Ekim Gençliği 150. sayı

Page 1


G e n ç l i ğ i ns e ç i m i s a n d ı ğ as ı ğ m a z !

S a y f a3 4

G e n ç l i kg e l e c e ğ i i ç i ni ş ç i s ı n ı f ı n ı ns a f ı n d a s ı n ı f s a v a ş ı n a S a y f a5

B e r k i n ’ eg ö r k e m l i u ğ u r l a m av e b a z ı g e r ç e k l e r

S a y f a6

O R T A S A Y F A : G e n ç l i ğ i nd e v r i m c i b i r l i ğ i n i y a r a t m a n ı np o l i t i k ö r g ü t s e l k o ş u l l a r ı

S a y f a2 0 2 2

İ ş ç i k a d ı n l a r ı n“ e k me kv eg ü l ” ö z l e mi

S a y f a2 6 2 7

‘ S a n a t v et o p l u ms a l h a y a t ’ ü z e r i n e . . . S a y f a3 4

B i r s a v a ş ç a ğ r ı s ı : K I Z I L D E R E

S a y f a3 8

Ay l ı kS o s y a l i s tGe n ç l i kDe r g i s i E k i mGe n ç l i ğ i *Ma r t2 0 1 4*S a y ı : 1 5 0 F i y a t ı : 2T L .( KDVd a h i l ) *S a h i b i v eS o r u ml uY.İ ş l .Md . : T a y f u nAl t ı n t a ş E KS E NBa s ı mYa y ı nL t d .Ş t i .* T e l : 02 1 26 2 17 45 2 Ya y ı nt ü r ü : S ü r e l i Ya y g ı n Ba s k ı : Öz d e mi rMa t b a a c ı l ı kDa v u t p a ş aCa d .Gü v e nS a n a y i S i t e s i CBl o kNo : 2 4 2T o p k a p ı / İ s t a n b u l T e l : 02 1 25 7 75 49 2

Yö n e t i mAd r e s i :

E k s e nYa y ı n c ı l ı kMi l l e tCd .S e l ç u kS u l t a nCa mi S k . No : 2 / 9F a t i h / İ s t a n b u l

Düz e ngüç l e r i ni ns e ç i ml e r eç ağr ı y ap ğı , s andı ğı adr e sgös t e r di ği bi rbahars ür e c i nde baş t aGr e i fol maküz e r ebi rdi z i i ş ç i di r e ni ş i ni n v ebahar ı nc oş k us u, ay nı z amandaBe r k i n' i k ay be t me mi z i nö e s i y l ey e ni s ay ı mı z ı ç ı k ary or uz . Y e ni s ay ı mı z dabahar ı n c oş k us unuy ans ı t mak l abe r abe r , y e ni Haz i r anl ar ' ı ni ş ç i s ı nıy l age l e c e ği ni nbi l i nc i y l e v ege nç l i ği nge l e c e ği ni ni ş ç i s ı nını ns a nda s ı nı fs av aş ı ndaol duğuge r ç e ği y l eGr e i f i ş ç i l e r i nes ay f al ar ı mı z day e ray ı r dı k . Gr e i f i ş ç i l e r i ç öz ümüns andı k t aol madı ğı nı , i ş ç i s ı nını ndabi zge nç l i ği ndege l e c e ği ni ns e ç i m s andı k l ar ı nas ı ğmay ac ağı nı gös t e r i y or l ar . * * * Düz e ni ndı ş l amav e“ t e r ör i s t ”i l ane t me gi r i ş i ml e r i nek ar ş ı , s ol adı nas özs öy l e y e n r e f or mi z mi n“ Odahabi rç oc uk t u, e k me k al may aç ı k mı ş”s öy l e ml e r i nek ar ş ı Be r k i n' i n v eonundai ç e r i s i ndeol duğumüc ade l e ni n c e phe de ns ahi pl e ni l me s i ge r e k ği ni düş üne r e k“ Be r k i n' i ns apanı e l l e r i mi z de ” di y or uzv emüc ade l e y i y ük s e l t meç ağr ı s ı nda bul unuy or uz . * * * Y e ni s ay ı mı z l abe r abe r , ge nç l i ği nde v r i m müc ade l e s i nek az anı l mas ı ndage nç l i ki ç i nde de v r i mc i pol ikodak l aş manı nv ebunun ar aç l ar ı nı ny ar al mas ı nı nöne mi nev ur gu y apı y or uz . Bugüni ç i nge nç l i kk i t l e l e r i nde k i pot ans i y e l i ny aör güt s üzbi rş e k i l de k e ndi l i ği nde nbi rhar e k e t l ey adaol duğu k adar ı y l adüz e ngüç l e r i ni nv er e f or mi z mi n e t k i s i ndehe bae di l di ği ge r ç e ği k ar ş ı s ı nda de v r i mc i ge nç l i kbi r l i ği ni ny ar al mas ı nı n öne mi nev ur guy apı y or uz . De v r i mc i pol ik anı n hay at age ç i r i l e c e ği ör güt s e l z e mi nl e r i n y ar al mas ı nı nge r e k l i l i ği or t adadı r . Y ay ı nı mı z dabuk onuy ay e ray ı r may aönümüz de k i s ay ı l ar dadade v am e de c e ği z . Y e ni bi rs ay ı mı z dadahabul uş makdi l e ği y l e . . .

e ma i l : e k i mg e n c l i g i @g ma i l . c o m www. e k i mg e n c l i g i . n e t


Gençliğin seçimi sandığa sığmaz!

Düzenin pisliklerinin etrafa saçıldığı, zenginliği-rantı paylaşma kavgalarının kızıştığı, 30 Mart yerel seçimleri eksenli tartışmaların sürdüğü bir bahar dönemindeyiz. Bütün düzen güçleri kitleleri kendi safına çekmek, düzen-içi taraflaşmalarına yedeklemek, yaklaşan seçimlerde sandığı adres göstererek kendi destekçisi yapmak için elinden geleni ardına koymuyorlar. Birbirlerinin pisliklerini ortalığa saçmaktan, burjuva devlet mekanizmasındaki yerlerini kullanarak birbirlerine saldırmaktan ve konumlarını korumaya çalışmaktan başka çareleri kalmamış düzen güçleri son çırpınışlarını yaşıyorlar. Bu tabloda gençliğe de büyük görevler düşüyor. Ya bu kokuşmuş düzeni aşacağız ya da düzenin bizlere sunduğu gerici güçlerden birinin peşinden sürükleneceğiz. Gençliği bekleyen seçim işte budur. Bu seçim 30 Mart’a, sandığa sığmayacak bir seçimdir.

Ayakkabı kutularına sığmayan pislikler

Yıllardır emek sömürüsü ve rantın paylaşımı üzerinden gerici bir uzlaşma içinde olan AKPCemaat ikilisi artık bu gerici anlaşmayı bitirmiş durumdalar. Ellerindeki bütün kozları oynamaya, birbirlerini köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Birbirlerinin pisliklerini ortaya sermekten çekinmiyorlar. Telefon konuşmalarından ayakkabı kutularına, yolsuzluklardan görevden almalara ve görev atamalarına kadar her alanda düzenin pislikleri ortaya saçılıyor. Bütün bunlar herkesin gözü önünde yaşanıyor. Elbette ki düzenin pisliği sadece bu yolsuzluklardan veya ortaya saçtıkları lağımdan ibaret değil. Bunlar yalnızca düzenin

nasıl işlediğini göstermektedir. Daha önemli olanı, ayakkabı kutularına sığmayan, taşımakla “sıfırlanamayan” bu zenginliğin, bu paraların nereden geldiğidir. Haramilerin doyumsuz bir iştahla yağmaladıkları, çalıp çırparak üzerinde tepindikleri bu zenginliklerin kaynağı işçi sınıfı ve emekçilerin kesintisiz sömürülen emeğidir. Gençliğin geleceğidir ayakkabı kutularından çıkan. İşçi ve emekçilerin hakkını savunduğunu iddia edenlerin, gençliğe gelecek vadedenlerin içinde bulundukları durumu, düzen güçlerinin tablosunu ortaya sermektedir. Bu düzen yıkılmadığı, emek sömürüsü ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ortadan kalkmadığı sürece, bizler emeğimize, geleceğimize sahip çıkmadığımız sürece birileri bizlerin yarattığı ve hak ettiği bütün zenginliği bölüşmeye, bu uğurda çirkef kavgalara tutuşmaya, bizleri de kendi çıkarları doğrultusunda taraflaştırmaya devam edeceklerdir. Kapitalist düzenin emek sömürüsüne ve hırsızlığa dayandığı gerçeğinin yanında bu yolsuzluklar ve operasyonlar buzdağının görünen kısmıdır yalnızca. Ayakkabı kutularından çıkanlar, sıfırlanamayan milyonlar, düzen pisliklerinin ancak kutulanmış cüzi bir miktarıdır. Haftalardır dinlediğimiz telefon kayıtları on yıllardır yapılan açık-gizli görüşmelerden sadece birer örnektir. Düzenin nasıl işlediğinin kanıtıdırlar. Peki ya kayıt altına alınmayanlar? Bu pislikler sadece AKP’ye ve despot şefine ait değil elbette. Bu pislik burjuva iktidarının pisliğidir. Kokuşmuş düzenlerinin pisliğidir. Gençlik her tarafından pislik akan bu düzene mahkum değildir, olmamalıdır.

Bu tabloda gençliğe de büyük görevler düşüyor. Ya bu kokuşmuş düzeni aşacağız ya da düzenin bizlere sunduğu gerici güçlerden birinin peşinden sürükleneceğiz. Gençliği bekleyen seçim işte budur. Bu seçim 30 Mart’a, sandığa sığmayacak bir seçimdir.

3


Geleceğimiz düzenin seçim sandıklarında değil, devrimde!

Geleceğin işçileri, işsizleri, emeğiyle geçinmek zorunda olanları, emek gücünü kime sömürteceği özgürlüğüne sahip olanları olarak gençliğin yürümesi gereken yolu Greif işçileri gösteriyor. Bugünden bu işgali sahiplenmek, geleceğimize sahip çıkmaktır. İşçi sınıfının sesini üniversitelerimize taşımak geleceğimize sahip çıkmaktır.

4

Mide bulandıran bunca çirkef ortaya saçılırken bizlerin karşısına çıkıp bu düzen devam etsin diyorlar. Kişileri, partileri değiştirilelim, biraz da başkaları yesin, talan etsin diyorlar. Geleceğimizden vazgeçmemiz isteniyor. Geleceğimizi seçim sandıklarına sıkıştırmaya çalışıyorlar. Peki bu sandıklardan çıkan sonuç nedir? Değişen belediye başkanları bizler için hiçten başka ne ifade ediyor? Geleceğimiz zaten ipotek altına alınmış bu düzende. Dün AKP, bugün CHP olmuş veya başkası... Değişimin esası tüm bu pisliklerin ve düzen partilerinin üzerinde yükseldiği emek sömürüsünü, özel mülkiyet düzenini ortadan kaldırmaktır. Gençlik olarak bizler de seçimimizi yapmalıyız. Esasında Haziran’da gençlik seçimini yaptı. Önüne seçim sandıklarının konmasını beklemedi. Çıktı sokağa, kurdu barikatını ve yüreğini koydu orta yere, sıktı yumruğunu, ölümü göze aldı ve öldü kimilerimiz. Gençlik kurulu düzeni değiştirmeyi sandıklardan beklemedi. Seçim sandıklarına atılacak kağıt parçalarından değişim çıkmasını beklemedik, beklemeyeceğiz. Sandıktan çıkan sonucun bir önemi yok bizler için, düzen devam ettiği sürece. Gençlik seçimini 30 Mart’a bırakmadı, Haziran’da zaten yaptı. Bugün bu seçimi devam ettirme, sonuçlarına vardırma sorumluluğuyla yüzyüzeyiz. Zaman, Haziran ölümsüzlerinin, Berkinler’in mirasına sahip çıkarak, devrimci baharın coşkusuyla mücadeleyi büyütme ve geleceği kazanma zamanı. Biliyoruz ki bahar bir yeniden doğuştur. Bu mevsimsel olarak da böyledir, tarihsel olarak da böyledir. Bahar dönemiyle beraber önce kadınlar yürür 8 Mart’ta, ezilen halkların mücadele günüdür Newroz. Bahar düzene karşı başkaldırıdır. O yüzden sermaye düzeni baharı kana boğmaya, faşist baskı ve devlet terörünü tırmandırmaya çabalar. Ancak “çiçekleri katletmekle baharı yok edemezler” (Che). 12 Mart’ta Gazi’de, 16 Mart’ta Beyazıt’ta, Halepçe’de, 21 Mart ’92 Newroz’unda, 30 Mart’ta Kızıldere’de, 1 Mayıs ’77’de, ’96’da katlettiler ama bitiremediler. Egemenler katlettikçe biz çoğalıyoruz. Ve biliyoruz ki bahar denince, başkaldırı denince, düzeni değiştirmek denince akla bahar

aylarında kurulan seçim sandıkları değil bu saydıklarımız gelir. Bizler için seçim sandıklarının bir hükmü yoktur. Geleceğimizi sandıklar belirleyemez. Burjuvazinin seçim oyununu bir kez daha sokakta bozacağız. Bizlere dayatılan sömürü ve kölelik düzenine, önümüze konulan sahte tercihlere inat düzene karşı devrim diyeceğiz. 30 Mart’tan önce de, 30 Mart’ta da, 30 Mart’tan sonra da o sandıklar karşısında devrim ve sosyalizm şiarını haykıracağız.

Gençlik geleceği için Greif işçilerinin safında sınıf savaşına!

Greif işçileri 10 Şubat’ta başlattıkları fabrika işgal eylemi ile bizlere yürünecek yolu gösterdiler. Kan emici asalaklara boyun eğmediler. Taşeron köleliğini kabul etmediler. Sefalet ücretlerini reddettiler. İnsanca yaşamak için ayağa kalktılar. Birliklerini kurdular, örgütlendiler. Karşılarına patronları çıktı, diz çökmediler. Karşılarına DİSK bürokratları çıktı, DİSK’in devrimci ruhu GREIF’te yaşıyor dediler, bürokratlara gereken yanıtı verdiler. Greif işçileri bu düzenin nasıl değiştirileceğini gösterdiler. 30 Mart’ı beklemediler gelecekleri için. Sandıklara değil, bileklerinin gücüne güvendiler. Ve şimdiden kazandılar. Onlar için bir hapishane olan fabrikalarını bir süreliğine de olsa özgürleştirdiler. Ölü emeğin canlı emek üzerindeki sömürüsüne yaptıkları işgalle dur dediler. Geleceğin işçileri, işsizleri, emeğiyle geçinmek zorunda olanları, emek gücünü kime sömürteceği özgürlüğüne sahip olanları olarak gençliğin yürümesi gereken yolu Greif işçileri gösteriyor. Bugünden bu işgali sahiplenmek, geleceğimize sahip çıkmaktır. İşçi sınıfının sesini üniversitelerimize taşımak geleceğimize sahip çıkmaktır. Marx “sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir” der. Sosyalizmi hedeflemek işçi sınıfının mücadele mevzilerine sahip çıkmaktır. İşçi sınıfı olmadan sosyalizm boş laftan öteye geçmez. Gençliğin geleceği devrimde, sosyalizmdedir demek Greif işçilerinin geleceğiyle kendi geleceğimizi, kurtuluşuyla kendi kurtuluşumuzu bir tutmaktır. Bahar yeniden doğumsa, bir başlangıçsa, baharı en iyi şekilde Greif işçileri karşıladı. Bu karşılamayı selamlamak gençliğin geleceğidir.


Sınıf savaşına!

Gençlik geleceği için işçi sınıfının safında

Komünist Parti Manifestosu, “modern tarih sınıf savaşımları tarihidir” cümlesiyle başlar. Bu cümle, komünistlerin; tarihi, günümüz toplumunu ve toplumsal değişimi nasıl ele aldığına dair özlü bir ifadedir. Bütün egemenlik ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak şekillendiği, üretim araçlarının gelişiminin tarihin lokomotifi olduğu ve günümüz kapitalist toplumunda toplumun burjuvazi ve proletarya olmak üzere iki büyük sınıfa bölündüğü gerçeği bugün mücadelemize ışık tutmaktadır. Bugün üretici güçler üzerinde kurduğu egemenlik ile işçi sınıfının emek-gücünü sömüren, tüm emeğine ve emek ürünlerine el koyan burjuvazi, elde ettiği artı-değer ile devlet mekanizmasını güçlendirmekte, tüm toplumu baskı altında tutacak, uyutacak, yargılayacak, kendi ideolojisiyle eğitecek/biçimlendirecek araçları ve kurumları elinde tutmakta ve beslemektedir. Burjuvazinin bu iktidarına son verecek olan yegâne sınıf, işçi sınıfıdır. Özel mülkiyet üzerine kurulu bu düzen ancak ve ancak üretim araçlarını kullanan ve üretimi gerçekleştiren temel sınıf olan işçi sınıfının üretim araçlarına el koyması, özel mülkiyet düzenine son vermesi ve tüm üretim araçlarını toplumsallaştırması ile mümkündür. İşte bunun adı devrimdir. İşçi sınıfı dışında hiç bir sınıf bunu gerçekleştirecek koşullara, iradeye ve bakışa sahip değildir. Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecek olan mülksüzler sınıfıdır. O da işçi sınıfıdır. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlardır. Bütün toplumsal mücadelelerde sınıfların tutumları belirleyicidir son kertede. Bu Mısır’da da böyleydi, Türkiye’de de böyledir. Mısır’da işçi sınıfı mücadele sahnesine çıkacağını ilan edip şalteri indirdiği gün Mübarek için işler bitmiştir. Bu Haziran’da da böyleydi, bugün de böyle. Haziran’da işçi sınıfının bir sınıf olarak direnişe damgasını vuramaması, harekete geçememesi direnişin sınırlarını belirleyen temel bir etkenken, yeni Haziranlar’ın işçi sınıfı ile geleceği gerçeği orta yerde duruyor. Bu gerçek bugün GREIF işgali ile önemli bir mevzide hayat buluyor.

İşçi sınıfının kızıl bayrağı GREIF işçilerinin elinde...

600 GREIF işçisi üretimi durdurarak, fabrikadaki özel güvenlikleri, müdürleri kovarak, fabrikanın kapısına barikatlarını kurarak fabrika

işgaline 10 Şubat 2014 gününden beri devam ediyorlar. Sadece kendi emeklerine sahip çıkmak için değil, işçi sınıfı adına, bu düzen tarafından ezilen herkes adına direniyorlar. Bizlerin, gençliğin geleceği için direniyorlar. Bizler de geleceğimiz için GREIF işçilerinin mücadelesine destek olmalıyız. 2013 Kasım ayında yeterli çoğunluğu elde ederek fabrikalarında TİS imzalama yetkisine kavuşan GREIF işçileri, on yılları bulan kölelik koşullarına karşı bir mücadele bayrağı açtılar. Hazırladıkları TİS ile taşeron çalışmanın kalkması, insanca yaşanabilecek ücretler ve çalışma koşulları için mücadelelerine devam ettiler. DİSK/Tekstil Sendikası bürokratlarının hayal dediği sözleşmelerine sahip çıktılar. Masabaşında patronlarla anlaşamayacaklarını gören işçiler yaşanan uyuşmazlığın ardından ortak iradeleriyle fabrikalarını işgal ettiler. Yasal prosedürlerle, hukuki süreçlerle mücadelenin bir sonuca varmayacağını, fabrikadaki taşeron işçilerin hukuki olarak ne TİS ne de grev süreçlerine dahil olamayacağını biliyorlardı. Bu yüzden fiili-meşru mücadele yolunu tuttular. DİSK’i sokakta kuran, Kavel’de grev hakkını, 15-16 Haziran’da DİSK’i fiili meşru mücadeleyle kazanan işçi sınıfının devrimci ruhunu kuşandılar. Bugün sendikalarda hakim olan icazetçi-uzlaşmacı anlayışa kafa tuttular. Taban örgütlenmesinin, komitelere dayalı fabrika örgütlenmesinin önemini gösterdiler. Bizler de yürünmesi gereken yolu onlardan öğreniyoruz. Geleceğin diplomalı işsizleri olarak, ücretli kölelik sisteminin birer parçası olarak, emek-gücünü satarak yaşamak zorunda bırakılacaklar olarak bugünden GREIF işçilerinin haklı ve meşru mücadelesine sahip çıkmalıyız. Gelecek güzel günleri, sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünyayı yaratacak olan işçi sınıfının mücadele mevziisine sahip çıkmalıyız. Bulunduğumuz her yerde GREIF işçilerinin sesi olmalı, bu sesi büyütmeliyiz. Direnişin devamlılığı için GREIF işçilerinin bir yevmiyeni paylaş kampanyasına bir harçlığımızı paylaşarak destek olalım. Unutmayalım ki, gençliğin geleceği işçi sınıfının safında sınıf mücadelesinde yerini almaktadır. Bu kokuşmuş düzeni yıkabilecek tek sınıf olan işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine omuz vermektetir. Zira bu mücadele sadece işçi sınıfının değil, onunla beraber bu kokuşmuş burjuva iktidar tarafından ezilen ve sömürülen tüm sınıf ve katmanların kurtuluşu anlamına gelecektir.

Ekim Gençliği

5


Berkin’e görkemli uğurlama ve bazı gerçekler

6

Berkin Elvan’ın hayatını kaybetmesi üzerine milyonlarca insan sokağa çıktı, Berkin’i sonsuzluğa uğurladı. Bu büyük sahiplenmenin öte yanında da AKP’ye duyulan büyük öfke vardı. Dalga dalga yayılan gösteriler, günlere yayılan militan çatışmalar yaşandı. Gösteriler ülkenin hemen her köşesine ve sınırları aşarak pek çok ülkeye yayıldı. Bu tablo Haziran Direnişi’yle açığa çıkan büyük halk hareketinin devam ettiğini, bazı noktalardan ise geliştiğini gösteriyor. Gösteriler tablosundan dikkat çekici bir olgu, gençliğin, esas olarak üniversiteli ve liseli gençliğin kendi zeminlerinden ortaya koyduğu inisiyatiftir. Sayısız lise ve üniversitede derslerin boykot edilmesi ve eylem alanlarına kitlesel çıkışlar son liseli ve üniversiteli gençlik hareketi payına oldukça önemli bir gelişmedir. Üniversiteli ve liseli gençlik elbette Haziran’da da hareketin temel dinamiklerini oluşturuyorlardı, fakat bu kez kendilerini kendi zeminlerinde güçlü inisiyatifler olarak ifade edebildiler. Bu, Haziran’dan sonra gençlik hareketinin kendisini okullar zemininde derinlemesine örgütlediğini ve aynı zamanda kendine özgü biçimlerle de ifade edebildiğini gösteriyor. Bu gençlik hareketinin şekilsiz bir yığın olmaktan çıkarak daha kolektif ve devrimci bir düzeye doğru ilerleme potansiyeli taşıdığını ortaya koyuyor. Özellikle de liseli gençlik hareketi payına bu böyle görünmektedir. Dikkat çekici diğer bir olgu ise, Kürt kentlerinden de gösterilere katılım olmasıdır. Diyarbakır, Van ve Roboski bu yerlerden bazılarıdır. Belki diğer bölgelerle karşılaştırıldığında zayıf görünmekle birlikte bu eylemlerin sembolik değeri yüksektir. Haziran Direnişi sırasındaki “müzakere süreci”nin selameti uğruna ve AKP’yi zayıflatmamak adına sergilenen uzaklık bir parça aşılmıştır. Bunda Haziran’daki bu tutuma yönelik eleştirilerin belli bir rolü vardır. Öte yandan ise AKP’nin artık gidici olduğunun büyük ölçüde açığa çıkmasının bunda özel bir payı vardır. Belli ki Kürt hareketi de AKP’den umudunu büyük ölçüde kesmiştir. Bir diğer olgu ise, ortaya çıkan toplumsal mücadele dinamiği, tartışmasız olarak Haziran’daki hareketin bir devamı olmasıdır. Halk hareketi kendisini bir kez daha güçlü bir sokak hareketi olarak ortaya koymuş, böylelikle de burjuva siyasetinin fena halde zorlanmıştır. Kaset savaşları ve sandık yoluyla AKP’nin yerine düzenlenmeye çalışılan burjuva siyasetine esaslı bir darbe vurmuştur. Öyle ki artık çok farklı yönlerden sıkışmış olan AKP’nin bir de sokak hareketiyle zorlanması, Cemaat’i, CHP’yi ve tekelci burjuvaziyi fena halde rahatsız etmiştir. Bunlar harekete kendi cephelerinden ve kendilerine göre destek verir gözükseler de, eylemlerin giderek düzeni zorlayan ve devrimci sol güçlerin inisiyatif alabildiği militan gösterilere dönüşmesine net tutumlarla karşı çıkmışlardır. Hepsi de Berkin’in sahiplenilmesinin barışçıl bir çerçevede yapılan bir cenaze töreni olarak kalması için çabalamıştır. Cemaat ve tekelci burjuvazi zaten

bu eylemlerle hem siyasal hem de fiili olarak herhangi bir yakınlık içerisinde dahi değilken, CHP de partinin örgütsel omurgası-kurumsal yapısını gösterilerden uzak tutmuştur. Haziran’da olduğu gibi gösterileri teşvik edecek bir tutumdan özenle uzak durmuştur. Çünkü bu parti, ortakları ve gerisindeki egemen sınıflar, AKP’den kurtulmak istemekle birlikte bunu, kapitalist düzenin temellerine dokunmadan kurulu siyasal düzen içerisinde ve parlamenter yollardan yapmak niyetindedirler. Çünkü bunlar, özellikle de kendisini sol bir tonda ve militan bir yoldan ortaya koyan güçlü bir toplumsal mücadele dinamiğinin ne kadar tehlikeli olduğunu sınıf tecrübelerinden biliyorlar. Bunun için sokağadevrimci ve sol harekete inisiyatif vermek istemiyorlar. Kendi inisiyatiflerinde ve parlamenter yollardan bir değişimi gerçekleştirmek üzere oynadıkları oyunun bozulmaması için çalışıyorlar. Kuşkusuz mevcut hareketin toplumsal-sınıfsal ve siyasal olarak devrimci bir önderliğe sahip olamaması, bu düzen güçlerinin en büyük avantajıdır. Fakat sorun şu ki, hem bu halk hareketinin toplumsal arka planında-derinde yüzeysel bir AKP karşıtlığını çok çok aşan derin bir sosyal-sınıfsal ve toplumsal mücadele birikimi vardır. Bunun için bu güçlerin hareketi kontrol edebilmeleri bugün mümkünse de yarın değildir. Bugün yüzeydeki AKP’ye karşı duyulan büyük öfkeyi kendi parlamenter kanallarına akıtabilseler de, bu başarı geçici olacaktır. Çünkü ne olursa olsan bugünden sonra AKP’yi sandığa gömerek yerine CHP gibi bir düzen partisini getirecek bir sonuç asla bu hem bu partilerin bir başarısı olarak gözükmeyecek hem de zaten bu partiler bu hareketin sosyal özlemlerine yanıt veremeyecekleri için onunla uğraşmak zorunda kalacaklardır. Bu halde de bu toplumsal halk hareketi gelecekte devrimci siyasal tercihlerini netleştirecek ve kendisini sınıfsal eksende gösterecektir. Bugün CHP yönetimi bu harekete karşı belirgin biçimde uzak durması ve itfaiyeciliğe soyunmasının gerisinde, kasetlerle devam eden seçim oyununda kazanabileceğine duyduğu inanç vardır. Bu ölçüde de her an kendisine dönmesi olasılığı olan bu tehlikeli silahla onamaktan kaçınmaktadır. Öte yandan AKP de açık ki esnemektense kırılmayı seçmiştir. Yani demek oluyor ki her türlü baskı, zorbalık ve kirli oyuna başvurmaktan kaçınmayacaktır. Bu demektir ki, bir yandan kitle hareketinin militanlaşmasına ve daha da büyümesine yol açacak gerici-faşist yöntemlere daha fazla sarılırken (bu amaçla Berkin’in cenazesinin kaldırıldığı günün akşamı yapılan türden kirli operasyonlara başvuracak), rakip düzen güçlerine karşı konumunu korumak için olağan parlamenter zeminin ötesine taşıyacak karşı hamleler de üretecektir. Böylelikle düzen içi dalaşma büyürken kaçınılmaz olarak sert biçimler alacak, bu halde ise kitle hareketinin daha da büyümesinin ve devrimci eğilimler göstermesinin önüne geçmeleri zorlaşacaktır.


