıyla kitlesel bir eylem gerçekleştirdiler. Yerellerde yürütülen güçlü çalışmalarla örülmesi hedeflenen 6 Kasım Ankara eylemi tüm eksikliklerine rağmen hayata geçirildi. 2 Kasım’da Hacettepe Üniversitesi’nde, 5 Kasım’da ODTÜ’de yapılan eylemlerin ardından 6 Kasım’da Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsü önünden Sakarya Meydanı’na bir yürüyüş gerçekleştirildi. Eylemin çağrıcısı olan Eğitim-Sen 5 No’lu Şube, yeni YÖK Yasa Taslağı’na karşı güçlü bir yanıt verebilme kaygısıyla siyasal gençlik örgütleriyle birlikte hareket etmek istediğini ve bu sürecin 6 Kasım eylemleriyle sınırlı kalmaması gerektiğini daha ilk toplantıda belirtti. 6 Kasım’a çok az bir zaman kala gerçekleşen bu toplantıya birçok gençlik örgütü katıldı. 9 Kasım’daki eylemin örgütleyicilerinden olan Öğrenci Kolektifleri ve Gençlik Muhalefeti’nin de katıldığı toplantılarda süreci ortaklaştırma girişimleri bu gruplar tarafından engellendi. Aylar öncesinden bir araya geldiklerini ve son 20 yılın en kitlesel öğrenci eylemini gerçekleştireceklerini söyleyen Öğrenci Kolektifleri ve Gençlik Muhalefeti temsilcileri, desteklemek isteyen herkesin 9 Kasım eylemine katılabileceğini de belirttiler. Böyle bir dayatmayı kabul etmeyen diğer gençlik örgütleri ve Eğitim-Sen 5 No’lu şube 6 Kasım eylemlerini bölme pahasına bu dar grupçu yaklaşıma tepki ortaya koydular. Sonraki toplantılarda politik hedefleri ve içeriği noktasında ortaklaşıldıktan sonra bir eylem programı belirlendi. Bu toplantılara siyasal gençlik örgütlerinden Öğrenci Dayanışması, Emek Gençliği, SDH, DP, Gençlik Muhalefeti, Gençler Meydana İnisiyatifi, Kaldıraç, YDG, SÖZ Dergisi ve Ekim Gençliği katıldı. Ancak Kaldıraç ve YDG sonraki süreçte imza tartışmaları ve eylemin biçimine yönelik eleştiriler sunarak bu bileşenden ayrıldılar. Eğitim-Sen 5 No’lu Şube imza ve ajitasyonpropaganda serbestliği konusunda kendini dayatan bir tutum izlese de yürütülen politik tartışmalarla bu sorun aşıldı. Nihayetinde eylemin gençlik örgütlerini kesen imzası Üniversite Öğrencileri olarak belirlendi. Buradaki temel kaygının toplulukları, kulüpleri ve bağımsız öğrencileri eylemin öznesi haline getirebilme olduğu eylemin örgütleyicileri tarafından kabul edildi. Ajitasyonpropaganda serbestliği konusunda ise eylem esnasında pankart-flama ve döviz açıp açmama

konusunda uzun tartışmalar yürütüldü. Sonuç olarak pankart ve flama yerine örgütlerin kendi imzalarını taşıyan dövizleri taşıyabilmeleri noktasında ortaklaşıldı. Eylemin politik içeriği “YÖK, YÖK düzeni ve Yeni YÖK Yasa Taslağı” olarak belirlendi. Bu genel şiarın yanı sıra “İş güvencesi istiyoruz” “Akademiye-bilime özgürlük istiyoruz” “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz” “Baskı ve soruşturmalara hayır”, “Üniversitelerin ticarileştirilmesine hayır” talepleriyle bir çalışma örgütlendi. Yine eylemin içeriğini kapsayacak bir biçimde bildirilerde ya da basın metinlerinde tutuklu öğrenciler, emperyalist savaş ve saldırganlık gibi konular da işlendi. Eylemin politik içeriği ve biçimi noktasında ortaklaşan kurumlar kitle faaliyetine yönelik bir planlama yaptılar. Üniversitelerde örgütlenecek yerel çalışmaların yanı sıra şehrin merkezinde eylemin duyurusunu yapma kaygısıyla bir planlama daha yapıldı. Ancak sol hareketin ortak iş yapmadaki ciddiyetsizliği bir kez daha açığa çıkmış oldu. Gençlik örgütlerinin yerellerdeki ve merkezdeki kitle faaliyetine verdikleri kısmi desteğin yanı sıra, sürecin pratik yükü Eğitim-Sen ile birlikte birkaç kurumun üzerine kalmış oldu. Bu sorunun aşılamaması nedeniyle ön hazırlık ve kitle çalışmasında kimi aksaklıklar yaşandı. Toplantılarda belirlendiği gibi güçlü bir yerel çalışma örgütlenemedi. Üniversitelerde gerçekleşen eylemler de ön hazırlıktan yoksun günü kurtaran eylemler biçimindeydi. Tüm bu eksikliklere ve zaaflara rağmen 6 Kasım günü gerçekleştirilen eylem politik hedefi net, içeriği kuvvetli ve başarılı bir eylemdi. Sürecin örgütlenmesinde yer almayan gençlik örgütlerinin, toplulukların ve bağımsız öğrencilerin eyleme katılması ve kendini ifade edebilmesi açısından da birleştirici bir yan taşıyordu. Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen 6 Kasım eylemleriyle karşılaştırıldığında daha birleşik ve kitleseldi. AKP karşıtlığına indirgenmeyen, akademik-demokratik taleplerle sınırlı kalmayan, YÖK düzenini hedef alan ve ülke-dünya gündemlerine dair söz söyleyen bu birlikteliğin, gençlik hareketinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için korunması ve ileriye taşınması büyük önem taşımaktadır. Yasalaştırılmaya çalışılan YÖK Yasa Taslağı’na karşı daha ciddi ve etkili bir mücadele örgütlenebilmesi için bu deneyimden dersler çıkararak birlikte mücadeleyi sürdürmek gerekiyor. Ekim Gençliği / Ankara

Tüm bu eksikliklere ve zaaflara rağmen 6 Kasım günü gerçekleştirilen eylem politik hedefi net, içeriği kuvvetli ve başarılı bir eylemdi. Sürecin örgütlenmesinde yer almayan gençlik örgütlerinin, toplulukların ve bağımsız öğrencilerin eyleme katılması ve kendini ifade edebilmesi açısından da birleştirici bir yan taşıyordu. Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen 6 Kasım eylemleriyle karşılaştırıldığında daha birleşik ve kitleseldi. AKP karşıtlığına indirgenmeyen, akademik-demokratik taleplerle sınırlı kalmayan, YÖK düzenini hedef alan ve ülke-dünya gündemlerine dair söz söyleyen bu birlikteliğin, gençlik hareketinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için korunması ve ileriye taşınması büyük önem taşımaktadır.

5


İstanbul’da 6 Kasım gününden yansıyanlar...

YÖK Yasa Taslağı, Suriye’ye emperyalist müdahale ve açlık grevleri bu yıl işlenecek gündemler olarak belirlendi. Özellikle İÜ yemekhane boykotu, tutuklu öğrenciler, soruşturmalar, disiplin yönetmeliği vb. gündemlerin alt başlıklar halinde işlenmesi kararlaştırıldı.

Yaklaşık iki ayı bulan tartışmaların ve toplantıların ardından İstanbul’da 6 Kasım günü, DÖB ve DAF Beyazıt’ta ayrı eylemler örgütlerken, 4’lü (Genç-Sen, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve TKP’li Öğrenciler) “AKP kaybedecek, üniversiteler kazanacak” şiarıyla 9 Kasım’a çağrı yapan bir basın açıklaması gerçekleştirdi. DGH, Ekim Gençliği, Gençler Meydana İnisiyatifi, Öğrenci Hareketi Kurultay Örgütleme Birimleri (ÖHKÖB), Tüm-İGD, HDK İstanbul Gençlik Meclisi bileşenlerinden Demokratik Yurtsever Gençlik, Emek Gençliği, Tıp Öğrenci Komisyonu, MSGSÜ Öğrencileri, SODAP, SÖZ Dergisi’nin “YÖK’e reform değil üniversitelere özgürlük; savaş değil halkların kardeşliği” şiarıyla oluşturduğu YÖK Karşıtı İnisiyatif ile Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Üniversite Konseyleri Derneği, Akademi Susmayacak, GIT-Türkiye, Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi birlikte ortak bir eylem örgütlediler. DİP’li Öğrenciler, Sosyalist Dayanışma Gençliği ve SDH destekçi oldular. Son olarak Beyazıt’ta “üniversitelerden öğrenciler” tarafından “Yeni YÖK Yasası’na karşı ilkelerimizi belirliyoruz” şiarıyla örenci forumu gerçekleştirildi.

İlk toplantılar - ilk tartışmalar

6

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 6 Kasım tartışmaları haftalar öncesinden okulların açılmasıyla başladı. Ankara’da Türkiye merkezli bir eylemin yapılması yaklaşık iki aydır gündemde idi. Sürece dair merkezi tartışmaların İstanbul’da yürütüleceğini düşünsek de, merkezi Ankara eylemine dair hiç bir çağrı yapılmadı. 4’lü, 9 Kasım merkezi eylem kararlarını netleştirdikten sonra İstanbul’daki ortak örgütlenebilecek süreçlere de hiç bir şekilde katılmadı. İstanbul’daki toplantılar ise HDK İstanbul

Gençlik Meclisi’nin çağrısıyla başladı. Yerellerden örülecek bir süreçle, ortak pankartlar ve dövizlerle yapılacak, siyasetlere daralmayan, siyasetlerin öne çıkmadığı bir eylemin örgütlenmesi temennisi ile süreç başlamış oldu. YÖK Yasa Taslağı, Suriye’ye emperyalist müdahale ve açlık grevleri bu yıl işlenecek gündemler olarak belirlendi. Özellikle İÜ yemekhane boykotu, tutuklu öğrenciler, soruşturmalar, disiplin yönetmeliği vb. gündemlerin alt başlıklar halinde işlenmesi kararlaştırıldı. Ancak bu gündemlerin hangi eksende işleneceği sonrasına bırakılmaya çalışıldı. Sürecin başında politik belirsizlik hâkimdi. Ayrıca Eğitim-Sen’in 6 Kasım’a yönelik bir çağrı yapacağı, süreci ortaklaştırmak adına beklenilmesi gerektiği bakışıyla yaklaşık 2 haftalık bir zaman kaybedildi. Eğitim-Sen’den hiçbir çağrının gelmemesi üzerine, gençlik örgütleri olarak ortaklaşmamız ve bir eylem programı koymamız, bunun çağrısı ile Eğitim-Sen’e gitmemiz yönlü müdahalemiz sonucu ortak bir deklarasyon yazılması kararı alındı. Emek Gençliği’nin AKP karşıtlığı üzerine kurulan metni kabul edilmeyerek görevi biz aldık. Yazdığımız metin, bir ay boyunca gereksiz ayrıntılar, üslup ve dilinin ağırlığı vb. gerekçeler yüzünden ve düzeltilmesi görevini alan siyasetlerin ya işini yapmaması ya da önden anlaşılan politik içeriğine müdahale edip metni değiştirmeleri yüzünden çıkan tartışmalarla Emek Gençliği ve Gençler Meydana İnisiyatifi tarafından 4 Kasım gününe kadar sonlandırılamadı.

Eylemin örgütleyicilerinin biraraya gelişi Uzun tartışmalar sonucu ortak bir şiar ve imzada anlaşıldı. Sürecin başından beri Ekim Gençliği, DGH, Tüm-İGD, HDK İstanbul gençlik Meclisi, Emek Gençliği, ÖHKÖB, Gençler Meydana İnisiyatifi tartışmaları beraber yürüttüler. Öğrenci Dayanışması destekçi olacağını, DÖB ve KÖZ gözlemci olacağını süreç içinde belirtti. Süreç boyunca TÖK’ten, MMO Öğrenci Komisyonu’ndan, MSGSÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’nden öğrenciler toplantılara katıldılar. SODAP ve SÖZ Dergisi ise süreç boyunca ne kendilerini ne de isimlerini görüp duyduğumuz siyasetlerdi. Eylemi “örgütlediklerini” basın açıklamasının ardından isimleri okunduğunda öğrenmiş olduk. Basın metninin okunması sırasında isim yazdırdıklarını düşünürsek, TÖK’ten arkadaşın ve Emek Gençliği’nin veya hangi kurum bundan sorumluysa nasıl böyle bir inisiyatif kullandığı bizim için tartışma konusudur. Çağrılarımıza ve görüşmelere yanıt olarak Eğitim-Sen’in alanda ortaklaşırız cevabı ile süreç ayrı örülmüş oldu. Süreç boyunca oda öğrenci komisyonlarının YÖK Karşıtı İnisiyatif’in


örgütlediği eyleme katılımı, özellikle Gençlik Muhalefeti’nden öğrenciler tarafından, öğrenci hareketinin temelini oluşturan siyasetler Ankara’ya gidiyor denilerek engellendi. Eğitim-Sen’le de sürecin ortak örülememesinin temel nedeninin, 4’lü içindeki bu tavır olduğu bizim için açıktır.

Sürecin, eylemin ve eylem duyurusunun politik-örgütsel ortaklaşması üzerine HDK, EMEK Gençliği ve DGH tarafından üniversite öğrencilerini sürecin öznesi yapmak, “bayrak yarışını önlenmek” “ortak bir görüntü vermek” adına imzasız pankart, imzasız döviz, flamasız yürüyüş önerisi ile siyasetlere ajitasyonpropaganda yasağı getirilmeye çalışıldı. Uzun tartışmaların ardından ortak pankart, flamasız ancak imzalı dövizler noktasında uzlaşıldı. Ancak eylem günü Kaldıraç ve ÖHKÖB’ün pankart açma girişimi oldu. Yürüyüş esnasında açılan pankart ortak karara uygun olarak kapatılsa da Beyazıt Meydanı’nda tekrardan açıldı. Bu çevrelerin “Biz o kararı kaçırmışız, alanda açılamaz dememiştik” gerekçesini yeterli bulmuyoruz. Bir bakış sorunu olduğunu düşünüyoruz. Ortak afiş kullanımı sınırlı olurken, ortak bildiri hiç kullanılamadı. Afiş için herkes görev alırken kullanılabilir düzeyde sadece biz hazırladık. “Ekim Gençliği’nin kullandığı figürler var”, “yazı tipi Kolektif’in afişlerini andırıyor” vb. gerekçelerle afiş kabul edilmedi. Figür gönderilirse yenileyeceğimiz söylenmesine rağmen belirtilen tarihe kadar hiç kimse hiç bir şey göndermedi, geç de olsa gönderilen figürlerin bir kısmının bizim merkezi afişlerimizde zaten kullanılmış olması şaşırtıcıydı. Bu karşı çıkmak için karşı çıkma, karşı çıkıp alternatif üretmeme tavrı süreç boyunca devam etti. Ortak bildiri görevini ise Emek Gençliği alırken bildiri ya yazılmadı(!) ya da bize ulaşmadı(!). Kimi üniversitelerde kullanıldığına dair duyumlar(!) alsak da üzerine tartışıp ortaklaştığımız bir bildiri olamadı. Bu konudaki belirsizlik ise halen sürüyor. Birçok materyalin hazırlanmasında gecikmelerin olması sürekli olarak mail grubunda oluşan aksaklıklarla gerekçelendirildi. Ortak sloganların belirlendiği toplantıda “bu kadar slogan yeter”, “nasıl olsa anlaşırız” denilerek veya sloganlar üzerine tartışma çok fazla yürütülmeyerek kısa kesildi. Başlangıçta ve alanda ortak slogan, yürüyüş esnasında ayrı sloganlar önerimiz kabul edilmezken ortak sloganı attıranlar (Emek Gençliği ve ÖHKÖB) da dâhil olmak üzere ortak sloganlara uyulmadı. Boğaziçi ve MSGSÜ’den katılan arkadaşlar ise bir süreden sonra neden belirtmeden toplantılara gelmez oldular. Birçok tartışmaya katılıp taraf olup, sürecin şekillenmesine katkıda bulunmaya çalışıp neden belirtilmeden ayrılması bizim için anlaşılmazdır.

Alınan kararlara riayet ve yürüme iradesi üzerine Son toplantıda ÇAPA Tıp’tan yürüyüşe dair bir tartışma yürütüp süreci başından beri örgütleyenlerle 6’lı Eylem Komitesi(EK) oluşturuldu. Ne olursa olsun yürüme iradesi gösterilmesi gerektiği, yönümüzün sürekli olarak

Beyazıt olacağı, tranvaya binmenin, slogansız, kaldırımdan yürümenin reddedileceği, yolun kesilerek en azından tek şeritten yürüyüş iradesinin gösterileceği noktasında ortaklaşıldı. Bunların tamamı bizim diretmemiz ile bu kadar ayrıntılı karara bağlandı. Sayı azlığından kaynaklı yürüme iradesinin gösterilemeyebileceği düşüncesiyle “4550 kişi olsak da yürüme iradesi gösterilmeli. Yol kesilmeli. Barikat kurulursa kısa bir oturma eyleminin ardından barikata yüklenilmeli” sözlerimiz desteklendi. Ancak eylemin başlama saatinde bir araya gelen 6’lı EK “yeniden tartışalım”, “sayımız az yürüyemeyiz”, “SES gelecekti, gelmedi” gibi söylemlerle yürüyüş başlatılmamaya çalışıldı. Son toplantıda açık kapı bırakmadan tartışmış olmamızın avantajıyla tüm siyasetler alınan karara uyulmaya çağrıldı. Tartışmanın toplantıda yapıldığı, tüm bunlar düşünülerek sonuca bağlandığı söylenerek EK’ya ‘zorla’ yürüme kararı aldırttık. Başlangıçta 100 kişi olan kitle Beyazıt Meydanı’nda 300’ü aştı. Tüm bu tartışmalar sürecin nasıl ortaklaştırıldığına, siyasetlerin ortaklaşmadan ne anladığına dair kafamızda birçok soru işareti bıraktı. Ön sürecinin ortak örgütlenemediği, eklektik bir birlikteliğin oluştuğu, ciddiyetsizliğin, samimiyetsizliğin gençlik siyasetleri açısından hat safhada olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.

Değerlendirme toplantısı Eylem sonrası yapılan değerlendirme toplantısına ise DGH, Ekim Gençliği, ÖHKÖB ve Gençler Meydana İnisiyatifi katıldı. İlk toplantı daha geniş katılım olması için ertelenirken daha sonra yapılan toplantıda bileşen yine değişmedi. Yaklaşık bir aydır birlikte örülen bir sürecin değerlendirmesini yapmaya bile yanaşılmaması, eylemin ardından ortadan kaybolunması kabul edilemez bir yaklaşımdır.

Tüm bu tartışmalar sürecin nasıl ortaklaştırıldığına, siyasetlerin ortaklaşmadan ne anladığına dair kafamızda birçok soru işareti bıraktı. Ön sürecinin ortak örgütlenemediği, eklektik bir birlikteliğin oluştuğu, ciddiyetsizliğin, samimiyetsizliğin gençlik siyasetleri açısından hat safhada olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.

Sonuç yerine Tüm bu eleştirilerimize rağmen yapılan eylem, var olan parçalı tabloya gençlik siyasetlerinin anlamlı bir müdahale çabasıydı. Ortaya çıkan sonuçlardan bağımsız olarak geniş toplantıların alınması, ortaklaşmaya dair bir takım tartışmaların yapılması anlamlıydı. Politik içeriği asgari bir düzey taşırken, YÖK sürecini bütünlüğü içinde ele alan bir içeriği vardı. Sonuçlarından bağımsız olarak eylemin ve sürecin sadece siyasetlerin ortaklaşmasına daralmayan bir bakışla örgütlenme çabası anlamlıydı. Eylem alanında da olsa ön görüşmelerle birlikte Eğitim-Sen, üniversite bileşenleri ve akademisyenlerle ortaklaşılması anlamlıydı. Son olarak kendimize dair bir özeleştiri yapacak olursak; Sürecin yerellerde örülmesinde zayıf kaldığımız, bu noktada imkânlarımızın da yetersizliğinden kaynaklı olarak sürükleyici olamadığımız açıktır. Bu tabloyu değiştirme konusunda zayıf kaldığımız, bu açıdan toplam tabloya yer yer tabi olduğumuz da ortadadır. Önümüzdeki dönem içerisinde son 6 Kasım sürecinin deneyim ve dersleriyle birlikte, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma sorumluluğuyla davranacağız. İstanbul Ekim Gençliği

7


İzmir 6 Kasım eylemleri üzerine...

Yerelimizde gerçekleştirilen YÖK eylemlilikleri her ne kadar birçok olumlu yönü kendi içerisinde barındırmış olsa da, gençlik hareketinin bugünkü ihtiyaçlarını karşılamamıştır. Yerelimizde eylemlerin bileşik bir şekilde gerçekleştirilmesi için çok yoğun bir enerji ortaya konulmuş olsa da eylemler ortaklaştırılamamıştır. Kulüpler, topluluklar, sendikalar ve demokratik kitle örgütleri sürecin parçası haline getirilememiştir ve eylemlere kitlesel katılım sağlanmamıştır. Öz olarak, bileşik- kitlesel bir hattına örülemediği İzmir 6 Kasım eylemleri, günün devrimci ihtiyaçlarına yanıt olamamıştır. Fakat, yerelimizde gerçekleştirilen 6 Kasım eylemlilikleri her ne kadar günün devrimci ihtiyacını karşılayamamış olsalar da birçok olumluluğu da beraberinde getirmiştir. Politik gündemin çok yoğun olduğu bu tarihsel süreçte, dönem başından beri sadece bir eylemin gerçekleştiği DEÜ’de gerçekleştirilen YÖK protestosu, alanda ciddi bir politik etki yaratarak kampüsteki eylemsizlik havasını kırmıştır. Aynı zamanda Ege Üniversitesi’nde, dönem başından beri, her türlü eylem ve etkinlik polis ve ÖGB terörü ile durdurulmakta iken 6 Kasım eyleminde polis barikatına yüklenme iradesi, 6 Kasım İzmir eylemlerinin en olumlu pratiğidir. Ege Üniversitesi’nde katil polislere karşı gösterilen bu tok tutum, Ege Üniversitesi’nde yaşanılan tüm anti-demokratik uygulamaların ülkenin tamamına teşhir olmasına vesile olmuş ve yaşanılan polis-ÖGB terörüne karşı bir kamuoyu oluşturmuştur.

Dörtlünün tutumu

8

Yerelimizdeki 6 Kasım eylemliliklerinin

ortaklaştırılması için harcanan tüm emeğe rağmen Gençlik Muhalefeti, Genç-Sen. Öğrenci Kolektifleri ve TKP’li Öğrenciler’den hiçbir biçimde yanıt alınamamıştır. Genç-Sen ilk iki toplantıya katılmış, eylemlerin ortaklaştırılması için irade ortaya koyacağını söylemiş fakat daha sonraki süreçte ondan da yanıt alınamamıştır. Sonuç olarak, bu dört gençlik örgütü, eylemlerin ortaklaştırılması adına kendilerine yapılan tüm çağrıları yanıtsız bırakmış, tartışmalara bile katılmamıştır. Bu çevreler, aldıkları bu tutum ile günün devrimci ihtiyaçlarını reddetmiş, kendi dar örgütsel çıkarlarını bunun üstünde tutmuş, yerelimizdeki 6 Kasım eylemliliklerinin bölünmesinin sorumluları olmuşlardır.

Sonuç olarak İzmir yerelinde gerçekleştirilen YÖK protestoları günün yakıcı devrimci ihtiyaçlarını karşılayamamış olsalar da, gerçekleştirilen eylemlerde ortaya konulan irade, yerelimizde var olan polis-ÖGB terörüne karşı verilmiş en anlamlı yanıt olmuştur ve bu iradenin devam etmesi gerekmektedir. Bizlerin, genç komünistler olarak, kendi politik gündemimizden kaynaklı ön hazırlık sürecine yeterince enerji harcayamamış olmamız, gereken ısrarı göstermemizi de engellemiş, dolayısıyla yerelimizde ön hazırlık süreci zayıf kalan bir 6 Kasım süreci yaşanmıştır. Fakat biz genç komünistlerin, eylemlerin ideolojik-politik hattı üzerinden yürüyen tartışmalara yapmış olduğumuz müdahaleler, 6 Kasım’da İzmir’de gerçekleştirilen eylemliliklerin politik hattının belirlenmesinde anlamlı bir katkı sağlamıştır. Ekim Gençliği / İzmir


Çanakkale’de 6 Kasım süreci üzerine 6 Kasım, gençliğin taleplerini alanlarda haykırması için en anlamlı gündür. Peki, bu gerçekliğe karşın Çanakkale’de neden 6 Kasım’a dair herhangi bir eylemlilik örgütlenememiştir? Böylesine önemli bir süreç neden işletilememiştir?

Gecikmişlik üzerine İlk temel tespit olarak söylemek gerekir ki, birçok gündemde olduğu gibi, 6 Kasım gündeminde de gecikmiş bir tarihte bir araya gelen gençlik örgütleri, tabandan bir takım mekanizmalar oluşturarak 6 Kasım’ı genel gençlik kitlesi için bir gündem ve eylemlilik süreci durumuna getirecek bir çalışma tarzı ve politik bakış ortaya koyamamıştır. Sürece dair bir takım tartışmaların bu kadar geç bir tarihte (6 Kasım’a günler kala) yapılması, bunun bir göstergesi ve kanıtıdır. Çanakkale Ekim Gençliği olarak, bu politik bakışa sahip olsak da gecikmişlik noktasında ilk özeleştiriyi bizim vermemizin gerekliliği -bu tespitleri yapabildiğimize ve öngörmemize dayanarak- ortadadır. Süreç çok daha önceden başlatılmalı ve gündemler işlenmeliydi.

Ortaklaşma ve karar alma süreci İlk olarak SGD’ye 6 Kasım gündemli bir çağrıda bulunan Ekim Gençliği, HDK bileşenlerinden SGD, YDG ve Emek Gençliği’nin bu süreci HDK Gençliği olarak örgütleyeceğini öğrenmiştir. Ardından HDK Gençliği, Çanakkale’de faaliyet yürüten kurumlara 6 Kasım gündemli bir çağrı ilettiğini belirtse de yapılan toplantıya sadece Çanakkale Gençlik Derneği, DGH, Ekim Gençliği ve HDK Gençliği katılmıştır. 9 Kasım’da Ankara’da gerçekleştirilecek merkezi eylem vb. bir takım sebepler, zannediyoruz ki bu duruma vesile olmuştur. Alınan toplantıda Çanakkale Gençlik Derneği, 3 Kasım’da Ankara’da merkezi eylemleri olacağını, yereldeki 6 Kasım eylemini yalnızca temsili düzeyde destekleyebileceklerini söyleyerek karar alma mekanizmasından çekildi. DGH ise, üniversite içerisinde yapılacak herhangi bir eyleme katılmayacaklarını ama kent merkezinde bir eylem düşünülürse katılabileceklerini söyledi. Tüm bu tartışmaların sonucunda HDK Gençliği ve Ekim Gençliği hem üniversite içerisinde hem de kent merkezinde bir süreç örgütleme kararı aldık. Bu kararın ardından yapılan tartışmalarda 6 Kasım sürecinde işlenecek temel gündemler; eğitimin ticarileştirilmesi, yeni YÖK yasa tasarısı ve Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin yanı sıra, 50’li günlere yaklaşan açlık grevleri ve tutuklu öğrenciler vb. üzerinden belirlendi. ÇOMÜ öğrencilerinin 6 Kasım günü ÖSEM (Öğrenci Sosyal Etkinlik Merkezi) önüne çağırılması ve burada bir serbest kürsü oluşturulması kararı alındı. “YÖK’ü tartışıyoruz” şiarıyla gerçekleştirilecek bu açık toplantıdan sonra rektörlük önüne bir yürüyüş gerçekleştirilmesi ve orada bir basın açıklaması yapılması kararı alındı. Bu açık toplantının kitle çalışmasında kullanılacak materyallerin hazırlanması ve bildirilerin basılması gibi bir takım planlamaların ve iş bölümlerinin yapılmasının ardından bir sonraki tarihe bir toplantı daha konuldu.

