Ekim Gençliği 149. sayı

Page 1


T e ky o l d e v r i m , k u r t u l u ş s o s y a l i z m !

Üni v e r s i t e l e r dei k i nc i döne m baş l amı şbul unuy or . Aç ı kk i i k i nc i döne mi n baş ı , s i y as al c e phe de ns e ç i mt arş mal ar ı y l a ge ç e c e k . Ç oky önl ük r i zi ç i ndede be l e ne ndüz e n, s e ç i ml e rar ac ı l ı ğı y l ai ş ç i l e r i , e me k ç i l e r i v ege nç l e r i düz e nebağl amanı ny ol l ar ı nı ar ı y or . He rt ür l ü pi s l i ği buk adaraç ı ğaç ı k mı ş k e n, bi rk e zdahas ömür ü, y ağmav er antdüz e ni ni ak l amay aç al ı ş ı y or , “ de mok r as i ”oy unus ahne l i y or . S e r may edüz e ni ni nbuç abas ı nar e f or mi s ts ol da k e ndi c e phe s i nde ne ş l i ke di y or . Y e r e l s e ç i ml e r l i be r al / r e f or mi s ts ol unpar l ame nt e rhay al l e r i ni i y i c egün ı ş ı ğı naç ı k ar ı y or . Baş k at ür l üol mas ı dabe k l e ne me z di z at e n. Z i r aç ok t anbe r i de v r i mv es os y al i z me s ı r tç e v i r me ni n, t üm v ar l ı ğı nı k ur ul udüz e ni n de mok r ak l e ş me s i near mağane t me ni n k aç ı nı l mazbi rs onuc ubut abl o. Komüni s t l e ri s es e ç i ml e rv e s i l e s i y l ebi rk e zdahade v r i m v es os y al i z mş i ar ı nı y ük s e l t e c e k , de v r i mc i s ı nı f pr ogr amı nı k api t al i s tdüz e ni nk ar ş ı s ı naç ı k ar ac ak l ar . Ge nç l i kdebus ür e ç t ede v r i mv es os y al i z ms a ndak i y e r i ni al mal ı , y al nı zs andı k t ade ği l , ondandahada öne ml i s i , s e ç i m döne mi boy unc ak ı z ı l bay r ağı dal gal andı r ar aks ı nınde v r i mc i pr ogr amı na güçv e r me l i di r . * * * Ge nçk omüni s t l e r , ge nç l i khar e k e nede v r i mc i müdahal e y i v ebununör güt s e l ay ağı nı ör me y i günde ml e r i neal mı şbul unuy or l ar . Bumüdahal e ni n k aps amı , ni t e l i ği v ehe de fle r i bus ay ı mı z dage ne l ç e r ç e v e s i i l eor t ay ak onul muşbul unmak t a. Ok ur l ar ı mı z v ey ol daş l ar ı mı z , ge nç l i khar e k e ney apı l ac ak müdahal e ni nv ebue k s e ndeor t ay ak onanpol ik anı n hay at age ç i r i l e bi l me s i i ç i naz ami ç abahar c amal ı dı r . De v r i mv es os y al i z mk av gas ı nı ge nç l i kk i t l e l e r i i l e bul uş t ur maki ç i nt üm güc üy l eç al ı ş mal ı dı r . Re f or mi z m dedahi l ol maküz e r e , ge nç l i khar e k e ni n de v r i mc i l e ş me s i ni nönünde k i e nge l l e r i aş manı nt e ky ol u ol anbumüdahal e ni nbaş ar ı l ı ol upol mamas ı , ok ur l ar ı mı z ı nv ey ol daş l ar ı mı z ı nor t ay ak oy ac ağı ç aba i l edoğr uor an l ı dı r .

S a y f a3

D e v r i m c i p o l i t i k av eö r g ü t l e n m ei l i ş k i s i S a y f a4 5

İ ÜM e r k e z B i n ai ş g a l i n i n 1 8 . y ı l d ö n ü m ü . . .

S a y f a1 4 1 7

O R T A S A Y F A : S e ç i m l e r v e d e v r i m c i s ı n ı f t u t u m u S a y f a2 0 2 2

A l i İ s ma i l K o r k ma z d a v a s ı S a y f a2 4 2 5

K a d ı nb e d e n i n i n me t a l a ş t ı r ı l ma s ı S a y f a3 0 3 1

“ P a r t i S ı r r ı ” S a y f a3 7

Ay l ı kS o s y a l i s tGe n ç l i kDe r g i s i E k i mGe n ç l i ğ i *Ş u b a t2 0 1 4*S a y ı : 1 4 9 F i y a t ı : 2T L .( KDVd a h i l ) *S a h i b i v eS o r u ml uY.İ ş l .Md . : T a y f u nAl t ı n t a ş E KS E NBa s ı mYa y ı nL t d .Ş t i .* T e l : 02 1 26 2 17 45 2 Ya y ı nt ü r ü : S ü r e l i Ya y g ı n Ba s k ı : Öz d e mi rMa t b a a c ı l ı kDa v u t p a ş aCa d .Gü v e nS a n a y i S i t e s i CBl o kNo : 2 4 2T o p k a p ı / İ s t a n b u l T e l : 02 1 25 7 75 49 2

Yö n e t i mAd r e s i :

E k s e nYa y ı n c ı l ı kMi l l e tCd .S e l ç u kS u l t a nCa mi S k . No : 2 / 9F a t i h / İ s t a n b u l

e ma i l : e k i mg e n c l i g i @g ma i l . c o m www. e k i mg e n c l i g i . n e t


Sömürü, yolsuzluk, rüşvet, rant ve yağma düzenine karşı;

Tek yol devrim, kurtuluş sosyalizm!

AKP-cemaat arasında yaşanan iktidar ve rant kavgası 17 Aralık’ta gerçekleştirilen yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile yeni bir boyut kazandı. Gerici kapışma kızıştıkça düzen siyasetinde yaşanan çürüme ve pislikler de ortalığa saçılmaya başladı.

Çıkar çatışması gerçekleri ortaya sermeye devam ediyor!

17 Aralık’ta bakan çocuklarının da içerisinde olduğu yolsuzluk operasyonları ile kızışan AKPcemaat çatışması karşılıklı açıklamalarla devam ediyor. Bu gerici kapışma üzerinden yıllardır işçilerin, emekçilerin ceplerinden çalınan paralar birilerinin ayakkabı kutularından çıkarken, gençliği geleceksizliğe itenlerin çocuklarının nasıl zenginlikler içerisinde yaşadığı da gözler önüne serilmiş oldu. Tüm bu çatışmalarda ortaya çıkanlar ise bilinen gerçeklerin kitleler nezdinde açıklığa kavuşması anlamına geliyor. Yıllardır sermaye devletinin hizmetinde, AKP-cemaat koalisyonunun sadık uşaklığını yapan polis şefleri bugün çıkar çatışmaları ekseninde sürgünlerle karşılaşıyorlar. AKP kendi cephesinden cemaate karşı tasfiye operasyonlarına girişiyor. Savcılar üzerinden yürütülen ve HSYK’ya müdahaleye kadar giden süreç ise AKP’nin her yerde tek güç haline gelme amacını açıkça ortaya koyuyor. AKP’nin cemaate yönelik tasfiye manevraları sürerken cemaat cephesinden de AKP’nin ipliğini pazara çıkaran yeni hamleler gerçekleştiriliyor. Suriye’de kirli savaşın bir parçası olan AKP iktidarının MİT aracılığı ile gerici çetelere silah gönderirken “enselenmesi”, yine Van’da gerçekleştirilen El Kaide operasyonunda kimi AKP’lilerin gözaltına alınması bu hamlelerin bir kaçı oldu. Kürt halkına yıllardır asimilasyon ve imha politikaları dayatanlar, bugün onları kendi yanında taraflaştırmaya çalışıyorlar. Roboski katliamının hesabını göstermelik olarak bile vermeye yanaşmayan AKP hükümeti yaptığı açılım aldatmacasını sürdürerek, bu dönemde Kürt halkının öfkesini ve enerjisini dizginlemeye çalışıyor. Diğer taraftan ise Ergenekon operasyonlarında tutuklanan askerlere yeniden yargılama yolunu açmaya çalışıyor. Bu yolla kimi toplumsal kesimleri arkasına almayı amaçlıyor.

Yaşanan aldatmacalara kanmayalım. Gelecek mücadelemizi büyütelim! Gençlik, dinamizminin bir gereği olarak,

yaşanan toplumsal olaylara hızlı bir şekilde refleks göstermektedir. Ancak bu duyarlılık sadece dinamizminden değil, gelecek özleminden gelmektedir. Her ne kadar son süreçte gençlik hareketinde bir durgunluk yaşansa da gençlik saldırılara karşı tekrar barikat başlarında yerlerini alacaktır. Zira yıllardır yaşanan saldırılardan en çok etkilenen kesimlerden birisi de gençlik kitleleridir. Dahası bugün hala gençliği hedef alan bir dizi saldırı ve baskı politikaları azgınca uygulanmaktadır. Gerek gerici kapışma üzerinden, gerekse yaklaşan yerel seçimler vesilesiyle düzen güçleri, bir bütün olarak gençliği kendi sefil çıkarları üzerinden taraflaştrmaya çalışıyorlar. Oysa neresinden tutulsa elde kalacak olan bu sistem gençliğe geleceksizlikten başka hiç bir şey vaad etmiyor.

Gençliğin safı sosyalizmdir!

Geleceği ellerinden alınan gençlik kitlelerinin yanı sıra yıllardır yok sayılan ve hala saldırılara uğrayan Kürt gençleri bu sistemde kurtuluş aramaktan vazgeçmelidirler. Çünkü sermaye düzeni gençliğe sömürü, diplomalı işsizlik, baskı, gericilik ve geleceksizlikten öteye bir şey sunmamaktadır. Gençliği hedef alan tüm bu baskıcı ve gerici politikalar gençlik içerisinde öfkeyi ve mücadele isteğini her geçen gün büyütmektedir. Düzenin bütün pislikleri gözler önüne serilmişken, gençlik kitlelerine öncülük iddiasında olan bizler, gençlik içerisinde mayalanan öfkeyi büyütmeli, mücadele dinamiklerini kucaklamasını başarabilmeliyiz. Bunun için yapılan etkinlikleri, eylemleri, arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetleri bu düzene karşı bir alternatifin olduğu gerçeğine yönlendirmeliyiz. Gençliği devrim ve sosyalizmin safına kazanabilmek için her imkanı seferber etmeliyiz.

Düzenin bütün pislikleri gözler önüne serilmişken, gençlik kitlelerine öncülük iddiasında olan bizler, gençlik içerisinde mayalanan öfkeyi büyütmeli, mücadele dinamiklerini kucaklamasını başarabilmeliyiz.

Gençlik mücadeleyi büyütecek, pisliği devrim temizleyecektir!

Yaşanan yolsuzluklarla birlikte kapitalist sömürü düzeninin çürümüşlüğü bir kez daha gözler önüne serildi. Bu gerçeklik üzerinden kapitalizme karşı sosyalizm alternatifini güçlendirme sorumluluğu çok daha yakıcı ve güncel bir hal almış bulunuyor. Gerek gerici boğazlaşma ve kavgalar karşısında, gerekse gençliği hedef alan baskı ve gericiliğe karşı gençliği uyarmak, bu sorunlar etrafında örgütlülüğünü güçlendirmek ise bu sorumluluğun güncel halkalarını oluşturuyor.

3


Devrimci politika ve örgütlenme ilişkisi

Haziran Direnişi, gençlik kitlelerinde biriken hoşnutsuzluğun patlamasına vesile olmuş, gençliğin sermaye düzeninin cenderesini kırma gücünü ve potansiyelini ortaya koymuştur. Gençlik kitlesel olarak çıktığı sokaklara dinamizmini, mücadele azmini, özlemlerini ve militan ruhunu yazmıştır. Geleceği ve özgürlüğü için barikatın başına geçmiş, kavgaya tutuşmuştur.

4

Türkiye’de gençlik toplumsal mücadelenin önemli bir parçası, dinamik bir unsuru olagelmiştir. 1960’lı yıllara kadar gençlik kitleleri düzen içi olmuş, egemen sınıfların himayesinde kalmış ve sermaye iktidarının resmi ideolojisini aşamamıştır. Ancak ’60’lı yıllarla birlikte işçi sınıfı başta olmak üzere alt sınıflarda ortaya çıkan sosyal hareketlilik gençlik hareketinin devrimcileşmesine önemli bir katkıda bulunmuştur. Özellikle ’65 sonrasında gençlik düzenden köklü bir kopuş sürecine girmiş, düzen içi unsur olmaktan çıkmıştır. Gençliğin en ileri, diri ve politik kesimleri, bu yıllarda Marksizm’e yönelmiş, devrim ve sosyalizm idealini benimsemiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de yaşanan iki devrimci yükseliş döneminde gençlik, toplumsal hareket içinde aktif, militan ve kitlesel olarak yer almıştır. Bugüne kadar uzanan toplumsal mücadele tarihi içinde gençlik -özelde de öğrenci gençlik- son derece önemli bir mücadele dinamiği taşıdığını göstermiştir. 12 Eylül faşist darbesinin en ağır saldırılarının hedefinde yine gençlik yer almıştır. Baskı, zorbalık, zulüm ve katliamın yanısıra, sermaye düzeni, gençliğin bu dinamik yanını törpülemek, toplumsal mücadele içindeki aktif tutumunu kırmak, tümüyle ezemediği yerde de denetim altında tutmak için “önlemler” almıştır. Düzenin tüm bu çabaları nafile çıkmış, ’80 sonrasında da gençlik tepkisini -yer yer kitlesel ve militan çıkışlarla- ortaya koymuştur. *** 2000’lerin başında gençlik hareketi, dönemin politik atmosferine uygun bir seyir izlemiş, ancak hareket giderek gençliğin ileri unsurlarına daralmaya, kitleselleşme sorunu yaşamaya

başlamıştır. Özellikle 2004 sonrasında ise gençlik hareketi, deyim yerindeyse, dibe vurmuş, sermaye düzeninin bir bir sıraladığı saldırılar karşısında anlamlı yanıtlar üretememiştir. Dolmabahçe eylemleri vb. süreçlerde sahneye çıkan gençlik hareketi, her ne kadar ileri gençlik kitlelerine sıkışmış olsa da devrimcileşmenin ve kitleselleşmenin nüvelerini barındırdığını göstermiştir. Nihayetinde, 2012 sonu-2013 başı arasını kapsayan dönemdeki ODTÜ çıkışı, bunu izleyen dönemde yaşanan bir dizi gelişme gençlik hareketinin kitleselleşeceği yönünde güçlü emareler vermiştir. Son olarak, toplumsal mücadele tarihimizde bir eşiği ifade eden Haziran Direnişi, gençlik kitlelerinde biriken hoşnutsuzluğun patlamasına vesile olmuş, gençliğin sermaye düzeninin cenderesini kırma gücünü ve potansiyelini ortaya koymuştur. Gençlik kitlesel olarak çıktığı sokaklara dinamizmini, mücadele azmini, özlemlerini ve militan ruhunu yazmıştır. Geleceği ve özgürlüğü için barikatın başına geçmiş, kavgaya tutuşmuştur. *** Buraya kadar kısaca hatırlatmış olduğumuz süreçler, gençliğin (hareketinin) niteliğine dair şu sonuçları ortaya koymaktadır. Birincisi; sermaye düzeni hiçbir dönemde gençliğin özlemlerine yanıt verememiş, gençliğe gelecek sunamamıştır. Bu nedenledir ki, tüm baskılarına, zulüm ve katliamlarına, ideolojik saldırılarına rağmen gençliği tümüyle denetimi altına alamamıştır. Gençlik kitlelerinde biriken hoşnutsuzluk ve umutsuzluk çeşitli vesilelerle kendisini -çoğu zaman kitlesel ve militan


biçimlerle- ortaya koymuştur. İkincisi; gençlik hareketi, her dönemde -farklı düzeylerde de olsa- politik bir nitelik taşımıştır. Toplumsal mücadelenin dinamik ve militan parçası olmuştur. Bugüne kadarki deneyimler göz önüne alınırsa, gelecek dönemde de gençliğin bu karakterini koruyacağından kuşku duyulmamalıdır. *** Haziran Direnişi, gençlik için de yeni bir dönemin kapısını araladı. Yıllardır apolitizmle suçlanan gençlik kitleleri, Haziran Direnişi süresince barikat başındaki yerini aldı. Kuşkusuz bu, çok yönlü bir eğitim demekti. Direnişin gençlik kitleleri üzerindeki politik etkisi, militan eylemlerde ve barikat başlarında edinilen deneyim, yeni döneme fazlasıyla anlamlı bir miras olarak kaldı. ODTÜ’de rant yoluna karşı verilen militan yanıt, üniversiteler açıldığında direniş ruhunun kampüslerde dolaşmaya başlayacağı düşüncesi yarattı. Aynı dönemde İstanbul’da yapılan eylemlere yönelik polis terörüne karşı ortaya konan direniş ve bu direnişin dinamik gücünün yine gençlik olması, bütünlüklü olarak düşünüldüğünde yeni dönemde gençlik payına hareketli bir süreç yaşanacağı beklentisi oluşturdu. Öyle ki, sermaye düzeni bile ‘Eylül sendromuna’ kapılarak önlemler almaya başladı. Aradan geçen süreyi göz önüne alırsak, gençliğin bu beklentileri gerçeğe dönüştürdüğünü söylemek mümkün değil ne yazık ki. Gençlik kendi talepleri için sokağa dökülemedi. Üniversite kampüslerini direniş mevzilerine çeviremedi. Bu, Haziran Direnişi’nin gençlik kitlelerine ‘kalıcı’ bir ekti bırakmadığı anlamına gelmemektedir. Zira bu aynı dönemde gençlik hareketi bir dizi lokal eyleme imza attı. Gençlik kitlelerinin siyasal mücadeleye ilgisinin arttığı, bu ilginin, onun ileri unsurları şahsında pratik bir tutuma da konu olduğu gözlemlendi. *** Sözünü ettiğimiz yakın dönem deneyiminden dersler çıkaracak olursak, kısaca: * Gençlik hareketi, kimi dönem militan çıkışlar yaşasa da kendisine politik planda bir yön çizememiş, taleplerini sistematik bir mücadeleye konu edememiştir. Bu yapılamadığı için, ilk anda etkisi ne olursa olsun, yaşanan çıkış bir süre sonra gençliğin politik unsurlarına daralmıştır. Bunun kaçınılmaz akıbeti de giderek sönümlenmek olmuştur. Bu durumun kendisi, bir kez daha, devrimci önderlik boşluğuna işaret etmektedir. * Haziran Direnişi gibi bir deneyime rağmen, gençlik hareketinin yeni bir düzeyde kendisini ortaya koyamaması gençlik hareketi içerisinde devrimci önderlik ihtiyacını ortaya koymaktadır. Sermaye düzeni gençlik sorununa dair en ufak bir çözüm gündeme getirmemişken, sorunlar aynı biçimde orta yerde duruyorken, gençlik koskoca bir direniş deneyimine sahipken, hepsinden önemlisi açığa çıktığında muazzam sonuçlar üretecek bir dinamizm biriktirmekteyken hareketin nitelik ve nicelik planında yeni bir düzeye girememesinin başka bir izahı olmasa gerek. Eğer kitle hareketinin kendiliğinden çıkışlarının bir sınırı olduğunu, devrimci müdahalenin yapılamadığı takdirde bu sınırı atlayamayacağını biliyorsak; gençlik hareketi cephesinden yakın dönemde bunun örneklerini yaşamışsak; bugün çubuk bükülmesi gereken nokta devrimci müdahale ve önderlik olmalıdır.

*** Gençlik hareketine devrimci müdahale ya da devrimci önderlik boşluğunun doldurulması sorunu farklı başlıklar üzerinden tartışılabilir. Gençliğin militan eylemine önderlik, politik ufkun genişletilmesi vb. başlıklar bunların ilk akla gelenleridir. Bugün, tüm bunlarla beraber, harekete müdahalenin örgütsel ayağını tartışmak gerekmektedir. Bu kaba bir biçimde “yeni bir örgüt kurma” tartışması olamaz elbette. Devrimci müdahalenin örgütsel ayağı demek; hareket içinde devrimci bir odak yaratmak, geniş gençlik kitlelerini devrimci politika ekseninde bir araya getirmek, onun en ileri unsurlarından başlayan ve giderek geniş gençlik kesimlerini kucaklayan örgütsel bir form oluşturmak, nihayetinde gençliği devrimci politikada kenetlenmiş ve örgütlü bir yapıya kavuşmuş biçimde sermaye düzeninin karşısına çıkarmak demektir. Bu tartışma, gençliğin devrimci dinamizmini açığa çıkaracak müdahalenin örgütsel alandaki karşılığıdır esasında. Politikanın cisme dönüştürülmesidir. Zira devrimci müdahale sadece hareketin izlemesi gereken yolu göstermekle değil, bu yolda yürünebilmesi için gerekli araçların yaratılmasını da sağlamakla gerçek anlamını bulur. Diğer türlüsü yalnızca gençlik kitlelerine akıl vermek olur ki bunun da zerre kadar etkisi olmaz. *** Bugün gençlik hareketinin -tüm birikim ve deneyimine rağmen- yaşadığı bu durumu aşmanın, hareketi yeni bir eşiğe getirmenin yolu; politik, kitlesel ve devrimci bir örgütlenmenin yaratılması, bu örgütlenmenin gerçek işlevine kavuşmasının, yani kitlesel bir güce dayanan devrimci odak olabilmesinin sağlanabilmesinden geçmektedir. Genç komünistler, yeni dönemde bu müdahaleyi tüm yönleriyle tartışacak, hayata geçirebilmek için adımlar atacaklar. Gençlik içinde devrimci bir kitle örgütlenmesi/birliği yaratmanın çabasını harcayacaklar. *** Gençlik hareketine böylesi bir müdahalede bulunmak yeni bir şey değil elbette. Reformizm kendi cephesinden bunu yapmaktadır. Ancak eşyanın tabiatı gereği, onun politik niteliği gençlik hareketini ileri taşıyacak bir müdahale olmamaktadır. Tersine, reformist politika kitle örgütü olarak cisimleştiğinde uğursuz rolünü aktif olarak oynamaya başlamakta, gençlik hareketinde devrimci çıkışın dayanak noktalarını kötürümleştirmektedir. Reformizmin gençlik hareketi üzerindeki ablukasını dağıtmanın yolu da sözünü ettiğimiz devrimci odağı yaratmak ve onu geniş gençlik kitlelerine mal edebilmektir. *** Son olarak, burada ortaya konan düşünceler, gençlik hareketine devrimci müdahalenin kapsamı ve bunun örgütsel karşılığı üzerine henüz ilk tartışmalardır. Bu politikayı tüm yönleriyle tartışmak, geçmiş deneyimleri değerlendirmek, giderek de politikaya şekil vermek gerekmektedir. Tüm yoldaşlarımızın ve okurlarımızın, gençlik hareketinin devrimcileşmesi, devrimci politik eksen üzerinde kitlesel bir örgütlülüğe ulaşması için yapılacak müdahaleye düşünsel ve pratik olarak katkı sunması ise günün ivedi sorumluluğudur.

Bu tartışma, gençliğin devrimci dinamizmini açığa çıkaracak müdahalenin örgütsel alandaki karşılığıdır esasında. Politikanın cisme dönüştürülmesidir. Zira devrimci müdahale sadece hareketin izlemesi gereken yolu göstermekle değil, bu yolda yürünebilmesi için gerekli araçların yaratılmasını da sağlamakla gerçek anlamını bulur. Diğer türlüsü yalnızca gençlik kitlelerine akıl vermek olur ki bunun da zerre kadar etkisi olmaz.

5


Zoru zor bozar!

Zoru zor bozacaktır. Karşımızdaki zor aygıtına boyun eğerek onu alt edemeyiz. Onu kabullenerek onu dağıtamayız. Ancak karşımızdaki zor aygıtı örgütlüdür. Kitleleri kendi peşinden sürüklemektedir. Onun karşısına örgütlü bir zor çıkarmalıyız. Kitleleri harekete geçirecek, içine katacak, politik bir ortaklığa sahip bir örgütlülükten bahsediyoruz. Baskı politikalarını, saldırıları püskürtmenin tek yolu budur.

