Ekim Gençliği 148. sayı

Page 1



Gençlik içinde, burjuvazinin baskı ve gericiliği örgütlemesine karşı

Direniş ve örgüt çağrısını güçlendirelim! Baskı ve gericiliğin yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Sadece üniversitelerimizde değil, yaşamın her alanında bunun sayısız örneklerini görüyoruz. Baskı ve gericilik hiç de dönemsel veya kapitalistemperyalist sistemin bunalımlarından bağımsız bir durum değil. Bu dönemi anlayabilmek öncelikle dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelere bakmayı gerektiriyor. Bugün dünya ekonomik krizlerle, çok yönlü bunalımlarla ve bunlara karşı kitle hareketleriyle, halk isyanlarıyla çalkalanıyor. Egemenler bu çıkmazdan bölgesel ve iç savaşlarla, baskı ve gericiliği arttırarak çıkmaya çalışıyor. Burjuvazinin bu tavrı hiç de dönemsel değil, kendi sınıfsal özelliklerinden geliyor. Egemen ve sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi, egemenliğini sürdürebilmek adına her alanda baskıcı ve gerici yüzünü gösteriyor. Bu baskı ve gericilik tüm çalışma alanlarımızda olduğu gibi üniversitelerde de karşımıza çıkıyor. Gençlik hareketini sindirmek, gelişmesini engellemek için her türlü yöntem uygulanıyor. Baskı ve gericilik karşısında düzeni hedef alan devrimci bir bakış oluşturmak, devrimci politikayı hayata geçirmek, bu taraflaşma içerisinde kitleleri kazanmak, örgütlemek gençlik içerisindeki tüm siyasi öznelerin ve samimi unsurların omuzlarındaki bir görev olarak karşımızda duruyor. Baskı ve gericiliğe karşı mücadelede mesafe alınamadığı ölçüde gençlik hareketinin gelişmesi çok zor olacaktır.

Gençlik içinde korkuyu örgütlüyorlar Öncelikle baskı ve gericiliğin kapsamını doğru kavramak durumundayız. Baskı denildiğinde sadece fiziki şiddeti, polisi, ÖGB’yi anlamamak gerekiyor. Bunlar sadece baskı politikalarının birer yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Elbette ki baskı politikalarının her ayağını teşhir etmeli, karşısında tutum almalıyız. Ancak baskı her alanda kitleler üzerinde kurulmaya çalışılan denetim mekanizmalarıyla, her adımda egemenliğini göstermeye çalışan düzen güçleriyle karşımıza çıkıyor. Korku, tüm gençliği saran, onun hareket etmesini engelleyen bir olgu olarak örgütleniyor. Evet, korku örgütleniyor. Gençlik üzerinde her an soluğunu hissettirmeye çalışıyor, gençliğin etrafında bir duvar olarak örülüyor. Bu korku duvarlarını Haziran’da kurduğumuz barikatlarla yıktık, korkunun soluğunu atılan gaz bombalarına karşı sergilenen iradeyle dağıttık. Bu, direnişte yer alan her bireyin kendi içinde ve yaşadığı toplumda gösterdiği gelişme üzerinden özneleşmesi ile başarıldı. Bu yüzden direniş denildiğinde artık akıllara korkuyu yenmiş, düzenin baskılarına karşı biraraya gelmiş kitleler geliyor. Bir kez bunu yaptık, yapılabileceğini gösterdik bilinci geliyor. Örgütlenen korku ile yıkılamaz denilenlerin nasıl da korkak olduğunu gördük. Üniversitelerimize polisin sokulmaya çalışılması, adım adım

3


Dönemin başında gençlik direnişe şiarını yükselttik. Gençlik içerisinde bu şiarın, bu çağrının bir karşılığı olduğu kuşku götürmez. Şimdi, direniş çağrısına yanıt verenlerin, Haziran ruhunu içinde saklayanların devrimci dinamizmini örgütleme zamanı. Direniş ruhu karşısında, gençliğin dinamizmi ve potansiyeli karşısında, baskı ve gericiliği örgütlemeye çalışanların karşısında kitleleri direnişe, örgütlenmeye çağırma zamanı.

bu politikanın hayata geçirilmesi bu korkuyu gençlik içinde örgütleme çabasındandır. ÖGB’lerle her an denetim altında tutulmaya çalışılmamız bundandır. Üniversitelerimizin etrafına yükselen duvarlar, tel örgüler, demir kapılar, kör pencereler, kameralar, yasaklar, soruşturmalar, faşist saldırılar bundandır. Gençlik içinde korkuyu örgütlemek içindir. Bunun karşısında yapmamız gereken, direnişi örgütlemektir. Direniş ruhu bugün gençliğin dinamizminde, coşkusunda, militanlığında yaşamaktadır. Bunu açığa çıkartmak, örgütlemek bizlerin görevidir.

Gençlik içinde gericilik örgütleniyor Gençlik içinde gericilik örgütlenmeye çalışılıyor. Gericilik elbette sadece dinsel kisve altında çıkmıyor karşımıza. Dinsel gericiliği de içine alan gerici burjuva ideolojisi gençlik içinde örgütlenmeye çalışılıyor. Bu gericilik, yeri geliyor dinsel gericilik, yeri geliyor milliyetçi-şoven gericilik olarak karşımıza çıkıyor. Yeri geliyor sistemin yapıtaşı olan kapitalizmin söküp atmadığı, aksine kendi içinde geliştirip örgütlediği aile ilişkileri, erkek egemen gericilik ve buradan yansıyan toplumsal gericilik olarak karşımıza çıkıyor. Yeri geliyor mülkiyetçi bencillik olarak katıksız burjuva gericiliği biçiminde karşımıza çıkıyor. Adı ve çeşidi ne olursa olsun gerici burjuva ideolojisi gençlik içinde egemen kılınmaya, örgütlenmeye, örgütlü bir güç olarak hem gençlik düzene kazanılmaya hem de kazanamadıkları üzerinde baskı mekanizması olarak işletilmeye çalışılıyor. Faşist saldırılarla, aile baskısıyla örgütlü gericilik aracılığıyla gençlik hareketi üzerinde terör estiriliyor. Hakkını arayan, mücadeleye katılan özneler, Kürt öğrenciler, devrimciler hedef gösteriliyor. Birçok üniversitede yaşanan faşist saldırılar, okul idarelerinin ve polisin saldırganları koruyan, korumakla kalmayıp ortak çalışan, saldırıları örgütleyen tutumları artık herkesçe biliniyor.

Örgütlü bir güce ancak örgütlü bir güçle karşı konulabilir

4

Çünkü yukarıda da belirttiğimiz üzere düzen baskı ve gericiliği örgütlüyor. Gençlik içinde korkuyu örgütlüyor. Çünkü burjuvazi örgütlü bir

güç olarak, örgütlü bir devlet mekanizmasını elinde bulundurarak karşımızda dikiliyor. Onlar bir avuçlar, ancak örgütlüler. Güçleri buradan geliyor. Biz milyonlarlayız. Tarihsel haklılığımız, tarihsel olarak geleceği temsiliyetimiz var. Ancak tarih, her ne kadar nesnel koşullar oluşsa da örgütlü öznel müdahale olmadan geleceği bize getirmez. Karşımızdaki ve içimizdeki örgütlü korkuyu, örgütlü burjuva gericiliğini söküp atmak, yıkıp yerle bir etmek ancak örgütlü bir güce kavuşmakla mümkündür. Bunun için direnmek, direniş çağrısını büyütmek gerekmektedir. Direniş içerisinde gücünün farkına varmayan, özgürleşmeyen; geleceğini direnişin örgütlenmesinde, bu direniş ruhunu kuşanmakta olduğunu görmeyen; gençlik içerisinde direnişi örgütleme gerekliliğini, direnişi yönlendirmek için örgütlü bir güce ihtiyacı olduğunu kavramayan bir gençlik geleceği temsil edemez, temsil edemediği ölçüde kuramaz da. Bunu başaramadığında makûs talihi bu düzen içerisinde yitip gitmesi, tüm insani değerlerinin çökmesi, çürümesi olur. Buna izin vermeyecek olan bizleriz.

“Baskılara ve gericiliğe DİREN, ÖRGÜTLEN!” çağrısını gençlik içinde örgütlemeye, gençliği örgütlemeye! Dönemin başında gençlik direnişe şiarını yükselttik. Gençlik içerisinde bu şiarın, bu çağrının bir karşılığı olduğu kuşku götürmez. Şimdi, direniş çağrısına yanıt verenlerin, Haziran ruhunu içinde saklayanların devrimci dinamizmini örgütleme zamanı. Direniş ruhu karşısında, gençliğin dinamizmi ve potansiyeli karşısında, baskı ve gericiliği örgütlemeye çalışanların karşısında kitleleri direnişe, örgütlenmeye çağırma zamanı. Yinelemek gerekirse, bugün için mücadelenin somut çağrısı öncelikle “Baskılara ve gericiliğe diren, örgütlen!” çağrısıdır. Bu çağrı somut bir çağrıdır. Bu çağrıyı gençlikle buluşturmak, bu çağrıya yanıt vermesini sağlamak, bu çağrıyı gençlik içinde örgütlemek öncelikli görevdir. Genç komünistler olarak bizler bu çağrıyı gençlik içinde örgütlü bir güç haline getirmeliyiz. Bu çağrı ile gençliği örgütlü bir güç haline getirmeliyiz. Bu örgütlü güce yaslanarak devrim ve sosyalizm davasına dört elle sarılmalıyız.

Ekim Gençliği


YÖK’te değişen bir şey YOK! 1980 darbesinin ürünü olan ve üniversiteleri burjuvazinin hizmetine açmakta kolaylık sağlamak, gençlik üzerindeki baskıyı sistematikleştirmek için kurulan YÖK, bugün de misyonuna uygun bir şekilde hareket etmektedir. Her gelen hükümetle birlikte YÖK’ün değişeceği, kaldırılacağı veya üniversitelerin özgür olacağı söylenir. Oysa YÖK bu sistemden bağımsız ele alınamayacağı için her gelen hükümet, YÖK’ün devamlılığını sağlamakla yükümlüdür. YÖK, kurulduğu günden beri üniversitelerin başına çöreklenmiş kara bir buluttur. Darbe öncesinde kurulmak istenen YÖK, gençliğin örgütlü mücadelesi sonucu kurulamamış, ancak darbeyle birlikte kuruluşunu tamamlamıştır. Üniversitelerin piyasaya açılması, ticarethaneye dönüştürülmesi YÖK sayesinde daha da kolaylaştırılmıştır. Üniversitelerde düşünen, sorgulayan ve hakkını arayan öğrencilere her daim soruşturmalar açılmış, uzaklaştırma cezaları verilmiş ve “okulda siyaset yapılamaz” bakışı hakim kılınmaya çalışılmıştır. Oysa YÖK’ün kendisi kurulu düzenin devamı için vardır ve siyasetin bir aracıdır. YÖK aracılığı ile devrimci ve ilerici öğrenciler üzerinde baskı politikaları artarken, faşistler ve gerici zihniyet üniversitelerde kendilerine rahatça yer bulabilmiştir. Bizzat devlet tarafından desteklenerek, devrimci ve ilerici güçlere karşı kullanılmışlardır. Üniversitelerde bu çeteler tarafından yaşanan bir çok saldırıda çeteler korunurken, devrimci ve ilerici öğrenciler yılları bulan cezalarla karşı karşıya kalmışlardır.

YÖK sistemin bir parçasıdır! YÖK salt mevcut hükümetler ekseninde açıklanabilecek bir kurum değildir. Burjuvazinin egemenliğini üniversitelerde güçlendirmek ve örgütlü gençliğin üzerindeki baskıları sistematikleştirmek için kurulan YÖK bu düzenden bağımsız düşünülmemelidir. Sistemin çıkarları doğrultusunda yöntemleri değişse de özü hep aynı kalmaktadır. Bu nedenle her 6 Kasım öncesi yapılan YÖK tartışmaları sol içerisinde belli ayrımları ortaya koymaktadır. Zira reformizm, sorunu salt hükümete indirgemekte, sistem gerçekliğini göz ardı etmektedir. “AKP’nin YÖK’ü” vb. kavramlarla gençliğin aklını bulandırmanın ötesinde birşey yapmamaktadırlar. AKP’den önce de hakkını arayan birçok öğrenciyi üniversiteden atıyor, üniversitelerde mümkün olduğunca devrimci faaliyetin önüne geçmeye çalışıyorlardı. Bu sorun salt AKP ile açıklanabilecek bir sorun olmadığı gibi meselenin buraya sıkıştırılma çabası da yanlış ve yanıltıcıdır. Komünistler bu nedenle YÖK ve YÖK

düzeni vurgusunu öne çıkartırlar. Çünkü salt YÖK karşıtı bir mücadele de sorunu darlaştıracaktır. Sistem YÖK’ü kaldırdığında yerine ismini değiştirerek yeni YÖK’ler oluşturur. Bizim, YÖK’ü sistemin bir parçası olarak görmemiz ve YÖK’ten gerçek kurtuluşun bu sistemin yerle bir olmasından geçtiğini bilmemiz gerekir. Bu yüzden asıl mesele iktidarda burjuvazinin olması ve eğitim alanının onun çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesidir.

Güncel tartışmalar ışığında YÖK gerçeği Baskı ve gericiliğin her cephede arttığı günümüzde, YÖK de üniversiteler cephesinden boş durmadı. Her üniversitede mescit bulunurken yeni cami projeleri ile dinsel gericiliğin önü açılmaya çalışıyor ve dinci gericiliğe örgütlenme alanları sağlanıyor. Diğer taraftan ise ‘üniversitelere özgürlük bol geldi’ söylemleri ile artacak baskı politikalarının sinyalleri veriliyor. Bir gün öncesinde açıklama yapan Çetinsay, üniversitelerde siyaset yapılması gerektiğini, öğrencilerin hocaları ile rahatça siyaset tartışabileceğini söylerken bir gün sonra üniversitelerde stand açmak, bildiri dağıtmak, afiş asmak yasaklanıyor. Birçok üniversitede zaten yasak olan ve gençliğin fiili meşru mücadele ile kazandığı bu alanlar bu kararla tırpanlanmaya çalışılıyor. Böylelikle sermayenin sözcüleri ikiyüzlülükte sınır tanımıyorlar. Buradan da görüyoruz ki YÖK’ün söylemleri değişse dahi özünde değişen hiçbir şey yoktur. YÖK daima sermayenin çıkarları için üniversiteler üzerindeki baskı politikalarının savunucusu halindedir.

Haziran korkusu dillerine vurmuş Yapılan açıklamalara bakılırsa, Haziran Direnişi’nde en ön saflarda bulunan gençlikten korktukları gözlerden kaçmıyor. Bir taraftan özgürlükten bahsederken, diğer taraftan özgürlükler tırpanlanmaya çalışılıyor. Gerçekleşecek saldırılar doğrudan söylenmektense üstü kapalı bir şekilde söyleniyor. Önümüzdeki dönemler hem bizim için hem de sermaye devleti için zorlu bir dönem olacak. Okullara polisin sokulması, gericiliğin körüklenmesi, piyasacı eğitimin yoğunlaşması, bir bütün olarak baskı politikalarının artması sokakları tekrar tutuşturacaktır. Nasıl ki 80 öncesi YÖK’ün kuruluşunu gençliğin örgütlü ve direngen ruhu engellediyse, YÖK’ü ve YÖK düzenini de tarihin çöplüğüne atacak olan gençliğin örgütlülüğü ve direngenliği olacaktır.

A. Akın

Baskı ve gericiliğin her cephede arttığı günümüzde, YÖK de üniversiteler cephesinden boş durmadı. Her üniversitede mescit bulunurken yeni cami projeleri ile dinsel gericiliğin önü açılmaya çalışıyor ve dinci gericiliğe örgütlenme alanları sağlanıyor. Diğer taraftan ise ‘üniversitelere özgürlük bol geldi’ söylemleri ile artacak baskı politikalarının sinyalleri veriliyor.

5


Baskı ve gericilik politikaları yoğunlaşıyor!

Haziran’ın ruhu bugün yoğunlaşan baskı ve gericiliğe karşı izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Gençlik baskı ve gericilik karşısında direnmek zorunda. Gençlik aynı zamanda örgütlenerek direnişini büyütmek, Haziran’ın etkisiyle ve korkusuyla daha da saldırganlaşan sisteme, sistemin icra kolu AKP iktidarına yanıt vermek zorunda.

Sistemin çok yönlü bunalımı derinleştikçe baskı ve gericilik politikaları şiddetleniyor. Yaşamın geneline gericilik hakim kılınmaya çalışılıyor. İşçiler, emekçiler, gençler ve kadınlar gerici saldırılar altında sersemletilerek bilinçleri bulandırılmaya ve ortaçağ karanlığına gömülmek isteniyor. Aynı zamanda gerici söylemlerle yapay gündemler oluşturuluyor, toplumun gerçek gündemlerinin üzeri örtülmeye çalışılıyor. On yıllardır süren ve AKP iktidarı tarafından alabildiğine katmerli hale getirilen bu saldırılara baskı ve zorbalık eşlik ediyor. Sermayedarların devleti ve hükümeti toplumun genelini hedef alan baskı politikası izleyerek herkese göz dağı vermeye, sindirmeye çalışıyor. Tüm muhalif sesler baskı yoluyla boğulmak isteniyor. Gençlik bu baskı ve gericiliğin çoğu durumda temel hedefi durumunda. Sistem bir yanda gerici zihniyetini AKP eliyle gençliğe empoze etmeye çalışırken, bir yandan da “kızlı erkekli evlerde kalıyorlar” tartışmalarında olduğu gibi gericiliğe yasal dayanaklar oluşturmaya çalışıyor. Dincigerici AKP iktidarının şefi Tayyip Erdoğan her fırsatta çıkıp gençliğe saldırıyor. Sık sık “ahlak” dersi vermeye yeltenen nutuklar atıyor, gençliği gerici karanlıklarında boğmak istediklerini açıkça dile getiriyor. Özgürlüklerden, demokrasiden her zamankinden çok bahsedildiği şu günlerde Gezi iddianameleri hazırlanıyor, üniversitelerde afiş asmak, stand açmak yasaklanıyor, soruşturma terörü yaygınlaşıyor. Üniversitelerde gerçekleşen eylemlere saldırılıyor, üniversiteler karakola çevrilmeye çalışılıyor.

Baskı ve gericiliğin kaynağı emperyalist kapitalist sistemdir!

6

Toplumun genelini, özelde ise gençliği hedefleyen baskı ve gericilik politikalarının ortaya çıkarttığı ve her geçen gün ağırlaşan tablo orta yerde duruyor. Günün öne çıkan ve bir dizi gelişmeyi doğrudan etkileyen baskı ve gericilik uygulamalarına karşı mücadeleyi güçlendirmek temel bir yerde duruyor. Baskı ve gericilik politikalarına karşı mücadeleyi güçlendirmek, direnişi örgütlemek, ancak bu politikaları bütünlüğü içerisinde anlamakla olanaklı olabilir. Kapitalist sistem kronik olarak yarattığı krizlerle boğuşurken dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de gemi azıya almış durumda. Birçok ülkede -ki bunlara demokrasisinin gelişmişliği ile dünyaya

örnek olarak gösterilen ülkeler de dahildirekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel saldırılar yoğunlaşırken, polis devleti uygulamaları yaygınlaşıyor. Savaş ve saldırganlık emperyalistler tarafından tırmandırılıyor. Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok noktası kan gölüne çevrilmiş durumda. ABD’nin çözülen hegamonyası, dünya genelinde emperyalistler arası egemenlik yarışını kızıştırıyor. Kapitalist sistemin içerisine girdiği krizin yıkıcı etkileri sürüyor. Emperyalist-kapitalist sistemle organik olarak bağlı bulunan Türkiye de bu sürecin tam ortasında yer alıyor ve kendi iç süreçlerinin yarattığı bunalımların yanı sıra dünya genelinde yaşanan çok yönlü bunalımlardan da doğrudan etkileniyor. Adımlarını da emperyalistlerin güdümünde atılan adımların bütünlüğü içerisinde atıyor. Emperyalistler hesabına dışarıda savaş ve saldırganlık çığırtkanlığı yaparken, içeride de baskı ve gericilik ile toplumu sindirmeye çalışıyor. Bugün yaşamın her hangi bir alanında karşılaşılan en ufak bir sorunu dahi bütünlüğü içerisinde yerli yerine oturtmadan, o soruna karşı çözücü adımlar atılamaz. Atılan kimi adımlar da gelip geçici olmak ve güdük kalmak dışında bir sonuç üretmez. Gündelik yaşam içerisinde AKP hükümetinin 11 yıllık icraatları ve gelinen yerde diğer bütün hükümetlere göre özgünlüğünü gözetmek önemli bir yerde duruyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca kurulan hükümetlerden birçok yönüyle farklı ve hükümet olduğu dönem içerisinde devletin ve yaşamın birçok alanında kurumsallaşma adımları atan, bu adımlarda da iktidara yerleşen bir hükümet var karşımızda. AKP hükümetinin bu özgünlüğünü gözetmek, yönelttiği saldırılar karşısında mücadeleyi yükseltmek, AKP hükümetini hedef alan mücadele süreçleri örgütlemek önemli ve günün içerisinde acil bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Fakat AKP iktidarını ve uygulamalarını sistemin bütünlüğü içerisinde ele almadan, AKP’yi sistem içerisinde yerli yerine oturtmadan ve sistemi hedefleyen, temelde kapitalizm gerçeğine vuran bir “AKP karşıtlığı” örgütlemeden yol yürüme şansı bulunmuyor. Toplumsal yaşamda karşımıza çıkan en ufak sorundan en büyüğüne kadar hepsinin kaynağı emperyalist-kapitalist sistemdir. Kaynağı yerli yerinde dururken sorunları ortadan kaldıramazsınız. Kimi dönemler -mücadelenin gelişimiyle orantılı olarak- bu sorunları sadece hafifletebilirsiniz. Ufku düzen sınırlarını aşmayan reformistlerin her şeyi getirip bağladıkları salt


“AKP karşıtlığı” gözlerini gerçeklere kapamaktan, günü kurtarma telaşına geleceği kurban etmekten öte bir sonuç yaratamaz. Bugün AKP hükümeti eliyle yürütülen baskı ve gericilik politikalarına, AKP ile birlikte emperyalist kapitalist sistemi de hedef alan bir bakış ile karşı konulabilir. Sistemi hedef almak devrim ve sosyalizm alternatifini ortaya koymak anlamına gelir. Baskı ve gericiliğe karşı çözümün devrim ve sosyalizm olduğu, gençliğin tek kurtuluşunun da buradan geçtiği her fırsatta etkili bir çalışmayla dile getirilebilmelidir.

Somut saldırılara somut mücadele araçlarıyla yanıt verilebilir! Baskı ve gericiliğe karşı devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltmek aynı zamanda gündelik yaşamda karşımıza çıkan uygulamalara karşı direnişi yükseltmeyi gerektiriyor. Sistemin bütününü hedefleyen, sorunların köklü ve kalıcı çözümünü ortaya koyan çalışma, kendi içerisinde günübirlik faaliyeti bu hedefe kilitleyen çalışmaları da zorunlu kılıyor. Siz eğer üniversitelere polisin konumlandırılmasına karşı etkili bir direniş örgütleyemezseniz, bunu gençlik kitleleri içerisinde etkili bir çalışma ve mücadele konusu haline getiremezseniz kitlelerin karşısına bir taraf olarak da çıkamazsınız. Sermaye devleti bugün AKP hükümeti eliyle uyguladığı her türlü saldırıyı, topluma sanki başka bir alternatif yokmuş gibi gündelik olarak kanıksatmaya çalışıyor. Bunun için baskı ve gericilik zinciri, gündelik olarak bizzat uygulandığı alanlarda ortaya çıkan somutluk üzerinden alınacak somut tutumlarla kırılabilir. Gelecek alternatifinin yolunu düzleyen taşlar ise işte tam da bu zemin üzerinden döşenebilir. Üniversitelerde afiş asma yasağını ancak afiş asarak kırabilirsiniz. Eylem yapma yasağını, eylem yaparak vb. Ama bütün bunları gençliğin geniş kesimlerinin tutum almasını, taraflaşmasını sağlayacak yol ve yöntemlerle birleştirebilme bakışıyla yapabilmektir önemli olan.

Baskı ve gericiliğe karşı gençlik direnişe, örgütlenmeye! Sistemin yarattığı kara bulutlar Haziran barikatlarında paramparça edildi. Haziran’ın ruhu bugün yoğunlaşan baskı ve gericiliğe karşı izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Gençlik baskı ve gericilik karşısında direnmek zorunda. Gençlik aynı zamanda örgütlenerek direnişini büyütmek, Haziran’ın etkisiyle ve korkusuyla daha da saldırganlaşan sisteme, sistemin icra kolu AKP iktidarına yanıt vermek zorunda. Yoğunlaşan saldırılar karşısında barikat olabilmek, daraltılmaya çalışılan çemberleri kırıp atabilmek gençliğin birleşik kitlesel devrimci mücadelesi ile olanaklı olabilir. Gençliğin bu potansiyelini açığa çıkartabilmek ise bulunduğumuz her alanda dayatılan somut saldırılara somut refleksler örgütleyebilmekten, gençliği bu temelde taraflaştırmaktan ve devrimci olanı ısrarla göstermekten geçiyor.

E. Eren Korkmaz

EÜ’de sivil faşist ve polis saldırısı! Ege Üniversitesi’nde 12 Aralık’ta devrimci, Kürt ve ilerici öğrenciler Alperen Ocakları imzalı afişlerin yapıldığı konservatuar bölümüne giderek afişleri söktü. Bu sırada Alperen Ocakları’ndan 30 kadar faşistin Edebiyat Fakültesi’nin boş olmasından faydalanarak burada bildiri dağıtmaya çalıştıkları haberi alındı. Bunun üzerine Edebiyat Fakültesi’ne dönen kitle satır ve sopalarla bekleyen faşistlerin saldırısıyla karşılaştı. Fakülte içine çekilen kitle toplanarak faşistleri uzaklaştırdı. Faşistleri koruyan güvenliklere de tepki gösterildi. Ardından Gıda Fakültesi’ne doğru yürüyen kitleye polisler saldırarak aralarında bir Ekim Gençliği okurunun da bulunduğu 5 öğrenciyi gözaltına aldı. Sonrasında ise rektörlüğe yürünerek rektörle bir görüşme yapıldı. Faşistlerin cezalandırılması, polisin okul dışına çıkarılması ve gözaltıların serbest bırakılması istendi. Taleplerin karşılanacağını ifade eden rektör, savcılıkla görüştüğünü ve gözaltına alınanların serbest bırakılacağını belirtti.

