EG 145. sayı

Page 1

www.ekimgencligi.net

Eyl羹l 2013 * Say覺: 145 * Fiyat覺: 2 TL



Gençlik direnişe, barikata, özgürleşmeye... İsyan barikatlarını üniversitelere kurmaya geliyoruz. Geleceğimize ve özgürlüğümüze sahip çıkmak için, Polisleri üniversitelerimize sokmamak, üniversitelerimize sahip çıkmak için, Ticari eğitime karşı gelmek için, Emperyalist savaşa dur demek için Herkesi barikatlar kurmaya, kavgaya çağırıyoruz. Gençlik direnişe, barikata, özgürleşmeye... Üniversitelerin açılmasıyla yeni bir döneme giriyoruz. Bu yeni dönem 31 Mayıs patlamasının ve Haziran Direnişi’nin deneyimleri, birikimleri ve moral-motivasyonu ile başlıyor. Bu yanıyla zaten başlamış bulunan yeni bir dönemde açılıyor üniversiteler. 31 Mayıs patlaması ile gençlik hareketinin taşıdığı potansiyel açığa çıkmıştır. Gerici rejimin üzerine serdiği ölü toprağını atan gençlik, kalıpları kırmış, korku duvarlarını yıkmış oldu. Düzenin baskılarına, dayatmalarına karşı yeni bir dünya özlemini haykıran, kapitalizmin amentüsü olan bencilliğe karşı kolektivizmi, dayanışmayı yükselten gençlik, yenilenmiş olarak yeni bir döneme giriyor. Üniversitelerin açılmasına bu olgular üzerinden de bakmak gerekiyor.

Bilinç-eylem-örgütlülük arasındaki diyalektik bağdan ve birbirleriyle olan karşılıklı ilişkiden döne döne bahseder, masabaşı çözümlerin gerçek yaşamda karşılık bulamayacağını söyleriz. Bilinçlenen kitlelerin eyleme geçeceğinden, bilinçlerinin eylem içinde gelişeceğinden ve her ikisinin de örgüt ihtiyacını daha da yakıcı hale getireceğinden bahsederiz. Haziran Direnişi’nin ardından yaşanan, tam da bu oldu. Kitleler, forumlarla örgüt ihtiyacını giderme, toplumsal bilinci ve eylemi ileriye çekme çabasındalar. Ancak bunun sadece ilk adımları atılmış durumda ve gerisinin gelmesi, hareketin gelişiminin olmazsa olmaz koşullardan biridir. Oluşturulacak örgütlülüklerin bilinç ve eylemi geliştireceğini, sürekliliğini sağlayacağını söylemeye gerek bile yok. Elbette ki, oluşturulacak örgütlülüklerin ihtiyacı karşılayabilmesi için, eylem ve devrim kaçkınlarının uğursuz rollerini oynamalarına izin verilmemesi gerekiyor. Haziran Direnişinde, reformist hareketin ufku hem bilinç hem eylem alanında daha ilk günden kat be kat aşıldı. Reformist güçler, kitle hareketinin gelişiminin önünde bir engele, onu dizginleyen bir konuma düştüler. Yeni dönemde üniversitelerde buna izin vermemek, gençliğin önündeki temel görevlerden biri kabul edilmelidir.

Gençliğin devrimci potansiyeli ve örgütlenme ihtiyacı Yıllardır gençlik hareketinin taşıdığı devrimci potansiyelden, zaman zaman gerçekleştirdiği yerel direnişlerden ve eylemlerden bahsediyoruz. Geçtiğimiz dönemde gerçekleşen “ODTÜ Ayakta” ve Dolmabahçe eylemleri ile gençlik, taşıdığı potansiyeli net bir şekilde gösterdi. Ancak gençliğin örgütsüz oluşu ve devrimci önderlikten yoksunluğu bu eylemlerin anlık çıkışlar olarak kalmasına neden oldu. 31 Mayıs patlaması, bu değerlendirmelerin doğruluğunu pratikte de görmemizi sağladı. Gençlik, örgütsüzlüğüne karşın sokaklara çıktı, barikatlarda ölümü göze alarak bekledi, TOMA’lara, plastik mermilere, biber gazlarına, coplara karşı militan bir duruş sergiledi. Bu düzenden hiçbir beklentisi olmadığını, alternatif arayışında olduğunu gösterdi. Ancak bu noktada tüm direniş için olduğu gibi gençlik için de örgütsüzlük ve devrimci önderlik boşluğu eylemin gidişatını belirledi.

3


Yaz boyunca mahallelerde, merkezi parklarda ve kimi üniversitelerde oluşturulan forumların temel bileşeni gençlikti. Kendi eylemi üzerine tartışan, karar alan, hayata geçiren, inisiyatif alan gençliğin enerjisini üniversitelerin açılmasıyla birlikte kampüslere taşımak, forumlar oluşturmak ve örgütlülüğü geliştirmek büyük bir önem taşıyor. Direniş ruhunun ve kararlılığının devamlılığı buna bağlıdır. Bu noktada devrimci önderlik boşluğunun doldurulması, kitle eylemine yön verilmesi ve düzen sınırlarını aşan bir bakışın sağlanması da bizlere düşen başka bir önemli görevdir. Bu ikisini bir arada karşılıklı ilişkisi içinde ele almalıyız. “Gençlik direnişe” çağrımızı, örgütlenme çağrısıyla birleştirmeliyiz.

Üniversiteler açılıyor, polisler kapıda, baskılar artmakta... Geçtiğimiz dönemin kimi çıkışları, düzen güçlerinin gençlikten duydukları korkuyu arttırmıştı. Gençliği zapturapt altına almak için bir dizi baskı mekanizmasını on yıllardır harekete geçirmelerine rağmen korkularını aşamayan egemenler, üniversiteleri tamamıyla polisin eline teslim etmeye hazırlanıyorlar. Zaten birçok üniversitenin kapısında çevik kuvvet bekliyor, istedikleri zaman okullara girebiliyor, hatta kimi üniversitelerde faşist saldırıları bahane edip yönetimi ele alıyorlardı. Üniversitelerin hem kapısında hem içinde ÖGB’ler ve siviller cirit atıyor, üst ve çanta araması dayatılıyor, kimlik sorgulaması olmadan üniversitemize giremiyoruz, faşist saldırılar hemen hemen tüm üniversitelerde yaşanıyor. Fiziki zorbalıkla yetinmeyen dinci-Amerikancı iktidar ve onun üniversitelerdeki uzantısı YÖK, soruşturmalarla, burs kesme-okuldan atma tehditleriyle, psikolojik baskı aygıtı gibi çalışıyor. Eğer üniversitelerin polis tarafından işgali engellenemezse, düzen güçleri çok daha sistematik ve pervasızca saldırma olanağına kavuşacaklar. Haziran Direnişi hem gençliğin neler yapabileceğini hem düzen güçlerinin gençlik korkusunun hiç de yersiz olmadığını gösterdi. Bu durumda üniversitelerin açılmasıyla beraber ilk günlerin dağınıklığını fırsata çevirmelerine izin vermemek, her saldırıya karşı refleks gösterebilmek gerekiyor. Bu baskıların, uygulamaların sadece devrimcileri hedeflemediğini, tüm gençliği susturmaya, köleleştirmeye dönük olduğunu, üniversitelerde özgürlük ortamının sağlanmasının, birleşik mücadeleden geçtiğini geniş gençlik kitlesine anlatmak ve buna uygun bir duruş sergilemelerini talep etmek gerekiyor. Yeni dönemin seyri bu ilk saldırıya verilecek yanıtla da doğrudan bağlantılı olacak. Düzenle ilk karşı karşıya geliş bu cephede yaşanacaktır.

Emperyalist savaş kapıda, gençlik pazarlık konusu... Yapısal bir küresel kriz içinde debelenen kapitalist/emperyalist sistem, çöküşü önlemek için bir yandan emekçilere kabarık faturalar kesmekte öte yandan dünyanın farklı bölgelerinde halklara karşı savaşlar yürütmektedir. Bu yıkıcı/kıyıcı savaşların odağında ise Ortadoğu bulunmaktadır. Stratejik önemi ve zengin doğal zenginlikleri, bu bölgeyi, emperyalist güç odaklarının hegemonya savaşlarının arenası durumuna getirmektedir. Irak, Libya, Suriye emperyalist saldırganlığın bedelini halen ağır bir şekilde ödeyen bölge ülkeleridir. Kapitalizmin küresel krizinin faturasını ödemeyi reddeden işçiler, emekçiler ve genç kuşaklar ise isyan ediyorlar. Tunus’ta, Mısır’da, diktatörleri deviren halk ayaklanmaları, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, İrlanda’da, ABD-Wall Street’te, Türkiye’de, Brezilya’da ve diğer ülkelerde yaşanan militan grev, direniş ve gösteriler, emekçilerin sisteme karşı isyanlarının da küresel bir boyut kazanmaya başladığını gösteriyor. Taksim Gezi Parkı’nda başlayıp ülkeye yayılan Haziran Direnişi’ni de bu çerçevede ele almak gerekiyor. Bu muhteşem direnişi azgın devlet terörüyle ezmeye girişen sermaye düzeninin vurucu gücü AKP iktidarı, komşu halklara karşı da saldırgan bir politika izliyor. Özellikle Körfez şeyhlerinin finanse ettiği ÖSO çeteleri ve cihatçı katiller eliyle Suriye’ye karşı icra edilen yıkıcı savaşta, Ankara’daki dinci-Amerikancılar aktif bir taraf durumundadırlar. Gerici Baas rejimine karşı başlayan kitle hareketini yozlaştıran, amacından saptıran ve esas olarak emperyalist/siyonist güçler adına tetikçilik yapan çetelere, en büyük destek Türk devleti tarafından sağlandı. Eğitime, sağlığa kaynak ayırmayan AKP

4

iktidarı, çetelere hem kasalarını hem kucağını açtı, eğitti, körfez şeyhlerinin parasını ödediği silahları onlara taşıdı, dünyanın dört bir yanından gelen devşirme tetikçileri Suriye’ye ulaştırdı, onlara özel hastaneler tahsis etti, yüzlerce kilometrelik sınırı, onlar için ‘yol geçen hanı’na çevirdi… AKP şefleri, Mısır konusunda ‘demokrasi havariliği’ yaparken, Suriye’de iki yıldır katliam üstüne katliam yapan, son haftalarda ise Rojava ve Lazkiye kırsalında akıl almaz vahşetlere imza atan tetikçi katillere özel himaye sağlamaya, utanmadan devam ediyor. İçeride ve dışarıda saldırgan politika izleyen sermaye iktidarı, üniversiteleri de savaş için silah üretim merkezleri haline getiriyor. Eğitime bütçe ayırmazken savaşa oluk oluk para akıtan sermaye devleti gençliği de buna alet etmekte, onun enerjisini burada kullanmaktadır. On yıllar önce NATO’ya girmek için, istenen 500 askere karşın Kore’ye 5 bin asker gönderen TC’nin pratiğinin başka türlü olması da beklenemez zaten. Bizler ise, Denizler’in anti-emperyalist ruhuyla gençliği direnişe çağırmalıyız. Her daim anti-emperyalist duyarlılık gösteren gençliği, kaba bir ulusalcılık üzerinden değil, emperyalist-kapitalist dünya sistemini ve o zincirin bir halkası olan Türk burjuvazisinin iktidarını hedef alan ve bunlara karşı tek alternatifin devrim olduğu gerçeğini öne çıkaran şiarları yükselterek yapmalıyız çağrımızı.

Kürt halkının kazanımlarına her yerde sahip çıkalım... Ortadoğu’daki gelişmelerle bağlantılı olarak Suriye’de Kürt halkının kazanımlar elde etmesi, Ankara’daki Amerikancıları rahatsız ediyor. Bundan dolayı Kürt halkının kendi kaderini eline alma çabaları bastırılmaya, kanla boğulmaya çalışılıyor. Rojava’ya doğrudan saldıramayan AKP iktidarı, Kürt halkının üzerine, himaye ettiği ÖSO çeteleri ile cihatçı katilleri gönderiyor. Tetikçilerle olan bu utanç verici suç ortaklığı ile TC Devleti, kendi sınırları içindeki tahammülsüzlüğünü oraya da taşıyor. Tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de de, bu gerici saldırganlığa karşı gerçek çözüm halkların ortak mücadelesinden, halkların kardeşleşmesinden geçiyor. Türk ve Kürt halklarının, işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesinden geçiyor. Gençlik alanında da bu ortak mücadeleyi yaratmak, Kürt halkının özgürlük talebine sahip çıkmak, bunun önündeki en büyük engel olan sermaye iktidarına karşı kavgayı yükseltmek gerekiyor. Kürt sorununun, TC ile masa başında, pazarlıklarla, uzlaşıyla, demokratik anayasayla çözülemeyeceğini, son yıllar döne döne göstermiştir. Bugüne kadar mücadeleyle kazanılmış tüm hakların korunup geliştirilmesinin de ancak mücadeleyle geleceğini ortaya koymak gerekiyor.

Tek alternatif sosyalizm! Üniversiteler açılırken gençlik hareketinin de yeni bir dönemde olduğunu, farklı bir bilinç ve eylem düzeyine ulaştığını, güçlü moral değerlere sahip olduğunu, kapitalizmin alternatifi yeni bir dünya arayışında olduğunu belirtmek gerekiyor. Kapitalizmin tek alternatifi olan sosyalizm, gençlik kitleleri için artık çok daha güçlü bir prestije ve ilgiye sahip. Ancak bunun sadece temennide kalmaması, bilimsel temellerine kavuşturulması ve eyleme geçirilmesi bugünün en büyük kazanımı olacaktır. Bu noktada bizlere düşen en büyük görev sosyalizm alternatifini tüm çalışma alanlarında yaygın ve yaratıcı bir şekilde öne çıkartmaktır. Kapitalizmin teşhiri ile birleştirip, gençliğin yaşamıyla bağ kuracağı bir zemine kavuşturmalıyız sosyalist propagandayı. Ekim Gençliği’nin misyonu gençlik içinde proleter sosyalizm bayrağını yükseltmektir. Bunun da ancak gençliğin devrim ve sosyalizm mücadelesine bilimsel temellerde kazanılması ile hedefine ulaşabileceğini akıldan çıkartmamalıyız. Önümüzde yeni bir dönem var. 31 Mayıs patlaması ile yenilenen, silkinip ayağa kalkan bir gençlik var. Önümüzde gençliği direnişe, devrim ve sosyalizm kavgasına kazanma görevi var. Artık sözümüzü barikatlarda, kampüslerde, kavga alanlarında çok daha güçlü söyleme zamanı. Tek çıkış yolu da budur. Çünkü sosyalizm dışında aydınlık bir gelecek yoktur. Ekim Gençliği


Yeni dönemde mücadeleyi büyütme çağrısı... Yeni Haziranlar için ileri! Tarihte yerini alan Haziran Direnişi’miz işçi, emekçi ve gençlik için büyük bir deneyim olmakla birlikte, toplumun farklı katmanlarından olan insanları biraraya getirerek omuz omuza savaşmayı öğreten bir okul olmuştur. Bu zorlu okuldan direnişçiler olarak ideolojimizin verdiği sağlamlık ve güçle, deneyimlerimizle mezun olduk. Bu okul bize okuduğumuz kitapların pratikte uygulamasını, barikatta düşman karşısında korkusuzca savaşmayı, ortaklaşabilmeyi, umudunu kaybedip kovuğuna çekilmiş insanların biraraya gelip neler yapabileceğini göstermiştir. Bizi nihai hedefimize bir adım daha yaklaştıran bu direnişimiz, iktidara korku salmış ve gelecek güzel günlerin müjdecisi olmuştur. Geleceğimizi kazanmak için bir adım attık, devamını getireceğiz. Yeni Haziranlar için ileri! Kocaeli Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

Direnişi kampüslerde büyüteceğiz! Devletin emekçilere aşılamaya çalıştığı yozlaşma, güvensizlik ve yalnızlaştırma politikalarına karşı, umudun, cesaretin ve yoldaşlığın paylaşıldığı Haziran Direnişi’mizde haklı taleplerimiz uğruna günlerce sokakları özgürleştirdik. Alev alev yanan barikatların ardında sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız dünya özlemiyle üzerimize gelen kurşunu paylaştık. Birbirimizi korumak için panzerlerin, akreplerin ve devletin kolluk güçlerinin önüne etten duvarlar ördük. Haziran Direnişi’nin bize öğrettikleriyle yeni dönemi kazanmak için mücadeleyi yükseltecek, geleceksizliğe karşı kampüslerimizde direnişi büyüteceğiz. İstanbul Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

Direnişin sıcaklığı içimizi ısıtacak Gezi Direnişi’nin sıcaklığıyla geçen bir yaz sürecinin ardından tekrar üniversitemize dönüyoruz. Gezi Direnişi’nin içerisinde, barikatın en önünde dövüşmenin verdiği onurla yeni bir mücadele yılının açılışını yapacağız. Bizler yıllardır DTCF’de sivil faşistlerin satırlı saldırılarına, idarenin uzaklaştırma cezalarına, okulumuzdaki polis işgallerine karşı kurtuluşun mücadeleden geçtiği bilinciyle hereket ediyoruz. Her türlü saldırıya karşı mücadele ruhunu kuşanıyoruz. Ankara’nın ayazını mücadelenin sıcaklığıyla ısıtmak umuduyla yeni mücadele yılında hepimize kolay gelsin. DTCF’den Ekim Gençliği okurları

Sisteme başkaldırıyor, ‘Gençlik direnişe’ diyoruz! Merhaba dostlar, Bizler Gezi Direnişi’nin öncesinde bu çürümüş düzene ‘Başkaldırıyoruz’ diyen ODTÜ’lüleriz. Tayyip Erdoğan üniversitemize geldiğinde “Üniversite ayakta!”, “Gericiliğe, savaş çığırtkanlığına okulumuzda yer yok” diyenleriz. Polis ordularına karşı taşlarımızla direndik. “Reyhanlı halkının yanıdayız” dedik, Eskişehir Yolu’nu trafiğe kapattık. Gezi Direnişi’nde en ön saflarda mücadele ettik. Tüm bu birikimlere dayanarak, eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelesini daha da büyüteceğiz. Sermayenin saldırılarına ve kapitalizmin çürümüşlüğüne karşı, Gezi Direnişi ruhuyla ODTÜ’de sosyalizmin kızıl bayrağını dalgalandıracağız. Mücadele bizi bekliyor. ODTÜ’den Ekim Gençliği okurları

“Üniversite amfilerinden sokaklara: Yeni bir kültür yeni bir gençlik!” 31 Mayıs ayaklanması tüm Türkiye’de olduğu gibi Cebeci Kampüsü’nde de hareketliliği sağladı. Dönem sonu olması nedeniyle bütünleme sınavları bu hareketliliğin olduğu sürece denk gelmişti. İşte tam da bu noktada Cebeci Kampüsü’nde öğrenci gençlik bir tercih yaptı. Bu tercihin adı “sokak ve direniş” oldu. Öncesinde belki hiç eyleme katılmamış, hayatında polisle hiç çatışmamış gençlik için artık yeni bir kültür oluşmaya başlamıştı. Evet evet! Okulda, amfilerde, kantinlerde, çimlerde gördüğümüz öğrenci gençlik artık sokaklarda, barikat barikat emekçilerle yan yana gelmiş, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diye haykırıyordu.

Şimdi artık mücadele zamanı! Uzun yıllardır YÖK, üniversite rektörleri, dekanları ve sivil-resmi polis kampüslerde mücadeleyi engellemek için uğraştı/uğraşmakta. Mücadeleyi seçen devrimci-ilerici öğrencileri hedef seçti/seçmekte. Artık onların da bildiği bir gerçek var ki, öğrenci gençlik için yeni bir kültür var. Bu kültürün adı mücadele kültürü. Yeni mücadele yılında Cebeci Kampüsü Ekim Gençliği okurları olarak kampüslerimizdeki bu baskıyı dağıtmak ve adımını attığımız yeni bir dünyaya bir adım daha yaklaşmak için mücadeleyi büyütme çağrısı yapıyoruz. Cebeci Kampüsü’nden Ekim Gençliği okurları

Direnişin mezunuyuz! Tarihten bu yana gençlik dünyanın bütün mücadelelerinde en ön saflarda yer almıştır. Dinamizmi, coşkusu ve yaratıcılığıyla Haziran Direnişi’nde de yerini alan gençlik bu direnişten başı dik çıkmıştır. Öyle ki, düzeni önlem almaya zorlayan ve düzen temsilcilerini üniversitelere polislerin yerleştirilmesi düşüncesine sevk eden, gençliğin (‘90 kuşağının) yarattığı bu etkidir. Çünkü gençlik korku duvarlarını yıktı, barikatların en önünde çarpıştı ve direniş okulundan mezun oldu. Her şeyden öte geleceği temsil eden gençlik bu köhnemiş, çürümüş düzende kurtuluşun olamayacağının farkına vardı. Şimdi üniversitelerde her açıdan “yeni” olan bir dönemi kucaklıyoruz. Üniversitelerde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Bizler Hacettepe Üniversitesi’nde sosyalizmin kızıl bayrağını dalgalandıran üniversiteliler olarak; tıpkı bizim gibi bir üniversiteli olan Ali İsmail Korkmaz’ın katillerine geçit vermemek ve kampüsleri katillere dar etmek için Haziran’ın isyan ruhunu kuşanma çağrısı yapıyoruz! Hacettepe Üniversitesi’nden Ekim Gençliği okurları

Gençliği mücadeleyi büyütmeye çağırıyorum! Merhaba yoldaşlar; İlk defa Ekim Gençliği’ne yazı yazma heyecanı ile hepinizi selamlıyorum. Büyük Haziran Direnişi’nde ben de Kızılay barikatlarında yer aldım. Devrimcilerin orada onurlu mücadelesine tekrar tanık oldum. Bu direnişin coşkusuyla ve deneyimiyle yeni eğitim öğretim yılında yeni Gezi Direnişleri yaratmak için mücadele edeceğiz. Gençliği bu onurlu mücadeleyi büyütmeye çağırıyorum. Dumlupınar Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

5


Gençlik gelecek ve özgürlük mücadelesini sokaklarda kazanacağının farkına vardı. Yıllardır iyi bir üniversite aldatmacasıyla sınavlara tabi tutulan, mezun olduklarında ise diplomalı işsizler kervanına katılan gençler artık bu sistemde gelecek olmadığını gördüler. Sınavlarda kendi yandaşlarına soruları verenlere, iş ararken ırkına mezhebine bakanlara karşı gençlik, gelecek talebini daha güçlü haykırmaya başladı.

6

Gezi Direnişi, toplumun kalıplarını kırdığı, yıllardır üzerlerine serpili olan ölü toprağını attığı bir süreç oldu. Yıllardır gençliğe dayatılan geleceksizliğe, son dönemde artan kadın cinayetlerine, işçi sınıfına yönelik kapsamlı sosyal yıkım saldırılarına ve en son olarak, kaç çocuk doğuracağımızdan ne içeceğimize dahi karışılmasına yönelik büyük bir tepki doğdu. Gezi Parkı’nda yakılan ateş, Türkiye’nin dört bir tarafına yayılarak devam etti. Yaşanan polis saldırılarına karşı insanlar bedenleriyle barikat kurdular. Türkiye’de gaz bombası ile tanışmayan neredeyse hiç kimse kalmadı. Yasaklı alanlar yıllar sonra işçilere, gençlere ve toplumun birçok kesimine açılmak zorunda kaldı. Taksim, Kızılay, Konak kitlelerin eylemi sayesinde özgürleşti. İsyan barikatlarında direniş ateşleri yakıldı. İnsanlar biraraya geldiklerinde neleri başarabileceklerini, sokağın değiştirici gücünü gördüler. 7’den 70’e toplumun bütün kesimlerinin katıldığı bu direnişe katılanların ağırlıklı bölümünü ise gençlik ve kadınlar oluşturuyordu. Gençlik direniş boyunca barikatın en önünde mücadele etti. Kızılay’da Başbakanlık kuşatıldığında ‘teslim olun’ diyenler de, günlerce Taksim Meydanı’nı dolduranlar da esasta gençlerden oluşuyordu. Gençliğin direnişteki rolünü anlayabilmek için direniş şehitlerine bakmak yeterlidir. Gelecekleri ve özgürlükleri için ölümüne bir mücadeleyi seçti gençlik bu süreçte. Ethem, Medeni, Ali İsmail, Mehmet, Abdullah hepsi gencecik yaşta düştüler toprağa. Birbirlerini hiç tanımadıkları halde sisteme karşı hoşnutsuzluklarını meydanlarda haykırdılar ve aynı mücadelede direnişin şehitleri olarak geçtiler tarihe. Gençlik, Gezi Direnişi’nde ölümüne bir mücadelenin de altına imzasını attı. Yıllardır insanların kafasında olan ‘bu gençlikten bir şey olmaz’ sözlerini gençlik direnişçiliğiyle yerle bir etti. Yeri geldiğinde mücadele için neleri yapabileceklerini toplumun her kesimine göstermiş oldular. Yıllardır korkarak sindirilen insanlar bu süreçte korku duvarlarını yıktı. Gençlik artık korku eşiğini aşmış oldu.

Türkiye’nin dört bir tarafındaki üniversiteler bu süreçte eylemler gerçekleştirerek gelecek ve özgürlük mücadelelerine sahip çıktılar. Eylemlerin sınavlara denk gelmesine rağmen üniversiteliler “sınavlarımızı sokaklarda veriyoruz” dedi ve gerçek geleceğin mücadeleden geçtiğini herkese göstermiş oldular. Mezuniyet törenleri dahi gençliğin yaratıcılığı ile eylem alanlarına dönüştürüldü. AKP sözcüleri gençliğin bulunduğu yerlere giderken iki kere düşünmek zorunda kaldı. Gezi Direnişi gençliğin bütün enerjisini açığa çıkartan bir süreç oldu. Gençlik gelecek ve özgürlük mücadelesini sokaklarda kazanacağının farkına vardı. Yıllardır iyi bir üniversite aldatmacasıyla sınavlara tabi tutulan, mezun olduklarında ise diplomalı işsizler kervanına katılan gençler artık bu sistemde gelecek olmadığını gördüler. Sınavlarda kendi yandaşlarına soruları verenlere, iş ararken ırkına mezhebine bakanlara karşı gençlik, gelecek talebini daha güçlü haykırmaya başladı. Üniversitelerde artan baskılara, 24 saat kameralarla izlenmelere, temel hakları için yaptıkları eylemlere azgınca saldırılmasına, cezaevinde yüzlerce üniversiteli olmasına karşı özgürlük mücadelesini daha da güçlendirdiler. Bugüne kadar süren gelecek ve özgürlük mücadelesi Gezi sürecinde gençliğin alanlara çıkmasının en önemli vesilesi oldu. Şimdi tekrar üniversiteler açılıyor. Gezi Direnişi’nin sıcaklığını yaşayan liseliler artık üniversitelere geliyor. Talepleri karşılanmayan üniversiteli gençlik yeni bir mücadele yılına hazırlanıyor. Sermaye devleti de bunun farkında olarak yeni saldırılara ve gençliğe yönelik kapsamlı bir ablukaya hazırlanıyor. Tüm bu saldırılara gençliğin cevabı bir kez daha direniş olacaktır. Örgütlü mücadelenin önemini gençliğe anlatmak, süreci daha ileriye taşımak omuzlarımızda durmaktadır. Gelecek ve özgürlük mücadelesini büyütmek için ‘gençlik direnişe’ şiarını kendimize rehber edinmeliyiz.

A. Akın


Gençlik korkularını büyütmeye, kabusları olmaya devam edeceğiz! Sermaye devleti yıllardır gençlik hareketinin önünü kesmek için elinden geleni yapıyor. Yeri geliyor katlediyor, yeri geliyor cezaevlerine atıyor ama gençliğin mücadele dinamizmini bitirmeye muvaffak olamıyor. Gençlik, ülkemizde daima dinamizmini korumuş ve bu düzenin başına adeta bela olmuştur. Bunu, ABD Donanması’na bağlı 6. Filo’nun denize dökülmesinden CIA şefi Kommer’in aracının yakılmasına kadar bir çok eylemden biliyorduk. Anti-emperyalist mücadelede gençler, daima ön saflarda olmuştur. Bugün gençliğin dinamizmini Gezi Direnişi sürecinde bir kez daha gördük. Barikatın en önünde dövüşenler de, direnişte ölümsüzlüğe uğurladıklarımızda hep genç işçi ve öğrenci yoldaşlarımızdı. Yıllardır geleceksizlik saldırıları ile karşı karşıya bırakılan, özgürlüğü elinden alınan, düşünmeyen, sorgulamayan bir nesil yetiştirmek istedi egemenler. Üniversitelere girdiğimiz andan itibaren bizleri müşteri olarak gördüler. İlk anda gözümüzü korkutmak için her yere Özel Güvenlik Birimlerini (ÖGB) yerleştirdiler. Yapılan her hak arama eylemine saldırdılar, uzaklaştırma cezaları verdiler. Tüm bunlara rağmen gençlik sözünü söylemeye devam etti. Yeri geldi yemekhane zamları için biraraya geldik, yeri geldi Reyhanlı’da katledilen halklarımıza sahip çıkmak için biraraya geldik. İşçi eylemlerinde daima sınıfın yanında olduk, YÖK’e ve YÖK düzenine karşı kesintisiz bir mücadele sürdürdük. Tüm bunlar gençliğin sadece kendi sorunları için değil toplumu ilgilendiren birçok soruna dair de söz söylediğini gösteriyor.

Korkunun ecele faydası yoktur Sermaye iktidarı ve onun vurucu gücü AKP, özellikle Gezi sürecinden sonra gençliğin ‘önemini’ yaşamın içinde tanıma şerefine nail oldular. Bunun içindir ki ağızlarını her açtıklarında üniversitelerin açılması ile olayların tekrar başlayacağını söyleyerek, korkularını dışa vuruyorlar. Elbette ki, bunlar boş iddialar değildir. Çünkü artık insanlar birleşip omuz omuza mücadele ettiklerinde neleri başarabileceklerini gördüler. Gençlik, Haziran Direnişi sürecinde aktif bir rol aldı ve yeni bir kuşağın önünü açmış oldu. Artık yıllardır yaşanan süreçlere karşı ses çıkartmayan geniş gençlik çevreleri, birlikte hareket etmeyi öğrendiler. Özellikle liseli arkadaşlarımız günlerce sokakları, meydanları zapt ettiler.

Gezi Direnişi süreci bize muazzam bir deneyim kazandırdı. Bu sene üniversitelere bu deneyimlerle giriyoruz. Önümüzdeki kış bu nedenle çok sıcak geçecek. Yapılan her açıklama da bunu gösteriyor. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın üniversitelere dair açıklamaları, tribünlere dair alınan önlemler yeni bir direniş sürecinden duyulan korkunun ifadesidir. Artık gelecek ve özgürlük mücadelesi daha güçlü verilecektir. ODTÜ’de yapılan ‘Başkaldırıyoruz’ eylemi Gezi süreci ile ete kemiğe bürünmüştür. Artık toplumun büyük bir kesimi bu sisteme başkaldırmış ve mücadele bayrağını yükseltmiştir. Bu sistem üniversite öğrencilerinin neler yapabileceğini Denizler’den, Mahirler’den, İbrahimler’den çok iyi biliyor. Mücadele alanlarındaki her bir kişiyi de yeni devrimci önderler olarak değerlendiriyor. Bunun önünü kesmek için ise polisi sürekli güçlendiriyor, bir korku imparatorluğu yaratmaya çalışıyor. Bir taraftan ileri demokrasi naraları atarken, diğer taraftan Gezi Direnişi’ne katılan bir çok devrimciyi tutuklayarak cezaevlerine dolduruyor. Tutuklananların bir çoğunun genç ve örgütlü unsurlar olması ise, amacın okullar açıldığında hareketi önderlikten yoksun bırakma çabası olduğu anlaşılmaktadır.