6

Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki zor aygıtı olarak örgütlenmiş devlet mekanizması kendi geleceği için her türlü yola başvurmaya, baskıyı sistematikleştirmeye ve katmerleştirmeye devam ediyor. Bunu sistemin yaşadığı krizle beraber daha da yakıcı hissederken Haziran Direnişi ile birlikte bu zor aygıtının pervasızlığını kitlesel boyutta yaşadık. Direnişte şehit düşenlerden yaralananlara, gözaltı-tutuklama teröründen TOMA’lara, plastik mermilere, gaz fişeklerine kadar baskıyı soluduk. Bu baskı politikaları gençliği de doğrudan hedef almaktaydı. Toplumsal hareketin yükseldiği her dönemde dinamik, militan bir ruhla mücadelede yerini alan gençlik bu zor aygıtının direkt hedefindeydi. Bu gerçeklik sadece Haziran Direnişi’yle yaşanan sürecin gerçekliği değil, devlet mekanizmasının da gerçekliğidir. Bizler bunu on yıllardır üniversitelerde yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Gençliğin devrimci potansiyelinden her daim korkan ve korktukça da saldırganlaşan, baskıyı arttıran burjuvazi, AKP şefinin deyimiyle elindeki bütün “enstrümanları” kullanıyor. Haziran Direnişi’nin ardından gençlikten korkusunun ve gençliğin potansiyelini bertaraf etme politikasının bir sonucu olarak “Eylül sendromu” yaşayan ve yaşatan, gençlikten beklentileri yükseltip, umutsuzluk yayan ve kendi hazırlığını bu çerçevede yapan düzen güçleri hazırlığında haksız olmadığını gördü. Belki Eylül ayı veya sonrası yeni bir Haziran getirmedi ancak gençlik potansiyelini ortaya koydu. Bu potansiyelin karşısında bilindik yöntemler devreye sokuldu. Faşist saldırılarla birçok yerde devrimci, ilerici ve Kürt öğrencilere yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Bir yanıyla korkutma bir yanıyla kitleden yalıtma ve marjinalleştirmenin bir aracına dönüştürüldü. Hareketin özneleri ise bu saldırıları bir kitle çalışmasına konu etmekte ve kitlesel yanıtlar üretmekte zayıf kaldılar. Turnikelerle, bölümler arası geçiş-afiş asmabildiri dağıtma-stand açma yasaklarıyla, ÖGB-polis saldırıları, denetimler, kameralarla gençlik dört bir yandan kuşatıldı. Bu kuşatma sivil polislerin üniversite kapısından gözaltı yapmalarına kadar vardırıldı. “Koruma memurluğu” adı altında polisin üniversitelere girişine meşruluk, kabulleniş yaratma çabası Haziran Direnişi ile ötelenirken, bu dönemse gençlikle daha fazla karşı karşıya gelmemek adına hayata geçirilmedi. Ancak devletin zor aygıtının polisten ibaret olmadığı ortada. Üniversitelerde her türlü kılığa bürünmüş bir şekilde polislerin bulunduğu da biliniyor. Tüm bunların devamı olarak daha dönem başında soruşturma tehditleri, geçen dönemden kalan cezaların uygulanması ve dönem boyunca yeni soruşturmaların açılması ile birlikte tam anlamıyla soruşturma terörü gerçekleştirildi. Van ile dayanışma masalarında bulunmaktan Feniş işçilerinin okula geldiği etkinliğe katılmaya, Hasan Ferit’in dedesinin okula sokulmamasına karşı çıkmaktan yemekhanede ücretsiz yemek yemeye, afiş asmaktan okuldaki sivil polisleri kovmaya

forumlara katılmaya kadar İstanbul Üniversitesi’nde 100’e yakın öğrenciye yüzlerce soruşturma açıldı. Sayısını kendilerinin bile bilmediği bir hızla ve dört bir koldan açılan soruşturmalara her gün yenileri ekleniyor. Kimi öğrencilere daha şimdiden 10 soruşturma açılmış durumda. Eylül’den bugüne üniversitelerde böylesi bir tablo hakimdi. Bütün bir dönem devletin zor aygıtının saldırılarıyla geçti. Ne yazık ki bu saldırıları boşa çıkaracak bir çalışma ve irade ortaya konamadı. Bu konuda atılan adımların ya devamı gelmedi ya da sınırlı kaldı. Bunda en büyük etken bu saldırılar karşısında net tutum alacak, bırakalım devrimci tutum almayı faaliyetini sahiplenecek politik bakışa ve iradeye sahip bir siyasal özneler tablosundan yoksun olmamızın çok büyük payı var. Soruşturmalara, saldırılara konu olan politik etkinlikleri sahiplenmek, kitleleri sahiplendirmek, bu zor aygıtının gerçekliğini gözler önüne sermek gerekirken bundan kaçmak, “üniversitede polis istemiyoruz” deyip sivil polislerin okulda cirit atmasına göz yummak, turnikelere karşı olup, üzerinden atlamak gerekir derken kimliklerini okutup okula girmek, soruşturmalar açıldığında “biz yoktuk, ben oradan geçiyordum” demek, cezayı aldığında kabullenip idarenin bir “devrimci”nin okula girip girememesine karar vermesini seyretmek, öğrenciler bunlardan korkar deyip düzenin zor aygıtının gerçekliğini kitlelerden gizleme tutumları hiçbir şekilde kabullenilebilecek tutumlar değildir. Bırakalım kitleleri harekete geçirmeyi, bu tutumların sahipleri düz yolda bile yürüyemezler. Zoru zor bozacaktır. Karşımızdaki zor aygıtına boyun eğerek onu alt edemeyiz. Onu kabullenerek onu dağıtamayız. Ancak karşımızdaki zor aygıtı örgütlüdür. Kitleleri kendi peşinden sürüklemektedir. Onun karşısına örgütlü bir zor çıkarmalıyız. Kitleleri harekete geçirecek, içine katacak, politik bir ortaklığa sahip bir örgütlülükten bahsediyoruz. Baskı politikalarını, saldırıları püskürtmenin tek yolu budur. Bir dönemi geride bıraktık ancak ikinci dönem, bahar dönemine hazırlık yapmak gerekmektedir. Verilen cezalar, okuldan uzaklaştırmaların siyasal faaliyeti engellemesine izin verilmemelidir. Gençlik politik bir taraflaşma içine sokulmalı, kendi geleceğine, özgürlüğüne yönelik bu saldırıları boşa çıkartmanın gerekliliği kavratılmalıdır. Bugün bu saldırılara yanıt verememek sadece bir dönemi değil, gençlik hareketinin biriktirdiklerinin de kaybedilmesi anlamına gelecektir. Geleceğimize ipotek koymaya çalışanlara dur demeliyiz. Geleceği kazanmak istiyorsak, bu saldırıları boşa düşürmekten başlamalıyız. Bugün bu zor aygıtının karşısında bu iradeyi gösteremezsek, bugün bu iradeye kitleleri kazanamazsak, yarın bu zor aygıtını yıkabilecek iradeyi de bulamayız, kitlelere de güven veremeyiz. Ekim Gençliği


ÖGB sorunu ve solun tutumu

Üniversiteyi kazanıp okula ilk gittiğimiz gün okulda ilk olarak ÖGB’yle tanışırız. Bu ilk tanışıklık aslında üniversitelerin nasıl yerler olduğunu anlamamıza yeter de artar bile. Ki bu tablo sadece ilk güne has veya sadece giriş kapısında yaşanan bir şey değildir. Her gün, her saat, her binada, koridorda, kantinde, hatta tuvaletlerde bile ÖGB’ler ‘güvenliğimizi’ sağlamaktadır. Öğrenci kimliğimizi sorar, üstümüzü, çantamızı ararlar. Telsiz sesleri ve cızırtılarıyla okulun her yerinde karşımıza çıkarlar. Çoğu insan ÖGB’yi öğrencilerin güvenliğini sağlamak için var diye düşünür. Peki bu gerçekte de böyle midir? ÖGB’ler kimin güvenliğini sağlamaktadır. Biz öğrencilerin mi, üniversitede bilimsel eğitimin mi? Elbette ki hayır. ÖGB’ler okul içerisinde öğrencileri denetlemede ve devrimci faaliyeti engellemede siyasi polisin tam yönlendiriciliğinde hareket ederler. Çoğunlukla iş ‘ekmek parası’ boyutunu da aşar. Faşistler devrimci-ilerici öğrencilere saldırdığında ÖGB öğrenciyi koruyayım derken(!) devrimci öğrenciyi bıçaklar. (Ankara’da Cebeci kampüsünde Newroz kutlamaları sırasında yaşandı.) Özellikle Marmara Üniversitesi gibi ilerici, devrimci öğrencilere karşı baskının yoğun olduğu okullarda polis-idare-ÖGB-sivil faşist işbirliği ayan beyan bir şekilde ve sıklıkla –periyodik faşist saldırı dönemlerindeaçığa çıkar. Faşistler devrimci-ilerici güçlere saldırır, ÖGB açıktan saldırıya destek verir. Okul dışından öğrenciler, hatta aynı okulun başka fakültesinden öğrenciler okula giremezken ülkü ocaklarından, dinci-gerici tarikatlardan taşınarak getirilenler bıçak, satır, ses bombası gibi malzemelerle girebilirler. Tabi kapıdaki aramadan ÖGB yardımıyla geçerler. Zira tüm bu ‘enstrümanlar’ öğrencilerin ‘güvenliği’ içindir. ÖGB de öğrencilerin güvenliğiyle özel olarak ilgilenmesi için kurulmuş bir birimdir adından da anlaşılabileceği gibi. İstanbul Üniversitesi forumuna Gülsuyu’nda devlet destekli uyuşturucu çetelerinin katlettiği Hasan Ferit Gedik’i anlatmak için gelen 76 yaşındaki dedesini darp eden de ÖGB’dir. Bu olayda dede Mustafa Meray’ı savunan ve ÖGB saldırısına uğrayan devrimci-ilerici öğrencileri polise şikayet eden, ifade alma gerekçesiyle okul kapısı

önünden polislerce kaçırılarak gözaltına alınmasına yardım eden yine ÖGB’dir. Bunlar ÖGB’lerin misyonuna dair sadece bir kaç örnek. Ancak ÖGB’yi anlatmaya yeter de artar bile. Bütün bu yaşananlardan sonra gençlik içinde çalışma yürüten kimi siyasetlerin ÖGB içindekilerin birer polis olmadığını, son tahlilde onların da emekçi olduğunu savunmaları “takdire şayandır”. Kabaca bakarsan, ÖGB bir ‘iş’ yapar, ‘emek’ harcar, karşılığında ücret alır -polis gibi-. Bu işi ‘ekmek parası’ için yaptığını iddia edenlerin tutarlı olup zaten istifa etmesi veya bu işi kabullenmemesi gerekmektedir. Zaten görevini layıkıyla yapmayanlar ya işten atılmakta ya da görev yerleri değiştirilmektedir. Bu yüzden bugün karşımıza çıkan güvenliklerin emekçiliğini savunmak saçmalıktır. Zira ÖGB olarak çalışanlar “emeklerini” tarihin akışı karşısında bir engele dönüşen, asalak bir aygıtın hizmetine sunmakta, emekçilerin davasına ihanet etmektedirler. Emek mücadelesinin, hak arama mücadelesinin karşısına dikilenler emekçi olamazlar. Emek hırsızlarının güvenliğini sağlayanlar, onları koruyanların akıbeti onlarla bir olacaktır. Biz burada kişilerin karakterini, iyiliğini-kötülüğünü tartışmıyoruz. Burada mesele bir sistem sorunudur. Kolluk gücünün sistemde tuttuğu yer sorunudur. Onlar da emir kulu söylemi üzerinden tartışmayı kişilere indirgemektir ve sistem sorununu gözardı etmektir. Kaldı ki ÖGB’lerin devrimci faaliyete yönelik saldırıları sırasındaki tutumları ‘emir kulluğunu’ çoktan aştıklarını gösteriyor. O üniforma içinde o görevi yaptıkça, ÖGB gençlik hareketi önünde bir engeldir, engel olmaya da devam edecektir. Genç komünistler olarak ÖGB’lerin misyonunu gençlik kitlelerine anlatmaya, ÖGB’lerin polis, idare ve faşistlerle işbirliğini teşhir etmeye ve ÖGB terörüne karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. Zira bunu yapmamak, gençliğin gelecek ve özgürlük mücadelesinde düşmanlarını tanımasına engel olmak, gençlik kitlelerinin karşısına ÖGB dikildiğinde doğru tutum almasına engel olmak anlamına gelecektir.

S. Zafer

7


Ekim Gençliği okurundan Yusuf Devran’a mektup…

İşte buradayız!..

Karşınızda tek bir kişinin mücadelesi değil, karşınızda özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesi var. Bizleri kan dökerek sindiremezsiniz.

8

Bu mektup Marmara Üniversitesi’nde devrimci, ilerici ve yurtsever öğrencileri hedef alan faşistlere, sizin gibi dekan bozuntularına ayrıca hemen herşeye bilimsel diyen ilim irfan yuvamızın gerici yobaz rektörüne iyi bir ders olsun. (Kuzey Amerika Ortadoğu Araştırmaları Derneği, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a mektup yazmış sizinle ilgili ve hükümetçe atanan üniversite yönetimlerinin akademik özgürlüklere yönelik ihlallerine dair endişelerinin olduğunu söylemiş. Ancak kimi kime şikayet ediyor anlamış değiliz. Ancak biz sizi MESA’ya şikayet etmeyiz. Biz şikayet etmekten değil, değiştirmekten yanayız.) 1- Marmara İletişim’deki faşist saldırılar diğer kampüslerde olduğu gibi sürmektedir. 2- Bu faşist saldırılarda sizin de rolünüz vardır. Bunun en iyi kanıtı faşistleri odanıza çağırıp nasihat etmenizden ve faşistlerle çektirdiğiniz boy boy fotoğrafları sosyal medyadan yayınlamanızdan biliyoruz. Bizleri okulumuzda bıçaklayan/satırlayan bu eli kanlı faşist köpekler sizin sıcak kanatlarınız altında istedikleri gibi davranmaktadır. Sizin sosyal medyada da yazdığınız “sağduyulu” öğrencileriniz birer katil olma yolunda azami hızla devam etmektedirler. 3- Okula gelişinizle birlikte Marmara Medya Merkezi’nde iyi bir gerici kadro yarattınız. Sizin gibi düşünenler sizinle çalışmaya başladı ve ideolojik tavrınızla taraf olduğunuzu gösterdiniz. Biliniz ki biz de bir tarafız. Adını bile söylerken korktuğunuz sosyalizmin ve komünizmin tarafındayız. 4- Okulumuzda devrimci, ilerici yurtsever öğrencileri ve ilerici öğretim görevlilerini fişlediniz. Ayrıca Doç. Dr. Gözde Yılmaz ve Yrd. Doç. Dr. Emel Güler Yılmaz’ın odasına, rıza ve bilgileri dışında kapı kırılmak suretiyle zorla girdiniz. Üstelik Doç. Dr. Gözde Yılmaz’ı okulda tehdit edip fişliyorsunuz. Acaba bunları hangi hukuk normlarına göre yapıyorsunuz? 5- 2012 Haziranı’nda fakültede çıkan bir kavganın ardından, Facebook’a şöyle bir mesaj yazdınız: “Bir masum öğrenciyi öldürmek amacıyla arkadan kafasına darp eden terör yanlısı

öğrenci kılıklıları savcı serbest bırakıyor. Bu nasıl hukuk?” Peki bizleri bıçaklayan ve satırlayanlar okulumuzda bizlere hala saldırmakta ve elini kolunu sallayarak serbestçe gezmektedir. Bu nasıl hukuk? Asıl dünyayı demir ökçelerinizle yanlış yönlendiren terörist kılıklı sizsiniz. 6- Okulda devrimci, ilerici ve Kürt öğrencilerle arkadaşlık yapan ya da bir merhabasını esirgemeyen kim varsa tehdit edilmektedir. Hala okulda faşistler arkadaşlarımıza “sıra sana da gelecek” gibi ifadeler kullanmaktadır. Oysa polis ve devlet destekli bu faşist güruhun ve bu faşistlere faaliyet alanı açan siz idarenin çabası boşunadır. Devrimcilerin postunu ucuza satmayacağız. 7- Sizler devlet-polis-yargı üçlemesine güveniyorsunuz. İyi, biz de işçilere, emekçilere, ezilen halklara ve onların örgütlü gücüne güveniyoruz. Sizlerden korkmuyoruz. 8- Irkçı, gerici, piyasacı eğitim anlayışınızla, MİT kadrolu öğretim görevlilerinizle birlikte sizi ve düzeninizi tarihin çöplüğüne göndermekte kararlıyız. Mutlaka bu devran dönecek. Karşınızda tek bir kişinin mücadelesi değil, karşınızda özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelesi var. Bizleri kan dökerek sindiremezsiniz. Bizi komünizm kırıntısı olarak görüyorsunuz. Peki o halde en ufak bir durumda bile bizlere neden soruşturma açıyorsunuz? O halde komünizmin kırıntısından bile korkuyorsunuz. O halde korkmaya devam edin. Çünkü oturduğunuz koltukların sizler için birer klozete dönüşeceği günler yakındır. Üzerinize sifonu çekmek için sabırsızlanıyoruz. Türk Ceza Kanunu’na göre herkes, onur, şeref ve haysiyet sahibidir. Ancak biz devrimcilere göre emeğin-eşitliğin ve özgürlüğün düşmanı olanlar, sermayeyi ve onun faşist devletini kutsayanlar onur, şeref ve haysiyet sahibi olamazlar. Hadi hemen hareket edip bana soruşturma açın, adalet saraylarına koşun. Hatta sağa sola haber verin. Ben kim miyim? 3 Nisan 2013 tarihinde faşist Tugay Saday tarafından bıçaklanan devrimci


öğrenciyim. Bir de dava açarken bana, benim adımı yazıp faşistlerin resmini koymayın. Bir önceki olayda faşistlerin bıçaklı resimleri benim ismimle savcılığa gitmiştir. (Bunu polisle ortak yaptığınız ortadadır) Ben size okula girerken fotoğrafımı verdim. Kayıtlarda olması gerek. En azından fişlediğiniz kayıtlarda mevcuttur diye düşünüyorum. Biz genç komünistler üniversitelerde idarefaşist-polis işbirliğini teşhir ederek, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı sorunlardan kurtuluşun ancak emperyalist-kapitalist sistemin yıkılmasıyla olacağını ve sosyalizmin mümkün olduğunu anlatmaya devam edeceğiz. Bizi durduramazsınız, çabanız boşunadır. Bu mektup sizi ve düzeninizi kamuoyuna teşhir etmek için yazılmıştır. Hadi bakalım baskınızı daha da arttırın. Bu sadece sizin çöküşünüzü hızlandıracaktır. Çünkü zoru zor bozacaktır. Sizden birşey talep etmiyoruz. Vardık, varız, varolacağız… * Mektup öncelikle Yusuf Devran yanlısı bir akademisyene verilmiştir. Yusuf Devran okulda olmadığı için onun odasına yönelen akademisyene verilmiştir. Ayrıca Prof. Dr. Nurşen Mazıcı, Prof. Dr. Ahmet Şahinkaya, Prof. Dr. Emre Bağçe ve birçok öğretim üyesinin olmadığı okulda kapı altından mektup zarfına konularak verilmiştir. Bir de Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Türkan Uğur Dai’nin odasına girilerek mektup odasında olan asistanına verilmiştir. Birçok öğretim üyesinin şaşkın bakışları içinde mektup verilmiştir. Ayrıca mektuplardan biri sınava giren öğrencilerin bulunduğu bir dersliğin yanındaki duvara asılmıştır. Şimdi Yusuf Devran öğretim üyelerinin kapısını kırıp mektupları toplamaya başlasın. Devrimci irade teslim alınamaz! Bu daha başlangıç mücadeleye devam! Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru *** Ekim Gençliği okuru, mektubunu Kızıl Bayrak’a gönderdiğinde girişine şu bilgilendirme notunu düştü: “Marmara Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırılarla birlikte, özellikle Marmara İletişim’de yoğun bir baskı ortamı mevcuttur. Bugün Marmara İletişim’de devrimci, ilerici ve Kürt öğrenciler ile ilerici akademisyenler bu baskı ortamını direkt üzerinde hissetmektedirler. Düşünün ki, (özellikle vize ve final dönemlerinde) içeri girerken güvenliklerin, okulun bahçesine oturduğunuzda sivil polislerin, kantine indiğinizde faşistlerin ve herhangi bir biçimde Diş Hekimliği’nin önünden geçerken çeviklerin gözlerine ve ayrıca bir eylem yaptığınızda dekanın baskısına maruz kalıyorsunuz. Bu basınç ortamına karşı devrimci, ilerici ve yurtsever öğrenciler olarak bugüne kadar direndik bundan sonra da direneceğiz. Bugün Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Yusuf Devran’a bir mektup yazmış bulunmaktayım. Bu mektubu Yusuf Devran’a birşey öğretmek için değil, ancak Yusuf Devran’ın ve faşistlerin okulda yarattığı baskı ortamını teşhir etmek, bunun sınıf mücadelesiyle paralellik gösterdiğini kamuoyuna belirtmek için yazdım. Ayrıca amacım Yusuf Devran’nın kutsallığına dokunmaktır. Bu abluka dağıtılacaktır ve bu daha başlangıçtır.”

Soruşturma ve cezaların hiçbir hükmü yoktur!

İstanbul Üniversitesi adeta soruşturma merkezine dönüşmüş durumda. Dönem başından beri hakkında soruşturma açılan öğrenci sayısı 100’e yaklaşırken, açılan soruşturmaların sayısı 250’yi aşmış durumda. Soruşturma saldırısı öyle bir hal aldı ki, okulda adım atmak suç haline gelmiş durumda. Muhalif öğrenciler adım adım takip edilirken her yaptıkları soruşturmaya konu olmakta. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz. * Okulda düzenlenen forumlara katılan öğrencilere “yüksek sesle konuşarak eğitimi engelledikleri” gerekçesiyle soruşturmalar açılıyor. * Van depremzedeleriyle dayanışma için açılan imza stantlarına ve dayanışma masalarına katılan öğrencilere soruşturmalar açılıyor. * Kendi düşüncelerini ve siyasal görüşlerini ifade etmek için okula afiş asanlara, okul kimliğini ÖGB’lere göstermeyi reddeden öğrencilere kendi bölümüne ‘zorla’ girdiği iddiasıyla soruşturmalar açılıyor. * Üniversitesine sahip çıkarak eli satırlı faşistlerin okula girmesine engel olan, faşistleri üniversiteden kovan öğrencilere soruşturmalar açılıyor. * Okulun ticarileştirilmesine karşı çıkıp çay demleyerek dayanışma için çay dağıtan öğrencilere, parası olmadığı için yemekhaneden ücretsiz yemek yiyen öğrencilere soruşturmalar açılıyor. Hem de ‘ÖGB uyardığı halde ücretsiz yemek almak’ suçlamasıyla… * Direnişteki FENİŞ işçilerini okula çağırarak etkinlik gerçekleştiren, etkinliğe katılan, halay çeken, işçilerin okula girmesi için ÖGB engeline karşı duran öğrencilere soruşturmalar açılıyor. Sinevizyon izlemek ve izletmek suç sayılıyor. * Gülsuyu’nda devlet destekli çeteler tarafından katledilen Hasan Ferit’in dedesini forum olarak söyleşiye çağırmak, okula girmesini sağlamak suç sayılıyor. ÖGB engel olunca ona karşı çıkmak soruşturma sebebi oluyor. Daha nice soruşturma konusu

bulunuyor. Bunlara ilk akla gelenler. Üniversite yönetimlerinin soruşturma açmaya bahane bulmaktaki yaratıcılıkları yıllardır zaten bilinmekte. Bu yıl bunlara yenilerini ekledikleri de ortada. Bütün bu soruşturmalar okuldaki kamera kayıtlarından, sürekli not tutan, öğrencileri fişleyen ÖGB ve sivil polislerin raporlarıyla açılıyor. Rektörlüğe sunulan raporlar bizlerin karşısına soruşturma ve ceza olarak çıkıyor. Hatta hızlarını alamayıp okuldan mezun olan öğrencilere de soruşturma açabiliyorlar. Bu olay, polislerin önlerine getirdiği raporlardaki isimleri kontrol dahi etmeden soruşturma açtıklarının kanıtı ve pervasızlıklarının göstergesidir. Haklarında soruşturma açtıkları öğrencilerden savunma isterken de hukuksuzluklarına devam ediyorlar. Soruşturmaya neden olan sözde suçların ne zaman, nerede gerçekleştiğini, ne olduğunu dahi yazmıyorlar. Öğrenciler, hakkında savunma verecekleri olayı bile bilmeden savunma yapmaya zorlanıyor. Ortak yazılı savunmalar kabul edilmezken herkes bireysel ve sözlü savunma vermeye zorlanıyor. Böylece tüm bunların göstermelik olduğunu kendileri de ortaya koymuş oluyorlar. Dönem kapanmadan, istenilen düzeyde olmasa da, okulda yemekhane konuşmalarıyla, afişlerle, bildirilerle teşhir faaliyeti örgütlenirken, yapılan soruşturma şenliği ile okulun gündemine soruşturmalar sokulmaya çalışıldı. Ancak her yıl olduğu gibi final dönemine ve ara tatile getirilen soruşturmalar, soruşturma karşıtı mücadeleyi de sekteye uğratma amacındaydı. Bu yüzden ikinci dönem alınacak cezalarla beraber çok daha çetin bir dönem bizleri bekliyor. Ancak şunu bilsinler ki, soruşturmaları, cezaları, engellemeleriniz bizlere vız gelir. Bizler onlardan icazet alarak devrimci faaliyeti örgütlemediğimiz gibi, onlardan icazet alarak da örgütlemeyi düşünmüyoruz. Soruşturma ve cezaların hiçbir hükmü yoktur. İstanbul Ekim Gençliği

9


Üniversitelerde faşist saldırılar... Faşist çeteler üniversiteden kovuldu

6 Ocak günü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde faşistler ÖGB korumasında ve yanında satırla okula girdi. Ülkücü faşistlerin sınava girdiği bilgisi üzerine devrimci ve Kürt öğrenciler faşistlerin sınava girdiği dersliğin önüne gittiler. Sınavdan çıkan faşistler öğrencilere tehditler savurdu. Tehditlere sessiz kalmayan öğrenciler karşısında faşistler koridorlarda koşarak kaçtı. Kaçan faşistler ÖGB korumasında Fen Fakültesi kapısından çıkarıldılar. Bu esnada faşistler yanlarında getirdikleri satırı göstererek tehditlerine devam etti. Devrimci ve Kürt öğrencilerin eli kanlı faşistleri okula sokmama kararlılığı karşısında bir kez daha faşistler kaçmak zorunda kaldılar. ÖGB’lerin faşistlerle kendi cep telefonları üzerinden haberleştikleri gözlendi.