Ne var ki HDK Gençliği ve Ekim Gençliği’nin, hazırlanan bildiri ve basın metni üzerinde bir takım tartışmalar yürüteceği bu toplantıda, HDK Gençliği alınan kararları ve işletilen süreci tamamen boşa düşürmüştür. HDK Gençliği, üniversite içerisinde yapılacak bir eylemin soruşturma ve cezalara sebep olabileceği, eylemin örgütlenmesi için az zaman kaldığı ve bu yüzden çok kitlesel geçemeyeceğini söyleyerek bir önceki toplantıda aldıkları tutumun ve işlemeye başlayan sürecin karşısına dikilmişlerdir. Ardından kent merkezinde yapılacak eylemin de polislerce engelleneceğini, bu yüzden çok anlamlı olmayacağını, ayrıca 50’li günlere giren açlık grevi gündeminin 6 Kasım’dan daha az önemli olmadığını ve bu sürece yoğunlaşacaklarını söylemişlerdir. Bu tablo karşısında, kararların alınarak bir takım işbölümlerinin yapıldığı ve sürecin başlatıldığı bir aşamada HDK Gençliği’nin bu tavrını “ ilkesiz ve tutarsız” bulduğumuzu dile getirdik. “Ceza ve soruşturma terörüne uğrarız, böyle olursa üniversite içerisinde devrimci faaliyet yürütülemez” diyerek üniversite içerisinde bir eylem yapmama kararı alan HDK Gençliği’ne zaten üniversite içerisinde açık hiçbir faaliyet yürütülmediği hatırlatılarak ve soruşturma-ceza terörü karşısında alınan bu geri tutumun YÖK düzenince yaratılmaya çalışılan şeyin ta kendisi olduğunu söyleyerek, toplantıdan ayrıldık.

Sonuç yerine Çanakkale Ekim Gençliği olarak söylememiz gereken şudur; bir takım örgütlerin geri ya da ilkesiz tutumları bizim adımıza belirleyici olmamalı, Ekim Gençliği -6 Kasım’a 2 gün kalmışken böyle bir tabloyla karşılaşsa bile- öz gücüne dayanarak bir süreç örgütleyebilme alternatifini ortaya koymuş olmalıydı. Bu da bizim sürece dair en büyük eksikliğimiz olmuştur. 6 Kasım’a politik bakışımız gereği; ortak bir takım süreçler işletmek istememiz yanında, yıllardır ortaya konulan “solda samimiyet ve ciddiyet bunalımı” olarak tariflenen olguyu da, geçmiş deneyimlerimize dayanarak, göz önünde tutmalıydık. Buna rağmen herhangi bir “alternatif eylemlilik planı” ortaya koyamadık. Çanakkale Ekim Gençliği olarak 6 Kasım gündemini yalnızca, okurlarımızla aldığımız toplantıda işlemiş olduk. Ekim Gençliği okurlarının bir araya geldiği toplantıda 80’lerden günümüze, tarihsel gelişimi içerisinde YÖK anlatıldı. Kurulduğu andan itibaren faşist bir zor aygıtı olan YÖK’ün disiplin yönetmelikleri teşhir edildi. Eğitim sisteminde yaşanılan ticari dönüşümler üzerine “uğraşan” ve “işbirliği içerisinde olan” 3 kurum olan YÖK, TÜBİTAK ve TÜSİAD gerçekliği vurgulandı. Eğitimin ticarileştirilmesi süreci ana başlığında birçok konu ele alındı. Yeni YÖK Yasa Tasarısı üzerine bir takım tartışmalar yapıldı ve son olarak Suriye’ye yönelik saldırganlıkla bağ kurularak üniversitelerin emperyalist savaşlar için de kullanıldığı söylendi. ODTÜ’nün ASELSAN ile yaptığı sözleşme gibi bir takım vurucu örnekler verildi. Toplantının sonunda güncel politik gelişmeler de ele alındı. Ve son olarak 18 Kasım’da “İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği” şiarıyla İstanbul’da gerçekleştirilecek olan etkinliğe katılım çağrısı yapılarak toplantı bitirildi. Ekim Gençliği / Çanakkale

9


ı ş r a k e ’ K Ö Y k i l ç n e G ! ı t k ı ç a r alanla Yüksek Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) kuruluş yıldönümü 6 Kasım, bir dizi üniversitede eylemlerle karşılandı. Özgürlük ve gelecek taleplerinin haykırıldığı eylemlerde polis terörü de öne çıktı.

İstanbul

10

6 Kasım günü yapılan YÖK karşıtı eylemlerin merkezi Beyazıt Meydanı oldu. İlk eylem Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) tarafından gerçekleştirildi. DÖB eyleminde “Ezilen halklar ve tutsaklar özgürleşmeden öğrenciler özgürleşmez!” parkartı açılırken, açıklamada “kapitalizme, emperyalizme ve faşizme başkaldırıyoruz” denildi. YÖK protestolarının ikncisini Devrimci Anarşist Faaliyet (DAF) gerçekleştirdi. “Sistemin cahilleri özgürleşiyor!” pankartı açılan eylemde DAF adına yapılan açıklamada“Evet bizler sistemin cahilleriyiz, çünkü onun bilgisini, sömürüsünü ve her türlü dayatmasını reddediyoruz. Bizler yaşamı savunuyoruz” denildi. YÖK Karşıtı İnisiyatif, eyleme İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi önünde başladı. “YÖK’e reform değil, üniversitelere özgürlük! Savaş değil halkların kardeşliği için yürüyüoruz!/YÖK Karşıtı İnisiyatif” anapankartının arkasında “YÖK’e rake zanıngehe rızkarke!” pankartı ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Öğrenciler imzalı “Başka bir üniversite mümkün! Kamusal üniversite!” pankartı taşındı. Yürüyüş sırasında yapılan ajitasyonlarda ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki savaş çığırtkanlığı teşhir edilirken gençlik olarak ölmek ve öldürmek istenmediği ifade edildi. Eylem boyunca hapishanelerde süren süresizdönüşümsüz açlık grevleri de temel bir gündem oldu. Eylemi örgütleyen kurumlar kendi dövizleriyle yürüdüler. Sınıf devrimcileri devrim ve sosyalizm vurgusu taşıyan dövizlerle parasız eğitim hakkını şiarlaştıran BDSP, Ekim Gençliği ve DLB dövizleri taşıdılar. Yürüyüş kolu Beyazıt Meydanı’na ulaştığında İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs’ten çıkacak öğrenciler beklemeye başlandı. Bekleyiş sırasında Beyazıt Marşı hep bir ağızdan söylendi. Marşın bitiminde “Beyazıt faşizme mezar olacak!” sloganı atıldı. İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs’ten öğrenciler Eğitim Sen 6 No’lu Şube ve “Asistan kıyımına son!” pankartıyla da İTÜ Araştırma Görevlileri üniversite içerisinden yaptıkları yürüyüşle ana kapı önünde kitleyle birleşti. İlk olarak öğrencilerin, öğretim görevlilerinin, asistanların burada olduğu fakat rektörlerin burada

olmadığı ifade edilerek “Üniversitelerin gerçek bileşenleri burada” dendi. YÖK Karşıtı İnisiyatif adına yapılan açıklamada 12 Eylül askeri faşist darbesinin kurumu olarak YÖK’ün 31 yıldır görevini sürdürdüğü ifade edildi. YÖK’ün sermayeye hizmet uygulamalarına, soruşturma ve baskı terörüne değinilerek açıklamada geleceksizlik vurgusu yapıldı ve “Üniversiteleri YÖK düzeniyle; 4+4+4 politikasıyla da ilk ve ortaöğretimi baştan aşağı şekillendiren devlet, ‘kindar ve dindar’ olan dinci-gerici bir nesil yetiştirmek, çocuk yaşta ucuz ve kalifiye işgücü, çocuk gelinler yetiştirmek hedefindedir.” dendi. Açıklama anadilde eğitim hakkı ve Kürt halkına özgürlük talebi vurgulanarak devam etti. Hapishanelerdeki açlık grevine de değinilen açıklamada “Savaş değil halkların kardeşliği için buradayız!” dendi. Üniversitelerde emperyalist silah projelerinin şekillendirildiği ifade edilerek Suriye başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasındaki emperyalist savaş çığırtkanlığına karşı mücadele çağrısıyla açıklama bitirildi. Eğitim Sen 6 No’lu Şube Başkanı İsmet Akça tarafından yapılan açıklamada ise Bologna süreciyle birlikte neoliberal dönüşümün hızlandığı ifade edildi. Orhan Hamzaoğlu, Beyza Üstün ve Büşra Ersanlı gibi akademisyenlere yönelik baskılara değinilerek YÖK’ün bilimsel ve özgür eğitime baskı uyguladığı belirtildi. Ardından TKP Gençliği, Öğrenci Kolektifi, Gençlik Muhalefeti ve Genç Sen, AKP iktidarının politikalarına karşı Ankara’daki mitinge çağrı için bir eylem yaptı.

Ankara 2 Kasım günü Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan eylemde “YÖK’e, YÖK düzenine, Yeni YÖK Yasa Taslağı’na hayır!” şiarlı ve Eğitim Sen 5 No’lu Şube ve Üniversite Öğrencileri imzalı pankart açıldı. Basın açıklamasında, kurulduğu ilk günden beri üniversitelerdeki mücadelenin ve bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engel olan YÖK’ün teşhiri yapıldı. İktidara gelen her partinin YÖK’ü kaldıracağı sözünü verdiği, ancak hepsinin de bu kurumu sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirdiği vurgulandı. Yeni YÖK Yasa Taslağı’nın maddeleri sıralanarak üniversiteleri bir saldırının beklediği söylendi. Emperyalist savaş ve saldırganlığın dozunun arttığı bir dönemde, Suriye’ye yönelik kirli savaş planlarına karşı üniversitelere düşen görevin halklar arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı yükseltmek olduğu söylendi. Ankara’nın tüm üniversitelerinden gelen öğrenciler, 6 Kasım günü Ankara Üniversitesi


Cebeci Kampüsü’nde buluştu. “YÖK’e, YÖK düzenine, Yeni YÖK Yasa Taslağı’na hayır!/EğitimSen 5 Nolu Şube ve Üniversite Öğrencileri” pankartının arkasında toplanan kitle Cemal Gürsel Caddesi’nde yolun bir şeridini trafiğe kapatarak Sakarya Meydanı’na kadar yürüdü. Eylem boyunca yapılan ajitasyonlarda sermaye devletinin öğrencilere, akademisyenlere ve üniversitenin diğer bileşenlerine yönelik saldırı politikalarına değinildi ve mücadeleyi büyütme çağrısı yapıldı. Eylemde, zindanlarda süresiz-dönüşümsüz açlık grevi direnişini sürdüren Kürt siyasi tutsakların eylemi de selamlandı. Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, YÖK kurulduğundan beri ona karşı mücadele ettiklerini belirterek üniversitelerin özgürleşmesinin önündeki en büyük engelin YÖK olduğunu söyledi. Yeni YÖK yasa taslağını eleştiren Yıldız, “Bu yasa taslağı da üniversitelerin 4+4+4’üdür” diyerek üniversitenin tüm bileşenlerini yasa taslağına karşı mücadeleye çağırdı. Ardından Eğitim-Sen 3 No’lu Şube Başkanı, aynı zamanda KESK Ankara Dönem Sözcüsü Hüseyin Kaya da bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmaların ardından Eğitim-Sen 5 No’lu Şube ve Üniversite Öğrencileri adına yapılan basın açıklamasında, YÖK eliyle üniversitelerin sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirildiği ve Yeni YÖK Yasa Taslağı’nın bu amaca hizmet ettiği söylendi. İTÜ’de yaşanan asistan kıyımına değinilen açıklamada asistanların direnişi selamlanırken yeni taslağın bilimsel ve akademik özgürlüğün önündeki engelleri katmerleştirdiği ve iş güvencesini ortadan kaldırdığı belirtildi. Üniversitelerin sermayedarların hizmetinde birer kurum haline getirilmek istendiği ve en kârlı sektörlerden bir tanesi olan savaş sanayinin üniversitelerin asli üretim alanı haline getirilmek istendiği vurgulandı. Halklar arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı büyütmesi gereken üniversitelerin emperyalist çıkarlar doğrultusunda kirli savaş politikalarına hizmet edemeyeceği ve kardeş halkların katline ortak olamayacağı söylendi. Genç komünistler eyleme “Savaşa değil eğitime bütçe!”, “Sermaye defol üniversiteler bizimdir!”, “YÖK, polis, medya bu abluka dağıtılacak!” dövizleri ile katıldılar. Ayrıca Öğrenci Dayanışması, Emek Gençliği, Gençlik Muhalefeti, DGH, YDG, SDH, SÖZ Dergisi, SYK, Genç Eğitimciler, TÜM-İGD, DP, DPG, BDSP, Siyah Pembe Üçgen katılım gösterdi. Bunun yanı sıra Eğitim-Sen 1, 2, ve 3 No’lu şube yöneticileri, ESM yönetim kurulu üyeleri, BES 1 No’lu Şube yöneticileri, İHD Ankara Şube, SES Ankara Şube yöneticileri de eyleme destek verdiler.

İzmir 5 Kasım günü DEÜ Dokuzçeşmeler Kampüsü’nde yapılan YÖK Karşıtı Öğrenciler imzalı eylem, oldukça politik bir atmosferde gerçekleştirildi. Hukuk Fakültesi’nin önünden başlayan eylem Hazırlık Binası’nın önünde sonlandırıldı. Hukuk Fakültesi’nin önünde toplanan kitle, yapılan ajitasyon konuşması ve atılan sloganların ardından yürüyüşe başladı. Öğrenci kitlesine yönelik gerçekleştirilen ajitasyon, birlikte mücadele etme çağrıları ile sonlandırıldı. Öğrenci gençliğin temel yaşamsal sorunlarının teşhir edilerek mücadele çağrısı yapıldığı basın açıklaması “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim” sözleriyle sonlandırıldı. Basın açıklamasının okunduğu sırada görüntü almaya çalışan kolluk güçlerine, eylem komitesince müdahale edilmesinin ardından tartışma çıktı. Eylem, Hareket Tiyatrosu’nun sergilediği bir skeç ile devam etti. 6 Kasım günü Ege Üniversitesi’nde yapılan YÖK protestosu ise polis terörünün hedefi oldu. Üniversite içerisinde yürüyüş yapmaları engellenmek istenen devrimci ve ilerici öğrencilerin önü ÖGB ve polis barikatlarıyla kesildi. Defalarca barikata yüklenen öğrenciler polisin

tazyikli su, biber gazı ve plastik mermi kullandığı saldırılara maruz kaldılar. Öğrencilere destek olan akademisyenlerin girişimleri de boşa çıkarken, polis üniversite içinde öğrenci avına başladı. Aralarında sınıf devrimcilerinin de olduğu 34 kişi gözaltına alındı. Saldırıların ardından KESK ve İHD de okula gelerek polis terörüne engel olmaya çalıştı. Edebiyat Fakültesi hocaları da polis terörüne karşı hazırladıkları ve altında 30 imza bulunan bir metin ile rektörü göreve çağırdılar. Barikata yüklenmeler sırasında yoğun biber gazı saldırısına maruz kalan genç komünistlerden bir tanesinin tüm gün sağ gözü açılmazken, bir tanesine de hedef gözetilerek plastik mermi ile ateş edildi ve sağ kolundan vuruldu. Kampüs içerisindeki eylemler, Edebiyat Fakültesi içerisindeki devrimci- demokrat-yurtsever öğrencilerin dışarı çıkması ile sonlandırıldı. Aynı günün akşamı Basmane Meydanı’nda YÖK protestosu gerçekleştirildi. Basmane Meydanı’nda bir araya gelen öğrenciler KESK’in zindanlarda süren açlık grevleri için Eski Sümerbank önünde yapacağı basın açıklaması için oraya yürüdüler. KESK adına yapılan basın açıklamasından sonra YÖK Karşıtı Öğrenciler adına bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasında, son dönem öğrenci gençliğe yapılan saldırılar ile olası bir Suriye savaşından söz edildi. Ayrıca aynı gün Ege Üniversitesi’nde polislerin yaptığı saldırıya da değinildi. Sabahki çatışmayla öfkeleri bilenen genç komünistler ise canlı korteji ve susmayan sloganları ile dikkat çekti. Genç komünistler ayrıca “Parti, sınıf, devrim!”, “Gençlik partiye, devrime, sosyalizme!” ve “Öğrenci, işçi, gençlik alanlarda birleştik!” sloganlarını attı.

Kocaeli 6 Kasım günü Sosyal Tesisler’in önünde toplanan öğrenciler sloganlarla rektörlük önüne yürüyerek basın açıklaması yapmak istedi. Okulun aldığı keyfi karar ile öğrencilerin rektörlüğe yürümesine engel olmaya çalışan ÖGB ise çember oluşturarak kitlenin burada basın açıklaması yapıp dağılmasını istedi. Ajitasyonlar çekilerek eyleme bir süre daha destek istendikten sonra kurulan çembere defalarca yüklenildi. Yaklaşık iki saat süren bu direnişten sonra, rektörlüğün önünde 20 kişilik bir grup ile basın metni okundu. Basın metnini okuyan grup tekrar Sosyal Tesisler’in önüne geldi ve üniversitenin baskıcı tutumunu teşhir eden konuşma ve ajitasyonlara devam etti. Kurulan barikata defalarca yüklenen öğrenciler Eğitim Fakültesi’ne kadar sloganlarla yürüdü. Bu geçiş yerine bu kez de okula getirilen çevik kuvvet polisleri ile barikat kurduruldu. Eylemin başından itibaren kitleyi “sakinleştirici” ve kitlenin tutumunu geri düşürücü bir tutum sergileyen bazı siyasetlerden kaynaklı ortak bir direnme kararı çıkmayınca eylem sloganlarla sona erdirildi. Eyleme Ekim Gençliği, DGH, Öğrenci Kolektifleri, YDG, Emek Gençliği ve SGD katıldı.

Çanakkale Çanakkale Ekim Gençliği, 6 Kasım gündemini, bir okur toplantısı yaparak işledi. Toplantıda ‘80’lerden günümüze, tarihsel gelişimi içerisinde YÖK anlatıldı. Eğitimin ticarileştirilmesi süreci ana başlığında birçok konu ele alındı. Yeni YÖK Yasa Tasarısı üzerine bir takım tartışmalar yapıldı ve son olarak Suriye’ye yönelik saldırganlıkla bağ kurularak üniversitelerin emperyalist savaşlar için de kullanıldığı söylendi. Toplantının sonunda güncel politik gelişmeler de ele alındı. Ekim Gençliği / İstanbul-Ankaraİzmir-Kocaeli-Çanakkale


Emperyalistler, içerisinde bulduğu krizin faturasını işçilere, emekçilere ve dünya halklarına ödetmeye devam ediyor. Bunun kendisi aynı zamanda kapitalizme karşı dünyanın dört bir tarafında tepkilerin büyümesine neden oluyor. Bugün Yunanistan’da, İspanya’da ve bir dizi Avrupa ülkesinde sosyal yıkım saldırılarına karşı kitle hareketleri yaşanıyor. Yine geçtiğimiz yıllarda Tunus’ta, Mısır’da başlayan süreç Ortadoğu’nun birçok ülkesinde yankısını buldu. Her ne kadar bu eylemlilikler devrimci bir öncü ile buluşamasa da dünya halklarının kapitalist sisteme karşı tepkisini açığa çıkardı. Emperyalistlerin bölgede taşeronluğunu yapan TC devleti ise bir tarafta kardeş Kürt halkına yönelik baskı ve imha politikalarına devam ederken, şimdi de emperyalistlerin çıkarları için kardeş Suriye halkına savaş ilan etmek için emir bekliyor. Tüm bu süreçte, bir yandan dışarıya yönelik saldırgan tutumunu arttırırken, diğer yandan ise, içeride yeni hak gaspları için her geçen gün yeni adımlar atıyor. İşçi ve emekçilerin bugüne kadar mücadele ile kazandığı bütün haklar bir bir tırpanlanıyor. Buna karşı cılız da olsa yaşanan eylemler polis terörü ile karşılanıyor. Tüm bu saldırılar bu kadar açıktan ilerlerken gençlik de bu saldırılardan payını alıyor. Dönemin başında parasız eğitim safsatası ile gençliğin bir nebze gazını almaya çalışan sermaye hükümeti AKP, bu gün gelinen noktada kendisine karşı gelişen her eyleme saldırmaktan çekinmiyor. AKP’nin sözcülerinin gittiği üniversitelerde olağanüstü hal ilan edilirken, salona girecek öğrenciler dahi kendileri tarafından belirleniyor. AKP şefi R. Tayyip Erdoğan’ın Ankara Üniversitesi’ne gidişinde yaşananlar bunun en açık göstergesidir. Türkiye’deki birçok üniversitede eğitimin ticarileşmesi artık son aşamaya gelmiş durumda. Bologna süreci olarak tabir ettiğimiz bu süreç, kimi üniversitelerde uygulanmaya başlanırken, kimi üniversitelerde de bunun son rötuşları atılmak üzere. Yeni YÖK yasa tasarısı ile hem öğrenci gençliğe, hem de akademisyenler başta olmak üzere üniversitenin bütün çalışanlarına yeni ve kapsamlı saldırılar kapıda bekletiliyor. Aynı zamanda emperyalist savaş hazırlıkları yoğunlaşarak sürdürülürken, bu savaşın yıkımı başta işçi emekçiler olmak üzere gençliği de doğrudan etkileyecek. Üniversiteden mezun olduktan sonra kendisini geleceksizlikten başka hiçbir şey beklemeyen gençlik, artık emperyalistler uğruna cephede ölüme gönderilecek. Bir diğer yandan ise, sermaye devleti tarafından ciddi

12

bir dinamik olarak görülen Kürt gençliğinin anadilde eğitim talebi yok sayılıyor veya kısmi düzenlemelerle geçiştirilmeye çalışılıyor. Gelecekleri ve özgürlükleri için mücadele eden kürt gençliğinin yaptığı en demokratik eylemler dahi yasadışı örgüt propagandası sayılarak yüzlerce gence yılları bulan hapis cezası veriliyor. Bir taraftan devletin saldırıları sürerken diğer taraftan şovenizmin etkisi ile sivil faşist saldırıların da odağı haline geliyorlar. Tüm bu saldırıların anlaşılır bir yanı var. Sermaye devleti gerçekleştireceği kapsamlı saldırılar öncesi toplumun öncü kesimlerini ezmek için elinden geleni yapmakta. Samsun’da Eskişehir’de olduğu gibi stant açan öğrencilere önce ÖGB, sonra polis saldırıyor. Hacettepe, DTCF gibi sol hareketin köklü bir geleneğinin olduğu üniversitelerde afiş asmayı, stand açmayı yasaklamaya giden tutumlar alıyor. Emperyalist savaşa geçit vermemek için alanlara çıkan kitleye Çanakkale’de, Ankara’da olduğu gibi azgın bir polis terörü ile saldırıyorlar. Sonrasında ise Çanakkale’de onlarca öğrenci hakkında soruşturma açılıyor. Dönemin başında da belirttiğimiz gibi kayıt döneminde gerçekleşen saldırılar, üniversitelerde yaşanacak olan dönüşüm karşısında gelişecek tepkilerin önünü kesmek için yapılmıştır. Bu sürecin, tek tek örgütlere ve kurumlara değil, tamamen üniversitedeki devrimci, demokrat bütün çalışmalara yönelen bir saldırı dalgası olduğunun görülmesi gerekir. Bu nedenle bugün, bu saldırılar silsilesi karşısında birleşik ve militan bir mücadele hattı oluşturmak büyük bir önem taşımaktadır. Mümkün olan her üniversitede kitlelerle bütünleşen, ilkeli birlikteliklere dayanan ortaklaşmalar sağlanmalıdır. Bunların mümkün olmadığı yerlerde ise biz Genç Komünistler, bulunduğumuz her alanda kitlelerle buluşmayı kendimize temel hedef almalı ve sürecin bizim omuzlarımıza yüklediği yükün bilinci ile hareket etmeliyiz. Sermayenin saldırıları bütünlüklü olduğu ölçüde, buna karşı da bütünlüklü bir karşı koyuş gerekir. Ve bu süreçte bulunduğumuz her yerde devrimci militan bir tarzda karşı koyuşlara öncülük etmeliyiz. Kazanılmış mevzileri kaybetmemek için özel bir çaba harcamalı, bu süreci kitlelere anlatmakta da bir o kadar başarılı olmalıyız. Ancak ve ancak dar grupçu anlayışlardan uzak durur, kitlelerle bütünleşirsek bu süreci tersine çevirebiliriz. Bizler tüm bu saldırılara karşı dur demeli ve bu saldırılar karşısında barikat işlevi görmeliyiz. A. Akın


Bologna süreci üzerine Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr Nejla Kurul ile konuştuk:

Bologna Süreci: Sermayenin üniversiteleri teslim alma projesi Ekim Gençliği: Son dönemde adını sıkça duyduğumuz yüksek öğretimde bir takım değişiklik içeren Bologna süreci üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz? Nedir Bologna süreci? Prof. Dr. Nejla Kurul: Aslında Bologna olarak adlandırılan süreci Adnan Gümüş Hocam’la birlikte değerlendirerek bir kitap haline getirdik. Bu kitapta yer alan konulardan kısaca bahsedeyim: Dünyada ve Türkiye’de üniversitelerin dönüşümü, piyasaya göre şekillenişi, Türkiye’ye uyarlanışı ve etkileri yer alıyor. Kitapta da anlattığımız üzere Bologna süreci, üniversitelerin yerel, ulusal ve küresel piyasalarla yeni işlevler çerçevesinde uyumlulaştırılması sürecidir. Bunun arka planını neoliberalizm oluştururken, Bologna süreci üniversitelerin bu yönde dönüşümünü sağlayan bir proje olarak değerlendirilebilir. Bu süreci başlatan dinamiklere de değinmek gerekiyor. İster ulusal ister uluslararası olsun, sermaye sınıfı açısından yükseköğrenim bir meta, bedeli yüksel bir hizmet olarak algılanıyor. Ayrıca piyasalardan ayrı mantalite ile işlerse hem üretim hem de ideolojik anlamda piyasaya karşı alternatif bir güç olma olasılığını içinde barındırdığından, kontrol edilmesi, en azından piyasa ile uyumlaştırılması gereken bir güç sayılıyor. Yani Bologna süreci sermaye gruplarının yükseköğrenim şirketi kurması değil, mevcut tüm yükseköğrenimin sermayenin önceliklerine göre yeniden yapılandırılması ve sermaye gruplarının eline geçmesi projesidir. Kısaca özetlemek gerekirse Bologna süreci; “Tüm dünya yükseköğretim ve üniversite anlayışı, kurum ve organizasyonunun, piyasa öncelikleri ve sermayenin küreselleşmesi temelinde, tüm emek, öğretmen, akademisyen ve araştırmacı gücünü metalaştırmak üzere, ABD Anglo Sakson modeline uygun şekilde yeniden düzenleyerek; akademisyenlerin özerk varlığını (üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri) özgür düşünceyi, gerçeği aramanın farklı yollarını, farklı bilme biçimlerini ortadan kaldırma sürecidir.” - Peki bu süreç Türkiye’de nasıl işletiliyor? - Türkiye’de üniversitelerin Bologna sürecine dahil oluşu ve gelişimini, kapitalizmin Türkiye’de gelişim seyri içinde ele almak gerekiyor. Türkiye üniversiteleri özerk ve demokratik üniversite olarak çeşitli sorunlar yaşamakla birlikte, yönünü Avrupa üniversite modeline çevirmişti. Bununla birlikte 1980’de 12 Eylül askeri darbesinin ve 2547 sayılı yasa ile üniversiteler Anglo Sakson

modele kaydırılmıştır. Türkiye’nin bu modele yönelmesi 1947 yılına kadar götürülebilir. 2. Dünya Savaşı sonrasında ideolojik olarak DTCF tasfiyesi yaşanmıştır. Aynı süreçte köy enstitüleri kapatılmış, öğretmen okullarının önemi azaltılmış, daha geleneksel müfredatlar ve liberal batı tipi fakülteler açılmıştır.1977’de hazırlanan 4. Beş Yıllık Kalkınma Planı Eğitim Raporu’nda, 1981’deki YÖK’e yakın bir model öneriliyor. Bu model Bologna süreciyle de pek çok benzerlik taşıyor, üniversitenin bütünlüğünün korunması, kaynakların dengeli dağılımı gibi. Ancak bu model hem ideolojik hem de idari-akademik-mali yönetim anlamında 80 darbesi sonrası uygulanabilmiştir. Küresel piyasaların tek belirleyen haline gelmesinden sonra 2001’de bu sürece dahil olunmasıyla bugünkü halini almıştır. - Bologna sürecinin üniversite bileşenleri açısından nasıl değerlendirmek gerekiyor? - Bologna sürecinin, eğitim paketleri ve bilgi metalarını üreten ekonomik bir sektöre ve sürekli düzenli verimlilik hesaplarının yapıldığı bir işletmeye, öğretim elemanlarını parça başı ya da götürü yöntemle iş yapan güvencesiz bilim işçilerine, öğrencileri ise bir yandan müşterilere, öte yandan da ‘homo ekonomus’ ve ‘homoteknikus’a dönüştürme projesi olduğunu görmek gerekiyor. Sürecin anlaşılması ve benimsenmesi için çalışmalar çoktan başlamış, ağır adımlar atılarak ve ihtiyatlı söylemler kullanılarak, “başka yol yok” anlayışının da katkısıyla bu süreç tüm kesimler tarafından tartışılması bile anlamsız hale getirilmiştir. Kısaca kapitalizm üniversitelerde doğasının gereklerini yerine getirmeye başlamıştır. Üniversite bileşenleri açısından doğabilecek tehlikeleri başlıklar halinde belirtmek gerekirse öncelikle bilimden bahsetmek gerekiyor. Avrupa Birliği çerçeve programları, gerek üniversite içinde gerekse dışında, bilim ve teknoloji gündemini, üretim ve birikim rejiminin ihtiyaçları yönünde biçimlendirmektedir. Bu sürecin sunduğu araştırma öncelikleri ağırlıklı olarak tekno-bilime yönelik olduğu görülmektedir. Sözü edilen araştırma öncelikleri, bütün olarak ulusal ve çok uluslu şirketlerin ihtiyaçlarına dönük olmakla birlikte AB kaynaklı sermaye gruplarını rekabette üstün kılacak biçimde tasarlanmasının önünü açmaktadır. Yani araştırmalar, büyük sermaye gruplarının kendi arasındaki rekabette de kullanılmak istenmektedir. Kurumsallığın karşısında üniversitelerin piyasaya teslimiyeti de başka bir başlıktır. Piyasa

Bologna süreci; “Tüm dünya yükseköğretim ve üniversite anlayışı, kurum ve organizasyonunun, piyasa öncelikleri ve sermayenin küreselleşmesi temelinde, tüm emek, öğretmen, akademisyen ve araştırmacı gücünü metalaştırmak üzere, ABD Anglo Sakson modeline uygun şekilde yeniden düzenleyerek; akademisyenlerin özerk varlığını (üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri) özgür düşünceyi, gerçeği aramanın farklı yollarını, farklı bilme biçimlerini ortadan kaldırma sürecidir.”