Gençliği kazanmak geleceği kazanmaktır Ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar artık cin şişeden çıkmıştır. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Gençlik mücadeleyi büyütecek, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemine giden yolda güçlü adımlar atacaktır. Geleceği yeniden inşa etmenin yolu gençliği kazanmaktan geçmektedir. Bunun farkında olarak mücadelemizi gençlik içerisinde daha geniş kitlelere yaymalı, eylemli süreçleri daha hedefli daha planlı bir şekilde örmeliyiz…

Artık toplumun büyük bir kesimi bu sisteme başkaldırmış ve mücadele bayrağını yükseltmiştir. Bu sistem üniversite öğrencilerinin neler yapabileceğini Denizler’den, Mahirler’den, İbrahimler’den çok iyi biliyor. Mücadele alanlarındaki her bir kişiyi de yeni devrimci önderler olarak değerlendiriyor.

7


Reformist ufuk, barikat direnişlerinde aşılacaktır!

Haziran Direnişi’nde AKP iktidarı, hatta özel olarak Tayyip Erdoğan karşıtlığı ön plana çıkmıştır. Buna karşın büyük sermayedarlar ve istihbaratıyla, polisiyle, ordusuyla, yargısıyla, CHP, MHP gibi sermaye partileri ve ‘sivil’ çeteleriyle sistemin temelini oluşturan diğer kurumların niteliği ve AKP ile bağı, emekçiler nezdinde yeterince teşhir edilememiştir. Bu bütünlüklü işleyiş AKP’nin kimi aşırılıklarının gölgesinde kalmış, sorunlar bu aşırılıklardan kaynaklanıyormuş gibi gösterilmiştir.

8

6 Kasımlar’dan “Başkaldırıyoruz” eylemlerine, harçlara karşı eylemlerden 18 Aralık ODTÜ direnişine uzanan süreçte gençlik, Haziran Direnişi öncesinde de yer yer sokakları zorluyordu. Sol hareket parçalı bir tablo sergilese de, kapitalist sistemin açmaza sürüklediği geniş gençlik kitleleri, ciddi bir mücadele potansiyeli taşıyordu. Ekim Gençliği olarak bu potansiyele sürekli dikkat çekiyorduk. 2013 Haziranı’nda patlak veren Taksim Gezi Parkı Direnişi, bu potansiyelin açığa çıkmasını hızlandırdı. Haftalar süren direnişte gençlik etkin bir rol oynadı. Ülke genelinde günlerce sokakları, meydanları terk etmeyen, azgın devlet terörüne karşı direnen gençlik kitleleri, her gün büyük tecrübeler kazanarak ezberci, sınav merkezli, rekabet odaklı eğitim sisteminin sınırlarını aşarak mücadele okulunda öğrenmeye başladı. Aynı zamanda bu sistemin bencilleştirici, robotlaştırıcı kalıplarını kırarak özgürleşen, tek yumruk olmaya çalışan ve birleştikçe güçlenen gençlik, kapitalizmin dayattığı “amaçsızlık içinde hiçleşme”ye karşı, özneleşme yolunda önemli adımlar attı. Geniş kitlelerle birlikte direnişte yer alan sol hareket ve onun gençlik güçleri, bu süreçte kendi hedefleri doğrultusunda sürece dahil olmaya çalıştılar. Fakat Haziran Direnişi öncesinde dağınık ve hazırlıksız olan sol güçler, direnişe etkin katılım sağlayan gençlik kitleleri tarafından aşıldı. Bundan dolayı, bir bütün olarak sol hareket bu sürece ne öncülük edebildi ne de birleşik, güçlü bir çekim ekseni yaratılabildi. Direnişe katılan geniş kitleler büyük kazanımlar yarattılar. Ancak bu, örgütlü veya örgütsüz, Haziran Direnişi’ne katılan güçlerin eksiklik ve zaafları olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. “Terörist”, “marjinal”, “komünist” gibi “devlet ağzı”ndan çıkan ve örgütlü güçleri, direnenleri, mücadele edip hakkını arayanları karalamak için kullanılan tanımlamalar beklenen etkiyi yaratmasa da, geniş kitlelerin gözünde bu konuda tam bir açıklık yaratılabilmiş değil. Bu durum, AKP iktidarının başlattığı sürek avıyla tutuklananların geniş kitlelerce

sahiplenilmemesiyle açıkça görülmüştür. Haziran Direnişi’nde AKP iktidarı, hatta özel olarak Tayyip Erdoğan karşıtlığı ön plana çıkmıştır. Buna karşın büyük sermayedarlar ve istihbaratıyla, polisiyle, ordusuyla, yargısıyla, CHP, MHP gibi sermaye partileri ve ‘sivil’ çeteleriyle sistemin temelini oluşturan diğer kurumların niteliği ve AKP ile bağı, emekçiler nezdinde yeterince teşhir edilememiştir. Bu bütünlüklü işleyiş AKP’nin kimi aşırılıklarının gölgesinde kalmış, sorunlar bu aşırılıklardan kaynaklanıyormuş gibi gösterilmiştir. Bu tabloyu, eylemleri bitirme, direnişi “barışçıl protestolar” ekseninde devam ettirme, flamaları indirme ve barikatları kaldırma eğilimleri güçlendirmiştir. Buna ek olarak geniş kesimlerin polise, AKP’ye karşı olmasına rağmen “devlet”e ve “ordu”ya olan bağlılıklarının devam etmesi, Kürt halkının özgürleşme mücadelesine dair önyargıların, kimi açılardan kırılmış olsa da özünde korunması, geniş kitlelerin kafasında kapitalist sistemin içindeki ilişkilere ve işleyişe dair çelişkili bir bilincin olduğunun göstergesidir. Aynı şekilde, polis şiddetine karşı örgütlenme, mücadelenin bundan sonraki seyrine dair kitlelerin kafasındaki çelişkili bakış açısı da henüz aşılamamıştır.

Gençliğin devrimci dinamizmi sistem sınırlarına hapsedilemez! Bütün bu eksiklikler ve karışıklıklar Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin seyrinden bağımsız ele alınamaz. Toplumsal mücadelenin, Haziran Direnişi öncesinde geri bir aşamada oluşu bu eksiklikleri anlaşılır kılmaktadır. Zira deneyim bizzat mücadelenin içinden süzülür. Nitekim direniş bir kez başladıktan sonra, kitlelerin bilincindeki tortular atılmış ve mücadeledeki çekingenlik altüst olmuştur. Hem bilinç planında hem mücadele biçimleri açısından yıllardır kat edilemeyen mesafelerin fazlası, bir aylık direnişle aşılmıştır. Bu nedenle


kitlelerin özgüveni artmış, bilinçlenmeye ve eyleme geçmeye çok yatkın hale gelmiştir. Geniş kitlelerin bilinç alanında sıçrama yaşamaları, bizzat pratik eylem içinde mümkün olur. Hareketin kabardığı, kitleselleştiği, militanlaştığı dönemler, bilinç ve deneyim alanında sıçramalar dönemidir aynı zamanda. Bu tür dönemlerde, gericiliğin beslediği ön yargılar aşılır, ufuk genişler, parçalı bilinç daha bütünsel bir düzeye doğru ilerler. Buna karşın kendi içinde çelişik yönler de taşımaya devam edebilir. Örneğin AKP’ye büyük bir öfke duyarken, bu gerici akımı yaratan ve besleyen düzenin diğer kurumlarına karşı farklı bir tutum sergileyebilir. Buna karşın isyan dönemleri, kitlelerin doğru yönü bulma yatkınlıklarının da dramatik bir şekilde artmasını sağlar. Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yıllar içinde oluşan önyargılar, direniş içinde omuz omuza mücadele ederek kırılır. Buna karşın mücadelenin siyasal öncüsü PKK’nin konumu yine de yerli yerine oturtulamayabilir. Bu ve benzer örnekler göstermektedir ki, gerçeği anlamak açısından kitlelerin çelişik bir bilinci vardır, belli açılardan çok ileridir, belli açılardansa geri. Reformist sol hareketin oynadığı uğursuz rol de bu eksende anlaşılmalıdır. Direniş sürecinde yaşanan tartışmalarda, direnişin kimi kritik anlarında, birbiriyle çatışan görüşlerin keskinleştiği ve öyle ya da böyle, ya geri yönün ya ileri yönün ağır basacağı anlarda devreye giren reformist sol güçler, kitlelerin geri bilincini açığa çıkaracak ve bunun arkasına sığınacak şekilde davranmışlardır. Örneğin flamalar sorunu direnişin ilk günlerinde hiçbir biçimde öne çıkmamış, kitleler ve devrimciler barikatlarda birlikte mücadele etmişken direniş yerellere doğru çekildikçe, kitle kuyrukçuluğu yapan reformist grupların flama ve örgüt yasakçılığı yapma eğilimi kitlelerdeki bu geri bilinci beslemiş, buna sol güçlerin dağınık tablosu eklenince hareketin kitleselliği de zayıflamıştır. Bir başka örnekse polis şiddeti ve direnişin yerellere çekilmesi, meydanların terk edilmesi sürecinde yaşanmıştır. Elbette parklarda ve meydanlarda direnişin aylarca sürmesi beklenemezdi. Hareketin daha da yükselmesi ve hükümeti gerçekten istifa ettirebilecek bir güce (nitel ve nicel açıdan) erişmesi gerekirdi. Fakat reformist sol özellikle Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’ye dönüşü ve Taksim Dayanışması’yla yapılan görüşme sonrasında, polis şiddetine karşı birleşik meşru mücadeleyi sürdürecek şekilde kitlelerin harekete geçirilmesi gerekirken, “yerellere çekilme”, “barışçıl eylemleri sürdürme” gibi hareketi zayıflatan bir yönelim içine girmiştir. Çünkü polisin uyguladığı vahşi şiddet, kitlelerin birleşik direnişini engellemek, öne çıkan örgütlü kesimi yalnızlaştırmak ve geniş kitleleri bölmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle de giderek “önce dağılma uyarısı yapıp sonra saldırmaya” çalışmış, ve böylece “şiddet olmasın” diyenleri alandan ayırmıştır. Bu noktada kafası net olmayan birçok insan da geri çekilmiştir. Bu eğilimi güçlendiren de reformist solun “barışçıl eylemler” söylemine sarılarak, direnişten kaçmasıdır. Nitekim “barışçıl eylemler” ve “yerellere çekilme” tutumu, direnişin sönümlenmesini hızlandırmıştır. Son olarak, direnişi “AKP karşıtlığına sıkıştırma” çizgisinin nereye oturduğuna değinmek

gerekiyor. Birincisi “AKP’nin aşırılıkları”ndan kaynaklanıyor gibi gözüken sorunlar, gerçekte kapitalist/emperyalist sistemin yapısal sorunlarıdır. Türk devletinin Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da emperyalist güçler adına tetikçilik yapmasının ardında sadece AKP değil, Türk burjuvazisi de var. Hal böyleyken, sorunu AKP’den ibaretmiş gibi yansıtmak, bir yönüyle sistemi aklamayı da beraberinde getiriyor. AKP dinci-gerici odakların ve kimi sermaye çevrelerinin, ABD destekli koalisyonudur ve iktidarda olduğu süre içerisinde bürokrasi içinde oldukça örgütlenmiştir, dinci-gerici sermaye çevrelerine çeşitli rant alanları yaratmış, ABD ve büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda var gücüyle çalışmıştır. Bununla birlikte diğer sermaye partileri de benzer bir politika izlemişlerdir. Tek fark AKP’nin Ortaçağ zihniyetini topluma dayatma planıdır. Kuşkusuz ki, bu gerici plana karşı mücadele etmek gerekiyor. Ancak bu mücadele, dinci gericilikle sınırlı değil, antikapitalist kapsamda olmak durumundadır. Zira dinci-gericilik belasını yaratan, kapitalist sistemin ta kendisidir. AKP karşıtlığının yaslandığı esas eksen, “solun kitleselleşme” problemidir ve bu da esasta reformist solun parlamenterist çizgisiyle uyuşmaktadır. Reformist şefler, kitlelerdeki AKP karşıtlığını seçim sandıklarına havale edip, parlamentoya kapağı atma hayalleri kuruyorlar. Bu çizginin işçi sınıfıyla emekçileri devrimci iktidar mücadelesinin bayrağı altında birleştirmekle bir ilgisi yoktur. Zaten reformistlerden böyle bir şey beklemek de abestir. Sermaye iktidarı işçileri, emekçileri, gençliği AKP’li-CHP’li, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi yapay ayrımlarla bölmek için her yola başvurmaktadır. Sorunu anti-AKP’ci parlamenterist alana hapsetmek, egemenlerin bu rezil emellere ulaşmalarını kolaylaştırmaktadır. AKP karşıtlığı sınırlarına sıkışan reformist sol, kitlelerdeki ileri değil, geri bilince yaslanıyor. Kendi dar grup çıkarları adına kitlelerin geri yönlerine yaslanan bu çevreler, esasta devrimci mücadele önünde bir engel durumundadırlar. Vurgulamalıyız ki, direnişin ön plana çıktığı tarihsel kesitlerde kitleler, devrimci politik mesajlara açık hale gelirler. Tam bu noktada harekete önderlik edecek devrimci partinin rolü çok kritik bir önem taşımaya başlar. Çünkü uğursuz reformist etkinin geriletilmesi ve kitlelerdeki sıçramalı gelişimin devamı, devrimci partinin önderlik misyonunu yerine getirmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Haziran barikatlarında geleceği ve özgürlüğü için en önde militanca direnen gençliğin talepleri ve özlemleri sistemin dar, çürütücü sınırlarına hapsedilemez. Zira işçi sınıfıyla emekçilerin olduğu gibi, gençliğin temel sorunlarını da zaten bu kokuşmuş sistem her gün yeniden üretmektedir. Ufku sistemin sınırlarına hapsolmuş reformist bakış, devrimci gençlik mücadelesi önünde ki temel engellerden biri ve sınıfın devrimci partisi etrafında kenetlenen gençliğin mücadele dinamizmi ve militanlığı ile aşılacaktır. Haziran barikatlarında ortaya konulan pratik, devrimci önderlikle buluşması durumunda gençliğin taşıdığı potansiyeli göstermiş, reformizmin sınırlarını tüm açıklığı ile gözler önüne sermiştir. D. Baran

AKP karşıtlığının yaslandığı esas eksen, “solun kitleselleşme” problemidir ve bu da esasta reformist solun parlamenterist çizgisiyle uyuşmaktadır. Reformist şefler, kitlelerdeki AKP karşıtlığını seçim sandıklarına havale edip, parlamentoya kapağı atma hayalleri kuruyorlar. Bu çizginin işçi sınıfıyla emekçileri devrimci iktidar mücadelesinin bayrağı altında birleştirmekle bir ilgisi yoktur. Zaten reformistlerden böyle bir şey beklemek de abestir.

9


Barikattan özel bir anı... 31 Mayıs akşamı bir yoldaşla beraberiz. Ayrılırken haber alıyoruz. Taksim’de polisle çatışma var. Polisin panzerle genç bir kadını ezdiği söyleniyor. Otobüse biniyoruz. Tarlabaşı’nda meydana yüzlerce metre varken, kitle ve barikatlardan daha ileri gidemiyor otobüs. İndiğimizde gördüklerim akşam karanlığında yanan barikatlar ve kararlı binlerce insan. İstiklal Caddesi’ne çıkan ara sokaklar ve cadde tamamen dolu. Yukarıda, battı-çıktı inşaatının üstünde insanlar polisle çatışıyor, meydan zorlanıyor. Polis kitle karşısında aciz durumda. Gaz fişekleri azalmış ki polis de taş atıyor. Daha önceki eylemler gibi değil. Polis ‘’kitleyi dağıtamayacak’’. İstiklal’e çıkıyoruz. On binlerce kişi hep bir ağızdan slogan atıyor ‘’Faşizme karşı omuz omuza!’’. Kepenklerde Parti yazılamaları… Kitleyle beraber meydana doğru yürüyoruz. Polis TOMA ve biber gazıyla saldırıyor. Ara sokaklardan birine giriyoruz. Yıllardır otobüse binerken birbirini ezen insanlar, o akşam geri çekilirken birbirini gözetiyor. Kimse düşmesin diye bir inşaat çukurunun etrafını sarmışlar. Gazdan çıkıp kendimize gelince yoldaş İstiklal’de meydanı zorlayan kitleye yeniden katılıyor. Ben gidemiyorum. Tarlabaşı’na geri inince başka yoldaşlarla karşılaştım. Onlarla beraber ileri gitmeye, meydanı zorlayan öndeki kitleye katılmaya çalışıyorum. Günün sonunda hiç tanışmadığımız biri ‘’Astımlıyım benden bu kadar. Kullanırsınız’’ deyip pet şişeden yaptığı gaz maskesini bize bırakıyor. Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

10

2 Haziran’ı 3 Haziran’a bağlayan geceydi. Kitle Gezi Parkı’ndan akın akın Dolmabahçe’ye iniyordu. Gece zaten güzel başlamıştı. Barikatlar kuruluyor, polisle çatışılıyor, sürekli ileriye doğru gidiliyordu. Kitle barikatları sürekli ileri taşıyor ve bir dayanışma içerisinde direniyordu. Herkes birbirini kolluyor, düşene el veriyor, gazdan etkilenene solüsyon sıkıyor, kaldırılamayan bir ağırlık oldu mu herkes kendiliğinden yardıma koşuyor, barikatlar için kaldırımlar, direkler sökülüyor, çevredeki kafelerden masalar, sandalyeler, şemsiyeler taşınıyordu. Polisle çatışmanın şiddeti her an artıyor ve buna karşılık polisin uyguladığı şiddet de artıyordu. Polis her defasında daha sert bir şekilde saldırıyordu. Ama buna karşın kitle kararlı bir şekilde Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne doğru ilerliyordu. Gece boyunca biber gazı yemekten artık etkilenmez hale gelmiş ve yüzüm solüsyondan dolayı bembeyaz olmuştu. Saat gece yarısını geçmiş ve gün artık 3 Haziran’a dönmüştü. Barikatları her defasında daha ileri taşıyorduk. Bir ara bir iş makinası geçti yanımızdan. Üzerinde direnişçiler vardı. Kitleyi ve barikatı yara yara polisin üzerine gidiyordu. O an, çok yetenekli bir ressamın elinden çıkmış bir tabloyu andırıyordu. Yaşamım boyunca görebileceğimi ummadığım sahnelerdi bunlar. Polisi olabildiğince püskürtmüş, Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne en yakın mesafedeki barikatta bekliyorduk. Polis bir süre gaz atmayı kesmişti. Kitle bekliyordu ve bir anda saldırı başladı. Atılan gaz bombalarından dolayı her taraf bembeyaz olmuştu. O ana kadar biber gazından etkilenmemiştim. Ancak bu gaz beni oldukça etkiledi. Bir anda alerjik astımımı tetikledi ve nefes alamadım. Herkes geri çekilmeye başladı. Direnişçiler geri çekilirken ezilmemek için bir ağaç kenarına sığındım ancak hala nefes alamıyordum. Bir arkadaş geldi. Bana iyi olup olmadığımı sordu. Cevap verip vermediğimi net hatırlamamakla birlikte iyi olmadığımı belirttim. Bir anda bir eliyle belimi diğeriyle de kolumu tutarak beni taşımaya başladı. Hala nefes alamıyordum. Midem bulanıyor, başım dönüyor, gözlerim kapanıyordu. Bana başımı gaz bombalarından korumam için elimi başıma götürmemi söyledi. Ama elimi kendi başıma kaldıracak mecalim yoktu. Kendi elini başıma koydu. Ben de onun omuzlarında olan elimi onun başına siper edebildim ancak. Artık bir süre sonra kendimi bırakmıştım. Yürüyemiyordum ve dolayısıyla onu da engelliyordum. Beni bırakıp devam etmesini, gitmesini söyledim. Elimi onun üzerinden çektim. Ama o beni bırakmadı. Revir olarak kullanılan Kabataş’taki camiye kadar beni taşıdı. O ara hala bombalar atılıyor ve TOMA tazyikli su sıkıyordu. Tam camiye varmak üzereyken bizim yanımızdan geçti TOMA. Beni revire bıraktı. Sağlık ekibi beni alıp götürürken bir anda aklıma geri dönmek geldi. Geri döndüm. Gitmişti. Çok üzüldüm. Yüzünde poşu, başında şapka, baret gibi başını kapatacak bir şey, gözünde gözlük vardı. Yüzünü göremedim, adını soramadım ve kim olduğunu öğrenemedim. Beni o kadar mesafe-ki bu yaklaşık bir 400-500 metre- taşıdı. Kendini bana siper etti. Bırak dememe rağmen vazgeçmedi ve benim hayata, insanlığa ve direnişe karşı umutlarımı yeşertti. Hayatımın en anlamlı günüydü. Artık o günden sonra hiç bir şey olmamış gibi duramazdım. Bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Ve artık birlikte yola devam ediyoruz... İstanbul Üniversitesi’nden bir genç komünist


Direniş polisin gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi… Huzur ve güvenliğimiz için var olduğu söylenen polisin doğaya, parklarına sahip çıkan insanlara pervasızca saldırmasıyla bardaktaki su taştı ve direniş patlak verdi. Bu direnişle çok şey öğrenildi; devletin, polisin, medyanın gerçek yüzü açığa çıktı. Biz üniversiteli gençler olarak bir an bile ayrılmadan direniş alanlarındaydık.

Ankara’daydık, Eskişehir’deydik, İzmir’deydik, Taksim’deydik. Barikatlarda taşımızı atmayı eksik etmeden savaştık. Geleceksizlik dayatmalarına karşı geleceğimiz için mücadele ettik. Parklarımızı evimiz bildik. Gençliğin öfkesinin, kararlılığının karşısında AKP iktidarı şaşırdı telaşlandı. Adı ister ÖGB, ister koruma memuru olsun, ister jandarma ister polis olsun, sivil de olsa çevik de olsa fark etmez. Adı ne olursa olsun üniversitemizde güvenlik istemiyoruz. Kendimizin ve üniversitelerimizin güvenliğin kendimiz sağlarız. 12 Temmuz’da açıklama yapan Tayyip Erdoğan “Koruma Memuru” adıyla üniversitelere polis geleceğini açıkladı. Açıklamasında “Eğer şiddet varsa şiddetin karşılığı şiddettir. Bunu herkes böyle görecek” demiştir. Bu sözlerle gençliğe meydan okuduğunu sanan diktatör, gelişecek olan öğrenci hareketliliğini engelleyebileceğini, gençliği korkutup sindirebileceğini sanıyor. Geçmişte de biz bu politikalara mücadelelerimizle cevap verdik şimdi de vereceğiz. Bu zihniyetin katlettiği yoldaşlarımızın, Ali’nin katillerini aramızda barındırmayacağız. Gençliğin bilinçli, kararlı mücadele ruhu ve öfkesinin önünde bu baskı rejiminin hiçbir örgütü duramaz. Ne ÖGB ne de işçiye, emekçiye, öğrenciye terör estiren polis... Tüm baskı aygıtlarınızı devreye soksanız da üniversitelerimize sahip çıkacağız. Üniversitelerimizi özgürlüğün en çok hissedilen alanları yapmaya, Polisin ve sivil faşistlerin saldırısıyla kaybettiğimiz yoldaşımız Ali’nin hesabını sormaya, İşçinin emekçinin kampüslerdeki sesi olmaya, Özgürlüğe ve devrime olan sevdamızla, Alanlarda, meydanlarda, kampüslerde polislerinizin karşısında olacağız. YTÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

Polis dışarı, üniversiteler bizimdir!

On yılı aşkındır devam eden AKP iktidarı boyunca toplumun her kesiminden insanın hak ve özgürlükleri kısıtlandı, muhalif sesler susturulup tutuklandı, yani işçinin, emekçinin, öğrencinin üzerinde terör estirilen bir politika izlenildi. Bu sadece AKP’nin politikası değil, sermaye düzeninin zihniyetidir. Burjuvazi parlamentolarıyla, medyasıyla, din kurumlarıyla, eğitim kurumlarıyla, yargısıyla, kolluk güçleriyle yani kısacası devlet mekanizması ile kendi sınıf egemenliğini var etmektedir. AKP iktidarı da bunun gereklerini yapmaktadır. Baskıyla, zorla sömürülmeyi kabullenip asgari ücrete razı edilen işçiler, iktidar yalakalığı, reklamı yapan, muhalif olmaktan kaçınan gazeteciler, bu düzenin dayattığı bilim dışı eğitim veren düzen içi öğrenci yetiştiren okullar, üniversiteler ve bu kapitalist sistemin üretim aracı olarak gördüğü düşünmeyen, sorgulamayan, söyleneni yapan öğrenciler... Tüm kurumlarıyla bunu yaratmaya çalışmaktadırlar. Ancak istedikleri ve bize dayattıkları yaşam biçimi tutmadı tutmayacaktır. Sınıflar mücadelesi bunu göstermiştir. Zulmün karşısında başkaldıranlar her zaman olmuştur, olmaya da devam edecektir. Ve kısa zaman önce Taksim Direnişi’nde bunu birebir yaşadık, yaşattık. Çoğunluğunu gençliğin oluşturduğu direniş bu baskı rejimine karşı bir direnişti bir başkaldırıydı. Halkın sınırlarını zorlayan Tayyip şahsında burjuvaziye haddini bildirmesiydi.

11


Ekim Gençliği Yaz Kampı gerçekleşti...

Büyük bir deneyimle geleceğe yürüyoruz!

Haziran Direnişi vesilesiyle ertelenmesine, öncesinde ve esnasında yaşanan polis tacizlerine, operasyonlara rağmen ayları bulan çalışmayla beraber Ekim Gençliği Yaz Kampı 22-28 Temmuz tarihleri arasında başarıyla gerçekleştirildi. Yoğun bir programa sahip olan kampta hergün seminerler, söyleşiler ve atölye çalışmaları gerçekleştirildi. Baştan sona kolektif emeğin ürünü olarak gerçekleşen kampta gündelik her iş herkesin dahil olduğu bir şekilde gerçekleştirildi. Kampa özellikle İzmir ve Manisa’dan işçilerin gelmesi kampın çok daha verimli geçmesini sağladı. Kamp boyunca, felsefe, müzik, resim, kısa film, fotoğraf, tiyatro atölyeleri gerçekleştirildi. Kampın en çok ilgi gören çalışmaları bu atölyeler kapsamında yapıldı. Her birinde belli bir takım temel bilgiler ve teknik çalışmalar yapılırken, her bir atölye kolektif emeklerinin ürünlerini ortaya koydular. Felsefe atölyesi seminerler şeklinde değil de belirlenen konuşar üzerine tartışmalar şeklinde ilerledi. Marksist felsefe, diyalektik materyalizm temel çalışma konusuydu. Yoğun ve zevkli tartışmalar gerçekleştirildi. Resim atölyesinde duvar yazıları ve stencil örnekleri üzerine tartışılırken, mücadelede bu araçları nasıl kullanılabileceği üzerine tartışmalar yapıldı. Birçok ürün ortaya kondu. Tiyatro atölyesi ısınma, ses ve beden egzersileri çalışmalarının yanı sıra bir taiyatro oyununa hazırlandılar. Müzik atölyesi ise belirlediği repertuar ile atölyeye katılan herkesin dahil olduğu bir çalışma yaptı. Kısa film ve fotoğraf atölyeleri teknik bilgilerin yanı sıra bu bilgilerin pratikte uygulanması ile sürdü. Polisin kara propagandasına yanıt vermek için çekilen kısa filmin tüm hazırlıkları, tartışmaları ve çekimleri bu atölye kapsamında oldu. Fotoğraf atölyesi de “Kampta Zaman” adlı bir çalışma gerçekleştirerek atölyede öğrenilen bilgilerin uygulamasını yaptılar.

1. gün Kampımız, kamp alanının hazırlanması, kampın teknik açıdan sorunsuz geçmesi, yaşamın birlikte ve ortak örgütlenmesi için gönüllülük esas alınarak komitelerin kurulması, işbölümleri, yerleşme ve atölyelerin oluşturulması ile başladı. Akşam yemeğinin ardından başlayan etkinlik, başta Haziran direnişçileri olmak üzere devrim ve sosyalizm davasında şehit düşenler anısına saygı duruşuyla başladı. Ardından kampın açılış konuşması yapıldı. Açılış etkinliği Mamak İşçi Kültür Evi Müzik Topluluğu’nun seslendirdiği ezgi ve marşlarla devam etti. Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu ilgiyle izlenen, Nazım Hikmet ve Bertolt Brecht gibi birçok şairin şiirlerinden oluşan bir dinleti sundu. Etkinlik coşkulu halaylarla bitirildi.

2. gün

12

Kampın eğitim seminerlerine “Emperyalizm ve Ortadoğu” konulu sunumla başlandı. Aynı gün Sibel Özbudun ile “Eğitimin ticarileşmesi” konulu söyleşi yapıldı.

Gece ise “İsyan günlerinde iletişim ve sosyal medya” söyleşinde Haziran Direnişi sırasında bir iletişim ve haberleşme aracı olarak etkisi tartışmasız olan sosyal medyanın kullanımı üzerine canlı tartışmalar yürütüldü.

3. gün Üçüncü gün “Kürt ulusal sorunu ve açılım süreci” üzerine sunum gerçekleştirildi. Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu ezilenlerin pedagojisini anlatan yaratıcı ve keyifli bir sunum gerçekleştirdi. Akşam yemeğinin ardından “RED” belgeselinin gösterimi yapıldı.

4. gün Başından beri kampın parçası olan BDSP adına bir konuşma gerçekleştirildi. “Kadın sorunu” üzerine gerçekleştirilen sunumda kadın sorunun tarihsel gelişimi, sol hareket ve feminizm tartışıldı. Akşam söyleşileri kapsamında Temel Demirer ile “Gençlik ve gelecek sorunu” söyleşisi gerçekleştirildi. Yemeğin ardından Yılmaz Güney’in sanatı ve sineması tartışıldı.

5. gün Beşinci gün “sınıfın tarihsel misyonu” konulu seminer yapıldı. Aynı gün devrim ve sosyalizm mücadelesinde, Taksim-Gezi Direnişi’nde ölümsüzleşenler anısına bir etkinlik gerçekleştirildi.

6. gün Katılımcılar “kitle hareketi ve gençlik mücadelesi” üzerine tartıştı. Kapanış etkinliğinin çalışmasını gün içinde yapan Ekim Gençliği okurları çevrede oturan emekçileri etkinliğe davet etti. Çalışmanın neticesinde etraftan birçok insan etkinliğe katılım sağladı. Kapanış etkinliği kısa bir açılış konuşmasıyla başladı. Atölyeler de çalışmalarını etkinlikte sergilediler. Kapanış etkinliği MİKE Müzik Topluluğu’nun seslendirdiği coşkulu halaylarla sona erdi. Etkinlik esnasında ‘şikayet’ gerekçesiyle kamp alanına gelen jandarmanın tacizine rağmen “Çav Bella” marşı çevrede oturan emekçilerle birlikte sıkılı yumruklarla söylendi.