Yeni bir güne sensiz ama umutla başlayacağız!

Berkin uyudu, halk yarınlara uyandı

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür.”*

“Polise emri ben verdim “demişti Erdoğan. Eklemişti sonra, “yedirtmem onları” diye. Bir devlet geleneğiydi, “Asmayıp da beslemeyecekti” devlet, Erdal Eren 17 yaşında asılacaktı. Bir devlet geleneğiydi, “çocukta olsa gereken yapılacaktı.” 12 yaşındaki Uğur Kaymaz 13 kuşunla öldürülecekti, babasının kucağında, babasıyla birlikte. Bu ülkede son 20 yılda polis ya da askerin açtığı ateş sonucu 350’den fazla çocuk öldürüldü. Tüm dünyada en çok çocuğun tutsak edildiği Türkiye’de! 3 yaşındaki Fatih Tekin, 9 yaşındaki Abdullah Duran, 8 yaşındaki Enes Ata, 17 yaşında Mahsum Mızrak, 17 yaşındaki Emrah Fidan, 8 yaşındaki İsmail Erkek, 14 yaşındaki Birem Basan, 14 yaşındaki Mehmet Nuri, 16 yaşındaki Yahya Menekşe, 12 yaşındaki Ceylan Önkol, 7 yaşındaki Sevcan Yavuz... Çocukların bu kadar kolay öldürüldüğü bir coğrafyada, “büyümüyor ölü çocuklar.” Hep aynı yaşta kalıyor. Kimisi Erdal gibi asıldığı yaşta, hep on yedisinde! Kimisi Küçük Armutlu’da panzerin ezdiği Sevcan gibi yedisinde! Kimisi Uğur Kaymaz gibi on ikisinde! “Büyümüyor ölü çocuklar”, onları öldürenlerin suçları büyüse de. Kapınızı çalan benim diyorlar; “Kapıları birer birer. Gözünüze görünemem, göze görünmez ölü çocuklar.” Berkin, Facebook’taki hesabında, “El üstünde tutulmak için illa tabuta mı girmek gerekiyor” diye yazmıştı. Kapılarımızı çaldılar birer birer ve sonsuzluğa gittiler. Yüreğimizin ziline basıp kaçtılar. Çocuklarımız el üstünde tabutlarda taşınmasın diye, yüzlerindeki o sıcacık gülümseyişlere kan bulaşmasın, “devlet dersinde” sokak ortasında vurulmasın diyedir bu amansız kavga. Onlara vereceğimiz en güzel armağan devrim olacak. “İnanın çocuklar, güzel günler göreceğiz, güneşli güzel günler. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere.” İnanın çocuklar, yaşınıza sığmayan ömrünüzü öfkemize ekleyeceğiz, yaşayamadıklarınızla kinimizi bileyeceğiz. Yaşanılacak güzel günlerin müjdecisi; çocuklarımız, sizleri hak ettiğiniz eşsiz zamanlara el üstünde taşıyacağız. Onları yarınlara taşımak için, bugün adlarının sokaklarda yankılandırma günüdür. Hepimizin Berkin olma günüdür. Çocuklarımızı katledenlerden hesap sormak için mahkemeleri sokaklarda, eylem alanlarında, barikatlarda kuralım. * Ece Ayhan

Gencecik yaşında bir çocuğumuzu daha katletti harcında işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, Kürtler’in, Aleviler’in kanı olan bu devlet. Şimdi seni de Uğur’un, Ceylan’ın, Ethemler’in, Ali İsmailler’in yanına uğurluyoruz. Ne yani öldü mü diyeceğiz şimdi bizler sana. O gencecik yaşında ‘Berkin direndi’ ama şimdi bizden uzaklarda mı diyeceğiz soranlara. Günlerdir bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. Sen doğanın katledilmesine karşı yapılan bir eylemde düştün toprağa, şimdi doğa senin için gözyaşı döküyor. Peki ben şimdi ne mi yapıyorum. Bunu anlatmak biraz zor. Ölümünü ilk duyduğumda inanmamak için elimden geleni yaptım. Sonra gözlerimden usul usul yaşlar süzüldü, gizlemeye çalıştım ama olmadı. Bu yaşlar gencecik bir çocuk için dökülmeliydi. Ama bize umudu bırakan bir çocuğa sadece gözyaşı dökmek yetmezdi. Akşam seni Ankara’da sonsuzluğa uğurlayacağız. Ölüm haberini aldığım andan itibaren tanıdığım herkesi akşam senin hesabını sormaya çağırıyorum. Ve şimdi bu yazıyı yazıyorum. Yazarken de düşünüyorum, yaşamak bu kadar mı şakaya gelmez diye, sonra yine düşünüyorum 14 yaşında çocuklar bizlere ne kadar çok şey öğretiyormuş diye. Bir anda her şey ne kadar da netleşti. Yıllarca ‘polis milletin vicdanıdır’ yalanları ile bizleri kandıranların aslında devletin emrinde çalışan kiralık katiller olduğu. “Hukuk devletinde yaşıyoruz” diyenlerin ve ekmek çalan çocuklara yılları bulan cezalar verenlerin senin katillerini koruması. Bu sistem ne kadar da net artık gözlerimizin önünde. Herşey bir avuç asalağın çıkarını korumak için. Bu sistemde yeri yoktur; onurlu, gururlu insanların, yaşları 14 bile olsa. Yaşamda seyircilere yer yoktur. Bunu öğrendim yıllarca ve bugün bunun somutluğu ile karşı karşıyayım. Senin ölümüne susmalı, okuluma gitmeli, yokmuş gibi mi davranmalıydım. Yoksa seni vuranlardan hesap sormak için elimden geleni yapmalımıydım. Biz devrimciler için bu sorunun cevabı net. Bizler tanımadığımız insanlar için yeri geldiğinde ölmesini de biliriz. Peki ya yaşamdaki seyirciler, senin ölümünü yine susarak mı izleyecekler. Senin için yazacak daha çok şey var güzel çocuk, ama sorulacak da bir hesabımız var. Belki artık sen yoksun ama bizlere bıraktığın umut var. Ve o umudun kendisi artık bizlerle birlikte mücadele barikatlarında olacak. Bizler ise seninle ve senden önce sonsuzluğa uğurladığımız şehitlerimizle o güzel gün geldiğinde uçurtmalarımızı özgürce göklere bırakacağız. Ve o gün artık bu topraklarda uçurtmalar vurulmayacak.

A. Akın

7


Dersler Berkin için iptal: Gençlik sokakta!

İstanbul

11 Mart’ta, Berkin Elvan’ın hayatını kaybetmesi üzerine gençlik dersleri boykot ederek sokaklara çıktı. Katillerden hesap sorulacağını haykırdı.

8

İzmir

İÜ öğrencileri, Hergele Meydanı’nda buluştular. Edebiyat Fakültesi koridorlarında Berkin için anma yapıldı. Sabancı Üniversitesi, İTÜ, YTÜ ve GSÜ’de de öğrenciler dersleri boykot ederek Berkin’i andı. İTÜ’den yürüyüşe başlayan öğrenciler eylemlerini Beşiktaş’ta sürdürdü. Koç Üniversitesi öğrencileri ve çalışanları Berkin’i anmak için oturma eylemi yaptı. Temel Tasarım dersinde Berkin Elvan afişleri hazırlandı. Işık Üniversitesi’nde de öğrenciler oturma eylemi yaptı. Boğaziçi Üniversitesi’nde New Halil Binası’nın adı ‘Berkin Elvan dersliği’ olarak değiştirildi. Özyeğin Üniversitesi ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nde de öğrenciler Berkin için dersleri boykot etti. Bilgi Üniversitesi öğrencileri oturma eylemi yaptı.

Ege Üniversitesi sabah saatlerinde Berkin’in hesabını sormaya çağıran afişlerle, yazılamalarla donatıldı. Edebiyat ve İletişim fakülteleri sloganlar ve ajitasyonlarla gezilerek öğrenciler eyleme çağırıldı. Buradan sloganlarla Hazırlık Binası önüne yüründü. Öğrenci Çarşısı’na gelindiğinde Fenerbahçeli taraftarlar Berkin için hazırladığı marşı söyledi. Binden fazla kişi Öğrenci Çarşısı’ndan kampüsün dışına kadar yürüyerek, İzmir’in ana hatlarından biri olan Manisa Kavşağı’nda 15 dakikalığına trafiği kesti. Yol kapatma eyleminin ardından Edebiyat Fakültesi’ne dönüldü. Fakülte içinde mumlarla Berkin Elvan yazılarak oturma eylemi yapıldı. Eylem sürdükçe boykota katılım arttı. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde öğrenciler dersleri boykot etti.

ODTÜ’de dersleri boykot eden öğrenciler öğle saatlerinde Güvenpark’a gitmek için Eskişehir yoluna indi. Binlerce ODTÜ’lünün katıldığı yürüyüşe polis saldırdı. Polis saldırısında bir kadın öğrenci başından yaralandı. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü ve DTCF’de boykot yapıldı. Ayrıca DTCF Orta Bahçe’de Berkin için anma yapıldı. Müzik ve şiir dinletileri yapılırken ajitasyon konuşmalarıyla da öğrenciler boykota katılmaya, Berkin’e sahip çıkmaya çağrıldı. Beytepe ve DTCF’den yürüyen öğrenciler Güvenpark’a geçti. Cebeci Kampüsü’nde polis kitleye saldırdı. Bir süre sonra polis geri çekildi, öğrenciler Kızılay’a ulaştı.

Mersin Üniversitesi’nde öğrenciler dersleri boykot ederek eyleme çıktı. Akdeniz Üniversitesi’nde yemekhanede Berkin için eylem yapıldı. Daha sonra üniversitede yapılan anmaya polis saldırdı. Çukurova Üniversitesi öğrencileri de dersleri boykot ederek oturma eylemi yaptı. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde de boykot vardı. Uludağ Üniversitesi öğrencileri, Görükle’den kampüse yürüyüş gerçekleştirdi. Kocaeli Üniversitesi’ndeki eyleme polis saldırdı. Anadolu Üniversitesi’nde öğrenciler okuldan çıkıp Aytaç Caddesi’ne doğru yürüyüş yaptılar.

Ankara

Gençlik sokakta!


EÜ’de binler Berkin’i andı

Berkin’e sözümüz DEVRİM olacak!

12 Mart günü Yabancı Diller Fakültesi önünde bir süre oturma eylemi düzenleyen Konservatuar ve Eğitim Fakültesi öğrencileri müzik dinletisi gerçekleştirdi. Edebiyat Fakültesi’nde bekleyen öğrencilerle birlikte yürüyüşe geçildi. Yürüyüş, Çarşı’nın ardından Tıp Fakültesi’nde devam etti. Hastane önünde SES üyesi sağlık emekçileri ile birleşen kitle, basın metninin okunmasının ardından Bornova Metro’ya geçti. Burada da liselilerle ve Yaşar Üniversitesi’nden gelen öğrencilerle birleşti. Bornova’daki Hükümet Konağı’na yüründü. Yaklaşık 5 bin kişi, Bornova’nın ana caddesini saatlerce trafiğe kapattı.

Kayseri’de gençlik Berkin’i andı

Kayseri’de onlarca genç, 12 Mart günü Berkin Elvan için yan yana geldi. Kayseri Forum önünde biraraya gelen gençler, kortej oluşturarak Kayseri Meydanı’na yürüdüler. Meydana gelindiğinde, Dev-Genç, Dev-Lis, Ekim Gençliği, Halkçı Gençlik Derneği, Kaldıraç ve FKF’nin içinde bulunduğu Devrimci Gençlik Platformu adına açıklamayı İsmail Cankat Özen okudu.

Sivas ve Erzurum’da anma

12 Mart günü, Cumhuriyet Üniversitesi yemekhanesinde masalara vurarak ses çıkartan öğrenciler, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!”, “Berkin Elvan mücadeleye devam!” sloganlarıyla otobüs durağına kadar yürüdü. Ardından kent meydanına giderek, burada bulunan emekçilerle birleşti. Eylemde, basın açıklamasının ardından oturma eylemi yapıldı. Devrimci ve ilerici öğrenciler, Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi kantininde Berkin Elvan’ın katledildiğini hatırlatan ve devletin saldırısını teşhir eden ajitasyon konuşmaları yaptılar. Kantinde bulunan öğrencilerin birçoğunun katılımıyla masalara vurarak ve alkışlar eşliğinde Berkin’i andılar. Öğrenciler son olarak “Berkin Elvan ölümsüzdür/onurumuzdur!’’ sloganları attılar.

Berkin’in vurulduğu günlerde liseliler olarak geleceğimiz için sokaklardaydık. Haziran günlerinde kabaran öfkemizden korkanlar polisiyle, TOMA’sıyla saldırdı. Yetmedi, arkadaşlarımızı aramızdan aldılar. Aralarında Berkin’imizin de olduğu yüzlercemizi ağır yaraladılar. Yetmedi, arkadaşlarımızı tutukladılar, zindanlara attılar. Baskılara göğüs geren liselileri ise okul geçme notunu yükselterek, devamsızlığı 10 güne indirerek tehdit ettiler. Üniversitelere ise polisin girişi yasallaştırıldı. Siyasal faaliyeti engellemeye dönük düzenlemeler yapıldı. Burs ve kredileri kesme tehditleri savruldu. Dediler ki, “eğer sokaklardan vazgeçmezseniz, bedelini öderseniz!” Ancak bıçak kemiğe dayandığında sokaklardan başka bir yerimizin olmadığını dost-düşman bir kez daha gördü. Berkin’imiz 269 günlük yaşam mücadelesini kaybettiği anda liseliler ve üniversiteler olarak tehditlere pabuç bırakmayacağımızı gösterdik. Okulları boykot ederek, sokaklara inerek Haziran’da kuşandığımız ruhu dirilttik.

Berkin’in katili sermaye devleti

Berkin’in katilini uzakta aramaya gerek yok. Berkin’e hedef gözetilerek atılan o gaz fişeğinin hangi polisin elinden çıktığının da bugün bir önemi yok. Bugün AKP hükümeti istifa da etse, o polis bulunup yargılansa da, biz biliyoruz ki, katil, o polisin ve dinci gerici AKP hükümetinin hizmet ettiği devletin, o devletin hizmet ettiği sömürü sisteminin kendisidir. Kapitalist sistem yerli yerinde durduğu sürece o gaz fişeğini attıracak daha nice hükümet, daha nice polis bulmak hiç de zor olmayacak! Evet, o polis hesap verecek! Evet, AKP hükümeti istifa etmelidir! Evet, adalet yerini bulmalıdır! Ama yetmez! Bugün İzmir DLB ve Ekim Gençliği olarak “Berkin’e sözümüz devrim olacak!” diyoruz. Ancak ve ancak sosyalist işçi-emekçi iktidarı altında biz gençler özgür olacak, ve sadece o zaman gençlerimiz katledilmeyecek. Berkin’e sözümüz devrim olacak! İzmir Devrimci Liseliler Birliği DLB İzmir Ekim Gençliği

9


Emek hırsızlığına, taşeron belasına, asgari ücret sefaletine geçit yok!

Kölelik zincirlerimizi kırıyoruz!

Biliyoruz, birileri bu yaptığımıza cahil cesareti diyecektir. Kavel işçilerine de öyle demişlerdi: “Aklınızı mı kaçırdınız siz?” Ama hayır, 41 sene evvel Kavel Kablo işçileri ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Evet belki tozlu kanun kitaplarında yoktu GREV sözcüğü bile. Ama bizim anayasamızda, sınıf mücadelesinin yasalarında vardı.

10

Hayatta seyircilere yer yoktur. Ya kaderinizi ellerinize alır, kendi yolunuzu kendiniz çizersiniz; ya da rüzgarda savrulan yapraklar misali ona boyun eğersiniz. İşte biz de uzun yıllar boyun eğenlerdendik hep, ta ki kaderimizi nasırlı ellerimizin arasına alıp da onu değiştirmeye karar verene dek... İlerisini görememenin getirdiği tarifsiz korkular yok artık; geleceğini şekillendirmenin verdiği tatlı heyecanına bıraktı yerini şimdi. Ve bugün sizlere, işgal gerçekleştirdiğimiz fabrikalarımızdan sesleniyoruz.

İyi ama, kimiz biz?

Bizler Esenyurt-Hadımköy ve ÜmraniyeDudullu’da kurulu Greif (Sunjüt) Çuval fabrikasının işçileriyiz. Taşeronlarla beraber 1500 kişiyiz. Yakın zamanda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Tekstil İşçileri Sendikası’nda örgütlendik. Geçtiğimiz Kasım ayında, firma yönetimi sendikalaşma çalışmasını ilk öğrendiğinde, bir arkadaşımızı işten atmıştı. Akıllarınca gözdağı verecek, korku salacaklardı. Ancak biz “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” demesini öğrenmiştik çoktan. Kendilerine çok güvenliydiler müdürlerle yancıları, şalterleri ilk indirdiğimizde. Belki de böyle bir birlik-beraberlik beklemiyorlardı bizden. Müdürü, şefi, ustası toplanıp geldiler başımıza. İlkin tehditler savurdular, sökmedi. Sonra zam, rüşvet, sus payı... Ahlaksız tekliflerinin bini bir para. “Arkadaşınızı boşverin, ne dilerseniz dileyin bizden” demişlerdi. “Arkadaşımız iş başı yapacak, tek isteğimiz budur!” dedik hep bir ağızdan. Kendileri gibi sanmışlardı bizi. Ama yanıldılar. “Bir işçinin ekmekten önce onura ihityacı vardır”, bunu biliyorduk. Ve 8 saat dayanabildiler ancak.

Af dilediler birer birer hepimizden ve işten atılan arkadaşımızı patronun elinden çekip aldık, el birliğiyle diz çöktürmesini bildik sırtımızdan geçinenlere. Kendi deyimleri ile tükürdüklerini yaladılar. Ve giriştiğimiz işgal eylemi ile sendikamızı fabrikaya soktuk. Ve bugün toplu sözleşme görüşmelerinde bizleri hiçe sayıp aşağıladıkları; taşeron sistemini ve kölelik koşullarını bize dayattıkları için bir kez daha aynı silaha başvurduk. Ve fabrikamızı işgal ettik. *** Biliyoruz, birileri bu yaptığımıza cahil cesareti diyecektir. Kavel işçilerine de öyle demişlerdi: “Aklınızı mı kaçırdınız siz?” Ama hayır, 41 sene evvel Kavel Kablo işçileri ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Evet belki tozlu kanun kitaplarında yoktu GREV sözcüğü bile. Ama bizim anayasamızda, sınıf mücadelesinin yasalarında vardı. Kore’de işgalci Ssangyong işçileri, tüm dünyanın gözleri önünde kahramanca direndiler ve onların zaferi hepimizindi. Tıpkı bizde DİSK’i savunmak için ayaklanan işçi sınıfının 15-16 Haziran’daki tutumu gibi... Biz işçiler, tarihimizi tanıdıkça büyük işler başarmak için gereken kuvveti kendimizde daha çok bulmaktayız, her geçen gün.

Ne istiyoruz? Kavgamız kime karşı?

Ayakkabı kutularında milyonları dolduran hırsızları unutmadık. İşçiye her sene asgari ücret sefaletini reva görüp, milletvekili maaşlarına oy birliği ile %100 zam yapan büyükbaşları da öyle... Ve şimdi seçim zamanı olunca, bu soyguncu takımı, yani bizleri bu hale düşürenler utanıp sıkılmadan oy avcılığına çıkıyorlar. Bizler çözümü ayakkabı kutularında da tahta sandıklarda da


aramıyoruz. Kimseden sadaka istemiyoruz. Biz emeğimiz çalınmasın istiyoruz, bizler ücretli kölelik düzeni son bulsun istiyoruz. * Bizler, geleceğimizi ve güvenceli çalışma hakkımızı tehdit eden, anayasaya göre dahi suç olan taşeron çalışmanın kaldırılmasını, fabrika bünyesindeki taşeron şirketlerde çalışan tüm arkadaşlarımızın kadroya geçirilmesini istiyoruz. * Yıllardır düşük ücretlere ve kölelik koşullarına mahkum edilen işçiler olarak ücretlerimizin yükseltilmesini istiyoruz. * Her türlü sosyal haktan yoksun olarak çalıştığımız fabrikamızda sosyal haklara sahip olmak istiyoruz. İşte en insani ve temel taleplerimize kulak tıkanması nedeniyle haklımeşru taleplerimiz için eylemdeyiz.

Kardeşler, emek ve kavga dostları!