13


ile ilişkilerin geliştirildiği üniversitelerde, öğrenciler hizmet alıcısına, öğretim üyeleri ise hizmet satıcısına dönüşmektedir. Bir diğer önemli başlık ise üniversitelerde esnek üretim, esnek ve güvencesiz çalıştırma. Bu başlığı, emek-sermaye ilişkisini belirleyen bir düzenleme olarak irdelemek gerekir. Öğretim elemanlarının emek süreci ve iş örgütlenmesini, emek gücünün nitel ve nicel istihdamını ve emeğin üretimde denetim olanaklarını ifade eden yeni bir emeksermaye ilişkisi tasarlanmaktadır. Türkiye’de yaşanan yapısal dönüşümlerin ortaya koyduğu en önemli sorun, üniversite emekçilerinin esnek ve güvencesiz olarak çalışmaya teşvik edilmesidir. İş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla akademik özgürlükler ipotek altına alınmakta, muhalif ve eleştirel bilim insanlarının egemen ideolojiye, YÖK sisteminin otoriter hiyerarşisine ve üniversitelerin muhafazakarlaşma yönündeki piyasacı dönüşümüne ses çıkarmaları engellenmektedir. Öğretim elemanlarının emekçi sınıfların işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, doğanın tahribatı gibi sorunlarından koparılarak “kişisel kurtuluşa” yönlendirilmesi de karşı karşıya kalınan tehditlerden belki de en önemlisidir. - Yeni YÖK yasa tasarısı gündeme getirildi. Bu tasarı da üniversitelerin her anlamda yeniden düzenlenmesini içeriyor. Sizce Bologna süreci ile yeni YÖK yasa tasarısı arasında bir bağlantı var mıdır? - Bu oldukça önemli bir soru. Biz Bologna sürecini, Türkiye’de uygulanan neoliberal ekonomi modeline üniversiteleri uyumlulaştırma süreci olarak yorumluyoruz. Bu ne demektir? Bu şudur: Üniversitenin yerel, ulusal, küresel piyasalarla, belli işlevler çerçevesinde uyumlulaştırma projesidir. “Peki önceden farklı mıydı?” diye soru yöneltebilirsiniz tabi. 80 öncesinde üniversiteler sosyal devlet ya da refah devletinin kurumlarından biriydi. Yükselen sınıf mücadelesinde de emekçi sınıfların belli ihtiyaçlarına da karşılık verebiliyor idi. Piyasalarla ilişkisi vardı ancak sermaye sınıfının istediği düzeyde bir ilişki değildi, daha sınırlı bir ilişki idi. Üniversitelerin kaynaklarını devletten almakla birlikte, asıl yönünün halka dönük, toplumun sorunlarına dönük olması temenni ediliyordu. Oysa ‘80 sonrası dönemde üniversitelerin bilinçli bir biçimde piyasalarla uyumlulaştırılması çalışmaları başladı. Bologna süreci de 2000’li yıllardan itibaren Avrupa üniversitelerini bu doğrultuda dönüştürme projesi olarak başladı ve Türkiye bu sürece çok kısa bir süre içinde eklemlendi. Avrupa’da Bologna süreci gönüllülük zemininde yürüyordu. Yani siyasal iktidar, üniversiteleri yerel, ulusal, küresel piyasalara eklemleme niyeti taşırken, bu, üniversitelere öneri gibi getirildi. Üniversiteler de bunu gönüllülük zemininde daha uzun bir zaman dilimine yayarak, tartışarak “buna uyum sağlayan üniversiteler, uyum sağlamayan üniversiteler, zorlanan üniversiteler” diye ayrıştılar. Fakat Türkiye’de bu süreç böyle olmadı. Bologna sürecine gidip, imzayı bizzat Milli Eğitim Bakanı –eğitim bakanları katılıyor bu toplantılara- atıyor. Bologna süreciyle ilgili hemen hemen bütün deklarasyonlar, bildiriler YÖK’ün sayfasında yayınlanıyor. YÖK’ün çıkardığı her şey, emir telakki edildiğinden Türkiye üniversiteleri bu konuda tartışmadan, Avrupa’da olan her şeyin iyi olduğu düşüncesinden hareketle hayata geçirilmeye çalışıyor bu düşünceler. Bologna sürecinden az önce bahsettik; üniversite bileşenleri açısından neleri barındırdığından. YÖK yasa taslağının, Bologna süreciyle çok yakından bağlantısı olduğunu görüyoruz. Yeni YÖK yasasına dair, üniversitelere gönderilen metnin küresel rekabette Türk üniversitelerini ileriye götürmek, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üniversiteleri bu sürece uyarlamak, yükseköğretimin kaynaklarını çeşitlendirmek, üniversite çalışanlarını sözleşmeli ya da güvencesiz koşullarda çalıştırmak gibi önerilere büyük ölçüde yer verdiğini görüyoruz. Şöyle bir söylem var: YÖK’ün eski statüsünü sarstık, üniversiteleri de en azından mali anlamda özerk kıldık diyen bir söylem, bir savunma var. Fakat bunun gerçek olmadığını görüyoruz. Özellikle üniversiteleri ikiye ayırıyor: Kurumsallaşmış üniversiteler ve kurumsallaşmamış üniversiteler. Kurumsallaşmış üniversiteler, bildiğimiz büyük üniversiteler, öğrenci sayısı çok, öğretim üyesi sayısı çok. Bir kriter daha var; tek başına gelir yaratma potansiyeli olan üniversiteler. Harçlar üzerinden, döner sermayesi üzerinden veya kuru gelir üzerinden gelir

14

yaratabilen üniversiteleri kurumsallaşmış üniversite olarak ele alıyor. Bunun karşısına da yeni kurulan, küçük kent üniversitelerini ise kurumsallaşmamış üniversite olarak görüp YÖK ile ilişkilerini farklı bir biçimde düzenliyor. Türkiye’deki bu büyük kent üniversitelerinin öğrenciyi özgürleştirdiği, öğretim üyesinin mahalle baskısına çok maruz kalmadığı büyük kent üniversitelerine bir kurul, bir konsey getiriyor. Bu konsey, üniversite konseyi olarak adlandırılıyor ve özel ve vakıf üniversitelerinin mütevelli heyetlerine benzer bir yapıda. Üniversite konseyi, rektörleri ve dekanları seçiyor ve atıyor. Yani üniversitenin özyönetim, özerklik, yani kendi yöneticilerini seçme potansiyelini ortadan kaldırıyor. Bu konsey 11 kişiden oluşuyor: 5 üye, üniversitenin farklı fakültelerinden, herhangi bir yönetim görevi bulunmayan öğretim görevlilerinden; 2 üyesi bakanlar kurulu tarafından seçiliyor. Bunun yanı sıra 2 tane üye, YÖK tarafından ama bu üniversitede profesör olanlardan bir görevlendirme bu. Kaldı iki üye. Bunlardan biri üniversitenin mezunlarından. Ama sıradan bir mezun değil bu, tahmin edilebileceği üzere. Bu üye büyük ölçüde ya parasal gücü ya da toplumsal gücü olan bir mezun, yani Ankara Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası mensubu gibi bir mezun. Bir diğer üye de, üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi veren kişi yani sermaye sınıfından biri. Ya da üniversiteye büyük ölçüde bağış yapan kişi. Kısaca üniversite konseyinde sadece 5 kişi üniversite bileşeni, diğerleri 6 kişi. Bu tabloya baktığımızda şu yorumu rahatlıkla yapabiliriz. Burada siyasal iktidar ve egemen güçlerin lehine bir konumlandırma ve pozisyon var. Bunu, üniversitenin kendine ilişkin kararları kendinin veremediği, toplumun, Kant’ın deyişiyle derin bilgisi olan öğretim üyelerinin kendi kendisini yönetmelerine bile tahammül edemediği, üniversiteyi büyük burjuvazinin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemek için bu çaba içerisine girildiğini açık olarak gösteriyor. Üniversitenin bileşenleri bu yapının içerisinde yok, yani öğrenciler yok, öğretim üyeleri çok sınırlı bir düzlemde var, idari personel yok. Dolayısıyla üniversite, bildiğimiz bir anlamda üniversite olmayacak. Muhtemelen özel ya da vakıf gibi çalışan bir üniversite olacak. Öğrenci, bir manava gidip, parasını verip bir meyve ya da sebze aldığı gibi üniversiteye gidip fiyatını ödeyip bir diploma satın aldığı kurumsal bir yer olacak üniversiteler. Bunu da az önce sözünü ettiğim tehditler, bu yasa taslağı içinde de var. O yüzden buna da dikkat etmek gerekliliği var. Ben, bu yasa taslağını inceledim ve hangi kavramın kaç kez kullanıldığını yazdım. Yani vurgulanan kavramlar hangileri? Taslakta kalite kavramı, yani bir mal ve hizmeti kaliteli diye satma anlayışı üzerinden kalite kavramı 36 kez geçmiş. Paydaş kavramı 8, rekabet kavramı 13 kez kullanılmış. Hesap verebilirlik 10 kez, performans 12 kez, gelir ve finans 10 kez, uluslararası kavramı 12, küresel kavramı 6 kez, Yükseköğretim kavramı 169 kez, değerlendirme kavramı 27 kez kullanılmış. Değerlendirme burada denetim ve kontrolün yumuşatılmış hali olarak kullanılıyor taslakta. Stratejik plan kavramı da 6 kez kullanılmış. Oysa bizim insan toplum ve doğanın yanında olan üniversite tahayyülümüzde başka amaçlarımız var. Mesela biz, çeşitliliğimizi sağlayan ama dayanışmacı bir birlik isteriz, akademik özgürlükler ve üniversite özerkliği isteriz. Deriz ki; toplumun böylesine bilgiye yakın bir kesimi, bırakın kendine ilişkin kararları kendi versin, güvenilsin bu kurumlara. Ve bu yolla da içeride özgür düşünce filizlenebilsin, birlikte tartışılsın, yeni fikirler ortaya çıkabilsin. Özyönetim ve öz değerlendirme isteriz. Kamusal finansman isteriz; kaynakların devletten geldiği. Çünkü parayı verenin düdüğü çaldığı bir sistemde yaşıyoruz, bunu bir dönemin başbakanı üniversiteyle ilgili bir tartışmada “ parayı veren düdüğü çalar, parayı ben veriyorsam, düdüğü de ben çalarım” demişti. Oysa üniversite kaynağı kamudan alıp, üniversitenin kendi iç dinamikleri ve bütün bileşenlerinin kararıyla o kaynağı kullanabilmeli. Böyle bir kamusal finansman istiyoruz biz. Yine öğretim ve araştırmada nitelik elbette bizim de isteklerimizin arasında. Öğretim ve araştırmayı ayrılmaz bir bütün olarak alıyoruz biz. Neden? Çünkü, kapitalist toplumda toplumsal iş bölümü öylesine daraltılıyor ki, insanlar tek bir işi yapan, çok yönlü olarak kendini geliştiremeyen, müthiş bir potansiyel olmasına rağmen sakatlanmış bireyler olarak yetiştiriliyor. Taslakta


öğretim ve araştırmanın bazı üniversiteler için birbirinden ayrılabileceği öne sürülüyor. Bunu bazı öğretim üyelerinin sadece araştırmayla, bazılarının ise sadece öğretmenlik yapması gibi bir şekilde konuşlanacağını, ve mesleki doyum açısından bir mesleği çeşitli yönleriyle kişiyi besleyip mesela araştırdığını bir sunum içerisinde paylaşmak gibi olanakları da ortadan kaldırdığını görüyoruz. Bazen sunum içerisindeki tartışmalardan da araştırma sorunsalı doğabilir. Bazen öğretmenlik araştırmada bir yöntem olarak da kullanılabiliyor. Bu taslak yürürlüğe girerse biz araştırmacılar ve öğreticiler diye ayrılacağız. Bu da kapitalist işbölümünün sonucundan doğan bir şey. Oysa bizim tahayyülümüzdeki üniversitede araştırma ve öğretim birbirini tamamlar, topluma hizmet de bunları tamamlar. Bu üçü birlikte el ele giderler. Bizim üniversite tahayyülümüzdeki kavramlara baktık taslakta ne kadar geçiyor diye: akademik ve bilimsel özgürlükler 1, özgürlük ve öz yönetim 0, katılım 0, insan 3 kez geçiyor. Doğa kavramı 0, ki ekolojik felaketlerin sinyallerini aldığımız bir dönemde, üniversite gibi bir yapının doğa-insan sorunları, doğa-insantoplum momentindeki sorunları yakalayabilmesi gerekir. Ama yasa taslağında buna dair bir kavram dahi yok. Demokratik kavramı 1 kez, evrensel kavramı 2, ulusal kavramı 10 kez, üniversite kavramı 114 kez geçiyor. Eşitlik, insanlık, adalet kavramları 0. Kültür kavramı 4 kez geçiyor sadece, ki üniversite kültür merkezi olarak anılır, eski bilgilerin saklandığı yerlerdir üniversiteler. Toplum kavramı 14, kamu kavramı 6 kez, kadrolu kavramı 6 kez, bilim insanı kavramı sadece 1 kez geçiyor. Dolayısıyla yeni YÖK yasa tasarısı, Bologna sürecinin beklentileriyle, içeriğiyle son derece uyumlu. Küresel örgütlerin, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket eden, sermaye iktidarının çıkarabileceği bir yasa. Yani bu yasa bu sınıfların çıkarına uygundur. Oysa biz emekçi sınıfların, başka bir üniversiteye ihtiyacı var. Bu üniversite, onu kendisine, toplumuna yabancılaştırmayacak, onu çokluğu, çeşitliliği vermesini sağlayacak, çocuğu ve genci tek bir mesleğin içine hapsetmeyecek, onu pek çok bilgi kümesiyle karşılaştıracak, bu çok yönlülük içerisinde öğrencinin çok güvendiği bir potansiyelinin gelişebileceğine inandığımız ve yaptığı işi keyif alarak, severek yapacak ve kendini ve dünyayı anlamaya çalışacak bir gençliği yetiştirecek bir üniversite istiyoruz biz. Ama bugünkü üniversite, öğrenciler için de çok sıkıcı bir mekân. Dar bir bilgi kümesinin giderek daralan bilgileriyle karşılaşacağı için bu gençler, bir tükenmişlik, bir yabancılaşma duygusunu daha çok yaşayacaklar. Kısaca bu yasa Bologna sürecinin bütün tenkitlerini içinde barındırıyor. Ben şundan ürküyorum: Burs sistemi iyi çalıştırılmazsa, özel üniversiteler açılmasını teşvik ediyor. Belli toplumsal sınıfların, yani orta-üst ve üst gelir gruplarından insanların çocukları bu okullara giderken, ayrıcalıklı dediğimiz kurumsallaşmış üniversitelere de bu üst gelir gruplarının çocukları gidebilecek. Ama emekçi sınıfların çocuklarına kalan üniversiteler, kurumsallaşmamış, yeni kurulan üniversiteler olarak karşımıza çıkacak. Bu üniversitelerin de

henüz üniversite olma özelliğini, henüz geleneklerinin yerleşmemesi nedeniyle, baskının olduğu yerler, resmi ideolojinin etkisinin yoğun olduğu yerler, çok yönlü çok kültürlü, evrensel, geniş bir ufuktan bakan bireylerin yetişemeyeceği yerler olması nedeniyle belli kaygılarım var. Kuşkusuz bu, üniversitenin gelişmesini de içerir, ama belli bir toplumsal sınıfın güdümündeki üniversite emekçi sınıflardan kopuk olduğu ölçüde kendi ihtiyaçları çerçevesinde bu üniversiteleri şekillendirecektir. Bu nedenle üniversitenin bütün bileşenleri bu mücadeleye mutlaka katılmak zorundadır. Öğrenciler bu mücadelenin bir parçası olmalıdır. Avrupa’da bu sürecin başından beri paralı eğitime, ticari eğitime karşı yürütülen bir mücadele var öğrenciler tarafından. Türkiye’de de kuşkusuz bu mücadele var ama çok canlı değil, daha soluk bir görüntü sunuyor. Öğrenciler, öğretim üyeleri ve idari personeli bekleyen tehlikelerden az önce bahsettik. Onlar da parasız eğitim, özerk-demokratik üniversite mücadelesinin bir parçası olmalıdırlar. Üniversiteler bizimdir, ve bizim isteklerimiz, ihtiyaçlarımız doğrultusunda, emekçi sınıflar lehine şekillenmelidir. Yasanın geliş biçimi de önemli. Bütün üniversitelerden görüş isteniyor kısa bir süre içerisinde. Öğretim üyelerinin yoğunlukları içerisinde, bu kadar kısa sürede görüş belirtmeleri mümkün değil. Bu nedenle üstün körü yanıt verme gibi ya da hiç yanıt vermeme gibi eğilimler de olabilir. Ama siyasal iktidar şunu diyecek ‘ben katılımcıyım yeterince, üniversitelerden görüş istedim, onlardan gelen görüşler doğrultusunda ben bunu yaptım’ diyecek. Ama bu gerçek bir demokratik süreç değil. Son derece göstermelik bir süreç. Bu yönüyle de kamuoyunun dikkatle izlemesi gereken bir süreç var. Emekçi sınıfların yani bizim giremediğimiz hastaneler, marketler, alışveriş merkezleri varsa emekçi sınıfların çocuklarının, bizim çocuklarımızın giremediği üniversiteler de olacak. Bunu insanlığın gelişimi ve uygarlık projesi açısında çok geriletici bir çaba olarak görüyorum. Piyasanın gözü kör, kar hırsıyla hareket eden güçlerinin üniversiteyi şekillendirmesi uygarlık projeleri üretmeyecektir. Belki bilgi ve teknoloji gelişecek ama hayatlarımız gittikçe yoksullaşacak. Teknoloji ne kadar ışıltılı hale gelirse iç dünyamız o kadar soluklaşacak. Yine siyasal iktidarların kendilerini siyaset üzerinden çok dayattığı bir üniversite anlayışı. Bugün muhafazakârlık, bugün milliyetçilik, başka bir gün başka bir gücün üniversiteleri teslim almasına izin vermememiz gerekiyor. Üniversitelerin kendi güçleri, dinamikleri var. Ve büyük insanlık projeleri var, bu projelere sadık kalınması gerektiğini düşünüyorum.

15


Bologna süreci üzerine II

Bir önceki yazımızda, Bologna Sürecinin kendisini bir ihtiyaç olarak dayatan nesnel-tarihsel süreci irdelemiştik. Bu yazıda da Bologna Süreci’nin somut uygulamalarını ele alacağız.

Üniversitelerin “özerkleştirilmesi”

Bu bağlamda kendisini dayatan ihtiyaç ise, üniversite ile sermaye arasındaki işbirliğinin kuvvetlendirilmesi ve organik bir hale büründürülmesiydi. Bu sayede üniversiteler, ilişkide bulunduğu sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üretimlerde bulunacak ve daha ileri bir teknoloji ile üretimin olanakları yaratılacaktı.

Bologna Süreci’nin temel amaçlarından birisi, Avrupa sermayesinin sırtında kambur oluşturarak, onun uluslararası alanda rekabet gücünü azaltan eğitim maliyetlerinin, eğitimin ticarileştirilmesi yoluyla işçi-emekçi kitlelerin sırtına bindirilmesini sağlamak idi. Bu noktada yükseköğrenimin kendisi piyasalaştırılarak ve insanların para ile satın alabildiği bir meta haline getirilecekti. Bu amaç doğrultusunda harekete geçen egemenler, amaçlarına ulaşırken, uzun yıllardır gençlik hareketinin temel taleplerinden birisi olan “özerk üniversite” talebini kimliksizleştirmeye çalıştılar. Üniversitelerin özerk olması gerekliliği üzerinden tartışmalar yürüten burjuva sınıfın temsilcileri, üniversitelerin özerkliğini mali özerkliğe indirgediler. Mali özerklikten kasıtları ise, devlet tarafından üniversitelere yapılan yatırımların durdurularak, üniversitelerin kendi bütçelerini kendilerinin yaratmalarından başka bir şey değildir. Yani mali özerkliğe sahip üniversite, kendi mali kaynağını kendisi yaratan ve yaratmış olduğu mali kaynağı kullanma noktasında bağımsız olan üniversitedir. Bu noktadan hareketle kendi öz kaynakları ile üniversiteleri finanse etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalan üniversitelerde, üniversite için tüm hizmetlerin paralı hale getirilmesi, üniversiteye ait zenginliklerin özelleştirmeler yolu ile sermayeye peşkeş çekilmesi gibi uygulamalar da daha hızlı bir şekilde yaşanır olmuştur.

Üniversite sermaye işbirliği ve mütevelli heyetleri

16

Bologna Süreci’nin kendisini dayatan nesnel

gerçekliklerden bir tanesi de, Avrupa emperyalizminin, teknoloji alanındaki hegemonyayı elinde bulunduran ABD ve Japonya emperyalizmine karşı konumlanması zorunluluğu idi. Bu bağlamda kendisini dayatan ihtiyaç ise, üniversite ile sermaye arasındaki işbirliğinin kuvvetlendirilmesi ve organik bir hale büründürülmesiydi. Bu sayede üniversiteler, ilişkide bulunduğu sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üretimlerde bulunacak ve daha ileri bir teknoloji ile üretimin olanakları yaratılacaktı. Kuşkusuzdur ki, üniversitelere dayatılan mali özerkliğin kendisi, üniversitelerin sermaye ile bu ilişkileri kurmasının maddi zeminini güçlendirmiştir. Mali özerklik dayatması karşısında kaynak arayışlarına itilmiş olan üniversiteler, bu sorunu nihai olarak, sermaye ile sağlanılan işbirlikleri ekseninde çözmüştür. Bu çözüm, gerisin geriye üniversitelerdeki dönüşümün de niteliğini belirlemiştir. Üniversitelerdeki tüm dönüşüm o sermaye grubunun ihtiyaçları ekseninde ilerletilmiştir. Örnek vermek gerekirse eğer, ders müfredatları ya da ders içerikleri bile sermayenin ihtiyaçları dâhilinde esnekleştirilmişdönüştürülmüştür. Hatta günümüze kadar şirketlerin AR-GE’sinde yapılan araştırmalarla sağlanılan teknolojik gelişim, üniversite bünyesinde oluşturulacak teknoloji geliştirme bölgeleri ya da teknokentlere aktarılmıştır. Mali özerklik ve sermaye ile işbirliği uygulamaları ile sermaye artık üniversitelerin dolaysız bileşeni haline getirilmiştir. Bu haliyle üniversite yönetimlerinde de bir takım reformların yapılması gerekmektedir. Bu reformun en genel çerçevesi ise sermayenin, üniversitenin öz bileşeni olarak tanımlandırılması ve üniversite yönetimlerinde dolaysız bir şekilde yer almasının olanaklarını yaratması oldu. Bu noktadan hareketle, Bologna Süreci dâhilinde üniversitelerin, kurulacak olan Mütevelli Heyetleri ile sermayenin doğrudan üniversite yönetimlerinde olması hedeflendi. Bu mütevelli heyetlerinde, üniversiteyi mali açıdan en çok finanse eden şirketler


sıralamasında en çok parayı verenler, ildeki vali emniyet müdürü ve akademisyenler olacaktır. Bu şekilde kurulacak bir danışman kurulu ekseninde üniversitelerin yönetilmesi amaçlanmaktadır ve bu uygulamaya örnek olarak da vakıf üniversiteleri gösterilmektedir. Koç ve Sabancı Üniversitesi’nin mütevelli heyeti ise bizlere ileride devlet üniversitelerin kimler tarafından yönetileceğine dair ipuçlarını vermektedir. Sabancı Üniversitesi mütevelli heyeti,. Güler Sabancı – Sabancı Holding Başkanı, Prof. Dr. Nihat Berker – Sabancı Ünivesitesi Rektörü, Dr. Can Peker – BOY Yönetim Hizmetleri Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı, Halis Komili – Komili Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı, Hayri Çulhacı – Akbank Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı, Muharrem Kayhan – Söktaş Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, , Prof. Dr. Sadık Esener – NanoTümör Merkezi, University of California at San Diego, Sevil Sabancı – Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Suzan Sabancı Dinçer – Akbank Yönetim Kurulu Başkanı isimlerinden oluşmaktadır. Yani üniversiteler, ülkedeki işçi-emekçilerin kazanılmış haklarına göz dikenlerin, maliyetleri düşürmek amacıyla doğayı katledenler, kendi basını-medyası ile kadını cinsel bir öğeye dönüştürerek ikincil insan konumuna itilmesini sağlayan ideolojik bombardımanı yaptıranlar, karını arttırmak adına güvenlik önlemlerine önem vermeyerek iş kazalarında binlerce işçinin ölmesine neden olanlar ya da buna göz yumanlar, biz öğrencilere geleceksizliği-işsizliği dayatanlar tarafından yönetilecektir. Ayrıca her türlü bilimsel bilginin üretim alanı olan üniversitelerin yönetimlerinde vali ve emniyet müdürlerinin olması da mütevelli heyetlerinin aynı zamanda gençlik hareketini bitirme amacıyla hareket edeceğini göstermektedir.