7. gün kahvaltının ardından “Gençlik hareketi ve Ekim Gençliği’nin misyonu” başlıklı sunum gerçekleştirildi. Sunumun ardından hep birlikte kamp değerlendirmesi yapıldı. Çekilen halaylar ve yenilen son yemeğin ardından kamp katılımcıları kampın deneyimlerinin, kolektif emeklerinin ürünlerini alanlarda, gittikleri her yerde yaymak için sözleşerek kamp alanından ayrıldılar. Ve ilki düzenlenen Ekim Gençliği Yaz Kampı büyük bir deneyim ve emek ile sona ermiş oldu.


Kampa gelen mesajlardan... Ekim Gençliğ Yaz Kampı’na Avrupa Ekim Gençliği ve Taksim Direnişi sonrası başlayan tutuklama terörüyle İzmir’de tutsak düşen Kırıklar F Tipi’nde kalan Ekim Gençliği tutsaklarından gelen mesajları paylaşıyoruz. Ceza talep ediyorum, Bugün tok olanlara, sefa sürenlere, Milyonların ekmeğini hangi acılarla kazandığını Bilmeyenlere, hissetmeyenlere Neşeli bir yüz, Neşeli bir gülüş görürsem Acı çekiyorum Zira yoksulluğa ve bilgisizliğe Mahkum olanlar Gülmeyi ve neşeyi bilmezler Bütün dertleri, Bütün gizli ve acı göz yaşlarını Tokların vicdanına yüklemek istiyorum Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak Rosa Luxemburg 1884 not: Rosa liseye giderken yazılmış Ellerinde taş olan o kadar çok insan gördük ki. Her gaz ile karşı karşıya kaldığımızda ellerinde anti-asit olan binler gördük. Panzere bedeni ile saldıran ve her tokadında panzeri sallayan, masada burjuvazinin sözde demokrasisini sallayan insanlar gördük. Bazen siperlerde adları ile ölümü yenen siper yoldaşlarının düşünü gördük. Adımız Ethem, Mehmet, Abdullah, Ali, Medeni… oldu her çatışmada, devletin gerçek yüzü ile her karşılaşmamızda. Dostlar, yoldaşlar Bizler Kırıklar F Tipi’nde kalan Ekim Gençliği Gezi tutsaklarıyız. Yüz binlerin, milyonların heyecanına ve başkaldırısına destek olan ve başkaldırının kendisi olan genç komünistleriz. Burjuvazinin korkusu büyüyor. Artık saltanatlarının sonunun yaklaştığı, ezilen her kesimin uyandığı bir dönemden geçiyoruz. Ve gençlik bu uyanışı en derinden hissediyor. “Yeni bir dünya mümkün!” diye haykıran bedenler sosyalizme yaklaşıyor. Genç komünistler olarak bizler gençliğin düzenle karşı karşıya geleceğini ODTÜ’de yapılan “Başkaldırıyoruz!” eylemlerinde, harçlara karşı parasız eğitim talebinin yükseltilmesinden ve bu sene başından beri gerçekleştirilen militan eylemlerden söylemiştik. Tarihin tekerleği ileri doğru dönmeye devam ediyor. Gezi eylemlerinden doğan demokrasi ve yaşam hakları çığlığı herkesi ve özellikle gençliği etkilemiş durumda. Barikatlarda ve eylemlerde dinamik ruh ile eylemliliklerin durumunu değiştiren gençliğin önündeki sorumluluklar gün yüzüne çıkmış durumda. Ve kazanacağımız yeni bir yıl var önümüzde. Yeni dönemde kampüslere rengimizi vermeli ve gençliğin enerjisini devrim ve sosyalizm kanallarına akıtmalıyız. Önümüzdeki dönem krizin etkisi artacak ve emperyalist müdahaleleri zorunlu kılacak gibi görünüyor. Krizler, savaşlar, devrimler döneminin başladığını Ortadoğu, Güney Amerika, Avrupa ve ülkemiz halklarının ve işçi sınıfının uyanışa geçeceği bu dönemde öncü misyonumuzu unutmamalı, her günü devrime hazırlık için daha verimli kullanmalıyız. Dostlar, kampta beraber olamasak da, yüreklerimiz hep sizlerle. Bizler mücadelenin başka bir alanında Ekim Gençliği’ni sahiplenmenin onuru içindeyiz. Kavganın bitmediğini F tipinin metrelerce duvarlarının ardından haykırarak buraları çalışma alanı olarak benimsiyoruz. Rosa’nın dediği gibi “Bütün gizli ve acı gözyaşlarının tekrarının vicdanına yükleyene kadar soluksuz ilerleyeceğiz” sizlerle berber olabilmek ümidi ile…. Dokuz Eylül Üniversitesi ve Ege Üniversitesi Gezi Davası Tutsakları / İzmir

... bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır isyan ateşini körükle zulmü rüzgarlara savur kollarının bütün gücüyle tavı gelen demire vur bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık enternasyonalle kurtulur insanlık... Sevgili yoldaşlar, Yaz Kampı’nı Avrupa Ekim Gençliği olarak yoldaşca selamlıyoruz! Günlerdir kampın gidişatını büyük bir heycanla izliyoruz. Sizlerle bu ortamı paylaşamamış olmamızın üzüntüsünü yaşıyoruz. Fakat haber ve resimlerden yansıyan kolektif yaşamı bizler de Avrupa‘dan paylaşmış olduk. Yoldaşca sıcaklığınızı kilometrelerce uzaktan yaşadık ve hissettik. Türkiye‘de 1 Mayıs‘a, 6 Mayıs’a ve Gezi Parkı Direnişi‘ne Avrupa Ekim Gençliği olarak katılan birçok yoldaşımız oldu. Taksim Direnişi boyunca gençliğin kitlesel ve dinamik bir biçimde yer alması bizleri çok etkiledi ve mücadeleci ruhu Avrupa’da da hissettik. Burada birçok ülkede yaşanan destek eylemlerinde gençliğin daha çok yer almasını sağladı. Katıldığımız her eylemin mücadeleci ruhu bizleri derinden etkiledi, mücadele etme irademizi güçlendirdi, devrime inancımızı büyüttü ve mücadele sorumluluklarımızı yakıcı bir biçimde hissettirdi. Gençliğin önemli ve temel bir rol oynadığını bu süreçde çok net bir biçimde görmüş olduk. Dünya savaşlar ve devrimler döneminde bulunuyor. Kapitalist düzen tarihindeki en büyük bunalımlardan bir tanesini yaşamaktadır. Bu düzenin gençlere karanlık bir gelecekten başka verdiği hiçbir şey yoktur. Ancak tüm dünyada gençlerin sermaye devletlerinin bu dayatmalarına karşı boyun eğmediğini görmüş olduk. Tunus‘tan Mısır‘a, Mısır‘dan Yemen‘e ve Ortadoğu’da patlak veren isyanlarda gençliğin etkin bir rolü oldu. Bununla sınırlı kalmadı ve bu ayaklanmalar Avrupa‘ya kadar yayıldı. İspanya‘da, İngiltere‘de, Fransa‘da, İtalyada, Yunanistan‘da gençlik sokak eylemlerinde kitlesel bir şekilde yer alıyordu. Şili ve Arjantin‘de parasız eğitim için ögrenciler polis şiddetine karşı militanca mücadele ettiler ve ediyorlar. Taksim Direnişi bu başkaldırının en ileri örneklerinden biridir ve sermaye devleti bu mücadeleyi bastırmak için her türlü şiddetini artırdı. Gençler ise bu azgınca polis şiddetine karşı militan bir tavır sergiledi ve direndi. Sokakta işkence ve ölümlerden, ev baskınlarına, gözaltı ve tutuklama terörüne ve en son örneğinde yaşadığımız gibi, Ekim Gençliği Yaz Kampı’na yapılan karalama kampanyasına kadar birçok örneğini yaşadık. Ama biz bu baskılara karşı boyun eğmedik, boyun eğmeyeceğiz! Biz komünist gençler olarak bu sorumluluğun bilincine varıp bu mücadeleye sahip çıkmalıyız. Zaman devrime akıyor ve bizler devrime hazırlanmalıyız. Bu devrimci görevimizi her alanda örgütleyeceğiz. Yaz Kampı’nı devrime hazırlanma sürecinin bir adımı olarak görüyoruz. Yaz Kampı’nı devrimci duygularımızla yürekten selamlıyoruz! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm! Yaşasın enternasyonal dayanışma!

Avrupa Ekim Gençliği

13


“‘Özgürlük’ talebi ile emeğin mücadelesi buluşacak!”

Gezi Direnişi’nin bir devrim olduğunu söylemiyorum. Gezi Direnişi’nin Türkiye’de yeni bir dönemin, devrimci mücadele açısından yepyeni bir dönemin, Leninistlerin önderlik etmesini gerekli kılan bir devrimci uyanışın ilanı olduğunu düşünüyorum. Bu bağlam içerisinde bundan sonra Türkiye içerisinde tarih yazılırken, özelikle 80 sonrası tarih yazılırken Gezi öncesi ve Gezi sonrası diye bir milat söz konusu olacaktır.

14

Ekim Gençliği Yaz Kampı’nda “Ticari eğitim” üzerine sunum yapan Sibel Özbudun ve “Gençlik ve gelecek sorunu” sunumunu yapan Temel Demirer ile Gezi Direnişi ve gençlik üzerine konuştuk... Röportajların tamamına www.ekimgencligi.net adresinden ulaşabilirsiniz. - Gezi Direnişi ile başlayan süreç hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? S.Ö.: Gezi Direnişi ile birlikte bu topraklarda tarih yeni bir ivme kazandı; üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran toplum silkindi ve 1970’li yıllardan bu yana ilk kez yığınsal ve radikal bir direnişe yetili olduğunu gösterdi, hem dosta hem de düşmana… Gezi Direnişi, farklı talepleri eklemleme becerisini gösteren bir kalkışmadır; direnişi tetikleyen nedenler, kanımca birbiriyle bağlantılı üç motif etrafında toplanıyor. Bunlardan ilki, AKP iktidarının toplumsal yaşama, yaşam tarzına artan müdahaleleri: (...) İkinci olarak, toplumsal açıdan muhafazakâr, ancak iktisadî açıdan gözükara bir liberal olan AKP’nin, yeni rant alanları yaratma hırsı doğrultusunda yaşam alanlarına saldırısı: (...) Ve nihayet, anaakım medyada fazla sözü edilmeyen, ancak bence bu direnişin en önemli motifini oluşturan, iktidarın neoliberal politikaları sonucu derinleşen ve çapı giderek genişleyen yoksullaşma ve yoksunlaşmayı sayabiliriz. (...) Bu durum, Haziran kalkışmasının varoşlarda aldığı radikal boyutları açıklamaktadır ve Gezi Direnişi’nin emek veçhesini oluşturuyor. Haziran ayı içerisinde tetiklenen ekonomik krizin sonbaharda derinleşecek sorunlarıyla, ben bu direnişin ikinci evresine yol vereceğini ve bu kez

emek taleplerinin öne çıkacağına kaniyim. (...) Yani iktidarı “sıcak” bir sonbahar bekliyor… T. D.: Gezi Direnişi bir yanıyla bir uyanış, bir yanıyla yeniden sokaklara ve alanlara çıkış manasında Türkiye için çok önemli bir dönemeç. Ama bunlardan öte Gezi Direnişi’ni benim için çok anlamlı kılan bir yanı var. Hatırlarsınız Gezi Direnişi’nden birkaç gün önce gençlikten, toplumsal mücadelelerden, hasılı devrimin güncelliği kavramında oldukça yabancılaşmışlardı. Devrimci mücadele dediğimizde burunlarını kıvırıyorlardı, devrimin güncelliği dediğimizde onlar çok gerilerde kaldı diyorlardı. Gezi Direnişi, bize bir kez daha Leninist devrimin güncelliğini hatırlattı. Gerçekten devrim ne gün, nerede, nasıl, ne biçimde olacağı tasavvur edilmeyen bir tarzda bir gün gümbür gümbür kapımızı çalar. Ben Gezi Direnişi’nin bir devrim olduğunu söylemiyorum. Gezi Direnişi’nin Türkiye’de yeni bir dönemin, devrimci mücadele açısından yepyeni bir dönemin, Leninistlerin önderlik etmesini gerekli kılan bir devrimci uyanışın ilanı olduğunu düşünüyorum. Bu bağlam içerisinde bundan sonra Türkiye içerisinde tarih yazılırken, özelikle 80 sonrası tarih yazılırken Gezi öncesi ve Gezi sonrası diye bir milat söz konusu olacaktır. - Gezi Direnişi sürecinde gençliğin tuttuğu yer hakkındaki değerlendirmelerinizi paylaşabilir misiniz? S. Ö.: 1990’lı yıllarda doğan kuşak, gençliğin apolitik, tekbenci, duyarsız vb. olduğu yönündeki tüm yargıları Gezi kalkışmasıyla birlikte yıktı. Her kalkışmada olduğu gibi Gezi Direnişi’nde de gençlik ön plana geçti, toplumun kabuk tutmuş vicdanını harekete geçirdi, insanlara bir şeyler yapılabileceğini, korku ve bezginlik duvarının aşılabileceğini gösterdi. Kişisel olarak o güne dek sokağa çıkmamış,


polisle karşı karşıya gelmemiş on binlerce gencin internet kafelerinden, odalarından, futbol sahalarından, kendi mekanlarından çıkarak hayata karışmalarındaki sürat ve güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmelerindeki gözüpeklik beni şaşırttı. Politikadan söz ettiklerine hiç tanık olmadığım öğrencilerim -ki genellikle “müreffeh” kesimlerin gençlerinden oluşuyorlar- direniş sırasında beni arayarak gelişmelerden haberdar ediyor, polisle nasıl çatıştıklarını anlatıyorlardı. 2-3 gün içerisinde gençlik içerisinde yepyeni bir “ethos”un biçimlendiğine tanık olduk: Gözüpek, kararlı, özgüvenli, paylaşımcı, mizahî… (...) T. D.: Laf aramızda Gezi Direnişi’nde değil, Gezi Direnişi öncesinde hatta Gezi Direnişi sonrasında da devrimci gençliğin çok önemli rolü olacaktır. Yeri geldi hatırlatayım. Yanlış anlaşılırsam beni bağışlayın. Ekim Devrimi’ni yapan merkez komitenin yaş ortalaması 30 civarındaydı. Ne kadar genç bir devrim. Zaten devrim kavramı çok genç bir kavramdır. Bu anlamda Gezi Direnişi’nde gençlerin yer alması şaşırtıcı değil. Niye daha çok genç yer almadı diye soru sormamız gerekiyor. Gezi Direnişi’nde bütün gençler bütün enerjilerini, bütün potansiyellerini, bütün şevk ve cürretlerini ortaya koydular. Bu, Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Antalya’ya, Antalya’dan İzmir’e birçok alanda kendini gösterdi. Bu anlamda Lenin’in çok ünlü bir lafı var: “Devrimin geldiğine dair ilk ibareler gençlik hareketinde boy verir.” Gerçekten bugün gençlerin Gezi’ye katılımı Türkiye’de yeni bir devrimci dönemin başladığına dair en önemli argümanlardan birisidir. Ancak burada bir sıkıntı var; ben gençliğin mücadelesinin işçi sınıfının davasının yolunda biçimlenmesi gerektiğini düşenenlerden birisi olarak Gezi gençliğinin sosyalizmle işçi sınıfı mücadelesiyle biraz daha bitişik nizam-yakın durması gerektiğini, yararlı olacağını düşünenlerdenim. Ortada açık bir fark olduğu da açıktır. Ama bu önümüzdeki dönemde kapanacaktır diye düşünüyorum. - Birleşik, kitlesel ve militan bir gençlik hareketi yaratma bakışıyla hareket eden bir gençlik örgütü olarak bu yıl ilk kez bir kamp düzenliyoruz. “İsyan barikatlarından gençlik buluşmasına!” şiarıyla örgütlediğimiz kampımız hakkındaki düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz? S. Ö.: Somut koşullar nedeniyle kamp yaşamınıza ne yazık ki çok kısa bir süre konuk olabildim. Ama daha ikinci gün erişebildiğiniz örgütlülük düzeyi, beni etkiledi. İşlerin kolektif ve paylaşımcı bir ruhla gerçekleştirilmesi, açık alanda sağlayabildiğiniz teknik donanım düzeyi, söyleşimize katılanların coşkusu etkileyiciydi. T. D.: Az önce geldim biliyorsunuz. Gördüğüm kadarıyla bir kamp gibi değil. Bayağı örgütlü, bayağı düzenli. Erken gelmemden midir nedir; gençlerin kadın sorunu üzerine tartışmalarını gördüm. Oldukça heyecan verici görüşlerdi. Katılım oranı çok yüksekti. Bu katılımların yanı başında kampın örgütlenmesine damgasını vuran kolektif bir tarz, bu da çok önemli. Bunların hepsinin kampın özellikleri ve kampın nitelikleri açısından belirleyici etmenler olduğunu düşünüyorum. Olumlu bir şey. Bence olumlu ne yaparsak yapalım bunu büyütmekle mükellefiz. Dilerim gelecek sene ikinci bir kampı örgütleriz. Bu ikinci kamp daha kalabalık olur, daha kolektif şeyler olur, daha katılımcı bir karakter kampa damgasını vurur. Ama görebildiğim kadarıyla

müthiş olumlu ve yaratıcı bir enerjinin ürünü. Başarılar dilemekten başka bir şey diyemiyorum. Başarılar diliyorum. - Dönem içerisinde üniversitelerimizde polis, ÖGB terörüyle sık sık karşılaştık. Soruşturma ve baskılarla gençlik teslim alınmaya çalışıldı. Bugün ise kampa katılan arkadaşlarımızın aileleri polis tarafından aranarak “Çocuğunuz terör kampına katılıyor” gibi bir söylemle baskı ve saldırılar devam ettiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? S. Ö.: Bu bir “polis geleneği” haline geldi. Geçen yıllarda konuşmacı olarak çağrıldığımız pek çok kampta polisin benzer telefonlu (hatta bizzat ailelerin kapısına gelerek) bu tip “uyarılar”da bulunduğunu aktarmıştı arkadaşlar. Tabii bu kez ülke çapında milyonları sokaklara döken direnişin “kuyruk acısı” da var “güvenlik” güçlerinde. Geçtiğimiz gün Gezi Parkı’nda düğünlerini yapan iki sağlıkçı gencin tanıklıkları, polisin “hile ve desise” konusunda nasıl “kendini aştığı”nı ortaya koyuyor: İlaç kutuları içine zehir koymalar, içinde fuhuş yapılan çadırları direniş alanına taşıyıp medyaya haber uçurmalar, dolar üzerinden “bağış” çantaları getirmeler... Ya da Antalya’dan Gezi Parkı’na yürüyüşe geçen gençleri “bu rampa diktir, arabaya binin sizi götürelim, ‘yürüdük’ dersiniz” önerileriyle açığa düşürme çabaları, muhbirlik teklifleri... Gerçekten de “destan yazıyorlar!” T. D.: Aslında itiraf edeyim; bu olayı daha önce, eğitimin ticarileşmesi panelini veren Sibel’den dinlemiştim. Benim de Sibel’e ilk tepkim “Şaşırmadım” oldu. Gerçekten şaşırmadım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti denilen çürümüş zorbalık, bu aklını yitirmiş dengesizi bunları yapmak zorunda. Nazım Hikmet yıllar önce söylemişti. Hepiniz hatırlayın; “Onlar hayatın düşmanıdır sevgilim” diye. Piraye’sine yazdığı şiirde bunu ifade etmişti. Gerçekten onlar hayatın düşmanı. Onlar halkın davası uğruna yapılan her şeyi anarşizm, terörizm, bölücülük, yıkıcılık olarak görüyorlar. Evet biz de şunu açık açık söylüyoruz. Biz bu kampta kapitalizmi yıkmak isteyenler olarak yanyana geldik. Çünkü kapitalizm dünyanın en rezil sistemidir. Çünkü kapitalizm işçileri sömürür, çünkü kapitalizm insanları çürütür, bunun için yan yana geldik. Hiçbir şey bu kampa katılanları yada diğer kamplara katılanları, ekmek ve özgürlük davası için mücadele verenleri engelleyemeyecektir. (...) - Son olarak kamp katılımcılarına ve dört bir yanda mücadele yürüten gençlik güçlerine ne söylemek istersiniz? S. Ö.: Yığınların zaten meydanlarda haykırmakta olduğu şeyi: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diyorum. Ve ekliyorum: Kazanacağız! T. D.: Onlara söyleyecek bir şeyim olduğunu düşünmüyorum. Onlar olağanüstü şeyler yapıyorlar. Size hayranlığımı, onlara hayranlığımı, ülkenin ve dünyanın dört bir yanında özgürlük ve sosyalizm için mücadele eden gençlere minnet duygularımı ifade etmeme izin veriniz. Gerçekten size derin minnet duygularım var. Benim gençliğimin hayallerini ayakta tutuyorsunuz. Onun için ben kendimi size çok borçlu hissediyorum. Teşekkür etmek istiyorum. Bu manada size çok teşekkür ediyor ve yanaklarınızdan öpüyorum.

Gerçekten bugün gençlerin Gezi’ye katılımı Türkiye’de yeni bir devrimci dönemin başladığına dair en önemli argümanlardan birisidir. Ancak burada bir sıkıntı var; ben gençliğin mücadelesinin işçi sınıfının davasının yolunda biçimlenmesi gerektiğini düşenenlerden birisi olarak Gezi gençliğinin sosyalizmle işçi sınıfı mücadelesiyle biraz daha bitişik nizam-yakın durması gerektiğini, yararlı olacağını düşünenlerdenim. Ortada açık bir fark olduğu da açıktır. Ama bu önümüzdeki dönemde kapanacaktır diye düşünüyorum.

15


Değerlendirme toplantısından notlar... * Kolektif ve dayanışma içinde bir hayat vardı. Herkesin öznel yeteneklerini sergileyebilecekleri atölyeler kuruldu. Biz kurmak istediğimiz düzeni kurduk kampta. İnsanlar böyle bir dünyanın özlemini duyuyorlar. * Örneği olmayan bir kamp düzenledik, katılım bir ölçüt değildir. Dayanışma, kolektivizm ve gönüllülüğü ilmek ilmek dokuduk. Devrime de böyle hazırlanıyoruz. Umudumuz dünyaya yetecek kadar fazla. Kamp bunu birkez daha gösterdi. * İlk defa böyle bir kampa katılıyorum. Yeni bir dünya, yeni bir düzenden bahsediyoruz ve biz bunun bir örneğini yaşadık 7 günde. Sonraki kamplarda eksiklikler giderilir diye düşünüyorum. (Esenyurt’tan bir işçi) * Ben çok fazla umutsuzluğa kapılan bir insanım. Umutsuzluğum Gezi Direnişi’nde kırıldı. İkinci kırılma noktası kamp oldu. İdeallerimizdeki yaşam biçimi, pratiğini kampta buldu. Tartışmalar aydınlatıcı oldu. Ümit’in direngenliği ve ruhuyla ayrılıyorum kamptan. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! * Örgütlenmeden önce korkuyordum. Örgütlendikten sonra bambaşka bir dünyanın olabileceğine inandım. Direniş patlak verdiğinde sokaktan korkmamayı öğrendim. Bu duyguyu ikinci kez kampta yaşıyorum. Sosyalizmde her günün böyle geçeceğini düşünmek çok sevindirici. * Kafa açıklığı yarattı, düşünmemize neden oldu, eksikliklerimi gördüm. Beklentimin çok üzerindeydi. Çok iyi geçti. Kendime olan güvenimi geliştirdi. * Bir haftalık süreç bin yıldan çok daha değerliydi. Ölsem de gam yemem. Komünizmin ütopya olduğu düşüncesinin karşısında daha sağlam duracağım. * Kamplar gençlik için okullardır. Düşünen ve savaşan devrimcilerdi kampı yapanlar. * Kamp bana çok şey kattı. Dayanışma, kolektivizm apayrıydı. Herkes bireyselliği attı. * Bir işçi olarak Ekim Gençliği’ne teşekkür ediyorum. Buraya gelmeseydim tatil yaptığınızı düşünecektim. Ama düşüncelerim burada çok değişti. * Önce kararsızdım. “Ben işçiyim, ne işim var” dedim. “Hiç kimseyi tanımıyorum, nasıl kaynaşacağım, nasıl ısınanacağım” diye düşündüm. Yoldaşlığın ne olduğunu anladım. Birçok insanla aynı bardaktan su içtim. “Öğrenciler havalı olur” derlerdi, ama yok öyle birşey. Seminerler çok güzel geçti. (Bir metal işçisi) * Burada olmayan yoldaşları temsil ettiğim için heyecanlıyım. Onların kamp sürecinde yoğun emekleri vardı. Ön sürecinde direniş patlak verdi, çalışmaları aksatsa da müthiş bir deneyimdi. Bizim iki kat daha fazla sorumluluğumuz vardı. Herkes umut ve gururla ayrılıyor buradan. Özellikle atölyeler çok yararlı oldu. Kampın sonrası da çok önemli. Buradan aldığımız güçle kampüslerde daha fazla şeyler yapacağız. Tutuklamalar çalışmalarımızı aksatamayacak. (İzmir’den bir katılımcı) * Kamp çok verimliydi. Beni en çok heyecanlandıran şey, 2-3 saatlik panellerin ardından yorulmadan tartışmaya devam etmemizdi. Seneye daha güçlü bir kamp yapacağımızı düşünüyorum. * Arkadaşlarımın vasıtasıyla geldim. Örgütlü değilim.

16

Katılmadığım görüşler var. Ama burada çok şey öğrendim. Forumlarda daha aktif olmaya karar verdim. Hepinize yoldaş diyebiliyorum. Kolektif yapının ne olduğunu burada öğrendim, bireysel takılan bir insandım. Döndüğümde bayağı bir araştırma yapmaya karar verdim. * Ben devrimcilerle tanıştığımda çok küçüktüm. Ama aslında lisede örgütlenmiş oldum. Alaattin’in katledilişinin ardından daha çok bağlandım. Operasyonlar sorumluluklarımı arttırdı. Devrimciler her zaman umutlu olmalı. Örgütlülüğün öneminin her zaman farkındayım. Örgütlü olunca kendimi özgür hissediyorum. * Kamp her anlamda öğreticiydi. Ön çalışmasında da kolektif bir ruh vardı, o ruh buraya yansıdı. * Habip yoldaşın ifadesiyle; düzenin duvarlarını deldik burada. Kamp devrim davasının bir ürünüydü. * Düşlediğimiz yaşamı burada somutlaştırdık, çok coşku vericiydi. Atölyeler yaratıcı ve verimliydi. Sermaye devletinin kolluk güçleri ailelerimizi tehdit etti, bu çok doğru bir iş yaptığımızı gösteriyor. * Önyargılarım vardı, ama yanıldım. Kitaplardan okuduğumuz herşeyi yaşadık. Daha önce başka kamplara katılmıştım ama bu kamp diğerlerinden çok farklıydı. Ne söylesek eksik kalacak, herşeyden çok fazlası oldu. * 24 saattir buradayım. Kampın süresi az. 15 gün olmalı. * 45 yaşındayım, 25 senedir devrimci mücadelenin içindeyim. Sorunlar olur, önemli olan o sorunun nasıl çözüldüğüdür. Yapıcı ve kolektif bir yaşam örgütlendi. Beni tazelediniz. * Hayalini kurduğum yaşamın ilk adımını atmış oldum, çok mutluyum. Devamını diliyorum. * Ben ilk defa bir örgütlülüğün içinde oldum, buraya merak ettiğim için geldim. Daha önce hiç böyle birşey yaşamamıştım. Çekingenliğimi attım. Bundan sonra ben de örgütlenmeyi düşünüyorum. * 3 yılda burada çok şey öğrendim. Mahirler’i, Denizler’i, İbolar’ı çok uzakta görmüyorum, size yakınlar. Devrimcinin en önemli silahı bilimselliğidir. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. (İranlı bir katılımcı) * Büyük bir ailenin parçasıyız. Durumumuzu kavradık, bundan sonra hiç kimse bizi durduramayacak. * Bizleri biraraya getiren bir öfkedir. Bizim öfkemizi farklı kılan şey güzelliklerin, sevdaların önündeki engel olan düzene duyduğumuz öfke olmasıdır. * Örgütlü bir insan değildim, bağımsızdım. Umudum direnişle yenilendi. Kampta yaşadıklarım umudumu perçinledi. Eğer buraya gelmeseydim neyi kaybetmiş olacağımı bilmeyecektim. Çok radikal kararlar aldım. * Tüm baskılara rağmen bu kampı gerçekleştirme iradesi gösterildi. Önemliydi. Yoldaşlık için bir tanım daha kazandırdı bu kamp. Bir yoldaş, “üç yoldaş bir bardaktan su içtik” dedi. * Tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Bunalımlar, savaşlar dönemindeyiz. Televizyonlarda kitlelerin eylemini gördük. Kitlelerin eylemine birebir içinde tanıklık ettik. Kaybedecek zamanımız yok. Hepimizin sorumluluğu yeni bir yaşamı başlatabilmek. Kendimize ve yaşama müdahale edebilmek. Kampımız bu iradenin somutlanmasıdır.


İsyan barikatlarından gençlik buluşmasına...

Gençlik içinde devrim mayasi tutacak!

Aylar öncesinden düşünsel hazırlıklarına başlanılan Ekim Gençliği Yaz Kampı tarihi bir dönemde başarıyla gerçekleştirildi. İlki düzenlenen kampımızın nasıl bir tarihsel dönemde, hangi hedefler doğrultusunda yapıldığı, kampın bu hedeflere ulaşmada gösterdiği emek ve ortaya çıkardığı anlamlı sonuçları bu değerlendirme ile ortaya koymaya çalışacağız. Hem ilerideki kamplarımıza, hem de çalışmamıza ışık tutması açısından; hem katılımcıların yaşamındaki değişiklikleri, hem de içinden geçmekte olduğumuz tarihsel sürece yön vermede kampın işlevini pratikte göreceğiz.

Dünyada ve Türkiye’de gelişen olaylar... Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi ve sınıf mücadelelerinin geldiği aşama üzerinden geçtiğimiz yüzyılda, Ekim Devrimi ile somut karşılığını bulan emperyalizm ve proleter devrimler çağına girildiği ve tüm bir yüzyıla ve bugünümüze bu çağın karakterini verdiği, bugün gelişen olaylara da bu çağ tespiti üzerinden yaklaşılması gerektiği açık bir durumdur. Sistemin yaşadığı krizler ve bunalımlara da buradan bakmak, tarihe diyalektik materyalist bakış açısından bakmak anlamına gelmektedir. Zira böylesi bir bakışa sahip olmamak tarihi doğru yorumlayamamaya neden olur, bugün gelişen dünya olaylarına karşı çarpık bir bakış doğurur. Bu çarpık bakış olayların nasıl ele alınacağından nasıl müdahale edileceğine kadar bir dizi sorun ortaya çıkarır. Bu aşamada sistemin yaşadığı krizler ve bunalımların birer sonucu olarak Tunus, Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da Avrupa’da ve Amerika’da gelişen süreçler, savaşlar, iç savaşlar, kitle hareketleri ve isyanlar kendinden menkul olaylar değil, birbiriyle birçok bağlantısı olan ve birbirini tetikleyen olaylardır. Tunus-Mısır’da patlak veren ayaklanmaların bu topraklara sıçrama potansiyelinin yüksekliğine dikkat çekmiş ve “Devrime hazırlanıyoruz!” şiarını yükselterek gelişecek süreçlere ideolojik ve örgütsel hazırlık yapılması gerektiğine işaret etmiştik.