Biliyorsunuz, hemen hemen bütün sendikaların başlarına çöreklenmiş sendika patronları “hem kazandırıp hem kazanacağız” yalanlarıyla bizi oyalıyor ve patronları kolluyorlar. Ancak bilmeliyiz ki sendika patronlarının dediği gibi dilene dilene kazanılmıyor. Mücadele tarihimizin sayısız kez gösterdiği gibi ancak, DİRENE DİRENE KAZANILIR! “İş barışı” lafını ağzından düşürmeyenler, bugün halen daha, anamızın ak sütü gibi helal bir hakkımıza, kıdem tazminatımıza el uzatabiliyorlar. Yüzlerine geçirdikleri maskeler ile, biz işçilere gerçekleri unutturmaya çalışıyorlar. Bizim alınterimizden çaldıkları, kardeş halkların üzerine ölüm olup yağıyor. Parçası oldukları haksız ve kirli savaşlarla, emperyalist çıkarlar uğruna hizmet ettikleri işgallerle milyonlarca insanı felakete sürüklüyorlar. Biz işçiler ise tek bir İŞGAL tanıyoruz, o da sırtımızdan geçinenlerin özel mülküyetine saplanan fabrika işgalleridir. Bir tek haklı SAVAŞ biliyoruz, o da köleliğe sona erdirmek için verdiğimiz sınıf savaşıdır. “Bu, üç-beş ağaç meselesi değil” diyorlardı ya pek muhterem “devlet büyüklerimiz”, doğrusu haksız da sayılmazlar hani. İşte bizimkisi de “üçbeş kuruş meselesi” değildir yalnızca... Sorun hepimizin bildiği gibi bunun çok ötesindedir. Sokağa çıkan milyonlara her türlü karalamalar ve kirli yöntemlerle saldıranlar elbette ki bizim giriştiğimiz haklı mücadeleye de aynı tahammülsüzlüğü gösterecektir. Ancak biz Greif işçilerinin zincirlerimizden başka kaybedecek şeyimiz yok. Bu nedenle tüm işçi kardeşlerimizi; emekten ve onurdan yana tüm insanlarımızı seyirci kalmamaya, haklı mücadelemize omuz vermeye çağırıyoruz. Zafer bizim olacak. Zafer tüm işçi sınıfının olacak. Krizin yükü patronlara, işçi sınıfı iktidara! Fabrikalar cehennem, işçiler köle kalmayacak! Bu daha başlangıç, mücadeleye devam! İşgal, grev, direniş!

İşgalci Greif işçileri 10 Şubat 2014 Yer: Yeşilbayır Mah., Hadımköy İstanbul Yolu Cad., No: 59 Arnavutköy-İstanbul (Esenyurt-Hadımköy’deki pervanelerin -rüzgar tribünleri- hemen yanı) İrtibat tel: 0539 414 35 45 - 0542 650 65 25

Berkin’in en güzel fotoğrafı Berkin Elvan ölümsüzlük burçlarına çekildikten sonra onun çocuk masumiyeti yüreğimizi acıttı. Berkin için kurduğumuz her cümle yüreğimizdeki acıda serpili çocuk masuiyetiyle başladı. Kimi insanlıktan payını almayanlar da, Berkin’in bir eylemde çekilen fotoğrafının altına “Berkin’in gerçek yüzü” diye yazarak çocuk katliamını haklı çıkarmaya çalıştı. Berkin’i savunmak kaygısıyla, bazıları fotoğrafa photoshopla montajlanmış dedi. Evet böyle de yapılmış olabilir. Ama fotomontaj değil de gerçekse, -ki öyle de görünüyor- bu fotoğraf Berkin’in en güzel fotoğrafıdır. Çünkü çocuk yüreğiyle sömürücülere meydan okuyor, bu fotoğrafta O. Bu fotoğraf Berkin’in devrim burçlarına çekildiğini gösteriyor. Berkin’in çocuk yüreğinin devrim mücadelesinde çarptığını gösteriyor. Yani insanlık fukaraları niyetleri hiç öyle olmasa da, Berkin’in “gerçek” yüzünü bize göstererek O’nu daha da yücelttiler. Berkin’in ailesi, “ekmek almaya değil de Berkin eyleme gidebilirdi de” diyerek bu soysuzlara karşı dimdik durdu. Bu eli kanlı hırsız takımına göre direnişe katılması Berkin’in katledilmesi için yeterli. Yani diğer Gezi şehitlerinin katledilmesi gibi. Böylelikle bu hırsız taifesinin hiçbir ahlaki yasa tanımadığı bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Berkin’i gaz fişeğiyle katleden polisler sadece tetikçi. Asıl katil, sömürü sisteminin efendileri. Bu durumda, katillere haykırıyoruz, Berkin’e sözümüz devrim olacak! Berkin’in “gerçek” yüzünün, yüreğinin göründüğü fotoğrafın altında avazımız çıktığı kadar haykırıyoruz: Berkin Elvan onurumuzdur! M. Kurşun

11


Greif işgali ile dayanışma için öneriler:

Taşeron ve kölelik politikalarına ve patronun toplu sözleşme sürecindeki dayatmalarına başkaldırdık. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diyerek İşgal, Grev, Direniş silahımızı kuşandık. Ve biliyoruz ki milyonlarca insanımız var bizimle aynı “kaderi” paylaşan. Ve yine biliyoruz ki sömürü ve kölelik “kader” olamaz! Haklı mücadelemiz, bu bozuk düzen altında ezilen, kurtuluş yolu arayan milyonlarca işçiye, emekçiye, gence, kadına umut olsun isteriz. Hayatı, dünyayı vareden bizleriz. Hayatı değiştirmek de yine bizim elimizdedir. Biz işgalci Greif işçileri mücadelemizi, bedeli her ne olursa olsun, Zafere kadar aynı coşku ve bilinçle sürdürmekte kararlıyız. Direnişimizin başladığı 10 Şubat’tan bu yana, patronun tüm tehdit ve baskılarına rağmen, 100’ün üzerinde yeni arkadaşımız saflarımıza katıldı. Bugüne dek bizleri yalnız bırakmayan tüm emek ve kavga dostlarımıza, işçi kardeşlerimize gösterdiğiniz sınıf dayanışması için bir kez daha teşekkür ederiz. Kavgamızı kavgası bilen siz dostlarımızdan mücadelemizi büyütmek için kimi isteklerimiz olacak: 1-Mücadelemizi fabrikalardan meydanlara, stantlardan kampüslere, medyadan sanal ortama kadar her alanda dayanışmayı büyütmenizi istiyoruz. Bunun için sansürlenmek istenen sosyal paylaşım sitelerimiz, spor karşılaşmaları, mizah

dergileri, konserler ve aklımıza gelebilecek her türlü yaratıcı yol ve yöntem kullanılabilir. 2- Mücadelemizi hep birlikte sürdürüp geliştirebilmemiz için bizlerin (600 kişinin) ulaşım, beslenme ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Üstelik işveren direnişimizi kırmak için önceki döneme ait ücretlerimizi dahi keyfi biçimde bizlere ödemiyor. Dolayısıyla maddi olanakları yaratıp süreklileştirebilmemiz direnişimizin zaferi için önemli bir yer tutuyor. Bu nedenle fabrikalarımızda, işyerlerimizde, çalıştığımız ofis ve plazalarda, emekçi semtlerinde, tüm yaşam alanlarımızda “Bir yevmiyeni Greif işçileri ile paylaş!” kampanyasını örmeliyiz. Zafer bizim olacak, zafer tüm işçi sınıfının olacak! Tüm dostlarımıza şimdiden teşekkürler... Direnişe parasal destek için banka hesap numarası ve diğer destekler için iletişim telefonları şöyle: Garanti Bankası Hesap no: 4894 5549 7757 8514 Garanti Bankası IBAN no: 00544-6683726 TR97 0006 2000 5440 0006 6837 26 İletişim: Ferhat Alsaç: 0 536 977 19 93 Engin Yılgın: 0 542 650 65 25

Greif işçileri, İstanbul Üniversitesi’nde yapılan forumda öğrencilerle buluştu

İşçiler “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganıyla Edebiyat Fakültesi’ne girdiler. Atılan sloganların ardından yapılan konuşmada Greif’teki işgal süreci bahçedeki öğrencilere aktarıldı. Ardından işçiler ve öğrenciler birlikte yemekhaneye inerek buradaki öğrencilere de ajitasyonlarla, sloganlarla çağrı yaptılar. Ajitasyonlarda Cerrahpaşa’da direniş çadırı kuran yemekhane işçilerinin mücadelesine de değinildi. Bir işçinin yemekhanede yaptığı kısa konuşmanın ardından Hergele Meydanı’nda da foruma çağrı yapıldıktan sonra forum başlatıldı. Forumda söz alan işçiler örgütlenme sürecinden başlayarak Greif’in işgal sürecini öğrencilere aktardı. İşçiler konuşmalarının sonunda Greif işgaline destek beklediklerini ifade ettiler. Ardından konuşan bir öğrenci Greif işçilerinin başlattığı “Bir yevmiyeni Greif işçileriyle paylaş!” kampanyasının üniversitede de hayata geçirildiğini söyledi ve öğrencilere “Harçlığını Greif işçileriyle paylaş” çağrısı yaptı. “Harçlığını Greif işçileriyle paylaş!” şiarıyla öğrencilerden 150 TL para toplandı. Ekim Gençliği / İstanbul

12


EÜ’de Greif’e destek kermesi

Ege Üniversitesi Greif Dayanışması’nın düzenlediği kermes 19 Mart günü saat 10.00’da açıldı. Kermese ilgi büyüktü. Kermesten haberdar olan çok sayıda öğrencinin yiyecek, içecek ve yardım getirdiği kermeste maddi yardımın yanı sıra giysi yardımı da toplandı. Öğrenciler Greif işgal süreci ile ilgili bilgilendirilerek sermayenin topyekûn saldırılarına karşı taraf olmaya çağırıldı. Sendikaların tutumundan TİS sürecine Greif işgalinin genel hatları anlatıldı. Greif’e karşı yapılacak bir saldırı ya da direnişi kırma girişiminin gençliğe de yapılmış bir saldırı anlamına geldiği söylendi. Müzik dinletisinin de yapıldığı kermes halaylarla devam etti.

Yeditepe Üniversitesi’nde yemek boykotu Yeditepe Üniversitesi öğrencileri yemekhane fiyatlarına yapılan zamlar üzerine boykot kararı aldılar. Haziran Direnişi sonrası öğrencilerin kurduğu Yeditepe Forum’da alınan kararla “yemeğini al gel” çağrısı yapıldı. Öğrencilerin getirdiği yemekler yemekhanede “Kardeşlik Masaları”nda yenildi. Boykotun yanı sıra öğrenciler okul yönetimine taleplerinin yer aldığı dilekçeler veriyor. Talepler şöyle: * Yemek fiyatlarına öğrencilerin oluşturduğu bir komisyonla karar verilmesi. * Yemekhane sırasında suyun parayla (75 kuruş) satılmaması * Vegan ve vejeteryan öğrenciler için yemek çeşitliliğin arttırılması Üniversite yönetimi öğrencilerle görüşene dek boykot sürecek. Yemekhanede yemekler üç çeşit yemeğin olduğu öğrenci menüsü şeklinde ya da tabak üzerinden fiyatlandırılarak alınabiliyor. Öğle ve akşam öğrenci menüsü altı liradan altı buçuğa, kahvaltıda öğrenci menüsü beş buçuk liraya çıktı. En düşük tabak fiyatı da dört buçuk lira. Yemekhane dışında kantinlerde tabak usulü yemek alınabiliyor. Burada da fiyatlar yemekhaneden farksız. Her öğlen saat 12.00’de yemekhane işgal edilerek, dışarıdan getirilen yemekler burada yeniyor, akademisyenler de boykota destek veriyorlar. Yaptıkları açıklamayla Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu da cübbelerini giyerek boykota destek vereceklerini duyurdular. Ekim Gençliği / Yeditepe Üniversitesi

ODTÜ'de seçim söyleşisi

ODTÜ'de Ekim Gençliği okurları, Ankara Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Sosyalist Başkan Adayı Melek Altıntaş'ın da katıldığı bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide ağırlıklı olarak “seçimlere neden katılıyoruz” ve “amaçlarımız” üzerine vurgular yapıldı. “Sermaye iktidarı için ölüm çanlarının çaldığı koşullarda, Marksistler, sandıkta değil sokakta, ayaklanma çağrısı yapar; fakat hala emekçiler düzen kurumlarını umut olarak görüyorlarsa, Marksistler buralarda çalışmak ve buraların işleyişini teşhir etmek zorundadır” denilerek seçimlerin araç olarak kullanılması ve bunun taktiksel yönüne değinildi. Bu taktik, Rusya'da devrim öncesinde Bolşeviklerden örneklerle daha da detaylandırıldı. Açılış konuşmasının ardından, söz alan Melek Altıntaş, düzenin

işleyişi, merkezi iktidar – yerel yönetim ilişkisi, belediye yönetimleri üzerinde durarak emek-sermaye çelişkisine ve bunun etrafında şekillenen devlet işleyişine değindi. Gelen sorular üzerine Kürt illerinde ya da demokrat belediyelerde, belediyeciliğin sınırlarına da değinirken, bugün HDP “sosyalistlerinin” “yerel iktidar” yanılsaması yarattığını belirtti. Ayrıca burjuvazinin çeşitli temsilcilerinin belediye yönetimlerini alarak kendi yandaş sermaye gruplarına rüşvetle, yolsuzlukla rantı nasıl peşkeş çektiğini anlattı. Bu açıdan AKP, CHP, MHP arasında bir fark olmadığı, hepsinin bu yönleriyle, burjuva partileri olduğu tekrar edilmiş oldu. Ayrıca, gelen sorular üzerine, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu'nun seçim çalışmasına dair de tartışmalar yürütüldü. Greif işçilerinin mücadelesine ve onun yol gösterici yönlerine vurgular yapılırken, Greif fabrika işgalinin seçim çalışmasında nasıl bir ağırlığı olduğuna değinildi. Bugün seçimlerdeki esas başarının oy sayısıyla değil; işçileri, emekçileri mücadeleye, sokağa, eyleme çekmekteki, onların düzen kurumlarına olan umutlarını devrime kanalize etmekteki başarılarla ölçüleceği ve bu kurumlarda mevziler kazanılması durumunda da işçileri ve ezilen sınıfları siyasal iktidarı alma hedefiyle örgütlemek için çalışılacağı vurgulandı.

13


Ali İsmail Beytepe’yi onurlandırdı! Hacettepe Üniversitesi öğrencileri, Ali İsmail Korkmaz’ı unutturmamak için fiilen Yıldız Amfi’nin ismini Ali İsmail’e atfetti. Ali İsmail Korkmaz Amfisi Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan etkinlikle 6 Mart günü açıldı. Yıldız Amfi’ye yakın bir alanda başlatılan etkinliğe Ali İsmail Korkmaz’ın annesi ve Hasan Ferit Gedik’in dedesi katıldı. Ethem Sarısülük’ün abisi Mustafa Sarısülük Çorum’da bulunması nedeniyle katılamadı. Etkinliğe ayrıca TAYAD, Korkmaz ailesinin avukatlarından Engin Gökoğlu ve müzik grupları Praksis, Mesel ve Çima destek verdi.

Katil devletten hesap sorma kararlılığı

14

Açılış konuşmasıyla başlayan etkinlikte Haziran Direnişi’nde katledilenler anısına saygı duruşu gerçekleştirildi. Katledilenlerin isimleri tek tek okunarak “Yaşıyor!” sloganları haykırıldı. Amfinin isim değişikliği ile ilgili yürütülen mücadele ve yönetimin tavrının özetlendiği bir konuşmanın ardından söz ailelere verildi. “Anaların öfkesi katilleri boğacak!” sloganı eşliğinde kürsüye çıkan Emel Korkmaz, Ali’nin sıra arkadaşlarına seslendi. Ali İsmail’i anlatan Emel Korkmaz “Onu öldüremediler, katil devlet onu öldüremedi. Bunu burada bir kez daha gördüm” diyerek binlerce evladı olduğunu söyledi. Konuşması esnasında duygulanan Emel Korkmaz “Oğlumun katillerinden hesap sorana kadar dik duracağım, yıkılmayacağım” dedi. Daha sonra İstanbul Gülsuyu’nda uyuşturucu çeteleri tarafından katledilen Hasan Ferit’in dedesi Mustafa Dede bir konuşma gerçekleştirdi. O da Ali İsmailler’in, Hasan Feritler’in öldürülemediğini söyledi. Öfkesinin onu gençleştirdiğini söyleyen Mustafa dede konuşması boyunca yumruğunu sıkılı tuttu. Katillerden er ya da geç hesap sorulacağını

sözlerine ekledi ve örgütlü olmanın önemini vurguladı. Ardından TAYAD adına da bir konuşma gerçekleştirildi. TAYAD’ın tarihinden ve zindanlarda verilen mücadelelerden söz edilen konuşmada devrimci tutsaklar selamlandı. Ali İsmail Korkmaz’ın avukatlarından biri olan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi Engin Gökoğlu ise “Devrimci avukatlar onurumuzdur!” sloganıyla kürsüye çağrıldı. Düzenin mahkemelerinden adalet beklenmeyeceğini söyleyen Gökoğlu, Ali İsmail davasındaki süreçten bahsetti. Konuşmaların ardından kitleye yapılan çağrıyla amfiye bir yürüyüş gerçekleştirildi. Ailelerin en önde olduğu yürüyüşün ardından amfiye gelindiğinde “Ali İsmail Korkmaz Amfisi” tabelası sloganlarla duvara asıldı. Bu esnada da konuşan Emel Korkmaz “Aliş’im hep yaşayacak!” dedi. Etkinliği örgütleyen bileşen adına yapılan konuşmada ise tabelaya her koşulda sahip çıkılacağı dosta düşmana ilan edildi. Daha sonra tekrar konser alanına yüründü.

“Hep bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını...”

Etkinliğin ikinci bölümünde ezgiler ve marşlar Haziran Direnişi’ne ve katledilenlere ithafen söylendi. Sırasıyla Praksis, Çima ve Mesel sahne alarak açılışa destek verdiler. Etkinliğin sonuna gelindiğinde ise örgütleyici bileşen adına bir açıklama gerçekleştirildi. Konuşmada rektör Murat Tuncer’in “imza toplarsanız amfinin ismini değiştirebiliriz” söyleminin fiili-meşru olarak geçersiz kılındığı, ancak mücadelenin devam edeceği ve bir imza kampanyası başlatılacağı duyuruldu. Hapishanelerdeki tutsak öğrencilerin de selamlandığı konuşmada Mersin Üniversitesi’nde devam eden direniş ve Greif işgali öğrencilere anlatıldı. Ayrıca geçtiğimiz gün bir sivil polisin yakalanmasıyla göz önüne serilen ÖGB-polisrektör işbirliği teşhir edildi. Etkinlik ortak açıklamanın ardından son buldu.

Ekim Gençliği / Hacettepe Üniversitesi


Ankara’da gençlikten Mart ayı şehitleri anması Ankara Ekim Gençliği ve Devrimci Liseliler Birliği ortak düzenledikleri etkinlik ve eylemle Mart ayı katliamlarını lanetlerken aynı zamanda bu ayda şehit düşenleri andılar. Mart ayının katliamlarla olduğu kadar direnişlerle ve yiğitlik örnekleriyle dolu olduğu belirtilerek, bir süre önce yaşamını yitiren Berkin Elvan şahsında devrim ve sosyalizm mücadelesinde yitirilenler anısına saygı duruşunun ardından Ekim Gençliği ve DLB adına birer konuşma gerçekleştirildi. Konuşmalarda 30 Mart Kızıldere’den 16 Mart Halepçe ve Beyazıt katliamlarına, 12 Mart Gazi’den, Haziran Direnişi’ne kadar iki sınıfın, iki iradenin karşı karşıya geldiği mücadeleler, direnişler anlatıldı. Sermaye devletinin kanlı yüzünü yüzlerce kez gösterdiği, ancak bunun karşısında da yüzlerce kez direniş destanları yazıldığı vurgulandı. Konuşmaların ardından serbest kürsü açıldı, bu bölümde daha genel tartışmalar yürütüldü. Devrimci ve örgütlü kimliği içselleştirmenin önemine değinildi. Yitirilenleri anmanın bir yad etme eyleminden öteye geçmesi gerektiği, dövüşerek ölenlerin Greif’te, Haziran Direnişi’nde kavganın ortasında yaşadıkları söylendi. Tartışmaların sonrasında müzik dinletisi gerçekleştirildi. Ezgiler ve marşlar devrim şehitlerine atfedildi. Anma etkinliğinin ardından Sakarya Caddesi’nden Yüksel Caddesi’ne bir yürüyüş gerçekleştirildi ve burada eylem yapıldı. “Gezi, Halepçe, Beyazıt, Kızıldere, Berkin Elvan... Katliamlara karşı özgürlük, devrim, sosyalizm için; Gençlik Direnişe!” şiarlı ozalitin açıldığı eylemde kızıl bayraklar taşındı. Yürüyüş ve eylem esnasında çevreden birçok kişi alkışlarla destek verdi. Yüksel Caddesi’nde gerçekleştirilen basın açıklamasında, mart ayının katliamlar ayı olduğu belirtilirken sömürü düzenin koruyucuları çeşitli şekillerde düzeni korumaya devam ettiği ifade edildi. 12 Mart 1995’te katliama kalkışanların 16 Mart 1978’de bomba olup yağdığı; 16 Mart 1988’de Halepçe’de kimyasal bombalarla soykırıma girişenlerin, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de kurşunlarla devrimci iradeyi teslim almaya çalışdığı belirtildi. Bugünse 15 yaşında Berkin Elvan’ı katlettikleri dile getirildi. “Tanıyoruz bu yüzleri. Kirli ve kanlı yüzlerini. On yıllar önce neyse bugün de aynı vahşilikle saldırıyorlar. Harçları kanla karılanlar, bizlere baskı, sömürü ve zulüm düzenlerini reva görenler, ayakta kalabilmek için kanımızı döküyorlar” denildi. Kızıldere’den Halepçe’ye, Beyazıt’ta Gazi’ye, sermaye devletinin korkusunu açığa çıkardığı ve bu yüzden katliamlara başvurduğu söylendi. En son Haziran’da ayağa kalkan milyonların katliamlar üzerine kurulu sistemi tarihin çöplüğüne göndermek için bir yol açtığı ve mücadelenin kazanana dek süreceği vurgusu yapıldı. Açıklama katillerden hesap sorma çağrısı ve gençliğin üzerine düşeni yapacağı sözüyle bitirildi.

Cebeci’de gençlik katliamları lanetledi

Ankara’da Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenciler Halepçe, Gazi ve Beyazıt katliamlarını kınadı, Berkin’i andı. Cebeci Kampüsü’nde Dem-Yöm, DPG, DÖB, Kaldıraç, Kurtuluş Yolunda Dev-Genç’in örgütlediği eylem saat 18.00’de kampüsten yürüyüşle başladı. “Beyazıt’ta, Halepçe’de, Gazi’de, katliam yapan devlet, Berkin’i katletti. Hesap soracağız!” parkartı açılan eylemde “Katil devlet

hesap verecek” sloganlarıyla trafik kapatılarak yürüyüşe geçildi. Kampüste toplanarak Güvenpark’a yürümek isteyen öğrencilerin önü Kurtuluş Metrosu’nda çevik kuvvet polisleri, akrep ve TOMA’larla kesildi. Devrimci, ilerici, yurtsever öğrenciler barikatın önünde bir süre slogan attıktan sonra kaldırıma geçerek burada kısa bir açıklama ve anma gerçekleştirdiler. Dün Gazi’de, Halepçe’de, Beyazıt’ta katleden devletin Haziran’da da katlettiğine değinilen açıklamada devletin bu kez 15 yaşındaki Berkin’i hedef aldığı belirtildi. Devletin katliamcı yüzünün teşhirinin ardından meydanlarda hesap sorulacağı vurgulandı. Ardından saygı duruşuna geçildi. Bir dakikalık saygı duruşunun ardında öğrenciler “Berkin’in katili polis, sokaktan çekilene kadar biz de kampüsten çıkmayacağız” diyerek Cebeci Kampüsü’ne çekildi ve eylem burada bitirildi.

15


Kampüskart gerçeği Brecht dememiş miydi, “banka kurmanın yanında banka soymanın lafı bile edilmez” diye. Bu bankacılık sisteminin kurumsallaşmış tefecilikten öte bir anlam taşımadığı, sermayedarların ceplerini, ayakkabı kutularını, kasalarını doldurmaktan, tüm alınterimizi onların kullanımına açmaktan öte bir anlam taşımadığı açıktır.

16

Birçok üniversitede Kampüskart uygulamasına geçiliyor. Üniversitelerde uygulamanın adı değişse de mantık hep aynı: Üniversitelerin ticarethaneye dönüştürülmesi, öğrencilerin müşterileştirilmesinde bir seviye daha atlanması. Gerçekleştirilen denetim, elde edilen rant ise cabası. Özellikle İstanbul Üniversitesi’nde hayata geçirilmeye çalışılan uygulama birçok yönüyle ibretlik bir hal aldı.

Neden Halk Bankası?