Öğrenci konseyleri Bologna Süreci ile birlikte hayata geçirilecek olan uygulamaların gençlik içerisinde yaratacağı öfkeyi bastırmak, kitleselleşmeden engellemek yada oluşabilecek gençlik hareketinin düzen içi alanlara yönelmesini sağlamak için iki önemli önlem alınmıştır. Bunlardan birisi az önce tartıştığımız üzere mütevelli heyetlerine emniyet müdürü ve valilerin alınması, diğeri ise öğrenci konseylerinin kurulmasıdır. Öğrenci konseyleri ile hedeflenen, devlete bağlı, göstermelik, merkezi bir öğrenci konseyi yaratmak ve bu konseyleri, öğrencilerin öz örgütlülüğü olarak yansıtarak, gençlik içerisinde meşrulaşmalarını sağlamak, bu şekilde öğrencilerin devrimci gençlik örgütleri ile arasındaki köprüleri koparmaktır. Harç zamlarının kaldırılmasının ardından devrimci-ilerici gençlik örgütleri öğrencileri alana-sokağa-mücadeleye çağırırken, öğrenci konseylerinin Tayyip Erdoğan’dan özür dilemesi bu durumu çok açık bir şekilde göstermektedir.

Eğitimin standartalize edilişi ve emek göçü Bir önceki yazımızda, Bologna Süreci ile Avrupa Araştırma Alanı ve Avrupa Yükseköğrenim Alanı’nın yaratılmasının

hedeflendiğini belirtmiştik. Avrupa Araştırma Alanı ve Avrupa Yükseköğrenim Alanı’nın yaratılması amacıyla hareket eden katılımcı ülkelerin ilk işleri ise tüm katılımcı ülkelerdeki yükseköğrenimin niteliğini eşitlemeye girişmek oldu. Hangi bölümlerde hangi derslerin okutulup hangilerinin okutulmayacağı, okutulacak derslerin içeriklerinin neleri kapsayıp neleri kapsamayacağı ve kredilerinin ne olacağı belirlenecek ve tüm katılımcı ülkelere ait üniversitelerde, yükseköğrenimdeki değişimler belirlenen bu normlara göre yapılarak eşit standartların yaratılması sağlanacak. Bu dönüşüm içerisinde, üniversitelerimizde zorunlu olarak okutulan Türk Dili ve Edebiyatı dersleri ile Türkiye Cumhuriyet Tarihi dersleri ise tarihe karışacak. 1980 askeri faşist darbesinin ardından kurulan YÖK tarafından zorunlu olarak ders müfredatlarına katılan bu derslerin okutulması, sermayenin bugünkü ihtiyaçları doğrultusunda zorunlu olmayacak. Çünkü Almanya’nın herhangi bir üniversitesinden mezun makine mühendisi ile İstanbul’daki herhangi bir üniversiteden mezun bir makine mühendisinin yükseköğrenim formasyonlarının eşitliği, bu iki mühendisin de kendi dillerini ve içerisinde yaşadıkları ulusların tarihlerini kapsamlı bir şekilde bilmeleri üzerinden tanımlanmamaktadır. Dolayısıyla bu tür dersler artık bir zorunluluk olarak okutulamayacaktır. Bu süreç sonucunda Avrupa’daki bilgi üretim süreci, katılımcı tüm ülkelerde kolektif olarak tartışılabilecek ve bilgi üretim süreci ile teknolojinin geliştirilerek üretime dahil edilmesi, Avrupa’nın, ABD ve Japonya ile rekabet edebilmesi için olanak sağlayacak. Ayrıca yükseköğrenim mezunu vasıflı emek sahiplerini aynı niteliğe ulaştırarak periferi katılım ülkelerden merkez katılımcı ülkelere vasıflı emek göçünün olanakları yaratılacaktır. Aynı zamanda, son yıllarda üniversitelerde var olan Erasmus vb. programlar ile vasıflı emeğin göç sürecinin maddi zemini hazırlamaya çalışmaktadır.

Mesleklerde dönüşüm Bologna Sürecinin bir diğer somut yaptırımı ise mesleklerdeki dönüşümdür. Her 4 üniversite mezunundan birinin işsiz olduğu günümüz Türkiye koşullarında, bu işsizliği de bir fırsat olarak kullanan sermaye sınıfı, mesleklerde dönüşümleri dayatmıştır. Eğitim Fakültesi mezunu öğretmenlere ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik, mühendislik fakültesi mezunlarına yetkin mühendislik, hukuk fakültesi mezunlarına ise stajyer avukatlık adları altında yapılan saldırılar ile mesleki dönüşümler dayatılmaktadır. Mesleklere yönelik saldırı aynı zamanda akademisyenleri de etkilemektedir. Üniversitelerde dayatılan performansa dayalı çalışma sistemi, akademisyenleri parça başı üretim yapan işçilere dönüştürmüştür. Bologna süreci dâhilinde gerçekleştirilen dönüşümlerin ülkedeki görünümleri kabaca bunlardır. Bu uygulamaların bazılarına karşı gençlik kitlelerinin eylemlilikleri gerçekleşmiş olsa da ciddi bir gençlik muhalefeti olgunlaştırılamamıştır.

Yani üniversiteler, ülkedeki işçi-emekçilerin kazanılmış haklarına göz dikenlerin, maliyetleri düşürmek amacıyla doğayı katledenler, kendi basını-medyası ile kadını cinsel bir öğeye dönüştürerek ikincil insan konumuna itilmesini sağlayan ideolojik bombardımanı yaptıranlar, karını arttırmak adına güvenlik önlemlerine önem vermeyerek iş kazalarında binlerce işçinin ölmesine neden olanlar ya da buna göz yumanlar, biz öğrencilere geleceksizliği-işsizliği dayatanlar tarafından yönetilecektir.

17


YÖK düzeni yeni taslağı piyasaya sürdü…

Gençliğin yanıtı nettir:

t i ç e g a y a s Bu ya ! z i ğ e c e y e m ver

18

YÖK başkanı Gökhan Çetinsaya Milliyet’e verdiği bir röportajda Yeni YÖK Yasası’na dair değerlendirmelerde bulundu. Yeni yasanın hiçbir ideolojinin etkisinde olmadığını savunan Çetinsaya bu yasanın demokratik olduğunu iddia etti. Yasayla birlikte akademisyenlere yönelik saldırıları meşrulaştıran YÖK başkanı “performans” sisteminin rekabeti attıracağını, böylece bilimsel gelişimin önünün açılacağını söyledi. YÖK’ün yeniden yapılandırıldığını ve darbe kalıntılarının silindiğini belirten Çetinsaya YÖK’ün protesto edilmesini ise “gençler geçmişteki yanlışları eleştiriyorlar” şeklinde yorumladı. Yeni yasanın taslağını YÖK’ün resmi internet sitesinde yayınlayan ve tartışmaya açan bu anlayış burjuva medya aracılığıyla bir demokrasi yanılsaması yaratmaya çalışıyor. Faşist darbenin ürünü olan ve gençliğin mücadelesini boğma işlevi gören bir kurumun, YÖK’ün yeniden yapılandırılacağını açıklayan Gökhan Çetinsaya, bizim belleklerimizi hiçbir cilanın silemeyeceğini unutuyor. YÖK yasasıyla demokratik siyaset kültürü gelişmiş üniversiteler yaratacaklarını söyleyen Çetinsaya birkaç ay önce yenilenen YÖK Disiplin Yönetmeliği’nin maddelerini hatırlamıyor galiba. Zira yeni disiplin yönetmeliğiyle üniversitelerde siyaset yapma hakkı idareden izinli olma koşuluna bağlanıyor. Böylece düzeni hedef alan her devrimci eylem engellenmeye çalışılıyor. Özetle yeni disiplin yönetmeliğiyle gençliğe düzen içi siyaset yapma dayatılıyor. Gökhan Çetinsaya aynı röportajında akademik özgürlüğün ve bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engel olan YÖK’ü bakın nasıl eleştiriyor: “Bu ülkede her zaman bilimsel araştırma özgürlüklerinin hesabı ödettirilmiştir öğretim üyelerine. Türkiye’deki üniversiteler toplumsal meseleler konusunda ürkekler. Seslerini güçlü çıkaramıyorlar. Yeni yasa taslağı önerisinde de ifade ediyoruz; üniversiteler iktisadi, sosyal, kültürel bütün mese-

lelere karşı duyarlı olsunlar.” Evet, söylediklerinin büyük bir kısmında haklı Çetinsaya. Ama yanıldığı bir nokta var. Yeni yasa taslağında akademik özgürlüğün önünün açılması bir yana, performans değerlendirmesiyle, aynı zamanda toplam kalite yönetimi ve acımasız rekabet mantığıyla, akademisyenler sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda “bilim” üreten birer robota dönüştürülüyor. Öte yandan disiplin yönetmeliğiyle akademisyenlerin de “siyasete bulaşması” engelleniyor. “Yeni YÖK Yasa Taslağı ile eğitim tekellerine yeni karlı pazarlar yaratılacaktır. Öğretim üyelerinden piyasa koşullarında en iyi kar getirecek metalar üretmesi istenecek, dolayısıyla piyasa koşullarında en karlı sektörlerden biri olan savaş sanayi bilim üretmesi gereken üniversitelerin asli üretim alanlarından biri haline getirilecektir. Zira yasanın maddeleri tartışmasız bir biçimde bu sonucu ortaya çıkarmaktadır. 4+4+4 eğitim sistemiyle, dershanelerin özel okullara dönüştürülmesiyle, Fatih projesiyle, Bologna süreciyle, Yeni YÖK Yasa Tasarısı ile amaçlanan krizde olan kapitalist sisteme soluk aldırmaktır. Tüm bu saldırı paketleriyle üniversiteler ticarethaneye, öğrenciler müşteriye, akademik ve idari personel ise ücretli köleye dönüştürülmektedir.” (Kamu Emekçileri Bülteni) Öte yandan yeni yasanın hiçbir ideolojinin etkisinde olmadığını savunan Çetinsaya bunu da yasadan Atatürkçülükle ilgili ifadelerin çıkarılması ile gerekçelendiriyor. Yıllardır zorunlu olarak okutulan Atatürk İlke ve İnkılapları dersi de üniversite senatolarının inisiyatifine bırakılıyor. “İsteyen İnkılap tarihi, isteyen Medeniyet tarihi okutsun.” diyor. Ancak bu değişiklik öğrencilerin her koşulda resmi tarih dersini zorunlu olarak almasını ortadan kaldırmıyor. Bu hamlenin düzen içi hesaplaşmalarla ilgili olduğunu anlamak hiç de zor değil. Bu değişikliğin; AKP’nin YÖK’ü yeni-


den yapılandıracağı söylemleri ve bu söylem doğrultusunda atılan adımlar, türban tartışmaları, dindar-kindar nesil gayesi ile doğrudan bağlantısı olduğu açık. Bunun yanında eğitimin sermayeye daha fazla açılması gündemdeyken devreye sokulan bu taslağın sermayedarların istekleri göz önünde bulundurularak “daha çoğulcu ve kapsayıcı” olarak düzenlenmesi oldukça anlaşılır. Ne de olsa sermayenin “dini-imanı ve ideolojisi” elde edeceği kar üzerine kuruludur. Sermaye düzeni ve iktidarda bulunan burjuva sınıfı, her zaman için sınıf bilinçli ve ideolojik davranmaktadır. Bu nedenle Gökhan Çetinsaya’nın söylediği gibi yeni taslak ideolojik olmayan bir taslak değildir. Sermayenin ihtiyaçları ve ideolojisi çerçevesinde üniversitelere dayatılan bu taslak; üniversitelerin ticarileştirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Peki, mevcut YÖK yasası bu politikaların önünde bir engel miydi? Elbette hayır. Üniversitelerin ticarileştirilmesi, yıllardır yürürlükte olan paralı eğitim uygulamalarıyla, Bologna süreciyle, vakıf üniversiteleriyle, dershanelerle zaten gündemdeydi. Ancak bu taslakla süreç hızlandırılıyor. Patronlara vakıf kurmadan üniversite açabilme ve işletebilme yetkisi tanıyan bu taslak devlet üniversitelerinin başına da sermaye temsilcilerini getiriyor. Rektör atamasını, 11 kişiden oluşturulan ve üyelerinin hayli tartışmalı olduğu bir konseye devrediyor. Yeni taslakla öngörülen değişim bunlarla sınırlı kalmıyor. Mali esneklik adı altında üniversitelerin özerkliğinin tamamlanacağı söyleniyor. Tamamlanması düşünülen “özerklik” kavramını idari ve akademik açıdan düşündüğümüzde öğrencilerden ve akademisyenlerden özerk olduğunu anlamak zor olmuyor. Ancak mali açıdan düşündüğümüzde üniversiteler sanırız yalnızca devletten “özerk” oluyor. Daha açık bir biçimde ifade edecek olursak idari ve akademik olarak özerk olmayan üniversiteler, mali olarak özerk hale getiriliyor. Yani üniversitelerin mali yükü devletin sırtından indiriliyor. Bu da öğrencilerin daha fazla paralı eğitime mahkûm edilmesi anlamına geliyor. Harçların kaldırılması oyunu ile birlikte düşünüldüğünde parçalar tamamlanıyor. Yani en temel insani hak olan eğitim hakkı bu yasayla birlikte gasp ediliyor. Üniversitelerin kurumsallaşması adı

altında büyük üniversiteler pazara sunuluyor. Böylece “daha kurumsal ve gelişmiş” olan üniversitelerin daha yüksek meblağlara “bilgiyi ve eğitimi” satması tasarlanıyor. İşçi-emekçi çocuklarına ise “Herkes üniversite okumak zorunda değil” denilerek taşra üniversitelerinden verilen diplomalarla ucuz işgücü olarak köle pazarlarına “diplomalı köleler” olmak kalıyor. Böylece yasaya yönelecek tepkiler bastırılmaya çalışılıyor. Bu kadar kapsamlı saldırıları içeren bu taslak ne yazık ki öğrenci gençlik içerisinde ya da taslağın muhataplarından olan akademisyenler cephesinde aynı kapsamda tartışılmıyor. Yalnızca ileri gençlik kesimleri ve sendikalı akademisyenlerce eleştirilen taslak henüz etkili bir mücadeleye konu edilebilmiş değil. 6 Kasım protestolarında öne çıkan “YÖK’e, YÖK düzenine ve Yeni YÖK Yasa Taslağına Hayır” şiarını ve Eğitim Sen Üniversiteler Şubesinin önemli ve anlamlı çabalarını dışta tutarsak yasayı geri püskürtebilecek mekanizmalar yaratılamamış durumda. Aralık ayında meclisin gündemine gelmesi beklenen Yeni YÖK Yasa Taslağı’na karşı birleşik ve sonuç alıcı bir mücadelenin örgütlenmesi hayati önemdedir. Eğitim Sen’in gündeminde olan merkezi eylem, grevboykot, seminer ve paneller öğrenci gençlik cephesinden meşru-militan bir eylem çizgisiyle birleştirilmeli ve bir an önce harekete geçilmelidir. 6 Kasım eylemlerinin yarattığı deneyimle yerellerden açığa çıkarılacak tepkilerle birlikte bu taslağın tüm öğrencilerin gündemine sokulabilmesi ve üniversitenin bütün bileşenleriyle birlikte mücadele edilmesi gerekmektedir. Buradaki kritik halka ilkeli birliktelikler yaratabilmek ve gençliğin devrimci enerjisini boğacak tutumlardan uzak durmaktır. Birlikteliklerin hedefi, sermayeye hizmet eden ve üniversiteleri şirketlere, öğrencileri müşteriye, akademik ve idari personeli ücretli köleye dönüştüren yeni YÖK Yasa Taslağı, düzenin yapılandırmak istediği ve artık miadını doldurmuş, meşruluğunu yitirmiş olan YÖK ve YÖK’ü yaratan düzen olmak zorundadır. Genç komünistler bu süreçte dar grupçu anlayışları mahkûm ederek birleşik, kitlesel ve devrimci bir mücadele yaratmak için azami çaba göstereceklerdir.

Bu kadar kapsamlı saldırıları içeren bu taslak ne yazık ki öğrenci gençlik içerisinde ya da taslağın muhataplarından olan akademisyenler cephesinde aynı kapsamda tartışılmıyor. Yalnızca ileri gençlik kesimleri ve sendikalı akademisyenlerce eleştirilen taslak henüz etkili bir mücadeleye konu edilebilmiş değil.

19


Bundan öncekiler gibi IV. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı da tümüyle kolektif bir emeğin ürünü oldu. Kamp boyunca gündelik yaşam kolektif tartışmalarla gönüllülük esası üzerinden planlandı ve hayata geçirildi. Bu, kampa ismini veren Ümit Altıntaş yoldaşın “üzerine gelen kurşunu paylaşabilmek” olarak tanımladığı yoldaşlık ilişkilerinin güçlenmesinde, devrimci kimlik ve kurallı devrimci yaşamın içselleştirilmesinde oldukça faydalı bir rol oynadı. Ayrıca kampımız, devrimci bir örgüt için olmazsa olmaz bir yerde duran güvenlik önlemlerine de özel bir hassasiyet gösterdi. Örgütleniş sürecinden kampın bitişine kadar geçen tüm süre boyunca güvenlik önlemleri üzerinde titizlikle duruldu. Bu, iç illegalite kurallarına uygun bir tutumla da güçlendirildi. IV. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı çeşitli illerden genç komünistlerin katılımı ile gerçekleşti. Politik ve örgütsel açıdan başarıyla gerçekleşen Kampın tümüyle genç komünistlerin kamp, yeni dönemde genç komünistlerin yaslanacağı ve tartışmalarını özgüçlerine yaslanılarak hayata dönem boyunca referans alacağı bir etkinlik oldu. IV. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nın esas olarak iki temel hedefi vardı. geçirilmesi, “partiyle bütünleşme” Bunlardan biri, genç komünistlerin partili kimliğini güçlendirmek ve parti ile çağrısı yapan genç komünistlerin daha ileriden bütünleşebilmeyi sağlayabilmekti. Diğeri ise, partinin “bunalımlar, niteliksel gelişimine önemli bir katkı savaşlar ve devrimler dönemi” değerlendirmesi üzerinden yaptığı devrime hazırlık çağrısını kavrayabilmek, partinin girdiği bu özel süreçte genç sundu. Gündelik planlamanın komünistlerin üzerine düşen sorumluluğu ortaya koymaktı. Bu iki temel gündem kolektif tartışmalarla yapılması, üzerinden değerlendirildiğinde, kamp başarılı bir çalışmanın ifadesi oldu. ortaya çıkan sorunlara buna Kampın başarısı, ön hazırlığındaki zayıflığın görmezden gelinmesini yolaçmadı. Kampın hayata geçirildiği süreçteki tüm eksiklere, hazırlık çalışmalarındaki zayıflığa dayanan irade ile müdahale işaret edildi, bunlar sonraki kamplar için giderilmesi gereken eksiklik ve zayıflıklar edilmesi ve bu müdahalelerde olarak tanımlandı. güvenliğin temel kaygı olması, Kurallara uygun devrimci kollektif yaşam genç komünistlerin ulaştığı düzeyin de göstergesi oldu. Bundan öncekiler gibi IV. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı da tümüyle kolektif bir emeğin

IV. Ümit Altıntaş Gençlik

Part dev

ürünü oldu. Kamp boyunca gündelik yaşam kolektif tartışmalarla gönüllülük esası üzerinden planlandı ve hayata geçirildi. Bu, kampa ismini veren Ümit Altıntaş yoldaşın “üzerine gelen kurşunu paylaşabilmek” olarak tanımladığı yoldaşlık ilişkilerinin güçlenmesinde, devrimci kimlik ve kurallı devrimci yaşamın içselleştirilmesinde oldukça faydalı bir rol oynadı. Ayrıca kampımız, devrimci bir örgüt için olmazsa olmaz bir yerde duran güvenlik önlemlerine de özel bir hassasiyet gösterdi. Örgütleniş sürecinden kampın bitişine kadar geçen tüm süre boyunca güvenlik önlemleri üzerinde titizlikle duruldu. Bu, iç illegalite kurallarına uygun bir tutumla da güçlendirildi. Kampın tümüyle genç komünistlerin özgüçlerine yaslanılarak hayata geçirilmesi, “partiyle bütünleşme” çağrısı yapan genç komünistlerin niteliksel gelişimine önemli bir katkı sundu. Gündelik planlamanın kolektif tartışmalarla yapılması, ortaya çıkan sorunlara buna dayanan irade ile müdahale edilmesi ve bu müdahalelerde güvenliğin temel kaygı olması, genç komünistlerin ulaştığı düzeyin de göstergesi oldu.

Komünist gençlik çalışmasının sorunlarında açıklık!

20

Genel anlamıyla “partiyle bütünleşmek” ve “devrime hazırlık” olarak ifade edilen gündemlerle ele alınan kampta öne çıkan temel konular; yeni dönem çalışma tarzı, bu tarzın özel bir misyon yüklediği yayınlar ve bu ikisini bütünleyen bir tarzda, komünist gençlik faaliyetinde yaşanan en temel sorunların çözümünde önemli bir yer tutan kitle çalışmasının sorunları konusunda mesafe alabilmek oldu. Çalışma tarzı sorunları geniş bir tartışmaya konu edilirken, yayın cephesinde yaşanan sorunlar için ortak çözümler üretildi. Kitle çalışmasının sorunları ise hemen tüm sunumların gelip dayandığı, çözümü konusundaki yakıcı ihtiyacı hissettirdiği bir yerde durdu. - Kampın ilk sunumu kapitalizmin bilimsel eleştirisi üzerine oldu. Toplumlar tarihinin materyalist dünya görüşü ekseninde incelenmesi ile birlikte kapitalizmin ulaştığı düzey ve sosyalizmin bilimsel temellerini ortaya kondu. Sosyalizmin güncelliğine ve kaçınılmaz zaferine vurgu yapıldı. - Ekim Devrimi üzerine yapılan tartışmalarda hala aşılamayan bu proleter devrimin dersleri incelendi. Rusya proletaryasının Bolşevik Parti önderliğinde kazandığı görkemli zafer ve onu getiren süreç temel dönüm noktaları üzerinden ele alındı. Güncel süreçle bağı içinde Ekim Devrimi’ni tartışan kampımız, bu mirastan öğrendikleri ışığında “Parti, sınıf, devrim!” şiarını bir kez daha yükseltti. - Kampımız, muzaffer Ekim Devrimi ile başlayan süreci de özel olarak ele aldı. Sovyetler Birliği’nde ve devrimin zaferine ulaşan diğer ülkelerde yaşanan deneyimlerle birlikte sosyalizmin tarihsel sorunları tartışıldı.


k Kampı...

tiyle bütünleşiyor, vrime yürüyoruz! - Tartışmalar içinde komünist partisine özel bir yer ayrıldı. Türkiye sol hareketinin yaşadığı süreçle birlikte partimizin bu tarih içinde tuttuğu özel yere ve tarihsel misyonuna işaret edildi. - “Partiyle bütünleşme” çağrısı yapan kampımız, partili kimlik üzerine de anlamlı tartışmalar yürüttü. Partinin kadro adayları olarak genç komünistlerin görev ve sorumlulukları ortaya konuldu. - Geçen yıl gerçekleşen III. Ümit Altıntaş Gençlik Kampı’nda gençlik hareketinin gidişatına ilişkin olarak şu değerlendirme yapılmıştı: “2000’li yılların başında bir çıkış yaşayan gençlik hareketi, 2000’li yılların ortalarında durağanlığa mahkum olmuştur. 2009’da har(a)çlara uygulanmaya çalışılan zam, 27 Kasım ve 4 Aralık tarihlerindeki başbakan-rektörler toplantılarının ardından gelişen eylemsel süreç, 27-29 Mayıs’ta gerçekleşen UYK protestoları tepkisel çıkışları ortaya koymuştur. Bugün sermaye cephesinden yoğunlaşan saldırılar, artan baskı ve yasaklar üniversitelerde mücadele potansiyellerinin biriktiğini göstermektedir. ”Tüm bu olanaklara rağmen gençlik hareketi dağınık ve parçalı tablosunu aşabilmiş değildir. Gençlik hareketinin en önemli sorunu devrimci önderlik boşluğudur. Bu boşluğun doldurulamaması nedeniyle ortaya çıkan imkanlar değerlendirilememekte, reformizmin hareketi güdükleştiren ve imkanları kendi kanalına taşıyarak kötürümleştiren pratiği etkili olabilmektedir. Bugünün öncelikli görevi devrimci temellere dayalı bir gençlik hareketinin gelişiminin önünü açmak ve devrimci önderlik boşluğunu doldurabilecek bir kapasite ortaya koyabilmektir.” Bu değerlendirmeler ışığında kampımız bir kez daha gençlik hareketindeki devrimci önderlik boşluğuna işaret etmiş, genç komünistlerin bu boşluğu doldurma iddialarını yerine getirebilme görevine çubuk bükmüştür. - Kampımız, gençlik hareketinin ve bunun bir parçası olan genç komünistlerin yeni dönem çalışmalarına dair önemli tartışmalar yürütmüştür. Tartışmaların yoğunlaştığı temel noktalar şunlar olmuştur: a) Çalışma tarzı sorunu: Çalışma tarzı sorunu, kampın temel tartışma konularından biri oldu. Partinin III. Kongre sonrası döne döne öne çıkardığı politik önderliğe dayalı çalışma tarzı, tüm alanları olduğu gibi, partinin gençlik alanındaki çalışmasını da bağlıyordu doğal olarak. Genç komünistlerin bugüne kadar yürüttükleri çalışma tarzı düşünüldüğünde, bu tarzın partinin gençlik güçleri tarafından tartışılması ve açıklık yaratılması oldukça önemli bir yerde duruyordu. Yanı sıra, kampımız, politik önderliğe dayalı çalışma tarzının hayata geçirilebilmesinde yayınlara özel bir vurgu yapmış, yayınların bu açıdan tuttuğu yerin altını bir kez daha çizmiştir.

b) Kitle eylemlerine önderlik sorunu: Bugün genç komünistler cephesinden yaşanan sorunlardan biri de kitle eylemlerine militan önderlikte yaşanan zayıflıktır. Bu zayıflık genç komünistlerin “militanlık” konusunda sorunlu olduğu anlamına gelmemektedir. Zira her bir genç komünist, bu kimliğin bir gereği olarak saldırlar karşısında tok ve militan bir tutum alabilmektedir. Buradaki sorun, kitle eylemlerinde ortaya çıkan zayıflığın doğru bir önderlikle giderilememesidir.