YTÜ’de Hasan Ferit tiyatrosuna soruşturma Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Rektörlüğü, Gülsuyu’nda çeteler tarafından katledilen Hasan Ferit Gedik’i anmak için yapılan “Hepimiz Hasan Ferit’iz” adlı oyunu gerekçe göstererek 19 öğrenci hakkında soruşturma açtı. Soruşturma kapsamında öğrencilere gönderilen yazıda “11 Ekim günü izinsiz pankart açmak ve slogan atmak” gerekçesiyle disiplin soruşturması açıldığı bildirildi. Öğrenciler, savunmalarını yapmak üzere 19 Aralık’ta rektörlüğe çağrıldı. Öğrenciler 19 kişinin özel olarak seçildiğini belirterek duruma tepki gösterdiler.

Ekim Gençliği okuruna gözaltı! 16 Aralık Pazartesi günü Sincan F Tipi Cezaevi’nde devrimci tutsakları ziyarete

giden bir Ekim Gençliği okuru, görüş çıkışı araması olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Akşam saatlerinde gözaltına alınarak Fatih Karakolu’na götürülen Ekim Gençliği okuru, nöbetçi mahkemeye ifade vermesinin ardından serbest bırakıldı.

ODTÜ davasının ilk duruşması görüldü 2012’de ODTÜ’ye gelen AKP şefi Tayyip Erdoğan’ı protesto eylemi nedeniyle açılan davanın ilk duruşması 17 Aralık’ta Ankara 14. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Dava kapsamında eyleme katılmayan bazı öğrenciler bile yargılanıyor. Duruşmanın başında avukatlar söz alarak delil yetersizliğinden dolayı öğrencilerin ifadeleri alınmadan beraat etmelerini talep etti. Hakim bu talebi gerekçe sunmadan reddetti. Daha sonra öğrencilerin tek tek ifadeleri alındı. Duruşmada hakimin ciddiyetsiz tavırları dikkat çekerken tüm öğrencilerin dinlenmesinin ardından dava 3 Nisan 2014 saat 10.15’e ertelendi.

İÜ’de gerici çete provokasyonu! Uludağ Üniversitesi’nde masa açan ElNursa çetesine müdahale edip okuldan kovan Öğrenci Kolektifleri’ne tehdit ve hakaret dolu bir mail gelmişti. İstanbul Üniversitesi’nde bu durumu protesto etmek için bildiri dağıtıldığı esnada “MuşGenç” adını kullanan gerici çete ortamı provoke etmeye çalıştı. Hergele Meydanı’nda gerçekleşen provokasyon karşısında tüm devrimci demokrat öğrencilerin toplanması ile çetenin çabası boşa düşürüldü. Akşam saatlerindeyse yine Hergele Meydanı’nda Antikapitalist Müslümanlar’dan öğrencileri konuşma bahanesiyle çağıran aynı çete tehditler savurdu. Bu durum üzerine biraraya gelen devrimci ve ilerici öğrenciler gerekli yanıtı verdiler. Ekim Gençliği / İzmirAnkara-İstanbul

7


Direneceğiz! Örgütleneceğiz! Gençliğe yönelik baskılar, gerici uygulamalar sistematik olarak yoğunlaştırılıyor. Gençliğin dinamizmi sindirilmek, gençliğin direnişçi ruhu bitirilmek isteniyor. Bu baskı ve sindirme politikalarının ilk hedefinde öncü siyasal özneler yer alıyor. Bu vesileyle hem öncünün gençlik kitleleriyle bağını kesmek hem de tüm gençliğe korku salmak istiyorlar. Biliyorlar ki öncüyü teslim almadan kitleyi teslim alamazlar. Bunun için her türlü kirli yöntemi, yalanı, provokasyonu, aileyi, soruşturmaları, cezaları, faşist saldırıları, gerici uygulamaları kullanmaktan geri durmuyorlar. Çünkü onlar için sonuca giden her yol mübah.

Politika tek, baskılar çeşit çeşit Gençlik hareketinin yükseldiği her dönem baskı politikaları da hız kazanmıştır. Geçtiğimiz sene Haziran Direnişi’nin öncesinden başlayan uygulamalar, Haziran Direnişi ile birlikte düzenin korkularının da artmasıyla beraber daha da yoğunlaştı. Okulların ‘güvenliği’ni polislerin sağlayacak olması düzen açısından gençliği sindirmek için önemli bir adımdı. Ancak Haziran Direnişi ile birlikte yükselen mücadele, bu uygulamayı şimdilik rafa kaldırmalarına neden oldu. Ancak her an raftan inebileceği de, daha birçok uygulamayla beraber polislerin okula girişinin çok daha planlı olacağı da açık. Kayıt dönemi siyasetlerin açtığı masalara saldırılması, forumlara katılanlara soruşturmaların açılması, afiş yasağı, siyaset yasağı, bölümler arası geçiş yasağı, turnikeler gibi uygulamalar artık sistematikleşmiş ve yaygınlaşmış uygulamalar. Bütün bu uygulamalar örgütlü öznelere yönelikmiş gibi gözükse de onun şahsında tüm bir gençlik baskı altına alınmak isteniyor. Öncünün gençlik kitleleriyle buluşmasını engellemek marjinaleşmesini sağlamak istiyorlar.

Tayyip’in diline doladığı, gençlik korkusu Tayyip Erdoğan’ın gençliği dilinden düşürmemesi, nereye giderse gitsin gençliği diline dolaması, üniversitelere yönelik bir çift kelam etmesi gençlik korkusunun, gençliğin taşıdığı potansiyeli aklından çıkartamadığının bir göstergesi. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın Dumlupınar Üniversitesi’ne uğradığında girdiği yurtta kendini destekleyecek (yardakçılık yapacak) gençleri ayarlamaları, “kızlı-erkekli neden kalamıyoruz?” diye sorulduğunda “Kim sordu o soruyu?” diyerek öğrencilerin üzerine yürümesi, “Başbakanımızın talimatı” demekten öteye bir gerekçe sunamaması pervasızlıklarını gösteriyor. Tayyip Erdoğan’ın 6-7 yılda okulu bitiremeyeni atacağız söylemi ve YÖK’ün emir telakki edip çalışmalara başlaması da gençliği dersten başka bir şey düşünmeyen robotlara çevirme, bireysel kurtuluş yerine toplumsal kurtuluşu seçmiş, devrim mücadelesine emek harcayan, hayatını ortaya koyan gençliği kitlelerden, üniversitelerden yalıtma taktiğidir aynı zamanda. Okuldan atılmayı kaldırarak hem yeni müşteriler edinmek hem de gelecek kaygısı olup mücadeleye atılma potansiyeli olan gençliğe sahte gelecek umudu yaratma çabasındalardı. Ancak geleceksizlik tüm bir gençliği mücadeleye çekerken onlar da bu manevralarla gençliği bölmeye çalışıyorlar. Üniversiteler onların bizlere dayattığı eğitimi alıp, sermayeyi daha da zengin edecek kalifiye işçiler yetiştirme yeri değildir. Özgür düşüncenin hakim olması gereken,

8

düşünen sorgulayan bireyler yetiştirmesi gereken, toplumsal bir gücü ifade eden kurumlardır. Onların korkusu tam da budur.

Çabaları nafile! Baskılar gençliği yıldıramaz! İster İstanbul Üniversitesi’ne girerken yaka paça gözaltına alsınlar, ister ODTÜ’de olduğu gibi üzerimize gaz bombaları, plastik mermiler atsınlar, TOMA’lar sürsünler... Marmara’da, Ege’de, KTÜ’de, Selçuk’ta olduğu gibi satırlarla saldırsınlar, bıçaklamaya kalksınlar, evlerimizi bassınlar, hemen hemen bütün üniversitelerde binlercemize soruşturmalar açsınlar, yüzlercemizi tutuklasınlar. Nafile! Gençliğin coşkusunu, dinamizmini dizginleyemezsiniz, önüne set çekemezsiniz. Koymaya çalıştığınız tüm engellerin altında kalacaksınız. Hiçbir baskı bizi yıldıramaz. Bu açık. Ancak bu saldırıları geri püskürtecek olan güç gençliğin harekete geçirilmesiyle, örgütlenmesiyle ortaya çıkacaktır. Bugün bu saldırılarla öncelikle karşılaşanlar örgütlü güçler olabilir. Ancak bu saldırları göğüslemek bütün bir gençliği taraflaştırmayı gerektiriyor. Çatışmayı düzenle örgütlü güçler arasında ele alan bakış hiçbir sonuca varamaz. Bugün gerçekleşen bütün saldırılara geçit vermemek kitlelerin harekete geçirilmesiyle olanaklıdır. Soruşturmalar açıldığında, cezalar alındığında, tutuklamalar olduğunda, faşist saldırılar gerçekleştiğinde gençliği taraflaştıramazsak, “gençlik korkar, gündemlerine sokmayalım” dersek -ki birçok siyaset bunu yapıyor- gençliğin korkularını büyütmüş oluruz. Hiçbir anlamlı yanıt da üretememiş oluruz. Bugün gençliği mücadeleden kopartmak, sermayenin eğitim alanındaki dönüşümleri yapabilmek, üniversiteleri birer işletmeye, bizleri birer müşteriye dönüştürmek için saldırıyorlar. Bunu bilince çıkartmak, gençliğin bilince çıkartmasını sağlamak gerekiyor. Açılan her soruşturma her birimize açılmıştır dedirtebilmek gerekiyor. Vietnam kasabı Commer’in arabası ODTÜ’de yakıldıktan sonra tutuklanan 7 ODTÜ’lüyü sahiplenen 4 bine yakın öğrenci “biz de yaktık” diyerek dilekçe yazıyorlar. Bu sahiplenmenin karşısında herkes serbest bırakılıyor. Devletin baskı politikalarını boşa düşürmenin nasıl gerçekleşeceğinin somut bir örneği bu olay.

“Baskı ve gericiliğe diren, örgütlen!” çağrısını büyütelim! Bugün genç komünistler olarak “baskı ve gericiliğe diren, örgütlen!” şiarıyla bir çalışma yürütüyoruz. Düzenin tüm saldırılarını boşa çıkartmak için gençliği direnişe, örgütlenmeye çağırıyoruz. Başka bir yolumuz olmadığını biliyoruz. Beyanname çalışması ile gençliği; baskı ve gericiliğe karşı mücadele edeceğini, üniversitelerde polisi istemediğini, bizleri sindirmeye yönelik her türlü uygulamayı kabul etmediğini beyan etmeye çağırıyoruz. Bu beyanat elbette ki sadece lafta veya kağıtta kalırsa bir anlamı olmayacaktır. Bu beyana sahip çıkmanın nasıl olduğunu Haziran Direnişi’nde barikatlarda gördük, gösterdik. Bundan sonra da göstermeye devam edeceğiz. O gün eksik bıraktıklarımızı bugün tamamlayacağız. AKP karşıtlığına daralan reformist ufku aşacağız. Mücadelemizi güvenceye alacak örgütlülüklerimizi yaratacağız. Başka yolu yok. Direneceğiz, örgütleneceğiz.


Gençlik hareketi ve örgütlenme ihtiyacı

Gençlik hareketinde 6 Kasım’ın ardından bir durgunluk yaşanıyor. Sol hareket, dönemin açılışından 6 Kasım’a kadar bir “Eylül patlaması” ile çıkış aradı fakat bunu yakalayamadı. Düzenin gençliğe yönelik saldırıları yükseköğretime 6-7 yıl sınır getirilmesi, soruşturmalar, kızlı-erkekli evler tartışması, siyaset yasaklarını arttırma, eğitim sistemini piyasaya ve rekabete daha fazla entegre etme çabalarıyla sürüyor. Ve bu baskılara, gericiliğe karşı nasıl mücadele edeceğiz, gençliğin öfkesini nasıl örgütleyeceğiz soruları, şu anki durgunluk düşünüldüğünde hala varlığını koruyor. Bunun kendisi gençlik örgütleri açısından kendi politikalarına uygun birtakım süreçler işletmiyor anlamına gelmiyor. Fakat Haziran Direnişi sonrasında oluşan ve geniş gençlik kitlelerini kapsayacak örgütlenme çabaları, buna uygun geliştiği iddia edilen forumlar şu dönemde hepten geri çekilmiş bulunuyor.

Forumlar nasıl işlevsizleşmiştir? “Forum”lar soyut anlamda, kitlelerin enerjisini açığa çıkaracak daha geniş örgütsel zeminler olabilirdi. Fakat somutta forumlar bu işleve uygun şekilde işletilemedi. Zira forumlar bir çok yerelde reformizmin etki ve denetimi altında şekillendi. AKP karşıtlığının ötesini görememek; düzen içi ilişkileri algılayamamak, bunları yeterince güçlü teşhir edememek ve bunlara karşı güçlü bir politik mücadele geliştirememek, sürecin gerileyişini hızlandıran etkenlerden birisi oldu. Gelinen yerde ise AKP karşıtlığı (özellikle yaklaşan seçimler üzerinden), düzen içi başka kanallara yönelmek, gençlik güçlerini düzen içi çözüm arayışlarına mahkum etmek üzerinden kendisini ortaya koymuş bulunuyor. Forumların işlevsizleşmesinin temel sebebi, bu politik bakışın platformu olması ve birleşikliğin bu bakışla sınırlanmış olmasıdır. Bunu aşmak için bu politik bakışın kırılması, birleşikliğin farklı bir politik düzeyde yeniden oluşturulması gerekmektedir. Tüm bunlar devrimci bir politik gençlik örgütü ihtiyacını ortaya koymaktadır.

Politik gençlik örgütü deneyimleri 1965 Aralık ayında çeşitli öğrenci kulüplerini birleştirerek oluşan Fikir Kulüpleri Federasyonu da o dönemde TİP’in parlamenterist-reformist çizgisiyle gençlik kitlelerinin mücadelesini sınırlamaktaydı. (Bugün benzer bir çizgide TKP eliyle yeniden kurulmuştur.) Kapitalist gelişmenin yarattığı sorunların Türkiye’de yakıcı hale gelmesi ve tüm dünyada büyüyen devrimci atmosfer, kitle hareketi üzerindeki reformizmin etkisinin giderek kırılmasına yol açmıştır. Gençlik hareketi içerisindeki mücadele dinamiklerine dayanarak reformizmden devrimci bir kopuş gerçekleştiren DEVGENÇ, Türkiye devrimci hareketine yeni bir ivme kazandırarak İbrahimler’i, Denizler’i, Mahirler’i ortaya çıkarmıştı. Bu örgüt,

politik bakışında birçok sorun ve sınır barındırsa da devrimci çıkışıyla kitlelerin mücadelesini yeni bir evreye taşımıştı. Bugün gençlik kitleleri de önüne çıkan reformizm engelini aşma sorunuyla karşı karşıyadır. “Sorun geniş öğrenci kitlesindeki ideolojik karmaşaya uygun araçlarla müdahale edebilmek ve kitlenin toplumsal sorunlara duyarlılığını arttıracak ortak tartışma ve eylem platformları yaratabilmektir.” (Ekim I. Genel Konferansı, Değerlendirme ve Kararlar)

Direnişi yaratan sorunlar yerli yerinde duruyor Düzen birçok alanda gençliğin karşısına çıkmaktadır. Kapitalizm sanat, bilim, meslek vb. bir dizi alanda sorunlarını kendi işleyişiyle harmanlayıp karmaşıklaştırarak ve bu sorunları farklı biçimlere sokarak “yeni sorunlar” şeklinde gençliğin karşısına çıkarmaktadır. Haziran Direnişi yabancılaşmış, bireyselleşmiş, yozlaşmış, apolitik gençlik kitlelerinin yılların birikimi üzerinden sokağa çıktığı ve AKP zorbalığına karşı direndiği büyük bir adımdı. Bugün gençlik kitlelerini sokaklara döken sorunlar yerli yerinde durmaktadır. Güncel devrimci sorumluluk, gençlik kitlelerini bu sorunlar etrafında örgütlemek ve yeni patlamalara hazırlamaktır.

Somut politikaya uygun örgüt zeminleri “Kitle çalışması (...) sürecinin somut politika ve talepler ekseninde inşa edilmesi, örgütlenmeye hizmet ettiğinde gerçek manada işlevini yerine getirmiş olur. Genel politik şiarların içinin doldurulacağı alan somut talepler ve araçlar ise, bunun maddi kuvvete dönüşeceği alan da yaratılacak somut örgütsel araçlarıdır. Kitle çalışmasının (...) temelde bağlanacağı yer burasıdır. Alanların özgünlüğü ve günün ihtiyaçları üzerinden farklılıklar taşıyacak somut örgütsel araçlar, geniş kitleleri kapsamaya açık bir içeriğe sahip olmak zorundadır. Bu örgütsel araçlar, kitlelerin inisiyatifinin ve iradesinin açığa çıkacağı, sorunlara ve bu sorunlar üzerinden ortaya çıkan taleplere müdahil olacakları alandır.” (Ekim, Sayı 282, Haziran 2012) Tabanın enerjisiyle oluşturulacak yaratıcı ve çok yönlü örgütsel zeminler topluluklar, platformlar, okuma-tartışma grupları vb. olabilir. Bu zeminler, gençlik kitlelerini devrimci sınıf mücadelesine çekmenin aracı olacak ve böyle olduğu ölçüde gençliğin devrimci/politik kitle örgütünün oluşmasının da önü açılmış olacaktır. Mücadelenin sertleşmesi ve AKP karşıtlığı ekseninin ömrünü doldurması kitlelerde politik niteliği güçlü, devrimci örgütlenme ihtiyacını arttırmaktadır. Devrime hazırlanmanın gençliğin karşısına çıkardığı görev ise bir an önce kitleleri kucaklayabilecek örgütsel zeminlerin oluşturulmasıdır.

9


Soruşturmalara karşı mücadeleye!

10

Bütün bir toplum gözetlenip takip ediliyorsa ve mücadele edenler, hatta mücadele etmese bile mücadele etme olasılığı olanlar fişlenip soruşturuluyorsa, dünya bir hapishaneye dönüştürülüyorsa bunun biz üniversite öğrencilerine ve üniversitelerimize yansımaması mümkün değildir. Bu yansıma duvarları yükseltilen, tel örgülerle çevrelenen, kapısında turnike, ÖGB, çevik polis, kimlik kontrolü, çanta araması olan üniversiteler olarak karşımıza çıkmaktadır. Her yere yerleştirilen kameralardır, gerici, baskıcı eğitimdir, yasaklardır, soruşturmalardır, cezalardır... Düzeni teşhir eden, uygulamalarını protesto eden, başka bir dünya isteyen, geleceği ve özgürlüğü için mücadeleye katılan herkes düzenin baskı aygıtlarının hedefindedir. Bu baskı aygıtları sadece mücadele edenleri hedef almaz. Öncelikli görevi korku salmaktır. Bütün bir toplumu itaatkar, boyun eğen, sorgulamayan koyunlardan oluşan bir sürüye çevirmek istemektedirler. Devlet, üniversite-polis işbirliği ile mücadelenin önünü kesmek, gençliğin gelecek ve özgürlük taleplerini boğmak, sermayenin hizmetindeki üniversite modelini sorunsuz bir şekilde devam ettirmek için her türlü baskı aygıtını, kara propagandayı, kirli yöntemi kullanır. Yeri gelir faşist çeteleri gençliğin üzerine salar, yeri gelir polisleri, ÖGB’leri... Yeri gelir gençliğin öncülerini terörist ilan eder, yeri gelir soruşturmalar açar, cezalar verir, yüzlercemizi tutuklar. Bütün bu saldırılar arasında her dönem sistematik bir şekilde karşımıza çıkanların başında soruşturmalar gelir. Diğer tüm baskı yöntemlerinde

olduğu gibi mesele mücadelenin önünü kesmektir. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da düzmece olduğu açık olan gerekçelerle bir dizi üniversitede yüzlerce öğrenciye soruşturma açıldı. Bu soruşturmaların bir kısmı çoktan cezaya dönmüş durumda. Çoğu bir önceki yıldan açılmış soruşturmaların bu dönemin başında cezaya dönüşmesi, düzenin daha dönem başlarında işi sıkı tuttuğunun göstergesidir. Polislerin çektikleri fotoğraflarla hazırladıkları iddianamelerle oluşturulan dosyalar, üniversite yönetimlerine gönderilmektedir. Bu açıdan polisidare işbirliği ayan-beyan ortadadır.

Soruşturma karşıtı mücadele Soruşturma saldırısını püskürtmek için öncelikle onun özünü kavramak, soruşturmalarla ne amaçlandığını görmek gerekir. Bunu yapmadan, sorunu enine boyuna irdelemeden, soruşturma karşıtı mücadeleyi de örgütleyemezsiniz. Özellikle soruşturmaya konu olan nedenler gençlik içinde teşhir faaliyetine konu edilmelidir. İdeolojik halay çekmekten okula ekmek sokmaya, afiş asmaktan forumlara katılmaya kadar akla hayale gelmeyen düzmece nedenlerle soruşturmalar açılmaktadır. Bunları teşhir etmek, devletin suç olarak gördüğü, ancak bizler için meşru olan tutum ve eylemleri kitlelere sahiplendirmek gerekir. Afiş yasağı mı var, afiş asmaktan soruşturma mı açıldı, herkesi afiş asmaya çağırmalıyız. ÖGB siyasal çalışmayı engellemeye çalışırken arbede mi yaşandı, bunun üzerine soruşturma mı açıldı,


ÖGB’nin rolünü teşhir edip herkesi siyasal faaliyeti sahiplenmeye çağırmalıyız. Bu soruşturma saldırısını püskürtmenin en temel noktasıdır.

Soruşturulanları sahiplenmek, mücadeleyi sahiplenmektir Kitlelerin, haklarında soruşturma açılan öğrencileri sahiplenmesi de önemli bir yerde durmaktadır. Fakat politik olarak yapılan eylemler sahiplenilmeden insanların sahiplenilmesini beklemek hayal olur. Soruşturma açıldığında gençlik hepimiz aynı “suç”u işledik, bize de soruşturma açın diyebilmeli, savunmaların verileceği günler-yerler eylem alanına çevrilmelidir. Zira dışarıda örülecek güçlü bir destek soruşturma saldırısını boşa düşürecektir. Soruşturmalarla hedeflenenin gençliğe korku salmak, mücadeleden alıkoymak olduğu düşünüldüğünde, yapılacak eylemler soruşturmalarla hedeflenenin boşa düşmesi anlamına gelecektir. ODTÜ’de Vietnam kasabı Commer’in arabasının yakılması olayını herkes bilir. Araba yakıldıktan sonra 7 öğrenci bu suçlamayla gözaltına alınır ve haklarında dava açılır. 4 bine yakın öğrenci “biz de arabayı yaktık, biz de suçluyuz.” diyerek dilekçe yazar, mahkemeye verir. Bu sahiplenme üzerine herkes serbest bırakılır.

Mücadelemizin meşruluğuna güvenelim Üçüncü temel nokta -ki sol hareket ilk iki konuda olduğu gibi bu noktada da çok zayıf davranıyor- hakkında soruşturma açılan öğrencilerin soruşturmaya konu olan eylemi ve siyasal faaliyeti sahiplenmesidir. Soruşturma karşısında pusmak, geri adım atmak, “ben yoktum” demek daha cezalar çıkmadan soruşturmalarla hedeflenin başarılması anlamına gelir. Bu tavır belki seni cezadan kurtarır, ancak bu geri adım mücadeleye çok büyük zararlar verir. Bizler gençliği siyasal mücadeleyi sahiplenmeye çağırırken, açılan soruşturmalara karşı yaptığımız savunmalarla mücadeleyi sahiplenmezsek tutarsızlık göstermiş oluruz. Ve hiç kimseyi de bizimle yürümeye ikna edemeyiz. Maalesef ki sol hareket, soruşturmaları kendisi ile devlet arasında bir meseleye indirgeyip, sorunun politik özünü kavramamakta, dolayısıyla ya iradi bir hesaplaşmaya çevirmekte ya da ‘nasıl yırtarım’ın hesabını yapmaktadır. Her ikisi de küçük-burjuva zihniyetin yansımasıdır.

Soruşturma ve cezaları mücadeleye konu etmek gerekir Son bir nokta ise cezalar alındığında sergilenecek tutumdur. Cezaları tanımama tutumu çok önemlidir. Cezayı alıp okula uğramamak, gidip evinde oturmak cezayı, yani ‘suç’u kabullenmektir. Devrimciler cezaevine düştüklerinde dahi oradan çıkma hedefiyle, duvarları delme hedefiyle davranırlar. Bunu pratik olarak gerçekleştiremedikleri koşulda bile düşünsel olarak buna uygun hareket ederler. Soruşturmalarla verilen cezalar karşısında da onları yok sayan, tanımayan ve boşa düşüren bir pratik

sergilemeliyiz. Okula girerek engellenmeye çalışılan siyasal faaliyeti sürdürmek bunun ilk adımıdır. Bu yapılamadığı koşullarda her gün okula gelerek kapıda teşhir faaliyeti sürdürmek, gerekirse pankart açmak, çadır kurmak, soruşturma ve ceza terörünü teşhir etmek, kapıda etkinlikler yapmak, seminerler, konserler düzenlemek, geçmişte yapıldığı gibi sokak üniversiteleri örgütlemek saldırıyı boşa düşürecektir. Geçmişte bunun bir dizi örneğini özellikle YTÜ ve İÜ’de göstermiş olduk. Ceza alan öğrencilerle almayanların halı saha maçı yapması, okul yönetimini öyle rahatsız etmiştir ki halı saha maçı yapanlar ve izleyenlere tekrardan soruşturma açmaya kalkmıştır. Bu örnek de soruşturmalar karşısında yapılan her türlü eylemin üniversite yönetimini rahatsız ettiğini, pervasızlaştırdığını göstermektedir. Yine daha önce birçok üniversitede atılmalara karşı yapılan “atmak yetmez, asın bizi” şiarlı eylemler saldırıyı teşhir için yaratıcı pratiklerdir. Elbette bu faaliyeti sadece kapı önünde değil, üniversitenin içerisiyle eşgüdüm halinde yapmak gerekir. Bu şekilde, engellemeye çalıştıkları siyasal faaliyet daha da büyütülmüş olur. Açtıkları soruşturmalar ve verdikleri cezalarla hedeflerine ulaşamamış olurlar. Hatta tam tersine soruşturmalar mücadeleyi büyüten bir manivela olarak kullanılmış olur ki saldırı boşa düşürülmekle kalmaz, mücadeleyi güçlendiren bir etkene dönüşür. Üniversite yönetimi için en büyük caydırıcılık bu olacaktır.