Yine Türkiye’de on yılı aşkındır AKP üzerinden somut karşılığını bulan dinci-gericilik burjuva iktidarın somut dayanağı olmuş, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda egemenliğini güçlendirmenin vesilesi olmuştur. Egemenlik perçinlendikçe AKP iktidarı baskıyı, sömürüyü arttırmakta pervasızlaşmış, sadece ekonomik sorunlarla değil, doğanın talanından kentsel dönüşüme, yaşam tarzlarına müdahaleden örgütlenme özgürlüğünün gasp edilmesine, eylemlere saldırılardan meydanların yasaklanmasına kadar bir dizi icraata imza atarak toplumda öfkenin birikmesine neden olmuştu. Tam da böylesi bir süreçte 31 Mayıs Patlaması ile başlayan Haziran Direnişi korku duvarlarını yıkmış, sokağa dökülen kitleler gelecekleri ve özgürlükleri için barikatlar kurmuş, parkları ve meydanları özgürleştirmişti. Uyuyan dev uyanmış iktidara korku salmıştı. Özellikle gençliğin direnişte oynadığı rol ve aldığı inisiyatif çok anlamlıydı. Ekim Gençliği olarak tüm bu sürecin başından sonuna kadar parçası olduk ve yön vermek, direnişi büyütmek için emeğimizi ortaya koyduk. Bu çaba özellikle gençliğin bilinç ve örgütlülük planında mesafe katetmesi için sadece direniş süreci üzerinden değil, düzene karşı devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası olması üzerinden müdahalede bulunduk. Devrimci önderlik sorumluluğunu yerine getirme çabası ile kitle eylemlerine önderlik etmeye çalıştık. Tüm siyasal çalışmamızı bu sürece yön vermek için şekillendirdik.

Kamp çalışması bizler için ayağa kalkmış gençlik içerisinde onunla omuz omuza mücadele etmekti aynı zamanda. Eylemine yön vermek onunla birlikte soluk alıp vermekti. “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için!” şiarını yükselttiğimiz günlerde gelecekleri ve özgürlükleri için alanlara çıkan, alanları ve kendilerini özgürleştiren gençliğe devrim çağrısını yapmaktı bizim için kamp çalışması.

Kamp çağrısı, devrime çağrıdır! Haziran Direnişi ile beraber kamp çağrısı yapan materyallerinin kullanımına ara verdik. Afişlerle, bildirilerle, kamp gündemi üzerinden kitle çalışması yürütmedik. Ancak kamp çalışması bizler için ayağa kalkmış gençlik içerisinde onunla omuz omuza mücadele etmekti aynı zamanda. Eylemine yön vermek onunla birlikte soluk alıp vermekti. “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için!” şiarını yükselttiğimiz günlerde gelecekleri ve özgürlükleri için alanlara çıkan, alanları ve kendilerini

17


özgürleştiren gençliğe devrim çağrısını yapmaktı bizim için kamp çalışması. Zaten kampımızın politik bir etkinlik olduğunu, alışılagelmiş algıdan uzak, bir tatil olmadığını, kamp çağrımızın gençliği mücadeleye, devrime çağrı olduğunu belirtmiştik. Bu yüzden kampın örgütlenmesi aynı zaman kitle hareketine yön vermekti, onun ileri unsurlarıyla buluşmak ve tartışabilmek, bağ kurabilmekti. Bu gerçekleştiği oranda kamp çağrımız da karşılık bulacaktı.

baskılar ve karalama çabaları boşa düşürüldü hatta kampa ek bir coşku, kararlılık ve militan bir ruh kattı. Kısa film atölyesi bu terör kampı kara propagandasını konu alan bir kısa film hazırlayarak ve bunu da tüm kamp bileşeninin kolektif tartışması ve çekimi üzerinden gerçekleştirerek devletin saldırıları etkin bir teşhir çalışmasına konu edildi. Tüm bunların karşısında devletin çaresizliği ayan beyan ortaya çıktı.

Erteleme, kampın mücadeleyle, direnişle kurduğu bağın göstergesidir

Seminerler, söyleşiler: Kolektif tartışma kültürünün oluşturulmasındaki başarının göstergeleri

Aylar öncesinden kararını aldığımız yaz kampımız böylesi bir döneme denk geldi. Kitlelerin direniş çadırlarını kurduğu, barikatlarda meydanlarda sabahladığı, gelecekleri ve özgürlükleri için eyleme geçtiği bir dönemde “Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için buluşuyoruz!” şiarlı Ekim Gençliği Yaz Kampı çağrımızın somut karşılığı kamptan önce alanlarda ortaya çıktı. Böylesi bir dönemde tüm çabamızı bu alana yoğunlaştırmamız kamp çalışmamıza ara vermemize neden oldu. Kampı mücadelede bir araç olarak kurguladığımız koşullarda bu çok doğaldı. Haziran Direnişi’nin belli bir aşamaya gelmiş olması ve kampın bir araç olarak mücadeleyi büyütmeye, eylem içerisinde olan gençliğin kendi eylemini bilince çıkartmasına vesile olabilmesi için 22-28 Temmuz 2013 tarihleri arasında kampımızı gerçekleştirdik. Gençliğin içinde bulunduğu eylemi ve direnişi tartışabilmesinin ve yön verebilmesinin tercihten öte bir ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Nasıl ki ertelerken direnişin ve mücadelenin ihtiyaçlarını gözettiysek, gerçekleştirmeye karar verirken de yine mücadelenin somut çıkarlarını önümüze aldık. Bu yüzden kampta gerçekleştireceğimiz seminerlerden atölyelere, tartışma başlıklarından şiarlarına kadar Haziran Direnişi’ni öne çıkarmayı, gençlikle bağını kurmayı önümüze aldık. “İsyan barikatlarından gençlik buluşmasına!” şiarıyla bunu somutlamış olduk. Kamp boyunca da gözlemlendiği üzere kampa Haziran Direnişi’nin, barikatların coşkusu ve ruhu hâkimdi. Tüm tartışmalar ve ürünler kitle eylemiyle bağı içerisinde ele alınıyor, direniş kampta yaşatılıyordu.

Dünyada ve Türkiye’de gelişen süreçleri tartışabilmek, bugün toplumun tartıştığı bir dizi siyasal gündeme dair tartışmalar yürütebilmek için seminer başlıkları seçtik. Türkiye’yi de direkt olarak etkileyen Ortadoğu’daki savaşlar, toplumsal ve siyasal olarak ülke gündeminde önemli bir yer tutan Kürt sorunu ve “açılım süreci” ile kadın sorunu, tüm bu sorunların düğüm noktası ve çözücü halka olan işçi sınıfının misyonu tartışma konusu yapıldı. Son iki başlık ise doğrudan gençliği kesen bir tartışma yapılabilmesi için belirlendi. Halk hareketinin dersleri ışığında devrimci gençlik mücadelesi, devrimci gençlik hareketi ve Ekim Gençliği’nin misyonu seminerleri ile dünyada ve Türkiye’de gelişen halk hareketleri, Haziran Direnişi üzerine çok ayrıntılı ve katılımı yüksek tartışmalar gerçekleştirildi. Seminerlere katılım, söz alınması, tartışmaların belirlenen süreleri aşması ve katılımcıların dinlenme zamanlarını bu tartışmalar için feda etmesi anlamlıydı. Sürenin bitmesine karşın katılımcılar tartışmaların devam etmesi yönünde irade gösterdiler ve tartışmalar yemek ve dinlenme vakitlerinde de devam etti. Büyük bir direnişin içersinden çıkıp kampa katılan güçlerdeki bu coşku yeni dönem için umut vericiydi. Belirlenen seminerlerin ilgi çekmesi ve hayatta karşımıza çıkan somut sorunlar ve somut çözümler üzerinden tartışmaların yürümesi fazlasıyla anlamlı oldu. Özellikle gençlik sunumlarında ortaya konan yaratıcı fikirler, hem direnişin eğitici-öğretici yanını görmemizi sağladı, hem de kampın kolektif tartışma ortamının ön açıcılığını gösterdi. Bunun kendisi kampımızın oluşturduğu atmosferin ne kadar verimli bir çalışma ve tartışma ortamı yarattığının göstergesidir aynı zamanda. Temel Demirer ve Sibel Özbudun ile gerçekleştirilen söyleşiler kampın coşkusunu arttırdı. Her iki söyleşinin de hem içeriği hem de coşkusu Haziran Direnişi’ni yansıtıyordu. Ticari eğitim, gençlik ve gelecek sorunu üzerine gerçekleşen söyleşilerin her ikisinde de somut pratik öneriler tartışıldı ve mücadeleye dair inanç, kararlılık ve coşku artmış oldu. Yılmaz Güney sineması üzerinden toplumcu gerçekçilik tartışma konusu yapıldı. Kültür-sanat alanına dair yapılması gerekenler, bu alanın mücadeleyle bağını nasıl kuracağımız üzerine verimli tartışmalar gerçekleştirildi. Haziran Direnişi’nde öne çıkan bir araç olarak sosyal medya da kampın söyleşi başlıklarındandı. Sosyal medyanın ve internet alanının nasıl bir silaha dönüştürülebileceği tartışma konusu yapıldı.

Düzen güçlerinin kampımıza tahammülsüzlüğü ve çaresizliği Bu yıl ilkini düzenlediğimiz kampımız düzen güçleri açısından da büyük bir ilgiye konu oldu. Kamp öncesinde kamp çalışmalarının yakından takip edilmesinden gözaltı-tutuklama terörüne, kamp alanının denetlenmeye çalışılmasından telefonlarla katılımcıların ailelerinin aranmasına kadar tahammülsüzlüklerini gösterdiler. Kampın hemen öncesinde İzmir’de gerçekleşen operasyonlarla kamp çalışmasına emek veren birçok yoldaşımızın tutuklanması elbette ki toplam direniş süreci ve Ekim Gençliği’nin sürece müdahalesi üzerinden gelişse de kampımızın bu direniş süreciyle bağının gücünü de göstermektedir. Kampı kendinden menkul bir çalışma olarak görmediğimiz yerde, barikatlarda, meydanlarda yükselttiğimiz devrim çağrısını engellemek için gerçekleştirilen tutuklama terörü dolaysız olarak kampımızı da hedef almaktadır. Kamp alanından görüntü alınmaya çalışılması, kampa gelen yollarda kamp yaptığımız hafta içerisinde kontrollerin artması, jandarmanın katılımcıların isimlerini almak için sürekli olarak kamp alanının işletmecisini sıkıştırması sermaye devletinin kampımıza yönelik tahammülsüzlüğünü ortaya koyan örneklerdir. Ankara ve İstanbul’dan kampa katılanların aileleri aranarak “oğlunuz-kızınız terör kampına gitti” sözleriyle provokasyon yaratılmaya çalışıldı. Hatta kampa gelmemiş olan bir liselinin annesi dahi aranarak, odasında yatan oğlunun terör kampında olduğunu söyleyecek kadar pervasızlığını ve aczini ortaya koydu düzen güçleri. Bir katılımcının babası ise kampa ziyaret gerçekleştirerek “terör kampını” yerinde gördü ve destek verdi. Bu ziyaretin bir provokasyona dönüşeceğini hesap eden ve “terör kampına aile tepkisi”ni görüntülemeyi uman düzen güçleri elleri boş döndü. Hatta ailenin desteğine karşı hazımsızlığını aileyi tekrar arayarak ortaya koydular. Kamp bileşenlerinin kararlı duruşu sayesinde tüm

18

Atölyeler: Kolektif yaratıcı emeğin kullanıldığı eşsiz fabrikalar Bir dizi atölye ile sanatın mücadelede nasıl etkili bir araç olabileceğine ve sosyalist toplumda nasıl bir sanat anlayışının olması gerektiğine dair küçük birer adım atmış olduk. Ancak bu adımlar, bugün yaşadığımız kapitalist toplumun değer yargılarını, sanata bakışını ve bizlerin de bilinçlerinde oturtmaya çalıştığı kalıpları kırmak bakımından çok daha büyük adımlardı. Ümit Yoldaş’ın “İsyanın sınırı, yaratıcılığın sonu yoktur” sözünün karşılık bulduğu alanlardan birisi de atölyeler oldu. Kısa film, resim, fotoğraf, tiyatro, müzik, felsefe atölyeleri oluşturularak her birinin mücadelede nasıl birer araca dönüştürülebileceği üzerine anlamlı tartışmalar yapıldı. Her bir atölyede teknik bilgiler edinmenin yanı sıra bir haftalık çalışmalarla bir dizi ürün ortaya kondu. Çekilen kısa filmden yapılan stencillara, kapanış etkinliğinde müzik ve tiyatro atölyelerinin sunduğu


ürünlerden felsefe atölyesinin tartışmalarına kadar verimli çalışmalar hayata geçirildi. Kamp değerlendirmelerinde atölyelerin yaratıcılığın gelişmesindeki etkisi öne çıkartıldı. Bunların hepsinin yanında sanatsal faaliyetlerin bir dizi sanatçısının işi olmadığını, sanatın herkesin gündelik faaliyetinin bir parçası olması gerektiğini ve “yaşamda seyirciye yer yoktur” sözünün somut karşılığını atölye çalışmalarında göstermiş olduk. Bir dizi teknik imkânsızlığa rağmen atölyelere ruhunu veren bu yaratıcılık atölyelerin amacına ulaşmasını sağlamış oldu. Unutmadan belirtelim ki, tüm atölyelerin gerçek sonuçlarını mücadele alanlarında somutlandığı oranda göreceğiz.

Kamptaki ortak yaşam, gençliğin sosyalizme yatkınlığının göstergesi Kamp öncesinde, “kapitalizmin yozlaştırma, bireyselleştirme, bencilleştirme çabalarına inat, kolektivizmi öreceğiz. Tüm kampı bu bilinçle örgütleyeceğiz” demiştik. Bu sözlerin kampta karşılık bulmuş olmasının haklı gururunu yaşıyoruz. Yemekten temizliğe, teknikten güvenliğe kadar komiteler üzerinden planlanan ancak herkesin tümüne katıldığı, emek harcadığı, her alanda emeğinin örgütlendiği bir yaşam kurgusunu hayata geçirdiğimizi söyleyebiliriz. İşleri başkasına yıkmak, işten kaçmak gibi kapitalist kültüre ait değerlerin esamesi okunmadı. Bir dizi mali olanaksızlığa rağmen şikâyetçi olan değil, sorunları kolektif bir tarzda çözmeye odaklı bir algı vardı ve pratikte de karşılık buldu. Bu ruh hali herkesin hareketlerine, gündelik yaşantısına, gözlerindeki parıltıya kadar yansıyordu. Hemen hemen tüm katılımcılar daha ilk günden aylardır, hatta yıllardır beraber yaşıyormuşçasına kaynaştı ve yaşama dahil oldu. Sosyalist toplumun ortak yaşam açısından mütevazı bir örneğini kampımızda gördük, var ettik, yarattık. Kampımızın en önemli kazanımlarından birisi de bu kültürü katılımcılar arasında kısa bir zaman dilimi içerisinde oluşturabilmemiz oldu. Katılımcılardan birinin deyimiyle, “hayallerimizdeki dünyanın somutlandığı yer” oldu kampımız. Paylaşımı “üç yoldaş bir bardaktan su içerek” yaşadık başka bir katılımcının deyimiyle.

Eksiklikleri göz ardı etmek emeğimize saygısızlık olur Kampın toplamındaki başarısına rağmen eşyanın tabiatı gereği bir dizi eksikliği olduğu, olacağı açıktır. Diyalektik bize hiçbir şeyin mükemmel olamayacağını, her başarının içerisinde bir dizi başarısızlığın da olacağını öğretmektedir. Elbette kampımız için bunlar belirleyici olmamıştır, ancak bunları gözardı etmek emeğimize saygısızlık olur. Kampın ön sürecinde, kitle çalışmasında ve direnişe yön vermedeki eksikliklerimiz başta kampa katılım olmak üzere, direniş içerisinde öne çıkan güçlerin kampa katılımını örgütlemekte karşımıza çıktı. Böylesi nitelikli ve başarılı bir kampa çok daha fazla genç unsuru, mücadele içinde şekillenmiş öncüleri katabilmemiz

gerekiyordu. Özellikle atölye çalışmalarının kampın çok daha öncesinde hayata geçirmemiz hem atölyelerin niteliğini hem de atölyelerden doğru katılımı arttıracaktı. Haziran Direnişi’nin varlığı bu noktada adım atmamızı zorlamış olsa da barikatlarda, direniş alanlarında bunları hayata geçirebilmiş olsaydık, şu anda daha ileri bir niteliğe kavuşmamızı sağlayacaktı. Çok yoğun bir kamp programına sahiptik. Bu elbette ki bu temel bir soruna dönüşmedi. Katılımcıların katılımını değil ama toplamında kampın verimini bir nebze de olsa düşürmüş oldu. Ancak hemen hemen tüm katılımcılar günde 2-3 saat uyumayı göze alıp, yorgunluğu yok sayıp kampın her saniyesinden yararlanmaya, kampın her anının parçası olmaya çalıştılar. Ancak bu yoğunluk bizlerin işlerin peşinden koşan değil işleri örgütleyen konumumuzu etkilemedi.

Kampın gücüyle devrim çağrımıza devam edeceğiz! Ekim Gençliği Yaz Kampı’nı başarıyla geride bıraktık. “Başarıyla” diyoruz; çünkü toplamına baktığımızda, gerçekleştirdiğimiz seminerlerden söyleşilere, atölye çalışmalarından gündelik yaşamı örgütlemeye, devlet güçlerinin saldırılarını göğüslemekten bir dizi teknik aksaklığın üzerinden gelmeye kadar kampın devrimci, örgütleyici, yaratıcı, kolektif ruhu ve işleyişi tüm bu çalışmaların başarıyla gerçekleşmesini, sorunların giderilmesini sağlamıştır. Bu kampımızın başarısıdır. Tüm katılımcılar ortak bir yaşamın, geleceğe ait bir toplumun bir haftalığına da olsa parçası olmuş, bunun değiştirici, dönüştürücü devrimci etkisini yaşa(t)mıştır. “İsyan barikatlarından gençlik buluşmasına!” şiarı karşılık bulmuş, kampımız barikatların direnişin ruhunu yaşatmıştır. Kampımız kitle çalışmasında, gençliğe devrimci önderlik misyonunu yerine getirmedeki eksikliklerimizi görmede, bu noktada tartışmalar yapmada, adımlar atmada bir manivelaya dönüşmüştür. Artık kitle çalışmasında çok daha yaratıcı ve verimli olunacağı iddiası bir temenniden iradeye dönüştü. Bir dizi açıdan kalıpların kırıldığını tartışmalarda gördük, bu kalıpların hayatta da kırılacağının iradesini oluşturduk. Kampta somutlandığı ve kelimelere döküldüğü üzere “Yaşamın kendisini devrimci faaliyetin ta kendisi olarak algılamak” gerektiğini bilince çıkarttık. Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için gerçekleştirdiğimiz kampımızın devrime çağrı olduğunu söyledik ve böylesi bir bakışla başarıya ulaştırdık. Kampımızda katılımcılar nezdinde de olsa devrimin mayasını güçlendirdik. Hâlihazırda gençlik içinde devrimin mayalandığını söylediğimiz yerde bu mayanın tutmasının bugün için tek koşulu devrimci önderlik misyonunun yerine getirilmesidir. Bu misyonu yerine getirecek yegâne güç bizleriz. Kampımız bunun bilince çıkartılmasının, kampın bitimiyle beraber alanlarda bu bilincin etekemiğe bürüneceğinin iradesi olmuştur. Bu vesileyle tekrarlıyoruz: Kampın gücüyle devrim çağrısını büyütmeye...

Gerçekleştirdiğimiz seminerlerden söyleşilere, atölye çalışmalarından gündelik yaşamı örgütlemeye, devlet güçlerinin saldırılarını göğüslemekten bir dizi teknik aksaklığın üzerinden gelmeye kadar kampın devrimci, örgütleyici, yaratıcı, kolektif ruhu ve işleyişi tüm bu çalışmaların başarıyla gerçekleşmesini, sorunların giderilmesini sağlamıştır. Bu kampımızın başarısıdır.

19


Düzen cephesi tüm araçlarıyla, çok yönlü ve örgütlü bir hazırlık içinde. Polisinden yargısına, YÖK’ünden bakanlığına kadar tüm kollarıyla gençliği zapturapt altına almaya hazırlanıyor. Ancak, halihazırda gençlik kitleleri böylesi bir hazırlıktan yoksun. Örgütlülük ve önderlikten yoksunluk, gençliğin düzen karşısındaki en zayıf yönüdür. Tam bu noktada genç komünistlerin misyonunu hatırlatmakta, bu misyonu yerine getirmek için yürütülen faaliyetin sorunlarını ve ihtiyaçlarını bir kez daha tartışmakta yarar var. Gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurma iddiası ve misyonunu taşıyan genç komünistler, geride kalan dönemin, direniş sürecinin ve son olarak kamp çalışmasının deneyimleri ile komünist gençlik Bu dönem üniversiteler direniş rüzgarları ile açılıyor. Haziran ayında geleceği ve özgürlüğü için direniş barikatlarında yer alan gençlik, şimdi çalışmasının sorunlarını bir kez daha üniversitelerde olacak. Artık düzenin karşısında kavgayı bilen, haklarını masaya yatırmak zorundadırlar. Bu korumanın yolunun militan mücadeleden geçtiğini bizzat kendi deneyimi ile öğrenen gençlik olacak. Bu durum üniversitelerdeki atmosferi de değiştirecek nedenle, sözünü ettiğimiz süreçlerden doğal olarak. süzülen deneyimler ışığında komünist AKP iktidarının sonbahar korkusu da buradan kaynaklanıyor. Yıllardır gençlik faaliyetine dair belli gençliğe yönelik tüm saldırılarını, geniş gençlik kitlelerinin eylemli tepkisinin zayıf kalmasından dolayı pervasızca hayata geçiren dinci-gerici iktidarın işi, artık hiç de hatırlatmalarda bulunacağız.

Yeni döneme başlarken...

D komünist genç

kolay olmayacak. Bunu iyi bilen dinci-Amerikancı iktidar, hazırlıklarını da buna göre yapıyor kuşkusuz. Sözünü ettiğimiz hazırlıkların kapsamı hiç de gençliğin taleplerinin karşılanmasıyla ilgili değil; tersine, zor aygıtlarını tahkim eden rejim, olası tepkileri baskı ve zorbalığın dozunu daha da arttırarak bastırmayı hedefliyor. Bu durum, yeni dönemde üniversitelerde yükselecek kavganın daha sert geçeceğine de işaret ediyor. Bir yanda direniş deneyimini kuşanan gençlik kitleleri, diğer yanda gençliğin tepkisini ezmek için dozu arttırılan baskı ve zorbalık... Sıklıkla belirtildiği gibi, sonbahar Haziran’dan daha sıcak olacak gibi görünüyor. Böylesi bir tablo karşısında bir noktanın altını önemle çizmekte fayda var. Düzen cephesi tüm araçlarıyla, çok yönlü ve örgütlü bir hazırlık içinde. Polisinden yargısına, YÖK’ünden bakanlığına kadar tüm kollarıyla gençliği zapturapt altına almaya hazırlanıyor. Ancak, halihazırda gençlik kitleleri böylesi bir hazırlıktan yoksun. Örgütlülük ve önderlikten yoksunluk, gençliğin düzen karşısındaki en zayıf yönüdür. Tam bu noktada genç komünistlerin misyonunu hatırlatmakta, bu misyonu yerine getirmek için yürütülen faaliyetin sorunlarını ve ihtiyaçlarını bir kez daha tartışmakta yarar var. Gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurma iddiası ve misyonunu taşıyan genç komünistler, geride kalan dönemin, direniş sürecinin ve son olarak kamp çalışmasının deneyimleri ile komünist gençlik çalışmasının sorunlarını bir kez daha masaya yatırmak zorundadırlar. Bu nedenle, sözünü ettiğimiz süreçlerden süzülen deneyimler ışığında komünist gençlik faaliyetine dair belli hatırlatmalarda bulunacağız.

Acil ihtiyaç / güncel görev: Devrimcileşmek!

20

Komünist gençlik çalışması hem çalışma tarzı bakımından hem kitle çalışması açısından önemli ve aşılması gereken sorunlarla yüz yüzedir. Her iki başlık da kendi içinde ayrıntılı tartışmaları, bu tartışmalarda ortaya konacak sorunları çözme iradesinin ete kemiğe büründürülmesini bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Bu yapılacaktır da... Bugün temel ve acil olarak vurgulanması gereken nokta ise, devrimcileşme sorunudur. Diğer tüm sorunların çözümünde mesafe alınabilmesi, öncelikle devrimcileşme sorununda mesafe alınabilmesine bağlıdır. Gençlik çalışmasının yükünü şu veya bu düzeyde omuzlayan güçlerin devrimcileşmesi sorununu tartışmanın incitici olmaması gerektiğini vurgulayalım. Devrimcileşme sorununu tartışmakla niyetimiz omuzlanan yükü küçümsemek, bu yükü taşıyanlar şahsında ortaya konan çaba ve iddiayı görmezden gelmek değildir. Tam tersine, büyük bir yük omuzlayan gençlik güçlerinin çabalarında sonuç almalarında ve iddialarını büyütebilmelerinde ön açıcı bir tartışma yapmaktır amaç. Bugün devrimcileşme sorunu olarak tanımladığımız şey, gençlik güçlerimizin parti ve devrim davası ile kurdukları bağların güçlendirilmesi olarak ifade edilebilir. Diğer bir ifadeyle, gençlik güçlerinin kadrolaşması sorunu olduğu da söylenebilir. Bu da tek başına pratik faaliyete katılmanın sınırlarını aşan bir bilinç, sorumluluk ve kimliktir. Her şeyden önce komünist dünya görüşünü kavramak, Marksizm’i ve sınıfın devrimci programını özümsemek demektir. Bu yapılabildiği koşullarda örgütle bütünleşme, kadrolaşma ve buna bağlı olarak devrimcileşme alanlarında hızla mesafe alınabilir. Bu sorun hiç de soyut bir tartışma konusu değil. Aksine, sorunun varlığı ve etkisi pratik çalışmada kendisini tekrar tekrar göstermektedir. Öyle ki, devrimcileşme sorunu kavranmadan ve çözümü konusunda adım atma iradesi gösterilmeden, kitle çalışmasının sorunları da kavranamaz, kavranamadığı için de aşılamaz. Somut olarak örneklersek; bir bildiri dağıtımı sırasında bu sorun kendisini pekala gösterebilir. Komünistlerin kitlelere seslenme


Deneyimler ışığında çlik çalışmasını güçlendirmeye!

araçlarında biri olan bildiriyi -bizzat gençlik güçlerimiz ifadesi ilekitlelerin yüzüne bile bakmadan dağıtmak, aslında kitle çalışması sorunundan çok devrimcileşme sorununa işaret eder. Bu tutum eldeki bildirinin anlamının kavranmadığını, yapılan en küçük işin bile devrimci mücadeleyi büyütmek için yapıldığının yeterince kavranamadığını, bunun heyecanından yoksun kalınabildiğini gösterir. Geçmiş dönemin dersleri bu açıdan bir dizi örnekle doludur. Bir üniversitede, saldırılara karşı yüzlerce öğrenci yürürken ve reformistler kitle eyleminin militanlaşmasını engellerken yoldaşlarımız müdahale edememiş, kitlenin patlamaya hazır öfkesini militan eyleme dökememiştir. Üstelik bu bir ajitasyon kadar yakınken... Bunun yapılamaması ise, bu alandaki deneyimsizlikle izah edilmiştir. Elbette bunun kendi içinde anlaşılabilir yanı var. Deneyimsizlik, ihtiyaç yakıcılaştığında zorlayıcı bir etkene dönüşür. Ancak böylesi bir durum, misyonunu yerine getiremeyen kişinin arkasına sığınacağı bir gerekçe de değildir. Çünkü eylemin seyrinin politik anlamını ve devrimci gençlik hareketi açısından tuttuğu yeri kavrayan bir genç komünist, deneyimine bakmaksızın, misyonuna uygun adımı atar. Verdiğimiz örnekteki gibi, ihtiyaç bir ajitasyonsa, tereddüt etmeden en yakınındaki yükseltinin üzerine çıkar ve gereğini yapar. Kaldı ki, deneyimler de bizzat böylesi süreçlerde edinilir. Ne de olsa eylemlerin provaları yoktur. Benzer örnekler direniş sürecinden de aktarılabilir. Devrimci bir kadro için sorun sadece çatışmada yer almak değil, aynı zamanda kitlelerin o muazzam ve militan eylemini devrime kanalize edebilmektir. Devrimciliğin öncü kimliği böylesi bir tutumda belirgin hale gelir. Koca bir direniş sürecinde devrimci kadronun bu temel görevini yerine getirmek için çabalamaması da deneyimsizlik

ya da başka bir soruna değil, doğrudan devrimcilik sorununa işaret eder. Kamp çalışması da dahil olmak üzere, geçmiş dönemden fazlasıyla örnek vermek mümkün. Ancak konunun özünü anlatmak bakımından bu hatırlatmalar yeterli olacaktır.

Çalışma tarzı sorunlarını aşma ihtiyacı “Kendi içinde rutinleşen bir tarzın sorunlarıyla değil, bizzat bu tarzın kendisiyle uğraşmak, bunu aşmamızı sağlayacak bir düşünsel çaba ve pratik yönelim içine girmek zorundayız. Tarzımızda köklü bir yenilenmeyi başarmakta zorlandığımız ölçüde, pratikte bugüne kadar yaptığımız daha çok mevcut tarzın sorunlarıyla uğraşmak olmuştur. Sınıf hareketine nasıl bir müdahale, bu çerçevede nasıl bir tarz izlememiz gerektiğinin genel çerçevesini doğru tanımlasak da, sorunun pratik çözümünde yaşadığımız zorlanmalar buna yol açmıştır. Bir sorunun çözümü doğrultusunda mesafe alabilmek ancak o sorunun gerçek kapsamının bilince çıkarılmasıyla, böylece asıl yüklenilmesi gerekenin ne olduğunun anlaşılabilmesiyle mümkündür. Bu açıdan bakıldığında, öncelikli sorunumuz, sınıf-kitle çalışmasındaki sorunların kaynağında çalışma tarzımızın yattığını saptamanın ötesine geçmekte zorlanmak, bu tarzı nasıl aşabileceğimizin sorunları üzerine yeterince yoğunlaşamamaktır. Bugün yayınlarımızda bu konuda canlı ve işlevsel tartışmaların yapılamıyor olmasının gerisinde de bu vardır. Artık, tarzımız şöyle olmalıdır demek yerine, son yıllarda döne döne tartıştığımız ve az-çok da bir açıklığa ulaştığımız doğru tarzı neden hayata geçiremediğimize ve bunu başarmanın yolunun nereden geçtiğine odaklanmak durumundayız.