Marmara’da faşistlere gereken cevap verildi!

Rektörlük, ÖGB, polis destekli faşistler Marmara Üniversitesi’nde sürekli olarak saldırılar gerçekleştirmekte ve provokasyonlar yaratmaktadır. 16 Ocak’ta Göztepe Kampüsü’nde faşistlerin saldırısının ardından polis devreye girerek saldırıyı devam ettirdi. Okuldan toplu çıkış yapan öğrencilere polis, gaz bombası ve tazyikli suyla yine saldırdı. 17 Ocak’ta da Kürt bir öğrenci olan Yavuz S., Söğütlüçeşme’de okula giderken faşist çetenin bıçaklı saldırısına uğradı. Aldığı darbeler sonucu başından ve kolundan yaralanan Yavuz S., Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Çevik kuvvet ve ÖGB ordusu faşist saldırıların ardından “güvenlik” için üniversiteyi abluka altına aldı. Kadıköy Boğa heykeli önünde oturma eylemindeki öğrenciler, Hukuk Fakültesi’nde de faşist saldırı yaşandığı haberini alan öğrenciler Hukuk Fakültesi’ne giderek arkadaşlarını polis ablukasından aldılar ve oturma eylemlerine devam etmek için heykele yürüdüler. Ayrıca Hukuk Fakültesi’nde yakalanan faşistler de cezalandırıldı. Boğa’da Kürtçe ve Türkçe yapılan basın açıklamasında Marmara Üniversitesi’nde idare-polis-ÖGB-faşist işbirliğiyle yaşanan saldırılar teşhir edildi. Yaşanan faşist saldırılar, 24 Ocak’ta gerçekleştirilen eylemle bir kez daha protesto edildi. Göztepe Kampüsü

10

önünde başlayacak eylem öncesinde polis, kampüs çevresine yığınak yaptı. Ayrıca AKP ve MHP Kadıköy ilçe binalarını da koruma altına aldı. Eğitim-Sen İstanbul Üniversiteler Şubesi “Öğrencime dokunma”, Marmara Üniversitesi öğrencileri ise “Saldırıların failleri bulunsun. Can güvenliği ve öğrenim özgürlüğü istiyoruz” pankartlarını açarak üniversite içerisinden sloganlarla kampüs girişine geldiler. İÜ öğrencileri ise “Çeteler dışarda öğrenciler içerde – Jı heval Ercan re azadi” yazılı pankartları ile eylemde yerlerini aldılar.

Erzurum’da faşist saldırı: 2 yaralı

Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde 26 Ocak günü akşam saatlerinde, evlerine giden Kürt öğrencilere 30-40 kişilik faşist güruh saldırdı. Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan Öğretmenevi önünde gerçekleşen saldırıda faşistler, cam şişe ve bıçaklarla saldırdı. Saldırganlar olay yerinden kaçarken, çeşitli yerlerinden yaralanan iki öğrenci hastaneye kaldırıldı. Erzurum Palandöken Devlet Hastanesi’ne kaldırılan bir kişinin kafasına dikiş atıldı ve 3 günlük iş göremez raporu aldı. Bir başka öğrenci ise Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Tedavilerin tamamlanmasının ardından gelen polisler, ‘ifadelerin alınacağı’ gerekçesiyle öğrencileri karakola götürmek istedi. Buna karşı çıkan öğrenciler, karakola gitmeyerek hastanede ifade verdi. Olayın duyulmasının ardından yaralı öğrencilerin arkadaşları Erzurum Palandöken Devlet Hastanesi önünde toplandı. Öğrenciler faşist saldırıyı sloganlarla protesto etti.

Sütçü İmam Üniversitesi’nde faşist saldırı

13 Ocak’ta Kahramanmaraş’taki Sütçü İmam Üniversitesi’nin Avşar Kampüsü’nde ilerici ve Kürt öğrencilere faşistler saldırdı. Fen Edebiyat Fakültesi önünde 20 kişilik faşist grup ile ilerici ve Kürt öğrenciler arasında önce sözlü tartışma başladı. Ardından faşistler 5 öğrenciye sopalarla saldırarak yaraladı. Yaralanan öğrenciler hastaneye kaldırıldı. Ayakta tedavi edilen öğrencilerin taburcu edildiği ve durumlarının iyi olduğu öğrenildi. 14 Ocak günü sabah saatlerinde ise faşist grup ile ilerici Kürt öğrenciler karşılıklı olarak toplanmaya başladı. Bir süre sonra çatışma yaşandı. Okula giren polis ise faşistlerin saldırılarına göz yumarak ilerici ve Kürt öğrencilere saldırdı.


Halk Bankası kartı olmayana yemek yok! İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere, “Öğrenci yemekhanelerinde kullanılması zorunlu adınıza düzenlenen Halk Bankası Kampüskartınız’ı bağlı bulunduğunuz öğrenci büronuzdan 30 Nisan 2014 tarihine kadar teslim almanız gerekmektedir. Teşekkür eder, derslerinizde başarılar dileriz. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü” şeklinde bir telefon mesajı gönderildi. Bu mesajla beraber rektörlük kampüskart uygulamasında ne kadar kararlı olduğunu göstermiş oldu. Kampüskart uygulaması ile öğrenciler her an denetim altında tutulmak istenmekte, turnike sistemi dayatılmakta ve her öğrenci zorunlu olarak banka hesabı kullanmak zorunda bırakılmaktadır. Bu uygulamayla daha almadığı yemeğin, hizmetin parasını Halkbank’taki hesabına yatırmak zorunda bırakılmaktadır. Bankalar üzerinden onbinlerce öğrencinin parası sermayeye akıtılmak istenmektedir. Bir öğrencinin, “Zorunlu düzenlenen kampüs kartı almak zorunda mıyız?” sorusuna Rektör Yunus Söylet’in cevabı ise, “Zorunda değilsiniz, yemekhaneleri ve kantinleri kullanmadıktan sonra kimlik kartınız her yerde geçerli” şeklinde oldu.

RedHack belgelerinde geçmişti

İstanbul Üniversitesi geçtiğimiz yıl kampüskart uygulamasına geçileceğini duyurmuş, kampüse Halk Bankası’na ait ATM’ler yerleştirilmişti. Öğrenciler adına hazırlanan kampüskartların dağıtıldığı stantlar ise öğrencilerin protestoları üzerine kaldırılmıştı. Öğrenciler bu dönem üniversite kartları ile geçtikleri yemekhane turnikelerinde “Halk Bankası” yazısıyla karşılaşmaya başladı. Kampüskartlar için öğrencilerin kişisel bilgilerinin bankalarla paylaşılması RedHack’in paylaştığı YÖK belgelerinde de yer almıştı. Belgede Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisinin kendisinden habersiz şekilde Halk Bankası Beyazıt Şubesi’nde adına hesap açıldığını ve dilekçe vermesine rağmen hesabın kapatılmadığını belirterek Rektör Yunus Söylet hakkında görevi kötüye kullanma, kişisel verilerin kaydedilmesi, verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme veya yayma suçları nedeniyle verdiği dilekçe yer almıştı.

Üniversitede Kampüskart

Kampüskart’lar uygulamaya konulduğu pek çok üniversitede protestoların yanı sıra davalara da konu oldu. Vakıfbank’la anlaşarak benzer bir uygulamaya giden Ege Üniversitesi Rektörlüğü’nün projesi, İzmir 3. İdare Mahkemesi kararıyla iptal edilmişti. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Örsan Deniz Urgun, “banka kartı ile öğrenci kimliğinin aynı kartta olmasına” itiraz ederek rektörlüğe açtığı davada, mahkeme Urgun’u haklı bulmuştu. Mahkeme, 28 Nisan’da verdiği kararda, Anayasa ‘nın “Özel Hayatın Gizliliği” başlıklı 20. maddesini gerekçe göstermişti. Marmara Üniversitesi’nde de 2011-2012 döneminde başlayan Deniz Bank anlaşmalı uygulamanın iptali için Öğretim Görevlisi Meryem Kurtulmuş’un açtığı dava 18 Ekim 2012’de kazanımla sonuçlanmasına rağmen, Rektörlük kampüs kart uygulamasını istemediklerine dair 26 Kasım 2012’de Göztepe Kampüsü’nde yürüyüş yapıp dilekçe veren 13 öğrenciye soruşturma açmıştı. Mahkeme kararıyla iptal olan bir uygulamayı istemeyen öğrencilere soruşturma açılması, kendi hukuklarını bile tanımadıklarının göstergesidir.

Halkbank, Yıldız Amfi’ye giremedi!

Hacettepe Üniversitesi’nde yıllarca bölüm binalarının altındaki öğrencilerin doğal sosyal alanları olan kantinler kapatılarak öğrenciler okul içindeki alışveriş merkezlerine yönlendirilmeye çalışılmıştı. Ancak öğrencilerin kararlı duruşu ile buna izin verilmemişti. Tekrar açılan kantinler ise şimdi de farklı bahanelerle kapatılmaya çalışılıyor. Bu konuda rektör Murat Tuncer tüccarlıkta sınır tanımıyor. Üniversiteye ait bir araziyi üniversitenin borçları olduğu gerekçesiyle satışa çıkaran Murat Tuncer, dönem başında öğrencilerin sosyalleşebileceği sınırlı alanlardan biri olan Beycafe’yi kapattırmıştı. Şimdi de kampüsteki sayılı kantinlerden biri olan Yıldız Kantin’i kapatarak Halkbank şubesi açılacağı duyuruldu. Bu saldırıyı geri püskürtmek ve kantinin kapatılmasını önlemek için biraraya gelen üniversite öğrencileri 27 Aralık günü saat 12.30’da Edebiyat Fakültesi önünde buluşarak “Yıldız Amfi’yi Halkbank’a bırakmıyoruz! /Hacettepe Üniversitesi Öğrencileri” şiarlı bir ozalit açarak yürüyüşe geçtiler. Daha sonra Rektörlük binasına gidilerek basın açıklaması gerçekleştirildi. Bina önünde sloganlarla bekleyiş devam ederken bir grup öğrenci rektörle görüşmek için gönderildi. Görüşmenin ardından Rektör Murat Tuncer, aşağı inerek “Yıldız Amfi sizin kalacak!” diyerek kantini kapatmaktan vazgeçtiklerini söyledi. HEr zaman olduğu gibi direnişin ve kararlılığın gücü kazanım getirdi. Ekim Gençliği / Beytepe

11


Eğitim piyasalaşırken...

Mezun olduktan sonra, bize sunulan yaşam; ‘insanı değil, sermayeyi yeniden nasıl üretebilirsin?’ olduğu için, üniversitelerin işlevi, yapılanması, bahsettiğim doğrultuda, sömüren ya da sömürülen ikilemi içerisindeki sisteme öğrenciyi entegre etme tesisi olarak dönüştürülmüştür.

12

Geçenlerde bir kısa filmde oynadım. Yan rollerden biri, hatta, işte bildiğin figüran diyebileceğiniz bir roldü bu. Filmin konusu şeker hastalığı üzerine bir farkındalık yaratma ya da ‘nedir bu hastalık?’ üzerineydi. Aslında ne olduğu hayati önemde değil. Neden çekildiği ve bu filme neyin kaynaklık ettiğine bakmamız daha doğru olacak. ‘10 Şeker Yönetmen Aranıyor’ adı altında düzenlenen bir kısa film, ya da reklam filmi çekme kampanyasıydı projenin özü. Her yere afişleri asılıp, internet portallarından duyurusu yapılan, Anadolu Üniversitesi’nin kaynak sunduğu, öğrencilere; tecrübe ve eğer yarışmayı kazanırlarsa bir miktar para kazanma şansı tanıdığı proje geçen haftalarda son buldu. Buraya kadar her şey ‘üniversite-öğrenci desteği’ konusunda güzel görünüyordu. Ancak şunu öğrendim ki, yarışma üniversite tarafından değil bir ilaç firması tarafından düzenlenmiş ve kaynağı karşılanmış. Bunu öğrendiğimde aklıma birkaç soru ve sorun geldi. Bunlardan birkaçı şunlar: Bir ilaç firması üniversiteye neden böyle bir proje ile geldi? İlaç firmasının konumu ve düzen içindeki temsiliyeti nedir? Üniversiteden beklentisi nedir? Üniversitenin tutumu nedir? Öğrencilerin buna bakışı nedir? Eğitim neye hizmet etmektedir ve bu eğitimden geçen öğrenciler genel bir bakış olarak bilimi, sanatı kim için kullanmaktadır? Şunu öncelikle söylemem gerek, bu ve bunun gibi birçok konu bir gerçeklik teşkil ettiğinden tamamen reddetmemiz mümkün değildir. Katılabiliriz, kendi sözümüzü söyleyebiliriz, ancak bunu yaparken nerede ve ne bakışla duruyoruz? Bence asıl önemli olan şey budur.

Eğitimde ticarileşmenin boyutu gittikçe artıyor

Üniversitelerde, bilginin metalaşma süreci ve

özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ‘bilgi toplumu’ olma üzerinden yürütülen politikalar, rekabete dayalı bir sistemi oluşturmuş (‘en iyi bilgi üretim yolu rekabettir’ diyen sözde naif düşünce ile) ve bu kurumlar bilginin mülkiyeti üzerinden kendini yapılandırmıştır. Son dönemlerde ise neoliberal politikalar doğrultusunda üniversitenin alacağı konum ve işlev nasıl olmalıdır konusuna yoğunlaşılmıştır. (Bologna sürecinin ciddi etkilerini görmekteyiz.) Bu konuda yapılan ve yapılacak olan uygulamalar üniversitelerde gerek yönetim gerekse eğitim personeli olarak benimsenmiştir. Bu doğrultuda; araştırmacı profesör, çalışan öğrenci, kariyer kulüpleri, şirket pazarlama ve reklam kampanyaları gibi uygulamalar somut birer örnek olarak verilebilir. Üniversitelerde okutulan, öğretilen ya da deneyimlediğimiz bütün alanlarda ne varsa, ilerideki emeğimizin ve düşüncelerimizin nitelikli olması içindir. Buraya kadar yine sıkıntı yok gibi. Ancak mezun olduktan sonra, bize sunulan yaşam; ‘insanı değil, sermayeyi yeniden nasıl üretebilirsin?’ olduğu için, üniversitelerin işlevi, yapılanması, bahsettiğim doğrultuda, sömüren ya da sömürülen ikilemi içerisindeki sisteme öğrenciyi entegre etme tesisi olarak dönüştürülmüştür. Üniversite denetimini ve yönetimini sağlayan, işlev ve içerik belirleyici yapılar ve kişiler (YÖK, MEB, rektörler) bu dönüşümün içinde yerlerini sabitlemiş ve içinde bulunduğumuz kapitalist sömürü düzeninin birer temsilcisi durumda varlıklarını devam ettirmektedirler. Böyle bir düzen içerisinde üniversiteye şirketlerin ortak olması, firmaların, bankaların birer şubesinin açılması, dekanların birer şirket sahibi ya da ortağı olması, eğitimcilerin de sermayeye ters düşecek sunumları ve hayatı benimsememesi ya da benimsese dahi bunu dillendirmemesi, dillendirdiği anda yaptırımlara


maruz kalması kaçınılmaz bir durumdur. Hal böyle iken üniversitede bilim ve sanat üzerine yapılan eğitim, üretim ve uygulamalar da sermayeye hizmet etmek durumundadır. Toplum ve ihtiyaç için değil, tüketime yeni ve para kazandıracak ürünlerin, fikirlerin öğrenciler tarafından eğitim süresi boyunca olabildiğince üretilmesi veya tasarlanması bu doğrultuda doğal bir süreçmişcesine gelişir. Gelen ilaç firması da bu sömürü düzeni içinde sömüren taraflardan biridir. Nasıl ki, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, fabrika sahipleriyle işbirliği yaparak çalışan kadın istitihdamını azaltmak için yoktan hastalık var edip, kadınları işten çıkartmanın yolunu açmışlar, sattıkları ilaçlarla, hem kendi ceplerini doldurup hem de fabrika sahiplerini rahatlatmışlarsa; bugün de aynı görevi üstlenmektedirler. Üniversitelere gelmeleri ise elbette reklamlarını kolayca yaptırıp, kâr oranlarını arttırma amacının bir ürünüdür. Buradan yola çıkıp genelleyecek olursak; öğrenciler büyük şirketler, holdingler ve fabrika sahipleri için muhteşem bir üretim kaynağı sunar. Hem öğrenci hem deneyimsiz olunduğu için reklamlar, araştırma ve geliştirmeler, büyük projeler ücretsiz bir biçimde yaptırılabilir. Durumun kendisi öğrenciye bir fırsatmış gibi gösterilir, çünkü mezun olan kişi yaşamını devam ettirmek zorundadır, bunun için paraya ihtiyacı vardır ve onlara muhtaç kalacaktır. Öğrenci de ‘ben daha iyi sömürüleceğim’in yarışına başlar. Bazıları bu yarışta sadece sömürülen olup, işçi ve emekçi sınıfına dahil olurken, bazıları ise istisnai bir durum sergileyerek deneyimini arttırıp sınıf atlayabilir ve sömüren sınıf, yani burjuva durumuna geçebilir. Üniversiteler, sözde, ‘toplum inşasında en önemli yerlerden biri ve nitelikli meslek elemanı yetiştirme’ kurumlarıdır. Ancak her öğrencinin gelecek kaygısı yaşaması boşuna değildir. Adaletin güçlünün adaleti, eğitimin parası olanın eğitimi olduğu, ezilenin yanında olan bir ÇHD’li avukatın hapis edildiği, derste sorgulamayı öğreten eğitimciye soruşturma açıldığı, sağlığa gereken yatırım yapılmadığı için sağlıkçıların uzun saatler çalışmak zorunda bırakıldığı, sanatçıların sermayedarlarla birlikte iş yapmadığı zaman tutunamadığı her parçası çürümüş bu sistemde, geleceksizlik genel bir hal almış durumdadır. Yukarıda bahsettiğim baskı ve şekillendirme mekanizmaları açıkça görülebilinecek şeyler olmasına rağmen sürekli pompalanan bireycilik ve yapay olarak ustaca sunulan ‘fırsat eşitliği’ düşüncesi bu noktada işlevini eksiksiz görmektedir. Yapılan işler ve düşünceler de zorlamayla itaat değil, “özgürlük” ve “birey iradesi” olarak kendini bulmaktadır. Toplumsal değiştirici dönüştürücü etkisi çok yüksek olan üniversite ve gençlik ise bu sistemin içinde siyaseti gündelik bir yaşam biçimi haline getirmediği için sorunları görmezden gelmekte, yapılan yolsuzlukları, katliamları ve sistem içindeki tüm adaletsiz uygulamaları unutmaktadır. Bizlere düşen görev ise; çözümün bu sistem içinde gerçekleşemeyeceği bilinci ile, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum inşasında, üniversitelerden başlayarak, dinamik, örgütlü, militan bir gençlik hareketini örmek ve mücadeleyi büyütmektir. Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru

Bilgi Üniversitesi’nde ‘ağaç dikme’ eylemi

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yılbaşı tatili sırasında bahçenin ortasındaki 5 metrekarelik yeşil alan Starbucks Cafe yapılması için betonlaştırılırken okuldaki 30’a yakın çam ağacı da servis araçlarının kampüs içine girebilmesi için yapılacak yol projesi kapsamında sökülmek isteniyordu. Bu proje kapsamında bir ağacı sökmeye kalkan üniversite yönetimi öğrencilerin ve akademisyenlerin direnişiyle karşılaştı. Ve sökme işleminden vazgeçmek zorunda kaldı. Ağaçların sökülmemesi için nöbete başlayan öğrenciler ve akademisyenler yaptıkları basın açıklaması ve dağıttıkları bildirilerle rektörlüğü protesto ettiler. 17 Ocak Cuma günü ortak bir bildiri yayımlayarak bahçedeki betonun tekrar eski haline çevrilmesini ve ağaç kesiminin durdurulmasını talep ettiler. Okul yönetiminin bu duruma kayıtsız kalması üzerine, akademisyen ve öğrencilerin ortak katkılarıyla fidanlar alındı. 20 Ocak Pazartesi günü okul bahçesine Haziran Direnişi’nde katledilenleri simgeleyen 7 fidan dikildi. Fidan dikimi sırasında “Gezi’yi unutma, unutturma!” ve “Gezi

şehitleri ölümsüzdür!” sloganları atıldı. Öğretmen ve öğrencilerin bu tutumu karşısında geri adım atan okul yönetimi ağaç kesimini tamamen durdurduğunu açıkladı. İlk ağacın sökülmeye çalışıldığı gün rektör Prof. Dr. Remzi Sanver, kafe ve yol projesinden habersiz olduğunu söyleyerek Kuştepe yönetiminin yeşil alanın betonlaştırılmasıyla ilgili olarak “ağaçlar değil, 3-5 çalı söküldü” açıklamasında bulunduğunu belirtmişti. Kuştepe yönetiminin direniş karşısındaki kıvırmaları ise ibretlikti. Direnişin etkisiyle, rektöre “Bir ağaç sökülüp Santral Kampüsü’ne transfer edilecekti. Akademisyenler ve öğrenciler yanlış anladı” diyebilmişlerdi. Geçtiğimiz aylarda da yine üniversitemizde fahiş fiyatlarla satılan yemeklerin karşısında öğrenciler alternatif kantin kurarak boykot örgütlemişler ve 8,5 lira olan yemeklerde 2 liralık indirim yaptırtmışlardı. Yine aynı yönetim yemek fiyatlarına dair bizim elimizden birşey gelmez, kantinin inisiyatifinde demişti.

13


İÜ Merkez Bina işgalinin 18. yıldönümünde

Ferman bizim: “Üniversiteler özgürleşecek!”

İşgale katılan Ekimci Genç Komünistler’den (EGK) yoldaşımız Ümit Altıntaş’ın kaleminden işgal dersleri... Ümit Altıntaş 26 Eylül 1999’da, işgalden üç buçuk yıl sonra Ulucanlar Katliamı’nda ölümsüzleşmiştir. Katledildiğinde TKİP Merkez Komitesi üyesidir.