İÜ Rektörlüğü Halk Bankası’nı kendine banka olarak seçerek iki yıldır kampüskart için hazırlık yaptığını sitesinden duyuruyor. Kampüskartla beraber her şeyin şeffaf olacağını iddia eden rektörlük, Halk Bankası’nı hangi şeffaflıkla seçmiştir? Hangi çıkar ilişkileri devreye girmiştir? Bankanın ve rektörlüğün bu işten çıkarı nedir? Bizlerin bir çıkarı olmayacağı kesindir. Rektörlüğün bizlerin hayatını kolaylaştıracağını iddia etmesinin ve kampüskartın çok daha rahat para harcamamıza ve tüketmemize vesile olmasını saymazsak… Peki, bu ikili anlaşmanın şartları nelerdir? Halk Bankası müdürünün ayakkabı kutularından çıkanlar böylesi anlaşmalardan sağlanan gelirler midir yoksa? İÜ rektörünün ayakkabı kutuları nerededir sizce, yoksa arabalarının torpido gözlerine mi bakmalıyız? Redhack belgelerinde açığa çıkan gerçekler ortadadır. Yeni döneme İÜ yönetiminin personellerin maaş ödemeleri için Halk Bankası ile anlaşarak girmesi, bu anlaşma ile İÜ personeline promosyon olarak 2 bin 104 lira ödemesi ve Rektör Yunus Söylet’e promosyonlar karşılığı 431 bin 936 lira değerinde 6 Passat, 323 bin 501 liralık 1 BMW bağışlanmasının belgesi halen hepimizin

hafızalarında. Bu belgeler neden Halk Bankası sorusunun da cevabıdır aslında. Mesele çok açıktır. Ortada kurallara uygun bir ihale falan yoktur. Karşılıklı bir çıkar anlaşmasıdır ortadaki. İhale olsa da bizim için bir şey değişmez zaten. Bizim için fark eder mi ki kimler tarafından paramıza el konulduğu? Zaten Brecht dememiş miydi, “banka kurmanın yanında banka soymanın lafı bile edilmez” diye. Bu bankacılık sisteminin kurumsallaşmış tefecilikten öte bir anlam taşımadığı, sermayedarların ceplerini, ayakkabı kutularını, kasalarını doldurmaktan, tüm alınterimizi onların kullanımına açmaktan öte bir anlam taşımadığı açıktır.

İptal kararlarına karşı rektörlükler kararlı...

Açılan davalarla birçok yerde uygulamanın iptali kararı alınırken, halen bütün üniversiteler uygulama için birbiriyle yarışıyor. Ege Üniversitesi’nde bir tıp öğrencisi rektörlüğün Vakıfbank’la yaptığı anlaşma gereği “banka kartı ile öğrenci kimliğinin aynı kartta olmasına” itiraz ederek rektörlüğe açtığı davayı kazandı. Marmara Üniversitesi’nde de 2011-2012 döneminde başlayan Deniz Bank anlaşmalı uygulamanın iptali için bir öğretim görevlisinin açtığı dava 18 Ekim 2012’de kazanımla sonuçlandı. Ancak dava sonucunun açıklanmasının üzerinden 40 gün geçmemişken, Kampüskart uygulamasını istemediklerine dair 26 Kasım 2012’de Göztepe Kampüsü’nde yürüyüş yapıp dilekçe veren 13 öğrenciye soruşturma açıldı. Tüm bu iptal kararlarına ve protestolara rağmen


sermaye düzenini bu uygulamayı yapmaya iten nedenler nelerdir? Öncelikle şunu belirtelim; bu uygulamayla beraber her birimizin birer banka hesabı olacak. Hem de bizlere hiç sorulmadan, onayımız alınmadan, rektörlük tarafından bilgilerimiz bankaya verilmiş durumda. Artık bu hesap üzerinden üzerimize ne borçlar çıkartırlar, hesabımızdaki parayı nasıl işletirler kendi hesaplarına bilemeyiz. Sözde paramızın güvenliğini sağlamaktır, hayatımızı kolaylaştırmaktır amaçları. Ancak hepimiz biliyoruz ki, asıl amaçları paranın yönetimine hakim olmaktır. İşçi ve emekçilerin alınterine el koyanlar, sefalet ücretlerine de göz dikerler. Sözde faizlerle paramız değerlenir, ancak emekgücü sömürüsü üzerinden, bize verdiklerini katbekat aşan bir değer kazanırlar. Ki bu değeri de biz yaratırız onlar için. Faiz diye bizlere verdikleri ise yaratılan bu değerin ve artı-değer oranının yanında devede kulaktır. Zaten hangi işçi-emekçi karnını doyurmaktan öte kazandığıyla birşey yapabiliyor? Güvenliğini aldıkları da bizim paramız değil, para üzerindeki kendi kullanım ‘hak’larıdır esasında. Bu uygulamayla aldığımız burslar, evden gelen veya çalışıp kazandığımız paranın daha cebimize girmeden bankadaki hesabımıza girecek olması da bu kullanım ‘hak’larını daha geniş bir mecrada uygulamak içindir. Paramız hesaba yatmasa da okulda yaşayabilmek için hesaba para yatırmak zorunda kalacağız. Neticede bizim cebimizdeki veya “yastık altındaki” paralar onlar için değersizdir. Çünkü sermayeye çevirip emekgücü sömürüsü üzerinden artı-değer üretemezler o parayla. Hele bir düşünün 90 bine yakın İÜ öğrencisinin her ay yüzlerce lirayı hesabına yatırdığını. Milyonlarca liralık bir sermaye demektir. Hele bir de tüm ülkede bütün öğrencilerin bu uygulamalarla karşı karşıya kaldığını düşünelim. Birilerinin ağzını sulandıran da budur. Denetim dışı tek bir kuruş kalmasın, her biri emek-gücünü sömürmek için seferber edilsin istiyorlar.

Zorunlu olmayan “zorunlu” kart: Kampüskart

Ne demişti Yunus Söylet, “Zorunlu düzenlenen kampüskartı almak zorunda mıyız?” sorusuna: “Zorunda değilsiniz, yemekhaneleri ve kantinleri kullanmadıktan sonra kimlik kartınız her yerde geçerli.” Yani karnımızı doyurmak için var olan yerlerin kapıları bizlere kapatılacak, “isteğe bağlı” olan kampüskartı almadığımızda. Sitelerinde de zorunlu değil diyorlardı zaten. Peki hiç bir masraftan kaçınmayarak cep telefonlarına attıkları mesajda yazdıklarına ne demeli: “Merhaba arkadaşlar, Öğrenci yemekhanelerinde kullanılması zorunlu adınıza düzenlenen Halk Bankası Kampüskartınızı bağlı bulunduğunuz öğrenci büronuzdan 30 Nisan 2014 tarihine kadar teslim almanız gerekmektedir. Teşekkür eder, derslerinizde başarılar dileriz. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü” Yani neymiş; nefes almazsak oksijen tüketmek zorunda değilmişiz. Fotosentezi deneyebilirmişiz. Rektörün söylediklerinin meali bu olsa gerek.

Her adımda denetim...

İlk uygulamaya girmesiyle beraber turnike sistemini öğrenciye kabul ettiremeyeceğini bilen rektörlük, şimdilik turnikeleri çalıştırmayacağını söylüyor. Ancak bu tepkileri azaltmanın bir yoludur yalnızca. Hele bir uygulama başlasın, turnikeler de ardından başlayacaktır işlemeye. Zira o kadar para harcadılar onlara. Bu kartla beraber her adımda denetim sağlanacak dedik. Misal; sıradan bir gündeyiz. Okula adım attık. Kartı okuttuk. Kantin, yemekhane vs. derken, ne yedik ne içtik hepsi kayıt altında. Hatta arkadaşlarına aldığın 5 bardak çay bile tüketebileceğinden fazla çay alman neticesinde kayıtlara geçecek. Hakkında soruşturma açılması an meselesi, haberin olsun. Zira kayıtlara geçti bile 5 bardak çay. Bunu biz söylemiyoruz, üniversite yönetimleri, disiplin kurulları söylüyor. Yıllar önce İTÜ’de yemek boykotu devam ederken okula ekmek sokan öğrencilere açılan soruşturmanın nedeni “okula tüketebileceğinden fazla ekmek sokmak”tı. Başka söze gerek yok herhalde. Kampüskartın yoksa zaten aç kalacaksın. Sonra kütüphaneye girerken, okulun sosyal imkanlarından (olduğu kadar artık) yararlanırken, hatta okuldan çıkarken de kartımızı okutacağız ki okuldan çıktığımız bilinsin –ki DTCF’de uygulama böyle–. Aman dikkat et, eve döndüğünde kapıyı kampüskartınla açabileceğini düşünme, sabahtan anahtarını almayı unutma. Ama umut etmekten de vazgeçme, belki ilerde rektörlüğümüz kampüskart uygulamasını evimize kadar getirir diye... Zaten ÖGB’lerle, mobeselerle, içerideki sivil, kapıdaki çevik polisleriyle tam bir hapishaneye dönen üniversitemizde kampüskartın bu baskı ve denetim koşullarına yapacağı katkıyı görmek zor olmasa gerek. Bütün bunlar bizlerin hayatında, psikolojisinde ve davranışlarında sistemin bize dayattıklarına göre yaşamaya iten değişiklikler yaratacaktır. İçinde bulunduğumuz koşullar bilincimizi, hayatımızı şekillendirecektir. Bunlar bir distopya değil. Birkaç yıl içinde karşılaşacağın gerçeklerin ifadesi. Bunları kafamızdan uydurmadık. Her biri yaşanan olaylar. Parçaları bir araya getirmek ve yaşanacakları tahmin etmek hiç de zor değil.

Ne demişti Yunus Söylet, “Zorunlu düzenlenen kampüskartı almak zorunda mıyız?” sorusuna: “Zorunda değilsiniz, yemekhaneleri ve kantinleri kullanmadıktan sonra kimlik kartınız her yerde geçerli.”

Kampüskartı reddet!

30 Nisan’a kadar süre tanıdılar bize. Ya alacağız kampüskartımızı ve boyun eğeceğiz bu sisteme, prangalarımızla mutluluk pozları vereceğiz. Ya da kampüskartları reddedeceğiz. Kimse almazsa nasıl uygulayacaklar? Kimse kantinlerden, yemekhanelerden alışveriş yapmazsa oyunları bozulmayacak mı? Kampüskartımızı göstermemizi istediklerinde ve biz bunu reddettiğimizde ne yapabilecekler hepimize? Unutmayalım ki bizler öğrenciler olarak onbinlerceyiz. Bu üniversitenin birer parçasıyız. Ve söz hakkımız da olmalı. Bizlere rağmen hiçbir şeyi yapamazlar. Tabi bizler birlikte hareket edersek... Ortak tavır ortaya koyarsak... “Her koyun kendi bacağından asılır” dersen, unutma ki, o koyun sen de olabilirsin. Ama, biz sana “koyun olmayı reddet” diyoruz.

17


Yerel seçimler ve “yerel iktidar” gerçeği!

Seçimler, parlamento, belediye, muhtarlık yönetimleri ise özü itibariyle, sistemin yönetilmesi için var olan mekanizmalardır ve bürokratik işleyiş bütünlüğü içerisinde sadece küçük bir yeri tutabilir. Bu tutulan yer ise verilen görevi yerine getirme sınırındadır.

18

Yeni bir seçim dönemindeyiz. Egemenler tarafından periyodik olarak tekrarlanan oyun yine sahnede. Bir kez daha kitlelerin karşısına adına “parlamenter demokrasi” dedikleri oyunla çıkıyor, “halkın kendi kendini yönetmesi” safsatasına inanılmasını bekliyorlar. Bu sistemin işleyiş yasalarını, devleti, bürokratik kurumlarını anlamak ve seçimlerle gerçekleştiği ifade edilen “parlamenter demokrasi”yi yerli yerine koymak gerekir.

Kapitalizmde temsili kurumlar sadece burjuvaziyi temsil eder!

Bu sistemi esas yönleriyle tartıştığımızda seçimlerin hiçbir hükmü, sürekli pompalanan demokrasinin hiçbir geçerliliği yoktur. Özel mülkiyet eksenine dayanan, artı-değer sömürüsünün sistemin esas içeriğini belirlediği kapitalist toplum gerçeği karşımızda duruyor. Üretim araçlarını elinde bulunduran ve bunun üzerinden de sistemin asıl sahibi olan burjuvazi, bütün yönleriyle yaşamı belirler. Devlet ve bu eksenli kurumlar, gerçek iktidarı ellerinde bulunduran sınıfın tekelindedir. Devlet bir yanıyla burjuvazinin sistemi çok yönlü yönetmesinin bir aracıysa aynı zamanda bir baskı ve zor aygıtı olarak da karşımıza çıkar. Burjuva yasalarından mahkemelere, kurumsallaşmış bürokratik aygıtlarından kolluk kuvvetlerine vb. bütünü sistemin yönetme aygıtlarını oluşturur. Seçimler, parlamento, belediye, muhtarlık yönetimleri ise özü itibariyle, sistemin yönetilmesi için var olan mekanizmalardır ve bürokratik işleyiş

bütünlüğü içerisinde sadece küçük bir yeri tutabilir. Bu tutulan yer ise verilen görevi yerine getirme sınırındadır. Elbette ki burjuva yasalarının temel belirleyici rolü altında ve burjuva yasalarının yetmediği yerde ise baskı ve zor aygıtlarının devreye girmesi koşuluyla… Seçimler ve parlamento işçi ve emekçiler için sadece bir yanılsama yaratma ve bu yolla da sisteme bağlama aracıdır. Parlamentonun sadece burjuvazinin çıkarlarını savunmak, kitleleri “demokrasi” nutuklarıyla avutmak işlevi vardır. Aynı zamanda kitleleri edilgenleştirmenin, pasifize etmenin, birilerinin “bizim” adımıza ülkeyi yönetiyor algısının yaratılması için temel bir araç olarak kullanılır. Program olarak da, gündelik yaşamda tuttukları yer itibariyle de AKP’sinden MHP’sine, CHP’sinden diğer bütün burjuva partilerine kadar hiçbirinin birbirinden farkı yoktur. Her birisi farklı tonlarda gibi gözükse de burjuva sınıfın çıkarlarına hizmet etmek dışında bir amaçları bulunmaz. Konu işçi ve emekçilerin temel hak ve çıkarları olduğunda, konu “devletin çıkarı” olduğunda, yaşanılan birçok örneğe tekrar dönüp baktığınızda tek bir parti gibi davrandıklarını görürsünüz. Aralarında bulunan çatışmaların asıl nedeni ise, sözde demokrasinin ürünü olarak gerçekleştirilen seçimlerde başarı kazanarak, oturdukları koltukların ortaya çıkarttığı rantı kullanabilmektir. Yerel yönetim olarak tanımlanan belediyeler tam anlamıyla bu temelde bir yerde durur. Parlamentoya oranla daha sınırlı bir işleyişe sahiptir. Bu anlamıyla burjuva seçimlerinde aslında hiçbir şeyin seçilmediğinin daha yalın bir kanıtıdır.


Yerel yönetimlerin sınırları…

Burjuva temsili kurumların sınırları ve seçimler üzerine ifade ettiklerimizi önümüzde duran yerel seçimler ve yerel yönetimler üzerinden daha somut ifade edebiliriz. Burjuva sınıf egemenliğinin, bunun siyasi biçimi olarak merkezi iktidarın varlığı koşullarında ve burjuva devletin yasalarının açıklıkla ortaya koyduğu gerçeklik şudur; belediyeler her yönüyle merkezi iktidara sıkı sıkıya bağlanmıştır. İl belediyelerinde olduğu gibi ilçe belediyeleri ve sözde temsili kurum olan en küçük birime kadar bu böyledir. Belediyelerin karar alma süreçleri kendi başına işletilemez. Alınan kararların valiliğin ve kaymakamlığın onayına sunulması gerekir. Belediyeler burjuva yasalarıyla valiliğe, valilik üzerinden ise merkezi iktidarın inisiyatifine bırakılmıştır. Bu aynı zamanda merkezi iktidarın doğrudan denetimi anlamına gelir. Belediye bütçeleri doğrudan merkezi iktidar tarafından belirlenir. Belediyeler aynı zamanda ekonomik olarak da merkezi iktidara bağımlı durumdadır. Belediyeler konusunda diğer önemli bir gerçek ise, İçişleri Bakanı’na tanınan “ihtiyaç olduğunda” belediye başkanını görevden alma yetkisidir. Burjuva yasalarıyla güvence altına alınan bu yetki, bir yanıyla seçimleri, temsili kurumları, “halkın iradesi ile seçilenler” söylemini yeteri açıklıkla teşhir etmekle birlikte, aynı zamanda yerel yönetimler açısından, sistemin sigortası olma özelliği taşımaktadır. Merkezi iktidarın denetimi, yönlendirmesi ve ihtiyaçları dışına çıkabilecek her davranış karşısında sermaye düzeni kendini güvenceye almıştır. Bu kadarı bile yerel yönetimlerin sınırlılığını açıkça ortaya koymakta, yerel yönetimlerin “devlet” işlerinde ara memur olma dışında bir misyonlarının olmadığını göstermektedir.

Yerel seçimlerden yerel iktidar hayali yaratanlar!

Kapitalist sistem bir bütündür. Burjuvazinin tüm kurumları bu bütünlük içerisinde anlamını bulur, bu çerçeve içinde adım atar. Binbir bağla

birbirine bağlanmış bu kurumların bir kısmını değiştirmeye çalışmanın, buna inanmanın, bunun propagandasını yapmanın gerçek yaşamda hiçbir karşılığı yoktur. Sistemin temellerini hedef alan, sistemin üzerine inşa olduğu zemini yıkma yönlü adım atılmadan, bütünü hedef tahtasına çakmadan parçada hiçbir şey yapamazsınız. Gündelik yaşamda karşımıza çıkan her sorun –ki belediyeler eksenli olanları da dahil- sistemin temellerinden kaynaklanır. Sorunun kaynağını kurutma bakış açısı ve pratiği ortaya koymak, aynı zamanda sorunu çözme isteğinizin samimiyetini de gösterir. Bugün kitlelerin karşısına “yerel iktidar, halkçı belediye” vb. söylemlerle çıkarak, seçimlerle “yönetime” gelerek bir şeyleri değiştireceğini, üstelik belediyeler üzerinden iddia etmek, kitleleri aldatmak, aslı olmayan vaatlerle onları kandırmak, seçimleri çözüm adresi olarak gösteren burjuvazinin ve burjuva partilerinin değirmenine su taşımakla eşdeğerdir. Ufku kurulu düzen sınırlarını aşmayanlar, sorunun kaynağını ortadan kaldırmak değil, sistemin temellerine dokunmadan sistemi reforme etme hedefiyle hareket edenler, kilelere seçimleri bir çözüm adresi olarak gösteriyorlar. Üstelik bunu sosyalizm adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Yerel seçimler üzerinden “biz kendimiz yönetiriz”cilerden yeni Fatsa’lar yaratma hedefinde olanlara kadar geniş bir yelpazede hayat bulan bu bakışın ve reformist hayallerin, emekçilerin önünde bir engel olduğu, gerçek çözümün üstünü perdelediği ve kitlelerin bilincinde seçimi ve sandığı çözüm olarak görme bakışını körüklediği açıktır. Önemli olan seçimleri, burjuva temsili kurumları kullanmak değil, gerçek çözümü nerede gördüğün ve bu kurumlara nasıl bir misyon atfettiğindir. Çözüm kapitalist sistemi tam karşısına alacak devrimci sınıf mücadelesidir. Sistemin temellerini yıkmaya dönük mücadeledir. Seçimler ancak bu hedefe hizmet eden bir bakış ve politika ile değerlendirilebilir. Kitlelerin devrimci bilincini ve örgütlenmesini artırmak için sadece bir araç olarak kullanılabilir. Ötesini iddia etmek, kitleleri kandırmak değilse, en iyi ihtimalle ham hayallerle oyalanmaktır. Greif işçilerinin yükselttiği işgal bayrağı, çözümü gösteren günün somut örneğidir. E. Eren Korkmaz

Bugün kitlelerin karşısına “yerel iktidar, halkçı belediye” vb. söylemlerle çıkarak, seçimlerle “yönetime” gelerek bir şeyleri değiştireceğini, üstelik belediyeler üzerinden iddia etmek, kitleleri aldatmak, aslı olmayan vaatlerle onları kandırmak, seçimleri çözüm adresi olarak gösteren burjuvazinin ve burjuva partilerinin değirmenine su taşımakla eşdeğerdir.

19


Bugün yürüttüğümüz devrimci gençlik birliğini yaratma tartışması yeni bir örgüt kurma, kendimize örgüt oluşturma, kendi dar çevremizi örgütsel bir zemine kavuşturma veya yukarıdaki alıntıdaki gibi bir “şablon” önerme çabası değildir. Bugün yürüttüğümüz bu tartışma kendi sınırlılıklarımız veya kendi örgütsel ihtiyaçlarımız üzerinden değil, gençlik hareketinin ihtiyaçları üzerinden ortaya koyduğumuz ve başlattığımız bir tartışmadır. Biz bu politikayı “...kitle hareketinin gelişme dinamizminin bir ürünü ve hem de gerisin geri bu hareketi daha da geliştirmenin, biçimlendirmenin ve kalıcı mevzilere kavuşturmanın bir aracı” olarak tartışmaktayız. Zira hangi siyasal özne kendi dar örgütsel ihtiyaçları üzerinden bir örgütlenme tartışması açıyorsa; bırakalım “Dev-Genç kitle mücadelesinden doğmuştur. Hareketin önündeki kitleleri örgütlemeyi, kendi çevresini barikatların aşıldığı bir örgütlenmedir. Kitleselleşen gençlik mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verme hedefinin ürünü olmuştur.” (Gençlik Hareketinin örgütlemekten öteye geçemez. Sorunları, Ekim, Sayı: 239, Ekim 2004, Başyazı). Biz, gençlik alanında çalışma yürüten Bu alıntı gençliğin mücadelede tuttuğu yerin önemini ortaya koyarken aynı devrimci siyasal bir özne olarak, zamanda bu yazımıza esas konu başlığı olan politik gençlik örgütlenmesi tartışmaları ekseninde politika-örgüt tartışmasına da ışık tutmaktadır. Bu açıdan gençliği ortaya koyduğumuz Dev-Genç’in niteliğini ortaya koymakta, bir öz örgütlülük olmasının yanı sıra her devrimci politikaya kazanma, örgütlenmede olduğu gibi “gençlik mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verme hedefinin ürünü” olduğu gerçeğini de ortaya koymaktadır. Birçok sol siyasal örgütleme ve gençlik hareketine öznenin öykündüğü Dev-Genç’in, hatta bugün her biri Dev-Genç olma iddiasındaki yön verme iddiasına sahibiz. Bu bir dizi siyasal öznenin anlayamadığı temel yaklaşım buradadır: Dev-Genç’in “kitle iddia geniş gençlik kitlelerini mücadelesinden doğmuş” olmasıdır. Bu gerçek devrimci gençlik birliğinin sağlanmasında bize ışık tutacaktır. harekete geçirme iddiasıdır. Bu Elbette bizim için bugün tartışılması gereken yeni bir Dev-Genç kurulması iddia milyonları devrime tartışması değildir. Bizim için tartışma gençlik hareketinin bugünkü ihtiyaçlarına yanıt verecek politik ve örgütsel hattın tartışılmasıdır. Bu tartışma gençlik hareketine karşı kazanma, politik ve örgütsel sorumluluk hisseden her siyasal öznenin ve her bireyin tartışması olmalıdır. ihtiyaçlarını karşılama iddiasıdır. Bugünkü Gençlik hareketinin ihtiyaçları darlığımız, politik ve toplumsal-tarihsel süreçlerden bağımsız olamaz... örgütsel eksikliklerimiz, Her dönem gençlik hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak politik ve örgütsel hedefleri ortaya politika üretme ve koymak ve bunları hayata geçirmek için çaba sarf etmek biz genç komünistlerin görevi olduğu hayata geçirme kadar, aynı anlama gelmek üzere gençlik hareketindeki devrimci önderlik boşluğunun doldurulmasıdır da. kapasitemiz bu Gençlik hareketinin ihtiyaçlarının tanımlanması güncel gelişmelerin tarihsel bir bakışla ele iddiamızdan alınmasını gerektirir. Gençlik toplumsal bir katman olarak, toplumsal mücadelelerde her zaman vazgeçmemiz veya dinamizmi, militanlığı ve enerjisi ile yer edinmiştir. Özellikle henüz üretim sürecinde bulunmayışının verdiği gelecek kaygısı ve geleceğini inşa etme arzusu, kapitalist düzenin ona verebileceği hiçbir şeyin ertelememiz olmayışı ile gençlik, gelişen sınıf ve kitle mücadelelerinin her zaman bir parçası olagelmiştir. Elbette anlamına üretim sürecinde belirleyici bir yeri olmamasından kaynaklı, yeri her zaman mevcut sınıf ilişkileriyle belirlenmekte ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerine göre mücadelede yerini almaktadır. Ancak bu, gençliğin, özellikle gelemez.