Reformizmin ufku soruşturma saldırısını göğüsleyemez Bunları yapabilmek öncelikle devrimci bir irade ve devrimci politik bir bakış gerektirir. ÖGB karşısında geri tutum alıp ‘devrimci’liğini diğer sol hareketlere sopalarla saldırmakta gösterenler, yönetimle uzlaşıp afiş yasağını “artık beş afiş asabileceğiz” uzlaşısıyla ‘delen’, üçün beşin hesabını yapan, okulda polis istemiyoruz deyip, okulun içinde sivil polisler cirit atarken, okul girişlerinde öğrencileri gözaltına alırken sessiz kalan, turnikeler devreye girerken kitleye kart basma üstünden atla deyip bunu pratikte birkaç kez yapıp vazgeçen, masaları, afişleri izinli, süreli kullanan, yönetimi muhatap alıp faaliyetini onun icazeti ile yürüten anlayışlardan bu devrimci iradeyi ve tutumu beklememiz bir hayal olur. Zira tüm bu tutumlar kendi mücadelesine bile sahip çıkamamak anlamına gelmektedir. Bugünkü niceliklerini kitlelerin geri bilincine yaslanarak elde edenler, gençlik hareketinin önündeki en büyük engellerden birisidir. Fakat Haziran’da gördüğümüz gibi kitlelerin pratiği onların pratiğini de siyasal ufkunu da hızlı bir şekilde aşacaktır. Soruşturma karşıtı mücadelede de bu reformist, düzen içi bakışı aşmak gerekmektedir. Ancak şu temel bakış hiç bir zaman kaybedilmemelidir ki, soruşturma karşıtı mücadele, gençliğe ve gençlik gündemlerine devrimci politik müdahaleyle başarıya ulaşacaktır. Mücadeleyi sadece soruşturma karşıtlığına, onun dar eksenine hapsetmek bizim için de içinden çıkılmaz politik bir hapis anlamına gelir. Zira soruşturma saldırısını gençlik hareketi ve mücadelesi büyütülerek gerçekten boşa düşürülebilir.

11


Eğitim sistemi üzerine Eğitim alanının bütün bu sorunlarıyla yüz yüze kalan gençlik huzursuzluk içine girmekte ve geleceğe dair umutlarını yitirmektedir. Oluşan bu huzursuzluk ortamının gençliği sorunların temeline yöneltme ve birleşik mücadele alanına çekme ihtimali sermaye devletini ürkütmektedir. Bu nedenle gençlik bilimsel, eleştirel, bütünlüklü düşünme niteliklerinden arındırılmakta, egemen ideolojinin yarattığı eğitim politikalarıyla kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır.

12

Günümüzde burjuva eğitim sistemi üzerine yapılan her konuşma, bu alanda yaşanan sorunlar üzerinden yürütülmektedir. Varolan sorunlar çerçevesinde her seferinde “yeni” eğitim politikaları gündeme getirilmekte, tartışılmakta fakat sorunlar yerli yerinde durmaktadır.

Burjuva eğitim gerçeği Eğitim sistemi üzerine söyleyeceğimiz her söz kapitalist çelişkilerin bir yansıması olacaktır. Burjuva iktidarın tüm çelişkileri eğitim alanında da karşımıza çıkacaktır. Tüm bu nedenlerle sınıflı toplum gerçeğini, iktidardaki burjuva sınıfının varlığını gözardı ederek bir eğitim tartışması yapma şansımız yoktur. Eğitim alanının bütün bu sorunlarıyla yüz yüze kalan gençlik huzursuzluk içine girmekte ve geleceğe dair umutlarını yitirmektedir. Oluşan bu huzursuzluk ortamının gençliği sorunların temeline yöneltme ve birleşik mücadele alanına çekme ihtimali sermaye devletini ürkütmektedir. Bu nedenle gençlik bilimsel, eleştirel, bütünlüklü düşünme niteliklerinden arındırılmakta, egemen ideolojinin yarattığı eğitim politikalarıyla kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Burjuvazi tarafından uygulanan eğitim politikalarının genel çizgisi şöyle açıklanabilir: “Kapitalist sistemin ayakta kalması için burjuvazinin okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan uysal kölelere ihtiyacı vardır. Kapitalistlerin istediği, fabrika önündeki makineyi çalıştıracak kadar kendini geliştirmiş, işsiz kaldığında bile tanrıya şükredecek, boş zamanlarında ise televizyon dizisi seyredip, futbol maçlarına gidecek insan tipidir. Ama burjuvazi insanların üretimde yer alabilmesi için bazı bilgilere sahip olması, eğitim görmesi gerektiğini bilir. Kapitalistlerin var olabilmesi için eğitilmiş ücretli kölelerin varlığı zorunludur. Kısacası sermaye düzeni için sorun, yaşadığı dünyayı bilimin ışığında kavrayan, onu dönüştüren bireyler yetiştirmek değildir. Bazı teknik bilgilere

sahip, devleti ve sistemi değişmez, mutlak güç olarak gören köleler ordusu yaratmaktır.” (Devrimci Gençlik Hareketi-Eksen Yay.) Burada belirtildiği gibi eğitim devletin ideolojik aygıtı olarak işlev görmektedir. Kapitalist düzende eğitim yalnızca sermayedarların çıkarına hizmet etmekte ve bu çıkarlar doğrultusunda planlanmaktadır. Bu yüzden burjuva eğitim sistemi nitelemesi çok yerindedir.

Niteliksiz, tektipleştiren eğitim sistemi Eğitimin yalnızca teknik bilgilerden oluşan tek bir uzmanlık alanına endekslenmesi, bilimsellikten uzak pratik yarara dayalı bir yöne çevrilmesi, eğitimin sürekli niteliğini kaybetmesine, ezberci, merak duygusundan yoksun, düşünmeyen, kavrama gücü yok olmuş, dünyaya ve kendine yabancılaşmış bir gençlik yaratılmasına neden olmaktadır. Bu nitelikte bir eğitimin tezgahından geçmiş gençlerde yaratıcılık, keşfetme, bağımsız düşünme gücünün oluşmasının gerçek dışı olduğu söylenebilir. Ancak sermaye devleti gençlik içerisindeki mücadele dinamiklerini denetim altında tutmakta zorlanmaktadır. Burada ise diğer toplum katmanlarına da işlenen dinci-gerici, şovenist, cinsiyetçi politikalar devreye girmekte, gençliğin algısı magazin, dizi, futbol, şans oyunları ile sersemletilmeye çalışılmaktadır. Çok küçük yaştan itibaren gençler uyuşturucuya, mahallelerde düzenle hareket eden çetelere itilmektedir. Bütün bir toplum yaratılmaya çalışılan bu yaşam biçiminden nasibini almaktadır. Ancak geleceğe dair daha fazla yaptırımı olacak bir katman olan gençlik, özellikle sistemli bir şekilde bu yozlaşma içine sürüklenmektedir. Gençlik üzerindeki denetimi sağlamada en büyük etkiye sahip olan kurumsallaşmış eğitim, çocuğu en zayıf çağında yakalar ve egemen sınıfın egemen ideolojisine göre yetiştirir.


Burjuva eğitimin iki yönlü işlevi Sermaye devletinin eğitim planlamasını şu iki noktadan hareketle yaptığını söyleyebiliriz: Birincisi, bireyin sosyal, kültürel ve politik olarak geliştiği, şekillendiği süreci ve toplumsal hareketlilikteki gücünü kendi etkisi altına almaktır. İkincisi ise, eğitimin içeriğini ve amacını piyasanın talepleri doğrultusunda yapılandırarak sermayenin hizmetine sokmaktır. Bu yönelim, eğitimi bireyin gelişimini destekleyen bir süreç olmaktan çıkararak sermayenin hizmetinde sektörel bir faaliyet alanına çevirmiştir. Sorunlara çözüm olarak sunulan reformların temel içeriği rekabet ve özel girişimciliğin önünün açılmasına yöneliktir. Kâra dayalı işleyen bir eğitim sisteminden anadilde, parasız, bilimsel bir eğitim beklemek mantıksızdır. Çünkü rekabet ve özel girişimciliğin hakim olduğu bir eğitim sistemi fırsat eşitliği sağlayamaz, herkese eğitim hakkı sunamaz. İşletmelere çevrilen okulların elbet bir ücreti olacaktır, sermayeye katkısı ne kadar olursa ticari işletme (okul) varlığını o kadar koruyabilir. Bu nedenle parasız eğitim, kapitalist sistem varolduğu sürece bir hayalden ibarettir. Anadil sorunu üzerinden AKP hükümetinin hazırladığı pakete bakmak, bütün çarpıklığı görmek için yeterli olacaktır: “Özel okulunu kur, kendi dilinde eğitimini al.” Bu anlayış üzerinden adeta emekçi Kürt halkıyla dalga geçilmektedir.

Ezberci, nota dayalı eğitim sistemi ve kapitalizmin gerçeği Eğitimin diğer niteliklerine bakacak olursak; anti-bilimsel, ezberci, nota dayalı, muhafazakâr, gerici eğitimle karşılaşırız. Öğrenciler, dar bir bilgi kümesine hapsedilerek yalnızca kendi uzmanlık alanının teknik bilgisine sahip, tamamen ezberci ve bilgi üretme potansiyelinden arındırılmış bir hale sokulmaktadır. Elemeci sistemle herkese eşit eğitim hakkı algısı kırılmaya çalışılmakta ve nota dayalı sistemle eğitimden sonra üretim sürecine dahil olacak gençler ücret politikalarına alıştırılmaktadır. Aynı zamanda kaderci, bencil, milliyetçi, girişimci ve muhafazakâr bir gençlik yetiştirme bakışı eğitim sistemine de rengini vermektedir. 12 Eylül sonrası gerici-faşist kadroların eğitime alınması, imamhatip liselerinin açılması, Türk-İslam sentezinin eğitime hakim kılınması boşuna değildir. Bu süreçten sonra üniversitelerde katı hiyerarşik bir yapının oluştuğunu ayrıca görmekteyiz.

Sermayenin tam hizmetinde üniversiteler Üniversiteler katılımcı, bileşenlerini özgürleştirici yapısını kaybetmiştir. Şu anki durumda üniversiteler halka dönük, toplumun yararına bilgi üreten merkezler olma misyonundan giderek uzaklaşmış, toplumsal üretkenlik yerine gelişen teknolojileri uygulayan sermayenin çalışma alanı olmuştur. Artık ideal üniversite olmak, piyasaya ne oranda proje sunduğunla, ne kadar para kazandırdığınla ölçülmektedir. Temel eğitim bilimlerinin (fizik, felsefe, tarih vs.) kapatılmak istenmesi, piyasaya katkısı oranında sınıfta

kalmaları ile açıklanabilir. Sermayenin üniversiteler üzerindeki saldırıları Bologna süreciyle ve yeni YÖK Yasa Tasarı’sıyla katmerleşerek artmaktadır. Bologna süreciyle mevcut tüm yükseköğretim sermayenin önceliklerine göre yeniden yapılandırılmaktadır. Yeni YÖK Yasa Tasarısı da Bologna sürecinin beklentilerini karşılamaktadır. Eğitimin niteliğini kaybetmesinin nedeni eğitim kurumlarını ticarethane, öğrenciyi müşteri olarak gören, eğitimcileri ve öğrencileri piyasanın istekleri doğrultusunda biçimlendiren neoliberal politikalardır. Eğitimi diğer ülkelerle kıyaslamak, sorunları salt reformlara, dönemsel etkenlere (düzen partilerine, dönemsel gelişmelere vs.) indirgemek, bozuk düzenin çarkına su taşımaktan başka bir şey yapmaz. Pratik bize çok iyi göstermektedir ki bunlar sorunu çözmek yerine tekrar üretmektedir.

Gençlik gelecek istiyor... Gençlik diplomalı işsizliği, sefalet koşullarında yaşamayı, açlığı, yoksulluğu, emperyalist savaşları dayatan bu düzende kendilerini güzel bir geleceğin beklemediğini bilmektedir. Buradan yankılanan sesimiz karşılıksız değildir. Dünyanın dört bir yanında barikat başlarındaki gençlik; mücadelemizin yankısıdır, sorunların dayandığı maddi gerçekliğin karşılığını bulduğu yansımalardır. Gençlik sokaklarda, meydanlarda bu bozuk düzene karşı gecelerinde aç yatılmayan gündüzlerinde sömürülmeyen bir düzen özlemini haykırmaktadır. Gençlik olarak bu bozuk düzenin eğitimli köleleri olup geleceksizliğe mahkum olacağımıza, mücadelenin yollarında yürümeye devam edeceğiz. İÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

YÖK talimatı aldı, kolları sıvadı Dinci partinin şefi Tayyip Erdoğan, Edirne’deki bir toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada üniversitelerde atılmanın geri geleceğini, öğrencilerin 6-7 yılda üniversiteyi bitirmeleri gerekeceğini söyledi. Dinci şef konuşmasında devrimci ve ilerici gençliğe de saldırdı. Erdoğan’ın sözlerini talimat kabul eden Yükseköğretim Kurulu (YÖK), üniversitelerde atılmanın yeniden hayata geçirilmesi için çalışmalarına başladı. YÖK’ün çalışmasına göre öğrencinin sınırsız hakkı olmayacak. Hazırlık sınıfının ardından 4 yıllık bölümleri 6 yılda, 5 yıllık bölümleri 7 yılda; 6 yıllık bölümleri de 8 veya 9 yılda bitirmek zorunda olacak.

için çalışma başlattı. YÖK’ün iddialarına göre, rektörler “Kayıt yaptıran öğrencilerin bir kısmı o yıl gelmiyor” diyerek, YÖK’e mevcut sistem hakkında şikayette bulundu. Üniversitelerde okuyan 4 milyon 400 bin öğrenciden yaklaşık 800 bininin bu durumda olduğu ve kayıtlı olduğu halde okula gitmedikleri ifade edildi. Rektörlerin de devrimci ve ilerici öğrencileri karalamaya çalıştığı anlaşıldı. Zira YÖK’ün ifadelerine göre, rektörler “terör örgütleriyle ilişkisi olan insanlar öğrenci kimliği ile kampüslerde dolaşıp, derse girmeden öğrenci yönlendiriyor. Bu kişiler okuldan atılamıyor” diyerek şikayette bulundular.

‘Uygulanmadığı’ için kaldırılıyor

Hazırlık +6 yıl

2010 yılında çıkan öğrenci affının ardından yapılan düzenleme ile üniversiteden atılma kaldırılmıştı. YÖK, bu düzenlemeden “uygulanamadığı” ve “eğitimde sorunlara yol açtığı” gerekçesiyle vazgeçtiğini açıkladı. Üniversite okuma süresinin sınırlanması

Artık öğrencinin sınırsız hakkı olmayacak. YÖK’ün yeni düzenlemesine göre, hazırlık sınıfının ardından 4 yıllık bölümleri 6 yılda, 5 yıllık bölümleri 7 yılda; 6 yıllık bölümleri de 8 veya 9 yılda bitirmek zorunda olacak.

13


ODTÜ’nün “demokrat rektörü”nün sınırları

Karşımızda, kendi çıkarlarını “ODTÜ’nün çıkarları” gibi gösteren ve ötesini düşünmeyen bir rektör bulunuyor.

14

Karşımızda “demokrat”, “liberal” sıfatlarıyla tanımlanan bir rektör var. Bu kavramlar söz konusu olduğu zaman, değerlendirilen kişilerin düzen içinde nereye oturduğu, görüşleri ve bakış açısıyla kimin tarafında olduğu da kamuoyu nezdinde bulanıklaşmış oluyor. Hele bir de ilgili zatın arkasını ODTÜ’deki mücadele geleneğine yaslayarak devrimciliği istismar ettiği ve AKP’nin “aşırı” uygulamalarına karşı “demokrasi” savunuculuğu yaptığı düşünülürse, olayların içinde yer almayan, en yüzeysel görüngülerden ötesini göremeyenler için bu durum, gerçeğin kendisinin tepetaklak olması anlamına geliyor. Bazı öğrencilerin, öğretim elemanlarının ve toplumun çeşitli kesimlerinin rektörün bakış açısıyla olaylara bakmasına, isteyerek veya istemeyerek “ODTÜ olarak” rektörün görüşlerinin esas alınmasına sebep oluyor. Oysa ki karşımızda, kendi çıkarlarını “ODTÜ’nün çıkarları” gibi gösteren ve ötesini düşünmeyen bir rektör bulunuyor. Bir taraftan, öğrencilerinin uğradığı vahşice polis saldırısı karşısında doğrudan polis şiddetini kınamayan; “öğrencilerimizin de protesto haklarını şiddete başvurmadan kullanmaları gerektiğini” belirterek dolaylı yoldan “protestocu grubu” da kınayan... Bir taraftan öğrencilerle diyalog kuralım, birbirimizi dinleyelim diyen, diğer taraftan valinin ve hükümetin istekleri doğrultusunda öğrencilerine (kayıtlarda stand açmaktan, Reyhanlı, 18 Aralık eylemlerinden dolayı) soruşturma açan... “ODTÜ’nün bütünlüğünü korumayı amaçlayan” fakat mahallelinin karşı karşıya olduğu sorunları çözmek adına elinin kolunun bağlı olduğunu belirten...

Bir taraftan kamu işçilerine ücret talepleri için yaptıkları eylemlerde “biz de sizin yanınızdayız” diyen, diğer taraftan kendi bağlı olduğu işveren sendikasına yeterince baskı yapmayan ve yıllardır ODTÜ’de çalışan taşeron işçilerinin haklarına da sonuna kadar tecavüz eden...

Rektörün demokratlığı hangi gerçeklerle çelişiyor? Şiddet meselesi özellikle çok tartışıldığı için öncelikle buna bir açıklık getirmek gerekiyor. Rektörün açıklaması, polisi “dikkatli davranmaya”, öğrencileri de “şiddete başvurmadan eylem yapmaya” çağırıyor. Bunun kendisi, reformist bakış açısına sahip olanlarda (reformist örgütlerden tutun çeşitli akademisyenlere, öğrencilere, kamuoyundan çeşitli kesimlere) “çatışmalı eylemlerden bir şey çıkmıyor”, “kamuoyunda salt çatışan öğrenciler olarak gözüküyoruz” şeklinde yanlış bir algıya dönüşüyor. Her ne kadar bunun bir gerçeklik payı var gibi gözükse de, esasta bu bakış açısı gerçeklerin yanlış bir algısı üzerine oturuyor. Ve bu görüşü kitlelerin önünde savunanlar, kendi eksikliklerine, sınıfsal konumlarının çıkmazlarına bir kılıf olarak kullanmış oluyor. Karşılaştığımız örneklerde, meşru birtakım talepler uğruna yapılan eylemlere polis doğrudan engel olmaya çalışıyor. Polis şiddeti bu eylemlerin bastırılması, örgütlenmenin önüne geçilmesi, haklı mücadelenin dağıtılması amacıyla yapılıyor. Polisin bu açıdan “dikkatli davranması” gibi bir durum söz konusu bile değil. Ve doğaldır ki, bu baskıya karşı, öğrenciler de meşru haklarını korumak için şiddete karşılık vermek zorunda kalıyor. Bunu böyle propaganda etmek ve


kamuoyuna yansıtmak varken, sanki öğrenciler hiç yoktan olay çıkartıyormuş, haksızlarmış gibi bir görüntü oluşmasının önü açılıyor. Bu çarpıklık, sürece rektörün gözüyle bakan reformistlerce daha da güçlendirilmiş oluyor. “Barışçıl eylemler” çağrısının arkasında ne olduğunu, yol yapılacak arazinin talan edilmesinin arkasından rektörün vermiş olduğu röportajda görmek mümkün: “Bu kadar çatışma varken, ‘ben yaptım oldu’ şeklinde değil, problemin diyalogla çözülmesini istedik. Üniversite olarak konuşmadığımız kimse kalmadı. Çadır kuran eylemciler, mahalle sakinleri ve ulaşabildiğimiz tüm devlet yetkilileriyle görüştük. ‘Yola ihtiyaç var ama çatışmaya neden olmadan gözden geçirelim ve çözelim’ dedik. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Başbakanlık Müsteşarlığı, İçişleri Bakanlığı, emniyet yetkilileriyle görüştük. Ayrıca Büyükşehir Belediye Başkanı ile, Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla bir görüşmemiz oldu. Başkan’ın konuları çarpıtmasından korktuğum için açıklamadım, nitekim bugünkü gazetelerde yer alan açıklamalar da beni haklı çıkardı. 2. görüşmemiz de İçişleri Bakanlığı’nın bir davetinde oldu. Yola karşı olan çevreler var ve oldubittiye getirilmeden çözülsün istedik. Sayın Valiyle de aynı şeyleri konuştuk.” (Radikal Gazetesi) Rektör burada, yola karşı olanları devletle uzlaştırmak gibi bir görev bilinci ve sorumluluğuyla hareket ettiğini açık açık belirtmiş oluyor. Biz anlaştık, yola ihtiyaç var ama yola karşı olanlar da var ve onları da uzlaştırmaya çalışıyoruz, çatışmaların önüne geçmeye çalışıyoruz diyor. Bunun için de elbette Cumhurbaşkanı’ndan İçişleri Bakanı’na, emniyet yetkililerinden valiye kadar devletin temel dayanaklarıyla görüşmüş ve anlaşmış oluyor. Burada rektörün saf ve iyi niyetli duygularını değil, doğrudan kendi çıkarlarını nasıl da korumaya çalıştığını görüyoruz. Kendi çıkmazını aşmak için mücadeleye engel olmak gibi bir sorumluluğun altına girmiş oluyor. Esasen rektörün görevinin ne olduğunu bu örnek açık bir şekilde gösteriyor. Rektörün “barışçıl eylemler yapın” çağrısının arkasında öğrencileri düşünmesi, kamuoyu tepkisi vb. kaygılar değil, açık bir şekilde devletle ve sermayeyle yapılan işbirliğine olan bağlılığı yatıyor.

Rektörün çıkmazı Ayrıca rektörün kaygısının ve çıkmazının ne olduğunu başka bir röportajında daha görüyoruz. Derdinin mahalleli, öğrenciler ya da ağaçların kesilmesi olmadığı şu sözlerinden anlaşılıyor: ”Buradaki problemimiz, Düzenleme Ortaklık Payı,

ucu açık, Pandora’nın kutusu. Yarın öbür gün Düzenleme Ortaklık Payı formülüyle farklı yerlerin talep edilmesinden endişe ediyoruz. Bunun da Büyükşehir Belediyesi tarafından nasıl kullanılacağını bilmiyoruz. Çünkü Belediye Başkanımızın geçmişte beyanatları var, ‘ODTÜ’nün yüzde 40’ını ve gölü alacağım’ diyor.” (Radikal Gazetesi) Kısacası burada belediyeyle arasındaki problemi ortaya koyan rektör, bu çekincesinden dolayı anlaşmalara ve işbirliğine sadık kalmak zorunda olduğunu, kendisini bir kaşık suda boğabilecek bir belediye ve devlet gerçeğine karşı eli mahkum hareket ettiğini belirtmiş oluyor. Bu da aslında rektörün “demokrat”lığının sınırlarını gösteriyor.

Rektörlük düzenin sağlam bir prangası haline gelmiş, rektör özne olmaktan çıkarak bu pranganın nesnesi olmuştur Nitekim rektörün bu gerçekliği, hem açılan soruşturmalarda hem de kamu ve taşeron işçileriyle ilgili “yapabilecek hiçbir şeyinin olmadığını” belirtmesinde görülüyor. Birtakım düzenlemeleri devletin yapması gerektiğini söylüyor. Yasal sınırlarda yapabileceği bir şeyin olmadığını söylüyor. Rektörün açıklamaları bile meşru haklarımız ve taleplerimiz uğruna fiili bir mücadele yürütmek zorunda olduğumuzu gösteriyor, hem de bizzat kendisi bunu devlete karşı yapmak gerektiğini göstermiş oluyor. Fakat kendisi ODTÜ’nün bütünlüğünü korumaktan bahsederken (ki gerçekte böyle bir bütünlük söz konusu değildir), kamuoyuna yaptığı gerçekleri çarpıtıcı, kafa karıştırıcı açıklamaları ile öğrencilerin meşruluğuna gölge düşürmeyi amaçlıyor. Valiliğin ve devletin örgütlü mücadeleye saldırısını, üniversite öğrencilerine açılan soruşturmalarla devam ettiriyor. Bütün bunlar sorunları çözmekte rektörün bir katkısının olamayacağını, hatta belli bir noktadan sonra zararının olduğunu, rektörlüğün düzenin işleyişindeki rolünün buna izin vermediğini gösteriyor. Bu nedenle ODTÜ’yü bir bütün olarak göstermeye çalışmanın bir karşılığı yoktur. Çünkü rektörlük-üniversite-devlet, aralarında çeşitli pürüzler olsa da, kendi içerisinde bir bütün olarak işlemektedir. Aralarındaki karşıtlıklar küçük ölçeklidir, özellikle de ODTÜ’nün esas gücünü oluşturan bileşenlerin bu bütünle olan karşıtlığına oranla. Bu nedenle, bu işbirliğine karşı ODTÜ öğrencileri, ODTÜ işçileri, emekçileri ve ilerici öğretim elemanları bir bütün olmalı, ortak bir mücadele yürütmelidir.

ODTÜ’yü bir bütün olarak göstermeye çalışmanın bir karşılığı yoktur. Çünkü rektörlüküniversite-devlet, aralarında çeşitli pürüzler olsa da, kendi içerisinde bir bütün olarak işlemektedir. Aralarındaki karşıtlıklar küçük ölçeklidir, özellikle de ODTÜ’nün esas gücünü oluşturan bileşenlerin bu bütünle olan karşıtlığına oranla. Bu nedenle, bu işbirliğine karşı ODTÜ öğrencileri, ODTÜ işçileri, emekçileri ve ilerici öğretim elemanları bir bütün olmalı, ortak bir mücadele yürütmelidir.

ODTÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

15


Marmara’da faşist baskılar...

Okul yönetimi baskı politikalarını istediği aymazlıkta ve pervasızlıkta uygulayabiliyor. Önünde onu kısıtlayan ya da alanını daraltan etkenler yok. Bizlerin boş bıraktıkları alanları onlar dolduruyor. Okulda polis baskısı, faşist baskılar öğrencileri bezdirirken; bizler yaygın ve etkin bir şekilde baskılara karşı mücadeleyi örgütlemekte geri kalıyoruz.