14

29 Şubat, sabah: Yoldaşlarımdan ayrılıyorum. Eylemden bir saat önce “savaş” alanını kontrol edeceğim. Bu bir abartı değil. Yaşanacak şey bir savaş kesinlikle. Evet, bugün öğrenci gençlik dolaysız olarak düzenle karşı karşıya gelerek, dişe diş bir mücadele verecek. “Herkese eşit parasız eğitim” şiarı bizim gerçekleşebilir ütopyamızın doğal, sade bir-parçası. Eğitimin eşitsiz dağıtılmasına, bilgi üzerine tekeller kurulmasına ihtiyacı yok bizim sosyalizmimizin. Sömüren sınıfların egemenliğini yıkmak, sömürü düzeninin tüm kurumlarında eşitsizliğe dayalı yapıyı da temelinden yıkmak anlamına gelecek. Bizim eşitlikçi sosyalizmimizin, bilgiyi tekellerin kasalarında tutarak, daha geri üretimleri sürdürmeye ihtiyacı yok.(* 1) Bizim toplumsal sistemimizin bilimi üretken olmayan alanlarda yoğunlaştırma problemi yok.(*2) Üstelik, halkların eşitliği temelinde bir kardeşliğe dayanan komünist dünya sistemimiz bilginin uluslararasılaştırılmasının en üst boyutu olacak. Bizim toplumsal sistemimiz eğitimi eşitsiz toplumsal yapıdan ve kâr mantığından kurtardığı için, “eşit-parasız eğitim”in gerçekleşebileceği tek yerdir. Bunları düşünerek, Beyazıt alanının eylem ruhunu şimdiden tahmin etmeye çalışıyorum. Fakat

savaşın bir de fiziki yönü var ve zaferin belirlendiği alan da orasıdır. 6–7 otobüs katil (polis diyorlar) ve bir kaç panzer alana doluşmuş. Taksim ve Kızılay’dan beri diktatörlük saldırmaktan çekinebiliyor. Sert bir karşılığın sonuçlarını göze alamıyor. 29 Şubat, saat 13.00: Bizimkiler toplanmaya başlamış. Polis zincirinde arama yapılıyor. Bir kısım eylemciyle Beyazıt alanına giriyorum. Ve sloganlar: “Paralı eğitime hayır!” Yüzlerce öğrenci aynı anda ve coşkuyla haykırıyor: “Artık, haraç ödemiyoruz!”, “Sokağa, eyleme, özgürleşmeye!”, “Savaşa değil, eğitime bütçe!” Birkaç dakika sonra polis, zincirini ve aramaları kaldırıp daha güvenli bir yere çekiliyor. İ.Ü. Merkez Bina’nın içinden yüzlerce öğrenci kortejler halinde kapıya ulaşıyor. En önde “Kayıt hakkımız engellenemez!” pankartı. İ.Ü.’nün demir kapısı zorlanıyor eylemcilere dayanmaya. EK (Eylem Komitesi) ilk organizasyonu yapıyor ve ÜÖP (Üniversite Öğrenciler Platformu)’ün belirlediği ortak sloganlar atılıyor. “Yaşasın devrim ve sosyalizm!”, “Eğitimde özelleştirmeye son!” şiarları böylece diğerlerine katılıyor. Ve kapı öğrenci gençliğin biriken öfkesi karşısında daha fazla dayanamıyor. Kapıdan çıkan ilk öğrencinin


iki eliyle yaptığı zafer işareti, Fransa öğrenci hareketinin yeni sembolü olan molotof atan öğrenciler gibi Beyazıt işgalinin tarihine geçecek. Kapıya ÜÖP’ün dev pankartı asılıyor. Aras Kargo direnişçileri ve Eğitim-Sen adına yapılan birer konuşma, öğrenci gençliğin işçi-emekçilerin mücadelesiyle doğal ittifakını temsil ediyor. Bu konuşmaların ardından bir öğrenci temsilcisi konuşuyor ve türküler bunu izliyor. Bu sırada kitle içeri girmeden önce kendiliğinden bir refleksle devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuyor. Kapının hemen içinde kortejler oluşturuluyor ve düzenli bir yürüyüşle rektörlüğe geliniyor. İçerde toplanan kitlenin 3–4 bini bulduğu gözleniyor. Sayısız pankart bu coşkulu kitlenin savaş bayrakları olarak şimdi fakültenin duvarlarını da süslüyor. Eylemin esas talebi, haraçlarını ödemeyen öğrencilerin kayıtlarının yapılması olduğundan, eylemciler binanın içinde kayıt bürosunun önünde toplanmaya başlıyorlar. EP’liler kendi tavırları gereği dışarıda kalırlarken bir kısım kitle de, fakülte kapısının güvenliği gereği dışarıda bırakılıyor. Dışarıda halaylara ezgiler karışırken içeride sloganlar atılıyor. Koridoru oturarak işgal eden öğrenciler yaklaşık bin kişi. 29 Şubat, akşamüzeri: Fakülte kapıları kapanmadan önce kayıt bürosundaki görevlilerce muhatap alınmayan eylemci öğrencilerin temsilcileri rektörle görüşmeye gidiyor. Hukuk Fakültesi Dekanı klasik alt-üst, emreden-emir alan hiyerarşisi içerisinde düşünüyor ve ne eylemci öğrencilerin taleplerini tartışıyor, ne de temsilcileri ciddiye alıyor. Henüz eylemin kapsam ve niteliğini anlayamamış olmaktan kaynaklı bir cahillik gösterisi sunuyorlar. İ.Ü. Rektörü, tam da kendisinden bekleneceği gibi, eylemi “terörist” diye niteliyor ve polisi görevine, yani devlet terörünü uygulamaya çağırıyor. Bu salt Berkarda’nın bozuk kişiliğinden kaynaklı bir davranış değil kuşkusuz. YÖK’ün, ne kadar onursuz ve dar kafalı varsa rektör yaptığının bir göstergesi. Anti-bilimselliğin ve antidemokratikliğin kurumsallaştığı yerde, bu özellikleri kendi kişiliğinde en çok oturtanlar yöneticileşirler. Öğrencilerin, en meşru talebi olan eşit ve parasız eğitim hakkı için gerçekleştirdikleri bu eylemi terörist eylem diye tanımlamak ile işten atılan ve fabrikayı işgal eden işçiyi terörist ilan etmek aynı mantığın bir ürünü. Öyleyse, emeğiyle çalışan ve emeğine/yaşamına karşı saldırılara gerektiğinde şiddetle tavır alan emekçi halkımız gibi biz de teröristiz. EK (Eylem Komitesi) kitleyi herhangi bir polis saldırısına karşı en iyi savunabilecek noktaya çekiyor. 2. katta bir amfi ve onun bulunduğu koridor şimdi 400 eylemcinin yaşama alanı ve gelecekten bir parça, ütopyamızdan bir mevzi. Koridorda beklerken işgal eylemine katılmaya kararlı kitlenin 400’e düşmesi ilk kaygımızı oluşturuyor. Kuşkusuz bunu bekliyorduk. Daha önce eylem deneyimi olsa da bu kitlenin işgal deneyimi yok. Ve biz burada bu silahın kullanılıp kullanılamayacağını sınayacağız. Kalanlar, gitmeye hazırlananlarla tartışıyor. Eylemimizin öğrenci hareketi karşısında sorumluluk ve olanakları anlatılıyor, kalmaları isteniyor. Bu propagandanın etkisi öylesine somut ki; bir gün önce yapılamaz diye düşünülenler orda gerçekleştiriliyor ve eylem daha şimdiden eylemcilerini eğitip, çelikleştiriyor. Eylemciler ve basın amfiye çıktıktan sonra, işgalin yüreği barikatlar örülmeye başlanıyor. Gerçekten

de işgalin yüreği barikatlar. Onlar yaşarsa işgal yaşar ve onlar yenilirse işgal yenilir. Bu yüzden kurulan bütün barikatlarımız insan dolu. Onları metalleri tahtalara çatarak yaptık, ama harcı insandı. Sadece emeği anlamında değil. Polis saldırırsa barikatımıza ve bir boşluk bulursa orayı bedenlerimizle kapatacaktık. Koridorumuzun iki girişinde elimize geçen her şeyi kapıyoruz. Kürsü, sandalyeler, borular, koltuklar her şey silahımız bizim, insana dayansa devrimci savaş gücü, örgütlülük silahıyla, her şeyi öldürücü hale getirebilir. Koridorda iki eylemci yangın hortumunu kesiyorlar. Bazı kavga dostlarımız ise bunu yanlış buluyor. Kaygılarını biliyoruz: Gerici-burjuva basın burada ve her türlü fırsatı meşru eylemimizi karalamak için değerlendirenlere bahane vermemeliyiz. (*3) Bu doğru. Ama işgalin ihtiyacı olabilecek hiçbir şeyin önüne, meşruluğumuza zarar gelir diye çıkamayız. Önümüzdeki 24 saat bunun örnekleriyle dolu olacak. Koridorun diğer ucuna sadece sandalyelerden bir barikat kuruyoruz. Dışarıya esas geçiş noktasını burada açıyoruz. Bu yüzden fiziki açık noktamız da burası. Bu barikatın önünde sadece molotofçularımız kalacak. Barikatın hemen arkasında ise 10-13 kişilik bir öncü savaş gücü. Koridorda tuvaletler bulunduğu için burayı olası bir polis saldırısında çatışmadan terk etmemek kararındayız. Gerçek kavganın ise amfinin kapısında verileceğini biliyoruz. Asıl barikat bu kapıya örülüyor. Bu arada eylem fermanını vermiş: “Üniversiteler özgürleşecek!” Her yer, tüm okul duvarları devrimci şiarlarla süsleniyor. Merkez Bina öfkemize ve sevdamıza tanıklığın abidesidir. Bundan sonra duvarlar bizim, ferman da bizim, üniversiteler de. İçeride kitle, coşkulu bir tarzda marşlar, türküler (*4), sloganlarla tek yürek artık “Taksim Zafer, Kızılay Zafer, Beyazıt Kazanacağız!” sloganı şimdiden “…Beyazıt Zafer!” diye atılıyor. Bu basit bir kitle coşkusu değil, son derece politik bir değerlendirme. Eylem, kayıtlar yapılana kadar okulu terk etmeme olarak formüle edilse de, 29 Şubat akşamından beri artık bütün eylemciler için işgaldir. Ve onun asıl başarısı, kayıtların yapılıp yapılamamasında değil, mücadeleyi daha kitleselörgütsel-militan bir düzeye çıkartıp çıkartmamasındadır. Bu şekliyle 29 Şubat akşamı artık “Beyazıt Zafer!” Temel ihtiyaçlardan bir diğeri olan yiyecek sorunu ise okulun iki kantininden sağlanıyor. Alınanların listesi yapılıyor, kitleden parası toplanıyor ve böylece eyleme bir saldırı kapısı daha kapatılıyor. Hem aç kalmamış hem de karalamayı savuşturmuş olarak. Yine de açlığın bir olgu olarak var olduğunu söylemeliyiz. Hayır, üç kişiye bir çikolata ve sekiz krakerden kaynaklanan açlık değil. Onun büyük bir etkisi yok eylemde. Esas açlık “Kazanacağız”a duyulan açlık. Fiziki açlığı boşa çıkaran esas olgu da bu oluyor saflarımızda. Okuldan telefonlarla dışarısı aranıyor ve şimdiden destek eylemleri örgütlendirilmeye çalışılıyor. EK’nın bu uygulamaları ve yönlendirmesi sırasında amfide gerçek “ders” yapılıyor. 29 Şubat dersleri, işgal dersleri işleniyor. Serbest kürsü üzerinden bir forum organize ediliyor. Sistemin eğitimi onu yeniden üretmek için! Bizim eğitimimiz kavgayı yeniden üretmek için! İÜÖK’dan gelen bir konuşmacı da var. Burada da devrimci tarzla reformist tarzın ayrımı

Öğrencilerin, en meşru talebi olan eşit ve parasız eğitim hakkı için gerçekleştirdikleri bu eylemi terörist eylem diye tanımlamak ile işten atılan ve fabrikayı işgal eden işçiyi terörist ilan etmek aynı mantığın bir ürünü. Öyleyse, emeğiyle çalışan ve emeğine/yaşamına karşı saldırılara gerektiğinde şiddetle tavır alan emekçi halkımız gibi biz de teröristiz.

15


16

belirginleşiyor. İÜÖK eleştirisi ve 23 Mart’ta düzenin saldırısına karşı saldırımızın silahları en çok vurgulanan konular. Eylem derslerini bizim ütopyamızın bir diğer olmazsa olmazı izliyor. Profesyonellikten uzak sanatsal üretimler kaplıyor kürsüyü. Basit bir flüt ezgisi, daha önce hiç duymadığım bir türkü ve şiir. Geleceğin ve kavganın sanatı barikatlarda yaşam buluyor. Kabul etmek gerekir ki, 32 saat süresince hemen hiç durmayan bu coşku ve kararlılık kazanmamızın hem şartı, hem de göstergesiydi. 1 Mart, günün ilk saatleri: Gece yarısından beri yoğun ve uzun bir gün geçirmenin etkisiyle başlar sıralara düşüyor bazı bazı. Gerici-burjuva basın hemen atılıyor. Sanki uyumak insani bir şey değilmiş gibi. Onlar fiziki yorgunluktan yılgınlık çıkarabileceklerini sanıyorlar. Aldanıyorlar iki konuda da. Birincisi; eylemciler birbirlerini uyarıyorlar: “Uyumayın arkadaşlar, medya maymunlarına yem olmayın.” Başlar kalkıyor bir bir ve bütün işgal boyunca herkes en fazla bir-iki saat uyuyarak barikatta nöbetleşiyor. Eylemin insanın fiziksel yeniden üretiminin sınırlarını nasıl zorladığını görüyoruz. Herkes yeniden dinç, coşkulu, ümit dolu ve kavgaya hazır, ikincisi; uyumak, korkmak, ağlamak insani öğelerdir. Barikatın başında nöbetleşe uyumak, hiç karşılaşmadığı bir şeyden korkmak ama buna rağmen üstüne yürümek, üzülünce doyasıya ağlamak ama sadece dostların arasındayken biz devrimcilere yakışır. Çünkü devrimci olan her şey insanidir ve “devrim bir harikadır onun dışındaki her şeyse saçmadır.” Alt katta güvenlik devriyelerimiz polislerin hareketliliğini izliyor herhangi bir saldırı hazırlığına göre. Bir polis camdan laf atıyor: “Çıkarsanıza yüzünüzdekileri. Bakın benim yüzüm açık.” Muhatap bile olmuyoruz. Kavga yoldaşım bana dönüp söylüyor: “işkencede de yüzünü gösterebiliyor mu?” diye. İşgal edilmiş amfide herhangi bir saldırıya karşın, taşların nasıl kullanılacağı, göz yaşartıcı bombaların nasıl tesirsiz hale getirileceği ve gaza karşın neler yapılması gerektiği anlatılıyor. Sıraların aralarına konan çöp tenekeleri, bidon vs. su ile dolduruluyor ve atılan gaz bombalarının derhal bunun içine atılması isteniyor. Islatılmış atkılara rağmen gaz etkili olursa kesinlikle gözleri kaşımamak gerekiyor vb. 1 Mart sabah: Saat 07.00 sularından itibaren koridorlar temizleniyor ve öğrencilerin gelmesiyle kapıların açılması kararlaştırılıyor. Zira gelen öğrencilerle sayımız ve eylemimiz büyüyecek. Kayıt bürosu önündeki koridorda toplanıp arkadaşlarımızın kayıt edilmesini isteyeceğiz. EK bütün gelişme ve kararları olduğu gibi bunu da kürsüden ilan ediyor. Ama birkaç saat içinde anlaşılıyor ki, Hukuk ve İktisat fakülteleri tatil edilmiş. Bizi yalıtmaya, bu şekilde bize koca

toplumda 400 küçük bireymişiz gibi duyumsatmaya çalışıyorlar. Nafile, tersanelerin özelleştirilmesine karşın başarılı eylemler örgütleyen ve mücadelelerini daha başından yasallığa değil meşruluğa dayandıran sınıf önderlerinin, örgütlü-kitlesel-militan mücadelelerini örnek aldığımız kamu emekçisi eylemcilerinin ve kardeş Kürt halkının, yani bu ülkenin devrim cephesinin bizimle beraber olduğunu biliyoruz. Bir, iki duvarla, insansızlaştırılmış toprakla bizi yalıtabileceklerini sananlar aklanıyor. Biz, tutsak evlerinde, ölüm hücrelerinde bile yalnızlaştırılamayan, özgür tutsakların soyundanız. Biz korkuldukça tutsak, ümit edildikçe özgür olunduğunu biliyoruz. Tüm toplumdan kavga günleri ümit ediyoruz. Ve ümit iyi bir şeydir, belki de en iyi şey. İyi bir şey ise asla ölmez. Daha dün 11 öğrencinin Meclis’i basması, İzmir’de, Adana’daki eylemler ümidimizin eylemde yeniden üretimidir. Güzel günler göreceğiz çocuklar, çok daha güzel günler. Dün, taleplerimizi ve eylemimizi çarpıtarak da olsa gerici-burjuva basın bizi ilk haber yapmak zorunda kaldı. Ve biz artık toplumun gündemindeyiz. Dostlarımız devrimimiz, düşmanlarımız düzeninizdir. İlk kamplaşma bu eksende saat 10.00 sularında Beyazıt Alanı’nda oluyor. Bir tarafta polis, bir tarafta SİP yöneticileri, DKÖ’lerden ilerici demokrat-devrimci kamuoyu ve yüreğimizde de bilincimizde de ayrı bir yeri olan Aras Kargo direnişçileri. Sorun işgal ve can güvenliği sorunu değil. Sorun üniversitelerin emekçi halk çocuklarına kapatılıp kapatılamayacağı sorunu. Polis saatlerdir barikatlarımıza saldırmaya bile cesaret edemediyse bu işgali olsa olsa ancak askeri olarak kırabileceğini bilmesindendir. O da ancak günlerce binlerce polisiyle uğraşırsa ve ölüleri de göze alabilirse. Çünkü biz göze almıştık bir kere. Polisin destekçilerimizi dağıttığı haberi geliyor. İçerde bu sefer tam anlamıyla seferberliğe dönüyoruz. Polis saldırısına karşı her şeyimiz hazır. EK, destekçilerle birleşip birleşemeyeceğimizi tartışıyor. Aramızda dolaysız bir iletişim yok. Bu şartlarda işgale devam ediyoruz. Ve rektörle görüşeceğimizi belirtiyoruz. Camlara gelen polis yanında Hukuk Fakültesi Dekanı varken görüşme talep ediyor. Rektörle görüşmek üzere üç temsilci camdan yangın hortumuna bağlanarak sarkıtılıyor. Amfide bazen yayılan belirsizlik ve kaygı, kararlılık ve direnç karşısında dağılıyor. Hayatı ve kavgayı her gün ve her an yeniden üretmek gerekiyor, yoksa bu ölüm ve meta düzeninin yılgınlığı, korkusu, çürümüşlüğü sarar her yanımızdan. Ve her şey emek ister sevgi de, kavga da. Ve hayatta hiç bir şey saf/mutlak değildir. Bu şartlarda her eylemci, her militan kavganın ateşinde yeniden dökmelidir kalıba kendini, işgalin amfisinde şiirle, propagandayla, şarkıyla, sloganla istisnasız herkes yaşadı bunu. Bir kez daha mahkum etti kapitalist sömürü sistemini. Bir kez daha fark etti bu çürümüş, faşist, insanlık dışı sisteme tahammül edemeyeceğini. Bir kez daha anladı, ölecekse böyle bir günde ve dostların arasında ölmeliydi. Sevgi ve nefret anlamını böyle buldu. 1 Mart öğle üzeri: Temsilcilerimiz gelmedi. Eğer geri dönmezlerse bir daha hiçbir görüşme yapmama kararı aldık. Bir kez daha dışardan kavga haberi geliyor. Saat 13.00’den itibaren bin kişilik bir kitle yeniden toplanıyor Beyazıt Alanı’nda. Her


gün değil, her an kavga artık. Temsilcilerimiz dönüyor. Ne kayıt talebimiz ne de polisin çekilmesi isteğimiz dikkate alınmamış. Ama artık ast-üst ortamı yok. İki ayrı ordunun temsilcileri görüşenler. Bu eylemin gücünü fark ettiklerini gösteriyor. Polis EK’yı (*5) istiyor. Herkesin yargılanmayacağını söylüyor. Bu hem eylemcileri bölmeye yönelik bir taktik, hem de 400 kişiyi yargılamanın başına bir tür bela açacağını biliyor. Faşist diktatörlüğün yasaları eylemin gücü karşısında işlevsizleşiyor. Bu arada dışarıdaki kitlenin polisle çatışmaya başladığı haberi geliyor. Polis güç kullanmasına rağmen kitleyi dağıtamıyor. 1500’ü bulan kitle ara sokaklarda polisle taşla, yumrukla çatışıyor. Biri polise, biri ÖGB (Özel Güvenlik Birimi)’ye ait iki nokta hedef tahrip ediliyor ve barikat kurulması deneniyor. Ama daha sonra ilk saldırıda yaralanan eylemcilerin Çapa’ya götürülmesi üzerine yürüyüş kararı alınıyor. 500 kişilik kitle yolu trafiğe kapayarak ve polis otolarını taşlayarak Çapa’ya kadar yürüyor. Destekçilerimiz 15-20 yaralı ve 15 civarında tutsak veriyor, polisten de 10 civarında yaralı var. Bu kısa özet işgale ulaşınca mutluluk sloganlara, kararlılık esprilere karışıyor; “Bir hafta kalsak burada, İstanbul’da karakol bırakmayız.” Evet, Beyazıt gerçekten zafer artık. 1 Mart akşamüzeri: Polisin teklifi: Eylemcilerin hepsinin ismini, adresini, okulunu almak, bunları kontrol edip, tek bir gözaltı olmadan herkesin gitmesine izin vermek. 15–20 kişiyi ise yargılamak. Bu eylemin büyüyen etkisinden duyulan korkunun göstergesi. Ama bu bizim asla kabullenemeyeceğimiz bir şey. Buna rağmen EK’da ciddi ciddi tartışılıyor. SİP, Fakülte, Barikat(*6) bu öneriyi destekliyorlar. Bu belirsizliğin ve kaygının bazıları şahsında kararsızlığa ve ciddi bir zayıflamaya dönüştüğünün göstergesi. 30 saati aşkın bir süredir dar bir alanda, temel ihtiyaçların çok zor çözümlenebildiği bir yerde bunun kitlede kararsızlık ve zayıflamaya dönüşmesi doğal. Doğal olmayan bu zayıflığa müdahale etmesi gereken öncülerin buna teslim olması ve böyle bir uzlaşma metnini onaylayabilmeleri. TÖDEF, ÖG, DÜP, Kaldıraç, YDG ve EGK gibi gruplar olarak anında ve blok bir tavır alıyoruz. Öneri reddediliyor. Buna karşın EK kitlede ve belli gruplardaki zayıflamayı tespit ederek şu sonuca varıyor. Polisin işgale saldırması durumunda direnç ve kararlılık gösterileceği açıktır ama sürenin uzaması ve bir saldırı gerçekleşmemesi ihtimalinde kararsızlık ve devrimci tavır giderek zayıflayabilir. Bu şartlarda, polisin önerisi de kabul edilemez olduğuna göre, EK kendi inisiyatifiyle eylemi militan bir çıkışla, polis kuşatmasını yararak bitirecektir. Bu karara ise, SİP’liler başarılı bir organizasyon gerçekleştirilemeyeceği üzerinden, YDG ise ya toplu gözaltını kabul etmek ya da hiç gözaltı kabullenmemek ikileminin dışındaki olanakları görememekten itiraz ettiler. SİP’lilerin anlayamadığı kendi kitleleriyle-organizasyonlarıyla devrimci hareketin kitlesi arasındaki farktı. YDG’nin kaba ikilemi ise, başarılı bir askeri çıkışın anlamını kavrayamamaktan kaynaklı bir zayıflıktı. EK eylemin 32. saatinde baskın çıkışı örgütlemeye girişti. Basın mensuplarının çıkma isteği üzerine barikatlar açıldı. Kısa bir sürede 400 kişilik işgal ordusu karanlığın içinde bahçede

düzenli bir yürüyüş halindeydi, ilk polis barikatı hazırlıksız ve dağınık yakalandı çıkış eylemine. Kitle rahatça aralarından geçti. Kapıdaki ikinci polis barikatı tutunmayı denediyse de, kararlı ve militan kitlenin önünde hemen çözülüverdi. Dışarıdaki polis gücü hakkında net bir fikrimizin olmaması ve teknik görev dağılımı-planlamadaki zayıflığa rağmen başarılı bir çıkış örgütlendi. 400 civarındaki kitlede sadece 40 gözaltı yaşanması askeri başarının da göstergesidir. Bu çıkış sadece güvenlik açısından değil eylemin politik inisiyatif ve militan tarzla bitirilmesi açısından da başlı başına bir olumluluktur. İşgal, öğrenci gençliğin reformizme mahkum olmadığını, örgütlü-birleşik-militan eylemliliğe ihtiyacını ve yakınlığını kanıtlamış, bu nesnel ihtiyaç ve olanak temelinde devrimci grupların ortaklığına hem bir gerekçe hem de bir sonuç doğurmuştur. Ve işgal onun içinde ya da dışında bir parçası olan herkeste; “Bir kez daha ve daha ileri” isteği ve bilinci uyandırmış, bu sayede devrimin bir okulu olmuştur. Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Siz işgal bitti diye bir parça sevinirken biz yeni bir eylem, boykot ve işgal dalgası üretmek için “dostların arasında, güneşin sofrasında”yız. Sizin o hayretler içindeki bakışlarınız arasında Ümraniye tabutluğundan Gazi’nin barikatlarına kadar her yerde yeniden olacağız. Ve and olsun kazanana dek durmak yok asla. Dipnotlar: 1-Soğuk füzyon yoluyla, yani kontrollü nükleer tepkimelerle dünya enerji ihtiyacının hiç bir kirlenme yaratmadan karşılanması olası. Ama bu araştırmalar çok büyük finans desteği istiyor. Bu finansın sahibi tekeller ve onların devletleri ise kar oranı bırakmayacak (-ihtiyaç fazlası enerji bile sağlanabileceğinden) böyle bir gelişmeyi sadece boğmayı hedefleyebilirler. Dünyanın en büyük 10 tekelinden 7’sinin petrol tekelleri olduğunu da ekleyelim. 2-Dünya’daki her 4 bilim insanından 3’ü askeri üretim ve yan kollarında çalışıyor. 3-Taksim ve Kızılay zaferlerinde de kırılan vitrin camları için yaygara koparıyorlardı. Onlara söyleyecek bir çift lafımız var: Birincisi bir faşistin cezalandırılacağı yer için bizim işkencehanelerimiz yok ve hiç de olmayacak. Ama devrimci adalet sokakta işler ve bir kaç vitrin camını önemsemez. İkincisi, işçi-emekçilerin alış-verişe değil, bakmaya bile uğrayamadığı o vitrinleri sadece onların öfke soluğunu hissedenler olarak bile indirebilirdik. Hiç bir kavga dostumuz korkmamalıdır. Meşruyuz ve haklıyız. Polis otolarını molotoflasak da bu faşist-devlet terörü varken meşruyuz ve haklıyız. Ve eğer kitlelere ajitasyonpropagandamızı taşıyacaksan diktatörlüğün bütün yalanları bizim gerçekleri ilanımız karşısında eriyecektir. 4-Sanıyorum “Dostlar arasındayız” ve “Eşeği saldım çayıra”nın okunuşunu anlatmak imkansız. Yaşanması gerekiyor işgalin hissedilebilmesi için. 5-Polis Eylem Komitesi’ne DK diyor. Devrim Komitesi. Bu kamplaşmayı doğru anladıklarını gösteriyor. 6-Barikat’cılar işgalden sonraki toplantıda tutumlarının yanlış olduğunu söylediler.