21


Açıklıkla belirtelim; yeni dönemde yapılacak her etkinlik veya eylemin niceliği geçen yılın tablosunu aşmalı, yoksa başarısız sayılmalıdır! Yürütülen her faaliyet, örgütlenen her çalışma yeni güçlerle buluşabilmeli, dahası, yeni güçleri harekete geçirebilmelidir. İşte, darlığı kırmanın yaşamdaki karşılığı da bu olacaktır.

22

Kısacası sorun, çalışma tarzımızı değiştirmemizi zora sokan zaaf ve zayıflıkların nasıl aşılabileceği, buna ilişkin dönüştürücü bir müdahale sorunudur. Zira aslolan saptamak, yorumlamak, tahlil etmek değil, fakat pratikte değiştirip dönüştürmektir. Dolayısıyla da bunun sorunları ile uğraşabilmektir. Elbette mevcut pratiğimiz, somut deneyimlerimiz üzerinden, sürecimizin somut seyri üzerinden, ayrıntı gibi görünse de gerçekte fazlasıyla önem taşıyan sorunlar üzerinden... Bugün öncelikle yönelinmesi gereken sorun alanı budur!” (Çalışma tarzında köklü bir değişim ihtiyacı, EKİM, sayı 287, Şubat 2013) Buraya yaptığımız uzun alıntı, komünistlerin çalışma tarzı sorununu ele alıştaki yöntemsel bakışı ve konunun nasıl tartışılması gerektiğine işaret ediyor. Yıllardır belli bir rutin üzerinden yürüyen gençlik çalışmamız, son dönemde konuyla ilgili yapılan tartışmalar ışığında belli adımlar atmış, ilk deneyimlerini de yaratmıştır. Açık ki bugün tarzımızın sorunu, çalışmanın belli bir rutin üzerinden yürümesi, fazlasıyla bilindik kalıplara sıkışması ve bunu hala daha aşamamış olmasıdır. İhtiyaç olan, yaratıcı bir tarzı dinamik çalışma ile bütünleştirebilmektir. Öyle ki, hala daha bir işin örgütlenmesi “gelenekselleşmiş” araçlarla, üstelik bu araçların rutin kullanımıyla gerçekleştirilebilmektedir. Somut olarak kamp çalışmasını masaya yatırmak, tartışmayı daha anlaşılır kılacaktır. Gençlik çalışmamız, yaz kampı örgütlemeyi gündemine aldığı zaman bir dizi araç ve yöntem de gündeme getirilmiş, kamp çalışması çok yönlü bir faaliyet olarak kurgulanmıştı. Atölye çalışmalarını önden başlatmaktan tutun da çeşitli araçların etkin kullanımına kadar bir dizi yöntem çalışmada kullanılmak üzere belirlenmişti. Ancak son kertede kamp çağrısı bir kez daha afiş-bildiri kullanımına sıkışmış, başka bazı yöntemler denense de sonuç alınabilmesi üzerinden bir zorlama yaratılmamıştı. Bu tablo bile, alıntıladığımız metnin ana fikrini örnekliyor. İhtiyaç artık sorunların çetelesini çıkarmak değildir. Bugüne kadar bunu fazlasıyla yaptık. Birçok defa çalışma tarzı sorunlarını ele aldık, sorunların pratik faaliyette karşımıza nasıl çıktığına çubuk büktük. Buraya kadar bir mesafe de aldık. “Kalıpları kıralım” sözü neredeyse tüm güçlerimiz tarafından dile getirilen, deyim uygunsa şiarlaşan bir ifade oldu. Bugün sorunun gelip dayandığı yer çözüm konusunda adım atılması ve başarı sağlanmasıdır. Bunun nasıl yapılabileceğini de yine bir alıntıyla hatırlatalım: “Darlığı kırmaya öncelikle kafamızdaki bir takım kalıpları kırmakla başlamalıyız. Ufkumuzu daraltan, hayallerimizi dizginleyen, bizi alışılmış olana tutsak eden, tüketici rutine bağlayan, yaratıcılığımızı felce uğratan, kısırlaştıran tüm ölçüleri, tüm kalıpları kırıp atmalıyız. Bugüne kadarki bütün başarı ölçülerimizi radikal bir biçimde değiştirmeliyiz. Küçük grup psikolojisine, mezhepçi zihniyete özgü darlıklara ve sınırlılıklara saflarımızda yaşam hakkı tanımamalıyız. Siyasal çalışmanın hedeflerini belirlerken ve başarıyı değerlendirirken ufkumuzu geniş tutmalı, inançlı ve iddialı olmalı, yıla yılları sığdırmak azmiyle hareket etmeliyiz.” (TKİP IV. Kongresi Kapanış Konuşması, EKİM, sayı 285, Aralık 2012) Geride kalan dönem, çalışma tarzı sorununun çözümü konusunda mesafe aldığımızda ne gibi kazanımlar yaratabileceğimizi de gördük. Bir

yereldeki yoldaşlarımızın yürüttüğü yaratıcı ve dinamik çalışmanın ardından 1 Mayıs’ın hemen öncesinde yaptıkları kitlesel etkinlik, bu açıdan anlamlı bir örnektir.

Kitle eylemlerine öncülüğün önemi Direniş süreci ile birlikte yeni bir döneme girildiği, bugüne kadar defalarca tekrarlandı. Bu yeni dönemin en önemli yanlarından biri, artık kitlelerin eylem deneyimine sahip olmaları ve kitlesel biçimde alanları doldurmaları olacak. Elbette gençlik bunun başını çekecek. Geçen dönemde çeşitli vesilelerle kitlesel olarak sokağa dökülen ve öfkesini haykıran gençlik kitlelerinin, yeni dönemde de kitlesel bir şekilde eyleme çıkacağından kuşku duymamak gerek. Bu ‘beklenti’, genç komünistlerin bugüne kadar tartıştıkları bir başka sorunun çözümünü de dayatıyor: Kitle eylemlerine önderlik sorunu! Şimdiye kadar aşılamayan bu sorun için her defasında çeşitli “gerekçeler” sunuldu. Kimi zaman yukarıda örneğini verdiğimiz deneyimsizlik çıktı karşımıza, kimi zaman eylemin içeriği tartışması... Artık bu sorunun hiçbir gerekçeye yer verilmeden geride bırakılması gerektiğini hatırlatalım. Eğer yeni dönemde gençliğin daha kitlesel eylemlere imza atmasını bekliyorsak, bu eylemlere önderlik edebilecek beceriyi de edinebilmemiz gerekiyor. Çünkü bu sorun, hareketin geleceğini doğrudan etkileyecek kapsam ve önemdedir. Elbette ki bu, bir eylemde ajitasyon yapma meselesinden ibaret değildir. Öncelikle kitlelerin nabzını tutan, onlarla iç içe geçen bir kitle çalışması sorunudur. Böyle bir kitle çalışması başarılabildiği takdirde eylem anı çekilecek ajitasyon karşılığını bulur, kitleler devrimci öncünün gösterdiği yolda ilerleyebilir. Öte yandan, yeni dönemde yükseltilecek her çağrı, yürütülecek tüm çalışma kitleleri eylem alanlarına çekmeyi hedeflemelidir. Bunu da kaba bir ajitasyonla değil, direniş sürecinin öğrettiği gibi, bizzat yaşamın içinden yapmak gerekmektedir. Açıklıkla belirtelim; yeni dönemde yapılacak her etkinlik veya eylemin niceliği geçen yılın tablosunu aşmalı, yoksa başarısız sayılmalıdır! Yürütülen her faaliyet, örgütlenen her çalışma yeni güçlerle buluşabilmeli, dahası, yeni güçleri harekete geçirebilmelidir. İşte, darlığı kırmanın yaşamdaki karşılığı da bu olacaktır.

Yeni dönemde komünist gençlik çalışmasını büyütelim! Yeni dönemde komünist gençlik çalışmasını güçlendirmek, sıraladığımız tüm bu sorunların çözümünde mesafe almaya bağlıdır. Eğer bunu başarırsak gençlik hareketinin devrimci önderlik boşluğunu doldurabilecek, demek oluyor ki, gerçek iddia ve misyonumuzu yerine getirebileceğiz. Bu misyonun yerine getirilmesi ise, gençlik hareketinin devrimcileştirilmesinde muazzam bir mesafe almak, sermaye düzeninin bugün her fırsatta dışa vurduğu korkularını kabusa çevirmek demektir. Tüm çalışma alanlarımızdaki genç komünistler, yeni döneme bu bilinçle hazırlanmalı, burada işaret edilen sorunları masaya yatırarak onları aşma iradesini kuşanabilmeli, bu bakış, iddia ve özgüvenle yeni dönemde devrim ve sosyalizm bayrağını kampüslerde dalgalandırmalıdırlar.


Sermayenin gençlik korkusu...

Gençliği bekleyen saldırılar ve genç komünistlerin görevleri

Ekim Gençliği, Ocak ’94 tarihinde, “Düzen gençliği geçici olarak kontrol edebilir; fakat onu kalıcı biçimde kazanamaz. Çünkü ona olumlu ve ileriye dönük bir şey vermeye muktedir değildir.”1 saptamasını yaparken asla kehanette bulunmuyordu. Marksist tahlil ve öngörünün sonucuydu bu tespit. Aynı yazıda şunlarda vurgulanıyordu: “Bugün gençlik hareketinde bir durgunluğun yaşandığı bilinmektedir. Sermayenin baskı, terör ve dejenerasyon politikalarının geçici bir başarısıdır bu”2. Burjuvazi her dönemde gençliğe karşı güvensizdir. Çünkü kendi kokuşmuş düzenine karşı ilk isyan bayrağını çeken çoğu zaman öğrenci gençlikti. Hemen tüm devrimci hareketler, öncelikle gençlik dinamizminin içinde filizlenip yolunu bulmaya çalışır. Elbette burjuvazi de, deneyimleriyle bunu çok iyi bilir. Bundan dolayı öncelikle gençliği yozlaştırmaya çalışır. Gençliği “siyasal ve toplumsal yaşamın her alanından elini çekmiş, günü birlik çıkarlarının peşinde koşan bir güruh” haline getirebilmek için her yola başvurur. Bu amaçla tüm yozlaştırıcı, yıldırıcı, kaderci pisliğini gençliğin üzerine kusuyor. Şimdilik büyük oranda da başarılı olmuş görünüyor. Fakat dediğimiz gibi “şimdilik” başarılı. Burjuvazi gençliği ve onun dinamizmini kendi saflarına kazanamayacağının farkında. Bu bilinçle her fırsatta gençliğe kinle saldırıyor. Gençliğin büyük bir kesimi bu saldırıları kanıksamış durumda, hatta farkında bile değil.

Tarih öldüreceklerinin ilk önce gözlerini kör eder Haziran Direnişi birçok şey de olduğu gibi gençlikte de değişimler ve dönüşümler yarattı. Gezi Parkı’nı talan ettirmeme gibi yerel bir eylem bile gençliğin en önde olması ve militanca direnişinin de etkisiyle ülkenin birçok yerine yayıldı. Yıllardır sesin soluğun çıkmadığı üniversitelerde, yaprak dahi kıpırdamayan şehirlerde emekçilerle birlikte öğrenci-gençlik binlerce, on binlerce ve yüz binlerce kişilik kitlelerle eylem yaptı. Birçok kentte polis terörünün ve burjuvazinin paçavra yasalarının karşısına dikilip militanca çatıştı. Bu direniş deneyiminden sonra artık gençliğin, özellikle de öğrenci-gençliğin bilinci geçmiş dönemlere oranla daha açık. Çevrenin, kentin, ülkenin dünyanın sorunlarıyla daha yakından ilgileniyorlar. Burjuvazinin on yılların baskısıyla, terörüyle, yozlaştırıcı kültürüyle yaratmak istediği gençlik; kısa sayılacak bir direnişle bu etkiyi kırmaya başladı. Tüm bu gelişmeler, burjuvazi ile onun gericizorba iktidarının vurucu gücü AKP için tehlikeli bir hal almaya başladı. Direniş korkusuyla sarsılan sermaye iktidarı AKP, daha kapsamlı daha faşizan bir saldırı için hazırlıklarını hızlandırmış durumda. AKP şefleri korku ve kinle “sıcak sonbahar”dan dem vururken, Eylül’de okulların açılmasıyla

Gençliği “siyasal ve toplumsal yaşamın her alanından elini çekmiş, günü birlik çıkarlarının peşinde koşan bir güruh” haline getirebilmek için her yola başvurur. Bu amaçla tüm yozlaştırıcı, yıldırıcı, kaderci pisliğini gençliğin üzerine kusuyor.

23


Gençlik içinde ısrarlı ve devrimci militan bir faaliyet örmek, gençliğin politize olduğu dönemlerde onlar için çekim noktası olmaktır. Yılmadan usanmadan ısrarlı bir propaganda ve ajitasyon faaliyetini sürekli hale getirmeliyiz. Koşullar ne olursa olsun, küçük başarısızlık bizi yılgınlığa sürüklememeli. Devrimci faaliyette ısrar ve ciddiyet çözücü halkalardır.

24

birlikte hem gençlik hareketinin hem de kitle hareketlerinin yeniden patlayacağının farkındalar. Mısır’da İhvan (Müslüman Kardeşler) iktidarının yıkılmasıyla “demokrasi havarisi” maskesini takan AKP iktidarı, iş kendi ülkesine gelince en saldırgan ve en faşist tedbirleri el çabukluğuyla alıyor. Emekçilere ve gençliğe gözdağı vermek için tüm hazırlıklarını, dincigericiliğin borazanı olan medyası aracılığıyla ilan ediyor. AKP sözcüsü Bülent Arınç “sıcak sonbahar”a hazırlandıklarını, sonbaharda okulların açılması ile birlikte hareketin yeniden patlayacağını, titrek ses tonuyla açıklıyor. Türkiye’nin İhvancısı olan AKP şefleri, saldırı planlarını açıklarken de korkuyorlar. Zira Mısır’daki İhvancılar, en saldırgan zamanlarında halk isyanıyla alaşağı edildiler. Belli ki, sıranın kendilerine geldiğini hisseden Ankara’daki İhvancılar da, kabusla yatıp kalkıyorlar. Hazırlığı yapılan saldırının gençliği hedef alan boyutları daha geniş. Zira YÖK-kapitalistler koalisyonu üniversiteleri daha çok kâr getiren kurumlar haline getirmek için dönüşümler yaparken; AKP iktidarı ise, okulların açılmasıyla birlikte patlak vermesinden korktuğu bir gençlik hareketinin önüne geçmek için hazırlıklar yapıyor. Korktukça saldırganlaşan sermaye iktidarı, özel güvenlik birimleri yerine, polisi doğrudan üniversitelere yerleştirme planı hazırlıyor. Bundan sonra eyleme katılan, afiş asan, bildiri dağıtan, slogan atan hatta etkinlik amaçlı resim yapanların bile kredi ve burslarının kesileceği tehditleri, şimdiden savrulmaya başladı. Zıvanadan çıkan dinci-Amerikancı iktidar, öğrencilerden kendi arkadaşları hakkında muhbirlik yapmalarını isteyecek kadar alçalmıştır. Histerik bir ruh hali içinde olduğu gözlenen kokuşmuş rejimin efendileri, gençliği, istedikleri gibi hükmedebilecekleri, yapboz gibi oyun oynayabilecekleri bir deneme tahtası zannediyor ve bu körlükten aldıkları cüretle para ile şantaj yaparak, polis terörüyle tehdit ederek, ajanlaştırmaya çalışarak gençliği aşağılamaya çalışıyorlar. Marx’ın sözünü bir kez daha hatırlatalım: “Tarih, öldüreceklerinin ilk önce gözlerini kör eder…”

Genç komünistleri bekleyen görevler: İdeolojik olarak yığınak yapalım! Hareketimizin ideolojisi ve Marksist Leninist teori alanında yığınak yapmak, duyargalarını açmış kitleleri karşılarken hayati önemdedir. Kendi programatik görüşlerimizi tam ve net olarak kavrar ve bunu gençliğin gündemine taşır ve tartıştırabilirsek eğer, bir zaman sonra kendi gövdemizi büyütmüş ve gençlik içinde sözü etkili bir hareket olabiliriz. Bizim gençlik hareketine yön verme ve onun manivelası olma iddiamız var. Tüm yaptıklarımızı bu temelde ve eksende düşünerek yapmalıyız. Bunun ön koşulu, devrimci sınıf partisinin birikimini tam olarak kavramaktır. Bununla paralel bir şekilde kavrayışımızı yaşam sınamalı ve parti çizgisine pratik bir değer kazandırmalıyız. Kitlelere öğretmenliğe soyunmadan önce kendimizi teorik ve pratik alanda eğiterek, açıklarımızı kapatmalıyız. Üstelik bunu çok kısa bir sürede başarmak zorundayız.

Hareketimizin teorik gücünü yaşamda doğrulatalım! Bilindiği üzere, bir teori özünde devrimci olsa da, pratikte sınanmadan doğruluğu kanıtlanamaz. Pratikte sınanmayan ve hayatın içinde doğrulanmayan bir düşünüşün, bir kavrayışın ise hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Ayrıca bu, kitlelerin gözünde ciddi olup olmama sorunudur. Siz en devrimci şiarları yükseltin, en doğru tespitleri yapın, insanlar bunların hayatta bir karşılığı olduğunu görmediği sürece, etkisi sınırlı kalacaktır. Belirtmeliyiz ki, verili koşullarda kitleler şiarlarımıza yeterli ilgiyi göstermiyor diye, herhangi bir zemin kaymasına düşmememiz gerekir. Biz genç komünistler, pratikte sınanmış devrimci sloganlarımızı, devrimci tespitlerimizi her fırsatta gençlik içinde ısrarlı biçimde öne sürmeliyiz. Bugün, ileri kesimleri dışında kitleler bunlara kulak asmayabilir; fakat kitle hareketi kabardığında çevremizde toplanacaklardır. Lenin bu konuda parti gençliğine şunları söylüyor: “Biz devrimden önce onlarca yıl boyunca çalışmasını bildik; devrimci sloganlarımızı önce küçük çevreler içinde, sonra işçi yığınları arasında, sonra sokakta, sonra barikatlar üzerinde geliştirdik.” 3

Israrlı ve devrimci militan bir faaliyet örelim! Gençlik içinde ısrarlı ve devrimci militan bir faaliyet örmek, gençliğin politize olduğu dönemlerde onlar için çekim noktası olmaktır. Yılmadan usanmadan ısrarlı bir propaganda ve ajitasyon faaliyetini sürekli hale getirmeliyiz. Koşullar ne olursa olsun, küçük başarısızlık bizi yılgınlığa sürüklememeli. Devrimci faaliyette ısrar ve ciddiyet çözücü halkalardır. Buna dair Lenin’den aktaracağımız bu pasaj, konuyu tam ve net olarak özetlemektedir: “Koşullar ne olursa olsun, sosyal demokrat öğrencilerin bu çalışmayı yapmaktan yan çizme hakları yoktur. Ve şu anda karşılaşılan güçlükler ne olursa olsun, şu ya da bu propagandacının şu ya da bu üniversite de, şu ya da bu öğrenci derneğinde, şu ya da bu mitingde vb. uğradığı başarısızlık ne olursa olsun, biz yinelemeyi sürdüreceğiz: Kapıya vurun, size açılacaktır! Siyasal ajitasyon çalışması hiçbir zaman gereksiz değildir. Bir başarı kazanmak, ille de hemen, birden çoğunluğu sağlamak ya da eşgüdümlü bir siyasal etkinliği kabul ettirmek anlamına gelmez. Ola ki şimdilik bu hedeflere erişemeyiz. Ama eğer biz örgütlü bir proleter parti isek, bu şu anlama gelir ki biz, geçici başarısızlıklardan yılgınlığa kapılmak şöyle dursun, en güç koşullar içinde bile, çalışmamızı direşme, direnme ve direngenlikle yapmaya devam etmek zorundayız”4 Dipnotlar: (1) Devrimci Gençlik Hareketi,(Genişletilmiş 2. baskı1996) İstanbul: Eksen Yayıncılık, s.112 (2) age (3) Lenin (1993-2.baskı), Gençlik Üzerine, Ankara: Sol Yayınları, s.165 (4) Lenin (1993-2.baskı), Gençlik Üzerine, Ankara: Sol Yayınları, s.164


“Kimimiz yarali, kimimiz öldük…” Z. Eylül

Fırtınalı günleri geride bıraktık. Barikatlar, çatışmalar, gözaltılar, yaralılar, şehit düşen yoldaşlar… Paha biçilmez bir deneyim ve her açıdan kendimizi sınayabileceğimiz bir pratikti Haziran Direnişi. Milyonların yığınsal halde meydanları doldurduğu, yasaklı meydanları bir bir zapt ettiği günlerdi. Kitle hareketi şimdilik geri çekildi; ama tarihe asla unutulmayacak destansı bir direnişi yazarak. Sokaklardaki yazılamalar silindi, barikatlar söküldü, billboardlar yenilendi belki. Hayat “normale” döndü! Peki, bizim için her şey eskisi gibi mi? Milyonlarca yüreğin haykırdığı “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” sloganı neyi anlatıyor? Elbette hiçbir şey eskisi gibi değil, olmayacak da. Aylar süren direniş boyunca beş yiğit yoldaşımızı sonsuzluğa uğurladık. “Gezi şehitleri” diye anılıyor onlar… Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım ve Ali İsmail Korkmaz… Tarihin onurlu sayfalarına işlendiler. Bize düşen, onların ardında kalanlar olarak; yarım bıraktıkları yolu tamamlamak ve yeni Haziranlar yaratmak olmalı. Ve elbette hepsi de genç olan şehit yoldaşlarımızı anmak ve onları geleceğe taşımak sorumluluğu da bizim omuzlarımızda. Biz bu coğrafyada uzun yıllardan beri eşi benzeri görülmemiş bir isyanın tanığıyız. O çok bilinen tabirle “üç beş ağaç” için sokaklara dökülen milyonların muazzam deneyimler yaratan hareketinin içinde olma, direnişin havasını soluma onuru taşıyoruz. Üstelik çoğumuz isyanın temel dinamiklerinden olan ‘90 kuşağıyız. Ve her şeyden önemlisi yapabileceklerimiz ve gücümüz karşısında çaresizleşen egemenlerin uykularını kaçıranlarız. Ve biz Haziran Direnişi’nde tam beş kere öldük. Yaralarımız ise hala kanıyor. Kızılay’da Ethem, Hatay’da Abdullah, İstanbul’da Mehmet, Lice’de Medeni, Eskişehir’de Ali İsmail’di adımız. Tam beş kere öldük biz. Onların kanlarıyla sulandı meydanlar. O kızıllık bizim içimize aktı, kinimizi biledi onlara sıkılan kurşunlar. Abdullah Cömert Hatay’da başına isabet eden gaz bombası fişeği nedeniyle hayatını kaybetti. Mehmet Ayvalıtaş 1 Mayıs Mahallesi’nde kitlenin içine giren aracın altında can verdi. Ethem Sarısülük Kızılay’da polisin hedef gözeterek açtığı ateş sonucu şehit düştü. Medeni Yıldırım Lice’de karakol yapımına karşı eylem yapan kitleye jandarmanın saldırması sonucu vurularak öldürüldü. Ali İsmail Korkmaz ise Eskişehir’deki eylemler esnasında bir ara sokakta sivil polislerce öldüresiye dövülerek katledildi. Ayrıca Ankara’da bir dershanede temizlik işçisi olarak çalışan İrfan Tuna yoğun gazdan etkilenerek kalp krizi geçirdi ve yaşamını yitirdi. Tüm bunların yanında hala ağır yaralı, yoğun bakımda olan insanlar var.

Katiller aramızda! Abdullah ve Mehmet’in ölümünün failleri “meçhul!” Ethem Sarısülük’ün katili polis Ahmet Şahbaz adeta ödüllendirildi. Görüntülerde polis grubundan ayrılarak kitlenin bulunduğu yöne doğru koşan, eylemcileri tekmeleyen; ardından ise silahını çıkarıp ateşleyen katilin “meşru müdafaa” yaptığı gerekçesiyle serbest bırakılması ibretlik bir örnekti. Üstelik mahkeme tarafından serbest bırakılan Ahmet

Şahbaz’a koruma tahsis edildi. Medeni’nin katilinin de kimliği açıklanmadı. Çünkü Medeni’yi vuran katiller “görevini” yapmıştı. Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürülmesi ile ilgili davadan ise 5 kişi tutuklandı. Bunlardan bir tanesi polis! Ve tutuklanan diğer 3 sanık kendilerini bu polisin yönlendirdiğini itiraf etti. İrfan Tuna’nın ölümüne sebep olanlar ise ortada. Gezi Direnişi boyunca 6 insanın ölümüne neden olan katiller ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyorlar. İstanbul’da elinde palasıyla dehşet saçan faşist hakkında “arama kararı” dahi kaldırıldı. Tüm bunlar hakları ve özgürlükleri için sokaklara çıkanları katletmenin düzen güçleri tarafından meşru sayıldığının kanıtıdır.

Direnişçilerin ortak özellikleri Haziran Direnişi’nde şehit düşenlerin ortak özellikleri “üç beş ağaç” için patlayan hareketin nedenleri hakkında fikir veriyor. Meydanları dolduranların büyük bir kısmının genç olduğu gibi şehit düşenlerin de hepsi genç. Ethem Sarısülük sınıf bilinçli, 26 yaşında genç bir işçiydi. Ethem’in zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Bu yüzden barikatların en önündeydi. Mehmet 20 yaşında, emekçi bir ailenin çocuğuydu. Geleceğini bu düzende değil, mücadele etmekte gören bir gençti. Abdullah ise 22’sindeydi. O da tıpkı herkes gibi bu düzenden hoşnut değildi. Medeni, 18 yaşında bir Kürt genciydi. Ali İsmail ise 19 yaşındaydı ve bizim gibi bir üniversite öğrencisiydi. Sonuç olarak hepsi de emekçilerin yaşamlarını çekilmez hale getiren, gençliğe geleceksizlikten başka bir şey vaad etmeyen bu düzenin karşısında mücadele yolunu seçmişlerdi. Hepsi aynı kanlı el tarafından katledildiler. Onların katilleri yalnızca tetikçiler ve eli kanlı çeteler değil tüm kurumlarıyla devlettir!

Onlara sahip çıkmak mücadelelerine sahip çıkmaktır! Kitleler artık sokakta değil. Ancak mücadele ve direniş bitmedi. Haziran Direnişi boyunca 5 şehit verdik. Onlarca kişi ağır yaralandı, onlarca kişi gözünü kaybetti. Binlerce kişi yaralandı ve yine binlerce kişi gözaltına alındı. Türkiye’nin birçok şehrinde başlatılan “cadı avı” sonucu onlarca direnişçi tutuklanarak zindanlara dolduruldu. Tüm bunların ötesinde sermaye devleti yeni saldırılara hazırlık yapıyor. Meclisin açılmasıyla birlikte işçi sınıfına, kamu emekçilerine yönelik saldırı paketleri bir bir hayata geçirilecek. Ayrıca özellikle gençliği kontrol altına alabilmek için yeni önlemler alınıyor. Özetle devlet kitle eylemlerine hazırlık yapıyor. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte üniversitelere polislerin yerleştirilmesi tartışmaları gençlikten duyulan korkunun da açığa çıkmasına neden oluyor. Tablo ortadayken yeni Haziranlar yaratma görevi bizleri bekliyor. Gezi şehitlerine sahip çıkmanın yolu da onların mücadelelerine sahip çıkmaktan geçiyor. Abdullah, Mehmet, Ethem, Medeni ve Ali İsmail bizleri kavgaya çağırıyor!

25


Emperyalist savaş ve 1 Eylül 1 Eylül’ü, dolayısıyla savaş ve barış diyalektiğini tarihsel temelleri üzerinden ele alabilecek ve onu devrimci bir bağlamda ajitasyon ve propagandaya dönüştürebilecek olanlar, ülkemizdeki ve dünyadaki devrimci marksistlerdir. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da kimilerinin salt bir barış talebinde bulunacağı, kimilerinin her türlü savaşa karşı çıkacağı bu süreçte komünistler, barışı sosyalizmde, sosyalizmi de işçi sınıfının burjuvaziye karşı vereceği iktidar savaşında tanımlayacak ve barış ile savaş diyalektiğine dikkat çekeceklerdir.

26

1 Eylül 1939, Nazi faşizminin Polonya’yı işgal ederek 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı başlattığı tarihtir. Almanya’da milyonlarca insanıkomünistler, sosyalistler, yahudiler, çingenelerkatleden faşist Hitler rejimi, Doğu Avrupa ülkelerini işgal ettikten sonra 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne de saldırdı. 1945’e kadar devam eden paylaşım savaşı, Berlin’in merkezindeki Brandenburg kapısına orak-çekiçli kızıl bayrağın dikilmesi ve Hitler faşizminin çöküşü ile sonuçlandı. Emperyalist savaş, yarıdan fazlası Sovyet vatandaşı olmak üzere, 52 milyon insanın hayatına mal olmuş; ardında 100 milyonu aşkın sakat ve enkaza dönmüş binlerce kent/yerleşim yeri bırakmıştır. Liberaller ile sosyal demokratlar teslim bayrağını çekmiş, faşizme karşı direnişin yükünü ve onurunu Avrupalı komünistler taşımıştır. 1941’den sonra ise savaşın merkezine, Hitler ordularını çökerten Kızıl Ordu yerleşmiştir. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başladığı 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kutlanmakta ve halkların, savaşa karşı barış taleplerini dillendirdikleri, savaş ve katliam politikalarına karşı çıkarak, savaşlara yatırılan tüm bütçenin insanlığa harcanmasını talep ettikleri bir gün olmaktadır. Suriye’de emperyalist odaklarca kışkırtılan yıkıcı savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği, AKP iktidarının desteğindeki çetelerin savaşı Rojava’ya da taşıyarak Kürtlere yönelik katliamlar gerçekleştirdiği, tüm Ortadoğu’nun emperyalist çıkarlar uğruna kan gölüne çevrildiği, Gezi eylemlerinde 5 kişinin katledildiği, işçi katliamlarının gün geçtikçe arttığı günümüz dünyasında, biz genç komünistler olarak, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün taşıması gereken antikapitalist muhtevaya çubuk bükeceğiz. Çünkü, 1 Eylül’ü, dolayısıyla savaş ve barış diyalektiğini tarihsel temelleri üzerinden ele alabilecek ve onu devrimci bir bağlamda ajitasyon ve propagandaya dönüştürebilecek olanlar, ülkemizdeki ve dünyadaki devrimci marksistlerdir. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da kimilerinin salt bir barış talebinde bulunacağı, kimilerinin her türlü savaşa karşı çıkacağı bu süreçte komünistler, barışı sosyalizmde, sosyalizmi de işçi sınıfının burjuvaziye karşı vereceği iktidar savaşında tanımlayacak ve barış ile savaş diyalektiğine dikkat çekeceklerdir.