16

Marmara Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırılar zaman zaman ülke gündeminde ve burjuva medyada yer alacak kadar sertleşebiliyor. Karşıt görüşlü öğrencilerin kavgası olarak haber bültenlerinde bu saldırılara rastlayabiliyorsunuz. Okul içindeyse öğrenciler bu saldırılar karşısında “yine sağ-sol kavgası” çıktı diyerek olayı olağanlaştırıp, düzen medyasının propagandasıyla yorum yapabiliyorlar. Okulun büyük bir kısmı da bu yorumu yapanlardan oluşuyor. Sonuçta okul istediği etkiyi yaratıyor. Marmara Üniversitesi, İstanbul’daki diğer devlet üniversiteleriyle karşılaştırıldığında çok farklı bir konumda bulunuyor. Çünkü İstanbul’daki diğer üniversitelerde öğrenciler açıktan siyasal faaliyet yürütebilirken, Marmara Üniversitesi birkaç istisna yer sayılmazsa tamamen kapalı bir alan. Ana kampüste yer alan birkaç yerde zaman zaman afiş asılabiliyor. Onun dışında tamamen baskı altında olan bir okul. Sivil polisler, ÖGB’ler, çevik kuvvet istediği gibi at koşturabiliyor üniversitede. Göztepe Kampüsü çoğu zaman bir polis akademisinden farksız oluyor. Sayıları yüzleri geçen çevikler istedikleri gibi girip çıkıyor, geziyor. Kimi kampüslerde faşistler kendilerine yer yapıp kendi kantinlerini, bölgelerini oluşturabiliyor. Bu baskıları sadece devlet-sivil faşist baskıları olarak değerlendirip kenara çekilmek meseleyi anlamamak, kolaya kaçışı seçmek olur. Okuldaki yoğun baskılar sadece öğrencilere değil, akademisyenlere yönelik de uygulanıyor. Hocaların odalarının kapıları kırılıyor, arama yapılıyor. Sendikalı kimliğiyle öne çıkan hocalarımızın atamalarının süresi hiç olmadığı kadar kısa yapılıyor. Geçen sene Haydarpaşa Kampüsü’nde yaşanan çatışma sırasında bahçede olan akademisyenlere soruşturma açılıyor. Akademisyenler, faşistler tarafından dekanlığa şikayet ediliyor; dekanlık da bu şikayete uyarak akademisyenleri “çatışmaya girme” suçlamasıyla soruşturuyor. Hatta dekanlık aymazlıkta o kadar ileri gidiyor ki; o gün okulda olmayan bir akademisyene bile soruşturma açıyor. Güvenlik

amiri ifadesinde hocaları yasadışı faaliyete katılmakla, yasadışı afiş asmakla itham edebilecek kadar pervasızlaşabiliyor. Anlaşıldığı gibi okulda müthiş bir ÖGB-polisyönetim ve faşist işbirliği var. Okuldaki yegane amaçları devrimci-demokrat öğrencileri sindirmek olan bir koalisyondur sözkonusu olan. Okula herkes didik didik edilerek, çanta ve üst araması yapılarak ve X-Ray’den geçerek girerken, faşistler dedektörün yanından geçerek okula giriş yapıyor. Geçen sene bir okurumuzun çantasındaki Kızıl Bayrak gazetesine el koyan okul yönetimi, faşistleri satırla, bıçakla içeri alabiliyor. Okul yönetimi baskı politikalarını istediği aymazlıkta ve pervasızlıkta uygulayabiliyor. Önünde onu kısıtlayan ya da alanını daraltan etkenler yok. Bizlerin boş bıraktıkları alanları onlar dolduruyor. Okulda polis baskısı, faşist baskılar öğrencileri bezdirirken; bizler yaygın ve etkin bir şekilde baskılara karşı mücadeleyi örgütlemekte geri kalıyoruz. Hem siyasetlerin kendi arasında birbirini sahiplenmesi sağlanabilmeli, hem de tüm üniversite bileşenlerine faşist saldırıların mantığı teşhir edilmeli, faşist baskılara karşı tüm öğrenciler taraflaştırılmalıdır. Bu yapılamadığında sonuç alma şansımız yok. Marmara Üniversitesi’nde son dönemde yaşanan faşist saldırılara karşı birleşik bir eylem düzenlendi. Sınırlı bir katılım olmasına rağmen böylesi bir eylem bile onları korkuttu. Bu birleşikliğin etkisinden korkan gerici-faşist güçler hemen birkaç hafta sonrasında “teröre ve anarşiye karşı” bir eylem düzenledi. Kendi cephelerinden kitleleri politik bir taraflaşmanın içerisine sokmaya çalıştılar. Bizim yanıtımız da politik bir taraflaşma üzerinden olmalıdır. Faşistlerin okul içerisindeki etki alanları devamlı ve etkin teşhir ve mücadele ile daraltılabilir. Faşist baskılar ise kitleler seferber edildiğinde aşılıp, etkisizleştirilebilir.

Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği Okuru


2013:

Bu daha başlangıç!

2014:

Mücadeleye devam!

2013 başlangıçtı, 2014 daha büyük bir mücadele yılı olacak! Geçtiğimiz yıl yaptığımız yıl değerlendirmesinde “2013 kavga yılı olacak” demiştik. O gün kurduğumuz bu cümleler devrimci temenni olmanın ötesindeydi. Çünkü bu, kitleler içinde biriken öfkeden, verili potansiyellerden görülebilen bir gerçeklikti. Bize düşense bunu tespit etmek ve gerçeğe dönüşmesi için elimizden geleni yapabilmekti. 2013 yılı gerçek anlamda bir kavga yılı oldu. 2013’e girdiğimiz ilk günlerden itibaren dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler, bunların gençlik hareketindeki yansımaları emperyalist-kapitalist sisteme, onun sözcülerine ve uygulamalarına karşı, devrimin mayalanacağı ve bu mayanın tutacağı nesnel koşulları ortaya koydu. Türkiye açısından da 31 Mayıs patlaması ve Haziran Direnişi yıllardır biriken öfkenin dışavurumuydu. Devrimin güncelliğinin ifadesiydi. “Devrim göz kırptı” sözleri bunun en dolaysız anlatımlarından biriydi.

Bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi... Sistemin yaşadığı krizler ve bunalımlar devam ederken beraberinde yükselen militarizm, silahlanma, bölgesel boğazlaşmalar ve iç savaşlar düzenin değişmez olguları oldu. Sistemin yaşadığı bunalımlar, artık miadını doldurduğunun göstergesi olmaya devam etti. Ortadoğu, Arap dünyası, ABD ve AB ülkeleri kaynayan birer kazan durumundaydılar. Yanı başımızda bir yandan Esad’ın baskıcı rejimi, diğer yandan emperyalist müdahale ile katliamlara varan olayların gelişmesine tanıklık eden 2013 yılı bu kaos ortamında Kürt halkının bir dizi kazanımını da gördü. Türkiye’de ise Kürt sorunundaki çözümsüzlük devam etti. AKP iktidarının oyalamaları, Kürt hareketinin düzen içi çözüm arayışları ve uzlaşı çabaları ile birleşip Kürt halkını içinden çıkılması zor bir açmaz içerisine sokmaya 2013’te de devam etti. On yılları bulan mücadelelerle bu noktaya getirilen süreç, AKP’nin aldatmacasına yedeklenmek sonucunda bir kez daha istim kaybetti.

Dünyada yaşanan tüm gelişmeler, devrimler dönemine doğru yaklaştığımızı doğrulayan verilerle doluydu. Kapitalizmin çok yönlü bunalımı kitlelerde yeni bir dünya özlemi ve mücadelesini de yükseltti. Kriz tüm dünyada ve Türkiye’de işçi emekçilere yönelik saldırı yasalarını gündeme getirdi ve kazanılmış birçok hak gasp edilmeye çalışıldı. 2013 yılı kavga yılı olduğu kadar sermayenin saldırılarını arttırdığı bir yıldı.

2013’te gençlik hareketi devrimci potansiyelini ortaya koydu... Nisan 2013’te Ekim Gençliği olarak gençlik hareketinin potansiyeline dikkat çekmiş, gençlik içinde devrimin mayalandığı tespitini yapmıştık. Bu tespit somut durumun somut tahlili ile bir dizi gelişme ve olgunun değerlendirilmesi sonucu olarak ortaya konmuştu. Bu tespitin doğruluğunu başta Haziran Direnişi olmak üzere gençlik hareketinin bir dizi eylemi, ortaya koydu. Bu potansiyelin bizim hayallerimizin ürünü olmadığını Ali İsmail, Ethem, Ahmet, Abdullah ve daha niceleri kanıtladı. Gençliğin militanlığı, ODTÜ başta olmak üzere birçok üniversitede düzeni ve düzenin kolluk güçlerini karşısına alan, geleceklerini sınavlarda, derslerde değil, eline aldığı taşta, kurduğu barikatta arayan gençlik tarafından gösterildi.

“Her yer ODTÜ her yer direniş!” 18 Aralık 2012 günü Göktürk-2 uydusunun uzaya fırlatılmasını bir fırsata çevirmeye çalışan AKP şefi Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelişi ve gençliğin Erdoğan’a ODTÜ’yü dar etmesi 2013’ün nasıl geçeceğini ortaya koyuyordu. Hükümete geldiği ilk günden beri ODTÜ’yü ele geçirmeyi bir varlıkyokluk meselesi haline getiren, Gökçek üzerinden sürekli saldıran, gençlik hareketini kontrol etmeninin yolunun ODTÜ’den geçtiğini düşünen AKP, bu çıkartmasından eli boş dönmüştü. Birçok üniversitede ve ilde ODTÜ direnişi eylemlerle selamlanmış, direniş ruhu yayılmış, hareket güç kazanmıştı. Direnişin ardından ortaya konan gözaltı terörü ve ev baskınları ise devletin direniş karşısındaki olağan cevabı olarak 2013 yılında da devam edecekti. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de

17


gençlik yükselen hareket içinde yerini aldı. Gençlik geleceği temsil ettiğini 2013 yılında da, ortaya koyduğu dinamizm, kararlılık ve gelecek-özgürlük mücadelesiyle gösterdi. Mayıs ayı boyunca başta Taksim olmak üzere ortaya konan iradede gençlik etkin şekilde yerini aldı. Üç yıl boyunca mücadele edilerek, tırnakla sökülerek alınan Taksim Meydanı 2013’te inşaat gerekçesiyle işçi-emekçilere yasaklanmak istenmişti. Galata Köprüsü 15-16 Haziran 1970’den sonra ilk defa bir eylemde kapatıldı. Metro-metrobüs-tramvay seferleri iptal edildi. Devletin yüzbinlerin bir araya gelmesinden korktuğunun en büyük kanıtı olarak 2013 1 Mayısı akıllarda yer etti. Mayıs ayı boyunca Taksim’de devrimci ve ilerici güçlerin örgütlediği veya öncülük ettiği sayısız eyleme polis azgınca saldırdı. Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya anmaları, Taksim yayalaştırma projesi karşıtı eylemler, Taksim yasağı karşıtı eylemler vb. birçok eyleme saldıran devlet karşısında öfke, her geçen gün arttı. Birbiri ardına gelen yasaklamalar, bireysel özgürlükler alanına müdahaleler, ekonomik sıkıntılar bardağı doldurdu.

Haziran Direnişi korku duvarlarını yıktı! Gezi Parkı’nda sökülen ağaçlar ise bardağı taşıran damlalar oldu. Biriken öfke ve bardaktan taşan damlalar 31 Mayıs günü sel oldu Taksim’e, Kızılay’a, Gündoğdu’ya aktı. Yasaklı alanlar özgürleştirildi. Korku duvarları yıkıldı, yeni bir dünya özleminin karşılıksız olmadığını dost düşman gördü. Gençlik tüm direniş boyunca ön saflarda yerini aldı. Haziran’da şehit düşenler hep gençlerdi. İşçisinden öğrencisine gençliğin kararlılığı, öfkesi, ölümü göze alışı direniş şehitlerinden de yansıdı. 2013 yılı kavga yılı olurken Haziran Direnişi sadece 2013’e değil, yakın tarihimize de damgasını vurdu. Direnişin politik ufkunun sınırlılığı ve örgütlülükten yoksunluğu dağılmasına, forumlar üzerinden toparlanmaya çalışılsa da sönümlenmesine neden oldu. Ancak Haziran Direnişi milyonların bilincine, hayatına müdahaleydi ve artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının göstergesiydi. Haziran Direnişi’nin coşkusuyla gençliğin potansiyeli ortaya çıkmış oldu. Üniversitelerin açılmasının korkusuna kapılan AKP, “Eylül Sendromu”na tutuldu. Bu, kendisini üniversitelere yönelik baskı politikalarıyla gösterdi. Kayıt dönemi yaşanan saldırılar, afiş asma, masa açma, bildiri dağıtma, bölümler arası geçiş yasakları uygulanmaya çalışıldı. ÖGB, polis baskısı arttırıldı. Soruşturmalar, faşist saldırılar, dönem başlar başlamaz devreye sokuldu. Zaten bine yakın tutuklu öğrenci varken, daha niceleri gözaltına alındı, tutuklandı. Özellikle Haziran Direnişi vesilesiyle gözaltına alınıp tutuklananların çoğunluğu gençlik güçleriydi.

Bir kez daha “her yer ODTÜ her yer direniş!”

18

Okulların açılmasına yakın ODTÜ’de bir kez daha direniş başladı. “Her yer ODTÜ her yer

direniş!” şiarı yeniden yükseltildi. ODTÜ arazisinden geçirilecek ve orman katliamı anlamına gelen rant yoluna karşı ODTÜ’lüler direniş ateşini yaktılar. Bu ateş birçok ilde ve üniversitede karşılık buldu. Önceki ODTÜ hezimetinin ve Haziran Direnişi’nin intikamını alırcasına yapılan saldırı direnişle boşa düşürüldü. Yol inşaatına başlandı ancak ODTÜ direnişi tüm gençliği ve tüm toplumu etkiledi, harekete güç kattı. Günlerce süren direniş, sayısız çatışma, saldırı ve yaralanma ile son buldu.

2013 6 Kasımı Bu yılki 6 Kasım’a Haziran Direnişi damgasını vurdu diyebiliriz. Geçtiğimiz yıllara göre çok daha yaygın ve birleşik bir tarzda örgütlenen bir 6 Kasım oldu. Ancak bu yaygınlık ve birleşiklik büyük oranda Haziran Direnişi’nin bir mirası olarak yaşandı. Haziran Direnişi ile birlikte toplanan forumlar üniversitelerin açılmasıyla güçlü bir tarzda örgütlenmeye başlandı. Ancak ömürleri 6 Kasım sürecine kadar sürdü ve işlevlerini hızla yitirdiler. Gençlik hareketine bir örgütlenme modeli olarak sunulamayacak türden zaafları olan forumlar, yine de 6 Kasım sürecinin birleşik örgütlenmesinde yapı taşı oldular.

2013’te YÖK’te değişen bir şey yok! 2012’nin sonunda hazırlanan ve bu sene uygulanmaya başlanan Yeni YÖK Yasası ile üniversitelerin sermayeye devri ve eğitimin ticarileştirilmesi süreçleri hızlandırıldı. Disiplin yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle baskı ve denetim arttırıldı. YÖK Başkanı’nın üniversitelere özgürlüğün ‘bol’ geldiğini ve disiplin yönetmeliklerinin daha da caydırıcı olacağını söylemesi yine bu yıl yaşandı. Eylemlere katılanların yurttan atılmasının, burslarının kesilmesinin önü yönetmeliklerle açıldı. İlk adım Samsun’da 82 öğrencinin yurttan atılmasıydı. Erdoğan’ın her açıklaması YÖK için emir olmaya devam etti. Üniversiteden atılmanın geri geleceği ‘müjde’sini yılın son günlerinde verdiler. 6-7 yılda üniversiteleri bitirmeyenlerin atılacağını, çünkü 6-7 yılda bitiremeyenlerin Gezi’de karşılarına dikildiğini söylemekten geri durmadılar.

2013’te de gericilik güçlendirilmeye çalışıldı Gençlik içerisinde gericiliği daha da yerleştirmek, gericiliği örgütlemek ve gençlik hareketini düzen içi taraflaşmaların içine çekmek için müdahalelerde bulunan AKP iktidarı önce üniversite öğrencilerine “evlenin” çağrısı yaptı. Evlenenlerin borçlarını sileceklerini, kredi vereceklerini söylediler. Ardından da “kızlıerkekli” aynı yurtta ve evde kalma tartışması açarak, gençlik üzerindeki toplumsal baskıyı ve denetimi arttırmaya çalıştılar. 2013 yılı bir kez daha milliyetçi-şoven gericilikten dinci gericiliğe, mülkiyetçi bencil zihniyetten aile baskısına kadar gerici burjuva ideolojisinin gençlik üzerinde hakim kılınmaya çalışıldığı bir yıl oldu. Haziran Direnişi’nin hemen öncesinde Mayıs


ayında Erdoğan bir ABD gezisi dönüşünde yine ‘müjde’li bir haber verdi. ‘Üniversitelerin güvenliğinin’ polislere devredileceğini, üniversitelere koruma memurluğu adı altında girecek olan polislerle üniversiteleri denetim altına alacaklarını söyledi. Bu ifadelerin ardından patlayan Haziran Direnişi ve direnişte gençliğin oynadığı rol, devletin gençlikten korkmakta haklı olduğunu göstermiş oldu. Bu tartışmalar süredursun gençliğin mücadele dinamizmi bu konuda devletin somut adım atmasına engel oldu. Yılın son günlerinde AKP-cemaat çatışması, dershaneler tartışmaları yaşandı. Gerici çıkarlara, iktidar ve rant paylaşımına dayalı bir ittifak olan AKP-cemaat ittifakı çatırdadı. Karşılıklı pislikleri ortaya saçıldı.

2014’te kavgayı büyütelim! 2013 yılına daha toplamından bakılacak olursa, dünya çapında yaşanan gelişmelerle emperyalistkapitalist sistemin büyük bir çıkmaz içinde debelendiği ve doğru devrimci müdahale ve örgütlenmelerle yıkılmasının bir an meselesi olduğu açıkça görülebilir. Elbette ki tarihsel boyutta an meselesi demek birkaç gün veya ay içinde olacak demek değildir. Bu yıllar da sürebilir. Ancak 2013 yılında yaşanan gelişmeler devrimler döneminin içerisinde olduğumuz düşüncesini desteklemektedir. Türkiye’de yaşanan Haziran Direnişi de bu ilerleyişi doğrulamaktadır. Bu ilerleyişin devam etmesi ve devrimle taçlandırılması, 2013 yılındaki gelişmelerin ve dünya çapındaki hareketlerin ortak ve genel zaafı olan sınıfın öncülüğünde gelişmemesi ve sınıfın devrimci partiyle buluşamaması zaaflarının ortadan kalkmasına bağlıdır. 2013 yılı işçi sınıfının devrimci rolünü ve öncü parti ihtiyacını bir kez daha yakıcı biçimde gözler önüne sermiştir. Türkiye’de gençlik üzerinden yansıyanlarsa büyük bir potansiyele işaret etmektedir. Bu potansiyel devrim mayasının tutacağının kanıtıdır. Ancak bu da sınıf mücadelesi içerisinde yerini alacak bir gençlikle olanaklıdır. Üniversitelerden yükselen direniş ateşleri, gençlikten yansıyan dinamizm ve kararlılık ancak sınıf mücadelesiyle buluştuğunda gerçek karşılığını bulacaktır. Tüm bunların karşısında AKP iktidarı pervasızlaşmakta ve saldırganlaşmaktadır. Baskı ve denetimi arttırmaktadır. Ancak, zulmü korkaklığını örtememektedir. 2013 yılı 12 yıldır hüküm süren, kimilerine göre yıkılmaz olan AKP iktidarının yıkılmasının an meselesi olduğunu göstermiştir. 2013 yılı devrimin güncelliğini, kitlelerin bunu istediğini, ancak buna ulaşmanın birçok nesnel ve öznel yetersizliğin aşılmasına bağlı olduğunu da göstermiştir. Bu yüzden 2013 yılı yeni bir başlangıçtır. Haziran Direnişi’ni barındıran 2013 yılı mücadele için, kitlelerin üzerindeki ölü toprağının atılması için, korku duvarlarının yıkılması için çok iyi bir başlangıçtır. Bu sınırlarda 2013 yılı bir kavga yılı olmuştur. Ancak daha büyük kavgaları da kendi içinde mayalandırmıştır. Bu başlangıcı iyi değerlendirmek ve mücadeleyi devam ettirmek bizlere düşüyor. 2014 yılının da bu mücadelenin devamına, daha büyük kavgalara sahne olacağı ortada.

Ekim Gençliği

İÜ’de gençlik, polisin keyfini kaçırıyor

Üniversitelere girişleri yasal düzenleme ile serbestleştirilen polisler, uygulamanın keyfini çıkarıyor. Polis, İstanbul Üniversitesi’nde üç gün arkaya arkaya gözaltı saldırıları gerçekleştirerek baskılarını sürdürdü. Polis, sabah okula giriş saatinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Fen fakültesinin kapısında bekleyerek devrimci, ilerici, Kürt öğrencileri onlarca sivil polisle kaçırırcasına gözaltına aldı. Gözaltına alınan öğrenciler, sağlık muayeneleri ve savcılık sorgularının ardından serbest bırakıldılar. Gözaltı sebepleri, Hasan Ferit Gedik’in dedesinin okula geldiği gün kapıda ÖGB ile yaşanan arbede olarak ifade edildi.

Polis saldırıları öğrencilere teşhir edildi İstanbul Üniversitesi’nde bulunan devrimci, ilerici ve Kürt öğrenciler gözaltı saldırılarına dair okulda teşhir faaliyeti yürüterek, üniversitede polis istemediklerini haykırdılar. 5 Aralık’ta “Katil polis üniversiteye giremez!”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!” yazılı dövizler taşıyarak üniversite içinde konuşmalarla polislerin kampus içerisinde karakol gibi kullandığı odanın önüne gelerek burada da konuşmalarla teşhire devam ettiler. Hazırladıkları dövizleri ve “Katiller burada!” yazan dövizi başta odanın kapısına olmak üzere duvarlara astılar. Ayrıca odanın kapısına “Katil polis hesap verecek!” yazılaması da yapıldı. Eylem sloganlarla sona erdikten hemen sonra üniversite yönetimi yazılamaları kapatmak amaçlı kapıyı boyattı. 6 Aralık’ta da sabah erken saatte yeni gözaltılar için istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kapısında bekleyen onlarca sivil polis ve ÖGB, Ekim Gençliği okurları tarafından öğrencilere teşhir edildi. Kampüs giriş kapısında bekleyen Ekim Gençliği okurları, üniversiteye giriş yapan öğrencilere sivil polisleri gösterdi ve üç gündür öğrencilerin kaçırılarak gözaltına alındığını, üniversite yönetiminin ve ÖGB’nin de bu duruma

ortak olduğunu anlattılar. Bunun üzerine sivil polisler kapıdan ayrılmak zorunda kaldılar. Ayrıca sivil polislerin karakol gibi kullandığı odayı da teşhir eden Ekim Gençliği okurları, boyanan oda kapısına polisin katliamcı yüzünü bir kere daha yazdılar. Öğleden sonra Aydın Erdem anması için üniversiteden toplu çıkış yapan öğrenciler de sivil polislerin bulunduğu odanın önüne gidip gözaltıları protesto ettiler.

Baskı ve gözaltılara karşı eylem İstanbul Üniversitesi öğrencileri, gözaltı saldırılarına karşı 9 Aralık’ta eylem yaptılar. Hergele Meydanı’nda “Katil polis hesap verecek!”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!” ve “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” sloganlarıyla eyleme başlayan öğrenciler, Edebiyat Fakültesi önüne kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Kapı önünde, devlet terörü ve polis baskısını teşhir eden konuşmanın ardından basın metni okundu. 26 Kasım günü Hasan Ferit Gedik’in dedesi Mustafa Meray’ın okula gelmesi üzerine müdahale edildiğinin, hem Meray’ın hem öğrencilerin polis ve ÖGB saldırısına uğradığının ifade dildiği basın metni şu sözlerle devam etti: “Günlerdir, devrimci demokrat kimliğiyle tanınan öğrenciler okul önlerinden ‘şikayet var’ bahanesiyle zor kullanılarak kaçırılıyor. 4 Aralık günü sabah saatlerinde okula girerken Özcan Çolak, 5 Aralık günü sabah saatlerinde Erkan Tarakan ve 6 Aralık günü Tuğçenur Özbay okul önünden kaçırıldı. Devletin işkenceci polisi bizleri kaçırma yoluyla ve gözaltılarla yıldıracağını sanıyor. Yanılıyorlar!” Basın metninin ardından öğrenciler slogan atarak okula girdi ve Hergele Meydanı’nda halay çekti. Polisin okullarda gençlik üzerinde oluşturmaya çalıştığı baskı, yine gençliğin yürüttüğü çalışmalar ve eylemleriyle karşılanıyor. Gençlik, geleceğine mücadele ile sahip çıkıyor. Ekim Gençliği İstanbul

19


Gençlik hareketinin ve gençlik çalışmamızın sorunlarını irdeleyen, buradan hareketle sonuçlar çıkaran genç komünistler, gençlik içerisinde her geçen gün olgunlaşan mücadele dinamiklerine yanıt verecek politik ve örgütsel hazırlığı öncelikli görev olarak tanımladılar. Yeni mücadele döneminin başından itibaren bütün dikkatlerini bu görev üzerinde yoğunlaştırdılar. Zira, halihazırda gençlik hareketi içerisinde her geçen gün daha da belirginleşen bu mücadele dinamikleri ile buluşmadan, siyasal mücadelede bu dinamizme yaslanmadan, gençlik hareketi içerisinde güç olmak, dahası yıllardır altı çizilen birleşik, kitesel, devrimci bir gençlik hareketi geliştirme iddiasında mesafe katetmek mümkün olmayacaktır. Çünkü “Gençlik sahip olduğu kararlılık, fedakarlık ve atılganlıkla, özellikle bu iddianın nesnel karşılığı tam da de devrimci atılım dönemlerinde, cephenin ön saflarında yürüyerek devrim mücadelesinde önemli bir rol oynar. Lenin’in partisi gençlerin partisiydi ve gençlik içerisinde var olan mücadele Lenin partinin ‘gençliğe ve özellikle de işçi sınıfının genç unsurlarına’ dinamikleridir. Bu potansiyel ile dayanması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. Adeta bir ‘yaşlılar partisi’ olan buluşamayan ve ona yön veremeyen Menşevikler karşında Bolşeviklerin devrimci atılım dönemlerindeki cesaret ve üstünlüğü (elbetteki temel ve belirleyici unsurların yanında), partinin genç hiçbir gençlik örgütü, değil devrimci olmasıyla da doğrudan ilgiliydi.” (Ekim, Gençlik Özel Sayısı, Başyazı, 15 bir gençlik hareketi yaratmak Aralık 1991) Dünya ölçeğinde yaşanan son gelişmeler, gençliğin sosyal mücadelelerde ve hareketin bugünkü sınırlarında toplumsal kaynaşmalarda tuttuğu yerin önemini bir kez daha ortaya koydu. dahi söz sahibi olamayacaktır. Türkiye’de ise Haziran Direnişi bu gerçeği tüm yalınlığıyla gözler önüne serdi. İşte genç komünistler tam da bu Toplumun genç unsurları, özellikle de emekçi kesimlere mensup olanlar, Haziran barikatlarında en önde dövüştüler. Enerjik, kararlı ve militan duruşlarıyla direnişin nedenle dönem başından beri adeta sürükleyici dinamikleri bu genç güçler oldular. bütün dikkatlerini gençliğin Genç komünistler yeni mücadele dönemine işte bu büyük direnişin muazzam deneyimleri ile girdiler. Barikat başlarında sınanan, güçlü ve zayıf yanlarını bu önemli mücadele dinamiklerine yanıt direniş üzerinden bir kez daha gören genç komünistler, yeni dönem görevlerini de bu vermeye deneyimin aynasında ele aldılar. Direnişi mayalayan süreçler, gençlik hareketinin direnişi yoğunlaştırmışlardır. hangi dinamikler üzerinden karşıladığı, direnişin yeni döneme bıraktıkları vb. başlıklar, genç

Ge gençlik ç

komünistlerin dönem başında önünde duran tartışma başlıkları idi. Tüm bu tartışma ve değerlendirmelerin ortaya koyduğu en temel olgu ise, gençlik içerisinde her geçen gün olgunlaşan mücadele dinamikleri ve bu dinamiklerin bugün için örgütsüz ve dağınık oluşu idi. Zira Haziran Direnişi, sınıflar mücadelesi bakımından bu önemli toplumsal dinamiğin, yani toplumun genç unsurlarının örgütsüzlüğüne, olduğu kadarıyla ise reformizmin denetiminde olduğuna bir kez daha ayna tuttu. Tam da bu nedenle, içerisinden geçmekte olduğumuz mücadele döneminin görev ve sorumluluklarının başında gençliğin örgütlenme ihtiyacına yanıt vermek yer almaktadır. Dönem başından beri genç komünistlerin gerçekleştirdiği tartışmalara bu sorun yön vermekte, gençlik hareketi içerisinde şekillenen mücadele dinamiklerini kucaklayacak bir devrimci gençlik örgütlenmesi ihtiyacı, tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır.