İşgal, öğrenci gençliğin reformizme mahkum olmadığını, örgütlü-birleşik-militan eylemliliğe ihtiyacını ve yakınlığını kanıtlamış, bu nesnel ihtiyaç ve olanak temelinde devrimci grupların ortaklığına hem bir gerekçe hem de bir sonuç doğurmuştur. Ve işgal onun içinde ya da dışında bir parçası olan herkese; “Bir kez daha ve daha ileri” isteği ve bilinci uyandırmış, bu sayede devrimin bir okulu olmuştur.

17


Yeni döneme girerken liseli gençlik hareketi üzerine…

Geleceği kazanmak için ileri!

18

Son yıllarda liseli gençliğin özellikle siyasal gündemlere refleksi ve alanlara kitlesel çıkışı göz ardı edilemez bir gerçeklik oldu. Hemen hemen her sene yapboz tahtasına dönen sınav sistemine ve kopya rezaletlerine yönelik öfke bu gerçekliği kamçılayan bir başka etken olarak liseli gençliği sokaklara itti ve sonunda öfke, Haziran barikatlarına taştı. Gelinen yerde Haziran Direnişi ardında bıraktığı mücadele ruhuyla beraber geri çekilmiş olsa da direnmenin onurunu kendisini yaratan kitlelere armağan etti. Bundan sonra bu mücadele ruhu ve onuru toplumun her bir kesimin evine, fabrikasına, okuluna, işyerine, mahallesine taşındı. Liseli gençlik de bu ruhu ve onuru kendi cephesinden liselerine taşıdı. Son olarak yolsuzluk ve rüşvet operasyonları bu sistemin kirli yüzünü bir kez daha geniş kitlelere gösteriyorken liseli gençliğin de kendi cephesinden öfkesi kabarıyor. Liseli gençliğin düzenin kurumlarına ve dolayısıyla düzenin kendisine olan güvensizliği perçinleniyor, kurtuluş umudu ise daha çok devrime, sosyalizme yöneliyor. Bu demek oluyor ki gün geçtikçe çelişki derinleşiyor. Liseli gençliğin düzenle olan çelişkisini iyiden iyiye hissettiği ve hissettirdiği bir dönemden geçiyoruz. Kapitalist sistem, gençliğe gelecek veremeyeceğini son on bir yıllık AKP hükümetinin icraatlarıyla birlikte bir kez daha tescillemiş oldu. Tüm dünyada “ya kapitalist barbarlık ya sosyalizm” ikileminin kendini yakıcı olarak dayattığı şu günlerde liseli gençlik de sistemin vantuzlarını yüreğinden söküp atacak dinamiklerini biriktiriyor. Çelişkinin keskinleştiği yerde ise sistemin liseli gençliği zapturapt altına alma çabaları, bu çabaların sonucu reformizmin önü açılan etkisiyle birlikte baskı ve tehditleri de elbette ki yoğunlaşıyor. Liseli gençliğin düzenle arasında bulunan köprüleri atmaya elverişli karakteri sistemin ona dönük saldırılarının ana sebebini oluşturuyor. Haziran Direnişi’nin ardından liseli gençliğe dönük getirilen bir dizi uygulama bu saldırıları somutluyor. Devamsızlık gün sayısının aşağıya çekilmesinden geçme notunun yükseltilmesine, okullarda turnike uygulamalarına dek bir dizi başlık liseli gençliği sokaklardan ve dolayısıyla mücadeleden alıkoymayı hedefliyor. Bunun yanında ise özellikle öncü devrimci liselilere yönelik aile faktörü devreye sokularak kapitalist sistem bu toplumdaki en küçük birimini liseli gençliği dizginlemek adına kullanıyor. Sistemin açık saldırılarını çeşitlemek mümkün ancak gereksiz. Zira bu saldırılarda taraflar açık ve net. Saldıran düzenin sözcüleri, sistemin kendisi. Ancak daha tehlikeli olanı var ki, o da “devrimci”

etiketiyle liseli gençliğin karşısına çıkan liseli gençliğin duyarlılıklarına seslenen ve kendisine liseli gençlik içerisinde azımsanmayacak bir taban bulan reformizmdir. Halen daha liseli gençliğin öncü tabanı ağırlıklı olarak reformizmin etki alanına hapsolmuş bulunuyor. Devrimci değerler ve propaganda üzerinden tuttukları liseli gençliğin bu alana hapsolmuş olması elbette ki toplumsal hareketin verili düzeyi ve toplam gençlik hareketinin taşıdığı zaaflardan bağımsız değildir. Fakat burada liseli genç komünistlerin alacakları tutum verili durumun sonuçlarına biat etmek değil, devrimci müdahalenin sorunlarını, araçlarını ve komünist gençlere düşen görevleri tartışmak olacaktır. Liseli gençliği devrim saflarıyla buluşturmak, liseli gençlik hareketine önderlik etmek ancak ve ancak proletaryanın kızıl bayrağını kuşanan genç komünistlerin omuzlayabileceği bir pratiktir. Tersinden ise ancak ve ancak bu öncü misyon bilinciyle liseli gençlik hareketinin dinamiklerini görüp değerlendiren handikaplarını ise aşma iradesi gösteren bir pratiğe imza atılabilir. Liseli gençliğin biriktirdiği dinamikler devrimci saflarla buluşmasını sağlayacak olan elbette ki son tahlilde, sistemin çok yönlü saldırılarına ve reformizmin uğursuz rolüne kalkan olacak olan devrimci çalışmanın kendisidir. Tüm bu pratik içerisinde ise liseli gençliğe yönelen saldırıları püskürtecek güç biriktirilecektir. Düzenin açık gizli tüm saldırıları yükselen devrimci çalışmanın gücüyle bertaraf edilecektir. Düzenin kirli ideolojik saldırıları ve reformizmin uğursuz rolü karşısında devrimci bir odak olarak dikilecek olan liseli çalışması bugünden yarını kazanma perspektifiyle bu yükü omuzlayacaktır. Bugün ise, daha özelinden sorunu ortaya koymak gerekirse, liseli güçlerin düzenin temsil zincirleriyle zamansız hesaplaşmasından kaçınmak gerekir fakat bu sağduyulu yaklaşımın tersinden liseli güçleri mücadelenin gerisine düşürme tehlikesini beslediği unutulmamalıdır. Sistematik, bilinçli ve hedefli militan bir çalışma liseli güçleri kuşattığı oranda ileriye doğru atılan her adım cesaretlendirilmeli ve güçlendirilmelidir. İşte bu bilinçle bulunduğu tüm alanlarda devrimci çalışmalarıyla liseli gençliği kucaklayan genç komünistler, güne yüklenip geleceği kazanma perspektifiyle hareket etmektedir. Ortaya konulan politik hat ve araçlar bu çerçeveye oturmalı, bu çerçevede anlam kazanmalı ve rolünü oynamalıdır. *** Elbette ki her politik çalışma gibi liseli gençlik alanında yürütülen çalışmanın da kendi içinde taşıdığı özgün ve genel sorun alanları


bulunmaktadır. Kitle çalışmasının sorunlarından hareketin gündemlerine, genel sosyalist propagandanın düzeyinden liseli gençlerin “aile” faktörü gibi daha özgün sorun alanlarına, liseli güçlerin politik pratik eğitim sorununa dek bir dizi başlık çalışma alanının tartışma konularıdır. Ancak artık tüm bu başlıklar bugün içerisinden geçmekte olduğumuz politik atmosfer içerisinde, düzenle var olan çelişkinin derinleştiği yerde tekrar anlamlanmakta ve sonuçlar çıkarmaktadır. Bugün artık liseli gençliğin önünde duran tüm sorun alanları ve liseli gençliğin tüm talepleri bu bağlamda değerlendirilmek zorundadır. Liseli gençlik çalışmamızın başlıklarına ve araçlarına geçmeden önce vurgulamak gerekir ki, liseli gençlik hareketinin genel sorun alanları ve ihtiyaçlarını tanımlamak ve buradan doğru harekete politik öncü misyonu bakışıyla politikpratik bir hat örmek devrimci liseli çalışmamızın ana çerçevesini oluşturmaktadır. Demek oluyor ki, toplam liseli gençlik hareketine müdahale etmek ve devrimci bir odak olarak kızıl bayrağı yükseltmek liseli genç komünistlerin başlıca kaygısı ve ödevidir. Bu ödevi yerine getirmenin bir koşulu da hiç şüphesiz liseli gençlik çalışmamızın kendi darlığını kırabileceği, kendi siyasal güçlerini nitelik ve nicelik açısından bir sıçramaya tabi tutacağı bir pratikten geçmekte ve bu pratik ise tam da devrimci ödevin bağrında gerçeklik kazanacaktır. İşte burada yürütülen tüm tartışmaya bu iç içe geçen iki etken zemin hazırlamalıdır. *** Haziran Direnişi bir kez daha göstermiştir ki, liseli gençlik akademik gündemleriyle siyasal gündemler arasındaki bağı kurabilmekte ve bu bağ bir kez kurulduğu takdirde ise siyasal talepler üzerinden mücadele sahnesinde yerini almayı bilmektedir. Dünden farklı olarak bugün liseli gençlik devrim ve sosyalizm propagandasına daha açık, devrimci mücadelenin özgürleştirici etkisine daha fazla muhtaçtır. Bu olgu aynı zamanda liseli gençliğin reformizmin etkisini parçalayacak koşullarının da olgunlaşacağını müjdelemektedir. Bu iyi niyetli bir sav olmanın ötesinde devrimci çalışmamızın olanaklarını biriktirmek için bir ilk işaret olabilmelidir. Yeter ki genç komünistler, bu işareti değerlendirerek devrimci liseli çalışmalarını örerken tarihsel misyonlarına paralel olarak ele alabilsinler. O halde liseli gençlik çalışmasının gündemleri ve bu doğrultuda talepleri belirlenirken bu olgu göz önünde tutulmalı ve çalışmanın ağırlık noktasının akademik sorunların politik arka planını oluşturan siyasal gündemler üzerinden şekillenmesinden, sosyalist propagandanın öne çıkmasından geri durulmamalıdır. Örneğin devamsızlık sorunu işleyen bir çalışma çubuğu Haziran Direnişi’nin ardında yatan korkuya bükebilmeli, tam da saldırının ana hedefini teşhir ederek mücadele saflarına çağrıyla birlikte politik pratik hattını oluşturabilmelidir. Bugün gelişen her siyasal sorun karşısında liseli gençliğin sesi olabilmek, liseli gençliği devrim saflarında taraflaştırmak ve liseli gençlik hareketine öncülük edebilmek çalışmanın gündemleri arasındaki bu diyalektik bağı cüretle kurabilmekten geçmektedir. Politik planda kurulacak bu bağı pratikte liseli gençliğe taşımak ise çalışmanın üreteceği esnek araçlara, bu araçların amacına uygun kullanımına bağlıdır. Buradan çıkarılacak sonuçlardan biri, sosyalist propagandanın daha yaygın ve daha güçlü örülmesi

gerektiği olmalıdır. Liseli gençlik kitlelerinin bu propagandaya bu denli açık olduğu bugün, devrimci bir odak olarak liseli gençliğin önüne çıkma ödevi genç komünistlerindir. Gerek yazılamalarla, gerek yayınlarla, özel-yerel bültenlerle, sosyal medya aracılığıyla vb. devrim ve sosyalizm propagandasını liseli gençliğe götürmek göreviyle karşı karşıyadır. Üzerinde durulması gereken bir diğer başlık ise özneleşme, özneleştirme olmalıdır. Genç komünistlerin devrimci çalışmasının tartışmasız her daim önüne koyduğu bu başlık bugün somut ayaklarını oluşturacak, kendi yolunu yürüyecek dinamiklere fazlasıyla sahiptir. Tüm yaşanan süreç liseli gençliğin adımlarını etkilendiği devrimci propagandanın ötesine yöneltmekte, örgütlenmekte ve dahası örgütlemekte olduğunu göstermiştir. Bu açıdan çalışmanın araçları belirlenirken liseli gençliğin kendisini devrimci çalışma içinde konumlayabilecekleri ve çalışmanın her bir halkasında kendilerini tarifleyerek üretebilecekleri bir hat oluşturmak elzemdir. Okuma gruplarından yayın komisyonlarına, sosyal-kültürel çalışma gruplarından atölyelerden imza-yazı kampanyalarına kadar bir dizi araç tariflenebilmelidir. İnisiyatif alanları oluşturulmalı, esnek örgütlenme modelleri liseli gençliğin yaratıcılığına ve kabiliyetine güven duyularak yaratılmalıdır. Liseli gençlik çalışması içerisinde liseli güçlerin çok yönlü eğitimi ise altı çizilmesi gereken bir başlık olarak önümüzde durmaktadır. Her daim sonuç olarak pratiğin öğretici olduğu unutulmadan liseli güçlerin politik pratik eğitimi, örgütlenen toplam çalışmanın ayrıca bir başlığı olarak ele alınabilmeli, çalışmanın ihtiyaçlarına ve toplam toplumsal siyasal gündemlerle paralel olarak işlenebilmelidir. Yarıyıl tatillerinde hayata geçirilen Devrim Okulları pratiği bu açıdan oldukça anlamlı deneyimler ve sonuçlar biriktirmektedir. Bu müdahalenin kendisini tüm dönemi kapsayan seminer, toplantı vb. üzerinden biçimi değişse de misyon ve amacını koruyarak sürdürmek gerekmektedir. Liseli güçlerimizin ve liseli çalışmamızın buna fazlasıyla ihtiyacı vardır. Toplamda devrimci liseli çalışmasının ortaya koyduğu tüm politik pratik hat ise en sonu, kendisini eylemsel süreçlerle birlikte harmanlamalı “sokak” ve dolayısıyla demek oluyor ki mücadele, güçlü bir alternatif olarak liseli gençliğin karşısına çıkarılmalıdır. Sonuç olarak; liseli genç komünistlerin baharı kazanmayı hedefleyen devrimci çalışmaları işte bu bilinçle, sosyalist propagandanın öne çıktığı, akademik-siyasal gündemler arasındaki bağın bugün gelinen yerde daha cüretkâr kurulduğu, politik çalışmanın liseli gençliğe esnek ve yaygın araçlarla ulaştığı ve en sonu eylemsel bir hatla birleşen bir rotayla yürütülmelidir. Liseli gençlik çalışması kendi güçlerini yaratacak, geliştirecek ve liseli gençliği kucaklayan devrimci bir odak olacaktır. Bunu iddia edecek güç ve tarihsel misyona sahip olan genç komünistler liseli gençliğin düzenle arasında var olan çelişkinin daha da derinleşeceği ikinci eğitim öğretim dönemine devrimci baharın coşkusuyla hazırlanmaktadır.

(Kızıl Bayrak’ın 7 Şubat 2014 tarihli sayısından alınmıştır...)

19


Kapitalist düzende seçimler karşısında doğru devrimci tutumu alabilmek, ancak seçimler, burjuva temsili kurumlar vb. karşısında açık, net bir bilince sahip olabilmekle mümkündür. Bunun kendisi marksist-leninist dünya görüşü ekseninde, işçi sınıfı cephesinden dünyaya bakabilmeyi gerektirmekle birlikte, yaşanılan somut gelişmelerin deneyimlerini de bu çerçevede bilince çıkartmak demektir. Lenin, Marksizm’in konuya yaklaşımları ışığında, Devlet ve Devrim kitabında burjuva parlamentosu hakkında şunları söyler; “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentoda, yalnızca “saf halkı” Yeni bir seçim sürecinin arifesindeyiz. Önümüzde yerel seçimler var. aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir Hemen ardından ise genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilerleyecek bir dönem bizleri bekliyor. Her parti ve siyasal grup, temsil ettiği şey yapılmaz.”

devri

sınıfın bakışı çerçevesinde Türkiye’nin gündemini birçok yönüyle etkileyen ve belirleyen seçimler sürecine hummalı bir hazırlık içinde. Emperyalist kapitalist sistemin birçok açıdan tıkanıklık yaşadığı, ekonomik, sosyal ve siyasal krizlerin dünya genelinde savaş, saldırganlık politikalarını tetiklediği ve bunların doğal sonucu olarak kitlesel halk hareketlerinin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Dünyanın hemen her köşesi yaşanan çok yönlü krizlerin doğrudan etkisi altında. Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya kadar hemen her yerde siyasal çalkantılar, sokak çatışmaları, krizler, askeri müdahaleler vb. şeklinde yoğun bir süreç yaşanıyor. Emperyalist kapitalist sistemin organik bir parçası olan Türkiye, dünya genelinde yaşanan bu tablodan doğrudan etkileniyor, kendi iç dinamiklerinin ortaya çıkarttığı farklı sorun alanlarıyla birlikte çok yönlü bir krizin içerisinden geçiyor. Son otuz yıl içerisinde sosyal, siyasal ve ekonomik alanda gündeme gelen saldırıların toplumun genelinde biriktirdiği ve AKP hükümeti döneminde katmerleşen sorunların patlaması olarak yaşanan Haziran Direnişi, rejimin yaşadığı tıkanma ve çatışma alanlarını derinleştirdi. Rejimi el birliğiyle yönetenler arasında Haziran Direnişi öncesi başlayan gerilimler, Haziran Direnişi’nin de etkisiyle birlikte bugün karşılıklı çatışmaya dönüşmüş durumda. Gerici odakların çıkar birliği olarak kurulan ve Amerika projesi olarak hayata geçirilen AKP, gelinen aşamada kendisini cemaatle karşılıklı bir savaşın ortasında buldu. Yolsuzluk, yağma ve rant uğruna yan yana gelenler, yine aynı amaç uğruna birbirinin pisliklerini ortaya dökmeye, en ahlaksız yöntemlerle birbirlerini zayıflatmaya uğraşmaktalar. On yıllardır bilinen gerçeklerin tekrardan ve tüm iğrençliğiyle ortaya dökülmesi ve bunun da burjuva hukukunu bile ayaklar altına alarak yapılması, devleti, devletin kurumlarını, yargıyı, polisi, bürokrasiyi vb. bütün bu kurumların bu düzende misyonunu hiçbir dönemle kıyaslanamaz ölçüde teşhir etmiştir. Kendi çıkarları ve gerici çatışmalarında üstünlük kazanmak adına bir çırpıda, dönüp dönüp adres olarak gösterdikleri kendi burjuva yasalarını hiçe sayanlar, demokrasiden bahsedenler bir seçim döneminde daha işçilere, emekçilere, gençlere seçim sandıklarını gösteriyor ve bunu da demokrasi olarak sunmaya çalışıyorlar.

Burjuva düzende seçimler ve “halkın kendi kendini yönetmesi” nin sınırları

20

Kapitalist düzende seçimler karşısında doğru devrimci tutumu alabilmek, ancak seçimler, burjuva temsili kurumlar vb. karşısında açık, net bir bilince sahip olabilmekle mümkündür. Bunun kendisi marksist-leninist dünya görüşü ekseninde, işçi sınıfı cephesinden dünyaya bakabilmeyi gerektirmekle birlikte, yaşanılan somut gelişmelerin deneyimlerini de bu çerçevede bilince çıkartmak demektir. Lenin, Marksizm’in konuya yaklaşımları ışığında, Devlet ve Devrim kitabında burjuva parlamentosu hakkında şunları söyler; “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentoda, yalnızca “saf halkı” aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.” Komünistlerin seçimler gündemli temel metinlerinden birisinde ise şunlar ifade edilmektedir: “Burjuva parlamentosu, özellikle demokratik biçim ya da görüntü içindeki hallerde, burjuva devlet ve yönetim aygıtının temel kurumlarından birisi olarak görünür ve genel oy yoluyla ‘halkın iradesi’nin somutlanıp temsil edildiği kurum olarak sunulur. Görünüşe göre burjuva düzenin yasama (parlamentoya dayanan ve güya onun tarafından da denetlenen hükümet yoluyla yürütme) kapsamındaki işler buradan, ‘halkın seçilmiş temsilcileri’ eliyle yürütülür. Burjuva parlamentosu, onun düzenin işleyişi içindeki yeri ve işlevi sıradan kitlelere böyle sunulur; kitlelerin bilincinde ‘millet iradesinin temsili’ne dayalı parlamenter yanılsamalar bu yolla oluşturulur ve zamanla kökleştirilir.” (Seçimler ve sol hareket, syf. 50, Eksen Yayıncılık)


Seçimler ve imci sınıf tutumu!

Sadece geri kapitalist ülkelerde değil, burjuva demokrasisi üzerinden örnek gösterilen bir dizi burjuva cumhuriyetinde de devlet mekanizmasının somut işleyişine baktığımızda dahi yukarıdaki iki alıntıda altı çizilen gerçekliklerle karşılaşırız. Genel oyla oluşturulan “millet iradesi”nin seçtiği burjuva temsili kurumlar yönetim değil, sadece işçi ve emekçilerde yanılsama yaratma amacı taşır. Devlet gerçekte kurumsallaşmış çok yönlü bürokratik mekanizmaları üzerinden yönetilir. “Seçimler” yoluyla oluşturulan parlamento ise sadece ellerin kalkıp indiği biçimsel bir görüntü taşır. Marks, burjuva düzen altında ‘genel oy’u “her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceğini, ayaklar altına alacağını kararlaştırmak” olarak

tanımlar ve altını yanılsamaya mahal vermeyecek bir tarzda çizer. Genel olarak parlamento hakkında söylenen bu sözler yerel seçimler gündemi üzerinden de aynı kesinlikle söylenebilir. Yerel yönetimler söz konusu olduğunda burjuva seçim süreçlerinin, “halkın iradesi ile yönetilme” yaygarasının boş bir söz kalıbı olduğu çok daha açık ve net olarak karşımıza çıkar. Belediyeler sadece burjuva devletin kamu işlerini yürütmede bir ara memur vasfı taşır ve neredeyse hiçbir konuda kendi başına karar alamaz. Doğrudan burjuva devletin bürokratik işleyişinin denetimine, yönlendirmesine tabidir. Bütçeden atılacak birçok adıma kadar her şey devletin temel kurumları (Bakanlıklar, Valiler, emniyet vb.) üzerinden merkezi iktidarın denetimindedir, bin bir bağla merkezi iktidara bağlanmıştır.

21


Seçimler ve aynılaşan tutumlar

Her devrimci parti devrimci iktidar perspektifi çerçevesinde kendi ideolojik-programatik yaklaşımlarını kitlelerle buluşturmaya çalışır. Gelişen her sürece kendi temsil ettiği program ve sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda bir taraf olarak müdahil olur, hedefleri dahilinde yolunu yürümeye çalışır.