Kapitalizmin ekonomi-politiği: Kirli savaşlar Kapitalizm bir şiddet, yıkım ve savaş sistemidir. 2. Dünya Savaşı sona ereli 68 yıl oldu, ama bu süreçte de dünya, savaşsız tek bir gün bile yaşayamadı. Hal böyleyken kapitalist/emperyalist sistemde barış aramak “öküz altında buzağı aramak” gibi bir şeydir. Zira kapitalizmi alaşağı etmeyi de amaç edinmeyen her türlü barış talebi, bilimsel-tarihsel özünden yoksun kalacaktır. Çünkü kapitalizm, her adımında savaşın koşullarını yeniden üreten bir sistemdir. Daha doğrusu kapitalizm, her ne kadar sürekli bir istikrar ile kendi uzlaşmaz çelişkilerini saklamayı amaç edinen bir üretim tarzı olsa da, kendi hareketinin doğasından dolayı kan, gözyaşı, açlık ve sefaletle sonuçlanacak savaşları da döne döne üretir. Bugüne kadarki tüm somut gelişmeler ve tarihsel olaylar da bunu kanıtlamaktadır ki, düzen savaşlarla beslenmektedir. Kapitalizmin devam edebilmesi için, birikmiş sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi, yani artıdeğer üretiminin gerçekleştirebilmesi gerekir. Bu toplumsal hareket yasasının zaruri sonuçlarından biri ise işçi ve emekçilere dayatılan daha ağır sömürü koşullarıdır. Düşük ücretlerde çalıştırma, uzun iş günleri, keyfi uygulamalar, maliyetleri düşürmek amacı ile iş güvenliğinin göz ardı edilmesi, en temel insani ihtiyaçların ücretli hale getirilmesi gibi uygulamalar, bu zorunluluğunun sonuçlarıdırlar. Bu uygulamalar, emek-sermaye arasındaki tarihsel savaşın temel boyutudur ve genel olarak “savaş” tartışmasının da bir parçasıdır. Bu “savaş” içerisinde ise binlerce ölüm gerçekleşmekte, binlerce insan engelli kalmakta, binlercesi ise ölüme mahkûm edilmektedirler. Esenyurt’ta bir inşaatta yanarak can veren inşaat işçileri, madenlerde grizu patlaması sonucu tüm dünyada -büyük ölçüde geç kapitalistleşen bizim gibi ülkelerde- katledilen maden işçileri, tersane işçileri, Van Depremi sonucu çadırlarda canlarını veren çoğu çocuk yüzlerce insan… Emperyalizm aşamasında, ulusal pazarın egemenliğinin, var olan toplam toplumsal sermayenin yeniden üretiminin koşullarını sağlayamaması sonucu, uluslararası pazar, rekabetin yoğun bir şekilde yaşandığı alanlara dönmüştür. Tekelci sermaye bloklarının, emperyalist


devletler aracılığıyla yürüttüğü sömürgeleştirme politikaları başlamış ve tüm dünyanın bir avuç tekelci sermayedar tarafından bölüşülmesi 20. yüzyılın başında gerçekleşmiştir. Tüm bu sömürgeleştirme politikaları, kanlı savaşları da beraberinde getirmişti ki, hala sömürgeleştirme savaşları ile sömürgeciliğe karşı savaşlar devam etmektedir. Sistemin krize girdiği aşamalarda emperyalistler arasındaki hegemonya rekabeti, paylaşım savaşlarını tetikler ki, bu savaşlar tarihin gördüğü en kanlı savaşlar olmuştur; 1. ve 2. dünya savaşları buna örnektir. Tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirilen bu savaşlar sonrasında, sömürge topraklarının paylaşımı tamamlanmış, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracı gerçekleştirilmiş -emperyalizme karakteristik özelliklerini veren en önemli özelliklerinden birisi de budur- ve sömürgeleştirilen ülkedeki emperyalist dayatmalar sonucu “kan ve gözyaşı” durmamıştır. Emperyalist güçler arasındaki rekabetin bir sonucu olarak gündeme gelen yeniden paylaşım, ülkelerin yıkımına, halkların kıyımına yol açan savaşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Tıpkı Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve diğer ülkelerde olduğu gibi… Her ne kadar ulusal burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bugün “barış süreci” tartışmaları olsa da, yıllardır devam etmekte olan Kürt sorunu da bu temelde ele alınmalıdır. Kürdistan coğrafyasının sahip olduğu iktisadi -yer altı zenginlikleri ve ucuz emek cenneti olması nedeniyle- ve stratejik -Kürdistan coğrafyasına egemen olmanın Ortadoğu’daki stratejik önemikonumdan dolayı, Türk Burjuvazisi için özel bir önem taşımaktadır. Devletin ırkçı-inkarcı temele dayalı sömürgeci politikalarından kaynaklı on binlerce insanın kanının akması bu burjuva çıkarlar uğrunadır.

Barış ancak ve ancak sosyalizmde! Sınıflı toplumların daima savaşları tetiklemeleri, bu toplumların sömürüyü, eşitsizliği, baskıyı, tahakkümü, yağma hırsını tabiatlarında içermelerinin sonucudur. Çünkü bir toplumda sınıflar varsa, bir tarafta sömürünler diğer bir tarafta da sömürülenler vardır, bir tarafta tüm toplumsal zenginliğin içerisinde cenneti yaşayanlar, diğer tarafta da tüm toplumsal zenginliği ürettiği halde cehenneme mahkûm edilenler vardır. Dolayısıyla sistem, bu sömürü ilişkisinin devam etmesine odaklanmaya mahkumdur. Bunun yöntemi de, sömürülenlerin daha fazla sömürülmesi, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sömürü ilişkisinin evrenselleştirilmesidir. Tüm bu ilişkilerin kendisi aynı zamanda ordu- polis gibi zor aygıtlarının neden sistemin ayrılmaz bir parçası olduklarını anlamamızı da sağlar. Zor erkinin de varlığı, sömürü düzeninin devam etmesi, yani özelmülkiyet rejiminin, ulusal ve uluslararası alanda, sermayenin çıkarlarının korunması içindir. Dolayısıyla, sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünyayı var etmeden gerçek barışa ulaşılamaz. Gerçek barış, ancak sömürü ve yağmaya dayalı bu toplumsal düzenin yıkılması, insanı temel alan sınıfsız/sömürüsüz bir toplumun, yani sosyalizmin inşa edilmesiyle ile mümkün olacaktır. Ancak ve ancak sınıfların var olmadığı, dolayısıyla sömürünün olmadığı bir toplum, tüm

üretimini daha fazla bireysel zenginleşme için değil, daha fazla toplumsal refah için gerçekleştirecektir. Bireysel zenginleşmenin reddedildiği bir toplum, insanın insanla, insanın doğayla ve halkların halklarla barış içinde yaşamalarının teminatıdır. O halde gerçek barışa ulaşabilmek için, kapitalist/emperyalist sistemin kışkırttığı gerici/yıkıcı savaşlara karşı mücadeleyi ihmal etmeden, ancak bu mücadeleyi, savaşların kaynağı olan bu sistemi yıkma mücadelesinden de ayırmadan ele almak gerekiyor.

Haklı savaş-kirli savaş tartışması Bu koşullarda gerçek barışı savunmak, kapitalizme karşı sosyalizmi savunmakla mümkündür. Dolayısıyla, gerçek barış savunucuları, savaş karşıtlığını “her türlü savaşa” karşı olmak gibi hümanist söylemlere indirgeyemezler, indirgememelidirler. Gerçek barışın savunucuları, gerici ve haklı savaş tartışması yürüterek, her türlü gerici/kirli savaşa karşı, gerçek barışa ulaşmak için haklı savaşları savunurlar. Çünkü sınırsız ve sınıfsız bir dünya, yani gerçek anlamda barışın sağlanacağı bir dünya, ancak proletaryanın burjuvaziye karşı vereceği iktidar savaşımı ile mümkün olabilir. Her türlü gerici savaşa karşı verilen haklı sınıf savaşı, gerçek barışın tek güvencesi, tek imkânıdır. Dolayısıyla, kirli savaşlara karşı evrensel/enternasyonal barış, ancak bu uğurda verilecek haklı savaşımlarla, sınıf savaşımları ile gelecektir.

Somut olarak günümüzde 1 Eylül Bugün dünyanın dört bir yanında devam eden yerel savaşların ortak/temel bir nedeni var; kapitalist/emperyalist sistemin ekonomik ve siyasal ilişkileri. Düzen, ihtiyaçları doğrultusunda kirli savaşlar çıkarmakta ve bu savaşlardan beslenmektedir. Dolayısıyla, her yıl olduğu gibi bu yıl da komünistlerin yapması gereken, gerçek barışın sosyalizmde olduğunu haykırmak olmalıdır. Öyle ki, yaklaşık 30 yıldır devam eden çatışmalara yol açan Kürt sorunu konusunda barış söylemlerinin dillendirildiği, kitlelerin düzen içerisinde bir barışın olabileceğine inandırılmaya çalışıldığı günümüz koşullarında, düzen ile barış olmayacağını ve barışın ancak, savaşı yaratan nedenlerle -düzenle- mücadele edilerek kazanılabileceğini, bunun için de “düzenle barış olmaz, gerçek barış için sosyalizme kadar mücadeleye devam” temalı politikanın yürütülmesi elzemdir. Kürt kitleleri, bir tarafta “barış, analar ağlamasın, silahlar sussun” diyerek timsah gözyaşları döken sermaye düzeninin, aynı anda silahlandırdığı çeteler ile Rojava’da gerçekleştirilen katliamlara ortak olduğunu bilmektedirler. Ayrıca Ortadoğu ve dünyadaki gelişmeler göstermektedir ki, emperyalist kapitalizm insanlığa barbarlığı dayatmaktadır. Dolayısıyla bizlerin yapması gereken tekrardan ve gür bir şekilde “ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm” temelli politikamızı haykırmak; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın barbarlığı içerisinde, ancak onu reddederek boy veren Ekim Devrimi’ni örnek almak ve pratiğe koyulmaktır. A. Devran

Bu koşullarda gerçek barışı savunmak, kapitalizme karşı sosyalizmi savunmakla mümkündür. Dolayısıyla, gerçek barış savunucuları, savaş karşıtlığını “her türlü savaşa” karşı olmak gibi hümanist söylemlere indirgeyemezler, indirgememelidirler. Gerçek barışın savunucuları, gerici ve haklı savaş tartışması yürüterek, her türlü gerici/kirli savaşa karşı, gerçek barışa ulaşmak için haklı savaşları savunurlar. Çünkü sınırsız ve sınıfsız bir dünya, yani gerçek anlamda barışın sağlanacağı bir dünya, ancak proletaryanın burjuvaziye karşı vereceği iktidar savaşımı ile mümkün olabilir.

27


Rojava’da katliam var! Suriye yıllardır yangın yeri. Önce sosyal birtakım hoşnutsuzlukların ortaya çıkışıyla patlayan hareket ardından dinci-gericilerin yoğun çabaları ve müdahalesiyle gerici bir iç savaşa dönüştü. Bilindiği gibi 2011 baharından bu yana tetikçi güruhlar ile Baas rejiminin ordusu arasında süren savaşta yüz bini aşkın insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası yerini yurdunu terk edip ağır mültecilik koşullarına mahkum edildi. Halep, Hama, Homs gibi belli başlı kentler ile sayısız köy ve kasaba, büyük ölçüde harabeye döndü. Suriye halkı, emperyalizmin tetikçiliğini yapan ÖSO çeteleri ile cihatçı katillerin icra ettiği yıkıcı bir savaşa maruz kalıyor. Batılı emperyalist blok ile AKP iktidarı, Suudi Arabistan, Katar gibi bölgesel taşeronları, Suriye’deki yıkıcı savaşı yeni hamlelerle körüklüyorlar. Emperyalist/siyonist güçler adına tetikçilik yapan kökten dinciler, geçen haftalarda savaş alanı dışında kalan Rojava ve Lazkiye kırsalına da vahşi katliamlarını taşıdılar. AKP iktidarının lojistik desteğiyle saldırıya geçen çeteler, Suriye Kürdistanı’nı da savaş alanına çevirdiler. Kürt hareketi 19 Temmuz 2012 yılında Rojava’da özerklik ilan ettiğinde, Ankara’daki dinci-Amerikancılar tarafından tehdit edildi. Türk devleti kendi ordusunu Kürt halkı üzerine süremediği için, ÖSO ve cihatçı çeteler eliyle saldırıya geçti. Ancak her girişimleri fiyaskoyla sonuçlanan çeteler, geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak özerklik ilanının birinci yıldönümünde çeteler, Kürt halkına karşı topyekün bir savaş ilan ettiler.

Kürdistan’ın batısı : Rojava Rojava; Cizîrê, Kobanê, Efrîn isimli üç bölgeden oluşuyor. Bu üç bölgede toplamda üç milyon civarında Kürt yaşıyor. Ve bu bölgelerin önemli bir kısmı Kürtlerin siyasal ve askeri denetimi altında. Rojava’da geçtiğimiz yıl Temmuz ayında, yıllardır verilen mücadelelerin sonucu olarak ilan edilen özerkliğin ardından Kürdistan coğrafyasının batı yakasında kurulan yapının kurumsallaşma çabaları devam ediyor. Rojava’nın Cizîrê bölgesi petrol kaynakları açısından oldukça zengin. Aynı zamanda tarımsal üretim de bu bölgede oldukça yaygın. Bu nedenle emperyalist güçlerle Ankara’daki işbirlikçilerinin kendi denetimleri dışında oluşabilecek bir yapıya tahammülleri yok. Kürtlerin Rojava’da somut askeri ve politik kazanımları var. Ancak bu kazanımlar hem emperyalistler hem -AKP iktidarı başta olmak üzere- bölgedeki taşeronları tarafından tahammülsüzlükle karşılanıyor.

Rojava yine hedefte! Bu yapıya tahammülsüzlük son haftalarda dozu arttırılan saldırganlık ve katliam biçiminde açığa çıktı. ÖSO çatısı altında birleşen cihatçı çeteler Rojava’yı kan gölüne çevirdiler. Saldırıların ilk haftasında Rojava kent ve köyleri talan edildi. Gözü dönmüş çetelerin vahşi saldırıları halen devam ediyor. Çetelerin saldırıları devam ederken, PKK ile devam eden çözüm aldatmacasının bir benzeri Rojava’da yaşanıyor. Son dönemde Ankara’ya iki defa gelen PYD lideri Salih Müslim, Türk devletiyle anlaşmaya çalışıyor, AKP iktidarından tehditlerden başka bir şey duymuyor. Türkiye’nin bu süreçteki rolü ve müdahalesini de özel olarak değerlendirmekte fayda var. Batı Kürdistan’da yaşananların Kürdistan’ın kuzeyini doğrudan etkileyeceğinin bilincinde olan Türk sermaye devleti, Rojava halkının kazanımlarını yok etmeye çalışıyor. Kürt halkına karşı kanlı katliamları devreye sokan El-

28

Kaide, El Nursa çeteleri Türkiye’deki hamileri tarafından korunuyor ve bizzat yönlendiriliyorlar. Bu çeteler Türkiye devleti tarafından eğitiliyor ve silahlandırılıyorlar. Dinci-gerici çetelere gruplar halinde transfer edilen yeni tetikçiler yine Türkiye tarafından organize ediliyor. Dahası saldırının, 70’e yakın ÖSO şefinin Antep’te düzenlediği toplantıdan sonra başlaması da, AKP iktidarının suç ortaklığını kanıtlıyor. Ayrıca geçtiğimiz günlerde 2 MİT üyesi Rojava’daki Kürt bölgelerinin birinde öldürüldü. Bu durum TC’nin bölgedeki hesaplarının ve oyunlarının bir diğer kanıtı olmuştur. Sınıra yakın bölgelerde gerçekleşen saldırılarda “sınır tanımayan” kurşun ve bombalar birçok insanın ölümüne neden olurken TC’nin emperyalist devletlerin güdümündeki savaş ve saldırganlık politikaları Kürt halkına karşı uygulanıyor. Ancak tüm bu olumsuz tabloya rağmen Rojava halkları ve örgütlü askeri birlikleri saldırı ve katliamlara karşı direniyor. Kazanımlarını korumaya çalışan PYD-YPG, aynı anda AKP ve himaye ettiği çetelerle “müzakerelere” devam ediyor.

Rojava’ya ses verelim! Sınırın bu yakasına ise sessizlik hakim. Seçimlere kısa bir zaman kala iktidarını perçinlemek isteyen AKP’nin Kürt halkını oyalama çabaları sürüyor. Yani “barış rüzgarları” estiriliyor. Bir yandan da karakol inşaatları devam ediyor. Üstelik karakol yapımına karşı çıkan köylülere ateş açılması, bu olayda Medeni Yıldırım’ın katledilmesi bile çözüm aldatmacasının yarattığı ‘iyimser’ havayı dağıtmaya yetmiyor. Bu atmosferde Kürt hareketi, Rojava’daki saldırıya yeterli ilgiyi göstermiyor. Ancak Rojava’nın deneyimi, özgürlüğün katliamcı devletlerle, onun güdümündeki çetelerle masaya oturarak, pazarlıklar sonucu kazanılamayacağını gösteriyor. Bu durum Türkiye halklarına büyük sorumluluklar yüklüyor. Hem Rojava’daki zulmün sona ermesi hem de halkların eşit, kardeşçe yaşayabilmesi için tek seçenek her tür gericiliğe karşı mücadeledir. İktidarın sahibi olan sınıfın ve onun siyasal temsilcilerinin asıl korkuları da bu seçeneği düşündüklerinde açığa çıkıyor. Özetle Rojava halklarıyla dayanışmanın ve onların mücadelesine güç katmanın yolu, çetelerin vahşi savaşına karşı çıkarken aynı anda Türkiye burjuvazisiyle hesaplaşma mücadelesinin de güçlendirilmesinden geçiyor. “Kuzey Kürdistan ve Rojava’da AKP’nin başında olduğu Türk sermaye devletinin tutumu, daha doğrusu Kürt halkının ve kazanımlarının baş düşmanı olduğu fiilen defalarca ispatlanmışken ve şimdilerde Rojava’da ağır bedeller pahasına teyit ediliyorken, onunla yapılan pazarlığa bağlanan umutlar, atfedilen bu önem niye? Bu gidişat düşünüldüğünde Rojava’daki son gelişmeler, AKP iktidarının aldatmacaları, ikiyüzlülüğü, sinsiliği ve saldırganlığı konusunda Kürt halkına yapılmış en can alıcı uyarıdır aslında.” (Kirli savaşa karşı Kürt halkıyla dayanışmaya, Kızıl Bayrak, sayı, 2013-31, 2 Ağustos 2013) Deneyimlerden öğrenmek ve mücadeleyi büyütmek ise tüm milliyetlerden işçilere, emekçilere ve gençlere büyük sorumluluklar yüklüyor. O halde Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez... tüm milliyetlerden üniversitelilere çağrımız şudur: Tüm halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayabileceği bir dünya için egemenlerin bizleri bölme, düşmanlaştırma ve oyalama taktiklerini boşa düşürelim. “İnsan olabilmek için” insanlığın acılarına sırt çevirmeyelim ve Rojava halklarıyla dayanışmayı büyütelim. Büyük Haziran Direnişi’nin coşkusuyla kardeşlik şiarlarını yükseltelim.


Sevginin, mutluluğun ve özgürlüğün resmini yapabiliriz! Kapitalizmde insan yalnızdır. Etrafında ne kadar kalabalıklar olursa olsun yalnızlıktan sıyrılamaz. Çünkü onu bu yalnızlığa mahkûm eden, onu kendine sımsıkı bağlayan bağlar vardır. O bağlar, onları söküp atma iradesi gösteremeyenler için birer prangadır. Ve ne yazık ki özgürlüğü bilincinde yeşertemeyenler için prangalar esaret sembolüdür. Alışılmış bir ifadeyle, özgürlük kafada başlar. Yani özgürlüğün kıstası zindan, parmaklık, kelepçe, gardiyan vs. değildir. Elbette somut ve gerçek anlamlarıyla... Oysaki özgür olduğunu zanneden çoğu insan kendi hücresinin gardiyanıdır. Böyle bir durumda onun hücresini parçalamasına engel olan, onu o hücreye hapseden o kadar çok neden vardır ki. İnsan nasıl özgür olur? Bu meseleyi genel hatlarıyla tartışmakta fayda var. Yine özgürlük tanımı yaparken sıkça kullandığımız bir önermeyle devam edecek olursak; Engels’ten bir alıntı yaparız ve “Özgürlük zorunluluğun kavranmasıdır” deriz. Marksizm’in özgürlüğe yönelik bakış açısını özetleyen bu tanım, tartışmaya çalıştığımız kavramın toplumsallığını ve sorumluluklarını ortaya koyuyor. Elbette biz kendi ideolojik çerçevemizden bakarak kavramlara yaklaşıyoruz ve kavramların toplumsal yaşamdan koparılamayacağının altını çiziyoruz. Belki de “yeni insan” yaratma iddiamıza denk düşecek şekilde insanın sahip olduklarının ve sahip olmak istediklerinin kritiğini yapıyoruz. Her insan sevmek-sevilmek, mutlu olmak ya da özgür olmak ister değil mi? Peki tüm bu istemler toplumsallığından koparıldığı ölçüde bir sahteliği ve yapaylığı ifade etmiyor mu? Yani sevgi kavramı yalnızca iki insan arasındaki duyguya karşılık gelecek bir tanımlama mıdır? Ya da mutluluk tek insanın bolluk içinde yaşaması mıdır? Ya özgürlük? Bireysellikle yan yana konulabilir mi? Evet, içinde yaşadığımız düzende bu soruların cevabı ne yazık ki EVET! Ama bizler yeni bir dünya düşüyle, üstelik bu düş uğruna savaş verirken gerçek sevgiyi, mutluluğu, özgürlüğü yaşayabilir/yaşatabiliriz. “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama Gül yanaklı bebesini emziren anneciğin resmini değil Ne de ak örtüde elmaların. Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya mutluluğun resmini yapıp yapamayacağını soruyor. Ama Nazım’a göre tek tek nesneleri resmetmek ya da mutluluğu bir annenin bebesini emzirmesine indirgemek kolaya kaçmak oluyor. Nazım devam ediyor: “1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?” İşte Nazım’a göre gerçek mutluluk 1961 yazı ortalarında Küba’da hayat buluyor. Abidin Dino da Nazım’ın bu şiirine bir şiirle yanıt veriyor ve “Buna ne tuval yeter ne de boya” diyor. Elbette, mutluluğu resmetmeye tuval ve boya yetmeyebilir. Yeter ki mutluluğu yeryüzüne resmetmek için verdiğimiz kavgaya soluğumuz yetsin. Sınırları çizilmiş ve kontrol altına alınmış hayatları yaşıyor insanlar. “Özgürlükleri”, “mutlulukları” hep başka bir el tarafından yönlendiriliyor. “Zengin insan mutlu insandır.” “Özgürlük başıboş yaşamaktır.” Tüm bunlar insanların beyinlerine empoze ediliyor, böylece algılarına hükmediliyor ve nihayet davranışları bunlara göre

şekillendiriliyor. Kapitalizmde insanlar “mutlu” olmak için daha çok para kazanmaya çalışıyor. Ve bu uğurda -yani mutlu olmak için para kazanırken- başvurdukları her yol mubah sayılıyor. “Özgürlük hiçbir şeyi kafaya takmamaktır, sorunlarla boğuşmamaktır” propagandasıyla, karşılaştığı zorlukları aşmaya çalışmayan, sorgulamayan ve daima kaçan insan tipi yaratılıyor. Burjuvazi o kadar arsızlaşıyor ki bize ait olan kavramları, mücadelenin önüne geçmek, insanların örgütlenmesini engellemek için kullanıyor. Yazının başında da söylediğimiz gibi insanları görünmez ama oldukça sıkı olan bağlarla bağlıyor kendine. “Birey örgütlenirse özgürlüğünü yitirir. Bir örgütte birey önemsizdir” diyor mesela. Ya da “sevgi” ve “sevilen insanları” mücadele etmemenin gerekçesi yapmaya çalışıyor. Aile, sevgili, arkadaş vs. mücadeleden kaçışın meşrulaştırılması anlamına getiriliyor. Ama bir düşünsenize, bizlere sevgi, mutluluk ve özgürlük kavramlarıyla saldıran kapitalizm aile, sevgili ve arkadaşlık ilişkilerimizi ne hale getiriyor? Biz tartıştığımız bu kavramları toplumsal boyutuyla birlikte ele alıyoruz. Peki, bir insan gerçek sevgiyi, mutluluğu nasıl yaşar ve bu düzenin sınırlarını aşarak nasıl özgürleşir? Bizler tüm bunlar için toplumun özgürleşmesini mi bekleyeceğiz? Elbette hayır. Ancak toplumun özgürleşmesi için atılan her adım bireyin özgürlüğe attığı adımdır aslında. Yani mesele bilinçle alakalıdır. Kapitalizm “Örgüt bireyi yok eder” derken ve bunu bir antipropagandaya çevirirken, örgütlü insandan duyduğu korkuyu açığa vuruyor. Çünkü örgütlü insan özgür insandır. Düzenin kendisine dayattığı sahte sevgileri, mutlulukları reddetmiştir ve özgürlüğün “her istediğini yapmak” olmadığını kavramıştır. Örgütlü yaşamda kolektivizm esastır. Doğrudur, burada bireyciliğe yer yoktur. Bu noktada “özgürlüğe” tolerans gösterilemez. Ancak her bir insanın fikirleri, katkıları örgüt için büyük önem taşır. Zira örgütü oluşturan bireyler değerlidir. Bizler yalnız değiliz. İnsanlığın kurtuluş davasına bu topraklardan omuz vermiş ve bu kavgaya gönüllüce girmiş devrimcileriz. Örgütlüyüz. Kapitalizmin ideolojik ve fiziki saldırılarına göğüs gerebilmemizin tek güvencesi olan örgütlü bir gücümüz var. Partimiz var. Düşünün, örgütlü bir devrimcinin özgürlüğü hangi koşullarda sınırlanabilir? Bir devrimci tek başına zindana da konulsa hapsedilebilir mi? Ya da demir parmaklıklar, kelepçeler, gardiyanlar onu teslim alabilir mi? “Bizler koskoca bir insanlık ailesinin fertleriyiz.” Bize yıllarca emek vermiş, “kendi” ailemiz, uğruna dövüştüğümüz o koskoca insanlık ailesinin bir parçası değil mi? Dolayısıyla ailemiz kavgamızın önünde bir engele dönüşebilir mi? Sevginin en güzeli bize has değil midir? “Tahir olmak da Zühre olmak da; hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildir” bizler için. Çünkü dava uğruna verdiğimiz kavgayla yaşamımız bir bütündür. Bu yüzden ne sevdalarımızı, aşklarımızı gizler ne de kavgamızın önüne koyarız. Zira yine Nazım’a göre “Bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, bir tek düşünceye ve fikre âşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Öyleyse sevgiyi, mutluluğu ve özgürlüğü ancak bizler resmedebiliriz. İşin kolayına kaçmadan ama... Hem de bugünden başlayarak... Z. Eylül

29


Düşmanın kan saçan namluları karşısında ölümü düşünmek yasak!

Çünkü . . BIR GÜN BILE YAŞAMAK yarini belirleyebilir!