21


Ön hazırlığındaki zayıflığa rağmen kampın güçlü bir içerikle gerçekleştirilmiş olması başarının yalnızca bir yanını oluşturuyor. Kampın esas başarısı, önümüzdeki dönemde burada ortaya konulan platformun hayata geçirilmesi olacaktır. Bu bilinçle genç komünistler yapılan tartışmaları çalışma alanlarına taşıyacaklar, bu tartışmaların yol göstericiliğinde çalışmayı her açıdan daha güçlü bir biçime kavuşturacaklardır.

22

Bu açıdan geçmiş dönemde yaşanan bazı faşist saldırı deneyimleri öğreticidir. Bu deneyimlerde, nicel olarak hayli zayıf olan faşist güruh püskürtülememekte ve dhevrimci siyasal faaliyetin askıya alınmasına neden olması karşısında gerekli müdahale yapılamamaktadır. Genç komünistler böylesi durumlarda devrimci önderlik misyonu ile müdahalelerde bulunmak, kitlelerin eylemine önderlik ederek sorunun çözülmesini sağlayabilmek durumundadır. Kampımız bu sorunun nasıl aşılabileceği üzerine anlamlı tartışmalar yürütmüştür. c) Reformizme karşı mücadele: Bugün gençlik hareketi reformizmin denetimi altındadır. Önceki yıl 4+1 olarak ifade edilen reformist blok son dönemde birlikteliğini kaybetse de, hareketin seyri yine de bu reformist odak tarafından belirlenmekte, gençliğin yer yer ortaya koyduğu eylemsel tepkiler reformizmin cenderesinden kurtulamamakta, böylece düzen içine sıkışıp kalmaktadır. Bu nedenle kampımız gençlik hareketinin devrimcileşmesinde bir engel oluşturan reformizmle ideolojik-politik mücadeleyi önemli bir yere koymaktadır. Yeni dönemde sol güçlerle kurulacak ilişkiyi de ele alan kampımız, birleşik mücadelenin ihtiyaçları gereği ortak örülen süreçlerin önemi üzerinde durmuştur. Geçmiş dönemin dersleri bu süreçlerin kolay yaratılamadığını göstermektedir. Gençlik öznelerinin ciddiyetsiz tutumları genç komünistlerin güç ve zamanlarının heba olmasına ve yer yer bağımsız siyasal çalışmalarının ikinci plana itilmesine neden olabilmiştir. Bu nedenle, genç komünistlerin ortak mücadele konusundaki hassasiyetlerini korumaları, ancak bu sürecin bağımsız siyasal faaliyetin önüne geçirilmesi ya da zayıflatmasına izin vermemeleri gerektiği tartışılmıştır. Önümüzdeki dönemin öne çıkan gündemleri ise, üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dönüşümünü hedef alan Bologna süreci ile Suriye üzerinden hayat bulan emperyalist savaş ve saldırganlık olarak saptanmıştır. - Propaganda-ajitasyon, örgütlenme ve eylem altbaşlıkları üzerinden yürütülen tartışmalarda kitle çalışmasının sorunları ele alınarak çözüm yolları üzerinde durulmuştur. Kitle çalışmasında mesafe alabilmenin yolunun örgütsel darlığı kırmaktan, örgütsel darlığı kırmanın yolunun da başarılı bir kitle çalışmasından geçtiğinin altı çizilmiştir. Yanı sıra Genç Sen’e ve ulusalcı gruplara

yaklaşım tartışılmıştır. - Politik önderliğe dayalı çalışma tarzı üzerinde önemle duran kampımız, bunun en temel aracı olan yayınları da bu kapsamda değerlendirdi. Partinin merkez yayın organından gençlik yayınına kadar olan araçlarının gençlik çalışması için taşıdığı anlam ve gençlik çalışmasının bu yayınlara karşı olan sorumluluğu üzerinde duruldu. Bu tartışmalar ışığında, yeni çalışma tarzıyla yayınların önümüzdeki süreçte oynayacağı özel rolün bir kez daha altını çizdi. Ardından gençlik yayının daha nitelikli hale getirilmesi üzerine tartışmalar yürütüldü ve somut planlamalar yapıldı. Gündelik bir yayın olarak işlev gören internet sitesinin faaliyeti ele alındı. Kampımız, yayın cephesinden yaşanan tüm sorunların aşılacağı yönünde bir irade ortaya koydu. Elbette bunun bugünden yarına çözülecek bir sorun olmadığını bilerek, fakat tartışılan tüm sorunların bir an önce geride bırakılması gerektiğini vurgulayarak... - Bir diğer başlık, son dönemde yoğunlaşan empenyalist savaş ve saldırganlık ve gençliğin anti-emperyalist mücadelesi oldu. Bugün daha çok Suriye üzerinden gündeme gelse de Ortadoğu’da çalan savaş tamtamlarına karşı gençlik kitlelerinin anti-emperyalist mücadelesinin örgütlenmesi gerektiği, geniş bir anti-emperyalist cephe oluşturmanın güncel sorumluluğu üzerinde duruldu. - Siyasal gündemin yakıcı sorunlarından biri olan ulusal sorun da gündemlerimizden biri oldu. Marksist-leninist teorinin ışığında ulusal sorunu tartışıldı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin anlam ve önemi bir kez daha vurgulandı. Bu genel esasların yanında ulusal sorun güncel biçimiyle de tartışıldı. Düzen cephesi ve Kürt hareketi cephesinden yaşanan gelişmeler değerlendirilerek, önümüzdeki süreçte partinin ulusal sorun konusundaki politikalarının kitlelelere taşınmasının önemine işaret edildi. *** Ön hazırlığındaki zayıflığa rağmen kampın güçlü bir içerikle gerçekleştirilmiş olması başarının yalnızca bir yanını oluşturuyor. Kampın esas başarısı, önümüzdeki dönemde burada ortaya konulan platformun hayata geçirilmesi olacaktır. Bu bilinçle genç komünistler yapılan tartışmaları çalışma alanlarına taşıyacaklar, bu tartışmaların yol göstericiliğinde çalışmayı her açıdan daha güçlü bir biçime kavuşturacaklardır. Genç Komünistler


Gençlik hareketi ve genç komünistlerin görevleri Yükseköğrenim gençliği yeni öğretim dönemine çok yönlü saldırılarla girdi. Ticari eğitim uygulamalarının hızlandığı, Bologna sürecinin uygulanmaya başlandığı, yeni disiplin yönetmeliği ile üniversitelerde siyasal faaliyetin yok edilmeye çalışıldığı bu sürece harçların kaldırılması yanılsaması eşlik etti. Cemaat örgütlenmelerinin açılış döneminde üniversitelere hücum etmeleri, önümüzdeki süreçte de dinsel gericiliğin iktidar gücü olmaya dayanarak gençliği gerici abluka altına almayı sürdüreceğini gösteriyor. Yeni eğitim dönemine aynı zamanda, işçi ve emekçileri olduğu kadar gençliğini de doğrudan etkileyecek olan, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlığın yoğunlaştığı bir süreçte girildi. Gençliğe yönelik saldırıların kapsam ve yoğunluğuna rağmen, geride kalan dönemde gençlik hareketinin tablosunun bu saldırıları göğüslemekten bir hayli uzak olduğunu söyleyebiliriz. İki yıl önce “söz-yetki-karar hakkı” talebi ekseninde gerçekleşen kısmi hareketlilik geçtiğimiz döneme herhangi bir iz bırakmamıştı. Geçen yılki 6 Kasımlar ise parçalı, cansız ve ruhsuz gerçekleşmiş, dönem boyunca egemenlerin attığı kimi adımlar sessizlikle karşılanmış, dönemin ikinci yarısında bir dizi üniversitede yaşanan faşist saldırılara da güçlü tepkiler verilememiştir. Yalnızca, dönem sonunda Bologna sürecinin yansımalarına ilişkin bir dizi üniversitede gerçekleşen kitlesel eylemler, gençliğin kendiliğinden tepkisinin anlamlı örnekleri olmuştur. Sonuçta gençlik hareketinin ileri politik kesimlere daralan geri ve parçalı karakteri devam ederken, her yeni dönemde daha da geriye gidiş yaşanmaktadır. Gençlik hareketinin bu tablosunda düzenin gençliğe yönelik yılları bulan çok yönlü kuşatmasının yanısıra sol hareketin gençlik içindeki durumu da önemli bir rol oynamaktadır. Bir-iki reformist yapıyı dışta tutarsak, atalet devrimcilerinden reformistlerine kadar solun karakteristik özelliğidir. İki yıl önce reformist güçler dörtlü olarak birlikte davranırken (Kolektifler, Gençlik Muhalefeti, TKP, Emek Gençliği), geçtiğimiz yıl HDK’nin oluşması ve onun gençlik güçlerinin birlikte davranma eğilimine girmesi, bir dizi süreçte, Kolektifler, TKP, Gençlik Muhalefeti ile HDK gençliğinin ayrı davranmasına yol açmıştır. Bu tabloda Kolektifler ve HDK daha özel bir yer tutmaktadır. Kendi tarzında militan bir çizgi sergilemeye çalışan Kolektifler, gençliğin enerjisini liberal-reformist bir platforma

kanalize etmektedir. Kürt hareketinin odağında olduğu, reformistler ile kimi devrimci güçlerin de yedeklendiği HDK’nın “esnek platform” iddiası ise örgütsüzlüğün propagandasının zeminine dönüşebilmektedir. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, iddialarını yitirmiş kimi devrimci çevrelerin de tasfiyeci sürüklenme eşliğinde HDK’nin kuyruğuna takılmasıdır. Gençliğin devrimci özlemlerini ve enerjisini düzen içine kanalize ederek süreç içinde eriten reformist güçlerin uzun süreçte gençlik hareketinde daha ağır tahribatlara yolaçacağını bugünden görmek gerekmektedir. Böyle bir tablo karşısında genç komünistlerin gençlik içinde devrimci önderlik boşluğunu doldurma iddiası çerçevesinde taşıdığı misyon, her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. “Ne kadar kitlesel görünürse görünsünler, devrimci iktidar perspektifleri, buna yaşama geçirecek devrimci bir örgütsel varlıkları olmayanların, gençliğin dinamizmini devrim mecrasına akıtmak gibi bir niyetleri ve sorunları yoktur. Tüm tarihsel deneyime ve günümüz dünyasının açık gerçeklerine rağmen devrimci örgüt/parti fikrine dudak bükerek, geçici olmaya mahkum eylemsellik üzerinden “pekala partisiz de olabiliyor” diyenlerin, devrimle tek alakaları düzen bataklığında oyalanarak devrimi istismar etmek olabilir. Gençliğin devrimci dinamizmi ise devrimci mücadele için paha biçilmezdir. Bu enerjinin kabul edilemez bir ikiyüzlülükle düzeniçi saflarda heba olup gitmesini önleyecek yegane güç, gençlik alanında işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini temsil edenlerin yürütecekleri siyasal faaliyet ve devrimci örgütlenmedir.” (Ekim, Sayı: 268, Ekim 2010) Genç komünistlerin önünde, gençlik hareketinin ihtiyaçlarından yola çıkarak, gençliğin devrimci hareketini geliştirmek, bu kapsamda devrimci önderlik boşluğunu doldurmak iddiasıyla önümüzdeki sürece yüklenme görev ve sorumluluğu durmaktadır. Doğru çalışma tarzını oturtmanın önemi Geçtiğimiz yıl genç komünistler bulundukları alanlarda etkili bir politik faaliyet kapasitesi sergilediler. Özellikle ikinci dönem yürütülen kampanya süreci, çalışmanın toparlanması, gençliğin temel gündemleri ekseninde güçlü bir propaganda faaliyetinin yürütülmesi, yerellerde yürüyen faaliyetin ardından merkezi bir etkinliğin

23


gerçekleştirilmesiyle yeni bir düzeyi ifade ediyordu. Ancak, kampanya çalışmasının bu olumlu yanlarına rağmen, bir dizi alanda kampanyanın üst şiarları ekseninde propaganda çalışmasının ötesine geçilememiş ve örgütlenme ayağı zayıf kalabilmiştir. Güçlü yerel örgütlere dayanılamadığı koşullarda, genel şiarlar ve gündemler, faaliyetin yeni gelişmeler ışığında somut politikalarla yürütülmesini sınırlayabilmiş, yer yer yerellerin gerekli inisiyatifi sergilemesinin önüne geçebilmiştir. Kampanya sürecinde yoğunlaşmış bir çalışma ile geniş gençlik kitlelerine seslenilmesine ve sergilenen yoğun tempoya rağmen, sonuçların üretilmesinde yetersiz kalınmıştır. Bu tablo, çalışma tarzının ciddi bir biçimde gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Partimiz, toplam parti çalışmasına ilişkin yaptığı temel değerlendirmelerde, politik önderliğe dayalı çalışma tarzının partinin genelinde hakim kılınmasının gerekliliğini son üç yıldır döne döne vurgulamaktadır. Parti faaliyetinin başarısının öncelikle politik kavrayışı ve açıklığı gerektirdiği ifade edilmekte, her türlü sorunun politik esaslar üzerinden ortaya konulması, bu kapsamda yerel örgütlerin ve kadroların önlerinin pratik müdahalelerle değil politik olarak açılması gerekliliğinin altı çizilmektedir. İnisiyatifli ve yaratıcı yerel çalışmanın da bu tarzın oturtulmasının en temel ayağı olduğuna önemle işaret edilmektedir: “O halde, yerel örgütler planında doğru bir çalışma tarzının oturtulması, merkezi pratik müdahale beklentisinin geride bırakılmasını gerektirmektedir. Daha çok merkezi kampanyalara, araçlara ve materyallere dayalı bir siyasal faaliyet yoğunlaşması gerçekte ciddi bir zaafiyetin göstergesidir. Yukarıdan sürekli gündem, müdahale ve çalışma materyali beklenerek, inisiyatifli bir gündelik çalışma yürütülemez. Partinin belirlediği politika ve hedefleri her adımda gözeten, bunları kendi alanına yaratıcı bir biçimde uyarlayan, bu temelde hedeflere kilitlenen verimli bir gündelik faaliyet örgütlenebildiği koşullarda, ancak bu durumda, inisiyatifli bir yerel çalışmadan sözedilebilir.” (Ekim, Sayı: 277, Aralık 2011) “Partide çalışma tarzı sorunları” başlığını taşıyan bu temel değerlendirmede, doğru bir çalışma tarzı oturtulamadığı koşullarda inisiyatifli bir yerel çalışmanın hayata geçirilemeyeceği önemle vurgulanmaktadır. Sonuç olarak, partide çalışma tarzı sorunları gençlik çalışmamızı da doğrudan kesmektedir. Gençlik çalışmamızda da, partinin politik planda önderliği esas olduğu gibi, politik açıklıkla davranabilen inisiyatifli yerel örgütler de çalışma tarzının tamamlayıcı halkasıdır. Aksi takdirde, merkezi olarak belirlenmiş kampanyalara odaklı çalışma tarzı, yerelleri yer yer beklemeciliğe itebilmekte, gençlik kitlelerine sürekli ve sistemli politik propaganda götürülmesi gerekirken, faaliyet kampanya gündemlerine sıkışabilmekte, üniversitelerde yaşanan bir dizi gelişmenin üzerinden atlanabilmekte, bu arada gençliğin kendine özgü özelliklerinden biri olan inisiyatif gösterebilme becerisi de törpülenebilmektedir. Dolayısıyla, gençlik çalışmamızda bugün için öncelikli sorunumuz, merkezi politika ile yerel örgüt ilişkisinin doğru temellerde kurulabilmesi, politik açıklıklar üzerinden yerel örgütlerimizin inisiyatiflerini geliştiren bir tarz izlemelerinin sağlanabilmesidir. Merkezi gündemlere paralel olarak yerele özgü somut politikalar üretilmesi, yerelin özgün sorunları ve gündemlerinin işlenmesi, bunların yerellerin yaratıcılığı ve refleks tutumlarıyla birleştirilmesine özel olarak yüklenilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda çalışma tarzımızın bir parçası olarak kitle çalışması ve örgütlenme sorunlarında geçmiş dönemlerde yaşanan eksikliklerimiz de gözden geçirilmelidir. Bugün kitle çalışmasının üç temel ayağı açısından da ciddi yetersizliklerimiz bulunmaktadır. En rahat

24

yapabildiğimiz propaganda çalışmasında dahi bir süre sonra tekdüzelik yaşanabilmekte, bu sıradan bir “işe” dönüşebilmektedir. Oysa her çalışmamız, kitlelerle yüzyüze gelmeyi, yeni gençlerle tanışmayı, tartışmayı hedefleyebilmelidir. Ancak o zaman, çokça eleştirdiğimiz “yeterince yaratıcı olmadığımıza” dair zayıflığımızda mesafe alabilir, etkili bir propaganda çalışması örgütleyebiliriz. Ek olarak belirtelim ki, bazen propaganda çalışmasında tek yönlü davranabilmekte, hayatın canlılığı içinde öne çıkan kimi gündemler atlanabilmekte, genel gündemler ile yerel gündemleri doğru bir temelde birleştirmede zorlanılabilmekte, akademik-demokratik sorunlarla politik sorunların bağını kurmada eksiklikler yaşanabilmektedir. Örgütlenme ayağı kapsamında ise, çevre-çeperin örgütlenmesinde ve ilişkilerimize müdahalede kuşatıcı davranmakta yetersizlikler taşınabilmekte, çevre-çeper örgütlenmesi açısından önem taşıyan esnek örgütlere kalıpçı yaklaşılarak tek biçime sıkışılabilmekte ve işlevlerine uygun davranılamadığı koşullarda esnek örgütlenmeler temel örgütlerimizin yerine geçebilmektedir. Yerellerdeki değişik örgütlenmelerden devrimci temellerde yararlanmada da zayıflık yaşanabilmektedir. Kitle çalışmasındaki temel zorlanma alanlarını aşmanın yolu, politik açıklığa sahip, kenetlenmiş, inisiyatifli, faaliyeti an be an üretmeyi önüne koyan yerel örgütlerden geçmektedir. Bu kapsamda gençliğin yaşam alanlarına nüfuz edebilmenin, yerelleri iyi tanıyabilmenin, sorunlarına hakim olabilmenin önemi ise yeterince açıktır. Önümüzdeki dönem gençlik hareketinin gündemleri Gençlik çalışmamızın gündemlerine de yukarıda ifade ettiğimiz çalışma tarzı ekseninde bakmak gerekmektedir. Gençlik kitlelerini politikleştirmek ve örgütlü mücadeleye kanalize etmek temel hedefi çerçevesinde genel ve yerel her türlü gündem esas alınabilmeli, bu açıdan sürekli ve sistemli bir gündelik siyasal propaganda yürütülebilmelidir. Fakat yine de kimi temel gündemler çalışmamızda öncelikli bir yer tutacaktır. Bunlardan birincisi, ticari eğitim, Bologna süreci ve bu kapsamda bir mücadelenin örgütlenmesidir. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen Yüksek Öğrenim Kongresi ile eğitimin ticarileştirilmesinin temel bir öğesi olan Bologna sürecinin ilk adımları atılmış, üniversitelerin sermayenin doğrudan müdahalesinin ifadesi olan mütevelli heyetlerince yönetilmesine ilişkin kararlar alınmıştı. Geçtiğimiz yıl bir dizi üniversitede ilk uygulamalar hayata geçirilmeye başlandı. Önümüzdeki dönemde bu adımlar daha da hızlanacaktır. Geçtiğimiz yıl birkaç üniversitede gerçekleşen kitlesel eylemler, bu sürecin kendiliğinden tepkiler doğurabildiğini, mücadele dinamiği potansiyeli taşıdığını göstermektedir. Dolayısıyla Bologna sürecinin temel bir gündem olarak ele alınması, programın ne anlam ifade ettiğinin kapsamlı bir propagandaya konu edilmesi, atılan adımlar üzerinden etkili bir çalışmanın örülebilmesi, bu alandaki potansiyeli açığa çıkartacak eylemli süreçleri örme bakışıyla hareket edilmesi gerekmektedir. Öte yandan, Ortadoğu’daki gelişmeler, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlık, Türk burjuvazisinin Ortadoğu’da emperyalizmin jandarmalığına soyunması, ülkemiz işçiemekçilerini ve gençliğini doğrudan ilgilendirmektedir. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesini büyütmek, bu konudaki duyarlılığı açığa çıkarmak için, emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı etkin bir çalışma yürütülmelidir. Ayrıca, soruşturma-ÖGB-polis terörü, tutuklama saldırısı, faşist baskı ve terör, Kürt halkına yönelik saldırılar, dinsel gericiliğin cemaatler eliyle üniversitelerde yaratmak istediği gerici kuşatma da öne çıkan gündem başlıkları olarak karşımızda durmaktadır. Elbette tüm bu gündemleri, her bir yerelin kendine özgü gündemleriyle birleştirmeyi başarmak gerekmektedir.


En önemlisi ise, içinden geçtiğimiz süreçte, reformistlerin kitlelerin düzene karşı biriken öfkesini düzen kanallarına akıtan çizgisi, iddiasızlaşan devrimci örgütlerin reformistlerin kuyruğunda sürüklenen tabloları karşısında, gençliğin devrimci öncüsü olarak, devrim ve sosyalizm propagandasını işlevsel, güçlü, canlı ve dinamik bir şekilde yapabilmektir. Birçok açıdan zayıf kaldığımız bu alanda kapsamlı tartışmalar yürütmek, etkili ve yaratıcı davranmak, sosyalizmin ve devrimin güncelliğini geniş gençlik kesimlerine anlatmak, devrimci iddiamızın en temel gereğidir. Gençliğin militan eyleminin öncüsü olmak! Gençlik ‘60’lı yıllardan bugüne Türkiye’de toplumsal mücadelede yerini almış, düzendevrim çatışmasında bir taraf olmuş, ileri çıkışlarda önemli bir rol oynamıştır. Bugün reformistlerin bile özellikle gençlik alanında devrimci şiarlar kullanmalarının, militan bir eylem çizgisi izlemeye çalışmalarının gerisinde, Türkiye’deki bu mücadele geleneği yatmaktadır. Bugün gençlik içinde devrim ve sosyalizm propagandasının temel bir yer tutması gerekliliğinin yanı sıra faaliyetin örgütlenmesinde ve eylem çizgisinde devrimcimilitan bir tarzın hakim kılınması da önem taşımaktadır. Kuşkusuz bunu, kendi bağımsız çalışmamızın ötesinde, gençliğin devrimci enerjisini açığa çıkarmak, gençliğin devrimci eylemine yön vermek temelinde ele alıyoruz. Bu açıdan geçmiş dönemde gençlik hareketinde ciddi bir geri duruş sözkonusudur. Son bir yıl içinde gerek ÖGB-polis terörü, gerekse de faşist saldırılar karşısında gün geçtikçe gerileyen tutumlar alınmaktadır. Bu yıl daha kayıt süreçlerinde bir dizi üniversite yaşanan ÖGB ve polis terörü, önümüzdeki dönemde nasıl bir saldırganlık ile karşı karşıya kalınacağını göstermekte, devrimci militan duruşun önemini ortaya koymaktadır. Oluşan bu havanın kırılmasında genç komünistlere ayrı bir sorumluluk düşmektedir. Sol güçler ve mücadelenin sorunları Bugün reformistlerin icazetçi liberal çizgileri ile devrimci güçlerin iddiasızlaşmaları ve yer yer reformistlerin peşine takılmalarına yolaçan savruluşları, devrimci bir gençlik hareketinin geliştirilmesinin önündeki en temel güçlüktür. Bu noktada belirtmeliyiz ki, kimi reformist güçlerin gençlik içinde belirgin bir etkiye sahip olmaları, salt gençlik hareketinin geri tablosuyla uyumlu ideolojik-politik çizgilerinden kaynaklanmıyor. Kimi reformist akımların devrimci söylemler kullanmaları ve kendi tarzlarında militan bir çizgi izlemeye çalışmalarının da gençlik üzerindeki etkisini görmek gerekiyor. Genç komünistler, gençlik içinde ortak

çalışma ve eylem süreçlerindeki birliktelikleri bu tablonun ışığında ele alacaklardır. Kendi gücüne güvenen ısrarlı çalışmaları ile kendi yollarını yürürken, gençlik içinde ciddi bir çalışması olan akımlarla ortak işlere girişeceklerdir. Ancak bu yaklaşımı reformizme karşı etkili bir ideolojik-politik mücadele ile birleştirmek gerekmektedir. Reformizmin ve liberalizmin devrimci söylemlerle gençlik içinde güç kazandığı bir dönemde ideolojik mücadele ayrı bir önem taşımaktadır. Bu arada belirtelim ki, geçtiğimiz yıllarda tüm bürokratik işleyişine rağmen kitleleri örgütlemenin araçlarından biri olarak değerlendirmeye çalıştığımız Genç-Sen, bugün bu potansiyelini tümüyle yitirmiş, geçtiğimiz yıl gerçekleşen genel kurulla birlikte bir kitle örgütü olmaktan tümüyle uzaklaşarak bir grubun tekkesine dönüşmüştür. Bu nedenle genç komünistler artık Genç-Sen içerisinde çalışmayacaklardır. Partiyle bütünleşerek devrime yürümek için! “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır...” (TKİP III. Kongre bildirisinden...) Partinin güncel gelişmeler üzerinden doğrulanan bu tarihsel dönem değerlendirmesi, bugün bir bütün olarak partinin güncel devrimci görev ve sorumluluklarına işaret etmektedir. Genç komünistler de görev ve sorumluluklarına bu çerçevede yaklaşmak, devrime hazırlanmak bakışı ile hareket etmek durumundadırlar. Gençlik hareketine önderlik etmek, birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik hareketini örgütlemek iddiası ancak bu tarihsel bakışla, bu bakışa uygun devrimci misyonla ete-kemiğe bürünecektir. Genç komünistlerin partili kimliği tam anlamıyla kuşanmaya da bu görevler ışığında yaklaşmaları gerekmektedir. Partiyle her açıdan bütünleşmek, aile, okul, gelecek vb. kaygılarda ifadesini bulsa da, esasta düzen-devrim çatışmasında net bir tercih yapmayı gerektirmektedir. Bu doğrultuda adımların hızlandırılması ve devrimci örgüt iradesinin gençlik alanında hayat bulmasının sağlanması, bu tarihsel bakış ve devrimci görevler içinde yerini bulmak durumundadır. İşçi sınıfı devrimciliğinin gençlik alanındaki temsilcisi olma iddiası çerçevesinde ideolojikpolitik donanım, devrimci örgütlenme ve devrimci eylem çizgisini hayata geçirmek sorumluluğu bugün her zamankinden daha fazla genç komünistlerin omuzlarındadır. Ekim, sayı: 284, Kasım 2012

Genç komünistlerin partili kimliği tam anlamıyla kuşanmaya da bu görevler ışığında yaklaşmaları gerekmektedir. Partiyle her açıdan bütünleşmek, aile, okul, gelecek vb. kaygılarda ifadesini bulsa da, esasta düzen-devrim çatışmasında net bir tercih yapmayı gerektirmektedir. Bu doğrultuda adımların hızlandırılması ve devrimci örgüt iradesinin gençlik alanında hayat bulmasının sağlanması, bu tarihsel bakış ve devrimci görevler içinde yerini bulmak durumundadır.

25


25 yıllık birikim, irade ve kararlılık...

“Devrime hazırlanıyoruz!”

Komünistler, Türkiye’nin gelmesi kaçınılmaz yeni devrimci yükselişine işçi sınıfının damgasını vuracağını bir kez daha haykırıyorlar. Bugünkü dünya sosyal mücadeleleri şimdiden bunu kanıtlıyor. 25 yıl önce doğan ve 14 yıl önce TKİP ile taçlanan komünist hareket, bugün yeni fırtınalı dönemlere hazırlanıyor.