22

Burjuva düzen içinde birçok konuda olduğu gibi seçimler de bir turnusol işlevi görür. Burjuva seçimleri karşısında alınan tutumlara bakın, arkasında bir sınıfsal bakış ve konumlanma görürsünüz. Burjuva düzen partileri için seçimler; “hoşnutsuzluğu büyümüş ve sorunlarına çözüm arayışı peşindeki kitleleri sahte vaatler ve çözümlerle aldatmanın, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymanın, parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmenin bir olanağı” (Seçimler ve sol hareket, syf. 192) olarak kullanılır. Burjuva partileri için bu amaçlarının yanı sıra “seçimler… çok özel bir siyasal önem taşırlar. Zira seçimler onlar için aldatıcı ve ikiyüzlü vaatlerle kitlelerin edilgen desteğini almak ve böylece siyasi yaşamda kendilerine rant sağlayacak etkin bir güç olmak için biricik fırsattır. …buradan sağlayacakları destek onlara iki seçim arası dönemde kitlelere artık bir daha başvurmaksızın siyasal yaşama katılma olanağı verecek ya da bir daha ki seçimlere kadar siyaset dışı tutacak, böylece siyasette etkin olmanın nimetlerinden yoksun bırakacaktır.” (age, syf. 192) Kapitalizm koşullarında seçimlere yaklaşım burjuva partileri için yukarıda çizilen temelde bir anlam ifade ederken, ufku kurulu düzen sınırlarını aşmayan reformistler için de alınan tutum özü itibariyle aynıdır. İki tutum da kurulu düzene kan taşımakta, emekçilere bir yanılsama olarak sunulan seçimler ve “kendi kendini yönetme” safsatasına sol adına koltuk değnekliği yapmak anlamına gelmektedir. Kapitalist devleti, parlamento yoluyla değiştirebileceğini iddia etmek, işçilere-emekçilere biçimsel bir görüntüden başka bir anlamı ve işlevi olmayan bir temsiliyeti gerçek çözüm yeri olarak göstermek, kitleleri kandırmak değilse, ahmaklıktır. Üstelik bu yerel seçimler vesilesiyle “yerel iktidar, halkçı yönetim, yerelden genel iktidara yürüyoruz” vb. söylemlerle gerçek yaşamda hiçbir koşulda karşılığı olmayan söylem ve tutumlarla yapılıyor ve kitlelere seçimler bir umut olarak gösteriliyorsa, bu tutum aynı zamanda sol, sosyalizm, Marksizm adına yapılıyorsa, ortaya çıkan tablo çok daha beter bir tükenişin yansıması olmaktadır. Seçimler gibi önemli bir siyasal süreç üzerinden gündeme gelen ve kimi sol çevreler için bu önemli gündemi edilgenlikle geçirmekten öte bir anlamı olmayan bir başka yaklaşım ise boykot tutumudur. Devrimci hareketin yaşadığı tasfiye süreci ve kimi müzmin boykotçu hareketlerin bugün reformizme kapaklanmaları boykot tutumunun sol içerisinde zayıflamasına neden olmuş bulunuyor. Seçimleri boykot etmek bugünün koşullarında kitleleri pasif bir konuma itmekten başka bir anlam taşımadığı gibi, seçimler gibi bir gündem karşısında politikasızlığın bir sonucu olarak ortaya konulmaktadır. Zira gerçek anlamda bir boykot somut bir süreci ifade eder. Lenin’in deyimiyle “ Aktif boykot… açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülemez. Bu slogan silahlı ayaklanma sloganı olabilir.” 1905 devrimi sürecinde boykot çağrısı ile kitlelerin karşısına çıkan Bolşeviklerin bu kararını “Sol Komünizm”de değerlendiren Lenin “yığın grevlerinin siyasi greve ve sonra da devrimci greve ve en sonunda da çarlığa karşı ayaklanmaya doğru hızla dönüştüğü objektif durumun doğru olarak hesap edilmiş

olmasından ötürü verildi”ğini belirtiyor.

Seçimler ve devrimci sınıf tutumu

Lenin’den alıntıyla başlayalım; “Burjuva parlamentosunu ve öteki gerici kurumları dağıtmaya gücünüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hala papaz takımının aldattığı ve kır koşullarının aptallaştırdığı işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” (“Sol” Komünizm) “Seçim için bildirge değil, ama devrimci sosyal demokrat bildirgeyi uygulamak için seçimler! İşçi sınıfın partisi konuya böyle bakıyor. Seçimlerden bu amaçla esasen yararlandık, sonuna kadar da yararlanacağız. Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin devrimci bildirgesini, taktiğini ve programını savunmak için en gerici çarlık Dumasını bile kullanacağız.” (Dördüncü Duma seçimleri arifesinde, Temmuz 1912) Seçimlerin eşit oya bile dayanmadığı, bir büyük toprak ağasının oyunun, 3 şehir burjuvasına, 15 köylüye ve 45 işçinin oyuna eşit sayıldığı koşullarda bile Lenin, seçimlerden devrimci amaçlar için yararlanmanın öneminin altını özellikle çiziyor. Her devrimci parti devrimci iktidar perspektifi çerçevesinde kendi ideolojik-programatik yaklaşımlarını kitlelerle buluşturmaya çalışır. Gelişen her sürece kendi temsil ettiği program ve sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda bir taraf olarak müdahil olur, hedefleri dahilinde yolunu yürümeye çalışır. “Seçimler, genel kural olarak, siyasal ilgi ve tartışmaların burjuva siyasal yaşamın olağan dönemlerine göre nispeten yoğunlaştığı dönemlerdir. Burjuva düzen partileri emekçi kitlerde kaçınılmaz olarak oluşan bu ilgi yoğunlaşmasını tümüyle yalana ve demagojiye dayanan bir propaganda ile düzen kanalları içinde tutmaya, onlarda burjuva temsili kurumlarla ilgili hayalleri yaşatmaya ve güçlendirmeye, ve bu arada elbette, oy desteklerini alarak bunu kendileri için bir siyasal güce dönüştürmeye çalışırlar. Devrimci parti ve örgütler ise, aynı ilgi yoğunlaşmasından düzenin ve düzen kurumlarının etkili bir teşhirini yapmak, özellikle seçimler ve parlamento konusundaki hayalleri darbelemek ve olanaklı olduğunca yıkmak, bu çerçevede seçim dönemi politizasyonundan kitlelerin devrimci bilincini, mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmek üzere yararlanmak yoluna giderler.” (Seçimler ve sol hareket, Eksen Yayıncılık) Son olarak komünistlerin seçimlere yaklaşımlarını özlüce ifade eden bir alıntıyla bitirelim. “Komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların birliğini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede, kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf platformlarıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.” (Ekim Sayı:233, Ocak 2004, Başyazı)


“Demokratik cumhuriyeti” aşmak! Toplumun çeşitli kesimleri açısından “demokrasi” sorunu, en sıklıkla tartışılan bir konudur. Öyle ki emperyalist nüfuz mücadelelerinde dahi “demokrasi” bir kılıf olarak sunulabilmekte, emperyalist yağma savaşlarının adı “demokrasi götürme” olarak kodlanabilmektedir. Burjuva düzende şu ya da bu hukuki-siyasi hakkı kazanmak, daha demokratik bir “yönetim biçimi”ne kavuşmak, parlamenter burjuva demokrasisinin havada kalan ayaklarını toplumla buluşturmak, halkın yönetime temsili değil fakat daha doğrudan katılımını sağlamak vb. başlıklar TV programlarında ya da çeşitli platformlarda sürekli tartışılır. Fakat bunlar tartışılırken sınıflı toplum gerçeği hep göz ardı edilir, tartışmalar salt yönetim biçimi üzerinden yürütülür. Örneğin eve hapsedilen kadınların toplumla nasıl buluşacağı tartışılmaz; fakat bu kadınların kaç çocuk doğuracağına, onları temsil ettiğini iddia edenler karar verir. Ya da günde 12 saat çalışıp evini geçindirmekten başka bir şeye zamanı ve ilgisi kalmayanlar, bu koşulları nasıl değiştireceğini tartışıp bunun için bir şeyler yapamıyor, ama onları “temsil edenler” onlar için “asgari ücret” belirleyebiliyor. Demokrasi meselesi tam da bu nedenle salt ayakları havada kalan bir yönetim biçimi meselesi değildir. Toplumun hangi kesimi egemenliğini nasıl sürdürüyor ve bu doğrultuda nasıl yönetiyor, kimlerle nasıl bir ilişki kuruyor, kendi çıkarlarını nasıl gerçekleştiriyor? Örneğin AKP iktidarda diye AKP’ye oy verenler mi “egemen” oluyor? Yoksa AKP kendisine oy verenlerin çok küçük bir azınlığını mı temsil ediyor? Örneğin son AKP-cemaat krizi gösterdi ki, hem AKP’nin hem cemaatin çeşitli kolları devlet işleyişinde bürokrasinin bir yerlerinde güç olmuş ve birbirleriyle çatışıyorlar. CHP cemaatle, ABD’yle, AB’yle ilişkilerini geliştirmek için geziler düzenliyor. Bunlar ezilen, sömürülen sınıfların sorunlarını çözmeyi değil de iktidarda söz sahibi olmanın yollarını arıyorlar, ilişkilerini bu yönde kuruyorlar. Hepsi de demokrasi masalları eşliğinde bunları yapıyor. Bakıyorsunuz darbeler bile demokrasi vaatleriyle yapılıyor. Fakat sorunlar yerli yerinde duruyor, hem demokrasi açısından, hem de toplumsal ilişkilerdeki gerçekler açısından. Sonuç olarak “demokratik cumhuriyet” belli kesimlerin yönetme aracı olmaktan öteye geçmiyor. “İnsanlığı, kapitalist boyunduruktan, burjuva demokrasisinin (...) yalan, düzen ve ikiyüzlülüğünden kurtarmaya, ve yoksullar için demokrasiyi kurmaya, (...) bu iyilikleri pratik olarak işçi ve yoksul köylülerin yararına

sunmaya yalnızca proletarya diktatörlüğü yeteneklidir.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, V. İ. Lenin) Bugün kimi sosyalist-komünist geçinen partiler “demokratik cumhuriyet”ten, “ulusal cumhuriyet”ten bahsediyorsa, bunlar yukarıda anılan toplumsal ilişkileri korudukları, yani esasta işçiyi işçi, patronu patron olarak korudukları için gerçekten sadece “demokratik” kalmaya ve esasta da kapitalizmi korumaya taliptirler. Bu açıdan devrimci hiçbir yanları yoktur. Geçmişte olduğu gibi bugün de kapitalizme bile fazla gelen demokratik hakların tek güvencesi proletarya diktatörlüğü ve bu diktatörlükle çoğunluğun katılacağı toplumsal devrimci süreçtir. Tarih hep sömürücü, mülk sahibi sınıfların diktatörlüklerine tanık olmuştur. Köleci toplumda köle sahipleri; feodal toplumda toprak sahipleri; bugün kapitalist toplumda da burjuvazi, toplumu yönetmiş ve bunun bir aracı olarak kendilerine özgü yönetim biçimlerini (imparatorluklar, mutlak monarşiler, demokratik parlamenter cumhuriyet, faşizm vb.) çeşitli sınıf diktatörlüklerini kullanmışlardır. “Kökleri ortaçağda olan ‘sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları zümresi ve adli erkan gibi her an her yerde hazır ve nazır olan organlarıyla merkeziyetçi devlet iktidarı’ on dokuzuncu yüzyılda gelişti. Sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ilerlemesiyle birlikte, ‘devlet iktidarı, işçi sınıfını tahakküm altına almaya yarayan bir kamu gücü, bir sınıf egemenliği aygıtı niteliğine gittikçe daha fazla büründü. Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeye işaret eden her devrimden sonra devlet iktidarının salt baskıcı niteliği daha da belirginleşmiştir.’ 1848-1849 Devrimi’nden sonra devlet iktidarı ‘sermayenin emek karşısındaki ulusal savaşçı aracı’ oldu.” (Fransa’da İç Savaş, Karl Marx) İşte toplumsal kurtuluş için, bugün varolan bu burjuva devlet aygıtını, ücretli kölelik düzeninin egemenliğini süren sermaye sınıfının iktidarını yıkacak, sınıfları toptan ortadan kaldırabilecek bir iktidara, bunun yürüteceği toplumsal ve siyasal devrime ihtiyaç vardır. Bu ise, özel mülkiyeti geri getirmek isteyen kesimler üzerinde baskı kuracak, kapitalist özel mülkiyeti ve onun yaşama yaydığı tüm alışkanlıkları ortadan kaldırabilecek bir diktatörlük anlamına gelmektedir. Bunu yapabilecek tek sınıf ise kapitalist özel mülkiyetle uzlaşmaz karşıtlık içindeki işçi sınıfıdır. Bu açıdan burjuva diktatörlüğüne karşı proletarya diktatörlüğü bir zorunluluktur.

D. Baran

Burjuva düzende şu ya da bu hukuki-siyasi hakkı kazanmak, daha demokratik bir “yönetim biçimi”ne kavuşmak, parlamenter burjuva demokrasisinin havada kalan ayaklarını toplumla buluşturmak, halkın yönetime temsili değil fakat daha doğrudan katılımını sağlamak vb. başlıklar TV programlarında ya da çeşitli platformlarda sürekli tartışılır. Fakat bunlar tartışılırken sınıflı toplum gerçeği hep göz ardı edilir, tartışmalar salt yönetim biçimi üzerinden yürütülür.

23


Ali İsmail Korkmaz davası

Eskişehir’de geçtiğimiz yıl 2 Haziran’da Haziran Direnişi sırasında saldırıya uğrayıp 38 gün komada kaldıktan sonra yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz’ın katledilmesiyle ilgili olarak 5′i tutuklu 8 sanığın bulunduğu dava güvenlik gerekçesiyle Kayseri’ye alınmıştı. Yargılama 3 Şubat’ta Kayseri eski adliyesinde başladı.

Yaklaşık beş bin kişi tek yürek oldu

Davayla ilgili olarak Kayseri’ye çeşitli illerden 40’a yakın otobüs, midibüs, minibüs ve özel araçlarla binlerce kişi Kayseri’ye geldi. Kayseri’deki katılımlarla sayısı 5 bine yaklaşan kitle yaklaşık 2 km’lik yürüyüşün ardından Eski Adliye’ye ulaştı. Eski Adliye binasındaki duruşmaya girmek isteyen 300’e yakın avukatla kolluk arasında zaman zaman tartışmalar yaşandı. Duruşma öncesi avukatlar yaptıkları ortak açıklamada şunları söylediler: “Ali’yi aramızdan aldılar. Adaleti hangi deliğe girerse girsin oradan çıkaracağız’’. Kayseri’nin Ankara ve Adana girişindeki Pastırmacılar Parkı arama noktasında durdurulan, davayı izlemeye gelenler kimlik ve GBT sorguları yapıldıktan sonra kente alındı. Duruşmayı izlemek için gelen milletvekilleri, avukatlar ve kitle örgütü yöneticileri duruşmaya gireceklerin onaylanmış listesine bakılarak tek tek Eski Adliye binasına alındılar. Bu sırada listede ismi olmayan avukat ve kitle örgütleri yöneticileriyle, adliye kapısında görevli polisler arasında zaman zaman tartışmalar yaşandı. Ali İsmail Korkmaz’ın babası Şahap, annesi Emel, ağabeyi Gürkan Korkmaz ile kız kardeşleri Melika Çakırkaya ve Aylin Taktuk da adliye binasına kimliklerini göstererek girdi.

Katillerin yüzlerinde korku vardı

Kayseri Kapalı Cezaevi’ne önceki gün duruşmayla ilgili nakledilen tutuklu polis Mevlüt Saldoğan, fırın sahibi İsmail Koyuncu ve akrabaları Ramazan Koyuncu, Muhammet Vatanseven, Ebubekir Harlar cezaevi aracıyla Eski Adliye binasının mahkum girişine kadar getirildi. Jandarmanın adeta etten duvar ördüğü kapıdan 5 tutuklu, yüzlerini ellerindeki dosyalarla

24

ve atkılarla kapatarak duruşma salonuna götürüldü. Bizler, Ali İsmail’i ve onu öldüren katilleri, ölüm emrini verenleri, hakkında her türlü yalanı tedavüle sokan gazetecileri çirkinleştiren nefret kadar, 19 yaşında hayatını kaybeden Ali İsmail’i dünyalar güzeli yapan öfkeyi de tanırız. Tarih boyunca egemenlerle, devrimcilerin, ezilenlerin karşı karşıya geldiği her an, nefretle öfkenin, çirkinlikle güzelliğin karşı karşıya geldiği anlardır. Egemenler nefretlerini ve çirkinliklerini, sahip oldukları en etkili silahlardan olan gazetelerle, televizyonlarla, yalanın her türlüsünü alçakça kullanarak hayatımızın her alanına sokmaya çalışırlar. Onlar yalnızca masum insanlara kalleşçe arkadan saldırıp tetik çekeceklerdir... Sonrasında da yine devlet MİT’iyle, polisiyle ve mahkemeleriyle arkalarındadır. Zalimin kılıcını sallayan tüm katiller gibi Ali İsmail’in katillerinin gözlerinde de büyük bir korku vardı. Ali İsmail Korkmaz davasında da katillerin gözünde korku vardı.

Ali İsmail’in annesinin hesap soran bakışları ve sözleri…

Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz elinde oğlunun fotoğraflarının bulunduğu çerçeve ile katillerin karşısına oturdu. Anne Korkmaz, katillere “Ali oğluma bakarak konuşun. Nasıl kıydınız oğluma? Ne yaptı size, ırzınıza mı girdi, çocuklarınızı mı dövdü? Annelerinizin yüzüne nasıl bakıyorsunuz?” diye bağırdı. Katillerin kimlik tespiti sırasında anne Emel Korkmaz, oğlunun resmini yüzlerine tutarak, “buraya bakarak konuşun” dedi. Sanık avukatlarının ‘hakaret ediliyor’ itirazı üzerine Korkmaz, ellerini göstererek şunları söyledi: “Katillerin önümden çekilmesini istiyorum. Ben oğlumu bu temiz ellerle büyüttüm. Onlara dokunmam. Oğlumu bu ellerle gönderdim Eskişehir’e, alamadım maalesef.”

Hak mücadelesinin avukatları duruşma salonundaydı

Etrafı demir barikatlarla çevrilen ve arama noktalarından girilen adliye binası önünde, Eskişehir Barosu başta olmak üzere 300 avukat adına bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında şunlar


söylendi: “Eskişehir’de 6 Ocak tarihinde yapılan ve hiçbir güvenlik sorunu yaşamayan talimat duruşmasına 100’den fazla avukatla katılan bizler, Kayseri duruşmasına bu kez 300 avukatla katılıyoruz. Yolları kesseniz de Ali İsmail’in ailesi, milletvekilleri, uluslararası heyetler, sendika, parti ve demokratik kitle örgütü temsilcileriyle Kayseri’deyiz. Siz haksızlığı büyüttükçe, biz bu davanın daha kalabalık takipçisi olacağız. Ali’yi aramızdan aldılar ama adaleti hangi delikte saklanırsa saklansın çıkaracağız.’’ Onlar ezilenlerin avukatları olduklarını gösterdiler. Doğruları korkusuzca haykırdılar. Ezilenleri savunmaktan, doğruları haykırmaktan korkmadılar. Adalet Bakanı ferman buyurmuş, Ali İsmail Korkmaz davasının nakline ilişkin valiliğinin gerekçelerini uygun görmüş, onay vermişti. Valinin, Ali İsmail Korkmaz’ın avukatlarının “terör örgütleri” ile bağlantılı olduğu, provokatif davranışlarla adli sürecin normal işleyişini sabote edebileceği, hakim ve savcıları etkilemeye dönük adalet nöbetinin halen devam ettiği gerekçelerini doğru bulmuştu. Adaletin olmadığı bir ülkede adaletin bakanı, vicdanı, aklı, emeği ile Ali İsmail’in, Ethem’in, Mehmet’in, Medeni’nin, Abdullah’ın, Ahmet’in davasında yerini alan avukatların bu tehditlere boyun eğmeyeceğini hiç bilememişti. Avukatlar tehdide boyun eğmeyeceklerini gösterdiler. Ali İsmail’in avukatlarının “terör örgütü” üyeleri olarak gösterilmesine onay veren bakan, asıl kendisinin ülkemizin başına çöreklenmiş, gericiliği, faşizmi, sömürüyü ve polis terörünü örgütleyerek en büyük suç örgütü haline gelen AKP’nin üyesi olduğunu bu açıklamalarıyla bir kez daha göstermiş, buna avukatların sessiz kalacağını sanmıştı. Adalet Bakanı, Eskişehir’deki hakimlerin adalet mücadelesinden etkilenmesinden, Eskişehir halkının direnmesinden, Ali İsmail’in adalet bekleyen yüzünden korkmuştu. Korkunun ecele faydası yoktu. Zalimler korkmakta çok haklılardı. Zira devrimci avukatlar zalime boyun eğmeyeceklerini bir defa daha dosta, düşmana gösterdiler.

Katillerden hesabı emekçiler soracak! Kayseri sokaklarında canını ortaya koyup saatlerce yılmadan özgürlük sloganları atan, en temel hak ve özgürlüklerinde ve en meşru taleplerinde ısrar eden, her köşe başında katilleri lanetleyen sloganlar haykıran, Ali İsmailler’in, devrim şehitlerinin hesabını sorma kararlılığını ortaya koyan binlerin mücadelesi katillerden hesap sormanın biricik yoludur. Emekçilere şiddet uygulanması için bizzat talimat veren Tayyip Erdoğan Mısır’da katledilen insanlar için timsah gözyaşları dökerken katledilen Haziran direnişçileri hakkında suskunluğunu korumakta, halka şiddet uygulayanlar hakkında göstermelik adli-idari soruşturmalar açmaktadır. Şimdi Ethem’in, Mehmet’in, Abdullah’ın, Medeni’nin, Ali İsmail’in, Ahmet’in katillerinden hesap sormak, emekçilere yönelik olarak şiddette sınır tanımayan kolluğun şiddetine dur demek için 12 Mayıs’ta görülmeye devam edecek olan Ali İsmail Korkmaz davasına daha kitlesel bir katılımın sağlanması için şimdiden seferber olma zamanıdır.

Faşist çete Ali İsmail’i istismar peşinde! Ali İsmail Korkmaz’ın katledilmesinin ardından kitlelerin öfkesi artarken riyakar açıklamalar arka arkaya geliyor. Birbirinden kirli düzen uşakları Ali İsmail’i sahiplenerek onu Haziran Direnişi içindeki anlamından soyutlamaya çalışıyorlar. Ali İsmail Korkmaz’ın failleri duruşmadayken, Fethullah Gülen Cemaati’nin vitrindeki yüzlerinden Hakan Şükür “Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürüldüğü zaman katilleri bulunsun dedik; şimdi de adalet yerini bulmalı diyoruz” demişti. Duruşmanın ardındansa faşist çeteden Ali İsmail Korkmaz’ı sahiplenen açıklama geldi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, çıkıp yazılı açıklama yaparak Ali İsmail’i ‘sahiplendi’, Emel Korkmaz’ın acısının ‘haklılığına’ vurgu yaptı.

“Bir anne düşünün ki...”

Türkeş ikiyüzlü açıklamalarına Ali İsmail’in annesini vesile ederek sürdürdü. “Bir anne düşünün ki....” diyen Türkeş, anamızın ayakta zor durduğunu, yaşadığı tarifsiz acıyla yaşlandığını, bitkin düştüğünü söylüyor. Türkeş anamızı kendi gibilerle karıştırıyor. Emel Ana evladını toprağa verdiği gün dahi dik durdu. Katillerden hesap sormak için her yerde sözünü söyledi. Aylardır her yerde aynı gururlu bakışlarıyla dik durdu. Mahkeme salonundan çıktığında saatlerce adliye önünde bekleyen evlatlarına gitti “Artık binlerce Ali var. Korksunlar bizden. Alimin hesabı sorulacak” sözleriyle alanı inletti. Şimdi Türkeş nerde görmüş bizim anamızın elden düşmüş halini. İşte acısını ağıtlarına katan ama kavgada oğlunun izinde duran bir ananın sözleri, nerde bitkinlik... Türkeş bilmez bizim analarımızı ama merak ediyorsa bu gücü nereden alır analar diye Cumartesi Anneleri’ne baksın. Faşist çetelerin, devletin kaybettiği evlatları için yıllardır Taksim’de bekleyen annelere baksın.

Ali İsmail sahipsiz değil, sahiplenmek sizin haddinize değil!