Gençlik hareketi ve mücadele dinamikleri

20

Gençlik hareketi, somutta ise öğrenci gençlik hareketi, son yıllar içerisinde önemli mücadele dinamikleri biriktirdi. Özellikle son iki yıldır, yer yer toplumun gündemine girecek düzeyde kitlesel çıkışlar ve militan eylemlerle kendisini ortaya koyan bu dinamikler, gençlik mücadelesini ileriye taşıyacak yeni olanakları da bağrında şekillendirdi. Özellikle geçtiğimiz yıl gerçekleşen ve hızla toplumun gündemine oturan ODTÜ eylemleri, yine faşist saldırılar karşısında bir dizi üniversitede yapılan kitlesel gösteriler, gençlik hareketi içerisinde biriken olanakları ve mücadele eğilimini gözler önüne serdi. Hatırlanacağı üzere 18 Aralık 2012’de, dinci partinin şefini protesto etmek için ODTÜ’de başlayan militan ve kitlesel direniş hızla bütün bir ülkeye yayılmış, gençlik hareketinin sınırlarının ötesinde, toplum ölçüsünde bir etki alanı yaratmıştı. ODTÜ’de başlayan ve dalga dalga diğer üniversitelere yayılan bu eylemlerin ayırdedici bir başka yönü, militanlığı ve kitleselliğinin yanı sıra dayandığı gündemler idi. ODTÜ eylemleri, ufku her ne kadar AKP karşıtlığına daralmış olsa da, siyasal iktidarı hedef alan ve buradan kendisini ifade eden eylemlerdi. Harekete geçen gençlik kitleleri, AKP iktidarı şahsında cisimleşen gerici-baskıcı uygulamalara, emperyalist savaş taşeronluğuna karşı militanca direndiler. Bu eylemler, gençlik içerisinde şekillenen mücadele dinamiklerinin bizzat politik gündemlere dayalı bir duyarlılık alanı olduğunun en belirgin kanıtı oldu. Geçtiğimiz yılın ikinci yarısında yaşanan faşist saldırılara ve polis-ÖGB baskısına karşı gerçekleşen militan ve kitlesel eylemler de, gençlik içerisinde baskı ve gericiliğe karşı mayalanan öfkeyi bir kez daha gözler önüne serdi. Ankara’da, Eskişehir’de, İstanbul’da ve daha birçok kentte bu gündemli kitlesel gençlik eylemleri yapıldı. Gençliğin faşist baskı ve gericiliğe karşı büyüyen


ençlik hareketi ve çalışmamızın gündemleri

öfkesini yansıtan bu sürecin tamamlayıcı halkası, Haziran Direnişi olmuştur. Polis-ÖGB terörüne, faşist baskılara ve gerici ablukaya karşı yıl boyunca eylemli çıkışlar gerçekleştiren gençlik hareketi, Haziran Direnişi’ni tam da direnişin mayalandığı bu aynı dinamikler üzerinden karşıladı. Baskı ve gericiliğe karşı isyana dönüşen bu görkemli direniş, gençlik hareketinin de kendisini ifade edebileceği geniş bir zemin oluşturdu. Haziran günleri, sermaye devletini sarsmış, yeni direnişlerin patlak verme ihtimali ise rüyalarını kaçırmıştı. Sermaye devleti daha yaz günlerinde okulların açılmasıyla birlikte gençlik içerisinde gelişecek bir direniş beklentisini açıktan dillendirmeye başlamıştı. Bu yaklaşım temelsiz de değildi. Zira yeni dönem gençliği hedef alan gerici-baskıcı politikalarla açılacaktı. Üniversitelere polisin sokulması, karma yurtların ayrıştırılması, turnike uygulamaları vb. gündemler gençliğin birikmiş öfkesinin patlamasına yol açabilirdi. En nihayetinde ODTÜ’deki rant yolu

inşaatı bu beklentiyi doğrulayan bir ilk kıvılcım oldu. Gençlik güçleri bir kez daha ODTÜ direnişi üzerinden militan eylemlerle alanlara indi. Fakat hareket kendisini yeni bir düzeyden ilerletemedi, adım adım geri çekildi. 6 Kasım eylemleri her ne kadar bu sene birleşik bir şekilde örgütlense de, hareketin yaşadığı gerilemenin aynası oldu.

Reformizm: Gençlik hareketi önünde önemli bir engel! Yukarıda da altı çizildiği gibi, gençlik hareketi, özellikle son iki yıldır faşist baskı ve gericiliğe karşı eylemli çıkışlarla kendisini ortaya koyuyor. Yıllardır baskı ve gericiliğin cenderesine alınan gençlik kitlelerinin, öncelikle bu sorunlara karşı harekete geçmesi ise son derece anlaşılır bir durumdur. Zira bugün başını kaldırdığı anda karşısına çıkan ilk olgu tam da bu gerici ablukadır. Gençlik kitlelerinin akademik ya da ekonomik sorunlardan çok, bu sorunların

21


kaynağına yönelen politik refleksler göstermesinin gerisinde bu aynı gerçeklik yer almaktadır. Günümüz gençlik hareketi açısından bunun ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Gençlik hareketi açısından politik reflekslere dayalı bir dinamizmin olması önemli bir avantaj olmakla birlikte, bu dinamiklerin büyük oranda reformizmin denetiminde olması ise ciddi bir sorun alanıdır. Zira reformizm, henüz düzenden bir kopuş yaşamasa da tepkisini düzen kurumları üzerinden ortaya koyan ve sermaye devletinin politik temsilcilerine saldıran gençlik kitlelerinin gözüne perde çekmekte, onları gerisin geri düzene yedeklemektedir. Bu açıdan reformizm, gençlik hareketinin gelişmesinin ve devrimcileşmesinin önündeki en önemli engellerden birisi olarak durmakta, hareketin içerisindeki devrimci dinamikleri törpülemektedir. Bu gerçeklik bütün bir eylemli süreçler üzerinden, en başta ise Haziran Direnişi sürecinde tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Gençlik hareketi içerisindeki bu uğursuz rolü ve konumu ile reformizm, genç komünistlerin önünde özel bir mücadele alanı olarak durmaktadır. Zira baskı ve gericiliğe karşı öfkesi her geçen gün büyüyen gençlik kitlelerini devrimci politikaya kazanmak, onların mücadele eğilimlerini AKP karşıtlığına indirgeyen ve düzen içi platformlara hapseden reformizmin gençlik içerisindeki etkilerini zayıflatmaksızın mümkün olmayacaktır. Dahası günümüz Türkiye’sinde gençlik kitlelerinin ufkunu daraltan, devrimci dinamizmini törpüleyen ve düzenden kopuşunu frenleyen reformizmle ilkeli ve kesintisiz bir mücadele içerisine girilmeden, devrimci bir gençlik hareketi inşa etmek mümkün değildir. Bu sorumluluk ise en başta genç komünistlerin omuzlarındadır.

Artan olanaklar ve genç komünistleri bekleyen görevler

22

Gençlik hareketinin ve gençlik çalışmamızın sorunlarını irdeleyen, buradan hareketle sonuçlar çıkaran genç komünistler, gençlik içerisinde her geçen gün olgunlaşan mücadele dinamiklerine yanıt verecek politik ve örgütsel hazırlığı öncelikli görev olarak tanımladılar. Yeni mücadele döneminin başından itibaren bütün dikkatlerini bu görev üzerinde yoğunlaştırdılar. Zira, halihazırda gençlik hareketi içerisinde her geçen gün daha da belirginleşen bu mücadele dinamikleri ile buluşmadan, siyasal mücadelede bu dinamizme yaslanmadan, gençlik hareketi içerisinde güç olmak, dahası yıllardır altı çizilen birleşik, kitesel, devrimci bir gençlik hareketi geliştirme iddiasında mesafe katetmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bu iddianın nesnel karşılığı tam da gençlik içerisinde var olan mücadele dinamikleridir. Bu potansiyel ile buluşamayan ve ona yön veremeyen hiçbir gençlik örgütü, değil devrimci bir gençlik hareketi yaratmak hareketin bugünkü sınırlarında dahi söz sahibi olamayacaktır. İşte genç komünistler tam da bu nedenle dönem başından beri bütün dikkatlerini gençliğin mücadele dinamiklerine yanıt vermeye yoğunlaştırmışlardır. Politik hazırlığını ve örgütsel konumlanışını bu ihtiyaca yanıt verecek bir tarzda ele alan genç komünistler, gençliği baskılara ve gericiliğe karşı direnişe ve örgütlenmeye çağıran bir hat üzerinden çalışmalarına hız vermişlerdir. Bu çerçevede okulların açılmasıyla birlikte anlamlı

çalışmalar gerçekleştirmiş, belli ilk sonuçlar elde etmişlerdir. Bütün bunlar anlamlı olmakla birlikte henüz çok yetersizdir. Genç komünistlerin, önümüzdeki süreçte bütün bir çalışma zeminlerini, araçlarını, tarzlarını ve yöntemlerini gençlik içerisinde biriken mücadele dinamiklerini kucaklayacak tarzda yenilemeden, gençliğin mücadele eğilimine yanıt verecek politik ve örgütsel zeminleri hızla şekillendirmeden bu ihtiyaca yanıt vermeleri mümkün olmayacaktır. Bir başka ifadeyle, alışılagelen yöntemler, genç komünistleri gençlik hareketi içerisinde biriken mücadele potansiyelleri ile buluşturmaktan uzaktır. Kendi içerisinde ne kadar yoğunlaşılırsa yoğunlaşılsın, yeterince mesafe katedememenin gerisinde de bu gerçeklik yatmaktadır. Tam da bu nedenle, yeni dönemde gençlik hareketi içerisinde yüzünü mücadeleye dönmüş kesimleri kucaklayacak, onların talep ve özlemlerini devrimci mücadele kanalına taşıyacak ve en nihayetinde genç komünistler ile gençlik güçlerini dolaysız olarak buluşturacak bir politik gençlik örgütü tartışması buradan gündemimize girmiş bulunmaktadır. Güncel gelişmeler ve gençlik hareketinin verili tablosu, bu ihtiyacı ayrıca dayatmaktadır. Bunun içindir ki, böylesi bir gençlik örgütü, gençlik hareketinin ihtiyaçları ile birlikte ele alınmaktadır.

Gençliğin devrimci birliğini yaratmak için! Dünya olayları ve somutta Haziran Direnişi bir kez daha göstermiştir ki, içerisinde bulunduğumuz tarihsel koşullarda işçi ve emekçi kitlelere mensup gençlik kesimlerini devrime kazanmak, buna bağlı olarak parti saflarını düzenli olarak genç devrimcilerle beslemek büyük bir önem taşımaktadır. Zira devrimci bir parti açısından devrime hazırlık, genç güçler devrime ve devrimci partiye kazanılmadan gereğince başarılamayacaktır. Genç komünistler, güncel ve dönemsel sorumluluklarına herşeyden önce buradan bakmakta, gençlik içerisinde güç olma ve gençliği partili mücadeleye kazanma hedefi ile gençlik hareketini ileriye doğru taşıma görevini birarada ele almaktadırlar. Halihazırda yürütülen politik gençlik örgütü tartışmaları da, bu diyalektik bağ gözetilerek sürdürülmekte, bir yandan hareketin ihtiyaçlarına yanıt aranmakta, öte yandan gençliğin en diri, en kararlı, en devrimci unsurlarını parti saflarına kazanmanın yol ve yöntemlerine yoğunlaşılmaktadır. Gençlik hareketinin bugünkü düzeyi üzerinden açığa çıkan olanakları kucaklamak!.. İşte genç komünistler bütün bir dikkatini bu hedef doğrultusunda yoğunlaştırmalıdır. Halihazırda süren politik gençlik örgütü tartışmaları da, öncelikle bu temelde ve gençliğin devrimci birliğini var etme bakışı ile ele alınmalıdır. Elbette bunun kendisi bir süreç ve olgunlaşma işidir. Fakat bu hiç de yıllara yayılan bir dönem üzerinden ele alınmamalıdır. Bu gerçekliği Haziran Direnişi yeterli açıklıkta gözler önüne sermiştir.

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Aralık 2013 tarihli 292. sayısından alınmıştır...)


Bu pisliği devrim temizler! 17 Aralık’ta gerçekleştirilen ve doğrudan AKP iktidarını hedef alan cemaat patentli yolsuzluk operasyonu, çürümüş sermaye düzeni gerçeğini bir kez daha tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Operasyon, aynı zamanda AKP-cemaat arasında yaşanan çatışmanın vardığı boyutu da gözler önüne serdi. Keza, AKP’li bazı bakanların oğullarının, kimi belediye başkanlarının, banka müdürünün ve iktidarın gölgesinde palazlanan inşaat baronlarının gözaltına alınması, yine aralarında bakanların oğullarının da bulunduğu çok sayıda kişinin tutuklanması, kamuoyunda cemaatin AKP iktidarına “ölümcül darbesi” olarak yorumlandı.

İktidar ve rant dalaşından pislik saçılıyor Emekçilerin sırtından elde edilen zenginlikleri pay etmek ve devlet içerisinde güç olmak için AKP çatısı altında kurulan kirli ittifakın çatırdadığı uzun bir süredir biliniyordu. Bu nedenle şimdiye kadar düzen içi hasımlarına karşı birlikte hareket eden ve iktidar gücü olmanın tüm olanaklarını sonuna kadara kullanan “eski dostlar”ın, sıra rantın ve iktidar gücünün pay edilmesine geldiğinde birbirlerinin boğazına sarılması şaşırtıcı olmadı. Dahası, bunun böyle olması kaçınılmazdı. Zira söz konusu olan AKP-cemaat ittifakı daha en başından beri sefil çıkarlar ve kirli pazarlıklar üzerine kurulmuştu. Düzen içi hasımlar alt edildikten sonra çelişkinin yeni bir boyut kazanması, sıranın iç hesaplaşmaya ve sefil çıkarlar etrafında boğazlaşmaya gelmesi ise kaçınılmazdı. AKP iktidarını sarsan ve pisliklerinin ortalığa saçılmasına yol açan rüşvet ve yolsuzluk operasyonu, AKP-cemaat kapışmasında yeni bir sürecin kapılarını aralamış oldu. Zira kavga artık açıktan ve “operasyonel” biçimler altında sürdürülüyor. Çatışan taraflar artık direk kaleleri hedef alan saldırılar gerçekleştiriyor. Hakan Fidan süreciyle ilk sinyalleri verilen, dershane tartışmaları ile iyice ayyuka çıkan ve bugün operasyonel boyutlar kazanan AKPcemaat kapışması, gelinen yerde yıllar içerisinde birikmiş olan pisliklerin bir bir ortalığa saçılmasına yol açıyor. Öyle ki taraflar bir yandan belaltı vuruşlarla rakibini güçten düşürmeye çalışıyor, öte yandan birbirlerinin ipliğini pazara çıkarmak için mevzilendikleri devlet kurumlarını harekete geçiriyor. Cemaat patentli rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile gündeme gelenler ise, esasta AKP iktidarı döneminde gerçekleştirilen yağma ve talanın sadece küçük bir kısmını içeriyor. Yıllardır dizginsizce semiren, bu konuda hiçbir ölçü tanımayan dinci takımın hesabı çok daha kabarık. Öyle ki, bilinen en pervasız soyguncuları ve pişkin haydutları bağrında toplayan AKP iktidarı, daha kurulduğu günden itibaren sayısız yolsuzluğun, yağmanın ve talanın altına imza attı. İktidarı döneminde birçok yandaşını hatırı sayılır oranda zenginleştirdi. Hükümet olduğu ilk günden itibaren sermayeye koşulsuz hizmete koşan, emperyalist güçlerin bir dediğini iki etmeyen AKP gericiliği, her adımında kendi payına düşenden fazlasıyla nemalanmayı ihmal etmedi. Dahası tüm yaptıklarını büyük bir pervasızlık ve arsızlıkla ortaya koymaktan çekinmedi. AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın Doğan Grubu’na hitaben “ben onu bizim Çalık’lara vereceğim, sen vazgeç” sözleri, temsil ettiği partinin bu konuda ne kadar rahat, ölçüsüz ve arsız olduğunu tesciller nitelikteydi. Düzen güçleri arasında süren gerici kapışma kızıştıkça, bu türden pisliklerin daha da ortalığa saçılacağından kuşku duymamak gerekiyor.

Çatışan tarafların hepsi de kirli, hepsi sermayenin hizmetinde Çatışan taraflara bakıldığında hepsinin bu düzenin has adamları olduğu, yıllardır sermaye düzeninin çıkarları için çalıştığı ve tam da bu nedenle emperyalist güçlere göbekten bağlı olduğu rahatlıkla görülecektir. Hem AKP iktidarı, hem de cemaat yapılanması bugünkü konumunu tamamen sermaye düzenine ve emperyalistlere sunduğu koşulsuz hizmet üzerinden elde etmiştir. Yani bütün bir varlıklarını ve zenginliklerini sermaye düzenine ve emperyalizmle kurdukları aşağılık ilişkilerine borçludurlar. Hal böyle olunca; girişilen rant kavgasının ve siyasal kapışmanın gerisinde, beslendikleri sermaye düzeni gerçeği olduğu, devreye sokulan siyasi operasyonların AKP ve cemaat yapılanmasını bugüne kadar koruyup kollayan ve mevcut konumlarına taşıyan emperyalist merkezlerden bağımsız olamayacağı açıktır. Emperyalistlerin, düzen içi çatışmaların kurulu düzeni tehdit etmediği ve sosyal mücadeleleri tetiklemediği koşullarda, esasen “galip ata” oynamayı tercih ettikleri, bu türden süreçleri düzen güçlerini “terbiye” operasyonlarına konu ettikleri deneyimlerle biliniyor. Dahası, bu türden dalaşmaları ve düzen içi kavgaları yılların biriktirdiği pisliği ve irini akıtmak için özel olarak değerlendiriyor ve düzenin bekası için kullanıyorlar.

Yolsuzluğun ve talanın kaynağı çürümüş sömürü düzenidir Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu üzerinden açığa çıkan pislikleri salt AKP iktidarına mal etmek, ya da AKP-cemaat kapışması sınırlarında ele almak, yağma ve talanın gerisindeki sermaye düzeni ve devleti gerçeğini perdelemek olur. Zira sermaye devletinin tarihi bu ve benzeri operasyonlarla doludur. Düzen güçleri arasında süren ve kimi zaman açık, kimi zaman örtülü biçimler alan mücadeleler, sayısız kez bu türden sonuçlara yol açabilmiştir. Nice hortumcuların, Jet Fadıllar’ın, Uzangiller’in, Özalgiller’in sermaye devletinin sunduğu olanaklardan yağlı kârlar elde ettiği, fakat sırası geldiğinde ise ipleri çekildiği bilinmektedir. Ortaya saçılan pisliklerin bugünkü muhatapları AKP iktidarı ve onun dünkü yol arkadaşları olabilir. Ancak bu türden pisliklerin kaynağı temelde kâr ve rant üzerine kurulu olan sermaye düzeninin ta kendisidir. İşte AKP’nin ve cemaatin beslendiği ve üzerinde kavgaya tutuştuğu bu bataklık kurutulmadan yolsuzlukların, yağmanın ve talanın sonu gelmeyecektir.

Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde! Aralarında bakan çocuklarının, banka müdürlerinin, belediye başkanının ve AKP’ye yakın inşaat baronlarının yer aldığı yolsuzluk operasyonu, bir kez daha sermaye devletinin çürümüş yapısını gözler önüne serdi. Bu kavga, din kisvesiyle toplumun karşısına çıkan haramilerin maskesini her ne kadar düşürse de, sorun sınıflar mücadelesi alanına taşınmadıkça ve düzen-devrim ekseninde bir mücadelenin konusu olmadıkça esasen değişen birşey olmayacaktır.

23


Dershane bahane...

24

Yaklaşık 2-3 haftalık bir süre boyunca dershanelerin kapatılması gündemi toplumun bütün kesimleri tarafından tartışıldı, tartışılıyor. Ve tüm bu tartışmalardaki eksiklikleri ve fazlalıkları bir tarafa koyacak olursak eğer, hemen hemen herkes dershane tartışmasının bir eğitim tartışmasından öte, cemaat ile AKP arasındaki siyasi bir kavga olduğunu kabul ediyor... Bu siyasi kavgayı, her ne kadar dershaneler üzerinden var olan rantın paylaşılamaması gibi dar ekonomik gerekçelere dayandıranlar olsa da, cemaatin AKP hükümetinin yürütmekte olduğu kimi politikalara mesafeli olması, Haziran Direnişi ile birlikte AKP içindeki iç huzursuzlukların ve çatışmaların artması ve seçimlerin yaklaşması ile birlikte rant kavgasının daha da artacağı açık. Dershane tartışmalarını da bu tartışmaların dışında ele alamayız. AKP ile cemaat arasındaki çatışmayı biraz irdeleyecek olursak eğer, en net haliyle gördüğümüz ilk gerçeklik, artık Erdoğan şefliğindeki AKP’nin açık alanda cemaate kafa tutabilecek güç ve örgütlülüğe ulaşmış olduğudur. Erdoğan, çok net ve açık bir şekilde, 15-20 yıl önce eteğine kapandığı, referandum sonrasında “okyanus ötesine” selam gönderdiği cemaate karşı söz söyleme gücünü kendisinde buluyor. Yani bir başka ifade ile birlikte Erdoğan artık cemaatin elindeki ranta göz dikecek iktidar ve devlet gücünü kendisinde görmektedir. Bu noktayı gözden kaçırmamak ve Erdoğan’ın tüm otokratik yönetimsel tavır, davranış ve pratiklerini belki de bu zeminden okumak gerekmektedir. Öz olarak, devletin ve kontrgerillanın yeniden şekillendirildiği günümüz koşullarında, örgütlenmesini, kadrolaşmasını tamamladığına inanan bir AKP vardır ve rant kavgasında daha da fazlasını alabilmek için en büyük ittifaklarından biri olan cemaate kafa tutmaktadır. Ki o cemaatin tarihi 70’lere dayanmaktadır ve AKP’nin bugünkü gücüne, cemaatin yıllardır var etmiş olduğa güce dayanarak geldiği de bilinmektedir. 70’li yıllar itibari ile, ABD’nin, devrimlerin Ortadoğu’ya yayılmaması için başlatmış olduğu Yeşil Kuşak Operasyonu’nun Türkiye ayağı olan cemaat, özellikle 80 askeri faşist darbesinin ardından

egemenler tarafından özel olarak örgütlenmiş ve nihayetinde AKP döneminde en parlak dönemini yaşamıştır. Ve 40 yıllık pratikleri içerisinde hiçbir zaman siyasi parti kurmamış, lakin siyasi parti mantığında örgütlenmiş, iktidara gelebilecek olan ve iktidara gelen partilerle yakın ilişkiler kurmuş, tüm bu ilişkileri üzerinden polis, ordu, yargı, yürütme ve yasama gibi alanlarda güç kazanmıştır. Öyle ki, ülkedeki cemaatin oy potansiyeli her ne kadar %7-%8 olarak deklare edilsede, cemaatin yayını olan Zaman gazetesi tirajının 1 Milyon 100 bini aşıyor olması bu oy potansiyelinin daha fazla olabileceğini göstermektedir... Yani ciddi bir kitle ilişkisi olan büyük bir kesimdir cemaat. Biz komünistler olarak, mevcut bir takım gelişmeler ışığında, yeri geldiğinde cemaat ile AKP arasındaki çatışmayı kaleme almış ve dillendirmiştik. Lakin, bu tür yazıların bizler tarafından kaleme alındığı ilk dönemlerde, çoğu kişi, böyle bir çatışmanın olduğuna inanmamıştı. Bugün gözüktüğü üzere, geçtiğimiz dönemde yazdıklarımız bir kez daha tarih tarafından doğrulanmaktadır, cemaat ile AKP artık açık alanda didişmektedir. Dün kapalı kapılar ardında yaşanan, saklanan çatışmalar bugün artık gün yüzüne çıkmış, tüm maskeler düşmüştür. Evet, mesele bir dershane meselesi değildir. Mesele en kaba haliyle, sermayeyi temsilen kimin iktidar mekanizmasında daha çok söz sahibi olacağı, bu çatışmada kimin galip gelip, kimin eleneceğidir. AKP, iktidara geldiği ilk günlerde cemaatin olanak ve kadrolarını kullanarak mevcut devlet örgütlenmesinin içindeki birçok kişiyi ve farklı düzen içi kliği tasfiye etmiştir. İşte çatışma da bu yeniden inşa sürecinde yaşanmaktadır. AKP, bugün sahip olduğu güç ile devlet mekanizmasında tek başına söz sahibi olmak istemektedir. Ona bu gücü ve olanağı elde etmede destek olan cemaat ise iktidarı elinde tutan AKP’ye her şeyi bırakmama derdindedir.