26

80’li yılların ikinci yarısı, yani faşist darbe ve yenilgi sonrası dönem, ‘70’li yılların devrimci yükselişi içinde hızla güç kazanan devrimci örgütlerin büyük bölümüyle tasfiye oluşuna tanıklık etti. Dağınıklık ve yılgınlık, devrimden ve örgütten kaçış, tasfiyecilik ve liberalleşme, düzene kaçış ya da ılımlı sol bir çizgide düzenin icazet alanına yönelme aynı tanıklığa düşen notlar... Türkiye’deki bu atmosfere, dünya çapında sosyalizme yönelik saldırılar eşlik ediyordu. 1987 yılında, yani Ekim Devrimi’nin 70. yılında, Sovyetler Birliği Başkanı Gorbaçov’un o “meşhur” konuşması sosyalizmle hiç bir ilgisi kalmamış, yozlaşmış bürokratik rejimler için sonun başlangıcı oldu. Bu konuşma dünya solunda yeni bir tasfiyeci cereyan etkisi yaptı. Etkileri Türkiye’de de yankılandı ve yenilginin ürünü tasfiyecilik yeni bir beslenme kaynağı buldu. Aynı yıl, 12 Eylül karanlığının ardından sınıftaki hoşnutsuzluk birikimini yansıtan ilk işçi eylemleri yaşandı. NETAŞ ve DERBY işçilerinin büyük yankı uyandıran, umut ve iyimserlik yayan grevleri tarihe düştü. Öğrenci gençlik cephesinden, yenilgi sonrası dönemin ilk hareketlenmeleri belirdi. Bunlara Kürt halkının büyük ulusal uyanışı ve Kürdistan dağlarında gittikçe güçlenen gerilla mücadelesi eşlik etti.

Proletarya sosyalizmi bayrağı yükseliyor ‘87 yılında, ağır ve kolay bir yenilgiye uğramış bulunan devrimci hareketten arta kalan sınırlı güçler, ilk toparlanma çabalarını ortaya koydular. Toparlanma çabalarına tartışmalar, arayışlar ve ayrışmalar eşlik etti. Kritik soru şuydu: yenilginin nedenleri üzerine devrimci bir sorumluluk ve kararlılıkla gidilecek ve geçmiş aşılacak mı, yoksa kolay yenilgiye yol açan yapısal zaaflarla devam mı edilecek? Komünist hareket, bu soruya verilen devrimci yanıtın ifadesi olarak doğdu: Geçmişin devrimci birikimi ve kazanımı sahiplenilecek, fakat küçükburjuva sosyalizminin yapısal zaafları geride bırakılarak yeni bir bayrak, proletarya sosyalizminin bayrağı yükseltilecek! Komünistler, Nisan 1987 tarihli bir bildiri ile yaşadıkları kopmayı ilan ettiler. Mayıs 1987’de de iki temel metinle ideolojik platformlarını devrimci kamuoyuna duyurdular. Ekim 1987, özel bir ana tanıklık ediyordu. Komünistler, dünya ölçeğinde Ekim Devrimi’ne ve kazanımlarının son izlerine yönelik saldırıların başladığı bir dönemde EKİM ismini benimsediler. “Yeni Ekimler İçin!” şiarıyla, devrimci bir yeraltı yayını olan EKİM’in yayınına başladılar. Bu tarih ve bu adım, bir siyasal akım olarak

komünist hareketin doğumunu işaretliyor, parti sorununu sosyalizm ile sınıf hareketinin devrimci birliği olarak ele alan yeni türden bir hareketin doğumunu müjdeliyordu.

Zor dönemde zoru başarmak! ‘87-91 arası dönemde, 12 Eylül sonrasının ilk kitlesel ve militan eylemleri yaşandı. Ortama devrimci bir iyimserlik egemendi. Ancak devrimci hareketin hazırlıksız yakalandığı bu dalga, Zonguldak maden işçilerinin Mengen barikatlarının aşamamasının ardından kalıcı bir mevzi bırakmadan geri çekildi. Körfez Savaşı’nı bahane eden sermaye devleti, dalgayı, etkisi uzun yıllar sürecek hasar bırakarak kırdı. Sonrası ise adeta gericilik yılları oldu. Sınıfın militan eylemlerinin etkisiyle bir anda “işçici” olan geleneksel hareketler yine varlık alanlarına, semtlere döndüler. Önemli bir güç kazanan Kürt hareketi, dayandığı yol ayrımının ardından yüzünü düzene döndü. Öğrenci hareketi, yaşadığı kısırlığı aşamayarak darlığa sıkışıp kaldı. Kamu emekçilerinin mücadelesi sürüyor, fakat liberalreformist önderlik yüzünden tükeniyor ve giderek heba oluyordu. Aynı süreçte, ‘70’li yılların en kitlesel hareketleri tasfiye oluyor, düzenin icazet alanına giriyordu. İşçi ve emekçilerin eylemleri sürüyordu fakat yeni bir dalga yaratma gücüne ve kitleselliğine ulaşamıyordu. Tüm bunlara faşizmin, şovenizmin ve dinci gericiliğin giderek etkinleştirilmesi eşlik ediyordu. Tüm bu süreçte ise komünistler partileşmenin getirdiği görevlere kilitlenmiş, ‘yeni Ekimler’in partisini’ inşa ediyorlardı. Bu çerçevede, ilk tarihi başarılarını ‘91 yılında ortaya koydular: EKİM 1. Genel Konferansı’nı topladılar! Konferansın gücü ve coşkusu ile parti inşa süreci sürdürüldü. Üstelik tüm tasfiyeci cereyanlara rağmen... Kitle hareketindeki kırılma, solda da tasfiyeci rüzgarlar estirdi. Devrimden ve illegal/ihtilalci örgütten kaçış yeni dönemin modası oldu. Geniş kitleleri kucaklama bahanesiyle legal partiler kurulmaya başlandı. Rüzgarın etkisi EKİM’de de hissedildi. Ancak daha en başından sağlam bir bilinç ve açıklıkla yola çıkan EKİM, 2. Genel Konferans’ta kendisini bu etkilerden arındırdı; tasfiyeciler tasfiye edildi... Partileşmeye adım adım yaklaşan komünist hareket ‘95 yılı başında topladığı 3. Genel Konferans’ın ardından “partileşme yılını” ilan etti. Takip eden yıllar bu iddianın tarih karşısında yerine getirileceğine tanıklık edecekti... Bütün bunlar siyasal polisin sonu gelmeyen ve her seferinde önemli kayıplara yolaçan saldırıları


eşliğinde oldu. Bu saldırılara rağmen komünist hareket, örgütsel varlığını ve günden güne genişleyen faaliyet kapasitesini hiç kaybetmedi. Bir yeraltı yayını olan Ekim, bütün bu dönem boyunca, üstelik artık 15 günlük periyotlar halinde düzenli olarak yayınlandı. Komünistler bu arada legaliteden, legal araç ve olanaklardan da en iyi biçimde yararlanmaya çalıştılar. Düzenli periyodik yayınlar, kitaplar, bültenler, broşürler çıkardılar... Özellikle siyasal poliste olmak üzere, mahkemelerde ve zindanlarda direnişçi bir kimliğin temsilcisi oldular. Habib Gül şahsında en iyi temsilcilerinden birini bulan direnişçi bir gelenek geliştirdiler, kendi direniş kültürlerini yarattılar.

“Devrim tarihimizde bir kilometre taşı!” Komünistler, yılların emeğini, bilinç ve inanca dayalı uzun soluklu çalışmayı komünüst partinin kuruluşu ile tamamladılar. Partinin ilk şehitlerinden ve MK üyelerinden Ümit Altıntaşın deyimiyle “uğruna tereddütsüzce ölünebilecek davayı kazandılar”: ‘98 Kasımı’nda işçi sınıfının devrimci partisini, TKİP’yi kurdular! “Partimizin kuruluşu, insanlığı ve uygarlığı tükenişe ve yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist dünya düzenine karşı kendi coğrafyamızdan yükseltilen militan bir mücadele çağrısıdır. Partimizin kuruluşu, onyıllardır yıkılmayı bekleyen Türkiye’nin kokuşmuş ve çeteleşmiş kapitalist sömürü düzenine militan bir savaş ilanıdır. Partimizin kuruluşu, onyıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır. Ve nihayet partimizin kuruluşu, kapitalist sömürü düzenini tarihe gömecek ve bu uğurda tüm emekçilere önderlik edebilecek yetenekteki tek gerçek toplumsal güç olan işçi sınıfının devrimci önderlik ihtiyacının somut olarak karşılanmasıdır...” Geçmişi devrimci temellerde eleştirip aşma çabasının ürünü olan TKİP, aynı zamanda kendini bu geçmiş içinde oluşan tarihi birikimin ürünü, mirasçısı ve yarınlara taşıyısı ilan ediyordu: “Türkiye Komünist İşçi Partisi dünyada ve Türkiye’de zafer ve yenilgilerden oluşan zengin bir devrimci mirasın üzerinde yükselmektedir. Partimiz bu mirası kararlılıkla savunmakta, kendisini onun bugünkü temsilcisi ve yarınlara taşıyıcısı saymaktadır... “Fakat öte yandan partimiz bizzat bu aynı devrimci geçmişin çok yönlü bir eleştirel değerlendirmesinin ürünü olmuştur. Zayıf, eksik ve kusurlu olan her noktada bu geçmişi devrimci eleştiriye tabi tutmuş, ondan gelecekteki mücadeleler için gerekli dersleri ve sonuçları çıkarmaya çalışmış, bu temel üzerinde devrimci bir yenilenmenin ifadesi olmuştur. Dünyada ve Türkiye’de yıkıcı yenilgilerle sonuçlanan bir tarihi dönemle devrimci hesaplaşmanın ürünü olan Türkiye Komünist İşçi Partisi, bu konumu ve kimliği ile yeni dönemi kucaklama iddiasındadır.”(TKİP Kuruluş Kongresi Bildirisi)

Devirmeyen darbe güçlendirdi Partinin kuruluşu yıllara dayanan zorlu bir parti inşa sürecinin ürünü olmuştu. Bu süreç örgütsel bir inşa, kadrosal bir birikim, pratik bir mücadele deneyimi, direnişçi bir gelenek ve sınıf hareketiyle

kurulan somut bağlarda maddi ifadesini bulmuştu. Partinin kuruluşu bütün bu alanlarda yeni bir düzeye geçişin çağrısıydı. Ancak karşı-devrim saldırısı buna izin vermedi. Kuruluş Kongresi’nin hemen ardından gelen düşman saldırısı büyük bir yara açtı. Ancak komünistler düşmanın karşısına “Devirmeyen darbe güçlendirir!” haykırışıyla çıktılar ve bunu yine tarih karşısında kanıtladılar. Takip eden yıllar, Türkiye’de siyasal gericiliğin alabildiğine etkili oldu bir süreç oldu. Bunu saldırılar ve devrimcilere dönük vahşi katliamlar izledi. 11 Eylül’ün ardından dünya çapında egemen kılınan saldırganlık, “terörizme karşı savaş” histerisi Türkiye’deki egemen siyasal güçler tarafından da yararlanılan bir kaynak oldu. Dinsel gericiliğin AKP eliyle yoksul yığınlar üzerinde kurduğu denetim ve azdırılan şovenizm, sınıf ve kitle hareketinin gelişimini zora soktu. Gericilik yıllarında illegal/ihtilalci örgütü korumayı en önemli görev sayan komünistler, 2007 yılında partinin toparlanmasını müjdelediler: “Devrimci örgüt yaşamsaldır!” şiarı ile TKİP II. Kongresi’nin toplandığını duyurdular! Parti, dabelerin ardından açılan yaraları sarıyordu. Partinin örgütsel yaşamı olağan biçime kavuşuyordu. 2009 yılında “Parti, sınıf, devrim!” şiarı ile toplanan TKİP III. Kongresi bunu müjdeliyordu! Parti bilinci, partili kimlik, canlı örgütsel iç yaşam, vb. bir dizi sorun partide kolektif bilince çıkarılmıştı. Kongreleri Parti Okulu uygulamaları izliyordu. Oldukça kısa bir zaman diliminde bir dizi temel önemde parti etkinliği örgütleniyor, parti her etkinlikten güçlenerek çıkıyordu. Partinin zorlanma alanları, eksikler, güç alacağı dayanaklar daha iyi kavranıyor ve çözücü müdahalelere konu ediliyordu. 14. yılını geride bırakan parti, tarihsel misyonunu oynamaya hazırlanıyordu. Artık tüm hazırlıklar temel hedefe, devrime kilitleniyordu. 2012 yılında toplanan TKİP IV. Kongresi “Her alanda devrime hazırlanıyoruz!” şiarını yükseltiyordu.

25. yıl: Devrime hazırlanıyoruz! Böylesi bir tarihsel süreçten geçen komünist hareket 25. yıl vesilesiyle bir kez daha haykırıyor: “Devrime hazırlanıyoruz!” Devrime hazırlanmak demek, işçi sınıfını ve tüm öteki katmanları devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanmak demekti. Devrime hazırlanmak demek, işçi sınfının öncüsünü, “özlemlerimizin kurmayını” güçlendirmek, çetin savaşa hazır hale getirmek demekti. Komünistler, Türkiye’nin gelmesi kaçınılmaz yeni devrimci yükselişine işçi sınıfının damgasını vuracağını bir kez daha haykırıyorlar. Bugünkü dünya sosyal mücadeleleri şimdiden bunu kanıtlıyor. 25 yıl önce doğan ve 14 yıl önce TKİP ile taçlanan komünist hareket, bugün yeni fırtınalı dönemlere hazırlanıyor.

27


Ekim Devrimi ve kadın sorunu…

Kadının kurtuluşu sosyalizmde…

Kadının yaşadığı baskı ve eşitsizlik özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış ve bugüne taşınmışsa, kadının kurtuluşu özel mülkiyet düzeninin kalkmasından geçmektedir. Bunun önkoşulu da mevcut kapitalist iktidarın devrilmesi ve proletarya iktidarının kurulmasıdır. Eşitliğe ve özgürlüğe dayalı olan sosyalizm, tüm toplum için olduğu gibi kadınlar için de eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

28

Dünya ölçeğinde emperyalistler arası rekabetin ve sınıf çatışmalarının keskinleştiği, militarizmin tırmandığı 20. yüzyılın başında gerçekleşen Ekim Devrimi, bu tabloya Rusya’dan ilk neşteri vurmuş, proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle burjuvazinin egemenliğine son vermiştir. Ekim Devrimi, Rusya topraklarının çok ötesinde bir etki yaratmıştır. Beklenen Avrupa devriminin gerçekleşmemesine rağmen tüm dünyada çığır açmış, proleter devrimler döneminin başlangıcı olmuştur. Bunalımların ve savaşların kaynağı olan emperyalist kapitalizmin yıkılmaya mahkum olduğu tüm dünyaya ilan edilmiştir. Ekim Devrimi ile işçiler, köylüler ve kadınlar için gerçek eşitlik ve özgürlüğün yolu açılmıştır.

Kadının kurtuluşunun önkoşulu! Kapitalizmde kadın çifte ezilmişlik, baskı ve sömürü koşullarında yaşamaktadır. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamda kadın-erkek eşitsizliği sürmektedir. Erkek egemen sistem binlerce yıllık geleneklere dayanarak varlığını sürdürmektedir. Kadının karşı karşıya kaldığı baskı ve eşitsizlikler sınıflı toplumların ortaya çıkışına dayanmaktadır. “Avcılıktan hayvancılığa geçişte, erkeğin sürüleri mülk edinmesiyle başlatılan erkek egemenliği üzerine kurulmuş tek-eşli ailenin ortaya çıkışı, babaların mirasçılarının kendi çocukları olduğundan emin olmak istemeleriyle ilintilidir.” der Engels ve “analık hukuku”nun yıkılışının kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi olduğunu ifade eder. Üretim araçlarını ve dolayısıyla özel mülkiyeti elinde bulunduran erkek, evde de yönetimi ele geçirir. İlk sınıflı toplum aynı zamanda erkek egemen toplum olarak şekillenir.

Kadının baskı görmesi ve aşağılanması sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla başlamış, katmerlenerek sonraki toplumlara devredilmiş, kapitalizmde ise yeni biçim ve görünümler kazanmıştır. Binlerce yıllık gelenekler ve ataerkil kültürel değerler bugüne taşınarak kadının ikincil konumu pekiştirilmiştir. Kadının yaşadığı baskı ve eşitsizlik özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış ve bugüne taşınmışsa, kadının kurtuluşu özel mülkiyet düzeninin kalkmasından geçmektedir. Bunun önkoşulu da mevcut kapitalist iktidarın devrilmesi ve proletarya iktidarının kurulmasıdır. Eşitliğe ve özgürlüğe dayalı olan sosyalizm, tüm toplum için olduğu gibi kadınlar için de eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bunun için kadınların toplumsal üretime katılmasını, kadının üzerindeki ev işleri, çocuk bakımı vb. yükleri alacak kurumlaşmaların yaratılmasını, ataerkil kültür ve değerlere karşı bilinçli ve sistematik bir ideolojik mücadeleyi ve eğitimi esas almaktadır. Bolşevikler Ekim Devrimi’nin ardından bu bakışa uygun bir pratik sergilemişler, kadınların kurtuluşu doğrultusunda önemli adımlar atmışlardır.

Ekim Devrimi’nin ardından atılan köklü adımlar Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra ilk olarak işçi-emekçi kadınları da doğrudan etkileyen iki kararnameye, barış ve toprak kararnamelerine imza atarlar. İlerleyen süreçte kadınların eşitsizliğini ve aşağılanmasını içeren yasa ve uygulamalar yerle bir edilir. Kadın yasalar önünde erkek ile tam hak eşitliği kazanır. Kadınlar için tam


oy hakkı, evliliğin gönüllü bir ilişkiye dönüştürülmesi amacıyla boşanmanın kolaylaştırılması, resmi evlilik ve erkeğin soyadını alma zorunluluğunun kaldırılması, miras hakkının kaldırılması, “gayrimeşru” çocuk ayrımının kaldırılması vb. kararlar alınır. Anne ve çocuğun korunmasını toplumsal yükümlülük olarak gören yaklaşım sonucu ücretli doğum izinleri, gebelik yardımları, kürtaj hakkı getirilir. Kadın ancak toplumsal üretimde yerini alarak özgürleşebileceği için, kadının üretime katılması teşvik edilir. Aynı zamanda kadın emeğinin korunmasına dair tedbirler alınır. “Eşit işe eşit ücret” ilkesi hayata geçirilir. Kadınlara meslek eğitimi, ev işinin ve çocuk eğitiminin toplumsallaştırılması doğrultusunda adımlar atılır. Kamu fonlarının toplum için kullanılmasına dayanan sosyal kurumsallaşmalar sayesinde kadının üzerindeki yüklerin azaltılması ve kadının toplumsal yaşama katılması hedeflenir. Lenin Haziran 1919’da yaptığı konuşmada, bu sosyal kurumların işlevi üzerine şunları söyler: “Kamusal aşevleri, çocuk bakım evleri, yuvalar, bunlar bu türlü tohumların en güzel örnekleridir, bunlar bütün böbürlenmelerden, tumturaklardan, resmiliklerden uzak, kadını özgürleştirmeye gerçekten uygun olan, onun toplumsal üretimdeki ve kamu yaşamındaki rolünden doğan o erkek karşısındaki eşitsizliğini azaltmaya ve yeryüzünden kaldırmaya gerçekten uygun olan yalın, günlük araçlardır. Bu araçlar yeni değildir, (sosyalizmin bütün maddi önkoşulları gibi) geniş-ölçekli kapitalizm tarafından yaratılmışlardır; ama kapitalizmde birincisi ancak bir az-bulunurluk olarak kalmışlardır, ikincisi -özellikle önemli olan budur- ya spekülasyonun, zenginleşmenin, aldatmanın, yanıltmanın bütün kötü yanlarıyla kâr güden girişimler ya da en iyi işçilerin haklı olarak hınç duyduğu ve tiksindiği ‘burjuva iyilikseverliğinin gözboyayıcı örnekcikleri’ olmuşlardır.” Çarın baba, erkeğin efendi, kadının köleden farksız olduğu bir toplumda, devrimin ardından kültürel dönüşümün kısa sürede gerçekleşmesi, ataerkil düzenin ve dinsel gericiliğin etkilerinin kısa sürede kırılması kolay değildir. Bolşevikler bunu hızlandırmak için sistematik bir ideolojik mücadeleyi çok yönlü eğitimle birleştirirler. Bu çabaya en çarpıcı örnek doğu ülkelerindeki kadınlara yönelik çalışmadır. İslamın etkin olduğu bölgelerde (Kırgızistan, Türkmenistan vb.) dinsel gericilik fazlasıyla baskındır. Öyle ki Komünist Kadınların 2. Konferansı’na Doğu’dan katılan 74 delege çarşaflı ve peçelidir. Bolşevikler yasaklama yolunu değil, eğitimi ve ideolojik mücadeleyi tercih ederler. Sabırlı bir çalışma sonunda, 1926 yılında yapılan mitinglerde çarşaflar “Kahrolsun çadra ve parança” sloganlarıyla birlikte yakılarak atılır. Bu örnek, toplumu kuşatan geleneksel kültür ve değerlerin nasıl yok edileceğini göstermesi açısından son derece anlamlıdır. Proleter iktidarın kadınların kurtuluşunun sağlanması doğrultusunda attığı adımlarda (yasal düzenlemeler, kadınların üretime yönlendirilmesi ve ev içi köleliğin ortadan

kaldırılması için sosyal kurumlaşmaların hayata geçirilmesi, kadınların kültürel düzeyinin geliştirilmesi için çok yönlü eğitimlerin hayata geçirilmesi, vb.) Bolşevik partiye bağlı kadın örgütlülüklerinin rolü büyüktür. Şubat Devrimi’nin gerçekleşmesinde ateşleyici rol oynayan kadınlar, sonrasında da devrime sahip çıkarlar. Devrim öncesinde kadınlara yönelik çalışmalar, devrimin ardından partiye bağlı kadın kolları ve “delege toplantıları” adı verilen oluşumlar vb., kadınların kitlesel olarak sosyalizme kazanılmasında, eğitilip bilinçlendirilmesinde, toplumsal yaşamın içine çekilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bolşevikler kadınların devrimci enerjisini açığa çıkarmak, ülke yönetiminde aktif rol almalarını sağlamak için özel bir çaba sarf ederler. 1924 yılında gerçekleşen 13. Parti Kongresi’nde kadınların halen siyasal yaşamda istenilen rolü oynayamadıkları eleştiri konusu yapılır. İlerleyen süreçlerde bilinçli bir yüklenmeyle bu açıdan anlamlı sonuçlar elde edilir. 1936 yılında Sovyet kadınlarının mecliste %33, halk meclislerinde %50 oranında temsiliyetleri, bu çabanın yanıt bulduğunun göstergesidir.

Kadının kurtuluşu sosyalizmde! Lenin, Haziran 1919’da yaptığı bir konuşmada “Toprağı eski burjuva yasaların ve düzenlemelerin molozlarından ne kadar çok temizlediysek, bunun yalnızca toprağın işlenmek için düzenlenmesi olduğunu, ama henüz toprağı işlemenin kendisi olmadığını o kadar iyi anladık” der ve sosyalist inşanın zorluğuna işaret eder. Zor ve sancılı süreçlere rağmen kadının özgürleşmesi alanında kısa zaman dilimi içinde ciddi mesafeler alınır. Yine Lenin’in ifade ettiği üzere, burjuva cumhuriyetlerin 130 yıl içinde yaptıklarından daha fazlası devrimden sonraki iki yıl içinde gerçekleştirilir. Ancak Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan bürokratik yozlaşma, sonuçlarını kadın sorununa ve kadının örgütlenmesine bakışta da üretmiş, Ekim Devrimi sonrasında elde edilen kazanımların ve alınan mesafelerin ileriye taşınmasını ve kalıcılaşmasını zora sokmuştur. Sovyet anayasasında ailenin kutsanması, kürtajın yasaklanması, özel kadın örgütlenmelerinin bütün parti örgütlerinde kadın komisyonlarının örgütlenmesi gerekçesiyle feshedilmesi vb. uygulamalar bürokratik yozlaşmanın ürünüdür. Ancak sürecin bu şekilde ilerlemesi ve yozlaşmış bürokratik rejimlerin çökmesi hiçbir şekilde sosyalizmin tarihsel haklılığını ve Ekim Devrimi’nin kadının özgürleşmesi alanında son derece önemli adımlar attığı gerçeğini değiştirmez. Ekim Devrimi sosyalizmin gerekliliğini ve bir proleter iktidarın tüm toplumun olduğu gibi kadınların kurtuluşu açısından da neler yapabildiğini/yapabileceğini göstermiştir. İşçi kadınların Pravda’ya yazdıkları mektuplarda söyledikleri gibi, onlar ancak Ekim Devrimi’nden sonra güneşi görmüşlerdir. (Sİ Kızıl Bayrak’ın 23 Kasım 2012 tarihli sayısından alınmıştır...)

29


Marksistlerin her “kötülüğün” başlangıç noktasını sınıflı toplumların ortaya çıkışına bağlamaları boşuna değildir. Zira sınıflı toplumların ortaya çıkışı sömürünün, köleliğin, savaşların, yıkımların doğuşuna denk düşer. Bir sınıfın, zümrenin ya da bir kişinin elinde bulundurduğu erki koruyabilmesinin tek yolu tarihten bu yana baskı ve zorbalık olmuştur. Kabilelerin din savaşlarının, kralların-beylerin toprak savaşlarının, günümüzün kanlı ve kirli emperyalist savaşlarının gelip dayandığı nokta aynıdır: Sömürü, kâr, zenginlik... Kan, gözyaşı ve savaşlar kapitalizmin doğasında vardır. Kapitalist sistem sömürü üzerine kurulmuştur. Sermayenin ve rantın insani tüm değerlerin üstünde olduğu bu sistemde kan, gözyaşı ve savaşlar hep olmuştur. Dolayısıyla bu düzen dünyamızda hüküm sürdüğü müddetçe, düştüğü yeri yangın yerine çeviren bombalar, acımasızca sıkılan kurşunlar ve ikiyüzlüce söylenen yalanlar devam edecektir. Emperyalizm, kapitalizmin en gelişmiş, vahşileşmiş biçimidir. Emperyalist işgal ve savaşların gerisinde ise hammadde ihtiyacı, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talanı, pazar arayışı, ucuz işgücü ve rekabet yatmaktadır. Günümüz koşullarında patlak veren savaşların nedenlerine bakacak olursak, büyük bir kısmının yukarıdaki nedenlerle gerçekleştirilen emperyalist işgaller olduğunu görebiliriz. Afganistan, Irak örneklerinde olduğu gibi bu savaşlar dünya kapitalizminin çıkarları doğrultusunda, özelde ise ABD emperyalizminin devreye soktuğu ve “iyi niyet” kisvesi altında oynadığı kirli oyunlardır. Ancak bu oyunların faturası hayli ağır olmaktadır. Şimdilerde ise Suriye’de yapılmak istenen şey özünde aynıdır. Sonrasında sırada İran vardır... Ancak bu gözü dönmüşlük, bir kez daha tüm dünya çapında etkileri hissedilecek olan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olabilecek bir dünya savaşını da körüklemektedir.