Gençliğin d poli

de emekçi sınıflara mensup gençliğin önemli bir dinamik olduğu gerçeğini değiştirmez. Biz bunu ’60’lar Türkiye’sinde gençliğin mücadelede tuttuğu yerden, Dev-Genç’i yaratan koşullardan, Dev-Genç’in içerisinden yeşeren ve ’71 devrimci kopuşunu yaratan devrimci iradeden de çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bütün dünyada emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı bunalımların, krizlerin bölgesel ve iç savaşlara dönüştüğü bir tarihsel dönemde kitle ve halk hareketlerinin yükselişine tanıklık ediyoruz. Tüm bu gelişmeler dolaysız olarak Türkiye’yi de bağlamakta, tüm bu gelişmeler içerisinde gençlik kendisine yer bulmaktadır. 31 Mayıs Patlaması ve ardından gelişen Haziran Direnişi içerisinde gençliğin taşıdığı devrimci potansiyel ve dinamizm kitlesel bir şekilde açığa çıkmıştır. Ki biz bu potansiyele Haziran Direnişi’nden aylar önce vurgu yapmış, gençlik hareketinin Dolmabahçe eylemleri, “Başkaldırıyoruz” eylemleri ve ODTÜ üzerinden gelişen olaylar üzerinden devrimci potansiyeline dikkat çekmiştik. Bu tespitler genç komünistlerin temennisi olmaktan öte kapitalizmin yaşadığı bunalımların ve gençliğe hiçbir gelecek vaadetmeyen gerçekliğinin, mevcut baskıcı uygulamalarıyla birleştiğinde karşımıza çıkardığı tabloydu.

20

Gençliğin örgütlenme ihtiyacına yanıt verebilmek...

Bu tablo içerisinde kendiliğinden gelişen ve kendiliğindenliğin tüm yalpalamalarına ve tutarsızlıklarına sahip olan bu hareketin


devrimci birliğini yaratmanın itik-örgütsel koşulları en büyük eksikliği politik hedeflere ve bu politik hedeflerin sonucu olarak ortaya çıkacak olan örgütsel zeminlere sahip olmamasıydı. Bu gençlik güçleri barikat başında ölümü beklerken bile böyleydi. Mevcut iddia, kararlılık, dinamizm geniş gençlik kesimlerindeki bu politik hedefsizliğe ve örgütsüzlüğe rağmen varlığını bir süre korudu. Geleceğe kalıcı politik ve örgütsel zeminler bırakamadı. Potansiyeli içinde barındırmakla beraber saman alevi gibi parladı-söndü, parladısöndü. Ancak bugün için gençlik alanında sol adına politika üreten reformist hareketler de dahil olmak üzere hiçbir siyasal özne gençlik hareketini bir politik taraflaşma içerisine sokabilmiş ve örgütleyebilmiş değildir. Keza reformist solun gençliğin bu dinamizmini ne kucaklayabilecek, ne de örgütleyebilecek, ne bir bakışı ne de iddiası-iradesi vardır. Haziran Direnişi’nde kendiliğinden ve örgütsüz olmalarına rağmen gençlik kitleleri reformizmin sınırlarını aşmıştır. “Haziran Direnişi, sınıflar mücadelesi bakımından bu önemli toplumsal dinamiğin, yani toplumun genç unsurlarının örgütsüzlüğüne, olduğu kadarıyla ise reformizmin denetiminde olduğuna bir kez daha ayna tuttu. Tam da bu nedenle, içerisinden geçmekte olduğumuz mücadele döneminin görev ve sorumluluklarının başında gençliğin örgütlenme ihtiyacına yanıt vermek yer almaktadır. Dönem başından beri genç komünistlerin gerçekleştirdiği tartışmalara bu sorun yön vermekte, gençlik hareketi içerisinde şekillenen mücadele dinamiklerini kucaklayacak bir devrimci gençlik örgütlenmesi ihtiyacı, tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır.” (Gençlik hareketi ve gençlik çalışmamızın gündemleri, EKİM, Aralık 2013, sayı:292) Bugün için gençlik hareketinin bu potansiyelini, dinamizmini, enerjisini kucaklayabilecek politik bir hat ortaya koyabilmek, bu potansiyeli devrimci politik bir hatta oturtmak günün görevidir. En son Berkin Elvan’ın ölüm haberiyle sokağa dökülen, boykotlar örgütleyen, günlerce ve saatlerce polisle çatışan gençlik, içinde barındırdığı potansiyeli ortaya koymuştur. Aynı gençlik üniversitelerde kendisini çevreleyen sorunlar yumağına karşı da ayağa kalkacaktır. ODTÜ’de rantın yoluna karşı ayağa kalktığı gibi, birçok üniversitede faşist saldırılara karşı ayağa kalktığı gibi... Ancak burada esas belirleyici olan gençliği harekete geçirebilecek politik hattın belirlenebilmesi, gençliğin bu hatta kazanılabilmesidir. Bugün için gençliğin barındırdığı potansiyeli açığa çıkaracak devrimci politik hattın doğru araçlarla ortaya konması, bu konuda irade ortaya konabilmesi önemlidir.

Öncelikli görev devrimci politik odaklaşmayı yaratabilmek

Bugün genç komünistlerin önündeki öncelikli görev devrimci politik bir odaklaşma yaratmaktır. Devrimci gençlik birliğinin sağlanması tartışmalarımızın karşılık bulması, devrimci odaklaşmanın yaratılması çabasıyla beraber olacaktır. Gençliğin

devrimci potansiyelinin politik ve örgütsel olarak kucaklanması ancak bu şekilde mümkün kılınacaktır. Yıllardır ortaya koyduğumuz politika tartışmasının esası değişmemiştir. “Gençlik hareketinin politikleştirilmesinde mesafe alınmadıkça onun örgütlenmesinde de mesafe alınmayacaktır. Bu nedenle hareketin ihtiyaçlarına göre oluşturulmayan, onun nitel ve nicel planda gelişmesini ve politikleşmesini önüne hedef olarak koymayan her örgütlenme, gençlik hareketine dışarıdan dayatılan bir “şablon” olmanın ötesine gidemeyecektir. “Kitle örgütleri hem kitle hareketinin gelişme dinamizminin bir ürünü ve hem de gerisin geri bu hareketi daha da geliştirmenin, biçimlendirmenin ve kalıcı mevzilere kavuşturmanın bir aracıdır.” (Gençlik içinde proletarya sosyalizminin bayrağını yükseltmek için!) Bugün yürüttüğümüz devrimci gençlik birliğini yaratma tartışması yeni bir örgüt kurma, kendimize örgüt oluşturma, kendi dar çevremizi örgütsel bir zemine kavuşturma veya yukarıdaki alıntıdaki gibi bir “şablon” önerme çabası değildir. Bugün yürüttüğümüz bu tartışma kendi sınırlılıklarımız veya kendi örgütsel ihtiyaçlarımız üzerinden değil, gençlik hareketinin ihtiyaçları üzerinden ortaya koyduğumuz ve başlattığımız bir tartışmadır. Biz bu politikayı “...kitle hareketinin gelişme dinamizminin bir ürünü ve hem de gerisin geri bu hareketi daha da geliştirmenin, biçimlendirmenin ve kalıcı mevzilere kavuşturmanın bir aracı” olarak tartışmaktayız. Zira hangi siyasal özne kendi dar örgütsel ihtiyaçları üzerinden bir örgütlenme tartışması açıyorsa; bırakalım kitleleri örgütlemeyi, kendi çevresini örgütlemekten öteye geçemez. Biz, gençlik alanında çalışma yürüten devrimci siyasal bir özne olarak, gençliği ortaya koyduğumuz devrimci politikaya kazanma, örgütleme ve gençlik hareketine yön verme iddiasına sahibiz. Bu iddia geniş gençlik kitlelerini harekete geçirme iddiasıdır. Bu iddia milyonları devrime kazanma, politik ve örgütsel ihtiyaçlarını karşılama iddiasıdır. Bugünkü darlığımız, politik ve örgütsel eksikliklerimiz, politika üretme ve hayata geçirme kapasitemiz bu iddiamızdan vazgeçmemiz veya ertelememiz anlamına gelemez. Bizler bugünden bu iddianın gereklerini hayata geçirmekle sorumluyuz.

“Politika yapılarak güç olunur”

Politika yapmak bir güç sorunu değil, politik bakış sorunudur. Gençlik hareketine önderlik etme iddiasına sahip olup olmama sorunudur. Bu vesileyle Ümit Altıntaş’ın “Gençlik çalışması deneyimleri ışığında kitle çalışması üzerine notlar” adlı makalesine dönüp bakmak önemlidir. “...zaman zaman karşımıza çıkan çarpık bir bakıştan bahsetmek istiyoruz. Bu, politika yapmayı, yani kitle hareketine müdahale ve ona önderlik etme çabasını, güç olduktan sonraki sürece ertelemektir. Gerçekte bu, politikadan uzaklığın ifadesidir. Politika yapmak için fiilen güç olmayı beklemek, devrimci mücadeleden uzak durmak demektir. Her gerçek

21


devrimci önderlik, kendi güçlerini ancak böyle bir çaba içerisinde bulabilir. Harekete müdahale çabası içinde güçlerini toplar, kadrolarını bulur ve dönüştürür, kurumsallaşmasını tamamlar. Devrimci bir örgüt kadro kazanmak için faaliyet örgütlemez; kitleleri harekete geçirmek, mevcut hareketi geliştirmek için uğraşır. Kadrolar ancak böyle bir faaliyet içinde kazanılıp dönüştürülebilir. Kısacası, güç olunduktan sonra politika yapılmaz, tersine politika yapılarak güç olunur.” (EKİM, Ekim 1999, sayı 209) Bugün örgütsel zayıflığımızdan bahsettiğimiz yerde, politik zayıflığımızdan da bahsetmemiz gerekmektedir. Bu ikisi birbiriyle bir bütündür. Herhangi birindeki zayıflık ötekisini de beslemektedir. Ancak devrimci politikaya insan kazanmaktan bahsettiğimiz noktada, gençlik hareketine politik müdahale içerisinde gerçek devrimci güçleri kazanacağımız açıktır. “Bir politika saptarsınız ve kitleleri harekete geçirmeye ya da mevcut hareketi geliştirmeye çalışırsınız. Bu çaba, şu ya da bu güçlerle temas/buluşma olanakları yakaladığı oranda, kendisine araç ister. Eğer var olan mücadeleye hâlihazırda önderlik edebilecek bir örgüt varsa, zaten bu örgütlülük önderliği gerçekleştirir, müdahalenizi onun üzerinden yaparsınız... Ama böyle bir örgütlenme yoksa bunu yaratmakla sorumlusunuzdur. Böyle bir aracı oluşturduğunuz ölçüde kitle hareketine daha güçlü müdahale edebilirsiniz. Hareketin önünü açmanın çok daha geniş olanaklarına sahip olursunuz. Sizin alana müdahale için ürettiğiniz politikaları hayata geçirme çabanız, bu örgütlülüğü doğurur; örgütlülük ise, daha yukarıdan politikalar üretmenizin önünü açar. Bunlar karşılıklı olarak birbirini besler.” (Gençlik çalışması deneyimleri ışığında kitle çalışması üzerine notlar-2, Ümit Altıntaş, EKİM, Aralık 1999, sayı 211) Bu yüzden yaptığımız örgütlenme tartışması gençlik hareketine devrimci politik müdahale ve gençliği devrime kazanma tartışmasından bağımsız değildir. Devrimci gençlik birliğinin yaratılması bugünden bu politik müdahaleyi yapabilmeyi öngerektirmektedir. Örgütlülük her zaman bir araçtır. Politikaya hizmet edecek bir araç. Politik müdahalenizin karşılık bulmasını kolaylaştıracak ve onu geliştirecek bir araçtır.

Eksikliklerimizin üzerine gitmeliyiz, mücadele içinde aşmalıyız...

22

Gençlik hareketine politik müdahale noktasında genç komünistler olarak bir dizi eksikliğimiz olduğu açıktır. Çalışmanın önünü açamayan, rutinleşen mevcut çalışma tarzını terk edebilmeliyiz. Siyasal faaliyeti materyal kullanımına indirgemeyen, her türlü aracı devreye sokan, kitlelerle yüz yüze gelen bir çalışma tarzını hayata geçirmeliyiz. Bizim başarı kıstasımız kaç afiş asıldığı, kaç bildiri dağıtıldığı değil, kaç insanla konuşulduğu, tartışıldığı, devrimci politikaya kazanıldığıdır. Elbette devrimci politikaya kazanmak tek bir anın işi olamaz. Bir ısrarın, bir sürekliliğin ve bir kuşatmanın sonucunda kitleleri ve hatta bireyleri politikamıza kazanabiliriz. Elimize aldığımız her materyal bitirilmek için değil, kitlelere ulaştırılmak içindir. Her bir materyalin amacına ulaştığının takipçisi olabilmeliyiz. Kitlelerle yüz yüze gelmek, her türlü siyasal faaliyeti bu şekilde ele almak önemlidir. Kitlelerle

yüz yüze gelmek öncelikle kendimize güvenimizi arttıracaktır, kitleye güven verecektir. Eksikliklerimizi görmemizi sağlayacak, kitlelerin nasıl harekete geçirileceğini, kitlelerin kafasındaki soru işaretlerinin neler olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. Devrimci önderlik misyonunu yerine getirmek demek, öncelikle gençlik hareketinin ihtiyaçlarının tanımlanması demektir. Bu da alana hakimiyeti ve onun bir parçası olmayı gerektirir. Bizler dışarıdan müdahale eden marjinaller değil, gençlik hareketiyle birlikte nefes alıp veren, onun bir parçası olanlar olmalıyız. Kendimize gettolar yaratmak, bu gettolar içinde devrimcilik oyunu oynamak bizim harcımız olamaz. Bu ancak küçükburjuvazinin işi olabilir. Fizik Kantini’ne/çimlerine, Hukuk Kantini’ne, Botanik’e, Çardak’a, Yıldız Amfi’ye, Hergele’ye, Tonoz’a, R1’e ve diğer tüm üniversitelerdeki “solcu” gettolarına sıkışmayalım. Elbette buralara hiç gitmeyelim demiyoruz. Ancak buralara sıkışmaktan vazgeçelim diyoruz. Buralarda kaldıkça geniş gençlik kitlelerine ulaşmak yerine kendi “mezheplerimizi” yaratacağımız açıktır. Sonra da gençlik hareketinin ihtiyaçlarını değil, kendi mezhepsel ihtiyaçlarımızı tartışmaya başlarız. Bu ise devrimciliği bitirir. Kitlelere güven verebilmek, öncelikle kendi politikana ve örgütlülüğüne güvenmekten geçer. Her birimiz devrimci politikanın kitlelere ulaştırıcısı olarak özgüvene sahip olmalıyız. Bizler tarihsel bir iş yapmaktayız. Kitleleri devrime kazanmak iddiasında olan devrimcileriz. Bu amaç doğrultusunda tüm düşünsel ve pratik çabamızı ortaya koyan, bedel ödemekten geri durmayanlarız. Her alanda gösterdiğimiz iradeyi ve iddiayı kitleleri devrimci politikaya kazanma noktasında da göstermeliyiz. Bütün bunlar öncelikle ideolojik ve politik bir kavrayışı gerektirir. Bu kavrayışın hayat bulacağı, somutlanacağı canlı, işleyen örgütsel mekanizmaları gerektirir. Bu noktalarda da kendimizi geliştirmek önümüzde ivedi görev olarak durmaktadır.

Kaybedecek tek bir saniyemiz yok!

Bizler, gençlik hareketinin ihtiyaçlarını tartışıyoruz. Gençlik hareketinin devrimci potansiyelinin varlığından ancak bu potansiyelin ya kendiliğinden bir hareket olarak örgütsüzlüğe mahkum bırakıldığından ya da dar bir kesiminin reformizmin politik etki alanında heba edildiğinden bahsediyoruz. Bu bizler için kabul edilemez. Bu tablonun değiştirilmesi biz genç komünistlere düşüyor. Gençlik hareketinin taşıdığı bu potansiyel daha fazla heba edilmeden veya geri çekilmeden devrimci politik ve örgütsel müdahaleyi yapmaktan başka şansımız yok. Yoksa devrimci siyasal özne olarak gençlik hareketi içindeki tarihsel misyonumuzu yerine getiremeyiz. Hızla eksikliklerimizi aşmalı, politika yapma kapasitemizi arttırmalıyız. Mücadele içinde kendimizi geliştirmeli, politika yaparak güç olacağımızı unutmamalıyız. Bugün açtığımız politik gençlik örgütlenmesi tartışmasının da bu politik müdahale içinde şekilleneceğini görmeliyiz. Ancak bu yılları bulan bir süreç meselesi değil elbette. Bu kadar vaktimizin olmadığı çok açık. Tartışmaya açtığımız örgütlenme tartışması, gençliğin devrimci birliğini yaratma tartışması bugünün işidir. Yarına bırakıldığında çok geç olacaktır.


Pratik içerisinde örgütlenme ve eğitim sorunu

Eğitim dediğimizde tek başına teorik eğitimi düşünmemek gerekir. Çünkü teorik açıdan istediğiniz kadar kendinizi geliştirmiş olun, bu birikiminizi hayata geçiremediğiniz koşullarda bunun pek bir anlamı olmuyor. Bazen reformizme karşı mücadelede bunu yaşıyoruz. Pratikte birikimimizi hayata geçiremediğimiz yerde, örneğin forumları çekip çevirip gençliğin kitlesel örgütlenmesi için araç olarak somutlayamadığımız koşullarda, reformizme karşı yürüttüğümüz mücadele eksik kalıyor. Bu açıdan, teorik-pratik eğitimi bir bütün olarak ele almak gerekiyor. Bugünün kapitalist eğitim sistemi dahi, stajlarla, projelerle, ödevlerle, bunu yapmaya çalışıyor, yani teori ve pratiği birleştirmeye çalışıyor. Biz genç komünistler olarak da, sırf geleceğe daha iyi yön verebilmek için bile geçmişi, deneyimleri, tarihi daha çok merak etmeli, araştırmalı ve dersler çıkarmalıyız. Bizler örgütlü genç komünistler olarak, ortak hedeflerimiz, programımız ve onun dayandığı ideolojik çizgi doğrultusunda birleşmiş insanlar topluluğuyuz. Programımızda gündelik sorunlara dair neler yapabileceğimizin, herhangi bir meseleye nasıl baktığımızın bir çerçevesi var. Bu çerçeveyi detaylandırmak, günü anlamak, somut politika yürütmek, kitleleri harekete geçirmek noktasında sorun dönüp dolaşıp yerellerdeki kadrolara dayanıyor. Yereller kendi özgüllüklerindeki sorunlar üzerinden güçlü politikalar üretemedi koşullarda, gündelik sorunların kapitalizmin genel sorunlarına bağlanışı da yüzeysel oluyor. Dolayısıyla pratikte politika yapmak dahi güçlü bir ideolojik bakış ve eğitim, bir birikim gerektiriyor.

Devrimci marksist eğitimi kolektif olarak örgütleme sorunu

Örneğin bir “kampüs kart” meselesi, oradaki üniversite/rektör– banka–devlet işbirliğinin detaylarından, nasıl ve ne üzerine anlaştıklarından, günlük/genel çıkarlarından bu uygulamanın öğrencilere yansımasının ne olacağına, genel olarak bankaların işleyişine, bankaların Türkiye’deki konumuna, bugün yaşadıkları sıkıntılara, genel olarak kapitalizmin içerisinde bu sorunun neye denk düştüğüne ve neden kapitalizmin bu sorunu yaşamak zorunda olduğuna vb. detaylarıyla işlenebilir. Bu sorunun sosyalizmde nasıl çözüleceği, temel ihtiyaçların toplumsal olarak ücretsiz bir şekilde nasıl karşılanacağı, üniversitelerin kâr amaçlı kurumlar olmaktan nasıl çıkacağı ya da eğitimin nasıl olacağı çok yönlü bir şekilde kitlelere anlatılabilir. Buralardaki boşluklardan, ihtiyaçlardan, kapitalizmin ve bu düzende üniversitenin çıkmazlarından hareketle isabetli talepler ve eylemler belirlenebilir. Bu, hem kitleleri doğru politik eksende harekete geçirmemizi kolaylaştırır, hem de kitlelere mücadele içinde öğrenme fırsatı sağlar. Bunların hepsi bir araştırma ve eğitim meselesi gibi gözükse de, esas sorun eğitimi politik mücadeleyle ilişkisi içinde pratikte örgütleme meselesidir.

Benzer sorunlar marksist eğitimden gündelik sorunlara bakışımıza kadar yaşanıyor. Klasikleri okumanın bir yöntemi, döneme dair belli konularda yoğunlaşarak olabilir, yerellerdeki soru işaretleri hangi konularda ortaklaşıyorsa o konulara eğilerek aşılabilir. Ele alınan sorun, güncel metinler, kitaplar, belgeseller vb. ile zengin bir şekilde tarihsel evrimi içinde incelenebilir. Fakat biz bunların çoğunu eksik bırakıyoruz. Araştırma ve öğrenme işinde örgütsüz davranabiliyoruz. Genellikle sorunu, bireysel eğitim sorunu olarak görüyoruz. Hatta kimi yerde “her genç komünist bireysel olarak eğitimine önem vermelidir” diyerek sorunun kendiliğinden aşılmasını bekliyoruz. Fakat sorun genelde kolektif bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.

Gençliğin geniş kesimlerinin devrimci eğitimi sorunu

Bütün bunlar gösteriyor ki, örgütsel sorunlardan tarihsel sorunlara, sosyalizmin sorunlarından kapitalizmin gündelik sorunlarına ve Türkiye devriminin sorunlarına, birçok konuda devrimci eğitim sorununu kolektif olarak aşma iradesini örgütlemek gibi bir sorumlulukla yüz yüzeyiz. Bütün bu sorunları çevremizdeki dostlarımızla, yoldaşlarımızla sistematik bir yoğunlaşmaya konu etmek zorundayız ki, bu bizim birçok sorunumuzu temelinden aşmamızı sağlayacaktır. Gençliğin devrimci bir kitle örgütü ihtiyacından bahsettiğimiz yerde, geniş gençlik kitlelerinin teorik-pratik eğitimini gerçekleştirmek gibi bir sorumluluğumuz olduğunu da tekrar hatırlatmakta fayda var. Devrimci marksist eğitim, esasta tüm bir sol hareketin ve örgütsüz kitlelerin en temel sorunlarından birisidir. Sorun salt kendimizin değil geniş gençlik kitlelerinin eğitimi sorunudur. Bunun için farklı alanlarda, bilim/tarih, kültür/sanat, kadın sorunu, ulusal sorun, çevre sorunu vb. komiteler kurarak çevremizle birlikte bir yoğunlaşma, okuma/yazma sürecine girmek, gençliğin devrimci eğitimi sorununu çözmek adına önemli bir adım olacaktır. Bunu aydın yetiştirme olarak göremeyiz. Pratik mücadele içerisinde deneyim kazanmak önemlidir, fakat geçmişte yaşanmış ve aşılmış sorunları bugün tekrar tekrar yaşamak zorunda değiliz. Nitekim devrimci mücadelede kaybedecek ne zamanımız, ne de hata yapma şansımız var. Bu nedenle, herhangi bir sorunu tarihsel olarak incelemek ve geçmişten dersler çıkarmak, politik mücadele açısından da temel ihtiyaçlardan birisidir. “‘Gündelik pratikteki yoğunluktan dolayı zaman ayıramıyoruz’ kabul edilebilir bir neden değildir” diye birçok kez vurgulandığı için buna dair sadece şunu söyleyeceğiz: Dençliğin devrimci marksist eğitimini bir an önce örgütlemeye başlamalı ve bu sorunu kolektif olarak aşma iradesini göstermeliyiz. D. Baran

23


Ölümünün 132. yılında

Marx’ı devrimci duygularımızla anıyoruz… 17 Mart’ta mezarı başında Engels şöyle diyordu Marx için: “Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak; kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu.” (Friedrich Engels, Karl Marx’ın Mezarı Başında Yapılan Konuşma. Highgate Mezarlığı, Londra, 17 Mart 1883.) Bilimsel bakış açısıyla kapitalist toplumu analiz eden ve kapitalizmin sonunun tarihin ilerleyişinin zorunlu bir sonucu olduğunu ortaya koyan Karl Marx, kapitalizmin dünya çapında siyasal-sosyal krizlerini yaşadığımız bugünün koşullarında, bu sorunlar hala devam ettiği ve o, bu sorunların çözümünü ortaya koyduğu için eseriyle güncelliğini korumaktadır.