Ali İsmail Korkmaz’ın ‘ateist’, ‘solcu’, ‘Alevi’ diye tanımlanmamasını savunan Türkeş “Biz MHP olarak onlara hitaben diyoruz ki; Ali İsmail Korkmaz insandı” dedi. Okul çıkışlarında “sağcı mısın solcu musun?” diye insanları ayırıp saldıran, Kürtçe müzik dinlediği için insanları hedef alan bu faşist çeteler şimdi çıkmış insani değerlerden bakmak gerektiğini ifade ediyorlar. Zamanında “biz faşist değiliz” de diyen bu kafatasçı çeteler bir kez daha gerçeği tersyüz etme derdinde. Açıklama bir yanıyla faşist MHP’nin savunusu olurken diğer yandan Ali İsmail’in mücadele içindeki anlamını değersizleştirme gayesi taşıyor. Ali İsmail’in “Her düzen kendi isyancısını oluşturur!” diyen son yazısını hiçleştirme, devrim fikrini işleyen 19 yaşındaki eylemciden sokak ortasında linç edilmiş çocuğa evriltme amacıdır. Tuğrul Türkeş Eskişehir polisi ve yanındaki faşistler için “arsızlıklarının ve pişkinliklerinin tüyler ürpertici boyutlara ulaştığı anlaşılmaktadır” diyor. Bu ifadenin kendilerini de dolaysız olarak kapsadığı ise elbette onun açıklamasında yok. Bu topraklarda onlarca devrimciyi, ilericiyi karanlık sokaklarda pusu kurup katleden, kahvehaneleri tarayan faşistlerin şimdi çıkıp Ali İsmail’i sahiplenmek için söz söylemek hadlerine düşmez! Kaldı ki, Ali İsmail sahipsiz de değildir. Katledildiği günden ilk duruşmanın görüldüğü şu 7 aylık süreç bunu kanıtladı. Antakya’da binlerin uğurladığı Ali İsmail’in sahiplenilmesi öyle bir haddeye geldi ki, sermaye devleti davayı Eskişehir’den Kayseri’ye kaçırdı. Keza duruşma sırasında görüldüğü gibi devletin Kayseri hamlesi, polis tacizleri de beyhude. Binler olup yine Ali İsmail için sokaklara çıkıldı. Yine katillerden hesap sorma çağrıları yapıldı. Bugün “polise şiddet uygularken ölenler” diyerek saldırıları meşrulaştırmaya çalışan Erdoğan da yarın çıkıp “onlar bizim evlatlarımız” diyebilir fakat tarih karşısında ne faşist çetelerin ne de devletin elindeki kan ikiyüzlü demeçlerle temizlenebilir. Adına marşlar yazılan, yeğenine ismi verilen Ali İsmailler’den daha çok var bu topraklarda. Ne akan kan ne atılan çamur yeter gerçeğin örtülmesine. Ali İsmail, 19 yaşında özgür dünya düşleri için bu devletin katlettiklerinden biri olarak anılmaya devam edilecek.

25


Emperyalist-kapitalist sistemin beslediği dinci-gerici faşist odaklara karşı

‘68 ruhuyla, devrimci gençlik mücadelesini yükseltelim! Emperyalist saldırganlığın zirveye ulaştığı 1960’lı yıllarda, emperyalist işgallere, savaşlara ve saldırganlığa karşı yükselen mücadelenin sıcaklığıyla ısınıyordu dünya. ABD’nin Vietnam’ı işgaliyle, tüm dünyayı kasıp kavuran antiemperyalist mücadele, Türkiyeli işçileri, emekçileri ve gençleri de sarmıştır. Vietnam başta olmak üzere dünyanın yoksul halklarını hedef alarak ilerleyen emperyalizme Türkiye’den ilk yanıt Haziran 1967’de verilir. 6.Filo eylemlerinin başlagıcı olan bu tarihte, onbinlerce kişi Beyazıt Meydanı’nda toplanarak Taksim’e yürür.

İTÜ Yurdu basılır ve Vedat Demircioğlu katledilir

15 Temmuz’da İstanbul’a geleceği öğrenilen 6. Filo için yeniden eylem hazırlıklarına başlanır. 15 Temmuz’da başlayan eylemler 16 Temmuz’da da devam eder. Devrimci öğrencilerin antiemperyalist mücadelesi artarak devam ederken, sermaye devleti ve emperyalizmin uşakları da işbaşındadır. Sürekli olarak eylemlerle protesto edilen Amerikan askerlerinin korunması için, dönemin AP hükümetinin İçişleri Bakanı Faruk Sükan emriyle İTÜ Yurdu basılır. “Öldürün hepsini” diye bağırarak azgınca saldıran polisler tarafından yüzü aşkın öğrenci yaralanır, Vedat Demircioğlu ise pencereden atılarak katledilir. Onlarca öğrenci de gözlatına alınıp tutuklanır. 17 Temmuz’da yumruklar sıkılı, sloganlar daha öfkelidir. Hedef bellidir. Devletin kolluk kuvvetlerinin engelleme çabalarına rağmen Amerikan askerleri denize dökülür. Anti-emperyalist mücadeleyi katliamlarla bastırabileceğini sanan sermaye devletinin hesabı tutmaz ve 6. Filo her geldiğinde büyük eylemlerle protesto edilir. Bunlardan birisi de 16 Şubat günü “Emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşü” adıyla düzenlenen eylemdir.

26

Dinci-gerici faşist odakların anti-emperyalist mücadele düşmanlığı İşçiler ve öğrenciler bu eylemin hazırlıklarına

günler öncesinden başlamışlardır. Ancak bu eylemi en az onlar kadar ciddiye alan başkaları da vardır: devrimci gençliği ve anti-emperyalist mücadeleyi hedef alan sermaye devleti ve dinci-gerici odaklar. Katledilen Vedat Demircioğlu’nu anmak için yapılan eylemde açılan bayrağın, gerici burjuva basın tarafından “kuleye kızıl bayrak çekildi” şeklinde propaganda edilmesi ve devrimci öğrencilerin ve eylemlerin “şer cephesi yeni bir karışıklık çıkaracak” denilerek hedef gösterilmesi ile faşist saldırıların önü açıldı. Dinci-gerici-faşist örgütlenmelerin ve bunların şeflerinin konuşmaları, yazıları 16 Şubat’ta yapılacak eylemi hedef aldı. 13 Şubat tarihli gazetelerde miting, temel gündemi oluşturur. Mehmet Şevki Eygi’nin yazarı olduğu Bugün Gazetesi’nde “Milletin sabrı tükenmek üzeredir” denir. Son Havadis Gazetesi’nde ise “Yeter artık” başlıklı yazıda mitingi düzenleyecek olanlar “... iliklerinde murdar kızıllık ve komünistlik yerleşmiş bir avuç vatan haini” olarak tanımlanır. Yine aynı yazıda “Bir avuç kızıl veledle başa çıkılamayınca bu devletin ve memleketin asıl sahipleri harekete geçmek zorunda değil midirler?” denilerek dincigerici-faşist güçler harekete geçirilmeye çalışılır. Miting günü yaklaştıkça saldırıların şiddeti de artar. Dinci-gerici güçler, 16 Şubat’taki mitinge karşı miting örgütleme çağrısında bulunurlar. 14 Şubat tarihli Bugün, Son Havadis, Babıali’de Sabah gibi dinci-gericiliğin hakim olduğu gazetelerde 6. Filo’yla olan dostluk özel olarak vurgulanırken, devrimciler yine hedeftedir. İşte bir kaç başlık daha: Bugün: “Müslüman İstanbul halkı! Kızıllara gereken cevabı vermek için bugün saat 14’te Beyazıt Meydanı’na gel!” Babıalide Sabah: ”Komünistlere karşı ‘halk hareketi’…” 15 Şubat’ta ise dinci-gericiliğin propagandasını yaptığı ve Milli Türk Talebe Birliği’nin düzenlediği mitingin haberleri yer alır. Bugün: “Kızılları boğmanın vakti geldi” Son Havadis: “Komünistlere lanet yağdı” Babıalide Sabah: “Binlerce imanlı insan komünistlere son çağrısını yaptı: Ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” Sermaye ve emperyalizm tarafından


desteklenen bu dinci-gerici-faşist yapılanmaların, 16 Şubat’ta yapılacak olan 6.Filo eylemine saldırı hazırlığında olduğu bu manşetlerden de anlaşılır. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nde yaptığı konuşmada, “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin...” diyerek, dinci-gericilerin şefi Mehmet Şevki Eygi ise yazarı olduğu Bugün gazetesinde, “Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekun savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. İmtihan günleri gelip çatmıştır.”, “Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim... Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, molotofkokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz... Cihat eden zelil olmaz” diyerek katliam çağrısında bulunurlar.

Ve Kanlı Pazar...

Eylem günü yaklaşık 40 bin işçi, emekçi ve öğrenci 6. Filo’yu protesto etmek için, Beyazıt’tan Taksim’e doğru yürüyüşe geçer, alana ulaştığı sırada ise saldırı başlar. Dinci ve faşist gericiler sopa ve bıçaklarla binlerce kişinin üzerine öldürmek için saldırırken polis de attığı bombalarla katliama ortak olur. Yüzlerce kişinin yaralandığı saldırılarda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adında iki işçi öldürülmüştür. Katliam bütün gerçekliğiyle ortadayken “önlem almasaydık daha vahim şeyler olurdu diyerek” kendini ve katilleri aklama çabasında olan sermaye devleti, katliam sonrasında da hiçbir adım atmaz. Katliamın birinci derece sorumlularından olan Mehmet Şevki Eygi ise Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda; “vicdani rahatsızlık duymuyorum. Aynı şartlar olsa yine aynı şeyi hiç tereddüt etmeden yaparım” diyerek katliamcı yüzünü bir kez daha göstermekten utanç dahi duymaz.

‘68 ruhuyla devrimci gençlik mücadelesini yükseltelim!

Sermaye devleti, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, ezilen halkların haklı öfkesini bastırmak için, yeri geldiğinde kolluk kuvvetlerini, yeri geldiğinde de dinci-gerici-faşist beslemelerini sokağa salıyor. Bu saldırıların bizleri engelleyemeyeceği ve mücadelemizin önüne geçemeyeceği aşikardır. 1960’larda Vietnam başta olmak üzere dünya halklarına kan kusturan emperyalizm, dün Irak’taydı, bugün ise Libya’da, Orta Afrika’da, Suriye’de kendini gösteriyor. Türk sermaye devleti ise emperyalist emellerle özellikle Suriye’de savaşın kışkırtıcısı durumunda. Suriye’deki dinci gerici çetelere kamp alanları açılıyor, silah başta olmak üzere her türlü destek sağlanıyor. Emperyalist savaş ve saldırganlık bu derece artmışken, dünya halklarına yapılan bu zulme sessiz kalınamaz. ‘68 ruhunu kuşanarak, öfkemizi sömürünün ve savaşların asıl kaynağı olan kapitalist sisteme yönelterek devrimci gençlik mücadelesini yükseltelim.

İstanbul Üniversitesi öğrencilerinden Van’a destek

İstanbul Üniversitesi öğrencileri, kurdukları “Van ile Dayanışma Komisyonu” ile Vanlı emekçilerle dayanışma için faaliyet yürüttüler. Edebiyat Fakültesi Hergele Meydanı’nda yapılan ilk komisyon toplantısında faaliyet olarak yapılacak çalışmalar karara bağlandı. İlk olarak Galatasaray Lisesi önünde masa açan öğrenciler TBMM’ye gönderilmek üzere imza topladılar. İmza kampanyasında Van’da konutsuz kalan emekçiler için ücretsiz ve sağlıklı barınma için konut sağlanması talebi yer aldı. Imza kampanyası Kadıköy’deki Kent itinginde de devam etti. Ilk birkaç gün içinde binlerce imza toplanmış oldu. İstanbul Üniversitesi’nin ders bitiş tarihi olan Aralık ayının son haftasına kadar yoğun bir şekilde kampanyaya devam eden öğrenciler çalışmalar kapsamında iki gün boyunca dayanışma kermesi de açtılar. Kermese ilgi çok yoğun olurken, Hergele’deki kermes stantı hiç boş kalmadı ve yüzlerce öğrenci kermesi desteklediler. Gerek kermes ile olsun, gerek açılan stantlardaki bağış kutularıyla olsun, gerekse de bastırılan kokartları alarak olsun birçok öğrenci Vanlı depremzedelerle dayanıştılar. Meselenin sadece maddi katkı sağlamak olmadığı, meselenin devletin kendi çıkarları gereği bir halkı yok sayması olduğu tüm faaliyetler boyunca vurgulandı. Ekim Gençliği / İstanbul Üniversitesi

ÖKM sahnesi yıkılmak isteniyor

İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) Sahnesi yıkılmak isteniyor. Gerekçe olarak ise fakültenin altyapı ihtiyaçlarının karşılanması gösteriliyor. Bunun üzerine ÖKM Sahnesi ve İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tiyatro Kulubü (İÜFFTK) üyeleri bir açıklama yayınladılar. Kulüplerin üyelerinin tiyatro yapma hakkından okul tarafından mahrum bırakıldığı, daha fazla kâr elde etmek için sahnenin fütursuzca ellerinden alınmak istendiği belirtildi. Açıklamada ÖKM’ye ve sanata dokunanlara karşı mücadele çağrısı yapıldı. Bu gelişmelerle ilgili bir imza kampanyası başlatacaklarını açıklayan ÖKM Sahnesi ve İÜFFTK, oynayacakları sokak oyunuyla protesto edeceklerini ifade etti. ÖKM binası 1990-2010 yılları arasında öğrencilerin sanatsal çalışmalar yaptıkları bir yerdi. ÖKM’yi korumak için bir çok mücadeleler verilmiş, önünde öğrenciler tarafından nöbet tutulmuştu. Ancak 2010 yılında Anayasa Referandumu günü kimsenin olmamasını fırsat bilen rektörlük ÖKM’yi “Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi”ne dönüştürdü. Tabelası ise öğrencilerce kullanılmayan küçük bir binaya taşındı.

27


Kartal’da Üç Fidan Gençlik Kültür Evi açıldı...

“Birlikte üretmek ve paylaşmak için...” 2013 Aralık ayı sonunda Kartal’da açılan Üç Fidan Gençlik Kültür Evi çalışanları ile düzenin gençliğe yönelik saldırıları ve kültür evinin çalışmaları üzerine konuştuk.

Kartal bölge olarak fazlasıyla genç dinamik ve potansiyel barındırıyor. Ancak, kültürel-sosyal anlamda çok şey yapılıyor gözükse de nitelikli bir üretimin olmadığı bir yer. “Yarin yanağından gayrı paylaşmak için her şeyi” dediğimiz bir yolda birlikte üretmenin ve paylaşmanın hakim olduğu bir Gençlik Kültür Evi’ne ihtiyaç fazlası ile vardı. Bu ihtiyaca bir cevap ürettik.

28

- Bugün gençliğin yaşadığı sorunlardan söz eder misiniz? - ‘Günümüz dünyasında ve Türkiye’de gençliğin yaşadığı sorunlar nelerdir’ diye sorduğumuz da onlarca farklı cevapla karşılaşabiliriz. Tüm işçi ve emekçilerin yaşadığı sıkıntılardan bağımsız bir sorunlar bütünü değil elbette. Gençlik olarak daha özelleşen sorunlarla karşılaşıyoruz. Hatta gençlik kendi içinde de temelde aynı ama özelde farklılaşan sorunlarla karşı karşıya. Liseli gençliğin, üniversiteli gençliğin, işçi ve işsiz gençliğin ortak ve en temel sorunu aslında geleceksizlik. Bu çürümüş sistem hiçbirimize bir gelecek sunmuyor. Eğitim sisteminin bu çürümüş sistemin bir yansıması olduğu gerçeği dershane ve özel eğitim kurumları üzerinden yürütülen tartışmalarda tekrar tekrar açığa çıktı. İşçi ve emekçi çocuklarına kapatılan üniversite kapıları, staj sömürüsü, diplomalı işsizlik… Bu sorunlar saymakla bitmeyecek denli fazla. Baskısının şeklini değiştirse de uygulamada özünde bir değişiklik olmuyor. Lisede disiplin suçu işlemek diyor, üniversitede soruşturma terörleri. Sokakta ülkücü çeteleri, kolluk güçleri, evde aile baskısıyla topyekûn saldırıyor. İster fabrikada ister okulda olsun, sistem gençliğe ayrı bir önem veriyor. “Ağaç yaş iken eğilir” mantığı temelde burada da işliyor. Bunların yanı sıra çürümüşlüğünün üstünü örtmek için alabildiğine yozlaştırıyor her kolundan. Uyuşturucu kullanımının en yaygın olduğu kesimin gençliğin ve daha önemli olanın işçi ve emekçi gençliğin olması bir tesadüf değil. Sırf kendi sorunları ile ilgilenmesinler, kendi gelecekleri ile ilgili karar vermesinler, uyanmasınlar diye tüketim çılgınlıklarının yanı sıra uyuşturucuyu yaygınlaştırıyor. “Ne kadar çok tüketirsen o kadar önemlisin” algısını dayatan, yaygınlaştıran sistem bireysel çöküş yolları sunuyor gençliğe “bireysel kurtuluş” adıyla.

- Kartal’da bir gençlik kültür evi açmak hangi ihtiyacın ürünü oldu? - Gençliğin karşı karşıya kaldığı sorunlardan bahsettik. Sistem bunca yüklenmeyi boşuna yapmıyor. Burada buna karşı koyabilecek bir dinamik olduğunu çok net biliyor. Bunu Haziran Direnişi’nde tekrar görmek ve dosta düşmana göstermiş olmak önemliydi. O süreçte ölümsüzlüğe uğurladığımız

arkadaşlarımız, bu topraklarda devrim mücadelesinde ölümsüzlüğe uğurladıklarımız birer fidandılar. Tohumunu ve toprağını işçi sınıfına dayandıranlar onca fidanını göğe yıldız olarak asanlar elbette koskocaman bir altüst oluşu bekleyeceklerdir. Bu topraklarda fidanları yaşatabilmenin devrim mücadelesini büyütmekten geçtiğini biliyoruz. Üç Fidan Gençlik Kültür Evi olarak Kartal’da bunun gençliğe yönelik mütevazi bir adımı atmış olduk. Kartal bölge olarak fazlasıyla genç dinamik ve potansiyel barındırıyor. Ancak, kültürel-sosyal anlamda çok şey yapılıyor gözükse de nitelikli bir üretimin olmadığı bir yer. “Yarin yanağından gayrı paylaşmak için her şeyi” dediğimiz bir yolda birlikte üretmenin ve paylaşmanın hakim olduğu bir Gençlik Kültür Evi’ne ihtiyaç fazlası ile vardı. Bu ihtiyaca bir cevap ürettik.

- Üç Fidan Gençlik Kültür Evi’nin hedefleri nelerdir? Önüne nasıl bir faaliyet programı koymakta? - İlk olarak açılışımızı toplantı şeklinde gerçekleştirdiğimiz için yapılan etkinliklerle birlikte Üç Fidan Gençlik Kültür Evi’ni duyurmayı yaygınlaştıracağız. Programlarımızın, kurslarımızın olduğu broşür ve takvim çıkartıyoruz. Planlanmış kurs programlarımız var. Bunları yeniliyoruz. Bağlama, gitar, matematik kurslarının yanı sıra Üç Fidan Tiyatro Topluluğu’nun ilk çalışmasını başlattık. Devrimci Liseliler Birliği’nin oluşturduğu Üç Fidan Şiir Topluluğu ile şiir atölyesini geliştireceğiz. Halk oyunları ekibi oluşturma planlarımız var. Ve en temelde ise gençliğin geçmiş devrimci geleneğini günümüzde yaşatma amacı ve çabasını güdeceğiz. Onların, yani Denizler’in, Mahirler’in, İbrahim ve daha nice devrimcinin bize, gençliğe bırakmış olduğu muazzam bir devrimci miras var. Bugün yaşadığımız sorunların çözüm yeri onların uğruna canlarını verdiği devrim mücadelesidir. Bu açıdan devrimci miras ve güncel gelişmeler bunun yakıcılığını gösteriyor. Derdimiz bu mirası, onlara yakışır şekilde yaşatmak ve ileri taşımaktır. Bugün geçmişin devrimci mirasını sahiplendiğini iddia eden ve düzenin icazet sınırlarında dahi davranmayanlar gibi değil, düzenin ufkunu ve yaratılan gerici, yoz, baskıcı, kültürü fidanlarımız gösterdiği yoldan ilerleyerek aşmak. Bu açıdan daha önümüze koyduğumuz hedefler var. Bir kısmında mesafeler aldık. Ve destekçilerimiz sayesinde de birçoğuna ulaşacağımızı düşünüyoruz.


Her yer sansür her yer yasak!

İnternet insanların bilgiye ulaşımını kolaylaştırıyor yalanları bir yana, internet ile burjuva ideolojisi daha da etkin kılınmaya, muhalif sesler sansürlenerek tek sesli bilgi kaynakları oluşturulmaya çalışılıyor. Kitlelerin denetlenmesi, fişlenmesi ve takip edilmesi de cabası.

Sansür, baskı, denetim her yerde...

Bu düzende kullanılan her ne ise, yanında bir de sansürü türüyor. İnternet de bunlardan birisi. İnternet alanında erişilen, yayınlanan ve görüntülenen materyaller üzerinde devletin doğrudan ya da dolaylı baskı ve kontrol sağlamasına internet sansürü deniyor. İnternet sansürü devletin kurumları* ya da devletin görevlendirdiği özel şirketlerce yapılıyor. İnternet sansürü değişik ülkelerde farklı derecede olmasına karşın benzer birçok konuda olduğu gibi Türkiye internet sansürü konusunda da pervasızlığıyla sınır tanımıyor. Devrimci, demokrat ve ilerici insanların bilgisayarlarının hukuksuz bir şekilde yıllardır takip edilmekte olduğu; girdiği sitelerin, maillerin, yazışmaların, konuşmaların, videoların kayıt altına alındığı zaten herkesçe bilinmekte. Muhalif birçok kuruma ait site ise yıllardır sansür ve kapatmalarla karşı karşıyalar. Sansürün boyutları öyle bir aşamaya geldi ki, baskıyla, fişlemelerle, insanların internette paylaştıkları üzerinden aldıkları hapis cezalarıyla artık sistem kitleleri gözetleniyorum ruh haline sokup otosansürü oluşturdu.

Sosyal medya ve direniş

Ancak, Haziran Direnişi ve Arap halklarının isyanları sırasında internet, özelinde de sosyal medya etkili bir rol oynadı. Haziran Direnişi’nde düzen medyası sus pus olurken kitleler sosyal medyayı alternatif bir medya alanına çevirdiler. Twitter sayesinde tartışmalara ve organizasyonlara hızlıca katılıp refleksif tepkiler verilebildi. Hızlı ve etkili birer iletişim ve paylaşım aracı olan Facebook, Youtube ve Vimeo’nun özgün yapıları ise muazzam bir fotoğraf-video paylaşım alanı sağladı, sağlıyor. Kendi yayın organlarında sansürü kullanarak kendi bakış açılarını yaymayı düşünen düzen güçleri, örgütsüz kitlelerin sosyal medyayı direnişte bu kadar etkili kullanabileceğini beklemiyor olsa gerek. Ancak unutmamak gerekir ki hayat da sokaktadır ve değişim sokakta yaşanacaktır. İnternette olansa ‘geçmişi sil’e tıklamak kadar geçicidir ve kaybolmaya mahkumdur. Ancak bütün kitle iletişim araçları gibi doğru kullanıldığında nasıl sonuçlar üretebileceğini de biliyoruz.

Yasaklamalarda dünya liderliğine oynuyoruz

“Tehlike”nin farkına varan egemenler ise internetin her alanına yönelik büyük çaplı bir sansür operasyonu başlattı. Youtube gibi dünyanın en büyük video paylaşım sitelerinden biri olan Vimeo 10.

Sulh Ceza Mahkemesi’nin verdiği karar ile 8 Ocak 2013 tarihinden itibaren artık Türkiye’de erişilebilir değil. Siteleri kapatmakla da yetinmeyen iktidar, zararına olan materyalleri tek tek seçip internet ortamından kaldırılmasını da talep edebilmekte. Bu vahim tutum Avrupa basınına bile yansımış durumda: “Türkiye 2013’ün ilk 6 ayında Google’a, yaklaşık 1700 materyali internet ortamından kaldırması için istekte bulundu. Bir yılda yüzde binden fazla artan bu sayı ise herhangi diğer ülkeninkinden 3 kat fazlaydı.” Bunların yanında “devlet sırrı” diye bizden saklanan, bilmememizin “kamu” yararına olduğu nice materyal, yolsuzlukusulsüzlük belgesi bizim için hep erişilemezdi. Güçleri yettiği oranda bu belgelerden bazılarını ortaya çıkarıp: “Hükümetin bundan sonraki hedefi ABD’de ortaya çıkan NSA’nın** yaptığı gibi istediği herkesi izleyerek gözetim altında tutup muhalif, ilerici güçleri susturmak.” diyen Redhack’in payına da terörist olarak yaftalanmaktan başka bir şey düşmüyor tabi.