“Savaş” karşıtlığı ve “barış” talebi Savaş meselesinin toplumun tüm kesimlerinin gündeminde olduğu böyle bir dönemde esas tartışmak istediğimiz şey şudur: Komünistler “her türlü savaşa karşı” olabilirler mi? Bu soruya verecek yanıtımız elbette hayırdır. Çünkü Marx’ın da söylediği gibi “İnsanlık tarihi sınıf savaşımları tarihidir.” Dolayısıyla sınıflar var olduğu sürece bu savaşım devam edecektir. Savaş karşıtı mücadelede komünistlerin tutumunu belirleyecek olan ise savaşın niteliği, yani kimin kime ve neye karşı savaştığıdır. Örneğin emperyalist işgalin hiçbir haklı yanı yokken, bu işgal karşısında sergilenen direniş, ayaklanma ve savaş son derece meşrudur. Ya da emperyalist savaşa karşı yapılan iç savaş çağrıları aynı şekilde meşrudur. Lenin’den bir alıntıyla devam edecek olursak: “Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen

30

kabul ederiz.”* Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin ve Türk sermaye devleti ile yaşanan gerginliğin gündemden düşmediği bugünlerde tartışmak istediğimiz diğer bir mesele de “barış” talebidir. Oldukça insani kaygılarla dillendirilen ancak bilimsellikten ve gerçekçilikten yoksun olan bu bakış açısını çürütmek için çok uzağa gitmeye gerek yoktur aslında. Çünkü yıllardır bu topraklarda burjuva iktidarının işçi-emekçilere, Kürtlere, Alevilere, devrimcilere-komünistlere yönelik uyguladığı kirli savaş politikalarının, katliamların, seferberliklerin gerisinde kendi iktidarını koruma çabası yatmaktadır. Doğal olarak burjuvazinin proletarya ile ya da ezen ulusun ezilen ulus ile barışması mümkün değildir. Dönemsel ya da taktiksel olarak atılan geri adımlar bu savımızı asla zayıflatmaz, aksine uzun ömürlü olmamaları nedeniyle bizim elimizi güçlendirir. Ancak barış talebinin devrimci bir perspektifle ele alınması ve bu hatta mücadele yürütülmesi de mümkündür. “Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyalistlerin görevidir. Bu anlamdaki her harekete, her gösteriye bütün güçleriyle katılacaklar, ama devrimci bir harekete geçilmeden, toprak ilhakları olmadan, uluslara tahakküm edilmeksizin, yağmasız, şimdiki hükümetler ile egemen sınıflar arasında yeni yeni savaşların tohumları atılmaksızın barışın mümkün olabileceğini söyleyecekler, halkı kandırmayacaklardır. Halkın bu şekilde aldatılması hasım hükümetlerin gizli politikalarına hizmet etmek ve bunların karşıdevrimci planlarını kolaylaştırmak demektir. Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.” **

Gerçek ve kalıcı barış sosyalizmde mümkündür! Peki, bu düzenin sınırları içinde dillendirilen barış talebinin hiçbir gerçekliği yokken bu barbarca savaşları engellemenin ve halkların barış içinde yaşamasını sağlamanın yolu nedir? Bu soruya birkaç cümleyle verebilecek yanıtımız ve bu sorunları hemen ortadan kaldırabilecek reçetelerimiz yok elbette. Ancak bildiğimiz bir şey var. Bir sorunu çözmenin yegâne yolu o sorunu yaratan koşulları ortadan kaldırmaktır. Yani kapitalizm alt edilmedikçe, yerine sınıfsız, sömürüsüz ve kardeşçe yaşanabilecek bir düzen kurulmadığı müddetçe bizler gerçek ve kalıcı barışı ancak düşlerimizde görürüz. Savaş meselesine dönecek olursak; yukarıda belirttiğimiz gibi günümüz savaşlarının nedenleri nettir. Bu yüzden emperyalistleri kirli emellerinden hiçbir barış talebi geri döndüremez. Savaşları engelleyecek olan, proletaryanın sınıf savaşını yükselterek burjuvaziyi alaşağı etmesidir. Bu savımızın en güzel örneği de Sovyet deneyimidir. Lenin önderliğindeki Bolşevik Parti ve Rusya işçi sınıfı tüm ezilen halklara yol göstermektedir. Emperyalist yağma ve talana son vermenin ve bu düzeni tüm kalıntılarıyla birlikte tarihin çöplüğüne göndermenin biricik yolu Ekim Devrimi deneyiminden dersler çıkartarak devrimci sınıf savaşını körüklemektir. *Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sosyalistlerin savaşlara karşı tutumları **Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Pasifizm ve Barış Sloganı

Z.Eylül


Ekim Gençliği okurları ile emperyalist savaş üzerine... - 4 Ekim’de Suriye’ye yönelik çıkarılan savaş tezkeresi kararı, emperyalist devletlerinin güdümünde hareket eden sermaye devletinin kana susamışlığını bir kez daha göstermiştir. TC devletinin, emperyalist devletlerin Ortadoğu’daki taşeronu olduğu aşikardır. Suriye müdahalesi, zenginlerin paylaşımları doğrultusunda, emekçi halkların kanının dökülmesi üzerinedir. Çocukların babasız, kadınların kocasız, anaların evlatsız kalacağı nettir. Erdoğan’ın en az üç çocuk istemesinin asıl sebebi budur. Kusura bakmasın, işçi ve emekçilerin ona ve icazet aldığı katil devletlere vereceği tek bir canları yoktur. Oğluna askerlik için çürük raporu alan fakat emekçi çocuklarını ateşin üstüne atmakta hiçbir sakınca görmeyen zihniyete tahammülümüz yoktur. Kızıl Bayrak gazetesinin de dillendirdiği gibi “işçilerin birliği halkların kardeşliği” şiarıyla bu savaşa karşı çıkmalıyız. - Suriye’ye yönelik emperyalist savaş ve saldırganlık, tezkerenin de meclisten jet hızıyla geçirilmesiyle, çok net bir biçimde görülür hale geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ABD’nin çıkarları doğrultusunda -hatta kraldan daha kralcı olarak- Suriye’de bir savaş istediği açıktır. “Özgür” Suriye Ordusu’na silah ve lojistik destek verildiği söyleniyor. Sadece bu bile, TC’nin Suriye’deki amaçlarını gözler önüne seriyor. Tüm bu savaş durumuna karşı net bir tutum almalıyız. Emperyalistlerin çıkarları uğruna binlerce, on binlerce insan savaş koşullarına sokulmamalı. Halklar düşman edilmeye çalışılmamalı. Tek gerçek savaş vardır, o da gözümüzün önünde her gün var olan, burjuvazi ve proletarya arasındaki savaştır: sınıf savaşıdır. Emperyalist savaşlara, sınıf savaşımını yükselterek dur diyebiliriz ancak. - Ben bu emperyalist savaşa karşıyım. Özellikle Türkiye’nin emperyalizm adına Suriye’de bir savaşa sokulmasına karşıyım. Karşıyım demek de kendi başına yeterli değil elbette. Sonuçta Türkiye’nin emperyalist odaklar adına Suriye ile bir savaşa girmesi, emekçiler adına daha fazla zam, ülke içinde baskı ve şiddet olarak geri dönüyor. Sıcak bir temas başlamadan bile, bunu net olarak gördük. Savaşa bağlı olarak zam sağanağı başladı resmen. Emperyalist saldırganlığı önleyebilmek için, bence savaş karşıtlığını doğru bir temelde değerlendirmek lazım. Sonuçta ben savaşa karşıyım derken, özünde emperyalist savaşa karşı olduğumu söylüyordum. Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlük adına verdiği savaşı meşru ve haklı buluyorum örneğin. Asıl olarak emperyalist bir savaşı durdurabilecek tek güç işçi ve emekçilerin kendi burjuvazisine karşı vermesi gereken sınıf savaşı olduğunu biliyoruz. Son olarak söylemek isterim ki bu mücadeleyi örerken “İşçilerin birliği halkların kardeşliği” şiarı temel şiar olmalıdır. Ekim Gençliği / Çanakkale

Emperyalist savaş ve kadın Özel Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel yıkılışı oldu. birlikte ile yenilgi tarihsel bu gelen denk e dönem mülkiyetin ortaya çıkışı ile aynı geldi. kadının ezilmişliği farklı tarihsel süreçlerde katmerleşerek günümüze kadar egemen nun hukuku analık r Savaşlarda kadınların ödediği ağır faturala rda olduğu dönemden ataerkil döneme geçişle birlikte kabileler arası savaşla in kendisini göstermeye başlar. Savaşta galip gelen kabile diğer kabilen ganimetlerine el koyar, onu yok etmeye çalışır, doğurganlığının verdiği görülen üstünlükten dolayı özellikle kadınları esir alırdı. Namus simgesi olarak maktır. aşağıla ı düşman de kadının özellikle seçilmesinin nedeni Günümüzde de kadını ikinci plana atan bu sistem onu yok saymaya, ötekileştirmeye çalışmaktadır. Emperyalist savaşlarda binlerce kadına tecavüz taciz edilmesi bu sistemin yarattığı sorunlardan sadece bir tanesidir. Olayı sadece kadın kalan ve tecavüze indirgemek de yanlış olacaktır. Bütün bunlara mağruz r büyük ötekileştirilmeye, aşağılanmaya çalışılmaktadır. Zaten emperyalist savaşla bir yıkım iken kadının ödediği fatura katmerlenmektedir. ya 1990’ların başında Balkanlardaki soykırımda 20 bin kadına hamile kalınca leri edildik esir kadar ayına kadar tecavüz etmeleri ve hamileliklerinin yedinci maktadır. kamplarda tutulmaları yakın tarihin olaylarından sadece birisini oluştur rın da çocukla ki Somali’de 1991-1992 yılları arasında aralarında 4 ile 6 yaşında ’da 15bulunduğu 300 bin kadına mülteci kamplarında tecavüz edilmesi, Ruanda 50 bin 65 yaşlarında 15 bin kadına, Bosna Hersek’te Sırp ırkçı faşist birliklerin kadına Boşnak kadınına, Pakistan’da Pakistan askerlerinin 200 bin Bangladeşli ettiği işgal nun ordusu ABD ı, kalmas tecavüz etmesi ve 25 bin kadının hamile Vietnam’daki My La I köyünde 450 kadın ve çocuğa tecavüz ettikten sonra öldürmeleri tarihte yaşanmış başka örnekleridir. Ayrıca Japonya’da Japon 200 binini ordusunun Kore işgalinde 300 bin kadına tecavüz etmesi ve bunlardan üzde zorla kaçırarak “askeri genelevlerde” zorla çalıştırması, sorunun günüm hangi boyutta yaşandığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Ve şimdi emperyalistler, bu kirli ve aşağılık saldırılarını Suriye’deki gibi.. kadınlara yöneltmiş bulunuyorlar. Tıpkı Irak’ta, Afganistan’da yaptıkları r yıllardı onların İşte r. Suriye’ye de “demokrasi” götürmeye hazırlanıyorla r kadınlara götürdükleri demokrasi ve özgürlük bu. Zaten emperyalist savaşla cinsel açlık, yoksulluk ve ölümden başka birşey getirmezken birde kadının çıplak bir kimliğinden ötürü aşağılanması bu düzenin kadına yönelik yaklaşımını şekilde göstermektedir. Sınıfsal ve cinsel kimliğinden dolayı birçok şiddete ve aşağılanmaya maruz kalan kadının yaşadığı sorunların gerisinde kapitalist sömürü düzeni yer almaktadır. Bu sistem bütün bu sorunları döne döne yeniden üretmektedir. kadının Örneğin, şiddet gören ve devletten koruma talep eden, fakat reddedilen na eve döndüğünde kocası tarafından öldürülmesi sistemin kadın sorunu ğını yaklaşımını ve göstermelik de olsa çözmek gibi her hangi derdinin olmadı göstermektedir. z Bu yüzdendir ki; savaşsız, sömürüsüz, eşit, özgür ve insanca yaşayacağımı bir başka en örmekt havza günler için mücadelemizi fabrika fabrika, havza inde aç seçeneğimiz bulunmamaktadır. Gündüzlerinde sömürülmediğimiz, geceler yatmadığımız bir dünya için mücadeleyi yükseltelim.

31


Savaş ve saldırganlığın faturası emekçilerin sırtına yükleniyor...

Bugün AKP, Kuzey AfrikaOrtadoğu-Avrasya bölgesinde ABD’nin en güçlü taşeronu olma hedefiyle Mısır, Tunus, Suriye halklarına lider gözükmeye çalışmaktadır. Bu bölgedeki her olaya elini atmaktadır. Diğer yandan da Kürt halkının bütün mücadele alanlarını ortadan kaldırarak kendi gücünü pekiştirmeye çalışmaktadır. İşte iktidarın bu politikaları, tam da Türkiye’deki sermayedarların -elbette ki buna savunma sanayisi de dahil- nüfuz edebilecekleri, sömürebilecekleri bir bölge ve bu bölgede “güçlü bir Türkiye” hedeflerine uygun düşmektedir.

32

İçinde bulunduğumuz bunalım dönemine paralel olarak bölgesel savaşların büyüme olasılığı Türkiye’nin savunma sanayi alanında hangi noktada ve nasıl bir eğilimde olduğunu incelemeyi gerektirmektedir. Ekim Gençliği’nin daha önceki sayılarında, üniversite-sermaye işbirliğine ve üniversitelerde kurulan teknokentlerin savunma sanayi alanında gelmiş oldukları yere ağırlık verilmişti. Bu yazıda ise savunma sanayi alanında Türkiye’nin politikalarına daha çok ağırlık verilecektir.

Savunma sanayinde yurt içi üretime ağırlık Bu yıl 20-22 Haziran tarihlerinde ODTÜ KKM’de düzenlenen Savunma Teknolojileri Kongresi’nde, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ın yaptığı açıklamaya göre müsteşarlığın 27.3 milyar dolarlık sözleşmesi imzalanmış projesi bulunmaktadır.1 Bununla birlikte, stratejik hedefler arasında da göze çarpan en önemli başlık olarak “ulusal üretimin arttırılması” yer alıyor. “20072011 Stratejik Planı”nda öne çıkan ilkeler arasında “ulusal savunma sanayinin geliştirilmesi”, “savunma sanayinin ulusal öncelikler paralelinde geliştirilmesi”, “ulusal tasarımların gerçekleştirilmesi” hedefleri yoğun bir şekilde vurgulanmaktadır.2 TSK ihtiyaçlarının yurt içinden karşılanma oranlarına baktığımızda 2003’te %25 seviyesindeyken 2011’de %54’e kadar bir yükseliş görülmektedir.3 Bu dönem içinde yapılan bütün planlamalarda en önemli vurgulardan birini

ihtiyaçların yurt içi karşılanma oranını %50 seviyesine yükseltmek oluşturmuştur. Bugünkü durumda, Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın bu hedefini gerçekleştirdiği görülmektedir.

Rekabet gücünü yükseltmek ve ihracatı arttırmak Müsteşarlığın diğer önemli hedefini de ihracatın arttırılması oluşturmaktadır. Burada öncelikli pazarlar arasında da Ortadoğu, Uzakdoğu, Afrika ve Orta Asya’daki eski SSCB’den kopan ülkeler yer almaktadır. Bu pazarların hepsi de emperyalistlerin çıkar çatışmalarının en yoğunlaştığı bölgeler olduğundan, Türkiye’nin pazar için bu bölgelere yönelmesini zorlaştırmaktadır. Fakat Türkiye’de savunma sanayinin gelişmişlik düzeyi düşünüldüğünde, Amerikan, İngiliz, Alman, Japon, Rus tekellerine kıyasla Türkiye’nin rekabet gücü oldukça zayıftır. Türkiye ancak çok sınırlı olarak, ileri teknoloji gerektirmeyen, ucuz mühendislik ve ucuz iş gücü özelliklerine uygun alanlarda, savunma sanayindeki uluslararası iş bölümünde ihracatçı olarak yer alabilir. Bu durum, Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın planlarında gözetilmekte ve buna uygun olarak, AR-GE çalışmalarına ve eksik kalınan alanlara ağırlık verilmesi hedeflenmektedir. Bu çerçevede, projelerde KOBİ’lerin etkinliği arttırılarak – KOBİ’ler için bu sektöre %20’lik bir pay hedeflenmekte – yenilikçi AR-GE çalışmalarının yoğunlaştırılması için planlar yapılmaktadır. Bununla birlikte, yan sanayi ve


üniversitelerin de savunma sanayine katkılarını arttırmak hedeflenmektedir. Üniversitelerde yapılan araştırmalara devlet teşviklerinin yaygınlaştırılması, öğretim elemanlarının sözleşmeli statüde ve performansa dayalı ücretle çalıştırılması gibi yeni YÖK Yasa Tasarısı’nda yer alan başlıklar, savunma sanayinin ihtiyaçlarına da uygun düşmektedir. Savunma sanayinde, üniversitelerin, yan sanayinin, KOBİ’lerin rollerini arttırmak hedeflenirken bu “ana yüklenici” firmalar aracılığıyla sağlanacaktır. Kısacası hedeflenen, savunma sanayinde esas pay sahibi büyük şirketlerin çıkarları doğrultusunda, KOBİ’lerin, üniversitelerin üretime daha çok katılmalarıdır. Savunma sanayinde Türkiye gelişme eğiliminde olsa da, uluslararası arenada hala oldukça zayıftır ve politik açıdan bölgesel güç olarak gözükmesine uygun bir gelişmişlik noktasında değildir. Bu “ana yüklenici” şirketler arasında göze çarpan şirketlerden ikisi ASELSAN ve TAİ’dir. 2011 yılında “Defense News TOP 100” listesinde yer alan bu iki şirket, sırasıyla 848 ve 748 milyon dolarlık 2011 yılı savunma sanayi gelirleriyle 76. ve 83. sıralarda yer almaktadır. TSK ihtiyaçlarının yarısına yakınının ithalatla sağlanıyor olması ve iki büyük şirketin büyük silah tekellerine kıyasla uluslararası pazarda çok küçük bir paya sahip olmaları da bunun göstergeleridir. ABD’nin askeri harcamaları Türkiye’nin GSYİH’na yakın bir değerdedir.4 Uluslararası alanda yapılan savunma sanayi ticareti antlaşmalarında ve teslimatlarında göze çarpan iki büyük devlet ABD ve Rusya’dır. Antlaşmaların %78.7’si ve teslimatların %37.6’sı ABD tarafından yapılmıştır. ABD’nin ardından gelen Rusya’nın payı ise toplam antlaşmaların %5.7’sine, teslimatların ise %26.8’ine tekabül etmektedir. 2011 yılında, tedarikçi konumunda ABD yaklaşık 66 milyar dolar, Rusya 5 milyar dolar değerinde savunma sanayi anlaşması yaparken, Türkiye tedarikçi konumunda 800 milyon dolar değerinde antlaşma yapmıştır. 20042011 arasındaki antlaşmalarda ve teslimatlarda Türkiye sadece 2011 yılında yapılan antlaşmalar listelerine girebilmiştir.5

Savaşların devlet bütçesine maliyeti Türk sermaye devleti savunma sanayinde atılımlar gerçekleştirmeye ve Ortadoğu’da gücünü pekiştirmeye çalışırken bunun faturasını da kendi ülkesindeki işçi-emekçiler ve emperyalist savaşlarda katledilen kardeş halklar ödemektedir. Devletin askeri harcamalara ne kadar bütçe ayırdığı ve bunu nasıl gerçekleştirdiğine dair somut ve güvenilir verilere ulaşmak hayli zor. Bu konuda Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın hazırladığı rapora göre haziran ayında geçirilen yeni Sayıştay Yasası ile askeri harcamaların Sayıştay tarafından denetlenmesinin de önüne engeller çıkarıldığı belirtilmektedir.6 TESEV’in sunduğu raporda, 2011’de 2012 yılı için kabul edilen mali bütçe yasasına göre, Milli Savunma Bakanlığı’na ayrılan bütçenin 39 milyar TL’ye çıkarıldığı ve en çok bütçe ayrılan bakanlıklardan birinin MSB olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte Türkiye’de güvenlik ve asayişten sorumlu bakanlık ve

kurumlara ayrılan bütçenin yüksekliğinden de dem vurulmaktadır. TESEV raporunun açıklandığı toplantıda konuşan Lale Kemal, bunun arkasında Türk devletinin PKK’ye karşı yürüttüğü 30 yıllık savaşın yattığını ve bu savaşın 300 milyar dolarlık bir maliyeti olduğunu öne sürmektedir.

Emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadeleye Bugün AKP, Kuzey Afrika-Ortadoğu-Avrasya bölgesinde ABD’nin en güçlü taşeronu olma hedefiyle Mısır, Tunus, Suriye halklarına lider gözükmeye çalışmaktadır. Bu bölgedeki her olaya elini atmaktadır. Diğer yandan da Kürt halkının bütün mücadele alanlarını ortadan kaldırarak kendi gücünü pekiştirmeye çalışmaktadır. İşte iktidarın bu politikaları, tam da Türkiye’deki sermayedarların -elbette ki buna savunma sanayisi de dahil- nüfuz edebilecekleri, sömürebilecekleri bir bölge ve bu bölgede “güçlü bir Türkiye” hedeflerine uygun düşmektedir. Bütün bunlar, bölgedeki emekçileri daha ağır sömürü koşullarına itmekten başka bir anlama gelmemektedir. Ve bu politikanın esas sahipleri, sermayedarlar, AKP’nin izlediği bölgesel güç olma politikasından en başta kazançlı çıkacak sınıftır. Bu nedenle öğrencilerin, işçilerin, emekçilerin, sömürülenlerin saflarında örgütlenerek, sermayedarların egemenliğini kırmak tek gerçek kurtuluş yoludur.

...sermayedarlar, AKP’nin izlediği bölgesel güç olma politikasından en başta kazançlı çıkacak sınıftır. Bu nedenle öğrencilerin, işçilerin, emekçilerin, sömürülenlerin saflarında örgütlenerek, sermayedarların egemenliğini kırmak tek gerçek kurtuluş yoludur.

Kaynaklar: 1 : http://www.haberler.com/turk-savunma-sanayiigucleniyor-3727677-haberi/ 2 : http://www.uig.gen.tr/dokumanlar/ssm.pdf 3 : http://www.ssm.gov.tr/anasayfa/savunmaSanayiimiz/Sayfal ar/bugunkudurum.aspx 4 : “US military expenditures”. http://www.tradingeconomics.com/united-states/militaryexpenditure-current-lcu-wb-data.html “Turkey GDP”. http://www.tradingeconomics.com/turkey/gdp 5 : http://www.fas.org/sgp/crs/weapons/R42678.pdf 6 : http://www.durushaber.com/haber-9536-2012-yiliaskeri-harcamalara-39-milyar-TL-ayrildi.html

D. Baran

33


29 yaşını geçen üniversite öğrencilerinin üniversite kayıtları yapılmayarak askere çağrılmaları askerlik üzerine yeni bir tartışmayı daha başlattı. Bu tartışma sadece askere çağrılanları değil, askerliğin amaçları ve sonuçları düşünüldüğünde tüm toplumu ilgilendiriyor. Zira, ilkokuldan itibaren tek tip kıyafetlerle nizami bir disipline sokulurken, her sabah Türk milletinin yüceliğiyle kandırılan, Milli Güvenlik dersleri ile kendisi gibi olmayanı öldürmeyi meşrulaştıran bir eğitim sistemi ile itaatkâr bir toplum yetiştirilmeye çalışılıyor.

MSB-YÖK işbirliği… Kayıt döneminde yaşanan zorlukların yanı sıra, yaş engelinden dolayı kayıt yaptıramayanlar oldu. Üniversiteye yeni kayıt yaptıran veya kaydını yenilemek isteyen 29 yaşını doldurmuş öğrencilerden “askerlik durum belgesi” istendi. Milli Savunma Bakanlığı YÖK’e gönderdiği yazıda, 29 yaşından büyük öğrencilerin, askerliklerinin ertelenmesine imkân olmadığını, bu durumdakilerin askerlik yapıp eğitimlerine devam edebileceğini belirtmişti. Askerlik şubelerine giden binlerce öğrenciye ise belge verilmedi. Böylece kayıtlar yapılamazken, üniversitede okuyan 29 yaşını geçmiş öğrenciler askere çağrılıyor, askere gitmeyen öğrencilerin ise kayıtları siliniyor. Kararın iptali için bakanlığa ve YÖK’e başvurular olurken, Askere Alma Dairesi Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada “Askerliklerinin ertelenebilmesi için en az lisans düzeyinde bir yükseköğretim kurumundan mezun olmaları ve yüksek lisansa devam edebilmeleri gerekiyor. Öğrenciler lise veya dengi okuldan 18-19 yaşlarında mezun oluyor. Üniversite için yaklaşık 10 yıl gibi uzun bir süre kalıyor ki, bu, üniversite eğitimini tamamlamaları için yeterli bir süre. Bu gerekçeyle, konuyla ilgili bir çalışmamız bulunmuyor.” deniliyor. Ancak şu da açık ki, paralı eğitim gerçeğiyle beraber düşündüğümüzde çalışmak zorunda kalan binlerce öğrenci okulu uzatıyor.

Hedefte devrimci faaliyet var! Başvurulara karşı YÖK’ün verdiği cevap ise açık bir biçimde devrimci-demokrat-yurtsever öğrencileri hedefliyor. Bazı çekincelerinin olduğunu ifade eden YÖK, terör örgütleri mensuplarının okulu bilerek uzattığını, böylece üniversitelerde faaliyet gösterme fırsatı yakaladığını söylüyor. Tedbiri de ancak bu tarz uygulamalarla aldıklarını söyleyen YÖK, tarafını belli ederken, üniversitelerdeki devrimci faaliyete olan öfkesini açığa vurmuş oluyor.

34

12 Eylül’ün üniversiteler üzerindeki postal izi YÖK’ün ürünü olan “disiplin yönetmeliği”, devrimci öğrencilerinmaruz kaldığı soruşturka, uzaklaştırma, atılma gibi cezaların temel dayanağı olmuştur.

Özel üniversitelere ayrıcalık! Devlet üniversitelerinde okuyan işçi-emekçi çocuklarından askerlik durum belgesi istenirken, özel üniversitelerde askerliğe dair her hangi bir belge istenmiyor. YÖK, genelgeyi tüm üniversitelere gönderdiğini iddia etse de özel üniversitelerde böyle bir uygulamanın olmaması açık bir şekilde işçi-emekçi çocuklarının ikinci sınıf muamele gördüklerini gözler önüne sermektedir. Parayı veren düdüğü çalar misali, özel üniversitelerde okuyanlara ayrıcalık tanınmaktadır. Diğer yandan orduya milyarlarca para veren bedelli askerlik yasasından yararlanan 30 yaşına gelmiş öğrencilerin böyle bir sorunu kalmamaktadır.

Militarist zihniyet her yerde! Militarizmin üretildiği en önemli alanlardan biri olan okullarda, tarih dersinden coğrafya dersine, müzik dersinden din dersine militarist bakış açısı hâkim. Tarih dersinde Türklüğün yüceliği, büyük bir imparatorluk geçmişi, işgal edilen topraklar için fetih yalanları söyleniyor. Yakın tarihte, dış mihrakların Türkiye’de gözünün olduğu gerekçesiyle, komşu ülkelerin halkları düşman ilan ediliyor. Coğrafya dersinde Kürdistan toprağı görmezden geliniyor, müzik dersinde fetih marşları, Kemalist rejimin marşları ezberletiliyor. Din dersinde ise “millet adı”na kardeş kanı dökmeye giden askerlerin şehitliği kutsanıyor. Bir yandan da TV dizileriyle askerlik yüceltiliyor. Lise ve üniversite eğitiminde de bu süreç böyle devam ediyor. Yetişkin sayılma yaşı 18 iken, 20 yaşına gelmiş biri askere giderek ehlileştirilmeye, “adam edilmeye” çalışılıyor. Askerlikte dayak yemek, hakaret işitmek normalleştiriliyor. Askerlikte gördüğü şiddeti sineye çeken gençler, daha sonra başkalarına uygulamak üzere içinde öfkesini büyütüyor.