AKP’nin dershane kapatma hamlesi ve arka planı AKP’nin dershaneleri kapatarak cemaate


vurduğu tek darbe ekonomik alanda değildir elbet. Zira dershane alanında cemaatin payının %25 kadar olduğu söyleniyor. Dershaneler ve dershane sektörü her ne kadar çok büyük bir rant alanı olsa da cemaat için aynı zamanda ve belki de daha da önemli olmak üzere bir var olma alanıdır da. Dershaneler, cemaatin işçi-emekçi kitlelerle bağ kurduğu, örgütsel ilişkiler geliştirdiği bir alandır. Bu örgütsel ilişki sadece öğrenci gençlik ile kurulan doğrudan ilişki değil aynı zamanda ailelerle de kurulan bir ilişkidir. Öğrenci, ailesi ve cemaat arasında kurulan ilişkiler büyük ölçüde uzun yıllar devam etmekte, cemaatin gücü ile devlet kademelerine yerleştirilen gençler burada cemaat adına çalışmakta ve devlet aygıtı içerisinde cemaat örgütlenmesinin kökleşmesine olanak yaratmaktadırlar. AKP, kendisine tehlike olarak gördüğü bu örgütlenmeye karşı çok hızlı ve sert bir süreç başlattı. Ülkede var olan yaklaşık 3880 dershanenin sadece 250-260 tanesi özel okula dönüşebilecekken, “dönüşüm taslağı” önerdi ve aslolarak dershaneleri kapatacağını bildirdi. Bu haliyle “burjuva hukuku”nu da bir kez daha ayakları altına aldı ve ilk başta ülkenin sermaye gruplarının tepkisini çekti. Temel sermaye grupları, “özel teşebbüsün” yasaklanmasının anti-demokratik olduğunu, yasalara aykırı olduğunu dillendirdiler ve asıl olarak “bugün, dershaneleri kimi gerekçelerle kapatanlar yarın da başka alanlara el uzatabilirler. Mesela, artık tüm inşaatları TOKİ yapacak diyerek inşaat firmalarını, mütehatlik şirketlerini kapatabilir, enerji alanındaki tüm işlemleri biz yapacağız diyerek bu alandaki dev tekellere - yakın zamanda operasyon yiyen TÜPRAŞ gibi - kapatma getirebilir!” demektedirler. Geçtiğimiz yıllarda bir TUSİAD başkanının yapmış olduğu konuşmada söylediği şu sözler bugün artık daha da ciddi bir boyut kazanmış görünüyor; “...AKP döneminde çok kazandık ama sadece kazanmak yeter mi?” AKP, tüm bunları bir tarafa bırakmış gözükerek cemaatin devlet içerisindeki örgütlenmesine ket vurmaya, devleti tamamıyla ele geçirmeye kararlı. Bunu ise ikili bir süreci izleyerek gerçekleştirme eğilimde. Bir yandan cemaate mensup ve önemli koltuklarda oturan kişilerin devlet kurumlarından tasfiyesi -ki medyada konuşulanlara göre AKP’nin elinde tüm cemaat örgütlenmesine mensup kişilerin listelerinin ve cemaate ait önemli belgelerin olduğu konuşuluyor- diğer taraftan da, dershanelerin kapatılması ve kendi denetimindeki İmam Hatipler ile Halk Eğitim Merkezleri’ni güçlendirerek buradan çıkacak kadrolarla, AKP’nin kendi kadrolaşmasını tamamlaması, doğal olarak da cemaatin devlet dışına çıkarılması hedefleniyor. Taraf gazetesi’nde yayınlanan fişleme belgeleri de AKP’nin uzunca bir zamandır devlet örgütlenmesi içerisindeki cemaat mensuplarını takibe aldıklarını göstermesi açısından önemlidir. Her ne kadar mevcut pratikler bu şekilde bir gidişatı ortaya koyuyor olsa da AKP ve cemaatin kendi içerisindeki ilişkilerde bu sürecin belirlenmesinde rol oynayacaktır. Her seçim dönemi öncesinde kulislerde konuşulduğu üzere AKP’nin milletvekilleri kadrosunda cemaate bir kontenjan ayırdığı ve kimi cemaat mensuplarının AKP milletvekilleri olduklarını biliyoruz. Yani bu çatışma içerisinde AKP, homojen bir yapıda değildir ve içerisinde cemaat mensubu milletvekilleri vardır. Cemaat ek olarak AKP içerisinde de örgütlüdür. Yani AKP’nin cemaat ile ilgili olarak bildiği bilgiler kadar, AKP içerisindeki kirli, yoz ilişkiler de cemaat tarafından bilinmektedir. Ve bugüne değin, izlemiş

oldukları “kardeşlik hukuku” nedeniyle özenle gizlenen bu gerçekler, açık çatışmanın başladığı daha ilk günlerde gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Diğer bir taraftan da, cemaatin içerisinde kimi tartışmaların olduğu da konuşulmaktadır. Servetinin ne kadar olduğu bilinmeyen cemaatin başında mevcut haliyle Fetullah Gülen vardır ve kendisinin hem yaşlı olduğu hem de ciddi sağlık sorunları olduğu bilinmektedir. Gülen’den sonra cemaatin, dolayısıyla bu denli ciddi bir örgütlenme, güç ve zenginliğin başına kimin geçeceği ciddi bir bilmecedir ve bu bilmecenin parçaları arasında irili ufaklı çatışmaların olduğu kamuoyunda tartışılmaktadır. Sözü eğitim alanına getirmeye ise bu kadar kirlilik içerisinde gerek yoktur ki, zaten tartışılan hiçbir zaman eğitim olmamıştır ve olmayacaktır da. Herkese eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitimi ne dillendiren vardır ne de düşünen. Tüm taraflar, kendi çıkarlarını düşünmekte ve buna göre davranmaktadırlar. Ayrıca, nedenleri her ne olursa olsun tüm burjuva ittifaklarının er ya da geç çökeceği ve yıkılacağı kesindir. Bugün de yaşanılan budur. Daha düne kadar tüm dünyanın İslam kardeşliği temelinde birleşmesi halinde barışa, kardeşliğe, huzura ve refaha kavuşacağını söyleyerek ilk başta bizlere, sosyalistlere saldıranların, bugün birbirleriyle it dalaşına girmiş durumda oldukları ortadadır. Sırf bu yüzden de Zaman gazetesinin bazı yazarlarının hükümete yönelik “yapmayın kardeşler, bu inadınızdan vazgeçin, birbirimize girmeyelim. Biz birbirimize girdikçe, çözümün dinde olduğuna dair tüm söylemlerimizi yalanlamaktayız. Dün sosyalistlere söylediklerimiz bugün bizler içi geçerli hale gelmekte!” minvalinde açıklamalar yapıyorlar, ama nafile... Bizler, en net haliyle tekrardan görüyoruz ki, yozlaşmış, çürümüş bir sınıf olan burjuvazinin tüm ideolojileri de gericidir, yozdur ve çürümüşlerdir. Dolayısıyla sömürü çarkları temelinde var olan her türlü rant ve çıkar ilişkisi, ikiyüzlülük ve riyakarlık, bu türden ideolojik örgütlenmelere ve aralarındaki ittifaklara da yansıması kaçınılmazdır. Ve bugün, cemaat ile AKP arasında yaşanılanlarda bu kirliliğin, yozluğun bir görüngüsü olmakla birlikte, işçi ve emekçilerin tüm çıkarlarının bunlara ters olduğunu da bir kez daha göstermektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında bizlerin yapması gerekenler ise, tekrardan ve daha güçlü bir şekilde tüm saldırılara karşı emeğin örgütlenmesini sağlamak olmalıdır. AKP karşıtı propagandanın buradan yola çıkarak tüm burjuva ideolojilerine ve sermaye düzenine karşı yürütülmesi gerekmektedir. Var olan tüm bu tartışmalar bir kez daha göstermiştir ki, tüm burjuva örgütlenmeler, işçi ve emekçilerin geri bilinçlerine seslenerek sömürü çarklarında üretilen zenginliklerden kendilerine pay kapmaya çalışmaktadırlar. AKP-cemaat kutuplaşmasının ve CHP’nin cemaate göz kırpmasının gerisinde bu vardır. Bizlerin gerçek kurtuluşu ise, bu sömürü çarkını kırmak ve bunun için örgütlenmek olmalıdır. Son olarak, varsın filler birbirlerini yesinler, bizler karıncalar olarak dünyamızı onlardan ve diğer tüm fillerden -bugünlerde ABD’de destek arayan CHP vd. gibi- temizleme mücadelesini, bu kavganın içerisinde devamlı sömürülenler, katledilenler, yok sayılanlar, açlığa, yokluğa, yoksulluğa mahkum bırakınlar olarak devam edeceğiz, etmeliyiz.

İzmir’den bir genç komünist

25


Yolumuz işçi sınıfının yoludur!

Gençlik militanlığını, dinamizmini, kinini, öfkesini ve yaratıcılığını bu hazırlık ile bütünleştirmeli, ete kemiğe büründürmelidir. Dolayısıyla gençliğin önündeki ilk ve en temel önemli görev baş düşmanını tanımak olmalıdır. Yaşadığı tüm sorunların temel tarihsel-toplumsal nedenlerini, yani düşmanını doğru belirlemeli ve çözümünü de buna göre oluşturmalıdır.

26

Gençlik, uzun yıllardır üzerindeki ölü toprağıyla yaşadı. Derin bir sessizlik içerisindeydi ve ne doğrudan kendisine yönelik kapsamlı saldırılara karşı sesini çıkarıyordu ne de genel toplumsal sorunlara dair sözünü söylüyordu. Eğitimin paralı ve eşit olmadığı, anadilde eğitim hakkının yasaklı olduğu, üniversitelerin toplum için bilgi üreten kurumlar olmaktan çıkarak sermaye için teknoloji üreten kurumlar haline dönüştürüldüğü, üniversitelerin özerk yapısının tamamıyla tasfiye edilerek antidemokratik bir işleyişin dayatıldığı, barınma, beslenme, ulaşım, sağlık gibi temel ihtiyaçlardan dolayı öğrencilik yaşamının bir çileye dönüştüğü ve tüm bu maddi eksikliklerin üstesinden gelenlerin ise işsizlik ve geleceksizliğe mahkum edildiği bir yaşam sürmekteydi. Tüm bunların yanı sıra ülkede yoğunlaştırılan dinsel gericilik ile yaşam alanları daraltılmaya çalışılmış, özgürlükleri tehlikeye girmişti. Ve tüm bunlarla beraber ülkenin genelinde yaşanan bir çok sorun vardı; doğanın rant için talanı, HES projeleri, kadınlara yönelik gerçekleştirilen saldırılar, Alevilerin ve Kürtlerin yaşadığı baskı ve asimilasyon politikaları, emperyalist savaş ve saldırganlık... Toplumun en dinamik kesimi olan gençliğin onca saldırıya rağmen süren sessizliği, ilk başta iktidarların ekmeğine yağ sürmekteydi. Her

sessizlik bir başka saldırı için onları cesaretlendirmekteydi. Eğitim hakkımız, özgürlüklerimiz ve geleceğimiz teker teker gaspedildi ve hala gaspedilmeye çalışılıyor. Gençlik kendisine yönelik saldırılardan haberdardı. Bazen birebir yaşıyor, bazen başkaları üzerinden gözlemleme fırsatı buluyor ya da sosyal medyadan duyabiliyordu. Biriken öfkesini ilk olarak ortaya koyduğu Dolmabahçe ve ODTÜ eylemleri, cılız da olsa boğazına dayanan çığlığın yaratacağı fırtınayı müjdeliyordu. Bir ilk başkaldırı olan bu bağırışlar Haziran ayında bir fırtınaya dönüşmüştü. Gençlik, geçmiş tarihler boyunca dünyanın dört bir tarafında üstlenmiş olduğu rolü bu sefer de Haziran Direnişi’nde göstermişti. Biriken öfkesi, enerjisi, dinamizmi, militanlığı, birikimi ve yaratıcılığıyla gençlik, Haziran Direnişi’nin temel lokomotifi olmuştu. Dolmabahçe’de çok cılız da kalmış olsa yükselen bu ses ODTÜ’de biraz daha güçlenmiş ve Haziran Direnişi’nde fırtınaya dönüşmüştü. Gençlik, biriken borçlarını simgeleyen bankalara, dinsel gericiliği ve ticari eğitimi simgeleyen Körfez Dershaneleri’ne, paralı ulaşımı temsil eden otobüs ve duraklara, emperyalizmin simgesi olan McDonalds’lara, Burger King’lere, sokak ortasında işçilere, emekçilere, devrimcilere, Alevilere, Kürtlere azgınca saldıran katil devletin katil polislerine,


dinci-gerici AKP iktidarına karşı topyekün bir direniş başlatmıştı. Ve aslında gençlik, Gezi Parkı’nda başlayan ve kısa sürede tüm ülkede genel bir direnişe dönüşen süreci omuzladı. Gençlik, direnişin tüm aşamalarında üstlenmesi gereken tüm görevleri üstlendi. Militanlığı ile barikatları koruması ve ilerlemesi gerekiyordu; barikatların en önünde savaştı. Birikimi ile direnişe karşı yapılan saldırılara cevap vermesi gerekiyordu; yazdı-çizdi-söyledi. Dinamizmi ile kurulan kolektiflerin ayakta kalması için seferber olmalıydı; Taksim’den Gündoğdu’ya kadar her alanda kurulan çadır kentlerin gönüllü hizmetkarları oldu... Ve gençlik, Haziran Direnişi’ne şehitler verdi; Ali İsmail, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Medeni Yıldırım. Gençlik, yıllardır var olan baskıya, sömürüye, gericiliğe karşı direnişe geçti. Başka türlüsü de beklenemezdi. Yapması gerektiğine inandığı herşeyi yaptı, yapabileceğini gösterdi. Öyle ki, düzen sözcüleri, 90 gençliğini istedikleri gibi yetiştiremediklerine dair kendilerini eleştirdiler.

Sınıf biliciyle direniş dolu yarınlara! Lakin gençlik, Haziran Direnişi’nin de deneyimiyle bir sonraki direniş dolu günleri zafere ulaştırmak için bugünden kimi bir takım hazırlıklar yapmalıdır. Gençlik militanlığını, dinamizmini, kinini, öfkesini ve yaratıcılığını bu hazırlık ile bütünleştirmeli, ete kemiğe büründürmelidir. Dolayısıyla gençliğin önündeki ilk ve en temel önemli görev baş düşmanını tanımak olmalıdır. Yaşadığı tüm sorunların temel tarihsel-toplumsal nedenlerini, yani düşmanını doğru belirlemeli ve çözümünü de buna göre oluşturmalıdır. Gençliğin yaşadığı tüm sorunların da kaynağı özel mülkiyet rejimi ya da başka bir deyişle kapitalizmdir. Dolayısıyla, gençliğin öğrencilikten kaynaklanan tüm sorunlarının nedenine de buradan bakmak ve düşman olarak mevcut sınıflı toplum olan kapitalizmi görmek gerekmektedir. Örneğin işsizlik ve geleceksizlik sorununu ele alalım, ki üniversite mezunları arasında işsizlik oranının %20’lerin üzerinde olması ile dünyada üst sıraları zorlamaktayız. İşsizlik ve geleceksizlik sorunu bugün onlarca belki de yüzlerce üniversite mezununun intihar sebebidir. Ancak işsizlik çok basit önlemlerle çözümlenebilecek bir sorundur. Mesela bir bankayı ele alalım. Bankada çalışan İİBF mezunları, en iyi koşullarda günde ortalama 9-10 saat çalışmaktalar ve İİBF mezunları arasındaki işsizlik oranı da diğer fakültelere göre oldukça yüksek. Siz, bu çalışma saatlerini günde 4.5- 5 saate indirirseniz ve işgününün kalan kısmını başka bir işçi ile doldurursanız bugün işsizliği değil, başka şeyleri tartışmış olmaz mıyız? Ama bu, kapitalizmde mümkün değildir. Kapitalizmde amaç insanlık değil sermayedir, dolayısıyla toplumsal refahı, barışı ve huzuru değil, maliyet düşüklüğünü ve maksimum kârı amaçlar. Çok daha az sayıda İİBF mezununa ihtiyaç varken o fazlasıyla İİBF mezunu çıkartarak işsizliği büyütür. Üniversite mezunlarını asgari ücretlere çalıştırır, hatta 16-17 yıllık eğitim almış üniversite mezunlarını, ellerine bilgisayar vererek mezun oldukları kampüse

gönderir ve kredi kartı sattırır. İşte kapitalizmin tüm çürümüşlüğü budur ki bu çok basit sıradan bir örnektir. Tüm bu nedenlerle gençlik, temel eksen olarak kapitalizm karşıtlığı ekseninde eyleme geçmelidir. Onun ve toplumun diğer tüm bileşenlerinin yaşamış olduğu sorunların kaynağını içerisinde bulunduğumuz özel mülkiyet rejimi olarak gören gençlik, sadece bununla yetinmemeli, aynı zamanda kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfı ile kader birliği yapmalı, kurtuluşu onun vereceği toplumsal kurtuluş mücadelesinde görmelidir. Çünkü işçi sınıfı, Marks’ın dediği gibi “tarihin en devrimci sınıfıdır!” Çünkü o “kurtuluşu için kendisini yok etmesi gereken tek sınıftır!” İşçi sınıfının tek bir kurtuluşu vardır ki, o da mevcut burjuva iktidarı bir devrim ile yok etmek ve sınıfsız toplumu kurmaktır. Yani tüm hareketi sermaye için olan ve tüm insani değerleri, ihtiyaçları ve doğal güzellikleri sermayenin konusu haline getiren bu sistemi bir devrim ile yıkarak sınıfsız toplumu yaratacak olan işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı tüm bunları yapabilmesi için gerekli gücü ise kendi maddi koşullarından almaktadır. O, kapitalist toplumun damarlarında akan kan olan artı-değerin tek üreticisidir. Tam da bu nedenle “zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyi olmayan” işçi sınıfı, sömürücü asalak sınıfın soluğunu kesebilecek yegane güce sahiptir. Tüm bu özelliklerin yanı sıra, işçi sınıfının iktidarda olduğu toplum sınıfsız topluma akacak, onu var edecek olan tek toplumdur. Bu özellikleri onu, bir sınıf olarak tarihin en devrimci sınıfı yapmaktadır zaten. Yani, özel mülkiyetin lağvedildiği sınıfsız toplum ancak ve ancak işçi sınıfının vereceği iktidar mücadelesinin başarıya ulaşması ile mümkün olabilir. Sonuç olarak söylememiz gerekmektedir ki gençlik, mevcut özel mülkiyet rejimine karşı çözümü devrimde, kurtuluşu da sosyalizmde tanımlayan işçi sınıfının bağımsız devrimci programı etrafında örgütlenmelidir. Yarınki direniş dolu günlere olan tüm hazırlığını bu bağlamda yürütmeli ve hedefi buradan tanımlamalıdır.

27


Mülkiyet ilişkileri ekseninde:

Modern Toplumda Çürümenin Felsefesi’ne karşı Metin Kurt Yalnızlığı K.Ehram “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: İnsanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.” Theodor Adorno “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” derken, belki de her şeyi özetliyordu şair. Marx’ın bu dizelerdeki naif insancılıktan, gerçeğin acı çirkinliğini gözler önüne sermek ve “insan olana küfür” anlamına gelen bütün bir kapitalist ilişkiler ağını parçalayacak bir görüşler sistematiği yaratmak için aldığı ilham hala güncelliğini korumaktadır. “Çok az kimse, Marx’ın sahip olduğu keskin realite duygusuyla tarihin akışına ve toplumsal ilişkilere bakabilmiş, kitlelerin neredeyse mahkûm oldukları gayri insanî durumları sorgulayabilmiştir.” [1] Biz de kapitalist üretim modunun sinir bozan aceleciliği ve kronik tüketim telaşı içindeki modern toplumun kaçınılmaz iç bulantısının ve hastalıklı döngüsünün bireyi içine sürüklediği “gayri insani” durumu tüm çıplaklığı ile tekrar tekrar ortaya koymak durumundayız. Marx gibi, bugün kapitalizmin katlanılmaz çirkinliğini fark eden ve bunu değiştirme kararlılığı ile hareket eden bireyin ruhu da böylece dünya üzerinde yaratılması hala mümkün olan ve kapitalist toplumda ortaya çıkan “modern hastalığa” tek deva olan saflığı ve otantikliği kendi içinde yaratma kudretini açığa çıkaracaktır. Marx eskimemektedir, çünkü kapitalizme karşı geçirgen değildir; gerçekçi, uzlaşmaz ve yıkıcıdır. Yıkıcı gücü ve değiştirme iradesi bugün hala sosyoloji, ekonomi, felsefe ve tarih alanlarında dönülüp dolaşılıp referans verilecek kadar kendisini diri tutan gücünün temelini oluşturmaktadır.

Çürümenin teşhisinde Marx’tan Adorno’ya: İnsan-Nesne İlişkisi ve Birey-Toplum Diyalektiği

28

Burjuva mülkiyet anlayışının düşünceyi ve bedeni eskiten dokunuşu onunla uzlaşan bireye süzülmeden, tüm demiyle nüfuz eder. “Kendini kökensel bir kendilik olarak, bir monad olarak sunan şey, toplumsal süreçteki yine toplumsal bir bölünmenin ürünüdür sadece. Birey tam da bir mutlak olarak, mülkiyet ilişkilerinin bir yansımasıdır.” [2] Kapitalist üretim biçiminin yol açtığı felaketlerin ve toplumda mülkiyet ilişkilerine indirgenen depresif sosyal temasların farkına varmak bugün için bir meziyet değildir, onu alaşağı

etmek gibi bir istek, kararlılık ve bu temeller üzerinde şekillenen bir yaşamı tetiklemedikten sonra! Düşünce ve eylemin uyumu, praksisin şiirsel kudreti olmaksızın insan özgürleşemez, özge ve özne olamaz zira: “Özgürlük bir eylemle, bir yerine getirme ile, bir gerçekleştirme ile, bir ifade ile yaşanır. Bir ‘icra’dır, bir ‘performans’tır. Özgürlük tam anlamıyla bu nedenle bir gerçeğe dönüştürme çabası olarak ortaya çıkar.” [3] İnam’ın özgürlük ile sıkı bir ilinti içinde ele aldığı özge insan kavramı, burjuva insana bir tezat oluşturması ve bu nedenle burjuva alışkanlıkların beraberinde getirdiği çürümeye karşı bir tavır sergilemesi açısından önemli bir kavram. “Özgelik, içtenlikle yaşanır. Özge insan, hesaplayan, art niyetli, karşısındakini sömürmeye çalışan biri değildir.”[4] Özgeliğin çabasını gözüpek, korkusuz, yılmaz atılımlarla gerçekleştirmesi üzerinde durarak onu bu gözüpeklik, atılım ve göze alma gücünü, Heidegger’de Wagnis ve Versuch kavramları ile kesiştiriyor: “Çünkü, düşünmek göze almaktır. Heidegger buna ‘Wagnis’ diyordu.”[5] Adına ne dersek diyelim, burjuvazinin iktidar koltuğunda oturduğu kapitalist düzeni yıkma iradesiyle, yani devrimci arzu ile eylemi kesiştirmediği ölçüde bu düzeni kabul etmiştir birey. Daha iyi bir dünyanın gerçekleştirilebileceği idesini de böylelikle kaybeder. Bu da onu “bunaltıya” ve varoluş sıkıntısına sürüklemektedir. “Yaşantının kuruyup gitmesinin bir nedeni de şu olmalı: Nesnelerin saf işlevsellik yasasının buyruğuna girmekle aldıkları biçim, onlarla teması sadece işleticiliğe indirgemekte ve gerek insanların hareket özgürlüğünde gerekse nesnelerin özerkliğinde herhangi bir fazlalığa, eylem ânının içinde tüketilmeyecek ve yaşantının çekirdeği olarak varlığını sürdürecek herhangi bir artığa izin vermemektedir.”[6] Kapitalizmde çürümeyi yaşantının kuruyup gitmesi bağlamında açıklayan Adorno, insannesne ilişkisini kuramsal olarak ele alarak insanın nesnenin işleticisi konumuna indirgenmesi ile özgürlük alanı arasındaki saydam orantıyı gözler önüne serer. Kapitalist dünya düzeni ile uzlaşan birey, mülkiyet ilişkilerinin soğuk nefesi ile ürperen ve yalnızlaşan birey halini almaktadır. Burjuva bireyselliği komünü ve komüne dair olan ne varsa lanetlerken onu olduğu şekliyle aptal bir aşık gibi kabul eden kişi artık “kalabalığın bir parçası” olarak gördüğü “diğeri” ile ekmeğini bölüşmeyi o kadar da cazip bulmayacaktır. O halde onu sırtını döndüğü kalabalıklar da kurtaramayacaktır artık.


Derken “kalabalıklar içinde yalnızlığın” senfonisi peyda olur yaşamlarımıza; burjuva kültür her şeyin olduğu gibi bunun da içini olası her türlü anlamdan boşaltarak yine kendisini muhafaza etmek için bireye karşı kullanacak ve bireyin bu yalnızlığını romanlarına, filmlerine reklam malzemesi ederek allayıp pullayarak bireye geri satacaktır. Kapitalist toplumda böylesine yalnızlaşan, madde ve manada çürümeye mahkûm edilen bireyi suçlamaktan çok bu bireyi tahlil etmeye, onu anlamaya ve bu bireyin kurtuluşu nezdinde burjuvanın yükünü sırtlayan tüm toplum bileşenlerinin kurtuluşu için mücadele çabasına girişmek gerekir. Burada birey-toplum diyalektiğini daha iyi açıklamak adına Marx’a geri dönelim: “Eğer insan tüm bilgiyi, duyuyu vb. duyulur dünyadan ve bu dünya içindeki deneyden alıyorsa, demek ki önemli olan şey deneysel dünyayı, insanın orada deneyim yapıp gerçekten insanal olan şeyin alışkanlığını edineceği, kendi insan niteliğinin deneyimini yapacağı biçimde düzenlemektir… Eğer insan toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal olarak biçimlendirmek gerekir. Eğer insan doğası gereği toplumcul (sociable) ise, o gerçek doğasını ancak toplum içinde geliştirecek ve doğasının gücü tekil bireyin gücü değil ama toplumun gücü ile ölçülecektir.” [7] Burjuvazinin çürüten bireyciliğine tokat gibi çarpar Marx’ın toplumcul insanı. O, kapitalist düzenin yaptığı gibi önce yalnızlaştırıp izole ettiği insanı tek ve bağımsız ele alarak günahını ondan çıkarma yoluna gitmez. O, insanı “çılgın kalabalık” içinde ele alır ve o kalabalığın gelişimi ile kendi gelişimi arasındaki diyalektik bağı çözümler. Bu diyalektiği okuyan birey teslim olmaya karşı devrimci arzularını bilerse, yaşama tutunmak için yeni bir anlam keşfeder: Dünyayı değiştirmek! Kapitalist dünyanın insanı uyuşturan ruhu ve bunalımlı atmosferinden o diğerleri gibi “negatif” anlamda etkilenmez artık. Var olan tüm umutsuzluk, acı ve kıyamet görüntüsü devrimci tin (ruh, zihin) için çelişkileri daha ince algılamasına yol açan algıları hassaslaştırdığı gibi, kapitalizmin opak ve yapışkan kültüründen koruyan zırhlarını pekleştirir.