“Sınıflar proletarya diktatörlüğü olmadan ortadan kalkamaz”

Karl Marx ve Friedrich Engels’in tarihe kazandırdığı Komünist Manifesto, “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” diye başlar. Karl Marx başka bir mektubunda tarihsel katkısını şöyle ifade eder: “Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” (Marx’tan New York’taki J. Weydemeyer’e. Londra, 5 Mart 1852) Peki nedir proletarya diktatörlüğü? Bugünün emperyalist kapitalizm koşullarında, tüm dünya çapındaki üretim tarzının incelenmesi, Marx’ın daha o dönemde Kapital’de yapmış olduğu incelemenin ve onun sonuçlarının temel olarak devam ettiğini gösterir: tüm dünya çapında genelleşmiş sermaye-ücretli emek çelişkisi; ve bu çelişkinin çözülmesinin olmazsa olmaz koşulunun da ücretli emekçilerin bilinçli tarihsel eylemi olduğu. Bu eylem, “proletarya diktatörlüğü”nün kurulmasıdır. En temel ihtiyaç olan suyun bile parayla alınıp satılan bir meta olması, kamuya ait çeşitli sektörlerdeki özelleştirmeler, piyasa ilişkilerinin her alana yayılması, küçük üreticiliğin sürekli büyük sermaye tarafından yıkıma uğratılması, kırlarda tarım işçiliğinin ve mevsimlik işçiliğin yoksul köylülerin esas

24

yaşam kaynağı olması gibi bütün eğilimler ücretli emek-sermaye çelişkisinin yaygınlaştığının göstergeleridir. Öte yandan sermayenin kendi içinde yaşadığı çelişkiler de ücretli emekten yeterince artı-değer sızdırılamadığı koşullarda çıkmaktadır. Sömürüyü daha da arttırma zorunluluğu ve emperyalist nüfuz mücadeleleri, sermaye-ücretli emek çelişkisi üzerine kurulu sistemden kaynaklanmaktadır. Emek sömürüsünü arttırmak, daha fazla artıdeğeri sermayeye aktarmak, kısacası kâr etmek, sermayenin temel ihtiyacıdır. Bu sistemde üretimin tek amacı kâr etmek olmuştur. Bunu bu kadar rahat söylememizin sebebi, milyonlarca insanı açlık içinde ya da emperyalist paylaşım savaşlarında yitirmemizdir. İşte bu sisteme son vermenin tek yolu proletarya diktatörlüğü ve dünya çapındaki devrimler süreciyle sınıfların ortadan kalkmasıdır. Çeşitli reel sosyalizm deneyimlerinin çökmesi bu bilimsel gerçeği hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Aksine Marksizm ışığında bu çöküş süreçlerinin kendisini sorgulamalı ve içinde bulunduğumuz krizler, savaşlar, devrimler döneminde, işçi sınıfının bilinçli tarihsel eylemini gerçekleştirmek için yolumuzu aydınlatmalıyız. Marx, daha o dönemde, ücretli emekçilerin bilinçli tarihsel eylemine öncülük perspektifini, tüm dünya proletaryasına yol gösterme hedefiyle kurmuş olduğu Uluslararası Emekçiler Derneği’nde (1. Enternasyonal) hayata geçirmiştir. Tüm ileri ülkelerin işçi hareketleriyle ve bu ülkelerdeki siyasal önderlerle ilişkiler içerisinde proletaryanın birleşik eylemini güçlendirmek için elinden geleni yapmıştır. Ayrıca bunu devrimci bir şekilde, tüm küçük-burjuva oportünist önderlerle polemikler yürüterek sürdürmüştür. Marx, o dönemki koşulların iletişim, haberleşme, ulaşım zorluklarına rağmen, eksik de olsa tüm ülkelerdeki siyasal süreçleri ve iktisadi gelişmeleri, sınıflar arasındaki mücadeleler ekseninde değerlendirerek, dünya devrimi için varını yoğunu ortaya koymuştur.

Marksizm silahını kuşanmak zorundayız

Bugünün komünistleri de Marx’ın yolunda yürümek için Marx’ın bizzat kendisinden öğrenmek zorundadır. Marx Alman felsefesini, İngiliz ekonomi politiğini, Fransız siyasal düşüncesini ve onları ortaya koyanları araştırıp eleştirerek proletaryanın kurtuluş mücadelesinin önünü açmıştır. İşte bugün biz komünistler de Türkiye ve dünya devriminin önünü açmak için en başta Marx’ı kendisinden öğrenmek ve devrimci Marksizm silahını kuşanmak durumundayız. D. Baran


ODTÜ icazetçi yasallığın değil,

devrimci direnişin ve mücadelenin mevzisidir!

1960’ların Türkiye’sinde gençliğin mücadelesinin döneme damga vurduğu söylenir durur eskiler tarafından. 60’lar denilince de akla ilk gelen üniversite ODTÜ olur. Vietnam işgalinin protestosu, Kommer’in arabasının yakılması, çeşitli militan direnişlerin vb. eylemlerle toplumun tüm kesimlerinin ilgisini çektiği gibi, sermaye devletinin de özel ilgi alanı olmuştur ODTÜ. 1960’lara damgasını vuran anti-emperyalist mücadele tarihinin en şanlı sayfalarının ODTÜ’de yazılmış olması tesadüf değildir. Taylan Özgür, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı gibi isimler ODTÜ’nün bağrında yetişen devrimcilerdir. 1968’de Amerikan emperyalizmine karşı yükselen gençliğin militan mücadelesinin yarattığı devrimci değerlerler ve gelenek, sonraki yıllarda da artarak devam etmiştir. Öğrenci gençliğin mücadele algısını, “yasal ve barışçıl” gösterilerle burjuva düzeninin sınırlarına çekmek isteyen TİP reformizmine karşı en iyi cevap da 1971 devrimci kopuşuyla verilmiştir. TİP’in gençlik örgütlenmesi gibi işleyen FKF, Dev-Genç’e evrilmiş ve Türkiye topraklarına bir tohum gibi düşerek devrimci örgütleri bağrında yeşertmiştir. Gençliğin, devrim mücadelesinde giderek daha da örgütlenmesi ve militanlaşması, sermaye devletini hızla önlem almaya itmiştir. Zaten var olan saldırılar daha da artmış, eylemler kanla sindirilmeye çalışılmışsa da mücadele bastırılamamıştır. Öğrenci gençliğe, özellikle de devrimci örgütlere yönelik saldırılar hız kazanmıştır.

Yurt baskınları

Gençliğin, büyüttüğü mücadeleyi, kendisi için “tehlike” olarak gören devlet, çareyi üniversitelere baskın yapmakta bulmuştur. “Şehir gerillalarının, kampüsleri üs olarak kullandığı”nı iddia ederek SBF, Hacettepe ve İTÜ yurtlarına baskınlar düzenlemiştir. SBF’ye yapılan ve polisin azgınca saldırdığı baskınlarda, öğrencilerin direnişe geçmesiyle şiddetli çatışmalar yaşanmış, yüzlerce öğrenci işkencelerle yurtlardan çıkarılmış, 34’ü tutuklanmıştır. İTÜ ve Hacettepe’de ise faşistlerin devrimcilere saldırması sonucu, üniversiteler kapatılmış, bunu protesto eden ve direnişe geçen öğrencilere yine aynı işkenceler yapılarak yurtlar boşaltılmıştır.

ODTÜ’ye baskın ve direniş

ODTÜ’ye yapılan baskının gerekçesi de aynıydı. ODTÜ’nün “silah yuvası olduğu”, “Yalıncak Köyü’nde silah eğitimi alındığı” gibi haberlerle ODTÜ hedef haline getiriliyordu. 4 Mart’ta Ankara Gölbaşı’nda bulunan ABD üssünden 4 eri kaçıranların ODTÜ yurtlarında saklandıkları gerekçe gösterilerek 5 Mart günü sabaha karşı ODTÜ yurduna asker çıkarma yaptı. ODTÜ bir kez daha gençliğin militan direnişine sahne oluyordu. “Bir gece ansızın”

girilerek yurtlarından çıkarılmak istenen gençlik, direniş destanına bir sayfa daha ekledi ODTÜ’de. Öldürmek için geldiği belli olan asker ve polis birliklerinin, gerçek mermi kullanarak başladıkları saldırıya öğrenciler direnerek yanıt verdi. Yetmiş saati bulan çatışmaların ardından 6. yurdun çatısında bulunan öğrenci Şener Erdal şehit düştü önce ve ardından işçi olan Aziz Yalta… Saldırının sonrasında gözaltına alınan 1500 öğrenciden 34’ü tutuklandı. 54 öğrenci hakkında da gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.

ODTÜ’de yaratılan direniş geleneği bugün de devam ediyor!

Dün “Vietnam Kasabı” Kommer’in arabasını yakan, emperyalizme karşı bağımsızlık türküsünü haykıran, askere-polisefaşizme militanca direnen ODTÜ’nün, devrimci direniş geleneği bugün de devam ediyor. Tabi devletin saldırıları da… Bunu anlamak için çok geriye gitmemiz gerekmiyor. 5 Ocak 2011’de “Başkaldırıyoruz” eyleminde yaşanan polis terörü ve direniş bu geleneğin bir parçasıdır. 28 Aralık 2012’de Tayyip Erdoğan’ın Göktürk-2 uydusunu uzaya fırlatmak için geldiğinde karşılaştığı direnç ve polis saldırısına karşı direniş de… Reyhanlı katliamı protestolarında Ankara’nın tüm üniversitelerinde olduğu gibi ODTÜ’de de Türk devletinin emperyalist politikalarına güçlü bir karşı çıkış örgütlenmiştir. Bütün bunların yanında “yolsuz” devlet, ODTÜ arazisine, düşman topraklarına girer gibi girdiğinde de, yol açılışında da yine aynı direnişle karşılaşmıştır.

’71 devrimci kopuşu güncelliğini koruyor!

TİP reformizmine karşı İbrahimlerin, Denizlerin, Mahirlerin ‘71 devrimci kopuşuyla yaptığı savaş çağırsı bugün hala güncelliğini koruyor. Dün, öfkesini yumruğunun içine koyarak sokaklara çıkan gençliğe “yasal ve barışçıl” yollardan hak aramayı öğütleyen anlayış, bugün de en somut haliyle ODTÜ’de karşımıza çıkıyor. ODTÜ’de yol geçirmek için ağaçlar talan edildiğinde, ormanlık alana ağaç dikme eyleminin ötesine geçemeyen reformist algı, yol açılışında da aynı tutumu sergileyerek, öğrencilerin öfkesini pasifize etme gayretine düşmüştür. Buna karşı devrimcilerle birlikte tutum alan ODTÜ’lü öğrenciler Ahmet Atakan’ın hesabını sorma kararlılığını ortaya koymuştur. Tarih, en güncel ve en somut örneğiyle ODTÜ’de yaşananlar üzerinden, düzen güçlerine ve bunun yanında reformizme karşı, direniş ruhuyla gençliğin devrimci hareketini yaratmayı bir kez daha omuzlarımıza yüklemektedir. D. Dicle

25


New York’tan Viborg’a…

İşçi kadınların “ekmek ve gül” özlemi

“Yürüyoruz, yürüyoruz erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz!”*

26

“Kapitalizmin azgın sömürüsü, eşitsizliği, baskısı ve şiddeti zamanla birçok işçi kadını bir araya getirdi. Emekçi kadınların hem sınıfsal hem de cinsel kimliklerinden ötürü maruz kaldıkları sömürüye ve eşitsizliklere karşı başkaldırılarına yol açtı. 8 Mart 1857 yılında Amerika’daki işçi kadınlar “10 saatlik işgünü” talebiyle alanlara çıktılar. Ve böylelikle proletaryanın kapitalistlere karşı sürdürmüş olduğu sınıf mücadelesinde cesurca en ön saflarda yer aldıklarını göstermiş oldular. 8 Mart 1886’da yine Amerika’daki tekstil işçisi kadınların “eşit işe eşit ücret”, sendika ve oy hakkı için başlatmış oldukları mücadele de azgın bir devlet terörüne maruz kaldı. Yüzü aşkın kadın işçi hunharca yakılarak katledildi. Kapitalistlerin gerçekleştirmiş olduğu bu vahşi katliamlar ne proletarya hareketini engelleyebildi ne de işçi kadınların özgürlük ve eşitlik talepleri ile

bu mücadele içerisindeki konumlarını geriletebildi. 8 Mart 1908’de New York’ta işçi kadınlar, bir kez daha eşitlik ve özgürlük talepleriyle alanları doldurdular. İşçi ve emekçi kadınların mücadelesi ile tarihe yazılan 8 Mart, II. Enternasyonal’in 1910 yılında gerçekleşen II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’na taşındı. Clara Zetkin, 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını önerdi ve bu öneri doğrultusunda her yıl Mart ayının belirli günlerinde “kadınlar günü” kutlanmaya başlandı. 1921 yılında Moskova’da Nadejda Krupskaya ve Clara Zetkin’in de katıldığı II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı toplandı. Konferansta, 1917 Şubat devriminin ilk kıvılcımını çakan Petrograd’lı tekstil işçisi kadınların tüm işyerlerinde birden 8 Mart’ta çıktıkları grevlere ve direnişlere ithaf edilerek 8 Martlar’ın dünyada “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmasına karar verildi. O günlerden bu yana 8 Martlar, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” adıyla sosyalist ülkelerde resmi tatil olarak, diğer ülkelerde ise komünist, sosyalist ve ilerici güçlerin öncülüğünde düzenlenen etkinliklerle kutlanıyor.” (Devrimci Kadın Kurultayı 8 Mart’ın Tarihsel-Sınısal Önemi Tebliği’nden)


Türkiye’de 8 Martlar

Türkiye’deki ilk 8 Mart kutlaması ise 1921 yılında II. Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda alınan karar doğrultusunda, Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından “Emekçi Kadınlar Günü” adıyla gerçekleştirilir. Ancak bir toplantı biçiminde düzenlenen bu kutlamanın ardından Türkiye’de 8 Mart’lar yasaklanır. Sonrasında 8 Mart anmaları ve kutlamaları Türkiyeli komünistler tarafından illegalgizli olarak gerçekleştirilir. 1975 yılında 8 Mart, Türkiye’de sosyal ve siyasal mücadelelerin etkisiyle kitlesel eylemlerle kutlanır. Aynı yıl Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadın Yılı” ilan edilirken, bu tarihten 2 yıl, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ilanından 67 yıl sonra ise, yani 1977’de, Birleşmiş Milletler 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak tanımıştır. BM’nin bu hamlesi manidardır. Aynı yıllar kadınların hak taleplerinde bulunduğu ve bu taleplerle birlikte toplumsal mücadelelere dâhil olduğu yıllardır. 8 Mart da bu mücadelelere kaynaklık etmektedir. O halde 8 Mart’ın tarihsel kökeninin unutturulup, içinin boşaltılması ve bir şenliğe dönüştürülmesi için adım atılması farz olmuştur. “Kadın dostu” burjuva devletler bu yalana hemen sarılmış ve bu manevranın bir sonucu olarak kadın ve erkeğin yasal anlamda hak eşitliğine indirgenen, hediyeli, pırlantalı ve cümbüşlü 8 Mart’lar bizzat sistem eliyle örgütlenmiştir. Türkiye’de ise uzun yıllar 8 Mart’lar devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir parçası biçiminde gerçekleştirilmiştir. Ta ki 2000’li yılların başına kadar…

8 Mart’ı ayrıştıran neydi?

8 Mart kutlamalarında burjuva-feminist akımların etkisiyle ortaya çıkan gerici dayatmalar ayrışmayı beraberinde getirdi. “Bir yanda 8 Mart’ı emekçi ve devrimci içeriği ve gelenekleri ile ele alan Devrimci 8 Mart Platformu, öte yanda onu salt bir kadın eylemine indirgeyen, böylece emekçi ve devrimci karakterinden arındırarak içini boşaltan reformist feminist cephe.”** Bu ayrışma dünya tarihinde ilk değildi. Zira devrimin gelişiminden kısaca bahsettiğimiz Rusya’da Menşevik ve Bolşevikler arasında da ortaya çıkan temel bir ayrışmaydı. “1913 ve 1914’teki kutlamalarda, Uluslararası Kadınlar Günü’ne sadece kadınların katılmasını isteyen Menşeviklerle, tüm işçi sınıfının katılımında ısrar eden Bolşevikler arasında derin farklılıklar vardı...”*** Ancak Türkiye sol hareketinde yaşanan tasfiyeci savrulmalar, değerlerdeki erozyon ve sol sekter yaklaşımlar devrimci cepheyi de gün geçtikçe zayıflattı. Bugün 8 Mart’ın kızıl özüne sahip çıkanlar ve tüm kadınların kurtuluşu anlamına gelecek olan sosyalizmin zaferini ilmek ilmek örenler işçi sınıfı devrimcileridir. Komünistler, kadınların cinsel kimliklerinden kaynaklı yaşadıkları sorunların ancak insanlığa düşman ideolojilerin, geleneklerin, törelerin ve erklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını savunmaktadırlar. Bu nedenle yeni bir dünya mücadelesini yükseltmektedirler. Bu yaklaşım kadın sorununu görmezden gelme ya da onu devrimden sonraya ertelemek biçiminde algılanmamalıdır. Bugünden başlayarak kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesini sahiplenen, ancak tüm sorunların gerçek ve kalıcı çözümünün bu düzenin sınırlarını aştığını işaret eden bilimsel bir çabadır söz konusu olan. Öte yandan 8 Mart’ın onurunu, New York’tan Viborg’a işçi kadınlar taşımaktadır. Ve bu onura sahip çıkanlar Rosa Luxsemburglar’dan Clara Zetkinler’den bugüne komünistlerdir. Bin yıllardır süregelen eşitsizliğe başkaldıran emekçi kadınlar özgürleşmenin yolunu dişe diş mücadelelerle açmışladır. Yani “Buz, dünyanın bütün köşelerinde ve bucaklarında kırılmıştır.” **** Dolayısıyla 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, onu ortaya çıkaran koşullarla birlikte ele alındığında sınıf mücadelesinden ayrı düşünülmemelidir/düşünülemez. “Yürüyoruz, yürüyoruz yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”*

Z.Eylül

Kaynakça ve Dipnotlar * OPPENHEIM James,“Ekmek ve Gül” ** Ekim, Sayı:252, Mayıs 2008 *** Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, Tony Cliff, Ataol Yayıncılık, s.115 **** Lenin’in 1921 Dünya Emekçi Kadınlar Günü konuşmasından, Marx, Engels, Lenin, Stalin, Komintern, Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları (1996), İstanbul

27


Dehaklar’ın düzeni yıkılacaktır! Bir halkın zalim krala karşı örgütlenmesi ve sonunda zafere ulaşmasının tarihini ifade ediyor Newroz. Efsaneye göre milattan önce 612 yılında zalim Dehak’a başkaldıran Demirci Kawa’nın isyanı ile Newroz ateşi yanmaya başladı.

Efsanede Newroz

28

Efsaneye göre çok eski zamanlarda, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı dönemlerde Zervan isimli tanrının iki oğlu olur. Birinin adı Hürmüz’dür, bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise Ehriman’dır, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Ahura Mazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve uygarlığın temsilcisi, Ehriman da onun karşıtı olmuştur. Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehriman bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere, Zerdüşt’ün soyuna ve iyiliklere Medya (Kuzeybatı İran Kürdistan’ı) coğrafyasındaki yaşamı çekilmez bir duruma getirir. Ehriman bazen gökten ateşler yağdırır, bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulüm eder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak İran halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim Dehak halkının kanını emerken beynindeki zehir bir ura dönüşür ve onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranarak yataklara düşer ve hastalığına bir türlü çare bulanamaz. Dönemin doktorları acılarının dinmesi, yarasının kapanması ve hastalığının iyileşmesi için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini önerirler. Böylece Kürdistan coğrafyasında aylarca, hatta yıllarca süren bir katliam başlar; her gün zorla anne babalarından alınan iki gencin kafası kesilip beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra bir gün daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmiştir. Her gün gençler Dehak’ın askerleri tarafından başları kesilmek üzere götürülürken Kawa’nın aklına başkaldırı fikri gelir ve bu konuyu etrafında güvendiği birkaç kişiye açar. Demirci dükkânında demirden savaş malzemeleri olarak Gürz-û Kember, Kêr gibi araçlar yapar ve bir taraftan da başkaldırı

için etrafındakileri eğitir. Bu hareket yavaş yavaş yayılmaya başlar. Mart ayının 20’sini 21’ine bağlayan gece zalim Dehak’a karşı direniş başlar. O gece kralın sarayı direnişçiler tarafından ele geçirilir. Aynı zamanda bu direniş Dehak’ın egemenliğindeki bütün topraklarda devam eder. Direnişçiler kendi aralarında dağlarda ateş yakarak haberleşmektedir. Direniş bittiğinde Kawa’nın halk harekâtı Dehak’ı ve yönetimini devirir. Sevinçle dağlara koşan halk bu ateşlerin etrafında oynamaya başlar. Bir diğer efsaneye göre de Kawa, 20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden kurtarmak için çareler düşünürken imdadına göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi Hürmüz, Ninova’lı Kawa’nın yüreğini sevgi ve umutla doldurur ve bileğine güç, aklına ışık verir. Ona Zalim Dehak’tan kurtuluşun yolunu öğretir. 21 Mart sabahı, gün doğduğunda, Kawa oğlunu kendi eliyle Dehak’a teslim etmek ister ve zulmün ve kötülüğün kalesi olan Dehak’ın sarayına girer. Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken yanında getirdiği çekicini Dehak’ın kafasına vurur. Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın önüne düştüğü anda kötülüğün alevi Ninova’da söner. Kısa sürede bütün Ninova ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya yürürler. Zulme karşı isyanı başlatan Kawa, demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyanın bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapar. Ninova cayır cayır yanarken meşaleler elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce devam eder. Zalim Dehak’tan kurtulan halklar 21 Mart’ı özgürlüğün, kurtuluşun ve halkların bayramı olarak kutlar. Demirci Kawa başkaldırı kahramanı, Newroz ise, baskıya ve zulme boyun eğmemenin, direnişin günü olarak anılır.