Ekim Devrimi’ne ve ilk işçi devletine dair önemli deneyim ve dersler barındıran Bir Gün Bile Yaşamak, bu deneyim ve derslerden öğrenmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir roman…

30

“Yaşamak, yalın, tutkulu; kötü hiçbir şey demeden… Ve çalışarak onurlu bir aşkla sevilen kadının yücelten gülümseyişi altında… İşte böyle yaşamak. Ve hiç eğilmeden…” (Bir Gün Bile Yaşamak’tan…) Bir Gün Bile Yaşamak, Ekim Devrimi’ni tüm devrimci coşku ve heyecanıyla okuyucuya yansıtan bir roman. Orhan İyiler bu romanında devrimin, St. Petersburg proletaryasının Viborg mahallesindeki baraka evlerinde, fabrikalarının tezgâhlarında, Bolşeviklerin sonsuz sabır ve emekleriyle nasıl örgütlendiğini ve zaferle taçlandığını anlatıyor. Katıksız bir Bolşevik olan, devrimden önce ve sonra Bolşevik parti içinde birçok görev alan Georgi Vasiliyeviç Butov’un anıları ve anlatıları biçimde kurgulanan romanda gerçeklikle bağ ustalıkla kuruluyor. Yazar kitabın önsözünde Butov’u okura tanıtıyor. Butov adına Troçki’nin Yaşamım adlı yapıtında rastlayan İyiler, onun cumhuriyetin devrimci sekretaryasının başında bulunuşunu özellikle vurguluyor.* Butov’un kişisel yaşamı hakkında fazla bilgi edinemeyen yazar, devrimin mütevazı kahramanlarından sadece biri olan Butov’u on yıllar sonra yazdığı bu romanla anıyor. Orhan İyiler, Butov’un gözünden anlattığı Ekim Devrimi’ni ve sosyalizmin inşa sürecini tarihsel ve bilimsel bir perspektifle ele alıyor. Bir Gün Bile Yaşamak, bir kurgu roman olma özelliği taşısa da yazarın yaptığı alıntılar ve yararlandığı kaynaklar (özellikle Lenin, Stalin ve Troçki’yi anlatırken) ona bir tarih kitabı olma işlevi kazandırıyor. Bir Gün Bile Yaşamak, Ekim Devrimi deneyimini Bolşevik bir militanın ağzından anlatırken bugünün devrimcileri açısından önemli dersler barındırıyor. Georgi Vasiliyeviç Butov, anılarına Şubat Devrimi’ni anlatmakla başlıyor. Butov, işçi barakalarında yapılan hararetli toplantıları, üniversite öğrencisi olduğu dönemde görev aldığı demiryolcuları sendikasının çalışmaları kapsamında Viborg mahallesinde geçirdiği zamanları, ilk devrimci heyecanıyla birlikte anlatıyor. İşçi kadınların 23 Şubat’ta gerçekleştirdikleri “Ekmek” eylemlerinin Çar karşıtı eylemlere nasıl dönüştüğünü, Çar güçlerinin bu eylemlere nasıl azgınca saldırdığını, o anları yeniden yaşıyormuş gibi aktarıyor. Butov, devrime gebe o günlerin heyecanını bizlere soluk soluğa sunuyor. 23 Şubat eylemlerinin ardından Çar’ın vurucu gücü olan Kazakların atlılarının ve kırbaçlarının altında ezilirken ölümü düşünen Butov’a, devrimci bir işçinin çıkışı ise romana adını veriyor: “Yoldaş, son ana kadar direnmek zorundayız. Bir gün bile yaşamamız yarını belirler belki!” Bolşeviklerin, Menşevik ve Sosyalist Devrimciler’e göre sayıca az olmalarına rağmen kitlelerin devrimci istemlerine yanıt verebilmelerini ve devrimin ileri taşınmasında oynadıkları rolü anlatıyor roman. Menşevik

ve Sosyalist Devrimciler’in, Geçici Hükümet’in kurulmasının ardından burjuvazi ile ittifakları ve devrime ihanetleri çarpıcı bir biçimde yansıtılıyor. Daha sonra Bolşevikler önderliğinde gerçekleştirilen şanlı Ekim Devrimi, devrimin korunması ve iç savaş süreci… Açlıkla, yoklukla boğuşan Bolşevikler’in, devrimi korumak için verdikleri mücadele en gerçekçi haliyle sunuluyor. Bu dönemde Kızıl Ordu komutanı Troçki’nin emriyle Sviyaz’da kurşuna dizilen 27 genç komünistin öyküsü ise devrimin korunması için ödenen bedellerin ne kadar ağır olduğunu gösteriyor. Gönüllü olarak cepheye gelen ve düşman saldırısı karşısında zayıflık gösteren genç komünistler orduda disiplini sağlamak için kurşuna diziliyor. Bu olay, yıllar sonra Troçki aleyhine açılan davaların en önemli delillerinden biri olarak kayıtlara geçiyor. Troçki ordudaki politikalarını eleştiren genç komünistleri katletmekle suçlanıyor. Kurşuna dizilen 27 genç komünistten biri olan Aleksi Aleksiyeviç ise ailesine yazdığı mektupta kendi ölüm nedenini şöyle anlatıyor: “Çıkarcı ve hain olarak ölmediğime inanın. Bu nedenle kurşuna dizilmediğimize inanın. Devrime karşı titizliği ve kusursuzluğu simgeleyebilmek için ölüyoruz. Bizi yoldaşlarımız kurşuna dizecek. Bu gerçek. Ama hepimiz hain beyazlar gibi ‘Kahrolsun Bolşevikler!’ diye bağırmayacağız. ‘Yaşasın Bolşevikler! Yaşasın dünya proletaryasının ilk devleti!’ diye bağırarak öleceğiz.”** Lenin’in ölümünün ardından parti içinde yaşanan mücadeleler eleştirel bir dille yansıtılıyor romanda. Devrimin ve iç savaşın ardından -özellikle Stalin şahsındaMoskova’da oluşan bürokratik kast ve yozlaşma yine Georgi Vasiliyeviç Butov tarafından eleştiriliyor ve mahkûm ediliyor. Bu süreçte parti içinde baş gösteren ayrışmalar Bolşevik ilkelerden ödün vermeyenler tarafından, devrimin çıkarlarını korumak adına giderilmeye çalışılıyor. Ancak bu dönemde birçok Bolşevik sorgulanıyor, tutuklanıyor ya da sürgüne gönderiliyor. Troçki’ye yakınlığıyla bilinen Butov, Troçki’nin meseleleri kişiselleştirdiğini ve Bolşevik ilkelere sığmayan eylemlerde bulunduğunun da altını çiziyor. XV. Parti Genel Kongresi öncesinde Stalin karşıtlarının yaptığı bir toplantıda Troçki yine şu sözlerle eleştiriliyor: “Troçki ne yaptığını sanıyor? Partinin genel kongresine az bir zaman kalmışken, parti dışı tüm bu gösteriler neyin nesi? Amerika’da mı sanıyor kendini Troçki? Başkan mı seçilecek yoksa? Partinin yazgısını, partiyi proletaryanın devrimci istemlerine uygun diri tutabilmenin, yıktığımız, geride bıraktığımız bir dünyanın yöntemleriyle nasıl sağlanabileceğini düşleriz? Bolşevikler, Bolşevik yöntemleri unuturlarsa, ellerinde


başka hangi yöntem kalır ki onunla dünyayı değiştirebilecekleri savını belirginleştirebilsinler?”*** XV. Genel Kongresi’nin ardından partide Stalin’in tam hâkimiyeti kuruluyor. Troçki, Alma Ata’ya sürgüne gönderiliyor. Troçki’ye yakınlığı ile bilinen Bolşevikler partiden ihraç ediliyor. Yalnız Georgi Vasiliyeviç Butov partideki görevine devam ediyor. Ancak Butov da zamanı geldiğinde GPU**** ajanlarınca sorgulanıyor ve kendisinden Troçki aleyhine ifade vermesi isteniyor. Bu olay üzerine görevinden istifa eden Butov daha sonra tutuklanıyor. İfade vermeyi reddeden Georgi Vasiliyeviç açlık grevinde can veriyor. Orhan İyiler, bu romanı yazmaya 1971’de Sinan Cemgil’lerin ölümünden sonra karar verdiğini söylüyor.***** İnsanlar devrim uğruna gözlerini kırpmadan can verirken, yazar devrimin ne olduğunu, Rusya’da nasıl gerçekleştiğini merak ediyor. Romanı yazmaya başlamadan önce 7 yıl boyunca araştırma yapan İyiler, Bir Gün Bile Yaşamak’ı 1980’de tamamlıyor. Ama kitabın ilk baskı tarihi 1992. Yani SSCB’nin dağılmasından bir yıl sonra… Orhan İyiler kendisiyle yapılan bir röportajda kitabın yayınlanmasının 9 yıl sürdüğünü, çünkü hiçbir yayınevinin ve siyasi çevrenin kitabı yayınlamaya yanaşmadığını söylüyor. İyiler aynı röportajında kitabı ilk önce Ekimciler’in yayımladığını da dile getiriyor. Romanın, Ekim Devrimi’nin gelişim sürecini ve devrimden sonraki dönemi eleştirel bir dille yansıttığı biliniyor. Lenin’in ölümünden sonra parti içinde yaşanan gerilimleri ve Stalin-Troçki çekişmesini de tarihsel veri ve belgelerle romanın konusu haline getiren Orhan İyiler, bu nedenle Troçkist olmakla suçlandığının altını çiziyor. Romanın ana kahramanı olan ve olaylar onun tanıklıkları, anıları üzerinden kurgulanan Georgi Vasiliyeviç Butov’un, Troçki’ye yakınlığı nedeniyle böyle bir algının oluştuğu düşünülse de, Orhan İyiler 1927 yılında, hakkında açılan bir soruşturma nedeniyle açlık grevine başlayan ve ifade vermeyi reddederek can veren Butov’un kendisini bu yönüyle etkilediğini belirtiyor. Sonuç olarak, Orhan İyiler romanda ele aldığı tarihsel konulara objektif yaklaştığını ve herhangi bir spekülasyona mahal vermemek için Sovyet kaynaklarını temel aldığını özellikle vurguluyor. 2011 yılında hayata veda eden İyiler, Türkiyeli devrimcilere bu önemli kitabı, Bir Gün Bile Yaşamak’ı miras bırakıyor. Ekim Devrimi’ne ve ilk işçi devletine dair önemli deneyim ve dersler barındıran Bir Gün Bile Yaşamak, bu deneyim ve derslerden öğrenmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir roman… Kaynak ve dipnotlar: * Troçki, Alma Ata’da sürgündeyken Parti Merkez Komitesi ve Uluslararası Komünist Büro’ya gönderdiği mektupta G. Vasiliyeviç Butov’dan övgüyle söz ediyor ve onun hiçbir şeyden şikâyet etmeyen bir partizan olduğunu söylüyordu. ** Bir gün Bile Yaşamak, Aleksi’nin Mektubu, syf.644 *** Bir gün Bile Yaşamak, Önemli bir toplantı, syf.562 **** Devlet Politik Örgütü (SSCB’de) ***** THKO militanları Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan, 30 Mayıs 1971’de Nurhak dağlarında bir çatışmada şehit düştüler.

Ankara’dan bir Ekim Gençliği okuru

Habip yoldaş zindanlarda da bize ışık tutuyor!

Zindanlarda devrimci yaşam!

M.Kurşun

“Sınıflar mücadelesi tarihinde zindanlar hep varolagelmiştir” diyor Habip yoldaş, 21 Ağustos 1996 tarihli “Komünistler ve zindan politikası” başlıklı yazısında. Sınıflar mücadelesinde egemen sınıfın baskı ve zor aygıtlarından biridir zindanlar. Egemen sınıfın amacı zindana attığı kişileri mücadelelerinden koparmaktır. Bugün Türkiye sermaye sınıfı da aynı amacı güdüyor. Hele Haziran Direnişi sonrası yaptığı tutuklamalarda bu amaç onun için yaşamsal önem taşıyor. Çünkü Haziran Direnişi’nde sermayenin saltanatını yıkacak devrim sanki göz kırpmıştır. Peki sermaye sınıfı tutuklamalarla amacına ulaşabilecek mi? Bu sorunun yanıtı komünist tutsakların zindan yaşamlarında saklı. Komünist tutsağın zindan yaşamını Habip yoldaş aynı yazısında şöyle açıklıyor. “Komünistler tutsak düştükleri andan itibaren temel bir görevle yüzyüzedir! Düşmanı kendi içinde yenmek, en olumsuz koşulları dahi devrim lehine bir mevziye dönüştürmek.” Komünist tutsak birincil olarak özgürleşmeyi hedeflemeli. Özgürleşmek Habip yoldaş için, mücadeleye daha fazla katkı sunmak demekti her şeyden önce. ‘93’te, tahliyesine 8-9 ay kalmışken firar etmesi özgürleşmekten neyi anladığını somutluyor. Evet bugün özgürleşme eylemi gerçekleştirmek çok daha zor ama imkansız değil. Habip yoldaşın pratiğiyle somutladığı özgürleşme hedefi komünist tutsağın kafasının bilinci, idealleri ve yaşama bakışı zindana hapsolmamasının olmazsa olmaz koşullarından biridir. Mücadeleye daha fazla katkı hedefinden uzaklaşılmamalı. Bu birincisi. İkincisi komünistler zindan sürecinde yarın idam edileceklerini de bilseler, günü kurtarma hesabı yapmazlar. Zindan sürecini yeni bir savaş cephesi açma bilinciyle yaşarlar. Komünist kimliğimiz ve mücadelemizle düşmanı ininde yenmek zindan politikamızın ve yaşam tarzımızın özü özetidir. Habip yoldaş söylediği gibi yaptı. Düşmanı ininde yendi. Bu zaferi tek başına Ulucanlar Direnişi’ne darlaştırmamak gerekir. Ulucanlar Direnişi’nde yoldaşın ölümsüzleşmesi, düşmanı ininde yenen yaşamının zirvesidir. Sermayenin amacı tutsak alarak yoldaşı mücadeleden koparmaktı. Ama 4 kere tutsak düşmesi yoldaşı mücadeleye daha sıkı bağladığı gibi o zindanda da mücadeleye daha fazla katkı sunmayı başardı. ‘99 başlarında Ümit yoldaşlar tutuklandıktan sonra gazete neredeyse Ulucanlar zindanından çıkıyordu demek abartı değildir. Hatta koğuş işgali başlayıp yazma ve postalama koşulları kalmadığında diğer zindandaki yoldaşlarına bir biçimde yazı konuları iletip gazeteye-mücadeleye katkılarını koşullarına göre en üst düzeyde örgütlemeye çalışıyordu. Özcesi, yoldaşlar pratik işlerden alıkonulmuşlardı ama mücadeleden zerrece alıkonulamadılar. Düşmanı ininde yendiler. Bu iradeleriyle Ulucanlar destanını yazdılar. Devrimci iradenin temel yapı taşı iç disiplindir. İç disiplin ise idari disiplinle sağlanır ve korunur. Sabah erken sayımdan önce kalkmak idari bir disiplin ögesi olarak belirlenmeli. Gece yattığı saate göre bir gün 10’da, başka gün 11’de kalkan bir devrimcinin iç disiplini sürdürmesi zorlaşır. Geç kalkma kolektifin bilgisi hatta izni dahilinde olmalı. Tek kişilik hücrelerde de bu olmalı. Aksi takdirde tek kişilik hücrede kalanlar kolektif bir eylemin parçası olmadıkları için gerçek anlamda tecrit olur. Üç kişilik hücrelerde de mutlaka nöbet uygulaması olmalı. Nöbet uygulaması olmasaydı 19 Aralık’ta uykudayken yenilirdik. Uykuda yenilseydik belki 28 canımız ölümsüzleşmezdi. Biyolojik olarak değil ama ideolojik olarak hepimiz ölürdük. Tek kişilik hücrelerde nöbet değilse bile saldırıda uykuda yenilmemek için tedbirler alınmalı. Sabah kalkış planı programlı olduğunda günüde planlayıp programlamak gerek. Yaşam kolektif olarak örgütlenmeli. Eğitim çalışmaları kolektif bir yaşamı örgütlemede olmazsa olmaz bir araçtır. Eğitim çalışmasının amacı öncelikli olarak aynı hücrede olanların insiyatifindedir. Bu insiyatif kesinkes üretmeye yönelik olmalıdır. Nihayetinde içerde, dışardakine oranla daha ayrıntılı inceleme yapma imkanı var. Eğitim çalışmalarında bu inceleme derinleştirilebilir. Bir kişinin yazacağı bir yazıyı yoldaşlarıyla eğitim çalışmasında tartışması 3 farklı bakış açısıyla yazının niteliğini geliştirmek için bir fırsattır. Gazeteye yani mücadeleye daha fazla katkı sunma imkanı yaratabilir, yaratılmalı. Böylesi bir pratikle sermayenin mücadeleden koparma hedefi boşa çıkartılır. Bir komünist tutsak düştüğünde, sermayeye karşı mücadelesinde daha zorlu bir cepheye geçtiğini hissetmeli. Habip yoldaşın dediği gibi bedel ödeyerek kazandığımız mevzileri bedel ödeterek koruyacağız. Bu yazıya temel oluşturan düşünceler Habip yoldaşın tutsakken ürettikleridir. Hiç tutsak düşmeyeceğimiz zamana, devrime kadar etkili bir silah verdi Habip yoldaş bizlere. Bu silah tutsak düşmenin dezavantajını bir avantaja dönüştürüyor. Bu avantajı kullanan her komünist tutsak dışarıya çelikleşmiş bir iradeyle çıkar.

31


Sanat tarihi yazıları - II

Saint Bernard Geçidi'nde Napoleon, 1801, David

Abu Simbel'de Nefertiti'ye ait tapınağın fasatındaki heykellerin ikisi kraliçeyi, ikisi, Ramses II'yi ve diğer ikisi de Tanrıça Hathor’u simgelemektedir. Merkezde ise giriş bulunur. Sutunların üzerinde ise, yazılar ve atıflar bulunur

32

Kitleler üzerinde yaratılan hakim duygu doğasını korudukça, mevcut iktidarın ömrü de uzayacaktır. Bu duygunun en temel besleyicisi genellikle bir kahramanlık öyküsüdür. “Kahramanca” kurulmuş bir düzen ne kadar destanlaşırsa, o destanlarla birlikte büyük kitlelerin sarhoşluğu da uzun ömürlü olacaktır. 1801 yılında İtalya’yı fetheden Napoleon, 1804 yılında Fransa Cumhurbaşkanı, İtalya Kralı ve İmparator unvanı aldı. İktidar hırsı ile yüklenmiş bu imparator, Fransa’dan dünyaya yayılan istila haritasının resmini yaparken; Napoleon’un resmi ressamı olan Jaques Luis David, bu görkemli tabloyu yaratmıştır. Kayalıklar üzerinde güçlü kaslarıyla şaha kalkmış bir at ve üzerinde bir eliyle sımsıkı atının dizginlerini kavrayıp bir eliyle fethin rotasını göstererek kararlı bakışlarla gözlerini izleyicinin üzerine diken Napoleon. Karl Marx; “Burjuva toplumu, bir kahramanlık toplumu olmasa bile…” diye başladığı cümlesinin devamında Roma Cumhuriyeti’nin kültür haritasını çizerken, hakim sınıfın baskılarını gizleyecek ve onların coşkularını destansı bir biçimde sergileyecek aldatıcı sanat biçimlerine ihtiyaç duyduklarından bahseder.1 Tabii ki ne Napoleon’u ne de David’i günah keçisi olarak seçtik. Tarih boyunca egemenler, egemenliklerini meşru kılmak için sanatın gücünden faydalanmıştır. Bugün de düzen partisi başkanlarının, özellikle seçim zamanı, afişe edilen fotoğraflarına baktığımızda onların genellikle güçlü ve kararlı ifadelere sahip olduklarını görürüz. Normal koşullar altında gerçeğini görme şansımızın olmadığı iktidar partisi başkanının, yalnızca fotoğrafını ve televizyon görüntülerini görüyoruz. Bu görüntülerle birlikte onlar hakkında bir kanaate ulaşıyoruz. Ve basının da çizdiği “imaj”ın olumlu olduğu gerçeğiyle hareket edersek, kitleler üzerinde yaratacağı etkiyi de anlamak mümkün. Daha tanıdık ve yakın tarihten bir örnekten bahsetmek gerekirse, Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarına bakmamız durumu açıklayabilir. Atatürk’ü zayıf, çaresiz, yorgun vb. bir biçimde görmek pek mümkün değildir. Gördüklerimiz yalnızca güçlü, genellikle ciddi ve karizmatik bir kişiliktir. Birden fazla fotoğrafçısı olduğu ve fotoğrafların teşhir edilmeden evvel sıkı bir elemeden geçtiğini de unutmamak gerekir. Fotoğraflar aracılığı ile sıradan olandan arınmış uhrevi bir karakterle karşılaşmış oluruz. Sanatın bir propaganda nesnesi olarak iktidar özneleri tarafından nesneleştirilmesinin tarihsel arka planına baktığımızda ilk çağlara kadar uzandığını görürüz. Daha önce ilkel kavimlerin

sanatı genellikle büyü amaçlı kullandıklarından bahsetmiştik. Doğayı kavrama noktasında eksik kaldıklarında metafizik açıklamalara başvuran insanlar sanatı da bu yönde geliştirmişti. Birçok toplumun, tanrılarının resimlerini ve heykellerini yaptığını biliyoruz. Devlet kavramının oluşmasıyla birlikte tanrı-kral’ların ortaya çıktığını, tanrının yeryüzündeki yansıması olarak kralların, toplumların idaresinde yetkilerini tanrılardan/tanrıdan aldığı ve bunların değişmez ve sarsılmaz kurallar olduğunu biliyoruz. Tarihin önemli bir bölümünde yalnızca tanrılar ve krallar resmedilebiliyordu. Bir suretin taklidi yapılacaksa o mutlaka ya tanrı olmalıydı ya da kral. Mısır sanatında bunu özellikle görmemiz mümkündür. Mısır’da Firavunlar tanrılarla beraber resmedilir ve heykeller onları yan yana ve çoğu zaman eşit değerde gösterecek bir şekilde yapılırdı. Heykel ve resmin yanı sıra mimari de aynı amaca hizmet ediyordu. Topyekûn sanatın bütün araçları iktidarın hizmetinde ve onun güç gösterisinin bir parçası olarak biçimlendiriliyordu. Firavunların mezarları olarak kullanılan piramitler üçgen yapısıyla göğe doğru tanrıya yükselişin bir sembolü olarak vücut bulurken, tapınaklarda da aynı etkiler amaçlanıyordu. Sanat eseri çevrelediği şeyi zaman içinde hapsederek ona sonsuzluk kazandırmasıyla birlikte bir anlamda ölümsüzlüğe de atıfta bulunur. Yüzyıllar boyunca kavranılamaz olanın simgeleştirildiği nesneler haline gelen sanat eserine yüklenen kutsallık, kurnaz hükümdarlarca iktidarlarının meşruluğu mücadelesine alet edildi. İlkel dönemde mağara resimleri, ufak heykeller ve ritüel esnasında çalınan müziklerle başlayan bu süreç, bir kentin inşası içindeki yapılarla birlikte ideolojik bir gösteri alanı ve devasa anıtlara dönüşerek günümüzün kültür politikalarının bel kemiği haline geldi. Zincirleme bir şekilde birbirine bağlanan kültürel işlerlik pek tabii yaşamın diğer bütün parçalarıyla iç içe sonsuza dek yoğrulan bir ilişki demeti oluşturuyor. Atina’yı Antik Yunan’ın en önemli şehri haline getiren Yunan diktatörü Perikles (MÖ 495–MÖ 429) dönemi Atinası’nın bir tarifini Richard Sennett şöyle yapıyor: “Perikles’in övdüğü şehri anlamak için savaşın ilk yılında, onun muhtemelen söz konusu konuşmayı yaptığı mezarlıktan başlayarak Atina’da bir yürüyüşe çıktığımızı hayal edelim. Mezarlık Atina’nın kuzeybatısında, şehir surlarının dışındaydı – surların dışındaydı çünkü Yunanlılar, ölülerinin bedenlerinden korkuyorlardı: Şiddet yüzünden ölmüş olanların bedenlerinden irin sızıyordu ve bir ölü geceleri mezarından


kalkabilirdi. Şehre doğru ilerlediğimizde, şehrin ana girişi olan Thriasia Kapısı’na (buraya daha sonra Dipylon Kapısı adı verilmiştir) gelecektik. Kapı merkezi bir avlu etrafındaki dört anıtsal kubbeden oluşuyordu. Modern bir tarihçiye göre, Atina’ya varan barışçı bir ziyaretçi için Thriasia Kapısı “şehrin gücünün ve fethedilemezliğinin bir simgesi”ydi. Atina surları şehrin iktidara gelişinin hikayesini anlatır.”2 Mimari üzerinde hedeflenen etki zaman içinde daha derin ve karmaşık boyutlar kazanmıştır. Bunun için modern devlet yapılarına bakmak fikir sahibi olmamızda yardımcı olur. Adliye binalarını düşünecek olursak, girişte alabildiğine yüksek bir tavanla birlikte içindeki bireyi, devlet kurumsallığı karşısında ezen ve baskı altına alan yapılardır. Özellikle Ankara’da cumhuriyetin erken dönemlerinden 1950’lere kadar inşa edilmiş yapılara bakmakta fayda var. Bu yapılar genellikle büyükçe bir nizamiye ardından bina giriş çıkışının tek taraflı olduğu yapılardır. Neo-liberal ekonomi politikasıyla birlikte yeni bir boyut kazanan mimaride devlet kurumlarında küçül değişimler olsa da aynı anlayış devam etmektedir. (Yakın dönem yapılarından İstanbul’daki Çağlayan Adliyesi incelemeye değer bir yapıdır. Büyüklüğüyle övünülen bu yapı tam anlamıyla ideolojik bir gösteri alanı olarak kurulmuştur.) Devlet kurumlarında özellikle adliyelerde bu durum hakimken, günümüz dev alışveriş merkezlerinde aksi bir anlayış söz konusudur. Modern devlet yapıları düz duvarları ve büyük boyutlarında açılmış ufak kapılarla bizi dışarıda bırakarak katı-kudretli bir hal alırken, alışveriş merkezleri büyük boyutlu ve birçok noktadan girişin olduğu kapılarla şehir içinde adeta şeffaf bir hal alır. Bu davetkar yapı hepimizi alışveriş etmeye çağırırken şehrin tüm akışına adapte olmuş ve onun içinde erimiş gibidir.3

Egemenlik savaşı ve değişen sanat: Hazcılıktan Ahlakçılığa Müzikten resme, mimariden edebiyata kadar sanat egemenlerin boyunduruğu altında, bir çok açıdan onların iktidarlarına hizmet edip güçlerini pekiştirirken, bir araç olarak haz nesnesi haline gelmiştir. “Modern çağlarda, haz felsefesi, feodalizmin çöküşü ve feodal toprak soylularının mutlak monarşi altında zevk düşkünü, harcama meraklısı saray soyluları haline gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu soylular arasında yer alan bu felsefe, büyük bir bölümüyle anılarda, şiirlerde, romanlarda, vs. ifadesini bulan, doğrudan doğruya saf bir görünüş biçimindeydi. Ancak daha sonra saray soylularının yaşam tarzı ve kültürü içinde yer almış olmakla birlikte, burjuvazinin geneldeki koşullarına dayalı, daha genel bir görüşü paylaşan birkaç devrimci burjuva yazarın elinde gerçek bir felsefe haline gelir.”4 15. Louis (1715-74) döneminde Fransa’da etkin olan, daha sonra Avustralya ve Almanya başta olmak üzere öteki ülkelere sıçrayan son derece şatafatlı ve süslemeci tarzda bir akım olan Rokoko sanatının önemli örneklerinden biri olan Watteau’nun resmi, burjuva hazcılığının güzel bir temsilidir. Rokoko dünyayı zevkler ve eğlenceler için bir sahne olarak ele aldı. Grotto’ların (modern, tarihi ya da tarih öncesi dönemlerde insanlar

tarafından ortak olarak kullanılmış doğal ya da yapay mağara çeşidi) duvarlarına dizilen deniz kabukları ve taşlar gibi çok süslü ve hareketli bir sanatı tanımlayan Rokoko, 15. Louis’in metresi Madam Pompadour’la ilintili olarak kullanılırdı. Sevimli, erotik gibi geçici duygularla eş anlamlıydı. Günümüzde ise bu tür olumsuz yargıları ifade etmek için kullanılır. Barok Klasikçilik’in dayattığı formüllere karşı çıkıp, sanatın; erotizm, süsleme ve zevki tercih ederek üzerindeki ciddiyeti terk etmesinin yolunu açtı. 5 “Ne var ki, soylular arasında kullanılan bu dil yalnız kendi toplulukları için ve bu topluluğun yaşama sınırları içinde tutulurken, burjuva tarafından genel bir karakter kazandırılmış ve ayrım gözetilmeksizin herkese bu dille seslenilmiştir. Böylece hiç kimsenin yaşam koşulu göz önüne alınmadığı için, haz teorisi, yavaş ve ikiyüzlü bir ahlak öğretisi haline dönmüştür. Daha sonraki gelişmeler doğrultusunda, soylular tahttan düşüp, burjuvazi asıl karşıtı, proletarya ile çatışmaya girince soylular sofuca dindar kesilmiş; burjuvazi ise ağırbaşlı bir biçimde ahlaki olmuş, kendi kurumlarına sıkı sıkıya bağlanmış, en azından, yukarıda adı geçen ikiyüzlülük içine gömülmüş; soylular pratikte hazzı hiçbir biçimde reddetmezken, burjuvazi arasında haz, resmi bir biçim bile almış, yani lüks haline gelmiştir.” 18. yüzyılın sonunda Rokoko’nun gözden düşmesinin ardından Yeni-Klasikçiler sanatsal ilkeleri olarak, ahlaki ciddiyeti ve sertliği savundular. Yeni-Klasikçilik, Aydınlanma ve Fransız Devrimi ile sıkı bir yakınlık içindeydi. Yunanistan’daki kapsamlı arkeolojik kazılar antik dünyanın (özellikle ahlaki ve estetik değerlerinin) araştırılmasına ilişkin çalışmaları körükledi ve tarihsel değişim duygusu oluşmasını destekledi. Yeni- Klasikçiler yalnızca geçmişte kalan üslupları canlandırmıyor, sanatı hem modern hem de “değerlerine” sahip çıkan bir toplum yaratmak için kullanmaya çalışıyordu. Jaques Louis David, dönemin en önemli Yeni-Klasikçi ressamıydı. Yeni-Klasikçilik, yalnızca bir uslupsal tercih değil, aynı zamanda Roma Cumhuriyeti’nin değerleriyle rekabet çabasıydı. David’in bu resmi Yeni-Klasikçiliğin manifestosu olarak kabul ediliyor.6 Roma tarihinden bir sahne sunan bu yapıt düşmanı yeneceklerine dair yemin eden üç kardeşe babaları kılıçlarını uzatırken gösteriyor. Bu kahramanlık öyküsü, bir dönemin ideolojisinin temsili olarak duruyor. Yukarda Marx’tan yaptığımız alıntı ile bitirmek gerekirse: “Burjuva toplumu, bir kahramanlık toplumu olmasa bile…”

Jaques Louis David, Horace'ların Yemini, 1785

Müzikten resme, mimariden edebiyata kadar sanat egemenlerin boyunduruğu altında, bir çok açıdan onların iktidarlarına hizmet edip güçlerini pekiştirirken, bir araç olarak haz nesnesi haline gelmiştir.

A. Ardil Karl Marx, Luis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i, Sanat ve Edebiyat, Marx-Engels-Lenin, Çvr. Aziz Çalışlar 2 Ricahd Sennett, Ten ve Taş, Metis Yayınları 2001, syf. 28-29 3 Bknz. Fredric Jameson, Kültürel Dönemeç, Dost Kitapevi. 4 Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman ideolojisi, Aziz Çalışlar, Sanat ve Edebiyat, Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, syf. 97 5 Bknz. Stephen Lıttle, İzimler, sanatı anlamak, Yem Yayınları. Syf. 63 6 7 Bknz. Stephen Lıttle, İzimler, sanatı anlamak, Yem Yayınları. Syf. 67 1

33


12 Eylül karanlığı devam ediyor…

Bu pisliği devrim temizleyecek! 12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 33 yıl geçti. Bu sürede 12 Eylül’e dair çok şey söylendi. Kimileri 12 Eylül’le “hesaplaştı”, kimileri 12 Eylül faşizmine direndi, kimilerini ise 12 Eylül faşizmi ehlileştirdi. Düşüncelerinin “keskin” uçlarını törpüledi. Ancak 12 Eylül karanlığı devam etti.

12 Eylül’ün ekonomi-politiği Gerçekte ise 12 Eylül askeri faşist darbesi sermaye iktidarının uyguladığı sömürü, baskı, yasak politikalarına karşı işçilerin, emekçilerin, gençlerin yükselttiği mücadelenin önünü kesme, kanla bastırma hamlesiydi. Dünyada ve Türkiye’de sermayenin daha fazla kâr ve kural tanımaz bir sömürüsü için uygulamaya soktuğu liberal ekonomi politikalarının, özelleştirmelerin önünü açmak için önce toplumsal muhalefetin ezilmesi gerekiyordu. Nitekim öyle de yapıldı. 24 Ocak Kararları darbeyle uygulamaya konuldu. Binlerce devrimci ve komünistin katline, on binlerce insanın işkence tezgâhlarından geçirilmesine, hapsedilmesine, sınır dışı edilmesine, fişlenmesine zemin hazırlayan 12 Eylül faşist darbesi doğrudan ABD emperyalizminin bilgisi ve denetiminde olmuştu. 12 Eylül sırasında dönemin CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’nin ABD Başkan Jimmy Carter’a haberi“Our boys have done it /Bizim çocuklar işi bitirdi” şeklinde iletmesi bunun en basit, en yalın ifadesidir. Zira ABD emperyalizmi Türkiye’de 1950’lerle hızlanan kapitalist gelişmeyi, bununla beraber gelişen işçi ve öğrenci hareketlerini, dünya ölçüsünde prestij kazanan sosyalizmin 1960’lardan itibaren Türkiyeli işçi, emekçi ve öğrenciler arasında yayılıp benimsenmesini göz ardı edemezdi. Çünkü Türkiye dünyada tuttuğu yer bakımından ABD emperyalizmi için vazgeçilmez bir sömürü ve Ortadoğu ülkelerini denetleme olanağıydı. Emperyalist-kapitalist zincirin Türkiye halkasından kırılması ABD ve onun yerli işbirlikçileri için kabul edilemezdi.