Sahip, mülk, şizofreni Burjuvazinin tüm hareketlerinin güdüsü ve tatmin edilmez arzusu olan “sahiplenme” ile kuşattığı modern birey, sahiplenmek istediği ölçüde sahiplenilecek ve sahiplenildiği ölçüde artık özne olmaktan çıkacak, nesneleşecektir. Adorno bu sorunun tahlilini alternatif bir şekilde aşağıdaki gibi ifade eder: “Ama sahip olma arzusu, zamanı bir yitirme korkusu olarak, geri alınamayacak her şey karşısında duyulan bir korku olarak yansıtır. Var olan her şey, olası yokluğu açısından görülür ve yaşanır. Onun tam olarak mülk edinilmesini ve böylece dondurulduktan sonra başka eşdeğerli mülklerle değişilebilecek işlevsel bir şey olmasını sağlayan da sadece budur… Ama işte böyle bir sahiplenme, sırf onu bir nesne haline getirdiği için nesnesine olan bağlılığını da yitirir ve ‘benim’ durumuna düşürdüğü kişiyi yarı yolda bırakır. Eğer insanlar mülk olmasaydı, başkalarıyla değiştirilmeleri de mümkün olmazdı.”[8] İnsanı insana, ekmeğe ve aşka yabancı kılan bir dünyada, bu dünya ile “barışık” yaşayan kişinin bireyliğinden söz etmek artık mümkün müdür? Kapitalizmin komüne karşı bireyselci ideolojiyi yaymaya çalışırken yaptığı, “sahici” herhangi bir bireyin var olması olasılığını yok etmektir. İnsanı insan kılan ne varsa yok eden bir ideoloji ve bu ideolojinin kendisini sürdürmek için muhtaç olduğu “farklılık” propagandasının içerdiği çelişki, modern toplumsal hayata bir yerinden tutunmaya çalışan öznenin tümden bir içinden çıkılmazlık hissi ile sürekli arayışına yol açar. Kapitalizm bunalımla birlikte büyür. Öyle ki, üretimin kapitalist modu çılgınca sayılarla girmektedir hayatımıza: her şey ölçülmeli, karşılaştırılmalı ve daha iyi olan (!) kazanmalıdır. Hiç durmayan bir atlıkarıncaya binmiş gibi göz kamaştıran bir renk cümbüşü ve coşku içinde önce heyecana kapılan öznede daha sonra bir mide bulantısı nüksettiğini görür gibi oluruz. Parıldayan gözlerin yerini boş bakışlar almış, histerik kahkahalar adeta bir tragedya sahnesi görünümünü almıştır; insan insandan çok dehşet uyandıran bir garip yabancı kılığına bürünmüştür. Tam bu noktada Deleuze ve Guattari’nin kapitalizm tahliline dönmek, kapitalist sistem ve bireyi sürüklediği duruma yönelik kritik tanıların yapıldığı “Anti-Oidipus:

Kapitalizm ve Şizofreni” çalışmasındaki bir dizi yorumlarına yer vermekte fayda var. Kapitalizm, etkin olduğu her yerde, “kendi kendimizin” hastaları olan şizofrenlerin üretiminde somutlaştığı haliyle “bizim” sanatımızı ve “bizim” bilimimizi şekillendiren ”şizo akışı” etkinleştirmektedir. Şizofreninin kapitalizmle kurduğu ilişkinin yaşam, çevre ve ideoloji modlarının çok ötesine taşındığını, bir ve aynı ekonomi ile bir ve aynı üretim sürecinin en derin seviyesinde incelenmesi gerektiğini görüyoruz. “Toplumumuz şizofrenleri Prell şampuan veya Ford arabaları ürettiği gibi üretmektedir, tek fark şizofrenlerin satılabilir olmamasıdır. Öyleyse kapitalist üretimin nasıl olup da bu tabloda kendi yok oluşunun yaklaştığını görmesine rağmen sürekli şizofreni sürecini bloke ettiğini ve bu sürecin öznesini kliniğe hapsedilmiş bir tüzel kişiye dönüştürdüğünü açılayabiliriz? … Cevap oldukça basittir: kapitalizm bütün toplumlar için bir limittir. Kapitalizm için tek soru şizofrenik yük ve enerjileri, yeni iç sınırlarla, deşifre edilen akışların devrimci potansiyeline her zaman karşıt olan varsayımsal bir dünyaya nasıl bağlayabileceğidir.” [9]

Kula kulluk etmeyenlerin olumlayan yalnızlığı Devrimcileşmeye karşı her türlü saldırı aracına sahiptir kapitalizm. Devrimci çaba ve enerjiden öylesine korkar, ona her zaman öylesine karşıdır ki, bu düzende devrimci olmak da bir yalnızlaşmadır. Ancak bu yalnızlaşma, kapitalizme yenik düşen bireyin yalnızlığı gibi yıkıcı bir anlam içermez, o, olumlayan bir yalnızlıktır. Edilgen değil etkendir. Devrimci birey burjuva kültüründen ve onun dolum döküm taşkınlığından uzaktadır, dıştadır ve bunu tercih etmiştir. Düzenle arasına koyduğu işte tam da bu mesafe, onu burjuvanın salgın çürümesinden korur. Başkaldıran insanın yalnızlığı da farklıdır burjuva yalnızlığından, çünkü onun yalnızlığı da ekmeği gibi paylaşılabilmektedir, kendisi gibi başkaldıranlarınki ile… Oğuz Atay’ların yalnızlığı gibidir mesela bu yalnızlık. Devrimcileşen birey, Atay’ın ifadesi ile “onların kendi düzenini korumak için gerekli olan sahte değerlere hiç önem vermeyen” bireydir aslında. “Şartlar ne olursa olsun kendi düzenlerini ayakta tutmak adına bizi soyut ahlaki kavramlarla uyutmaya çalışanların” sahte değerlerini ifşa ederken, “dış etkenlerin uyuşturucu durgunluğuna kapılmamayı” öğütlüyordu Atay: “Ben sadece namuslu olmakla övünen kişiyi saymıyorum, toplumu iyiye güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa.”[10] “Kula kulluk etmeyen, çok yanlış biri” olan Metin Kurt Yalnızlığı*dır bu yalnızlık biraz da, kapitalizme inat ve yüzü hayata dönük bir yalnızlık… * Metin Kurt Yalnızlığı: Kesmeşeker müzik grubunun 2012 tarihli “Doğdum Ben Memlekette” albümlerinin aynı isimli şarkısından alınmıştır. Kaynaklar: 1. “Karl Marx Üzerine Önsöz”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 55 (2010-11): 13. 2. Theodor, Adorno. Minima Moralia. Çev. Orhan Koçak Ahmet Doğukan. İstanbul: Metis Yayınları, 2000, s.159. 3. İnam, Ahmet. “Özgürlük, Özerklik, Özgelik” (Ağustos 2008) 5 Aralık 2013. <http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/ozgurluk.htm> 4. A.ge 5. Turan H. ve Çelik S. “Ahmet İnam’la Söyleşi: Düşünmek Göze Almaktır” (ty) 5 Aralık 2013. <http://phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/felsefeyazin.htm> 6. Theodor, Adorno. Minima Moralia. Çev. Orhan Koçak Ahmet Doğukan. İstanbul: Metis Yayınları, 2000, s. 42. 7. Marx K. Ve Engels F. Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi.Bruna Bauer ve Hempalarına Karşı. Çev. Kenan Somer. Ankara: Sol Yayınları, 2003, s. 175. 8. Theodor, Adorno. Minima Moralia. Çev. Orhan Koçak Ahmet Doğukan. İstanbul: Metis Yayınları, 2000, s. 49. 9. Deleuze G. ve Guattari F. Anti-Edipus Capitalism and Schizophrenia. Fransızca’dan Çev. Rohert Hurley, Mark Seem. ve Helen R, Lane. İngilizce’den Çev. K. Ehram. Minneapolis: Minnesota Üniversitesi Yayınları, 2000, s. 245. 10. Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013, s. 97-98.

29


Bizi “eğitenler” kim? Hepimiz lisedeyken bir üniversiteyi kazanmayı, daha özgür bir ortamda bulunmayı, okulu bitirince de “iyi bir yerlere” gelmeyi istemişizdir. Üniversiteler de kendi reklamlarını yaparken bize ne kadar iyi imkanlar sunduğundan bahseder. Görünen, gösterilen bu olsa da gerçeklik tabi ki böyle değildir. Bizleri insanlığa yararlı birer birey olarak yetiştireceklerini iddia edenler, bizleri sermayenin çıkarlarına uygun birer köleye çevirmeye çalışmaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi bizleri eğitmesi, bizlere birşeyler öğretmesi gerekenler Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışmaktadırlar. Vakitlerini istihbarat toplayarak, bunun yol ve yöntemlerini araştırarak geçirmekte, bu zihniyetle bizlere yaklaşmakta ve “eğitim” vermektedirler. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ‘öğretim’ görevlisiyken MİT Basın-Yayın Bölümü’nün başına getirilen Nuh Yılmaz veya Mardin Artuklu Üniversitesi Genel Sekreterliği görevini yapan “edebiyatçı-yazar” Murat Dilmen’in MİT Terör Koordinasyon Merkezi’ne atanması “öğretim” görevlilerinin bizi “eğitmeye” ne kadar “uygun” olduklarını bir kez daha gösterdi. Zira üniversiteler burjuva eğitim sistemi içinde bizlerin bu düzene uygun bireyler olarak yetişmemizi sağlamak için çalışmaktadırlar. Düzenin ideolojisinin bizlere dayatıldığı, düşünmeyen, sorgulamayan insanların yetiştirildiği yerlerdir. MİT’in de üniversitelerden “hoca”larımızı seçmesi tesadüf değildir.

MİT nedir?

30

Resmi internet sitesine girildiğinde MİT’in “halkımızın güvenliği adına yoğun çaba” sarfettiğini öğreniyoruz. Ancak hakkında ne düşünülürse düşünülsün MİT de tüm düzen kurumları gibi şu an iktidarda olan egemen sınıfın düzenini ayakta tutmasını sağlayan bir kurumdur.

MİT’in adını tüm ülkenin istihbaratını toplamasından, milyonları fişlemesinden, düzene karşı faaliyetlerde bulunanları veya bulunma potansiyeli olanları “etkisiz” hale getirme çalışmalarından biliriz. MİT’in adını hepimiz kanlı provokasyonlardan da biliriz. 6-7 Eylül provokasyonunda Türkiye’de yaşayan Rumlara saldırmaya bahane yaratmak için Atatürk’ün evine bomba koyanlar, sonrasında MİT’e alınmamış mıdır? Maraş, Çorum katliamlarını hazırlayanlar da MİT “çalışanları” değil midir? MİT-CIA işbirliğinin, katliamlarda ve provokasyonlardaki görevleri aşikardır. Bu örnekler uzatılabilir de. Peki bizi “geleceğe hazırlayacak”, “hayallerimize kavuşturacak” üniversitenin öğretim elemanlarının MİT’te işi ne? Üniversitelerden başka bir şey beklenemez, çünkü üniversiteler sermayenin hizmetlerine göre biçimlendiriliyor. Paralı, ezberci eğitimin uygulandığı, içerisinde ÖGB ve sivil polislerin cirit attığı bir üniversitenin öğretim elemanları tabii ki MİT’e atanır. Üniversiteler bize ancak bu düzenin geleceksizliğini dayatabilir. Bize başkaca verebileceği birşey yoktur. Zira üniversiteler de bu düzenin bir parçasıdır ve düzen her tarafından adeta “dökülmektedir”.

Gençliğin geleceği sosyalizmde! Gençlik özgür bir yaşamı bu düzende bulamaz. Gençlik özgürlüğünü ancak bu düzenin aşılmasıyla bulabilir. Gençliğin özgürlüğünü nasıl elde edeceğini Haziran Direnişi gösterdi. Önceden bizi koruduğu iddia edilen polisin gerçek yüzünü, medyanın kimin elinde olduğunu vb. gördü gençlik. Ve özgürlüğün düzen içi yollardan değil, barikatlardan geçtiğini gördü. Ve Haziran Direnişi, düzeni tamamıyla karşımıza almadan, onu aşacak bir bakış açısına sahip olmadan elde edeceklerimizin ne kadar sınırlı olduğunu da gösterdi. Bu yüzden gençliğin özgürlüğü sermayenin değil, emeğin dünyasında, sosyalizmde!

S. Zafer


Gezi tutsaklarıyla dayanışmayı yükseltelim!

Bilindik bir hikâyeyi yaşadık Haziran’dan bu yana. Yıllardır alttan alta kabaran öfke sonunda patlak verdi, zulmün olduğu yerde direniş yeşerdi. Kaynayan, kabaran, dinmeyen bir nehir oldu kitleler. Nereye gideceğini bilemeyen, akacak bir yatak arayan bu nehrin önüne ise çok geçmeden bir set örülü verildi. Öyle ya; bu nehir, bu öfke, bu kitle bilimsel sosyalizmle buluşmamalı ve dahası bir daha böylesi bir atağa kalkışmamalıydı. Sosyalistler, devrimciler ise dünden bugüne patlak veren kitle hareketlerinde ve devrimci kalkışmalarda ilk elden boynu vurulanlar oldular hep. İşte Ağustos’ta başlayan bu “cadı avı”nın hedefinde yine sosyalistler, devrimciler vardı. Onlarca ilerici, devrimci tutuklandı, yüzlercesi gözaltına alındı işkencelerden geçirildi. Aradan geçen zaman dilimi içerisinde kimi tutsaklar tahliye edildi ya da tekrar gözden geçirilmek üzere iddianameler geri çevrildi. İzmir’de gerçekleştirilen tutuklama saldırısında ise çoğunluğu genç 51 sosyalist, devrimci Haziran Direnişi’nin bir nevi intikamı olarak zindanlara atıldı. Kapitalist sistem var oldukça, onun çeşitli kesimleri ne derse desinler, hangi renge bürünmeye çalışırsa çalışsınlar, ister ulusalcı, ister dinci isterse de laik sıfatlarını yakıştırsınlar kendilerine, o, bu pratiği ile, kapitalist sistemin yasalarının her daim işleyeceğini kanıtladı. Şimdilerde ise İzmir’in takdire şayan pratiği diğer illerdeki mahkeme süreçlerine cesaret vermiş olacak ki, başta İstanbul olmak üzere bir dizi ilde tekrar iddianameler gündeme geldi. Dahası bu iddianamelerde hedefte yer alan devrimcilerin yaş ortalaması ise bir hayli düştü. Antalya örneğinde olduğu gibi “suça sürüklenen çocuk” demagojileriyle devrim

davasına ve Gezi’ye bir kez daha çirkince saldırıldı. Türkiye’nin sözde “hukuk sistemi”nde artık klasikleşmiş iddianame örneklerinden biri de İzmir’de Haziran Direnişi için hazırlandı. “Ben dedim oldu!” mantığıyla hazırlanan bu klasikleşmiş iddianamelerde hiçbir hukuksal delil ve kanıt bulunmazken bolca dayanaksız itham ve tespit bulmak mümkündü. Emir büyük yerden gelmişti belli ki. Belli ki suların durulması bekleniyordu ya da birkaç yıl yatırıp “burunları sürtülecekti” Geziciler’in ve onlar şahsında da kitlelerin. Sistem ve onun dinci gerici sözcüleri rüştünü ispatlayacaktı eni sonu. Kapitalist sistemin kendi yasaları, kendi “adaleti” dahi bu uğurda bir kez daha can çekişti. Baştan sona sınıfsal kaygıların şekillendirdiği siyasal hesaplar üzerinden Gezi davalarının akıbeti belirlendi kapalı kapılar arkasında. Bir tiyatro sahnesini andıran ilk duruşmalardan hemen hemen hiç tahliye verilmedi. Ancak iki şeyi hesaba katmamışlardı. Hesaba katmadıkları, Gezi tutsaklarının haklı ve meşru bir direnişe omuz vermenin, mücadeleyi büyütmenin haklı gururunu yaşıyor oluşları ve bundan ötürü zalimin zulmüne her yerde her koşulda direnme iradeleriydi. Gezi tutsaklarını yalnız bırakmayan kitleler ise hesaba katılmayan ikinci faktör olarak dimdik dikilmişti önlerinde. Gezi tutsakları zindanlarda direniş şiarlarını haykırmaya devam ederken, onlar adına forumlar düzenlendi, imza kampanyaları yapıldı. Tutsaklar, zindanlarda devrimci yaşamı tekrar tekrar üretirken kitleler alanları doldurmaya devam ettiler. Mektuplarıyla, kartlarıyla, uçurdukları uçurtmalarıyla, boyadıkları merdivenleriyle Gezi

31


tutsaklarının gücüne güç kattılar. Başta Gezi tutsaklarının aileleri olmak üzere kitleler tutsaklara omuz verdiler. Ne fotoğraflar elden düştü, ne isimler ağızdan ne de “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” şiarı semadan… Tutsaklar ise, zindandaki avlularından etrafı dikenli tellerle örülü dikdörtgen bir çerçeveye hapsedilen mavi gökyüzünü kitlelerin gözünden uçsuz bucaksız seyre daldılar… Her yerde Gezi’nin şiarlarının haykırıldığı, “Gezi tutsakları onurumuzdur” seslerinin yükseldiği anda maskeler de düştü. İkinci duruşmaların ilkinde 3 Aralık’ta 14 tutsağın bedenleri zindanlardan işte bu mücadelenin, dayanışmanın sonucu çekilip alındı. “Almaya geldik dostlar, almaya geldik sizi” ezgileriyle dolduruldu mahkeme salonları ve sonrasında sokaklar… Evet, ben de 26 Kasım’da görülen duruşmada tahliye olan Gezi tutsaklarından biriyim. Gezi tutsaklarını yalnız bırakmayan kitlelerin sesini dört duvar arasından duyan, bize uzanan elleri aramızda kilometreler dahi olsa tutan, kitlelerin göz bebeklerinde yansıyan tutsaklardan biriyim. Ve Gezi tutsağı olmanın yanı sıra bir hasta tutsak olarak da şunu net bir biçimde ifade edebilirim ki, şu anda mücadelenin içinde kitlelerle yan yana yürüyebiliyorsam bu tam da Gezi tutsaklarının yalnız olmadığını haykıran mücadelenin sayesindedir. Bu mücadeleye soluk veren, adıma forumlar yapıp imzalar toplayan başta Bornova Büyük Park Forumu olmak üzere bir dizi ildeki forum bileşenlerinin, her cumartesi “çocuklarımız onurumuzdur” diyen tüm anne ve babalarımın, tutsak ailelerinin, kilometrelerce öteden Gezi tutsaklarına maddi manevi destek veren BİRKAR’ın, öncelikle İzmir Dayanışması ve İzmir Kadın Platformu olmak üzere tüm demokratik kitle örgütlerinin, başta örgütlü olduğum BDSP olmak üzere devrimci yapıların, tüm dostların ve yoldaşlarımın, mücadeleyi harlayan kitlelerin eseridir. Evet, ben tahliye oldum. 3 Aralık’ta da 14 arkadaşımızı daha bu mücadeleyle çekip aldık. Ancak İzmir’de 13 Gezi tutsağı hala zindanlarda. Gezi davası hala devam ediyor… Henüz işimiz bitmedi, henüz hesabımız görülmedi. Şimdi mücadeleyi daha da büyütmenin, dayanışmayı daha

32

da sıkı örmenin zamanı. Haziran Direnişi ruhuyla Gezi tutsaklarına omuz vermenin zamanı. “Gezi yargılanamaz” diye daha da gür haykırmanın zamanı. Ben, kitlelerin hesap soran mücadelelerinin sonucunda tekrar sokaklara çıkabilmiş bir Gezi tutsağı olarak; demokratik kitle örgütlerine, sendikalara, derneklere sesleniyorum. Platformlara, forumlara ve her şeyden önce Gezi’yi yaratan kitlelere sesleniyorum. Unutmayalım ki, Türkiye’nin dört bir yanında zindanlarda Gezi iddianamesinde olduğu gibi boş ve yavan ithamlarla dört duvar arasına hapsedilen binlerce devrimci tutsak var. Gezi tutsakları da bu binlerden sadece 13’ü! Bilindik bir hikâyeyi yaşadık Haziran’dan bu yana. Ve gördük ki bu hikâye şimdiye dek görmediğimiz, duymadığımız, yanından fark etmeden geçtiğimiz nice hikâyeyle kesişiyor. Artık bu hikâyeleri de biliyoruz. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa eğer, zulmün karşısına nasıl ki hep beraber dikiliyorsak, hukuksuzluğun, adaletsizliğin önüne de hep birlikte dikilecek, insana dair, insanlığa dair ne varsa hepsine sahip çıkacağız. Bu çerçevede İzmir’de 9 Ocak’ta DHF, 23 Ocak’ta ise Halk Cepheli tutsaklar da Haziran Direnişi ruhuyla sahiplenilmeli, ardından ise 7 ve 13 Şubat’ta zindanda kalan 13 Gezi tutsağını daha çekip almak için seferber olmalı, mücadeleyi büyütmeliyiz. Ve bilmeliyiz ki, bu mücadelenin gücü İzmir sınırlarını aşacak, şimdilerde bir dizi ilde gündeme gelen iddianameler üzerinden başlatılan yeni bir saldırı dalgasını da bertaraf edecektir. Zindanın taş duvarını, demir parmaklıklarını parçalayacak olan; sömürüye, zulme son verecek olan bizlerden başkası değildir. İçerde, dışarda hücreleri parçalamak için, adımladığımız bu mücadele yolunu zaferlerle-yenilgilerle, kâh kaplumbağa misali kâh koşarak kat edeceğiz. İşte bu yolda Gezi tutsaklarını özgür sokaklarla buluşturarak bir adım daha atacağız aydınlık yarınlara! Yapılacak işler, görülecek hesap var daha! Gezi tutsaklarına özgürlük!

Burcu Koçlu

Gezi tutsaklarının aileleri, her cumartesi günü İstanbul ve İzmir’de yaptıkları eylemlerle tutsakların serbest bırakılmasını istiyorlar. Aileler, tüm Gezi tutsakları serbest kalana dek eylemlerini sürdüreceklerini belirtiyorlar.


Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı 93 yıl önce Kemalist burjuvazi tarafından katledildiler

28-29 Ocak 1921’i unutma! KALBİM Saplı göğsüme 15 kara saplı bıçak! Kalbim yine çarpıyor, Kalbim yine çarpacak!... Göğsümde 15 yara var! Deldiler göğsümü 15 yerinden, sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden! Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!! Yandı 15 yaramdan 15 alev, kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak.. Kalbim kanlı bir bayrak gibi çarpıyor ÇAR-PA-CAK! Nazım Hikmet “Karadeniz Kıyılarında Parçalanan Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının \kinci Yıldönümleri dolayısıyla 28-29 KANUNUSANİ 1921” adı altında Moskova‘da basılan kitabın “Başlarken” bölümü: 1921 yılının 28-29 Ocağında onbeş Türk Komünistini Türkiye burjuvazisi Karadeniz’de boğdu. Eh! Tarih, sınıf mücadelesi tarihidir... Yoldaş! Türk proletaryasının ilk bilinçli onbeş ölüsünü unutma... Bu küçücük kitap, sana onların içlerinden birinin hayatını ve fikirlerini anlatacak. Mustafa Suphi özellikle son yıllarını bütün ateşiyle proletaryanın kurtuluşuna adamış sağlam bir kafa idi, bir komünistti. Onun fikirleri, senin için istifadelidir. Onun hayatı, senin için bir tecrübedir. Mustafa Suphi ismi, sana son nefeslerini tam bir Komünist gibi veren onbeş ölüyü hatırlatsın... Ve her yılın 28-29 Ocağında bu kitabı yoldaşlarınla beraber oku. Yoldaş! Biz sana, Trabzon önünde parçalanıp Karadeniz‘e atılan bu onbeş arkadaşını ve birer

birer tanıtmak isterdik. Fakat onları öldürenler, onların yadigarlarını ve eserlerini de beraber yok ettiler. Eh! Sınıf mücadelesi, aynı zamanda ülkü mücadelesidir. Fakat biz bundan açıklanmıyoruz. Yoldaş! Bu onbeş ölü, bizim için nihayet onbeş isimsiz Komünisttir. Ve sen, bu isimsiz ölülerin isimleri, cisimleri, renkleri ve dilleri bizim için bir hiçtir. Biz her yaşayan işçi kadar, her ölen Komünisti de farksız tanırız. Çünkü biz, ayrılıksız, sınıfsız bir toplum yaratmak istiyoruz. Yoldaş! Devrim uğruna ölülerimiz arttıkça, saflarımızı sıklaştıralım. Çünkü işin tam tatlı yerindeyiz. Eh! Sınıf mücadelesi, hakimiyet mücadelesi demektir! Yaşasın genç, teşkilatlı ve kudretli proleter kitleleri! Yaşasın Komünist Partisi! Biz, Suphi’nin yürüdüğü yoldan yürüyoruz! 28-29 Ocak 1921 tarihi, Türkiye proletaryasının acıklı ve yaslı bir günüdür. Yarın biz, İstanbul’u Türkiye proleterlerinin kızıl başkenti yapacağız.

Dünya ihtilalinin gelecekteki seyrinde, Türkiye proletaryası şerefli bir mevki işgal edecektir. M. Suphi

33


Ölümlerinin 95. yılında saygıyla anıyoruz... “‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “‘Vardım, varım, varolacağım!’” Rosa Luxemburg (Öldürülmeden bir gün önce, 14 Ocak 1919 tarihli Die Rote Fahne’de yayınlanan son yazısından....)

“Sıkı durun! Kaçmadık. Yenilmedik... Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir... Bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Herşeye rağmen!” Karl Liebknecht (Öldürüldüğü gün, 15 Ocak 1919 tarihli Die Rote Fahne’de yayınlanan sonyazısından...)