Dehaklar’ın düzeni yıkılana kadar isyan

Efsane kulaktan kulağa, nesilden nesile değişse de gerçek halen orta yerde duruyor. Egemenlerin halka, emekçilere uyguladığı baskı Dehaklar’dan beri devam etmekte. Dehaklar var olduğu sürece zulmün olduğu yerde başkaldıran Demirci Kawalar var olacaktır, ta ki Dehaklar düzeni yıkılana kadar. Ta ki günümüzde hakim olan emperyalist kapitalist düzen yıkılana kadar. Kürt halkı ve emekçiler için özgürlük ve direniş anlamına gelen Newroz yaklaşık 2500 yıldır önemini korumakta. Demirci Kawa’nın yaktığı isyanın ateşi


halen yanmakta. Düzen yeri geldi Newroz’u yasaklandı, kutlanılmasına izin vermedi. Kürt halkı ise Kawalar’ın yolundan giderek başkaldırıyı seçti, devletin copu, işkencesi, tutuklamasına boyun eğmedi Yeri geldi Newroz, politik etkisi zayıflatılıp Türklerin Ergenekon’dan çıkışı diyerek Türk bayramı ilan edildi, kutlamalar yapıldı. Her ne kadar politik yönünü boşaltılmaya çalışılsa da Kürt halkı her yıl alanlara çıktı ve devleti bozguna uğrattı. Egemenler yeri geldi ‘açılımlar’ ve ‘çözüm süreçleri’ ile kitleleri dizginlemeye, kırıntı denilebilecek haklarla düzen kanallarına çekmeye çalıştılar. Yeri geldi üniversitelere polis işbirliği ile faşist ülkücü çeteleri sokarak devrimci-yurtsever öğrencilere satırlarla-bıçaklarla saldırılar tezgahladılar. Tüm bunlara rağmen Kürt halkı ve emekçileri Dehaklar’a karşı mücadele bayrağını yükseltmeye devam etti

Gençlik 16 Mart katliamlarını unutturmuyor İstanbul

İstanbul Üniversitesi (İÜ) öğrencileri Beyazıt ve Halepçe katliamlarının yıldönümünde yaptıkları eylemle katliamları lanetledi. İÜ Edebiyat Fakültesi önünde toplanan öğrenciler açtıkları pankartların arkasında sloganlarla Beyazıt Meydanı’na yürüdüler. Merkez Kampüs’ten çıkan öğrenciler de sloganlarla meydana gelerek buradaki arkadaşlarıyla buluştular. Meydan’da yapılan kısa konuşmayla Beyazıt ve Halepçe katliamlarını anmak için alanlarda olunduğu ve bu katliamları yapanların Haziran Direnişi’nde de katliamlarını sürdürdüğü ve 15 yaşındaki Berkin Elvan’ı da katlettiği ifade edilerek basın açıklamasına Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın geçildi. devrimci mirası Katliamların tarihinin hatırlatılmasının ardından Beyazıt’ta gerçekleşen katliamın ardından dava dosyası kapatılarak ve katliamın sorumlularının terfi ettirilerek devletin katliamcıları ödüllendirdiği ifade edildi. Kürt tarihinde Newroz denilince, efsanevi Halepçe’de yaşanan katliamın ise yıllardır Türkiye’de de devlet politikası olarak Kawa’dan sonra ‘Çağdaş Kawa’ olarak adlandırılan devam ettiği ifade edildi. Roboski, Gewer ve Paris’te katledilen Kürtler hatırlatılarak PKK’nin öncü kadrolarından Mazlum Doğan ve onun ardından ölümsüzleşen Dörtler (Ferhat Kurtay, bugünkü iktidarın da bu katliam geleneğini devam ettirdiğine vurgu yapıldı. AKP hükümetinin Haziran Direnişi sırasında polisler eliyle terör estirdiği ifade Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin) akla edilerek katledilenler anılırken Berkin Elvan da ayrıca anıldı. gelir. Dörtler’in alevler arasındayken bile “ateşi Açıklamanın ardından hep birlikte Beyazıt Marşı söylendikten sonra Beyazıt söndürmeyin, ateşi söndürmek ihanettir, ateşi Katliamı’nın yaşandığı Eczacılık Fakültesi önüne yüründü. harlayın” haykırışları özgürlük mücadelesine ve Burada ‘78’liler Girişimi adına katliamın yaşandığı anda orada olan Kamil Tekin Sürek devrim çizgisine bağlılığın andıdır. Kawa’ların bize bıraktığı mirasa sahip çıkma çağrısıdır ve Newroz’un bir konuşma yaparak yaşananları anlattı. Konuşmanın ardından katliamlarda şehit düşenler için saygı duruşu yapıldı. Saygı daima bir politik isyan ve özgürlük olduğunu duruşunun ardından her yıl katliamın yaşandığı yere karanfil bıraktıkları fakat bu sene hatırlatmaktadır. Berkin Elvan için ekmek bırakacakları ifade edilerek fakülte girişine ekmekler bırakılarak Ne yazık ki ödenen bunca bedellere rağmen eylem sonlandırıldı. gelinen yerde Kürt halkına özgürlük ve eşitlik istemini düzen içi yollarla çözmek dayatılıyor. Roboski gibi yakın dönem katliamları orta yerde Ege duruyorken devletin “çözüm süreci” aldatmacasıyla Ege Üniversitesi’nde (EÜ) demokrat, yurtsever ve sosyalist öğrenciler, katliamları kitleleri oyalamakta, düzen içine çekmekte olduğu protesto etmek için yürüyüş düzenledi. görmezden geliniyor. Edebiyat Fakültesi önünde bir araya gelen öğrenciler, yürüyüşün ardından 1. No’lu Sermaye devletinin bunu yapması, reformist yemekhane önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. Öğrenciler adına basın açıklamasını anlayışların da buna kanması doğaldır. Fakat biz Güldem Hantaş okudu. Mart ayının insanlık dışı katliamlar nedeniyle toplumun özgürlük ve eşitliği sokakta “İşçilerin birliği hakların hafızasında “Acılar, katliamlar ayı” olarak kazındığını söyledi. Hantaş şunları ifade etti: kardeşliği!” sloganını kitlelere mal ederek “Tüm insanlığın barış içerisinde yaşayacağı bir dünya mücadelesi veren halkların ve kazanacağımızı, gerçek çözümün ve kalıcı barışın emekçilerin örgütlü gücü, yeni katliamların yaşanmasını engelleyebilecek tek güçtür.” sosyalist düzende olduğunu döne döne haykıracağız. Hantaş, sosyalist ve yurtsever öğrenciler olarak bu katliamları yapanların halka hesap Biliyoruz ki Kawalar’ın yegane mirasçısı işçi sınıfı verene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini ifade etti. ve onun iktidarı için mücadele edenlerdir. Gerçek kardeşliğin yolu da bu mücadele zemininde Antalya yaratılmaktadır. Bunu geçtiğimiz yıllarda görkemli Antalya’da, Akdeniz Üniversitesi öğrencileri, Halepçe, Gazi, Beyazıt ve Kamışlı direnişleriyle Türkiye’de halkların kardeşliğinin nasıl katliamlarını lanetledi. yaratılacağını TEKEL işçileri gösterdi. Bunu ÇELAkdeniz Üniversitesi Öğrenci Evi’nin önünde toplanan kitle, “Unutmadık, MER’den PTT’ye, taşeron işçilerinden Ontex’e işçi unutturmayacağız!” pankartıyla kampus içerisindeki Olbia Çarşısı’na yürüdü. Katliamların direnişlerinde görüyoruz. Bunu taşeronlaşmaya, hesabının sorulacağı yönünde sık sık slogan atan grup Olbia Çarşısı önünde bir basın kölece yaşama isyan eden Greif işçilerinde açıklaması yaptı. görüyoruz. İşçiler kısmi ekonomik-sosyal mücadeleler içinde bile hiç zorlanmadan Türk-Kürt Bilecik fark etmeksizin hakların kardeşliğini örmekte, etnik, Bilecik Üniversitesi öğrencileri Halepçe katliamını yürüyüşle andılar. Öğrenciler dinsel, mezhepsel ayrımları yere çalarak omuz “Halepçe Katliamı’nı kınıyoruz” pankartıyla eylemdeydi. Eylemde katliama ilişkin omuza çarpışmayı öğrenmektedir. İşçi sınıfının fotoğraflar taşındı. Eylemde katledilenler anılırken katliamın sorumluları lanetlendi. devrimci mücadelesi sayesinde Dehaklar’ın düzeninin yıkıldığını da tarih bize gösterecektir. Kürt Eskişehir halkı yüzünü devrimci sınıf mücadelesine dönmeli, liberal-reformist cephenin mücadeleye yarar Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde katliamlar anması yapıldı. sağlamadığını görmelidir. Gerçek çözümün Eskişehir Anadolu Üniversitesi’de Halepçe, Gazi, Beyazıt ve Gezi’de katleden devlet devrimde, kurtuluşun sosyalizmde olduğunu, lanetlendi. Saat 13.00’te Yunus Emre Kampüsü yemekhane önünde toplanan devrimci, kavganın sandıklarda değil, sokakta kazanılacağını ilerici ve yurtsever öğrenciler bir yürüyüş düzenledi. Ana giriş kapısına gelindiğinde, giriş kapısı üzerine “Halepçe, Gazi, unutmamalıdır. Bunun için Newroz’da alanlarda Beyazıt, Gezi hesabını soracağız!” şiarlı pankart asıldı. Burada okunan basın olmalı, mücadeleyi yükseltmeliyiz. açıklamasının ardından eylem sonlandırıldı. Newroz piroz be!

29


Baharın müjdecisi Mart ayının

bir yanı katliam bir yanı direniştir! Hey gidi insan! Senin gözün neden dolmuyor ve doymuyor? Yoksa dünya yüzeyi sana yetmiyor mu? Önceki gün Nagazaki, Hiroşima… Dün Vietnamda... Ve bugün Kürdistan’da Halepçe az mı ki?

Mart ayı devletin Alevilere, Kürtlere, devrimci ve ilerici güçlere yönelik gerçekleştirdiği katliamlarla anılmaktadır. Kürt halkı emperyalizmin hegemonya savaşının en yoğun yaşandığı bir bölgede bulunduğundan dolayı sayısız katliam ve zulüm yaşamıştır. Aleviler ise Osmanlı’dan günümüze hem politik olarak hem de şiddet ile asimile edilmeye, yok edilmeye çalışılmıştır.

Halepçe’nin üstü duman, Munzur’un gözü yaşlı

O tarihte ABD’nin desteği ile İran’la savaşa giren Saddam Hüseyin rejimi, bu süreçte Kürt halkını hedef alan saldırgan politikalarına hız verir ve 16 mart 1988’de Güney Kürdistan’ın Halepçe kentinde kan donduran bir katliam gerçekleştirir. Kimyasal silahlar ile vurulan kentte birkaç saniye içinde 5 bin kişinin öldüğü ve 7 bin kişinin ağır yaralandığı kayıtlara geçer. Saldırıdan sonraki manzara ise tam bir vahşettir. Kimi insanlar yemek masasındayken, kimileri çocuklarına sarılırken gözlerini yumarlar hayata. Olaydan sonra yıllar geçse bile hardal gazı halen kenti etkilemekte ve ciddi sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yükselişe geçtiği dönemlerde ise Türk sermaye devleti her türlü baskı aracını devreye sokmuş, sayısız katliam ve vahşetin altına imza atmıştır. 1992 senesinde Newroz kutlamalarına engel olmaya çalışan sermaye devleti Şınak’ın Cizre ilçesinde Newroz’u kutlmak için biraraya gelen binlerce insana azgınca saldırmış, Newroz’u kutlamak isteyen kitlenin üzerine kontrgerilla tarafından ateş açılmıştır. Bu katliam sırasında onlarca insan ölürken, yüzlercesi de yaralanmıştır.

Gazi’de barikatlar, 1 Mayıs’ta direniş

12 Mart 1995 günü, İstanbul’un Gazi Mahallesi’ndeki İsmet Paşa Caddesi üzerinde bulunan ve çoğunlukla Aleviler’in gittiği Doğu, Dostlar ve Yavuz Kardeşler isimli kahveler ile bir pastane kontrgerilla tarafından taranmıştır. Katiller bir Alevi dedesini ve kaçarken gasp ettikleri aracın sahibini öldürmüştür. Bunun üzerine Gazi Mahallesi’nde emekçiler karakola yürümüşlerdir. Öfke yayılmış, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne de sıçramıştır. Polis doğrudan eylemcilerin üzerine ateş açarak Gazi’de 17, Ümraniye’de 5 kişiyi katletmiştir. Yüzlerce insan yine polis kurşunuyla yaralanmıştır. Açılan katliam davası katillerin aklanmasına hizmet eder ve katliamdan altı yıl sonra sonuçlanır.

Ve 16 Mart Beyazıt...

30

Gençlik hareketinin devrimcileştiği dönemlerde devlet gerek polisiaskeri ile, gerek hukuk mekanizması ile, gerekse kontragerilla güçleri ile saldırıya geçmiştir. Bu saldırılardan bir tanesi de Beyazıt Katliamı’dır. 16 Mart 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde ülkücü öğrencilerin bombalı ve silahlı saldırısıyla devrimci öğrencilerden 7’si öldürülmüş 41 öğrenci yaralanmıştır. Emniyet, olaydan 10 gün önce ülkücü öğrencilerin, İÜ çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine dinamit atıp, silahla tarama yapacakları istihbaratı almasına rağmen katliama engel olmamıştır. Verilen bilgi notu olayın üzerinden 22 yıl geçtiğinde açılan ikinci davada ortaya çıkmıştır. Sorumlu polis şefleri görevi ihmalden yargılanıp, delil yetersizliğinden beraat etmişlerdir. Sermaye devletinin katliamcı yüzü kendisini yıllardır göstermektedir. Katliamcı düzenin tek alternatifi ise işçi sınıfının mücadelesiyle kurulacak olan sosyalizmdir.


Kapitalizm ve din ilişkisi Din kavramı denilince karşımıza açıklamamız gereken bir soru çıkar ki o da şudur: Neden inanırız? Bu soruya verilecek çok farklı cevaplar vardır. Hatta bu soruyu cevaplamak için sayısız kütüphaneyi dolduracak ciltlerce kitap yazılabilir. İnanç kavramı çok derin anlamlar taşır ve bu kavramı salt modern dinlerle (İslam, Musevilik, Hristiyanlık) açıklamak da hatadır. Keza dünyada semavi olmayan pek çok inanış mevcuttur. Neden inandığımız sorusuna gelecek olursak, bunu insanın dünyayı ve hayatı anlamlandırma çabası olarak açıklayabiliriz ki bunun tarihi çok eskilere gider. Çünkü ilkel çağlardaki insan topluluklarından günümüz modern dünyasına kadar din her zaman varlığını sürdürmüştür. Tabi din insanın gelişimiyle birlikte evrim geçirmiştir. İlkel insan topluluklarının açıklayamadıkları bir takım doğa olaylarını doğaüstü güçlere atfettiklerini görürüz ki bu doğaüstü güçler o zamanlar çok çeşitlilik göstermekteydi. Bazen güneşti, bazen yıldız ve bazen de kendi yaptıkları putlar. Daha sonra insan tanrıyı göğe çıkardı, monoteistik dinler yaygınlaştı. İnsanın bir diğer inanma sebebiyse ölüm gerçeğidir. Çünkü insan için yok olmak, kabul edilemeyecek kadar ürkütücüdür. O yüzden insan egosu varlığının sonsuza kadar devamını talep eder. Evet hepimiz bir gün solucan yemi olacağız, fakat sonsuz yok oluş dayanılmazdır. İşte bu noktada insan öteki dünya ile kendini teselli eder. Tanrının varlığı ya da yokluğu tartışılır; yani insan mı tanrıyı yoksa tanrı mı insanı yarattı? Bu soruya isteyen istediği cevabı vermekte hürdür. Çünkü bu sorunun cevabı tarih boyunca insanın kafasını meşgul etmiştir. Fakat İran’lı matematikçi ve şair Ömer Hayyam, bir rubaisinde meseleyi şu dizelerle güzel bir biçimde açıklar: “Varlığın sırları saklı senden benden Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin ne ben Bizimki perde arkasında dedikodu Bir indi mi perde ne sen kalırsın ne ben” Dine sosyolojik açıdan bakacak olursak toplumdaki yerini daha iyi analiz etmiş oluruz. Çünkü din insan hayatına etki eden çok büyük bir etkendir. Zira tüm gelenek ve göreneklerin din çerçevesinde şekillendiğini görürüz. Doğarız, büyürüz ve ölürüz. Tüm hayatımızı bize öğretilen dogmatik kalıplar içinde yaşarız. İsyan etmeyiz, bize verilenle yetiniriz. Aç kalsak da şükrederiz ve sormayız birilerinin tek başına villalara, yatlara, lüks arabalara sahip olması ona tanrı tarafından bahşedilen nimetlerken, birilerinin evsiz olduğu için sokakta donup ölmesi onun kaderi midir ve biz bunu değiştiremez miyiz? Madem tanrı hepimizi eşit yarattı o zaman nedir bu sınıf eşitsizliği? Sınıfları kaldırmadan bu sınıf eşitsizliğini de ortadan kaldıramayacağımız da bir gerçektir. Dünya hepimizin, o zaman topraklar da hepimizin. O halde topraklardan çıkan mahsuller de hepimizin. Fakat tüm üretim araçlarına ve mülkiyete sahip burjuvazi ne diyor: Bu dünyadaki ezilmişliğinin ve sömürülmüşlüğünün bedelini öbür dünyada alacaksın. Yani bu dünya bir grup elitindir. Bir grup elit tanımı çok yerinde bir tanımdır, zira dünyada insanca yaşam koşullarına sahip çok az insan vardır. Bunu da dünya nüfusunun çok büyük bir kesiminin içinde bulunduğu sefaletten görebiliriz. Evet, bir

grup elitin refahı için çalışacağız ve bize reva görülen sefalet içinde bir yaşamdan sonra öteki dünyaya umudumuzu bağlayacağız. Birilerinin bolluk içinde yüzmesinin birilerinin yoksulluğu üzerinde temellendiğini görmezden geleceğiz. İşte dinin yoksul insanlar arasında umut olmasının sebebi budur: Çaresizlik ve teselli arayışı. Çünkü uyuşturulmuş beyinlere hükmetmek kolaydır. İktidarların da dini, kitleleri kandırmak adına etkili bir araç olarak kullandıkları aşikardır. Çünkü halkın zayıf noktasını bilmektedirler. Allah kelimesini ağızlarından düşürmezler ve adeta cihat yapan bir mücahit edasıyla dinin korunmasının yılmaz bekçileriymişçesine halkın dini duygularını sömürürler. Bunu yaparken de sanki yönetme yetkisini halktan değil de tanrıdan alıyorlarmışçasına görevlerine kutsallık atfederler. Ve anlaşılan o ki öteki dünyadaki cennet kendilerini pek cezbetmemiş olacak ki dünya nimetlerine büyük bir hevesle sahip olma arzusu güderler. Ve bu sahip olma arzusu ayakkabı kutularında milyonlar olarak karşımıza çıkar. Dine imana sıra gelince çok dindardırlar. Öyle ki kendileri çalıp çırparken halkı da unutmazlar. Halktan aldıkları ile halka dağıttıkları makarna ve kömür yardımı ile insanların kendilerine minnettarlık duymalarını isterler ve bu yardımın(!) karşılığı bu dünyada oy olarak, öteki dünyada da cennet olarak kendilerine geri döner. Hepimiz kandırılmışlığından ve ezilmişliğinden sıyrılmalı ve gerçeğin peşinden koşmalıyız. Fakat nedir gerçek? Nedir kazanmamız gereken? Televizyonlarda gösterilen renkli hayatlara özenmek mi? Saçma sapan yarışma programlarında yarışıp para kazanmak mı, yoksa şans oyunlarına umut bağlamak mı? Televizyonlardaki bol gözyaşı ilaveli ve dramatik dizilerdeki karakterlerin başlarına gelenlere mi üzülüyor insanlar, yoksa Van’daki depremzedelerin felaket üstüne felaket yaşayıp çadırlarda ölmelerine mi? Yoksa bir babanın beş yaşındaki oğlunu hastaneye vaktinde yetiştiremediği için cenazesini sırtında çuvalla taşıması mı insanların umurunda olan? Bu yaşananlar bu insanların kaderi miydi? Yoksa birilerinin ihmalkarlığı ve sorumsuzluğu mu? Lenin 1905’te yazdığı bir makalesinde bu durumu şöyle açıklar: “Din bütün hayatı boyunca emek sarfeden ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Din başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere ise bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının karşılığını pek ucuza ödeme kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için makul fiyatla bilet satmaya bakar. Din sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.” Evet bir çeşit içkidir din, ezilmiş ve sömürülmüş kitleleri uyuşturan bir içkidir. “Din halkın afyonudur” der Marx. Bırakalım bu afyonu artık. Bırakalım din burjuva bağnazlarının ve din adamlarının olsun. Bizler bilime yaslanalım, bilimin kitlelere ışık tutabileceği sınıfsız toplumu yaratalım. Dünyada umutsuzluğu ortadan kaldıralım ki, din kimsenin umudu olmasın. Bu dünyada cenneti kuralım ki, kimse öteki dünyada bize cenneti vaat edemesin. Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

31


Kısa bir köy hikayesi...

32

Düşün ki, Sahra’dan bir parça toprak alınıp İç Anadolu’nun göbeğine yerleştirilmiş gibi duran bir İç Anadolu köyündesin. Ağaçsız, susuz, bol güneşli, az yağışlı dümdüz ovalık bir köy. Köyde yaşayan bir avuç insansa ne Türk ne Kürt, ne Doğulu ne Batılı, ne şehirli ne köylü, daimi arafta. Yüzyıllar önce göç etmişler bu topraklara. Kim bilir ne acılar çekmişler? Sürgün mü bilmem, göç mü bilmem. Ama onları, o topraklardan alıkoyacak bir neden yoksa neden gelmişler ki şimdilerde ‘‘Küçük İstanbul’’ dedikleri bu Sahra parçasına? Eskiden sulakmış falan derler ama Tuz Gölü’ne bu denli yakın bir köyün eskiden sulak arazilere sahip olduğuna kimse inandıramaz beni. Velev ki öyle… Te o zamanlarda, yani televizyonun, radyonun, internetin, Facebook’un olmadığı bir zamanlarda nerden haberi oldu bu insanların, bu küçücük köyden? Ha tabi Tuz Gölü, bu insanlar buraya göç ettikten birkaç sene sonra geldiyse bilemem. Her neyse, yaşadıklarını sindirmiş, çekilen acıları unutmuş memleketime kızdığımdan biraz mübalağa, biraz da latife ediyorum. Bu belki sulak belki kurak köye gelmişler ama ne dil biliyorlarmış ne de yol. Nasılsa göçebe hayat sürmüşler bu zamana kadar, onlar bir yolunu bulurlarmış. Uzun lafın kısası yerleşmişler bu topraklara. Gel zaman git zaman alışmışlar da. Eminim ağlamışlardır. Çok acı çektilerse de gözyaşlarını geldikleri yerde bırakmışlardır belki de.

On yıllar geçmiş bu göçün ya da sürgünün üzerinden. Geçmişe bir çizgi çekmişler. Zaten kıtlık da çilelerine yetişmiş. Köyü mü kalkındırsak karnımızı mı doyursak diye biçare düşünürlerken, zaman su gibi akmış gitmiş. Yaşamlarını gerek maddi imkânsızlık gerekse iklim şartları nedeniyle, nadiren ürün veren tarlalarıyla idame ettirmeye çalışmışlar. Ahval böyleyken hayat devam ettiğinden evler yapmışlar, düğünler yapmışlar, yaslar tutmuşlar… Sonra yavaş yavaş gelişmeye başlamış bu köy. Okul yapılmış köye, radyolar düşmüş bazı evlere. Okul gelmiş, radyo, gazete gelmiş de onlar buralarda konuşulanları, bahsedilenleri anlayabiliyorlar mıymış? Köyde kaç kişi varmış Türkçe bilen? Geleneğini, göreneğini, töresini, şalvarını sırtına yükleyip kilometreler aşan bir millet, konuştuğu dilini geldiği yerde mi bırakacakmış? İçine kapanmış bu köy. Zaten dışarı açılma fırsatını da pek yakalayamamış. Bazen köyün zenginleri şehre gidermiş, ticaret için. Zengin olmayansa o zenginlerin getirdiklerini, güçleri yettiği kadarıyla satın almakla yetinirmiş. Ah bu paranın gözü kör olsunmuş. Tek işleri bu olmuş sonra bu halkın, o radyo giren üç beş evin erillerini saymazsak ve okula giden on, on beş çocuğu… Köy halkı pek bihaber kalmış olandan bitenden. Dillerini korumalarını sağlamış belki bu yeni kurulan saydam sistem ama neye yararmış tek başına?


Köy halkı kıtlıkla baş etmeye çalışırken zaman kavramı, bu köyde de ‘‘hayatta kaldığın zaman aralığı’’ dışında bir anlam ifade etmeye karar vermiş. O okullarda okuyup büyüyen çocuklar neden olmuş sanırım buna. Çocuklar Türk, doğru ve çalışkan olduklarına and içmişler senelerce. Babaları ‘‘Bizim çektiğimiz acıların aynılarını çekmesin, varsın aslında olmadıkları bir milletten olsunlar’’ demişler. Böyle böyle kendi köylerinde gurbetlik olmuş bu çocuklar. Dilleri arafta, kökenleri arafta olmuş. Buna mecbur kalmışlar. Dışarıya Kürt görünmekten çekinir olmuşlar. Okulda konuştuğun Kürtçe kelime başına şimdinin parasıyla on beş, yirmi lira ödetmişler. Şarkılarından olmuş bu millet, şiirlerinden… Kendi dillerinde halay çekemez olmuşlar. Kendi dillerinde ağlayamaz olmuşlar. Benliklerinden, kişiliklerinden koparılmaya, uzaklaştırılmaya çalışılmışlar. Okulda çat pat Türkçe konuşmaya çalışırlarken eve gelip biçare ‘‘Daye ez bırçime!’’* demişler. Anneleriyle nasıl Türkçe konuşsunlarmış. Değişen zamanın kendini daha fazla hissettirdiği günlerde, başka başka sorunlar da peyda olmuş köyde. Köy, burada yaşayan insanlara yetemez hale gelmiş. Okuyan çocuklar köye sığmaz, okumayanlarsa yerinde duramaz olmuş. Böylece kimisi okumaya Ankara’ya, İstanbul’a gider olmuş, kimisi de çalışmaya Danimarka’ya, İsveç’e, Norveç’e… Bir araflık da burada başlamış. Gidenlerden geriye kalanlar, yine burayı terk eyleyenler olsun, kendilerini kurtarsınlar diye azami çaba harcamaya başlamışlar. Biraz yalnızlaşmışlar, biraz hırçınlaşmışlar belki. Ve zamanın getirdiklerine onlar bile inanamamışlar. Tarlalar her geçen gün daha da verimsizleşirken köy halkının tek umudu, şimdilerde Avustralya’da yaşayanına da Dubai’de yaşayanına da ‘‘Avrupacı’’ dediğimiz memleketlilerimiz olmuş. Zaten okumaya gidenler buraya tekrar dönmemişler. Belki ailelerini de alıp gitmişler, belki Avrupacılar gibi yazdan yaza gelir olmuşlar. Artık köy ahalisinin tek bir amacı varmış. Ya çocuklarını okutacaklar ya da onları bu diyardan gönderecekler. Kalanlarsa onlar için yaptıkları fedakârlıkların(!) karşılığını alana kadar kendi kendilerine yetecekler.