12 Eylül’le hedeflenen… 12 Eylül baskı ortamını silah zoruyla gerçekleştirdi. Ancak tüm dünyada ve Türkiye’deki tarihsel deneyimlerin de gösterdiği gibi egemenlere karşı muhalefet ve mücadele yalnız kaba şiddetle bastırılamaz. Aynen Gezi Direnişi’nde de gördüğümüz gibi düzen propaganda aygıtlarını kullandı. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi o günlerde de gençlik mücadelenin kararlı ve dinamik bir parçasıydı. Düzenin gençlik korkusu onu ehlileştirme ihtiyacını doğuruyordu. Böylece mücadele eden gençler şiddetle saf dışı bırakılmaya çalışılırken düzenin başına bir daha ‘bela’ olmamaları için yeni nesil ilkokuldan üniversiteye, imam hatiplerden Kur’an Kursları’yla, gerici tarikatlarla ‘siyasetten’ uzak tutuldu. Yoz bir kültürle, TV’yle, modayla vs. ile sorgulayan, direnen, mücadele

34

eden gençlik yerine yalnız tüketen bir gençlik yarattılar. Yakın zamanda sermaye hükümeti AKP’nin sözde bir ‘darbeyle hesaplaşma’ tiyatrosu oynattı. Devrimle, direnmeyle alakaları kalmamış bir kısım sözde solcu, ‘marksist’ aydının da sözde demokratikleşme için ‘yetmez ama evet’ dedikleri bir referandum yapıldı. Ancak AKP 12 Eylül’le başlayan liberal, özelleştirmeci politikaların sürdürücüsü olduğu içindir ki darbeyle hesaplaşmadı, hesaplaşamaz da. Nasıl ki sorunun kaynağı yok edilmeden çözüm getirilemezse, sermayenin hiçbir hükümeti de 12 Eylül’le hesaplaşamaz.

12 Eylül’ün gençliğe mirası: YÖK 12 Eylül darbesiyle kurulabilen YÖK de 12 Eylül’ün gençliğe mirasıdır. YÖK Yasa Tasarısı ile üniversite yönetiminde üniversitenin doğal bileşeni olan öğrenciler yerine ‘vergi rekortmeni’ sermayedarlar, insanları gaza boğup öldüren katil polisin şefleri olan emniyet müdürleri, valiler yer alıyor. Bu bile 12 Eylül rejiminin devam ettiğinin göstergesidir. Böylece üniversiteyi ‘satın alan’ ‘vergi rekortmeni’ sermayedar orayı bilim değil de kar beklentisiyle şekillendirecek. Buna karşı çıkan gençler ise bu sene okullara geleceği söylenen ‘özel koruma memurları’ ile baskı altına alınacak. ‘Özel koruma memuru’ olsun, polis olsun -adı ne olursa olsun- bunun anlamı Ali İsmail’in, Ethem Sarısülük’ün katillerinin üniversitelere gelmesidir. Gezi Direnişi ile ayağa kalkıp direnen gençliğin direncini kırmak için okullarımızda terör estirilmesidir. 12 Eylül işte bu baskıdır aradan geçen 33 yıla rağmen karanlığı devam etmektedir.

Bu pisliği devrim temizler! Sermaye devletinin gençliğe bu ‘özel ilgisi’ boşuna değil. Yukarıda da dediğimiz gibi gençlik her zaman düşünen, sorgulayan, mücadele eden-direnen bir yapıdadır, buna müsaittir. Hem geçmişte, hem de bugün, Gezi Direnişi’nin gösterdiği gibi. Çünkü sermayenin devleti de biliyor ki üniversitelerin şirketleştirildiği bir yerde gençlik mutlaka tepkisini koyacaktır. Hele ki Gezi Direnişi’ni yaşamış bir gençlik. Bu durumda biz gençlere düşen görev geleceğimiz ve özgürlüğümüz için mücadeleyi, direnişi daha da yükseltmek daha da örgütlü bir karakter kazandırmaktır. Ancak bu düzen içinde elde edeceğimiz kazanımlar ne kadar büyük olursa olsun kana susamış sermaye devletini yıkmadan emek-sermaye çelişkisinin olmadığı, herkesin yeteneğine göre çalışıp verdiği emeğe göre karşılığını aldığı bir toplum kurulmadan kazanımlarımız güvenceye alınamaz. Bu toplumun adı da sosyalizmdir. Gençliğin geleceği sosyalizmdedir. 12 Eylül karanlığını parçalamanın başka bir yolu yoktur.

Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru


Biz, bir yoluz... Biz, bir yoluz ...1 Başlangıcı ve sonu olmayan bir yol. Yolumuz, evrenin en ücra köşelerinden geçer, yeryüzünün en derin kıvrımlarında dolanır. Yolumuzda, “sönen” yıldızlardan, yeşeren tohumlara kadar her şey vardır. Sonsuz canlılık içerisinde bir “dünya”da, sonsuz canlılık içerisinde bir “insan”ız. Dünyanın milyarlarca yıllık deviniminde bize düşen rol, doğanın bizde var ettiği “düşünme” ve “eylem” yeteneğini kullanmak olmuş. Gün olmuş aklımıza düşmüş yıldızların doğuşu, batışı, gün olmuş yüreğimizde yaşatmışız daha özgür bir yaşamı. Biz, bir yoluz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yol. Yaşamdan öğrendik ne varsa. Yaşamayı ve yaşamak için direnmeyi de. Bir çok sırra vakıf olduk evrende de, insanın insanı ve doğayı sömürmesine bir türlü anlam veremedik. Karşı durduk haliyle. Bazen, bozkırın ortasında inadına tohum veren bir diken olduk, bazen üzerine dökülen asfalttan inadına boy veren bir çiçek. Bazen, zalim Dehaq’a karşı Demirci Kawa olduk, bazen Osmanlı egemenlerine karşı Bedreddin yiğitler. Sanat dedik çelişkilerin dile getirilişine. Bazen Hızır Paşa’ya karşı şiir olduk, bazen vahşi kapitale karşı sinema. Biz, bir yoluz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yol. Biz, bu yolun bileşenleri, 1937 yılında, Adana’nın yoksul bir köyünde, ne ilk ne de son kez doğduk. Topraksızdık. İçine doğduğumuz Çukurova topraklarında yaşamak için direniyorduk. Adımız Yılmaz’dı bu sefer, soyadımız Pütün. Adımız kişiliğimizin temsili oldu, soyadımız doğamızın.2 Çalışmaya, 9 yaşında dana güderek başladık Çukurova yaylalarında. Lise yıllarında, “Doruk”3 oldu adımız, hikayelere büründük. “Üç bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri”ni sorguladık, “bir gün hepinizin topunu attıracaklar” dedik, “topunu attıracaklarımız” rahatsız oldu, soruşturma başlattı hakkımızda.4 Önümüzde tek bir yol vardı. Kendimizi, hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla eğitmek. Eğittik kendimizi. Karşılaştığımız zorlukları yenmek için direnmeyi ve kararlılığı öğrendik. Öğretmenlerimizden biri “zor” oldu.5 Öğretmenimiz “zor”, sanatımızı şekillendirdi. Sanatımızı geliştirmek için de zoru seçtik. Çünkü yaşam göstermişti bize, dalın kendisini geliştiremediği oranda eskiyeceğini.6 “Umut” çelişkideydi, gidilecek “Yol” belliydi ve o “Duvar” yıkılacaktı. Adına Marksizm-Leninizm denilen bilimsel bir düşünceye inandık. “Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...”7 Çukurova topraklarında bir tarım işçisinin isyanı olduk bir gün, bir gün yoksul bir arabacının umudu. Ulucanlar Cezaevi’nde Çinçinli bir çocuk olduk bir gün soba isteyen, bir gün dağlarda bir ağıt. Bir gün Kızılırmak kenarında bir çoban olduk, bir gün kentin ortasında bir evsiz.8 Ne soruşturmalar durdurabildi bizi, ne cezaevleri. Ne komplolar engelledi bizi, ne de yurdumuzdan olmamız. Biz, bir yoluz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yol. Biz, bu yolun bileşenleri, 1984 yılının 9 Eylül’ünde, ne ilk ne de son kez öldük. “Hayatı kendim için yaşamıyorum. Ve korkmuyorum hiç birşeyden. Başıma gelecekleri de biliyorum. Herşeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü...” Yılmaz GÜNEY

A. Ardil 1 Yol metaforu, Subcomandante Marcos'un “Zapatista Hikayeleri” isimli kitabında, Yaşlı Antonio'dan esinlenerek kullanılmıştır. 2 “Soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeğidir.” (Yılmaz Güney, İnsan,Militan ve Sanatçı, Güney Yayınları, s 16-18) 3 Yılmaz Güney, 1955 yılında “Doruk” isimli bir sanat dergisi çıkarmıştır. 4 Yılmaz Güney, 1955 yılında yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Sistemi” öyküsü nedeniyle, “komünizm propagandası” suçlamasıyla yargılanmış ve yargılama sonucunda 1,5 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırılmıştır. 5“Önümdeki tek yol kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığyla eğitmekti. Öyle yaptım. Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımazsızlık, hayatın katı kuralları, baskılar, kahpelikler, yiğitlikler! Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık. Öğretmenlerimden biri ZORDUR” (Yılmaz Güney, İnsan, Militan ve Sanatçı, Güney Yayınları, s 16-18) 6 “Çünkü ben, her attığım adımda kendimi rakip olarak gören bir adamım ve kendimi aşmak zorunluluğunu hisseden bir dal gibi. Eğer dal kendisini geliştiremiyorsa eskir. Kendimi geliştirmek için zoru seçmeliyim” (Yılmaz Güney, Yol, Güney Yayınları, s 293) 7 Yılmaz Güney'in “Mutlu olma şansı” şiirinden bir kesit. 8 “Düşman” 1979, “Umut” 1970, “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” 1977, “Ağıt” 1971, “Kızılırmak Karakoyun” 1967, “Zavallılar” 1974.

35


Gezi tutsakları mücadeley “Tutsaklık okullarda ve fikirlerde oluşan demir parmaklıklardan ibarettir!” Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya Anamız çay demliyor ya güzel günlere Sevgilimiz çiçekler koyuyor ya bardağa Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız Bu, böyle gidecek değil bu işler Biz şimdi yan yana geliyor çoğalıyoruz Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını İşte o gün sizi tanrılar bile koruyamaz Cemal Süreyya

Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. Kırıklar F Tipi’nde bizleri tutsak edenler özgürlüğümüzü ve hayatla olan bağlarımızı kopardıklarını zannediyorlar. 11 adım süren havalandırmadan sonra hayata atılacak başka adım yok diyebiliyorlar. Demlediğimiz çayları kendi içtikleri çaylarla karıştırıyorlar. Tadının başka olduğunu düşünemiyorlar. Bir tavan, bir taban ve dört duvarın arasında fikirlerin yok olacağını düşünüyorlar. Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. Bizler kendine sadece “tutsak” demiyoruz, tutsaklık okullarda ve fikirlerde oluşan demir parmaklıklardan ibarettir. Tutsak olmak ümidin bittiği, kararsızlığın ve yenilginin kabule başlaması ile gösterir kendini. Kırıklar F Tipi’nde özgürlük türküleri söyleyen bizler bu yüzden sadece tutsak değiliz. Düşünen, savaşan ve yarınlara olan inancını yitirmeyen tutsaklarız. Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. İlk hücremize geldiğimizde bizleri İzmir’de tutuklu yargılanan Gezi tutsaklarının sıcak “merhabası” ve dayanışması üzerimize yaşam olarak örtüldü. Havalandırmamıza diğer tutsaklar tarafından sigara, selpak, şeker, kahvaltılık malzeme atıldı. Hatta su şişesinin içinde çay 5 metrelik duvarın arkasından bizlere ulaşıp bardaklarımızın içine devrimci dayanışma olarak doldu. Yaşamın ümit ve sevinç dolu yüzü peşimizi bırakmayacak, çünkü bizler hayatını ezilenlerin hayatı ile birleştirmiş kurtuluşun tek çaresini harlanan ve yolu sayılan nasırlı ellerde

olduğunu bilen insanlarız. Ümit ve sevinç her gün bardaklarımıza dolmaya devam edecek. Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. Yüzbinlerin katıldığı eylemleri bizlerden ayırmak için “marjinal” ilan edilen devrimciler tutuklama terörü ile süreçten koparılmaya çalışılıyoruz. ”Marjinal” olan bizler gerçekle alakası olmayan saptırma, ”marjinal” dosya ve tutuklamalarla tutsak edildik. Hazırladıkları oyunu “adalet” diye önümüze servis edenlere şimdiden başarısız olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bizlerin tutuklandığı gün İstanbul’da, gerçekleşen eylemler ve diğer illerin desteği bizlere kaybetmeyeceğimizi daha sevk aracındayken müjdeledi. Ve mahkeme salonunda okuduk “adalet mülkün temelidir” sözü ve ozaliti mülkü olanın adaleti bizleri yargılayan ve tutuklayanlarındır. Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. Mücadeleye devam ederken son bir okul diye bizlerin burada olduğunu hatırlarken teslim alınamayacak Gezi tutsakları. Hiç üzülmedik mi? Hatta çok üzüldük. Eskişehir’de kaybettiğimiz arkadaşımız koğuşlarda üzüntü ve gururla karşılandı. Sloganlarımız ile onu diğer devrim şehitlerinin yanına uğurladık. Mücadeleyi sonlandırmak ümidi ile bizleri katledenlere bu sefer cevap Ali ile geldi. Kırıldık fakat eğilmedik. Görüşçülerimizin ayak sesleri geliyor. Her görüşçünün yüzünde bir yoldaşın gülümsemesi, sesinde başka bir yoldaşın merhabasıdır. Ve her yoldaşın yüzünde tanıdık birileri var. Ethem var, Mehmet var, Medeni var, Abdullah var ve Ali var. Frank Kafka şöyle der: “İnsanoğlunun gelişimini kesin sonuca ulaşacağı an, sürekli yinelenip durur. Devrimci düşünsel hareketlerin geçmiş her şeyin geçersiz olduğunu ilan etmeleri bunun için doğrudur, henüz hiçbir şey olup bitmemiştir çünkü.” Ege Ünüversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Gezi Tutsakları Kırıklar F Tipi Cezaevi / İzmir

“Mademki sıra bize geldi, hoş geldi sefa geldi. Başımız gözümüz üstüne!” Devrimci güçleri kitlelerden yalıtma amacıyla estirilen tutuklama terörü, göstermelik dosyalar ve adaletleriyle bizler için ucuz bir komediden ibaret. Baştan sona kendi yargı sistemleri içerisinde dahi bir mantık çerçevesine oturmayan bu süreçte, ne kadar gerçek ararsak arayalım, ne komedinin kendisinde ne de “ucuz” nitelenmesinde insanlık namına bir kırıntı dahi bulmak mümkün. Aksi kapitalizmin doğasına aykırı olacağından normal. Ancak kitlenin gözü önünde tüm çıplaklığı ile durması açısından ise çarpıcı! Ben 31 Mayıs’ta patlak veren kitle hareketiyle birlikte binlerin korku duvarlarını yıkmasından korkanların uyguladığı işte bu tutuklama terörüyle karşı karşıya kalan onlarca Gezi direnişçisinden biriyim. Bir çeşit kas hastalığı olan Myestaiia grevis rahatsızlığım ve buna bağlı %52 engelli raporum orta yerde dururken yüzlerce hasta tutsağı ölüme terk eden zihniyet bana da aynı sonu uygun gördü. Diyelim ki ben bir insanın hayatından daha değerli bir şeyi, bu sistemin bekasını tehlikeye atmışım. İşte bu sebeple rahatsızlığımın özgünlüğü ve uymak zorunda olduğum diyetler göz önüne alındığında hapishane koşullarında hayatımı devam ettirmem mümkün değilken, ”politik” bir kararla tutuklandım. Ancak onlar korkularının ifadesi olarak saldırılarında pervasızlaşsalar da mücadele içeride de dışarıda da devam ediyor. Hiçbir kuvvet bilimsel sosyalizmin özüyle kitleleri buluşturmasını engelleyemiyor, engelleyemez! Tıpkı dört duvar arasında,

36

dünyanın her bir yerinde ve elbette ki Türkiye’de de kitlelerin yeryüzünü sarsan ayak seslerini yüreklerimizde duymamızı engelleyemeyecekleri gibi... Ve tıpkı bizim yüreklerimizin çırpınışlarında sıkılı yumruklarda atmasını engelleyemedikleri gibi... Onlar saldırmaya devam ededursunlar, içerde ve dışarıda hücreleri parçalayacak tek olgunun devrimci mücadele olduğunu bilen bizler, nerede olursak olalım direnmeye devam ediyor ve yaşamı, uğruna ölecek kadar sevmesini işte tam da bu mücadele içerisinde öğreniyoruz. Kitlelerle omuz omuza yürüyeceğimiz günleri düşleyerek adımlıyoruz avlumuzu sabırsızlıkla. Bizleri kitlelerden yalıtmak isteyenlere inat bir gün daha fazla yaşamakta kararlıyız. Çünkü biliyoruz ki, bir gün bile yaşamak yarını değiştirebilir. İşte bizim yüreğimiz kavga için bu denli coşkuyla atarken onun için bir oyunla, belki tam ortasına bir kurşun sıkmasa da (okunamayan bölüm)... susturmak isteyenlere cevabımızı yiğit yoldaşlardan devraldık kızıl bayrağı, bize onu onurla taşımak düşer. Madem ki sıra bize geldi, hoş geldi sefa geldi. Başımız gözümüz üstüne! Ucuz komediden ibaret oyunları neyi getirir bilinmez, ama; şu bir gerçek ki kanla yazılan tarih silinmeyecek, devrimci irade teslim alınamayacaktır! Burcu Koçlu Kadın Kapalı Hapishanesi Şakran/ Aliağa


,

yi yükseltmeye çagırıyor! “Kurtuluşumuz sınıf mücadelesinin zaferiyle gelecek!” Ülkemiz 31 Mayıs’ta belki de tarihinde ilk defa bir isyan yaşadı. Milyonlarca insan hükümetin dinci-gerici politikalarına karşı isyan etti. Gezi Parkı’nın AVM’ye dönüştürülmeye çalışılmasına karşı insanları yıllardır rahatsızlık duyduğu kapitalist yağmaya dur dedi. 7’den 70’e tüm insanlar kendi rahatsızlıklarını sokakta birleşerek haykırdılar. Bu isyanda en etkin rolü de gençlik üstlendi. Yıllardır üniversitelerdeki parasız eğitim talepleri için ve polis-ÖGB baskısına karşı yaptıkları eylemlerde devletin tutuklama ve gözaltı terörüne maruz kalan üniversite gençliği, ortaokuldan itibaren Anadolu ve Fen Lisesi sınavları ile üniversiteye girebilmek için YGS ve LYS gibi sınavlarla boğuşan liseli gençlik bu isyanın baş aktörü oldu. Haziran ayında başlayan halk hareketi şu an durulmuş gözükse de İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir gibi birçok kentte mahalle ve park forumlarıyla olgunlaşmakta, kendi iç dinamiklerini geliştirmekte. Toplu sözleşmelerin görüşüldüğü/görüşüleceği, yanıbaşımızdaki Suriye ile savaşın söz konusu olduğu, dünyada yaşanan ekonomik krizin Türkiye’yi de içinden çıkılmayacak bir krize sürüklediği, üniversitelerde Yeni YÖK Yasası’nın uygulamaya koyulacağı, üniversitelerin polis kontrolüne geçeceği bir döneme giriyoruz. Bütün bunlar, sermayenin kendi krizinin yükünü işçi ve emekçiler ile ailelerine yüklemeye çalışacağı bir süreçte hareketli günlerin yakın olduğunun göstergesidir. Önümüzdeki dönem, gençliğin daha çok sorumluluk alması, doğru politikalarla hareket etmesi gereken bir dönem. Üniversite gençliğini bekleyen iki önemli sorun var. Birincisi 2000’li yılların başında başlayan Bologna süreci kapsamında çıkartılan Yeni YÖK Yasası’dır. Üniversitelerin sermayenin çıkarına eğitim vereceği, sermayedarlar tarafından yönetileceği ve üniversitelerde akademisyenlerin işçi, asistanların köle, öğrencilerin müşteri olacağı Yeni YÖK Yasası’na karşı mücadele etmek üniversiteli gençliğinin en büyük sorumluluğudur. Kapitalizm 1929’dan bu yana görebileceği en büyük krizin başındadır ve bu krizi atlatmak için işçi ve emekçilerin sendikal-sosyal haklarını gasp etmekte (Torba Yasa, SSGSS Yasası, kıdem tazminatının gaspı...), kendisi için yeni kâr alanları yaratmaya çalışmaktadır. Yeni YÖK Yasası da üniversitelerin sermayeye açılarak kâr alanı olmasını sağlamakta, üniversite yönetimini patronlara, valiye, polise ve kendisine piyon olan öğretim görevlilerine vermektedir. Bu durumu engellemek için öğretmen, öğrenci ve üniversite işçilerinin birlikte mücadelesini örmenin zamanıdır. Üniversiteler son yıllarda sermayenin kıskacında sıkıştırılıyorlar. Bu duruma karşı mücadele eden devrimci ve ilerici öğrenciler faşist saldırılara, polis terörüne ve idari yaptırımlara maruz kalıyor. Bu durum da üniversite gençliğin önündeki ikinci sorundur. ODTÜ’deki ‘başkaldırıyoruz’ eylemleriyle tekrar ivme kazanan üniversitedeki öğrenci mücadeleleri sermaye ve devleti için büyük tehlike oluşturuyor. Devlet üniversitelerindeki sermaye karşıtı mücadele engellenmek için, üniversitelerin “güvenliği” polise devredilmektedir. Zaten polisin baskı ve terörüne fazlasıyla maruz kalan öğrencilerin bu durumu, yasalar gözünde de tanınmış ve hukuki olacak. Polisin üniversitelere girmesi demek geçmişte olduğu gibi Ali Serkan Eroğlu, Aydın Erdem, Şerzan Kurt gibi devrimci ve ilerici gençlerin öldürülmesi demektir. Zaten polis tarafından Haziran isyanında öldürülen Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert polisin üniversitede nasıl bir rol üstleneceğinin kanıtıdır. Devrimci, ilerici, demokrat gençliğin yapması gereken, devlet tarafından katledilen yoldaşlarımızın/dostlarımızın hesabını sormaktır. Katilleri üniversitelerden içeri almamaktır. Polis, üniversitedeki gençlerin canını değil, sermayenin iktidarını korumak için üniversiteye giriyor. Haziran isyanını okullara taşımalı, mücadelemizi kampüslerin dışında işçi ve emekçilerin mücadeleleriyle birleştirmeliyiz. Kurtuluş sadece kampüste vereceğimiz mücadeleyle gelmeyecek, kurtuluşumuz sınıf mücadelesinin zaferiyle gelecek. Denizler, Mahirler unutulmuyorsa eğer, kendi sınırlarını aştıkları için, kendi mücadelelerini işçi sınıfı ve yoksul halkın mücadelesiyle bir gördükleri için unutulmuyor, unutulmayacak ! Tutsak Gezi direnişçisi, Ekim Gençliği okuru Yunus Kızıltaş İzmir Kırıklar 1 Nolu F Tipi Hapishanesi

37


Ulucanlar: Direniş, umut ve de zafer! T. Kor

“Hedef şaşmaz ve atış menzilinin dışına çıkmaz. Artık kesindir, şafağa az kaldı. Bilinir ki en koyu karanlık şafağın öncesidir Ve aslında kısa bir güneş tutulmasıdır Ulucanlar’da yaşanan...”* Ulucanlar, 14 yıldır menziline ulaşamamış çelik ok. Canların feda edildiği, hayatların durup düşüncelerin yürüdüğü dört duvar... Ulucanlar, düşmanın yengi için gelip direnişle karşılandığı diyar. Katliamın ve sömürünün başkentinde kızıl bayrak dalgalanan burç... Ulucanlar, direnişle yazılan devrimin izinsiz tutulmuş günlüğü. Gökteki her yıldıza birer isim uğurlamış galaksi... Ulucanlar, iklimi kurşuni gri. Sert poyrazlı zaferin müzelere gömülemediği anıt... Ulucanlar Direnişi’nin 14. yılındayız. 14 yıldır gururla karşıladık 26 Eylül’ü. Zira biz her zindan katliamında olduğu gibi yanık duvarların, boş kovanların arasından zafer işaretleriyle dışarı çıktık Ulucanlar’da da. Ayakta bile duramayan tutsaklarımızdan şehitlerimizin naaşına kadar her bir özgürlük mahkumu yüzünde tebessümü, boğazında sloganı, yüreğinde umuduyla dışarı çıktı. Öldük ama diz çökmedik! Bedel ödedik ama yenilmedik! “Bir gün akıp gideceğiz hayata… Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin.”** Ulucanlar zindanı Ankara’nın göbeğindedir. Bu çürümüş Türkiye Cumhuriyeti kadar yaşlıdır. 1925’te kapısı açılır, demir parmaklıklarla kapatmak için hayatı. Bundandır zalimliği; baskıyı her tuğlasına sindirerek, harcı kinden, temelleri ölümden yapılmıştır. Eşitlik, özgürlük, umut ve mücadeleye dair söz söyleyenin adını ezberlediği bu zindan 14 sene evvel Eylül ayını devirirken bir kez daha katliam karşısında direnişe şahit oldu. Avlusunda Nazım Usta şiir yazdı, Yılmaz Hoca “Duvar” dedi film çekti. Ama o Eylül şafağında ne edebiyat ne de film karesi vardı. Akan yaşam, sıkılan 7.65’lik mermiydi. Elde liste, telsizde “30-40 kişiyi gözden çıkarın” cümlesi...

“Mitingde bir eylemcinin sırtına inen cop, aslında onu televizyon başında izleyen içindir” Ümit yoldaşın sözüdür. Ve devlet nasıl televizyonda izleyen için vuruyorsa biz de onun için direniyoruz işte. Bir avuç karanlık yüzlü sömürü savunucusu karşısında direnince nasıl da yenilmez olunduğunu, tanrı görünümlülerin asalak yaşamaya mahkum bir varlık olduğunu göstermek için direniyoruz. Ama tarih gösterdi işte, direnenin son sözü söyleyeceğini 14 sene içinde çokça kanıtladı. 14 sene içinde her kafamıza inen copta Ulucanlar’ın ruhunu taşıdık. Direndik, yılmadık. Ulucanlar’da üzerine kurşun yağarken halay çeken yoldaşlarımızdan öğrendik biz direnişi. Eylül katliamında kanla yazılan tarih bize bir Haziran günü Taksim Meydanı’nda binlerce polisiyle kaçışan sistemi gösterdi. Yine bedel ödedik. 4 can verdik. Nicesi haftalarca uyutulup aramıza döndü. 12 canımız hayatı tek gözle görecek. Ama ne hayatlar söndü ne de tek gözle bakmak ufkumuzu daralttı. Güneşi gördük biz Haziran Direnişi’nde. Ve kalbimizin orta yerinde, bilincimizin en derinliğinde Ulucanlar Direnişi vardı. Çünkü biz gururla söyledik; hep direndik! Ulucanlar’da, Taksim’de, yaşamın ve sınıfımızın olduğu her yerde! 14 yıl geriye gittim bir Haziran akşamında. Taksim çatışmaları sırasındaydı. Direnişin kardeşleştirdiği bir gençle sohbet ediyordum. Militan yüreklilerin hedef alınarak atılan gaz

38

bombası fişekleri karşısında yalın adlarıyla çıkanların bulunduğu bu caddede bir yaralının taşındığını gördüm. 14 sene geriye gittim. Ulucanlar Zindanı’nın kapısında az karşılaşmadık yoldaşla ve şimdi yaralanmış götürülürken o, yine yan yanaydık. Koştum, yetiştim taşıyanlara. Kanı gördüm. Korktum, yoldaşsa beni görünce gülümsedi. Bu da bana yetti. Yitti korkular, geriye kalansa sadece yapılması gerekeni yapmaktı. Bu his Ulucanlar’da misliyleydi eminim... Hep düşünmüşümdür; Ulucanlar Direnişi’ni anlatan bir kitabı okuduğu için birisi mücadeleden korkmuştu. Onu anlamadım. Korktuğu o insanlar gibi olamamak, acıya dayanamamaktı. Ama o acı yaşamın her alanındaydı. O acı, maskesiz kimyasal havuzuna sokulup zehirlenen işçinin soluduğu havadaydı; madende göçük altında kalıp günlerce yardım bekleyendeydi. Amerika’da bir yüksekokul bahçesinde kafanıza sıkılan bir kurşunun Ulucanlar’daki mermiden farkı yoktu. Ama Ulucanlar’da acıyı aşan bir his tüm vücudu kapladığı için bugün ona direniş deniyor. Düşünün ki kafasına çivi saplanan İsmet Kavaklıoğlu’nun saatlerce gördüğü işkencenin ardından slogan mırıldandığı söylenir. Habip yoldaş Ulucanlar’da cezaevi idaresi karşısında devrimci iradenin temsilcisi olduğu için saatler süren işkenceden geçirildi. Çünkü biz de devlet de Habip koridora yöneldiğinde adımını geri atan gardiyanları biliriz. Ama acıyı hissetmek düşmandaydı. Bunun için dışarıya adı hem Habip Gül hem de Nevzat Çiftçi olarak aktarıldı. Onu kod adıyla da öldürmüş olmanın ilanı ancak yaşadıkları acıyı yüzlerine taşıdı. Bizse biliriz ki Habip yine duvarları delerek düzene kafa tuttu, bu sefer tüneli değil cansız bedeniyle... Bir zindan direnişi gazisinden dinledim. Katliam sonrası koğuşa döndüklerinde kanlı pirinçlerden yemek yaptıklarını. Yemek yaşamak için değil direnmek içindir. Bir gün sonra savaş için yine mevzide olmak için tek silahınız bedeninizken duramaz ve yas tutmaya yenilemezsiniz. Adları onurla, anıları tebessümle taşınanların, hayalleriyse direniş barikatı olanların ardından yas tutulmaz! Yaşananları okurken, acıya gülmek şehitlerin mirasıdır. Yas değil devralınan bayrağın taşınmasıdır görev. Bu direnişi görenler bunu yaptı. Yapıyor ve yapmalı... Biz direnişi gördük. Direnişle büyüdük. Yaşamak direnmek oldu bazen, bazen büyümek için direndik. Büyümek ve Ulucanlar’da gördüğümüz, dinlediğimiz ve öğrendiğimiz direniş olmak için. Günü geldi ve Haziran direniş olduğunda bu topraklarda her yer Ulucanlar oldu. Adlarını hiç duymamış, 14 sene evvel yeni doğmuş çocuklarımızla direniş ateşleri yakıldı. Çabuk büyüdük ve direnişte öğrendik; direnişin geçmişini, son savaşa kadar kazanılmayacağını... Özgürlük için kavgaya, kavga için umuda sarılan Eylül’de vedalaştığımız on yürek bir kez daha yol gösterdi bize. 14 sene evvel çıkıp “Artık bitti, yenildiniz” diyen sesler kısılırken biz hala en gür sloganlarla meydanlardayız. “Artık size rahat yok” diyenler, rahat oldukları tek bir sokak olmadığı için şimdi Eylül’den korkuyorlar. Varsın korkudan silahlarına sarılsınlar. Varsın canlarımızı aramızdan alsınlar. Zindan duvarlarını aşan direniş, korku duvarlarını da yıktı. Onları koruyacak ne dört duvar ne de o kadar güçlü bir silah var... Biz de bir Eylül geçişi uğurlananları anarken Eylül karanlığını yırtanlardan bugünlere korkuları büyütmeye devam edeceğiz. Nice Haziran Direnişi’yle yürüyeceğimize söz vererek kalemi bırakıyoruz. Eylül sonunda şehitlerimizin mezarı başında biz yine kavgada olacağız. Sözümüzü orada söyleyeceğiz... * Ulucanlar Katilamı’nda direnen bir özgür tutsaktan... ** Ulucanlar’da tutsaklık yaşayan Yılmaz Güney’in şiirlerinden...




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.