1918-19 Alman Devrimi

34

Lenin 14 Mayıs 1917’de Petrograd’da Vesilyevski adasındaki Deniz Subayları Okulu’nda işçi, asker, subay, öğrenci ve aydınlardan oluşan bir topluluğa şöyle konuşuyordu: “Bize şöyle diyorlar: ‘Bazı ülkelerde herşey uykuda gibi. Almanya’da istisnasız bütün sosyalistler savaştan (1. Emperyalist Savaş- Ekim) yana, yalnızca Liebknecht savaşa karşı! Buna derim ki: Bu tek adam, Liebknecht, işçi sınıfını temsil ediyor. Herkesin umudu yalnız onda, onu destekleyenlerde, Alman proletaryasında. Buna inanmıyor musunuz? Öyleyse savaşa devam ediniz! Başka yolu yok. Eğer Liebknecht’e inanmıyorsanız, eğer durmadan olgunlaşan işçi devrimine inanmıyorsanız, eğer buna da inanmıyorsanız, öyleyse kapitalistlere inanınız!” (Savaş ve Sosyalizm, s.153) Ve 1918’de devrim Almanya’da kapıya dayandı. 1. Emperyalist Savaş başladığında Alman parlamentosundaki ilk oylamada 110 SPD (SosyalDemokrat Parti) milletvekili içinde savaş kredilerine red oyu veren tek işçi milletvekili olan, ve emperyalist savaş aleyhtarı eylemlerinden

dolayı tutaklanan Spartaküs Birliği’nin önderlerinden Karl Liebknecht, savaşın sonuna doğru serbest bırakıldıktan sonra Berlin’e hareket etti. (Alman hükümeti yenildiğini anlayınca af ilan etmişti.) 23 Ekim’de Berlin’e varan Liebknecht’i büyük bir kalabalık karşıladı. 1917 Nisan’ında patlak veren grevlerin ardından işçi konseyleri (sovyetler) kurulmaya başlanmıştı. 1917 Ekim’inde ise, cephede ve cephe gerisinde asker konseyleri kurulmaya başlandı. Spartaküs Birliği, devrimci işçi-asker konseyleri temsilcileri ve USPD (Bağımsız Sosyal Demokrat Parti) biraraya gelerek ayaklanma kararı aldılar ve 4 Kasım gününü ayaklanma tarihi olarak tespit ettiler. Birkaç gün sonra bu tarih 11 Kasım’a ertelendi. Ancak genel grev planlanandan iki gün önce başladı. Devrim başlamıştı. Ve Prusya hükümeti çekilerek, görevini, savaşın başından beri kendi emperyalist burjuvazisini destekleyen hain SPD’ye, SPD liderlerinden Ebert’e devretti. Aynı gün Karl Liebknecht Berlin Kraliyet Şatosunun balkonundan, binlerce işçi ve asker önünde Sosyalist Cumhuriyet’i ilan etti. Bunu


durdurmak ve devrimi boğmak isteyen sosyaldemokratlar da, Scheidemann’ın ağzından Cumhuriyet ilan etti. Aynı gün serbest bırakılan Spartaküs Birliği’nin diğer ünlü lideri Rosa Luxemburg Berlin’e geldi. SPD, USPD’nin de katıldığı sözde bir “Halk Komiserleri” hükümeti kurarak, devrimi durdurmaya çalışıyordu. Spartaküs Birliği, kurucu meclis tezini reddederek, tüm iktidarın işçi-asker konseylerine geçişini ileri sürdü. Ancak Spartaküs Birliği’nin tezleri 21 Kasım’da toplanan Berlin işçi-asker konseyleri genel kongresinde çoğunluğu sağlayamadı. 1917 Nisan’ında SPD’den ayrılan “merkezci” muhalefetin (Kautsky, Hilferding vd.) kurduğu USPD içinde örgütsel bakımdan özerk olarak yer alan Spartaküs Birliği, 1918 Aralık ayı sonunda toplanan kongresinde AKP’yi (Almanya Komünist Partisi) kurma kararı aldı ve 1 Ocak 1919’da AKP resmen kuruldu. İşçilerin SPD hükümeti ve politikasına karşı protestosu yükseliyordu. Aralık ayında USPD hükümetten çekilmişti. 5 Ocak 1919’da ayaklanma kendiliğinden yeniden patlak verdi. Henüz yeni bir parti olan AKP hazırlıksızdı ve ayaklanmayı yönetecek durumda değildi. Ancak sosyaldemokrat hükümetin ayaklanmayı kanla bastırma tutumu karşısında AKP işçileri yalnız bırakamazdı. AKP zamansız bir ayaklanmayla karşı karşıya kaldı, ancak ayaklanma halindeki işçilerin başına geçti. USPD ise, her zamanki gibi, Alman burjuvazisinin uşağı sosyal hainler hükümetiyle el altından pazarlığa oturmuştu bile. Kanlı sokak çatışmaları sırasında tutuklanan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sosyal-demokrat EbertScheidemann hükümetinin emriyle katledildiler. (15 Ocak 1919) Ayaklanmanın yenilgisinden sonra yeraltına inen AKP’yi yöneten Spartakistlerin diğer ünlü lideri Leo Jogiches ise iki ay sonra tutuklanarak Berlin Polis Müdürlüğü’nde beynine kurşun sıkılarak öldürüldü. Scheidemannlar’ın, Kautskyler’in SosyalDemokrat Partisi en büyük ihanet partilerinden biri olarak tarihte yerini almıştır. II. Enternasyonal lideri olarak, sadece Alman proleter devrimini değil, dünya devrimini boğma şerefi esasen bu partiye aittir. Kapitalizmin ömrünün bu kadar uzaması bu partinin burjuvaziye yaptığı en büyük tarihi hizmettir. Sosyal-demokrasi komünizmin iflah olmaz düşmanıdır. Komünistler bunu asla unutmayacaklardır. Spartakistler ise işçi hareketinin tarihinde ihtilalin ve enternasyonalizmin parlak temsilcileri olarak yer aldılar. 1. Emperyalist Savaş’ta Rusya’da Lenin’in başında bulunduğu Bolşeviklerin taşıdığı bu bayrağı, Almanya’da başında Liebknecht ve Luxemburg’un bulunduğu Spartakistler taşıdılar. Emperyalist savaşta kendi burjuvazisinin yanında yer alarak sonunu hazırlayan II. Enternasyonal’in çöküşüyle birlikte, III. Enternasyonal’in kuruluşunun zorunluluğunu da açıkladığı ünlü “Nisan Tezleri”nde Lenin, II. Enternasyonal’deki üç eğilimi tahlil ediyordu. Sosyal-şoven ve “merkez” denilen sosyalşovenlerle enternasyonalistler arasında ikircikli oportünist eğilimleri saydıktan sonra; “Üçüncü eğilim, en iyi ‘Zimmerwald solu’nun temsil ettiği gerçek enternasyonalistler eğilimidir... “Başlıca ayırdedici nitelik: sosyal-şovenizmden olduğu kadar, ‘merkez’den de tam bir kopma.

Kendi öz emperyalist hükümetine ve kendi öz emperyalist burjuvazisine karşı uzlaşmaz devrimci savaşım. İlke: ‘Baş düşman bizim içimizdedir’... “Bu eğilimin en belirli temsilcileri: Almanya’da Karl Liebknecht’in içinde bulunduğu ‘Spartaküs grubu’ ya da ‘Enternasyonal grubu’dur. Karl Liebknecht bu eğilimin, ve gerçek proleter enternasyonal olan yeni enternasyonalin en ünlü temsilcisidir. “Karl Liebknecht, Almanya işçi ve askerlerini, silahlarını kendi öz hükümetlerine karşı çevirmeye çağırdı. O, bu işi, açıkça, parlamento (Reichtag) kürsüsünden yaptı. Sonra gizlice basılmış bildirilerle birlikte, ‘Kahrolsun hükümet!’ sloganını ileri sürerek, Berlin’in en geniş alanlarından biri olan Postdam alanında düzenlenen bir gösteriye katıldı. Tutuklandıktan sonra, kürek cezasına mahkum oldu... “Karl Liebknecht, konuşmalarında ve mektuplarında yalnızca ülkesinin Plehanov ve Potresovları (Scheidemannlar, Legienler, Davidler ve hempaları) ile değil, ama merkezciler ile de, ülkesinin Çheydze ve Çeretelileri (Kautsky, Haase, Ladebour ve hempaları) ile de amansızca savaştı. “Karl Liebknecht ve dosta Otto Rükle, yüz on milletvekili içinde yalnız ikisi, disiplini bozdu, ‘merkez’ ve sosyal-şovenler ile ‘birlik’i parçaladı; herkese karşı yalnız ikisi kafa tuttu. Sosyalizmi, proletarya davasını, proleter devrimini yalnız Liebknecht temsil ediyordu. Alman sosyaldemokrasisinin tüm geri kalanı, (kendisi de ‘Spartaküs grubu’nun üyesi ve önderlerinden biri olan) Rosa Luxemburg’un çok haklı deyişine göre, kokuşmuş bir cesetten başka bir şey değildir.” (Nisan Tezleri, s.60-61) Bu tutum, Bolşevizmin ve Spartakistlerin tutumu, zamanımızın muhalefetteki sosyalşovenlerine, Kautskistlerine karşı durmak isteyen, ama sözde “reel” ya da “yaşayan sosyalizm”i savunmak adına, iktidardaki sosyal-şovenleri, Kautskistleri temsil eden modern revizyonistlerin, yeni Kruşçevcilerin gönüllü avukatlığını üstlenen bazı Türkiyeli sosyalistlerimize sunulur! Bunlara göre, oportünizm, iktidardaysa ala, kabul edilebilir, muhalefetteyse zuldür.

(Ekim, Sayı: 4, Ocak 1988)

35


Devrime hazırlığın canlı bir sunumu:

“Seçme Yazışmalar I-II” “...bu mektupların bilimsel ve siyasal değeri çok fazladır. Okurun gözünde yalnızca Marx’la Engels’in büyüklüğünü açıkça ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda Marksizm’in, o çok zengin kuramsal içeriğini de canlı bir biçimde gözler önüne serer. Çünkü Marx’la Engels, mektuplarında, daha önceki görüşlere bakışla en yeni olanı, en önemli ve en güç olanı vurgulayarak ve açıklayarak, hatta zaman zaman tartışarak ve karşılıklı görüş alışverişinde bulunarak, doktrinlerinin her yönüne tekrar tekrar dönerek eğilirler.”[1] Marx ve Engels’in çeşitli eserlerinin ek bölümlerinde karşılaşırız bu iki ustanın çeşitli mektuplarıyla. Bu mektuplar, o konuya dair zihin açıklığı yaratma, konuya dair tartışmaların nasıl ve nereden çıktığını ve geliştiğini görme imkanı sunar. Örneğin Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da tarihsel materyalizme, Felsefenin Sefaleti’nde Proudhon eleştirilerine dair vb. birçok detay ve değerlendirme sunulur. Bunların hepsi o kitapları bütünler, okurken kafalarda oluşan soru işaretlerinin silinmesine, daha fazla netleşmeye yardımcı olur. Yazışmaların karşılıklı diyalog şeklinde olması ve sohbet havasında olması teorinin anlaşılmasını kolaylaştırır.

Marksizm’le yeni tanışanlar için: Mektuplar Teoriyi daha iyi kavramanın yanı sıra Marksizm’le yeni tanışan birisi için de bu mektupların apayrı bir önemi vardır. “Marx’ı nasıl okuyacağız? Konu konu mu, yazılma tarihine göre mi, belli ilgi duyduğumuz kitapları mı, Marks’tan önce başka şeyleri mi okumalıyız, yoksa seçme yapıtları mı...” sorularını sürekli tartışırız aramızda. Ancak aslolan Marksizm’i kaynağından, ilk elden ve kendi içindeki tarihsel ve teorik gelişim aşamalarını gözden kaçırmadan okumaktır. Marksizm’in bir dogmalar yığını olmadığı, Marx, Engels ve Lenin’in şahsında sürekli geliştiği, sınıf mücadeleleri ile zenginleşip, onun tahlili üzerinden şekillendiğini bilmek gerekir. Mesele sadece okumak değil, bir yönteme sahip olmaktır. Zira öğrenmeye çalıştığımız bir takım dogmalar değil; yöntemdir. İşte bu açıdan Seçme Yazışmalar I-II, Marksizm’in canlı gelişimini görebileceğimiz ve tarihsel olaylarla bağını kurabileceğimiz kitaplardır.

Marksizm’i öğrenmek uzun ve zorlu ama dolu dolu bir süreçtir Kronolojik olarak derlenmiş mektuplardan oluşan iki ciltlik “Seçme Yazışmalar” (Sol Yayınları baskısı) ilk bakışta okurda “ben o dönemi tam bilmiyorum” sorusunu doğursa da, bu sorun bütün teorik eserler için geçerlidir. Her teorik kitap -eğer ki genel geçer dogmalar yığını değilse- kendi tarihsel dönemi ile ele alınmalıdır. Teorik eserler sürekli okumayı, üzerine sürekli tartışmayı gerektirir. Zira kavranmak istenen bir yöntem ve onun hayata, sınıf mücadelesine nasıl uygulanacağı ise, her okumamızda içerisinde bulunduğumuz koşulların da etkisiyle teorinin farklı yönlerini görürüz. Bu yüzden kimse tek bir okumayla Marksizm’i gerçekten kavrayamaz. Tarih kitabı okuyup da dönemi en ince ayrıntısına kadar biliyor olabilirsiniz. Fakat yazarı tanımadan, onun cümlelerini, argümanlarını, somut gerçekler arasında kurduğu ilişkilerle onları soyutlayıp nasıl bir sonuca vardığını anlamanız yine

36

de zorluğunu korur. İşte “Seçme Yazışmalar” onları ilk başta tanımak için bir adımdır. Yöntemi kavramak, yöntemin şekillenişine dair, canlılığına ve hayatla kurduğu bağa dair birçok şeyin kafamızda şekillenmesi için önemlidir. Marksizm’i öğrenme isteğinizi güçlendirir.

Marksizm’i Marx ve Engels’ten öğrenmek Bu mektuplar Lenin’in de dediği gibi Marksizm’in gelişimini canlı bir biçimde görmemizi sağlar. Marksizm’i tanımanın en kısa, ama en büyük adımıdır. Çünkü onların yaşamını, politik bakış açılarını, dünya komünist hareketini güçlendirmek, devrime giden yolu düzleştirmek için neler yaptıklarını, olayları nasıl değerlendirip, onlara nasıl müdahale etmeye çalıştıklarını gözler önüne serer. Bu mektuplarda okurun karşısında devrime hazırlığın canlı bir sunumu vardır. Hem de bizzat devrimi hazırlayanların ağzından! Bir görüşü anlamak o görüşü ortaya çıkaranları doğrudan dinlemeden, okumadan, anlamadan olmaz. Üçüncü kişilerin onlar ve görüşleri hakkında ne dediğinin doğruluğu her zaman tartışmalıdır. Bunu bizzat Türkiye sol hareketi tarihinin sorunları göstermektedir. İşte bu mektuplarda da Marx ve Engels’i anlatan bir üçüncü kişi değildir. Bizzat kendileri sanki okura yaşamlarını, ideolojilerini anlatıyor gibidir. “Seçme Yazışmalar”ı okumak adeta Marx ve Engels’le beraber o dönemi yaşamaktır.

Devrime hazırlanmak için Marksizm’le donanmak Yeni Ekimler’in Partisi en başta bu deneyimlerden yükselerek devrime hazırlanma hedefiyle güne bakıyorsa, biz genç komünistler de Marksizm’le donanmak için bir an önce harekete geçmeliyiz. Son dönem bize kitle hareketinin nasıl birden yükselip daha sonra da geri çekilebileceğini gösterdi. Biz de yapabildiklerimizle ve yapamadıklarımızla bu süreci yaşadık. Bundan sonra kitleler bir daha sokağa çıktığında artık hazırlık için çok geç olacak. Bu yüzden, devrime hazırlık yolunda, okumanın her zaman ihtiyaç olduğunu ve öğrenmenin sonunun olmadığını bilerek Marks-Engels-Lenin’i okumalıyız. Marksizm bir bilimdir. Bilimsel sosyalizmin temelidir. Bir bilimi öğrenmek zordur. Ancak biz komünistler için yaşadığımız toplumu tahlil edebilmek ve nasıl yıkılacağını, devrimin güncelliğini bilince çıkarabilmek için bu bilimsel yöntemi kavrayabilmek gerekiyor. Bunu da kolayına kaçmadan, bir takım özetlerle, üçüncü kişilerinin yorumlarından, basitleştirmek adına yöntemden kopanlardan değil, kaynağından, tarihsel gelişimi içinde okumalıyız. Lenin’in de vurguladığı gibi: “Kendi başına çok ciddi, zor, büyük bir çalışmayı ortaya koymadan, eleştirel bakmakla yükümlü olduğu gerçekler içinde yolunu bulmadan, kendine ulaştırılan sonuçlar temelinde komünizmle övünme düşüncesine kapılan her komünist son derece acınacak bir kişi oldu. Az şey bildiğimi biliyorsam, o zaman daha çok şeyi bilmeye ulaşacağım; ama eğer ki bir insan komünist olduğunu ve temel şeyleri bilmesine gereksinimi olmadığını açıklarsa, o zaman ondan her şey olur, ama bir komünist olmaz.” [2] D. Baran Kaynakça: [1]: Seçme Yazışmalar I – Önsöz, Valdimir İlyiç Ulyanov Lenin. Sol Yayınları, 1995. [2]: Gençlik Üzerine, Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin. Evrensel Basım Yayın, 2011.


i

Bir Ortacag hikayesi i Her şey, homo sapiens’in iki yüz bin yıl önce, yani modern davranış sergilemesinden elli bin yıl önce; 31M araçlarının geçtiği Tarlabaşı tünel tarafı, Sıraselviler’in aşağısı ve Divan Oteli civarının mağara olarak kullanıldığı zamanlarda başladı. İnsanoğlu dik duruşa, gelişmekte olan bir beyne ve soyut düşünme yeteneğine, birçok evrelerden geçerek ulaştı. İnsan, kaya diplerine sığınmaktan çıkıp mağaraları oyarak ısınma, barınma ve diğer ihtiyaçlarını karşılamaya başladı. Gaz maskesi, Talcid, süt, limon ve antiasit katkılı maddeler arayarak, temel arayışlarında yıllardan beri bir değişiklik olmadığını gösterdi. Modern insanın oluşumu evreler geçirerek ilerlerken; zamanın ruhuna ayak uydurarak, biraz da Ortaçağ’dan bahsedelim. Ortaçağ, karanlık çağ olarak bilinir. Halkın büyük bir kısmı açlık ve yoksullukla uğraşırken “evde bekleyen yüzde 50’yi” tutmak kolay olmuyordu. Ortaçağ’da para, belli bir zümrenin elinde toplanıyordu ve yöneten kesim, bir avuç egemen sınıftı. Bu çağda, kilisenin güçlenmesi ve etki alanını genişletmesi bir çok yaptırımı da beraberinde getiriyordu. Kilise; kişileri dinden çıkarma, dinsel faaliyetlerden men etme ve para karşılığında günah çıkarma gibi cezaların yanı sıra; kilisede içki içme, kiliseden dönen kadınlara çocuğunun yanında hakaret etme ve özellikle kiliseden dönen kadınların üzerine işeme cezalarını kendisi üreterek pervasızlıkta sınır tanımıyordu. Son olarak, bu çağda var olan egemene veya düzene karşı bir suç işlendiğinde akıl almaz cezalarla karşı karşıya kalınıyordu. Bu cezalar, türlü işkence teknikleri ve aletleri kullanılarak gerçekleştiriliyordu. Bunlardan bazıları: Kazığa oturtma, yahuda kızağı, askılı işkence aleti, göğüs kerpeteni, kemik kıran tekerlek, akreple insan kovalama, TOMA’dan tazyikli su sıkma, plastik mermi ile headshot yapma, gaz bombası ile nefessiz bırakma gibi insan aklını zorlayacak aletlerin kullanıldığı zamanlardı. Bu aletlerden birkaçının ne işe yaradığından kısaca bahsedersek; Kazığa Oturtma: 15’inci yüzyılda Romanya’da uygulanan bir teknik. Kazıklı Voyvoda tekniği olarak da bilinen bu yöntemde, suçluyu ucu sivri bir kazığa oturtarak verilen ceza. Askılı İşkence Aleti: Tahta çerçeveler üzerine sabitlenmiş ipler, suçlunun kollarına ve bacaklarına takılır. Alete eklenmiş kol çevrildiğinde, suçlunun kemikleri büyük bir sesle kırılır. TOMA: Demirden yapılmış bir aletin içine giren cezalandırıcı, makinenin deposunu tuhaf kokular

çıkaran ve vücuda yapıştığında kızarıklığa yol açan bir sıvı ile doldurup, kurbanın tam üstüne gelecek şekilde püskürtürdü. Suçlu yanmanın etkisiyle kaçtığında, siviller tarafından tenha bir sokakta işkencenin geri kalanına devam edilirdi. Plastik Mermi: Vücudunun her yeri kapalı olan cezalandırıcı; yüzüne çok garip görünecek bir makina bağlayıp kendini tanınmaz hale getirdikten sonra, eline aldığı mekanizmayı üst üste ateşleyerek kurbanını yok etme girişiminde bulunur. Modern döneme yaklaştığımızda, insanoğlunun yaşam biçimindeki değişiklikler; yetinememe ve yetinememenin verdiği huzursuzlukla işgal etme, hep daha fazlasını isteme, ekonomik kaygı barındıran huzursuz bir yapı halini alma, çevreyi kendi oluşumunun verdiği tatminsizlikle yağmalama ve ona hükmetme sonucu olarak varoluşsal yetisini özgürleştirme şeklinde gelişiyordu. Rönesans ve reform hareketleriyle başlayan aydınlanma; eşitlik, özgürlük, ilerleme, kardeşlik olarak tüm dünyaya yayılırken, bazı uluslardan farklı sesler duymak mümkündü: “Devrim televizyonda yayınlanmayacak”, “Dün çok çeviktin polis”, “Tayyip su çok güzel gelsene”, “Yok anne biz arkalardayız”, “Gaz bağımlılık yaptı panpa” ve “Bugün de direndik elhamdülillah” gibi tabirler, modern dönemden postmodern döneme geçişin başlangıcı sayılıyordu. Postmodernizmin telaffuzunda zorluk yaşamayan, kâr elde etmek için üretim faktörlerini elinde bulunduran yönetim; felsefe, sanat, edebiyat, mimari, matematik ve işletmecilik kavramlarının hepsine müdahale ediyor, şekil veriyor ve istediği gibi tasarlama hakkını kendinde bulunduruyordu. Dönemin yöneticileri, “Ucube” diyerek heykeller yıkarak mimaride, “karar verdik, burayı şura yapacağız” diyerek resimde, “erkenden yatın, üçten beşe çıkın” diyerek tıp alanında akıl almaz başarılara imza atıyordu. Son dönem erken veda edenlerden olarak diyebiliriz ki: “Dünya, içinde sadece güçlülerin yaşadığı bir misafirhane değil. O güzelim entariler içinde kalakaldı krallar, beyler, sadrazamlar, dükler, prensler, şovalyeler... Bir soluk alma esnasına denk geldi Jül Sezar, Büyük İskender, Cengiz Han, Napolyon, Mussolini...” Ve muktedirlik ateşiyle, önde mozoleyi tutmak için saçlarını iki gün önceden parlatıp kel tarafa yapıştıran lider takıntılarına, daimi geçerli olacak bir isyan sözcüğüyle soluklanalım: “Her yer Taksim her yer direniş!”

İÜ’den bir Ekim Gençliği okuru

37


“Gün olur şafaklanır, karanlıklar bin parçaya!” Gözlerim bin yaşında. Bin yıldır tanıktır dünya üzerindeki zulme gözlerim. Gördüm, beynime kazıdım yeryüzünü kana ve irine bulayanları. Beynime kazıdım, geceleri evine ekmek yerine kahır taşıyanları. Beynime kazıdım, gözlerinde güneşler büyüten bedenlerin toprağa cansız düşüşünü. Gözlerim bin yaşında. Günlerden bir gün, Sivas’ta açtım gözlerimi. Karşımda bir müftü var. Koca Başlı Kara Kaşlı Kör Müftü. Kalemi ve karanlık yüreği Hızır Paşa denilen bir zalim valinin elinde. Hızır Paşa’nın önünde nereye koyacağını bilmeyip de önünde bağladığı terli ve dolgun elleriyle bir şeyler karalıyor. Bir fetva. “Şah’ın adını anmak yasaktır. Kim ki onun adını ağzına alırsa, dili kesilip öldürülecektir.” Hızır Paşa’nın zulmünü gören gözler, Pir Sultan’ın dilinden Şah’ı düşürmeyip darağacına dimdik yürüyen bedenini gören gözler, Kör Müftü’nün dişsiz ağzını yaya yaya gülüşünü de gördü. Diyebilir mi bu müftü, “ben suçsuzum” diye? Gözlerim bin yaşında. Günlerden bir gün, Şili’de açtım gözlerimi. Karşımda bir asker var. Mario Manriquez Bravo. İpleri ve karanlık yüreği Pinoshe denilen faşist bir diktatörün elinde. Santiago’da bir stadyumda, kırık bir ayna karşısında, kanla boyanmış üniformasını temizlemeye çalışıyor. Gözlerinde korku. Elleri titriyor bezi üstüne sürerken. Pinoshe’nin zulmünü gören gözler, Victor Jara’nın dilinden özgürlüğü düşürmeden ölüme dimdik yürüyen bedenini gören gözler, Bravo’nun ağzından salyalar akıtarak askerlerine verdiği ölüm emrini de gördü. Diyebilir mi bu asker, “ben suçsuzum” diye?

38

Gözlerim bin yaşında. Günlerden bir gün, İstanbul’da açtım gözlerimi. Karşımda bir güruh var. Bir halka reva görülen zulme gözlerini kapayan, son direnç çiçeklerini de kopartmak isteyen bir güruh. Şarkıları, güfteleri, varlıkları sermayenin elinde. Boğaz kenarındaki villalarından ayakkabılarına bir toz dahi bulaşmadan geldikleri magazinsel gecede, bir kadının göbeğinden siyah zeytini dişleyen ağızlarıyla “vatanı böldürtmem” derdindeler. Sermaye diktatörlüğünün zulmünü gören gözler, Ahmet Kaya’nın dilinden kimliğini düşürmeden, çatal-bıçakların arasından dimdik yürüyen bedenini gören gözler, bu güruhun yüreğimizin bir parçasını sürgünlere göndermesini de gördü. Diyebilir mi bu güruh, “biz suçsuzuz” diye? Gözlerim bin yaşında. Bin yıldır tanıktır dünya üzerindeki zulme gözlerim. Gördüm; beynime kazıdım zalimleri; işini, gücünü, yüreğini, nefesini zalimden yana koyanları. Beynime kazıdım bu zulüm cenderesine sıkılı bir yumruk gibi giren savaşçıları. Her zulüm, daha fazla acıyı, daha fazla umudu büyüttü gözlerimizde. Beynimize kazıdık yeni bir dünya özlemini, dilimizde hep aynı türkü: “Gün olur şafaklanır, karanlıklar bin parçaya!” “Birer birer, biner biner ölürüz Yana yana, döne döne geliriz Biz dostu da düşmanı da biliriz Vurulup düşenler darda kalmasın” A. Ardil




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.