Yeni sistem de halihazırda onları beklediğine göre yaşamlarına devam edebilirlermiş. Keza öyle de olmuş. Buranın halkı pamuk işçileri gibi mevsimden mevsime, gelir elde etmeye başlamışlar. Yani kışın dükkânlarında sinek avlayıp karın tokluğuna çalışırlarken, yazın da kışın karınlarını doyurabilecek kadar para biriktirmeye başlamışlar. Avrupacılar sağolsunlarmış. Onlar da olmasaymış nasıl doyuracaklarmış karınlarını? Avrupacılarsa, Avrupa’nın(!) işçisi, köylerinin “burjuvası” olmuşlar. Üç dil arasında kalıp paralarıyla konuşmaya karar vermişler. Ne yapsınlarmış, paraları Türkiye’de daha değerli oluyormuş. Sonra köy halkı Avrupacılarıyla övünür olmuş, onların paralarıyla… Acılarını maziye gömmüşler. Babaları-dedeleriyle birlikte gitmiş sanki acılar. Onlarla gömülmüşler. Şimdilerde memleketini pek az umursayan memleketlim var. Herkes hayat telaşına düşmüş. Paranın esiri olmak deriz ya, benim memleketim yazık ki bu esaretinin farkında değil. Yaz mevsimi geldi mi köy halkı çalışır, dışarıdan gelenler tatil yapar. Memleketlilerim sadece altın bileziklerden, düğünlerden, çeyizlerinden, kıyafetlerden, ayakkabılardan konuşur. Ha bir de o sene çıkan telefonlardan. Üç aylığına araba kiralarlar tatildekiler. O arabalar hep en üst model olur. Üç aylığına oturmak için yaptırdıkları evlerse o biçim. Havuzlu villalar… ‘‘Yahu köy bu köy! Buraya yaptığın yatırım senle gelecek mi mezara? Neden bu nafile çaba? Sen aylardır görmediğin aileni görmeye geliyorsun değil mi? Daha bi sen olarak gelmen gerekirken neden başkası oluyorsun?” demek geçer içimden sıklıkla. Yaz aylarını pek sevememem bundandır. Nasıl seveyim yazları? Memleketlilerim köyümün toprakları kadar kurutmuşken yüreklerini, bu denli görmez olmuşlarken gözlerindeki boyalardan yahut gözlüklerden, sisteme fütursuzca boyun eğmişlerken nasıl seveyim yazları? Ve nasıl kızayım ki onlara? Onları bu hale getirenlere kızmak varken, sisteme kızmak varken, bu gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çabalamak varken nasıl kızayım ben onlara? * “Anne ben açım!”

Nasıl kızayım ki onlara? Onları bu hale getirenlere kızmak varken, sisteme kızmak varken, bu gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çabalamak varken nasıl kızayım ben onlara?

Ava

33


‘Sanat ve Toplumsal Hayat’ üzerine...

34

Rus devrimci ve Marksist teorisyen G.V Plehanov, sosyalist dünya görüşüne dayalı bir sanat teorisi üzerine makalelerini Sanat ve Toplumsal Hayat adlı kitabında toplamıştır. Üzerinden uzun yıllar geçmesine karşın, bu eser tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sanat ve edebiyat konulu tartışmalarda yönlendirici niteliğini korumaktadır. Biz öğrenciler bir üretim ilişkisinin direkt içinde bulunmadığımızdan ötürü küçük-burjuva bir karakter ve yönelim göstermekteyiz. Plehanov küçük burjuvalar ve hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olan gelecek kaygısı ile ilgili: “İnsanın bütün gücünü geçim araçları arama işinde harcaması, işte küçük-burjuva duygularının kökü budur. Sürekli maddi geçim kaygısı, insanı güçsüz, kafasız ve zavallı eder; onu sevmekten, hatta nefret etmekten aciz bir yaratık yapar, bu kaygı biraz hafiflesin diye özgür iradesinden arta kalan son parçayı da her an fedaya hazır bir yurttaş haline gelir. Proletaryanın kurtuluş hareketi bu aşağılatıcı, bu ahlak bozucu kaygının ortadan kaldırılmasını amaçlar.”1 der. Türkiye koşullarında bunu kendimizde ya da yakın çevremizde rahatlıkla görebiliriz: İlkokulda hangi liseyi, lisede hangi üniversiteyi kazanacağımızı; üniversitede nasıl bir iş bulacağımızı, meslek hayatında da emekliliğimizi düşünürüz. Önümüze koyulan yolu başarıyla yürüyebilmek için ise ailenin, okulun, medyanın ve arkadaşların “yapma, etme, gitme”lerine biat edip edilgen bir varlık olarak hayatımızı sürdürmemiz lazımdır. Bu edilgenliğimizi kanıksadığımız oranda vicdanımız silikleşir, vicdanımızın silikleştiği oranda da körleşebiliriz rahatça. Plehanov tahlillerine sanat alanında da devam eder: “Burjuva ideologları arasında pek az sanatçıya rastlıyoruz. Böyle olmasının nedeni, ihtimal, ancak düşünen kimselerin ‘tarihsel hareketin tümü hakkında teorik bir anlayışa’ yükselmesidir. Oysa ki, çağdaş sanatçılar, örneğin, Rönesansın büyük ustalarının tersine olarak, son derece az düşünüyorlar.”2 Mevcut toplum şartları içinde burjuvaziye has aşırı bireycilik, sanatçının bütün hakiki ilham kaynaklarını tıkamaktadır artık. Bu aşırı bireycilik, sanatçıyı toplum hayatında olup bitenlere yabancılaştırmakta ve onu birtakım kişisel tecrübeleri ve marazi bir fantazi dünyasını kısırca tekrarlamaya mahkum etmektedir.

Sinema özelinde çok rahat görebileceğimiz gibi burjuva sanatı bugün kendini tüketmektedir. Aynı senaryolar ve kısır hikayeler üzerinden çekilen filmler, kadının metalaştırılmasına, kısır aşk hikayelerine, argo ve küfürün amaçlaştırılmasına muhtaçtır. Film adı altında gösterime giren birçok eser öylesine niteliksizdir ki burjuva sanat bir yana dursun, herhangi bir sanat nitelemesini bile hak etmemektedir. Plehanov burjuva ideologların tükenmişliğini bir asrı aşan bir zaman öncesinden net bir şekilde tahlil eder: “Egemen sınıf bugün artık öyle bir durumda bulunuyor ki, bu durumda ileriye gitmek onun için aşağıya inmek demektir. Ve onunla birlikte onun bütün ideologları bu hazin talihi paylaşıyor. Bu ideologlar arasında en ileride olanlar, bütün seleflerinden daha aşağıya düşmüş olanlardır.” 3 Ve her şeyin para ile satın alınabildiği bir devirde sanatın da öyle olmasına şaşılabilir mi? Müzayedelerde daha pahalıya satılan resimler daha güzeldir artık, daha çok seyirciye ulaş(tırıl)an ve en çok para kazandıran filmler en başarılıdır. Tiyatrolar artık mahalle ve gecekondulardaki işçiemekçileri değiştirip dönüştürmek için değil AVM’lerde alışveriş sonrası çerezi olmak için vardır. Kapitalizmin tüm dünyada insanlığın her alanına nüfuzuyla birlikte öyle bir zamana geldik ki, insanların daha önce elden çıkarılamaz saydıkları her şey alınıp satılabilir oldu. Eskiden mübadele edilmeyen; verilmekle birlikte asla satılmayan, kazanılmakla birlikte asla satın alınmayan erdem, aşk, fikir, bilim, vicdan bile ticaretin alanına girdi. Bu genel çürüme ve bütünsel satılmışlık dönemi, maddi manevi her şeyin kelimenin gerçek anlamıyla pazara çıkarıldığı bir devirdir. Sanatın kendi gerçekliğini bulması ve işçi sınıfının kurtuluşu için sosyalizm mücadelesinin bir ayağı olan sanat alanına da tüm gücümüzle omuz vermeliyiz.

İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru Kaynakça: 1- G.V. Plehanov, Sanat ve Toplum Üzerine, Sayfa 98 2- G.V. Plehanov, Sanat ve Toplum Üzerine, Sayfa 104 3- G.V. Plehanov, Sanat ve Toplum Üzerine, Sayfa 105


Film tanıtımı;

Ekmek ve Güller “Grev işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece patronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğretir. … Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil, aynı zamanda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü açar” diyordu Lenin. Şimdi biz bunu Greif işgalinde tam anlamıyla görüyoruz. Sınıfa karşı sınıf söylemi de tam anlamıyla burada hayat buluyor. Ancak benim anlatacağım başka bir grev ve bu greve değinen bir filmdir.

“Ekmek istiyoruz, gülleri de!”

Bu slogan ilk olarak, 1886 yılında New York’ta 129 kadın işçinin fabrikada diri diri yakılarak katledilmelerinin hemen ardından sokağa dökülen 15 bin işçi tarafından haykırılmıştı. Ayrıca 1912 yılında Amerika’da sınıf mücadelesine yeni bir soluk ve deneyimler sunan Lawrence dokuma fabrikası grevinin akıllara kazınan sloganı olmuştur. O dönem Lawrance’ta kurulan dokuma fabrikasında makineleşmeyle birlikte vasıflı işçi gücünün yerini, düşük ücretli vasıfsız işçiler almıştı. Yetersiz beslenme ve sağlıksız koşullar yüzünden çocuklar 5 yaşını, yetişkinler ise 25 yaşını bulmadan ölüyordu. İşçiler katlanılmaz yaşam koşullarına mahkum ediliyor, ancak buna karşı koyacak gücü kendilerinde bulamuyorlardı. AFL (Amerikan Emek Federasyonu) ile bir ilişki içerisinde olmalarına rağmen işçilerin hemen tümü örgütsüzdü. AFL işbirlikçi, uzlaşmacı ve düzenin sınırlarını zorlamayan bir anlayışa sahipti. Ancak o dönemlerde kurulan IWW (Dünya Sanayi İşçileri Sendikası), “işçiler ile patronların hiçbir ortak çıkarı yoktur” söylemi ile işçiler arasında örgütlendi. 1 Ocak 1912’de, Massachusetts eyaletinde, kadınların ve 18 yaşın altındaki çocukların haftada 54 saatten fazla çalışmasını yasaklayan bir yasa yürürlüğe girdi. En düşük çalışma süresinin haftalık 56 saat olduğu tekstil sektöründe, bu iki saatlik indirim, çalışma koşulları son derece ağır olan işçiler açısından çok şey ifade ediyordu. Ancak patronlar bu sınırlı saat indirimine bile tahammül edemeyerek örgütlü bir karşı saldırıya geçtiler. İşçiler örgütlü güçleri ile 12

Ocak’ta greve çıktılar. Patronlar müdahale için kontrgerilla güçlerine başvurdular. AFL de bu durum karşısında işçileri suçlayarak bozgunculuğa başlamıştı. Tüm baskı, şiddet ve bozgunculuğa rağmen direnen ve grevi sürdüren işçiler, 30 Mart günü taleplerini patronlara kabul ettirdi ve zafer kazandı. Elbette bu nihai kurtuluş değildi, ancak işçi sınıfı için yol gösterici olmuş ve sınıf hareketine bir ivme kazandırmıştı. “Ekmek ve güller!” sloganı da harekete ismini vermiştir. Bu önemli hareketten tam 82 yıl sonra, hemen her filminde sınıftan beslenen yönetmen Ken Loach, bu greve ithafen “Ekmek ve Güller” ismini taşıyan bir film çekti. Ancak Loach, filminde bu hareketi anlatmaktansa Los Angels’ta bir temizlik firmasında yaşananlar üzerinden, göçmen işçileri anlatmayı tercih etmiş. Film Meksika’dan kaçak yollarla Amerika’ya gelen Maya ile bir sendika içinde bulunan Sam’in etrafında dönse de bundan çok daha fazlasını anlatmaktadır. İşe alınması için ilk maaşının yarısını vermek zorunda kalan Maya gibi güvencesiz ve zor koşullarda çalışan birçok göçmen işçinin çalıştığı Angels temizlik şirketi, işçilerin sigorta ve sağlık ücretlerini de ödememektedir ve sendikaya bağlanmamaları için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu baskının adı yeri gelir tehdit, yeri gelir işten çıkarma olur. İşçileri keyfi ya da hafif bir hata yaptığı için tazminatsız işten çıkarır. Hiçbir örgütlü tutumları ya da güvenceleri olmayan temizlik işçilerine, bir sendika içinde görev alan Sam haklarını anlatmak için gider ve örgütlenmeleri için çağrıda bulunur. Ancak sendikanın işbirlikçi rolü ve bürokrasiden kurtulamamış uzlaşmacı hali Sam için olduğu kadar işçiler için de sorun oluşturur. Başlarda işlerini kaybetmekten korkan işçiler, haksız yere işten çıkarılma ve diğer baskıların devam etmesiyle mücadele etmekten başka çareleri olmadıklarını anlar ve sendikanın sınırını aşıp greve giderler. Yine 1912 yılında olduğu gibi dillerinde “Bize ekmek verin, ama gülleri de!” sloganı vardır.

Başlarda işlerini kaybetmekten korkan işçiler, haksız yere işten çıkarılma ve diğer baskıların devam etmesiyle mücadele etmekten başka çareleri olmadıklarını anlar ve sendikanın sınırını aşıp greve giderler. Yine 1912 yılında olduğu gibi dillerinde “Bize ekmek verin, ama gülleri de!” sloganı vardır.

35


1871 Paris Komünü 1871 Paris Komünü işçi sınıfının en büyük ve ilham verici direnişlerinden biridir. Bu etkileyici devrimci harekette Paris’teki işçi ve emekçiler devletin organlarının yerine kendilerininkini koyup Mayıs sonlarına kadar iktidarı ele aldılar. Paris’teki işçiler sömürü ve baskı koşullarını kaldırıp toplumu yeni baştan inşa etmek için çok zor koşullarda mücadele verdiler. Paris Komünü deneyiminden çıkaracağımız dersler 143 yıl sonra bugün biz sosyalistler için çok büyük bir önem taşımakta.

36

Komün’den 20 yıl önce 2 Aralık 1851’de Napoleon III bir darbe ile iktidara gelir. Sarsılmaz görülen Bonapartist rejim ilk olarak işçileri ve örgütlülüklerini paramparça eder. Fakat 1860’ların sonuna doğru ekonomik çöküş ve işçi sınıfı mücadelesinin yükselmesi rejimi kayda değer bir şekilde zayıflatır. Rejimlerinin devamı için sürekli bir savaş durumunun gerekliliğinin farkına varan zamanın Fransız egemenleri, 1870 Ağustosu’nda Bismarck’a sefer düzenler. Bu savaşla bölgesel çıkarlar kazanıp Fransa’nın rakiplerini zayıflatmak isterken, ülkenin sanayi ve ekonomisindeki krizi sonlandırmayı amaçlarlar. Napolyon’un Almanya’yı işgal girişimi hezimetle sonuçlanır ve imparator yaklaşık 100 bin askeri ile beraber ele geçirilir. Bunun üzerine Paris’in her yanında kitle gösterileri patlak verir. Kitleler imparatorluğun kaldırılıp demokratik bir yönetimin kurulmasını istemektedirler. General Trochu yönetimindeki yeni hükümet Almanya’ya karşı “anavatanı korumak için birlik” çağrısı yapar. Alman ordusu tarafından kuşatılan Paris halkı bu çağrıya destek verir. Lakin bu “birlik”in ömrü çok da uzun olmayacaktır. İçerde ayaklanan işçi ve emekçileri dışarıdaki Alman ordusundan daha büyük bir tehlike olarak gören Fransız kapitalistleri, zaman kazanıp direnişi bastırmak için Bismark’la gizli anlaşmalara gider. Haftalar geçip hükümetin yaptığı anlaşmalar duyuldukça ona karşı güven sarsılıp kin artar, hükümet karşıtı gösteriler birbirini takip eder. Paris’e yapılan kuşatma, beraberinde sefalet ve diğer korkunç sonuçları getirir. Hükümet değişiklikleri, haliyle soruna bir çözüm getiremez. Hükümet kuşatmanın başından beri planladığı

tavizleri Almanya’ya 27 Ocak’ta verir. Bu süreçte de Fransa kırsalı “barış” istemektedir. Köylülüğün büyük kısmı seçimlerde oylarını monarşist ve muhafazakar çevrelerden yana kullanmaktadır. Paris ve kırsal arasındaki çatışma kaçınılmazdır artık. Prusya ordusunun başını çektiği ayan beyan bir karşı devrim hareketi yükselmektedir. İşçilerce ve yoksul kesimlerce desteklenen Milli Muhafızlar birçok gösteri düzenleyip hükümeti, Paris’i korumak bahanesiyle insanları ölüme sürüklemekle ve hainlikle suçlar. Paris işçi sınıfı tümüyle ayaklanma aşamasındadır. Kuşatma birçok insanı işsiz bırakıp açlığa sürükler. Paris’in başkent işlevini yerine getirememesi nedeniyle başkent Versay’a taşınır. Bu ve diğer “önlem”ler en çok da yoksul kesimi vurur. Aynı koşullar orta sınıfın radikalleşmesine de neden olur. Artık orta sınıf da gerçek kurtuluşun devrimci bir kalkışmayla ulusal hükümetin alaşağı edilmesinden geçtiğinin farkına varmaya başlamaktadır. Milli Muhafızlar hükümete olan güvenlerini yitirdikleri için Milli Muhafız Federasyonu Merkez Komitesi’ni oluşturup örgütlenmelerini yeni baştan düzenlerler. Milli Muhafızlar artık liderlerini seçebiliyor, seçtikleri liderler güvenlerini boşa çıkarırsa da onu yerinden alabiliyordu. Rusya’da gerçekleşen 1905 ve 1917 devrimlerinde bahsi geçen ordu içi örgütlenme modeline büyük oranda öykünülecektir. Yeniden yapılandırılan Milli Muhafızlar Prusya ordusu Fransa’ya girdiğinde göğüs göğüse çarpışır. Prusya güçleri 2 günlüğüne Paris’in bir kısmını elinde tutup çekilmek zorunda kalır. Takip eden süreçte Milli Muhafızlar hemen hemen hiçbir


direnişle karşılaşmadan şehirdeki tüm stratejik noktaları ele geçirirler. Merkezi hükümet otoriteyi yitirip birçok tartışmadan sonra bir süre Hotel de Ville’de kalmaya karar verir. İşlevsiz kalan merkezi hükümet birçok vali ve arabulucu ile seçim tarihi üzerine müzakereye başlar. 26 Mart’ta gerçekleşecek olan seçime kadar olan zamanı çok iyi kullanan dönemin hükümet başkanı Thiers, Bismarck’ın yardımıyla yalanlarla dolu bir propaganda örgütler. Bu kampanya bir yandan da Alman askerlerinin sayısını, silahlanmasını ve moralini arttırmaktadır. Yeni seçilen komün liderliği, yetkileri Milli Muhafızlar’dan alıp içinde çoğunlukla devrimci harekette öne çıkan işçi ve emekçilerin yer aldığı Devrimci Paris Hükümeti’ne verir. Komün’de, zenginlere tanınan ayrıcalıklar yasaklanmış, kiralar dondurulmuş, terkedilen atölyeler ve fabrikalar işçilerin yararına işgal edilmiş, gece vardiyaları için gereken önlemler alınmış, hasta ve yoksulların sorunları gözetilmiştir. Komün, hedefini işçi ve kapitalistler arasındaki yıkım getiren rekabeti bitirmek olarak koymaktadır. Kilise devletten ayrılmıştı. Din bireysel bir meseledir denmişti. Resmi binalar evsizlere açılmıştı. Bunların dışında, yabancı işçiler kardeş olarak görülüp “uluslararası işçi sınıfının evrensel cumhuriyeti” vurgusu yapılır. Her alanın ortak yarar için nasıl değiştirilip dönüştürüleceğine yönelik gece gündüz sayısız toplantı yapılır. Kısacası Komün’ün ve Milli Muhafızlar’ın sosyal ve politik özü kesin olarak sosyalist karakterdedir. Tarihte komünün öncülünün olmaması, organize olmayan bir liderlik, net olmayan bir

program ve sosyoekonomik zorluklar, kuşatılmış bir şehir gerçeğiyle birleşince; uyumsuzluk, yarım önlemler, etkili kullanılamayan enerji ve zaman gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Tüm bu nedenlerden dolayı komünarlar büyük hatalar yaptılar. Kısıtlı bir zamandaki bu sosyalizme ilerleme süreci Versay’daki askerlerin şehre dönüşüyle birlikte korkunç bir katliamla sonlanır. Çünkü Versay’dan gelebilecek bir tehdit Komün tarafından küçümsenmişti, onlara saldırmamakla kalmayıp ciddi bir şekilde savunma bile hazırlamamışlardı. Coşku ve kararlılığa rağmen politik düzey ve askeri hazırlıktaki eksiklik Versay ordusu karşısında kesin bir yenilgiyi beraberinde getirmişti. İlk haftaların coşku ve iyimserliğinden eser yoktur. Bu yenilgi ölü ve yaralıların yanında yılgınlığı da beraberinde getirir Paris’e. Sonuç olarak, Versay ordusu 21 Mayıs 1871’de Paris’e girer. Komünarların inanılmaz bir cesaretle savaşmasına karşın 28 Mayıs’ta şehir tümüyle kaybedilir. 30 bin kadın, erkek ve çocuk kıyımdan geçirilir. Sonraki haftalarda 20 bin daha... Paris işçi sınıfı kendilerini ve mücadelelerini yalnızca kendi acil ihtiyaçları üzerinden tanımlamayıp sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için mücadele etmişlerdir. Şu an Fransa olduğu gibi Türkiye’de de bu büyük amaç için maddi koşullar o zamankinden daha elverişli bir şekilde hazırdır. Bizim üstümüze düşen, tarihteki işçi sınıfı deneyimlerinden ders alıp sosyalizm mücadelesini yükseltmektir. Kaynakça: http://www.marxist.com/pariscommune-of-1871.htm *Yazıda ekleme çıkarma yapılmasına karşın yazı, büyük oranda yukardaki kaynaktan çeviridir.

Paris işçi sınıfı kendilerini ve mücadelelerini yalnızca kendi acil ihtiyaçları üzerinden tanımlamayıp sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için mücadele etmişlerdir. Şu an Fransa olduğu gibi Türkiye’de de bu büyük amaç için maddi koşullar o zamankinden daha elverişli bir şekilde hazırdır. Bizim üstümüze düşen, tarihteki işçi sınıfı deneyimlerinden ders alıp sosyalizm mücadelesini yükseltmektir.

37


Bir savaş çağrısı:

Kızıldere!

Asker sesleniyor: ‘Teslim olun!’ ama On’lar “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyor Kızıldere’de. Bu direnç karşısında düşman, katliamcı yüzünü bir kez daha gösteriyor. Ve yiğitler yürekleriyle göğüslüyorlar zalimin kan kusan kurşunlarını…

38

“Günler ağır Günler ölüm haberleriyle geliyor… Düşman haşin, zalim ve kurnaz.”

Ölüyor çarpışarak insanlarımız; sokaklarda, köşe başlarında, faşizmin zindanlarında. Kuşatılmış dağlardan, sokaklardan mücadelenin yılmaz sesi yükseliyor. Katil devlet, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın özlemiyle kavgaya tutuşan korkusuz yürekleri, işkencehanelerinde, mahkemelerinde zulümle, kanla yıldırmak istiyor. ‘3 Bizden 3 onlardan’...Düşman bedel istiyor! Gencecik 3 insanı; Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i kendine kurban seçiyor ve haklarında idam kararı veriyor. Mahkemenin bu kararı üzerine, THKO ve THKP-C militanları devrimci siper yoldaşlığının verdiği sorumluluk ve bilinçle Sinop’ta bulunan NATO üssünden 3 İngiliz askerini kaçırarak; Tokat’ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyüne getiriyor. Muhtarın ihbarı üzerine bölgeye gelen binlerce asker burayı kuşatma altına alıyor ve operasyon başlıyor: Asker sesleniyor: ‘Teslim olun!’ ama On’lar “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyor Kızıldere’de. Bu direnç karşısında düşman, katliamcı yüzünü bir kez daha gösteriyor. Ve yiğitler yürekleriyle göğüslüyorlar zalimin kan kusan kurşunlarını… Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Nihat Yılmaz,

Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt, Ahmet Atasoy… Yürüyorlar ölümün üzerine korkusuzca. Çünkü devrimcilik, yoldaşlık bir ünvan değildir sadece. “On’lar Kızıldere’de Denizler darağacında ölümü paylaşırlar.” Fakat düşman yine yanılıyordur. Denizleri, Mahirleri, İbrahimleri katlederek onlardan ve aslında onların düşüncelerinden kurtulacağını sansa da toprağa düşen on yürek, devrimci siper yoldaşlığını ve büyük bir direniş geleneğini bizlere miras bırakmıştır. Kızıldere gürül gürül devrime akıyordur artık! Bu gelenek Diyarbakır zindanlarında bedenini tutuşturarak Mazlumlaşmış, ölümlere yatarak Haticeleşmiş, Ulucanlar’da Habipleşerek, Ümitleşerek kavganın kızıl bayrağını daha da yükseltmiştir. Bugün bizler bu kızıl bayrağı taşımanın sorumluluğu ve onuruyla umudun, direncin, yoldaşlığın sesini barikatlara, fabrikalara, yarınlara taşıyacağımıza söz veriyoruz. “Varılacak yere Kan içinde varılacaktır Ve zafer Artık hiçbirşeyi affetmeyecek kadar Tırnakla sökülüp Koparılacaktır.”

Ayçe



Barikatlarda Bir çocuk öldü Kanlı gericilikle savaşta Hatırlıyor musun o sokak çocuğunu? O bendim Nikola Vapstarov


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.