Silahlarımızı kardeş halklara değil, burjuvaziye çevirelim! Kapitalist iktidar, gençliğe topluma faydalı olunabilecek bir gelecek veremezken gençlikten sermayenin çıkarları için yaşamaları ve ölmeleri isteniyor. İşçi-emekçi çocukları kirli bir savaşa alet ediliyor. Gençliğin yapması gereken ise bizleri sömürenlerin çıkarı için düzenin ordusunda değil, kendi geleceğimiz için devrim mücadelesinde saf tutmaktır.


Sana söz veriyoruz Alaattin...

Bıraktığın mirası canımız pahasına koruyacağız!

19 Kasım 2009 akşamı... Burjuva medyada, ana haberlerde altyazıdan geçen “İstanbul-Esenyurt’ta çatışma...” haberleri. Ardından katillere korku salan bakışlarıyla Alaattin yoldaşın gözaltında çekilmiş fotoğrafı. Ve spikerin soğukkanlı, insanın içini donduran sesi: “İstanbul Esenyurt’ta polisle çatışan şahıs vurularak öldürüldü!” Arka fonda çatışmanın yaşandığı Esenyurt’un sokakları, Alaattin yoldaşın sokak ortasında yatan bedeni... Saatler geçtikçe netleşen ve işgüzar gazetecilerin açığa çıkardığı bilgiler: “Cezaevinden ölüm orucu nedeniyle çıktı, yıllardır aranıyordu, yasadışı bir sol örgüte mensuptu...” İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın katilleri koruyan açıklamaları... Ve nihayet Alaattin yoldaşın yaşamı kadar ölümüyle de partisini onurlandırdığını ilan eden ve olayı ayrıntılarıyla ele alan, “Alaattin yoldaşın katillerinin yakasını bırakmayacağız!” diyen parti açıklaması... TKİP üyesi komünist işçi Alaattin Karadağ’ın katledilişinin üzerinden üç yıl geçti. “Ancak tarih tetikçilerin değil, direnenlerin kayıtlarını tutar!”. Bu yüzden, parti ve devrim tarihimize onurlu bir yaşamı ve direnişçi bir kimliği miras bırakan Alaattin yoldaşımızı, buruk değil, başı dik cümlelerle anma ve anlatma sorumluluğunu yüreğimin en derininde duyuyorum. Gidenin ardından yakılan ağıtların ve olmayan özellikleri ona atfetmenin anlamsız olduğunu bilerek başlıyorum Alaattin’i anlatmaya… Ancak, proletaryanın bu yiğit evladını anlatmak aradan geçen yılların biriktirdikleri, öğrettikleri ile zorlaşıyor. Çünkü Alaattin yoldaşa borcumuz her geçen gün artıyor. Ölümünün ardından yazılanlar, dostlarının, yoldaşlarının ona dair söyledikleri, hissettikleri tarifi imkânsız duygularla sarıp sarmalıyor beni. Alaattin yoldaşın sokak ortasında infazının ardından üç yıl geçse de, partisi uğruna bir an bile tereddüde düşmeden şehit düşen bu yiğit devrimcinin, Alaattin Karadağ’ın bize öğreteceği daha çok şey var yoldaşlar... Ölümüyle sarsıldığımız, hınçlandığımız, kavgaya daha sıkı sarıldığımız Alaattin Karadağ, yaşamıyla da bize yol göstermeye devam ediyor…

Proleter bir devrimcinin örnek yaşamı Alaattin Karadağ... Komünist bir işçi. Genç yaşlardan itibaren devrimci mücadelenin içinde olan, samimi, inançlı ve kararlı bir devrimci. Partisiyle ve sınıfıyla et ve tırnak gibi kaynaşan, burjuvazinin mahkemelerinin hakkında verdiği kararın kavgadan alıkoyamadığı, cüretkâr bir dava adamı. 19 Kasım akşamı, o dönem kamuoyuna ilan edilen III. Parti Kongresinin kızıl şiarlarını Esenyurt’a duyuran ve yüreğini kabzasında taşıyan bir partili... Antakya’da emekçi bir ailenin çocuğu olarak 1978 yılında dünyaya gelen Alaattin Karadağ daha küçük yaşlarda kendi “kaderini” yaşamaya başlar. Hayatını idame ettirebilmek için çalışmak zorunda olan Alaattin yoldaş genç yaşta devrimci düşüncelerle tanışır. Bu dönemde devrimci ve yurtsever harekete sempati duyar. Ancak örgütlü mücadele içerisinde yer almaz. Ta ki Ekimcilerle tanışana kadar. Kendi anlatımıyla “Önce Kızıl Bayrak’ı sonra da Ekim’i okumaya başlar.” Ardından uğruna canını ortaya koyacağı kavgasına sımsıkı sarılır ve düşlerinin sığmadığı Antakya’yı geride bırakarak büyük sanayi kentlerine gider. İzmir’de parti faaliyeti yürüttüğü sırada, bir işçi mitinginde gözaltına alınır, tutuklanır. DGM’de devrimi ve devrimci kimliğini cepheden savunan bir tutum alır. Cezaevine girdiği dönemde süren ölüm orucu direnişine tereddüt etmeden katılır. Direnişini devam ettirdiği sırada tahliye edilir. Bu kez İstanbul’a giden ve yorgunluk, karamsarlık, umutsuzluk nedir bilmeyen Alaattin Karadağ burada da bir sıra neferi gibi parti faaliyetini omuzlar.

“Ölüm çaresiz kalıp çığlıklar attı arkasından...” 2009’da gerçekleşen III. Parti Kongresi’nin ardından başka bir yerele İl Komitesi üyesi olarak atanan Alaattin yoldaş buna rağmen Esenyurt bölgesinde pratik faaliyetini sürdürür. 19 Kasım akşamı da bir yoldaşıyla birlikte parti afişlerini yaptıkları esnada sermaye düzeninin katilleri tarafından fark edilirler ve kurşun yağmuruna tutulurlar. Alaattin yoldaş burada aldığı tutumla “Yoldaşlık üzerine gelen kurşunları paylaşmaktır.” sözünün pratik karşılığını ortaya koyar. Hatta kendisinden daha genç ve deneyimsiz olan yoldaşını çatışma bölgesinden uzaklaştırmak için farklı yöne doğru geri çekilir. Çatışma bölgesinden uzaklaşan ve silahsız olan diğer yoldaş arka arkaya ateşlenen silah seslerini duyar. Çevreden olayı izleyen emekçilerin anlatımı da Alaattin yoldaşın sokak ortasında yaralı halde yattığı sırada “sivil” bir araçtan inen “sivil” bir şahsın Alaattin Karadağ’ı infaz ettiği yönündedir. Yani Alaattin Karadağ yaralı olduğu halde sermaye düzeninin eli kanlı tetikçileri tarafından infaz edilmiştir. Alaattin Karadağ ölümünün ardından kamuoyuna sunulan parti açıklamasında da söylendiği gibi cellatlarının yakından tanıdığı ve bildiği bir devrimcidir. Dolayısıyla bir çatışmada karşı karşıya gelindiği durumda katledilmesi bilinçli bir tercihtir. Ancak şu da bir gerçektir ki Alaattin’e sıkılan her bir kurşunun hedefinde TKİP vardır. O dönemde gerçekleşen ve sermaye devletini fazlasıyla rahatsız eden III. Parti Kongresi vardır. Alaattin’in infazıyla komünist harekete verilmek istenen gözdağının gerisinde ise illegal-ihtilalci örgütte ısrar edenlerin Türkiye’nin devrimci geleceğine yönelik hazırlığından duyulan korku yatmaktadır. Çünkü Alaattin’in ölüm karşısında kuşandığı inanç, irade ve fedakarlık tek başına onun kişisel özellikleri değildir. Bu özellikler dünden daha güçlü bir biçimde devrime yürüyenlerin ortaya koydukları iddianın güvenceleridir. Evet, ölümü çaresiz bıraktı Alaattin… Taşıdığı bayrağa leke sürdürmedi. Gururla anacağımız bir miras bıraktı geriye. Şimdi sıra bizde... Onun bıraktığı yerden kavgaya tutunmak, partiyi işçilereemekçilere, gençliğe taşımak, IV. Kongre’nin ruhuyla birer Alaattin olmak sırası bizde! Z.Eylül

35


“Ezilenlerin Tiyatrosu” üzerine Brezilyalı tiyatrocu Augusto Boal’in ortaya attığı ve dünyanın birçok bölgesinde uygulanma şansı bulan “Ezilenlerin Tiyatrosu” kuramı, birçok anlamda üzerine düşünülmeyi ve çalışılmayı hak ediyor. Bu hak ediş, zeminini sadece bir tiyatro teorisi olmasından değil, aynı zamanda tiyatronun toplumda tuttuğu yeri ya da olması gerektiği yeri yine toplumla var etme çabasından ileri geliyor. Çünkü Boal, teorisini, hayatında keskin bir dönüm noktası ifade eden bir süreçte yaratıyor. Bu süreç, 1965 yılında Brezilya’da gerçekleştirilen sağ darbe, darbenin baskı ve sansür ortamının tiyatro yapma koşullarını ortadan kaldırması, 1971 yılında Boal’in tutuklanması ve yurtdışına çıkmak zorunda kalması şeklinde özetlenebilir. Bütün bu olaylar silsilesi, Boal’in, Paulo Freire ve onun eğitim modeli ile tanışmasına ve kendi tiyatro teorisini yaratmasına vesile olmuştur. Boal’in “Ezilenlerin Tiyatrosu” teorisine ve uygulanış pratiklerine bakmadan önce, teorinin çıkış noktasını oluşturan Paulo Freire ve onun “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabından bahsetmekte fayda var.

Ezilenlerin Pedagojisi

36

Peru’daki sosyalist hükümetin okuma-yazma seferberliğine, kendi eğitim modeli ile dahil olan pedagog Paulo Freire, ilk olarak önceden süregelen eğitim modellerini öğretmen-öğrenci ilişkisi minvalinde sorgulamakla işe başlar. Egemen model, Freire’nin “bankacı model” olarak tanımladığı eğitim modelidir. Bu modele göre “öğrenciler ‘yatırım nesneleri’, öğretmen ise ‘yatırımcıdır’ ”(Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, s.49, Ayrıntı Yayınları). Bu yanıyla yatırılan nesne bilgidir. Bu öğretmen-öğrenci ilişkisi karşılıklı etkileşimden uzak ve “üstten”dir Freire’ye göre. Bu yanıyla, bilgi “öğretmenin”, “öğrenciye” sunduğu bir armağan konumundadır ki, bu da bilginin oluşmasından ziyade, ezberle ve “istifcilikle” neticelenen güdük ve geçici bir bilgi yanılsamasından öteye gidemez. Freire bu durumun sonuçlarından şöyle bahseder: “(Öğrenciler) Kendilerine dayatılan bu edilgen rolü ne kadar kapsamlı şekilde kabul ederlerse, dünyayı nasılsa öyle benimsemeye, kendilerinde yığma malzeme halinde biriktirilen kısmı bir gerçeklik görüşünü kabule o kadar yakın olurlar.” (A.g.e, s.51) Oysa ki, Freire’nin önerdiği model,

ilk olarak bu ayrımı (öğretmen-öğrenci) ortadan kaldırmaya yöneliktir. Karşılıklı etkileşime dayalı ve uzlaşmacı eğitim modelinde aslolan, varolan kutuupların her iki tarafını da hem öğretmen hem de öğrenci haline getirmektedir. Freire’ye göre sağlıklı bir eğitim ancak bu şekilde mümkün olur ve bir ezen-ezilen ilişkisi düzleminden kurtulup, “baskıcı” yanı alaşağı edilir. Freire’ye göre bu durum devrimci önderlerin, halkla kurdukları ilişkilerde de aynı olmalıdır: “Yani ezilenler ve önderler aynı ölçüde devrimci eylemin özneleridirler ve gerçeklik her iki grubun dönüştürücü eyleminin iletişim ortamı işlevini görür. Bu eylem kuramında bir aktörden ya da kabaca aktörlerden değil daha ziyade karşılıklı iletişim içindeki aktörlerden söz edilebilir.”(A.g.e, s.106) Diğer yanıyla, Freire’nin eğitim modeli, insanlarda bir “öz-farkındalık” ve “kendilik” yaratma çabasıdır. Ancak bu çaba, insanları toplumsal dönüşümlere katılma imkanını sağlar. Freire’ye göre, “İnsanın ontolojik yetisi, kendi dünyası üzerinde eylemde bulunan ve bu dünyayı dönüştüren bir özne olmak ve bunu yaparken, bireysel ve kolektif olarak, daha tam ve daha zengin bir hayata giden olanaklara doğru hareket etmektir.” (age, s.12). Bu minvalde, bu yetiden hareketle, eğitim bir özgürlük modeli haline gelir. Bu modeli, “Ezilenlerin Tiyatrosu” kuramıyla bağdaştırarak ve de açmaya çalışarak, Boal’in kuramının temel öğelerine giriş yapabiliriz.

Ezilenlerin tiyatrosu… Augusto Boal’in Freire’nin pedagojisinden hareketle yarattığı tiyatro modeli de, yukarıda bahsettiğimiz temel çelişkiler ve onların çözüm imkanları üzerinden ilerler. Örneğin Boal, “Ezilenlerin Tiyatrosu” isimli kitabının ilk bölümünde, Aristoteles’in tragedya anlayışını “baskıcı” olarak nitelendirirken yine aynı noktaya değinir. Boal’e göre, söz konusu tragedya yapısında, seyirci tamamen edilgen bir konumdadır. “Etkin”lik ve “eylemlilik” sahne üstüne yüklenmiştir. Seyirciden sadece gösterilenler üzerine fikir yürütmesi beklenir. Yani seyirci tamamen bir tüketici konumundadır. Ayrıca bu baskıcı durum sadece tiyatroda değil, birçok alanda kendini gösterir. Boal, “Aristoteles’in Baskıcı Tragedya Sistemi” isimli bölümün giriş kısmında şöyle der: “Bu sistem, bugüne kadar sadece geleneksel tiyatroda değil, aynı zamanda televizyon dizileri ve Western filmlerinde de kendini gösterdi: Filmlerin, tiyatronun ve televizyonun, Aristoteles’in temel tragedya anlayışı üzerinden, insanları baskı altında tutmak için bir aradalığı.”(Augusto Boal, Theatre of The


Opressed, s.3, Pluto Press) Bu yanıyla, Boal’in çıkış noktası olarak aldığı bu durum, yani bir oyuncu-seyirci karşıtlığı, Freire’nin ortaya koyduğu öğretmen-öğrenci karşıtlığıyla aynı düzlemdedir. Nasıl Freire’nin eğitim modelinde bu karşıtlık ortadan kalkmadan “özgür bireyler” yaratılamayacaksa, Boal için de oyuncu-seyirci ayrımı kalkmadan tiyatronun eylemliliği sağlaması, bireylerin değişimi ve toplumsal süreçlere katılımı mümkün olmayacaktır. Çünkü bu ayrım sürdükçe, tıpkı Freire’nin “sessizlik kültürü” olarak tanımlandığı, yani farkındalığın ve tepkinin imkansız kılındığı bir durum, tiyatroda da süregidecektir. Bu bağlamda Boal, tiyatro anlayışında seyircinin “seyirci” konumunu yıkmayı ön plana almıştır. Aslolan seyirci ile aktörün birlikteliğidir. Yaratmak istediği “seyirci-oyuncular”dır. Böylece, seyirci pasif bir konumdan çıkıp, eyleme müdahale eden ve onu dönüştüren bir konuma gelebilecektir. Bunu hayata geçirebilmek için ortaya temel olarak üç tarz koyar: Görünmez Tiyatro, Forum Tiyatrosu ve İmge Tiyatrosu. Görünmez Tiyatro örneğinde, önceden hazırlanmış birkaç oyuncu, genellikle kamusal bir alanda bir tartışma başlatarak, bu tartışmanın “seyirci-oyunculara” sıçramasını sağlamaya çalışırlar. Oyunculuklar ne kadar gerçekçi olursa, Görünmez Tiyatro da o kadar başarıya ulaşır. İzleyiciler de pasif bir konumdan çıkıp, farkında olmadan “eyleyen” bir konuma gelirler. Örneğin, bir otobüste ayakta kalan beyaz bir erkek oyuncu, oturmakta olan siyahi bir kadın oyuncuya, bir beyazın ayakta dururken, bir “zencinin” oturmasının doğru olmadığını söyler. (Asıl örnek için bkz. “Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar için Oyunlar”, Augusto Boal, s.29, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi) Başka bir oyuncu olumlu ya da olumsuz fikrini beyan eder ve bir tartışma ortamı yaratılmaya çalışılır. Oyuncu olmayan birinin, yani bir “seyirci-oyuncu”nun sürece dahil olmasına kadar bu devam eder. Bu çaba sonuç verirse, Görünmez Tiyatro başarıya ulaşır ve oyuncular, süreçten çekilmeye başlarlar. Amaç, mümkün olduğunca tartışmayı genelleştirmek ve farkındalık yaratmaktır. Forum Tiyatrosu’nda, ortaya koyulan toplumsal sorunlara insanların bir “forum” havasında ortak çözümler üretmesi amaçlanır. Forum Tiyatrosu’nun en önemli yanı, sorunlarla yüzleşen karakterin-oyuncunun “kahramanca” bir tutum sergilememesidir. Yani karakter bir yanlış içerisinde olmalıdır ve “seyirci-oyunculardan”

beklenen bu yanlıştan tartışma yoluyla karakteri çıkarmaktır. Boal bu durumu şöyle açıklar: “Karakter pes eder ve ben, onun yaptıklarını düzeltmeye, ona mümkün olan doğruları göstermeye, eylemlerini doğru yöne çevirmeye çalışırım. Oyunun kurgusal ortamında böyle yaparak, kendimi gerçekte de böyle davranmaya hazırlarım. Kurgusal olarak gerçeklikle yüzleşirim. İleride karşılaşacağım -işsizlik korkusu, çalışma arkadaşlarımın görüşleri gibisorunlardan haberdar olurum ve eğer Forum Tiyatrosu’nda tüm bunların üstesinden gelebilirsem, gerçekte böyle bir durumla karşılaştığımda onun üstesinden gelmek için daha iyi bir donanıma sahip olurum” (A.g.e, s.47) Örneklenecek olursa, kurgusal bir karakterin, nükleer santraller üzerine takındığı tutum, Forum Tiyatrosu bağlamında ele alınır ve seyircioyuncuların tartışmaları, çözüm üretmeleri ve hatta eyleme daha da dahil olup, o karakterin yerine geçerek kendi çözümlerini canlandırmaları istenir. Sonradan farklı metodları da ortaya koyulan İmge Tiyatrosu’nun başlangıcı olan “geçiş imgelerinde” ise, seyirci-oyunculardan, kendilerini bir heykel gibi kullanarak, bir soruna karşılık gelen bir imge yaratmaları istenir. Örneğin herkesin üzerinde uzlaştığı bir “işsizlik” imgesi yaratılmaya çalışılır. Bu imge “gerçek imge”dir. Daha sonra ise, aynı sorunun çözülmüş olduğu arzulanan bir toplumdaki imge, yani bir “ideal imge” yaratılması istenir. Son olarak ise, ilk yaratılan “gerçek imge”den, arzulanan “ideal imge”ye, hareketli bir “geçiş imgesi” yaratılması istenir. Amaç, gerçek olandan, ideal olana giden yolları ve imgesel çağrışımlarını tartışmaktır. Sonuç olarak, Ezilenlerin Tiyatrosu kuramı, Freire’nin başka bir açıdan göstermeye çalıştığı gibi, bir “özneleşme” çabasıdır. Amaç, toplumun her bireyinin, bu çaba içerisinde, diyalog, uzlaşı ve etkileşim yoluyla dönüşümünü mümkün kılacak araçlar sağlamaktır. Bu dönüşümden beklenen, öncelikle bireyin bir farkındalık sürecinden geçmesi ve bu farkındalığın toplumsal dönüşüme aktarılmasıdır. Boal, tiyatronun bu dönüştürücü etkisine inanmış ve kuramını bu temel üzerine kurmuştur. “Belki de tiyatro kendi içinde devrimci değildir; ama hiç kuşku yok ki tiyatro bir devrim provasıdır” (Augusto Boal, Theatre of The Opressed, s.98, Pluto Press)

A. Ardil

37


Bilgisayarlarda bir heyula dolaşıyor...

Özgür yazılım heyulası

38

Bir grup tarihçinin bilişim çağı dediği dönemde yaşıyorken, biz gençlerin teknoloji ile, özellikle de bilgisayar ile içli dışlı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Artık neredeyse her ilk ve orta düzeydeki eğitim kurumunda bilgisayar laboratuvarları mevcut, çoğu üniversitede de bilgisayar kullanımı pratikte bir zorunluluk. Bu yazıda, teknolojiye ulaşırken yazılımlara uçuk ücretler vermeden veya bu yazılımları korsan olarak edinmeden, teknolojiye dair işlerinizi yapabileceğiniz alternatif bir yoldan bahsedeceğiz. İşletim sistemi, bilgisayarda oynadığınız oyun ile, kullandığınız internet tarayıcısı veya başka bir program ile, donanım arasındaki araçtır. Şu an dünyada rekabet içinde olan üç işletim sistemi mevcut: Windows, Mac OS X ve Linux. Bu üçünden ilkinin fiyatı 90-180 dolar arasında değişirken, ikincisi normal bilgisayarlara korsan yazılım kullanmadığınız sürece kurulamıyor, Apple’ın kendine özel, uçuk fiyatlı bilgisayarlarını gerektiriyor. Üçüncüsü ve bizim önereceğimiz işletim sistemi ise tamamen ücretsiz. Linux, rakiplerinin aksine, para kazanmak için geliştirilmeyen bir işletim sistemi. Linux’un kurucularından Linus Torvalds’ın şu cümlesi, Linux’un anlayışını da içeriyor: “Bir müşteri sizin elinizden bir şey almıyor, bir şey harcamıyor. Bir yazılımı bir kişiye vermek ile bin kişiye vermek arasında maliyet farkı yok”. İngilizce yazılarda linux için “free” denir, bu “free”‘nin de ingilizcede iki anlamı vardır: Özgür ve ücretsiz. Linux bu ikisini de içermektedir. Öncelikle ücretsizliği üzerinde duralım. Linux’un birçok dağıtımı ücretsizdir. Bu yazılımların ardındaki kaynak da genelde şirketlere satılan paralı versiyonları, şirketlere para karşılığı sunulan teknik destek ve kullanıcıların bağışlarıdır. Bizim gibi günlük kullanıcılar, bu sayede her gün gelişen, güvenlileşen bir işletim sistemini ücretsiz olarak kullanabilmektedir. Özgür yazılım üzerine de birkaç cümle edelim. Free Software Foundation’a göre özgür yazılım “kullanıcıya paylaşma, araştırma ve değiştirme hakkı veren” yazılımdır. Bu cümleyi şu izlemektedir: “Buna özgür yazılım diyoruz çünkü kullanıcı tamamen özgürdür”. Bu demek oluyor ki, Linux kullanırken, işletim sisteminin kodlarına bakabilir, her an bilgisayarın ne işle meşgul olduğunu anlayabiliriz. Mac OS benzeri bir işletim sistemi kullanan iPhone’larda yaptığınız her hamlenin, söylediğiniz her kelimenin doğrudan

Apple şirketine iletildiğini düşününce, Linux kendi özel hayatına saygı duyulmasını isteyen herkes için tek yöntemdir. Biraz da Ubuntu’dan söz edelim. Ubuntu, bir Linux sürümüdür. İstediğiniz anda, hiçbir ücret ödemeden sitesinden indirebilir ve kurabilirsiniz. Kurduktan sonra kısa bir süre alışmanız gerekecek. Ancak alıştıktan sonra Ubuntu’nun Windows’un herhangi bir sürümünden çok daha hızlı ve pratik olduğunu göreceksiniz. Genel olarak Linux üzerine yapılan eleştiriler kullanımının zor olduğu, hatta adeta mühendisler için bir işletim sistemi olduğu üzerinedir. Ancak Ubuntu’nun 2008’de çıkardığı sürümlerinden beri bunun geçerliliğinin kalmadığını söyleyebiliriz. Standart bir bilgisayar kullanıcısının ve özel olarak bir öğrencinin bilgisayarda ihtiyaç duyduğu özellikler üzerinden gidelim. Öncelikle, Windows’ta kullandığınız Chrome ve Firefox gibi internet tarayıcılarını Ubuntu’da kullanabiliyorsunuz. Windows’ta korsan kullanmazsanız, 1100 TL vermeniz gereken Photoshop ile hallettiğiniz işleri, Ubuntu’da Gimp ile de yapabilirsiniz. Yine korsan kullanmazsanız 200 TL civarı ödeyeceğiniz Microsoft Word, PowerPoint, Excel gibi programların çok daha kaliteli ve özgür bir alternatifi olan OpenOffice, Linux’ta mevcut. OpenOffice ile oluşturduğunuz dosyaları dilerseniz Word’ün açabileceği şekilde de kaydedebilirsiniz. Buraya ekleyemeyeceğimiz birçok programın, Linux’ta ya aynı kalitede, ya da çok daha üstün ve hızlı alternatifleri mevcut. Linux’tan korkan kapitalist şirketler, Linux’u “komünist işi” olmakla suçluyorlar. Linux’un liberal kitlesi de komünizm ile özgür yazılım arasındaki farkı şöyle açıklıyor: “Açık kaynak mülkiyet hakkının yokluğu değildir. Açık kaynak, mülkiyet hakkının ve sorumluluğun paylaşılması ve de geliştirme sürecinin hiyerarşik değil, ortakça örgütlenmesidir” (edgepolitics, “Açık Kaynak Hareketi: Sosyalist bir fenomen mi?”). Sovyet kara propagandasından etkilenmiş bu liberal kitlenin argümanlarını değerlendirmeye gerek olmadığı bir gerçek. Linux’tan korkan kapitalist şirketlerin de korkmakta son derece haklı oldukları ortada. Yıllardır uçuk fiyatlarla sattıkları yazılımların aslında paylaşım gibi, para için değil, toplum için yazılım gibi anlayışlarla yapılan yazılımlar tarafından alt edilmesinden korkuyorlar. Korkmakta da haklılar. Linux internet sunucuları arasında açık ara en fazla kullanılan işletim sistemi. Linux, Ubuntu sayesinde bir mühendis işletim sistemi olmaktan da çıkıyor. Yazıyı şöyle bitirirsek çok da haksız olmayız: Bilgisayarlarda bir heyula dolaşıyor - özgür yazılım heyulası.


TKİP militanı Alaattin Karadağ, 3 yıl önce sokak ortasında polis tarafından infaz edildi...

Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmezdir!

Senin mirasının güvencesi olan Parti'miz Binlerce Alaattin'in bükülmez bilekleriyle büyüyor. Senin bize öğrettiklerin; Kızıl Bayrak denizleri arasında, zafere giden yolu gösteriyor!

Sen yaşıyorsun Alaattin. Çünkü uğruna öldüğün en temiz, en insani düşler yaşıyor! Ve sen de biliyorsun: "Yer üstünde kaçanlar, yer altında savaşanlar yürüyor" Biz yürüyoruz... "Devrim yürüyüşümüz sürüyor!"

Ağıtlar değil, türküler yükseliyor göklere Senin hiç titremeyen ellerin tutuyor ellerimizden. Yaprak bile kıpırdamıyor halbuki, Ama ellerimiz, fırtınalara gebe bu sessizliği yırtıyor!

Gözlerindeki inancın ışıltısıyla bakıyorsun Esenyurt'un kızıla boyanmış sokaklarına... Ardından bilenen öfkenin, O öfkenin hıncıyla sıkılan yumruğun yarattığı güzelliği görüyorsun.


Ekim Devrimi 95.

yeni Ekimlerin partisi 14. y覺l覺nda!


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.