Ancak kitleler sansürü parçalayabilir

Son dönemde gündeme gelen yasaklama ve artan baskılarla beraber kitlelerin öfkesi de bir kat daha artmış durumda. Öfkelerini içine atmaktansa sokaklara dökmenin gerekliliğinin bilincinde olan ve eylemlilik içine girmezlerse koşulların daha da kötüleşeceğini bilen kitleler başta İstanbul, İzmir, Ankara ve Eskişehir olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde “Sansürü Durdur”, “İnternetime Dokunma” şiarlarıyla alanlara indiler. Eylemlerde internet sansürüyle ilgili çıkarılmak istenilen torba yasa teşhir edildi: “Anahtar kelime engelleme sistemi yoluyla internetten erişimi sınırlamak kolaylaşıyor. Örneğin, Youtube’un içinde anahtar kelimeler nedeniyle sakıncalı bulunan bir videoya Türkiye’den erişilemeyecek. O anahtar kelimeyi kim belirleyecek belli değil. Daha beteri her bireyin internette faaliyeti, hangi siteleri gezdiği, hangi kelimeleri aradığı, sosyal ağlarda neler yaptığı kayda alınacak ve o kayıt bir-iki yıl saklanacak. Hükümet kontrolünde “birlik” kuruluyor, erişim sağlayıcılar buraya zorunlu olarak üye olacak.” Sermaye devletinin devlet sırrı adı altında katliamları, faili meçhulleri, soykırımları hasır altı edip, çıkarına ters düşen siteleri ve materyalleri sansürlediği günümüz koşullarında asıl sorun kimin, nasıl, ne zaman, nerede ya da ne oranda internete ulaştığı değil, ulaşılan bilgilerin hangi sınıfın çıkarına olduğudur. Bizler de her alanı olduğu gibi bu alanı da sosyalizm mücadelesi için etkin kullanabilmeliyiz. Dipnot: * NATO ile eşgüdüm içinde olan TSK Siber Savunma Komutanlığı; Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, TÜBİTAK ve diğer kamu kurumları ile işbirliği içinde çalışır. ** NSA: National Security Agency (Ulusal Güvenlik Ajansı): Amerika’da telefon, faks, internet gibi iletişim araçlarında istihbarat toplamak üzerine uzmanlaşmış bir birim.

29


Kadın bedeninin metalaştırılması

30

Kadınım ben, anayım, bacıyım, eşim ben. İbrahimi dinlere ve bu dinlerin kutsal metinlerine göre, Tanrı beni Adem’den sonra yarattı. Ben Havva’da can buldum. Adem’e yasak elmayı yedirdim ve insan soyunun dünyaya gelmesine vesile oldum. Belki de bu yüzden şeytan diye nitelendiriliyorum. Şeytan mıyım bilemem ama, bildiğim bir şey varsa, o da eziliyor/sömürülüyor olmamdır sınıflı toplumlar tarihi boyunca. Asırlar geçti ama ben hala toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görüyorum, cinsiyetimden ötürü. Tarih öyle şeylere sahne oldu ki, bazen cadı diye avladılar beni Avrupa’da. Üstelik bunu “kutsal” kitaplara dayanarak yaptılar. Beni dinle gelenek arasına sıkıştırdılar. Kalıplara sokmaya, ehlileştirmeye çalıştılar. Eğitim hakkımı aldılar elimden, çünkü benim görevim çocuk yetiştirmek ve ev işleriyle uğraşmaktı. Ne diye düşünmek ve fikir üretmekle uğraşacaktım. Ki bunu benim yerime erkekler yapıyordu zaten. Nasıl yaşayacağıma, kiminle evleneceğime karar veriyorlardı. Evlenmeden önce, hamiliğimi babam ve erkek kardeşlerim, evlendikten sonra da kocam üstleniyordu. Eskiden köle pazarlarında cariye olarak alınıp satılabilen ve bir et parçasından başka bir değeri olmayan kadının cinselliği, modernlik ve cinsel özgürlük kisvesi altında bugün de sermaye düzeni tarafından sömürülmüyor mu? Emile Zola, Nana adlı romanının önsözünde der ki: “Satacak birşeyi olmayan erkek onurunu ve emeğini, satacak bir şeyi olmayan kadınsa bedenini satıyor.” Asırlar ve asırlar geçti, insanlar çok şeyleri keşfettiler. Gelenekler ve düşünce kalıpları farklılaştı. İnsan bazı doğru bulduğu şeylerin yanlış olduğu kanaatine vardı. Ve denildi ki; kadın eğitilmeli ve ekonomik özgürlüğünü kazanmalıdır. Öyle ya, Simone de Beauvoir bir sözünde der ki; “kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşırıyorsunuz. Kanatlarını kesiyor, sonra da uçamıyor diye yakınıyorsunuz.” Fakat burjuva eğitim sistemi içinde insan kendini ne kadar geliştirebilir? Bireyi sorgulamaya ve kafa yormaya teşvik etmek yerine, ona kalıplaşmış bir takım şeyleri ezberlemesini dayatan, nesnellik ve eleştirellikten uzak ve öğrenciye öğrenmenin verdiği mutluluğu yaşatmak yerine sisteme ücretli köle yetiştirmeyi misyon edinmiş okullarla bunu yapmak olanaklı değildir. Çünkü bu okulların tek amacı yerleşik düzene kitlesel uyumu


sağlamaktır. Öğrenciye, “burada öğrendiğin bilgilerle yapacağın tek şey ileride bir servet ve güç sahibi olmaktır” denilmektedir. Bir kadın olarak, çalışmamın gerekliliği vurgulandı. Zira, kapitalist sistem artık evde oturmamı istemiyor, işgücüne dahil olmamı istiyordu. Fakat ben, evde ücretsiz işçi olduğum gibi, işyerinde de ucuz iş gücü oldum. Türkiye için konuşacak olursak, edinilen bilgilere göre, bu ülkede kadınların dörtte üçü işsiz. Üstelik yüksekokul mezunları arasında kadınların işsiz kalma oranı erkeklere nazaran iki kattan daha fazla. Kadınların iş bulamamasındaki temel faktör kültürel yapı ve gelenekler. Sermaye sahibi patronlar, daha fazla satış yapıp kâr elde etmek adına müşterilere karşı kadın cazibesini kullanmaktan da çekinmediler. Eğer bugün, ben cinsel bir meta olarak görülüyorsam ve cinselliğim ticarileştiriliyorsa, bu kapitalizmin suçudur. Benim savaşmam ve mücadele etmem istenmiyor, çünkü kadın susmalı, boyun eğmeli değil mi? Değerli taşlar ve mücevherlerle donatılmalı, maneviyatı reddedilmeli. Çünkü, o istediğini ancak başkaları aracılığıyla elde edebilir. Kadının bedeni üzerindeki kontrol onun elinden alınmaktadır. Dinci-gerici iktidar, kadının kürtaj hakkını da elinden aldı. Eğer bir kadın tecavüze uğrasa dahi “çocuğu doğurmak istemiyorum” deme hakkına sahip değil. Çünkü, dinci-gerici erkek egemen burjuva iktidarı “doğuracaksın” diyorsa doğurmak zorundasınız. Keza, türban konusu da yine siyasete alet edilmiştir. Kadının başını açma ya da kapamasına dahi karar vermektedirler. Son dönemde artan kadın cinayetlerinin üzerine yeterince gidilmemekte, önü açılmaktadır. Bağnaz iktidar, bir meseleyle eğer çıkarı varsa uğraşmaktadır. Zira bilinmektedir ki, iktidarın kadını bir siyaset malzemesi olarak kullanmasının nedeni İslami çevrelerden sempati kazanmak ve oy toplamaktır. Öte yandan, devlet genelevleri serbestleştirmekte, bu mekanlardan vergi almaktadır. Devlet kadının pazarlanmasının önünü açmaktadır. Bu nasıl bir riyakârlıktır? Bir taraftan dindarlık maskesi altında milyonlar götürülmekte ve topluma kanaatkâr olup azla yetinmek öğretilmekte, haktan hukuktan ve öteki dünyadan bahsedilmekte, fakat kendileri açgözlülükte ve ikiyüzlülükte sınır tanımamaktadırlar. Sermaye düzeni kadına diyor ki; daha çok okuyup fikir üretmek yerine, daha çok estetik yaptırmalı, daha çok tüketmelisin. Ve alışveriş yapmaktan bıkmamalısın. Kadına kapitalist sistem tarafından telkin ediliyor ki, bedeninden, dış görünüşünden utanmalısın. Önce sınır tanımaz bir şekilde tüketmeli, daha sonra da görünüşünden memnun olmayıp tekrar para harcamalı, fazlalıklarından kurtulmalısın. Bu durum ’68 kuşağının Almanya kanadının sosyalist-devrimci kadın lideri Ulrike Meinhof adına yazılmış olan “Ben Ulrike, bağırıyorum” adlı tiyatroda şöyle geçer: “Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezayir moru ve menekşe mavisi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile… Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu:

Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile… Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin… Çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle… Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var… Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu. Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım.” Evet, bu çürümüş ve kokuşmuş düzende kadın ticari bir meta olarak görülüyorsa, bu kapitalizmin suçudur. Kapitalistlerin gözünde kadın, bir alışveriş çılgınıdır. Keza insanlar artık sadece ihtiyaçları olduğunda değil, mutsuz ve depresyonda olduklarında dahi alışveriş yapmaktadırlar. Ki alışveriş merkezleri, adeta günümüzün kutsal mabetleri haline gelmişlerdir. Ve bu şekilde hızla tüketen ve hiçbir zaman tatmin olmayan tüketim toplumu yaratılmıştır. Maksim Gorki’nin dediği gibi, “Bize ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır. Ve bu ölü yaşam tarafından biz dur diyene kadar sömürülmeye devam edeceğiz.” Tüketim toplumunda tükenen insanlarız. Bize mutluluğun adresleri olarak alışveriş merkezleri ve estetik ameliyatların yapıldığı klinikler gösteriliyor. Çünkü sadece muhteşem vücut ölçülerine sahip olduğumuzda mutlu olabiliriz. Öte yandan, biz fazlalıklarımızdan kurtulmaya çalışırken, dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyormuş, tedavi edilebilir hastalıklardan dahi hayatını kaybediyormuş, bize ne. Bizim için önemli olan şey, neyden nasıl kâr sağlayabiliriz, menfaatimizi nasıl koruyabilirizdir. Evet, yine “Ben Ulrike, Bağırıyorum” ile bitirecek olursak: “Tıpkı cadılar zamanındaki bar cadı gibi... İktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır.” Çünkü “zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok, ama kazanacağımız koskoca bir dünya var.” Gelecek sosyalist devrimde tüm emekçi kadınlar ön saflarda yer alacaktır. Çünkü kadının kurtuluşu devrimdedir. O güneşli günleri görme temennisiyle...

Marmara Üniversitesi’nden bir Ekim Gençliği okuru

Tüketim toplumunda tükenen insanlarız. Bize mutluluğun adresleri olarak alışveriş merkezleri ve estetik ameliyatların yapıldığı klinikler gösteriliyor. Çünkü sadece muhteşem vücut ölçülerine sahip olduğumuzda mutlu olabiliriz.

31


Danteler’den Şeyh Bedreddinler’e...

Özgürleşme amentüsü

K. Ehram

“Korkudan başım dönüyordu. Dedim ki: ‘Usta bu duyduklarım ne? Acıya yenik düşen bu insanlar kim?’ Dedi ki: ‘Bu rezil durumdakiler kötülük de, iyilik de yapmadan yaşamış olanların ruhları. Tanrı’ya başkaldırmayan, ama yanında yer almayıp, yansız kalan kötü meleklerle birlikteler. Cennet, güzelliği gölgelenmesin diye kovdu bunları, isyancı meleklere onur katmayacakları için Cehennem’in dibine de almıyorlar onları.’” Dante Alighieri - Cehennem III (31-40)* De te fabula narratar** - Karl Marx

32

Hakikati, bir ceylan kadar sade ve gerçek algılayabilse idik yasası doğa, kitabı doğa, tanrısı doğa olan bir ceylan kadar hür olacaktık. Hürlüğü satırları fısıldanmış kitaplarla, sömürüyü, ezilmeyi ve baş eğmeyi meşrulaştıran kimi zaman Olympos, kimi zaman Arafat Dağı’nın ardında ulaşılmaz ve uzlaşılmaz tanrılarla sınırlandığından beridir insan olumlu anlamdaki hayvan saflığını kaybetmiş, doğaya karşı duyduğu haklı çekince ve saygıyı, doğaya da üstün geldiği varsayılan başka yaratılara boyun eğerek aşmış, küstahlaşmıştır. Tarihsel olgular olarak ayrı ayrı yerler kaplayan inanç, din ve tanrıyı bir potada eriterek açıklamak yeterli olmadığı gibi bunu yapmak imkân dâhilinde olsa bile kimi yüzeysel ve alışılageldik tanımların ötesine varmayacaktır. Bu üç kavramı, tarihsel dönemlerdeki sosyal anlamları ve özsel tanımları doğrultusunda kesiştikleri ve ayrıştıkları noktaları ile ve aralarındaki yadsınamaz diyalektik ilişki ile çözümlemek gerekir. Diğer bir tartışma ise her defasında bilinmeyen bir yaratıcıya yönlenen ve tarih boyunca insanın olduğu her yerde ortaya çıkan bu “inanma” arayışının nereden kaynaklandığıdır. Sadece tanrı tartışmasına indirgeyerek insan inancını anlamak mümkün müdür, yoksa inanç birebir insana yönelik tarihsel-sosyal bir olgu olarak metafizik tartışmaların çok ötesine mi geçer? Meşakkatli bir felsefi düşünme ile yoğunlaşmak gerekir inanç meselesine. İnanç ne zaman kurallı hale gelmiş, yüreğimiz dağlarında koşturan yağız kısraklar hangi avda ehlileştirilmiştir? Tarihte saf inancın dine dönüştüğü o uğrak ne zaman ortaya çıkmaktadır? İşte biz de sırtımızı bilime, sırtımızı insana, sırtımızı doğaya ve düşünce tarihinin o fedakâr düşünürlerine yaslayıp tartışmada yön kaybetmemizi engelleyecek esas pusulayı edinmiş olarak inanç, din ve tanrı tartışmasına ortak olmaya çalışalım. Çünkü insanı anlamadan, insanın var olduğu tarihsel koşulları anlamadan, insana dair hiçbir şeyi çözümleyemeyeceğimiz gibi, insana yönelik belki de en eski, en karmaşık olgular olan

inancı, Tanrı’ları ve din anlayışlarını da çözümleyemeyiz. Bir marksist-komünistin dine nasıl yaklaştığı konusu burjuvazinin sınıfsal savunma refleksi ile yarattığı yanılsamaların gölgesinde manipüle edilerek kulaklara yerleştirilmiş söylencelerden ibaret kılınmaya çalışılmaktadır; karşı-devrimciler ve kitle kuyrukçusu bir takım siyasal hareketler tarafından bizatihi burjuvaziye hizmet edecek şekilde ve her zaman pek çoğu inanır için önyargı oluşturmaya yönelik basmakalıp yargılar ekseninde ele alınmıştır. Komünistlerin dine bakışını her anlamda sabote etmeye çalışanlar Tanrı’ya ya da dine hangi temelde karşı çıktığımız konusunda en ufak bir bilgi sahibi olmadan bunu yaparlar. Karşıdevrimci amaçlarla veya anti-komünist propaganda amacı ile Tanrı hakkında atıp tutanların ipliklerinin hemen pazara serildiğini, yaptığınız en basit tartışmaları bir adım öteye taşıdığınızda hemen görürsünüz. Tanrı üzerine hiç kafa yormadan “Tanrı”yı tümden inkâr etmek, insan inancını doğrudan mesnetsiz veya manasız olmakla suçlamak inanca ve insana dair hiçbir söylemez. Nasıl ki varoluş ve tanrı üzerine kafa yormamış bir inanır tanımı gereği düşünülemezse, bunlar üzerine kafa yormamış bir ateist de aynı şekilde abes kaçmaktadır. Esasında tartışma hiçbir zaman gerçekten bir Tanrı’nın var olup olmadığı sorusu üzerinden şekillenmemektedir. Karl Marx, her şeye olduğu gibi dine de “sosyolojik bir olgu” olarak yaklaşmış ve tahlillerini evrensel tin’in varlığı ya da yokluğu gibi metafizik tartışmaların bir adım ötesine taşımıştır. Zira Marx yüzünü bilinmeyene değil hayatın ta kendisine dönerek insanın var olan problemine pratik çözüm üretme arayışındadır. Marksistlerin dine yaklaşımını kuru bir ateizme indirgemeye çalışanlar, din üzerine bakışın en güzide ve temellendirilmiş halini örnekleyen Marx konusundaki cehaletlerini bir kez daha gözler önüne sererler tarih sahnesinde. Marx, temel yapıtı Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin 25 Temmuz 1867’deki Almanca birinci baskısının önsözünde şu alıntıya yer verir: “Segui il tuo corso, e lascia dir la genti - Sen bildiğin yoldan şaşma, bırak ne derlerse desinler.”[1] Bu söz hayatının yirmi yıla yakınını sürgünde geçiren ve 1321’de bir Eylül gecesi Ravenna’da sıtmadan ölen tarihin gördüğü en büyük şairlerden Dante Alighieri’nin eşine az rastlanan büyük eseri İlahi Komedya’da dile getirdiği sözdür. İlahi Komedya Dante’nin Cehennem, Araf ve Cennet’e yaptığı imgesel yolculuğun anlatımı olan şiiri olmakla birlikte Dante’nin aktif politik kimliğinin, ölüm cezaları ve


sürgünlerle geçen yaşam öyküsünün bir yansıması olarak önemli izler taşır. “Dante, Tanrı’yı bir enerji kaynağı olarak değerlendirmekle çağının yazarlarından ayrılır, bilimselle kutsal arasındaki seçimini bilimden yana yapar.”[2] Tarihin en büyük şairlerinden Dante ile en büyük düşünürlerinden Marx’ın yolunun kesişmiş olması bir tesadüf müdür? Yoksa Marx, felsefeden gökbilime, dinbilimden geometriye kadar engin bir içeriğe sahip İlahi Komedya’da, Dante’nin Cehennem’inde, Araf’ında ve Cennet’inde başkaldıran Dante gerçeğini; ömrünü sürgünlerde geçiren ve sonunda sığındığı Tanrı’yı bile bilimden ayrı bir yere koymayan Dante’nin pir-ü-pak inancını mı görmüştür? “O, ne mantıkçı pozitivistlerin amaçladığı gibi sınır problemine odaklanarak metafizik unsurları bilimden temizlemeyi amaçlamış ve felsefi ve siyasi düşüncelerini biçimlendirirken bilimi mutlaklaştırmış ne de bilimi metafizik ve dini kavrayışa feda etmiştir.”[3] Marx’ın meşhur din-afyon analojisini daha derinlikli olarak okursak bu analojiyi dillere pelesenk olan yüzeysel temelde yapmadığını görürüz: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”[4] Bunun da ötesinde Marx’ın dine yaklaşım konusunda ne kadar ileride olduğunu diğer bir Alman düşünür olan Bruno Bauer’in Yahudi Sorunu adlı yazısına yanıt olarak kaleme aldığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı çalışmasında görürüz: Yahudilerin politik özgürleşmesi için dini kimliklerinden bütünüyle vazgeçerek devletin tamamen seküler/laik bir nitelik kazanmasını ve ancak böylelikle dinin tamamen yok olarak bireylerin özgürleşeceğini savunan Bauer’e, Marx kesin olarak karşı çıkacaktır. Bu noktada şu ironiyi de belirtelim, sözde anti-marksist propagandacıların çoğu bir önceki cümlede Bauer ismini silip üzerine Marx yazsak bunu garipsemeden doğru kabul edecek kimselerdir. Marx’ın politik özgürleşme ile dinsel özgürleşme sorununa özgül yaklaşımı: Biz insanın (yurttaş) dinsel kısıtlanmalarını seküler/sivil kısıtlamalarla açıklıyoruz. Biz onların bu sivil kısıtlamalardan kurtulmak adına dinsel darlıklarını alt etmeleri zorunluluğunu öne sürmüyoruz, bizim öne sürdüğümüz onların sivil kısıtlamalardan kurtuldukları zaman dinsel kısıtlamalarını alt edecekleridir. Biz sivil problemleri teolojik (ilahi) problemlere dönüştürmüyoruz. Tarih batıl inançlarla yeterince asimile oldu, biz şimdi batıl inançları tarih ile asimile ediyoruz. Politik özgürleşmenin din ile ilişkisi sorusu bizim için politik özgürleşmenin insan özgürleşmesi ile ilişkisi sorununa dönüşür. Biz politik devletin dinsel zayıflıklarını, gerçekten dinle alakalı zayıflıkları bir yana, politik devleti seküler formunda eleştirerek eleştirmiş oluyoruz…. Yahudilerin, Hristiyanların ve genel olarak dindar insanların politik özgürleşmesi, “devletin” Yahudilik’ten, Hristiyanlık’tan ve genel olarak dinden özgürleşmesidir. Kendi formunda, doğasının karakteristik tavrında, devlet olarak devletin dinden özgürleşmesi, kendini devlet dininden özgürleştirmesi ile olur – demek ki, herhangi bir dine sahip çıkmayan, ama, kendini bir

devlet olarak öne süren bir devlet olarak devlet. Dinden politik özgürleşme bütünüyle tamamlanmış ve çelişkisiz bir dinsel özgürleşme değildir, çünkü politik özgürleşme bütünüyle tamamlanmış ve çelişkisiz insan özgürleşmesinin bir formu değildir.[5] Marx, nesnel idealizmin son sistematik düşünürü G. W. Friedrich Hegel’in Geist’ini (tin, evrensel ruh) eleştirirken ne kadar iyi bir Hegel okuyucusu olduğunu da göstermiştir. Eleştirisinin gücü yöntemi ile en ince detayları yakalayacak yoğunlukta düşünsel üretim emeğinden gelmektedir. Marx’ın yalnızca bir bilim insanı, yalnızca bir iktisatçı değil, felsefe tarihinin görüp geçirmiş olduğu en büyük filozoflardan olduğunu unutmadan onu okumak gerekir. Bu açıdan basitçe bir “din düşmanı” nitelendirmesi Marx’ı, Marx’ın bu meseleler üzerine düşünsel emeğinin binde birini vermeden okuyanların köylü kurnazlığından başka bir şey değildir. Marx’ın kuramını geliştirirken birlikte dirsek çürüttüğü sadık kalem arkadaşı Alman düşünür Friedrich Engels, Marx’tan daha farklı olarak “din fenomeni” üzerine daha fazla eğilmişti. Engels’e göre Hristiyanlık tarihinin erken dönemlerinde ezilenler olarak tüm köylü ve yoksulların dini olarak “ilkel Hristiyanlık”, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi ile paralellik gösterir.[6] O, dinler tarihi üzerine incelemeleri sonucunda dinler ve tarihte karşılık geldikleri sınıfsal roller arasında bir ilinti kurarak bugün hala üzerinde konuşulan özgün tahlilini ortaya koymuştu. Materyalist olan her yönelim her koşulda toplumsal yapıdaki ilerici güçleri (ezilenlerin mücadelesi), bunun karşıtı olarak idealist ya da dini olan her yönelim her koşulda toplumsal yapıdaki gerici güçleri (ezenlerin sınıfsal konumu) destekler ilkesi geçerli bir ilke değildir. Elbette zaman zaman (hatta belki çoğu zaman) bu ilkenin geçerli olduğu durumlar tarihte söz konusu olmuştur, ancak bu ilkenin tarihsel gelişimde a priori (önceden verili) olarak ereksel (amaca yönelik) bir işlevi olduğu düşüncesi Marksist materyalist perspektifle uyum içinde olamaz. Örneğin İngiltere’de 17. yüzyılda Thomas Hobbes materyalizmi mutlak monarşi savunusunda cisimleşirken, Protestan mezhepler Stuartlara karşı devrimci mücadelede dini kullanmışlardır.[7] Bizler Anadolu topraklarının bereketini bilenleriz; şehirden çok dağlı olan, din ile hayatları kısıtlanmış ana babalardan yine bu acı ile yoğrulmuş topraklarında doğan komünistler olarak biliriz ki buğdaya, çaya ve kömüre hep gebe olan bu toprakların bağrı isyanlara da her daim gebe olmuştur ve Simavne Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin bunun en güzide örneklerinden biridir. Ertesi gün gölde kayık parçalanır kalede bir baş kesilir kıyıda bir kadın ağlar ve yazarken Simavneli «Teshil»ini Torlak Kemâlle Mustafa öptüler şeyhlerinin elini. Al atların kolanını sıktılar. Ve İznik kapısından dizlerinde çırılçıplak bir kılıç heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar... Kitaplarının adı: «Varidat»dı.[8]

Tarihin en büyük şairlerinden Dante ile en büyük düşünürlerinden Marx’ın yolunun kesişmiş olması bir tesadüf müdür? Yoksa Marx, felsefeden gökbilime, dinbilimden geometriye kadar engin bir içeriğe sahip İlahi Komedya’da, Dante’nin Cehennem’inde, Araf’ında ve Cennet’inde başkaldıran Dante gerçeğini; ömrünü sürgünlerde geçiren ve sonunda sığındığı Tanrı’yı bile bilimden ayrı bir yere koymayan Dante’nin pir-ü-pak inancını mı görmüştür?

33


Anadolu’da isyanın en önemli temsilcilerinden biridir Bedreddin, bunun yanında bir tasavvufi, bir inanırdır. Şeyh Bedreddin basit bir derviş değildir, aynı zamanda İslâm hukuku ve dinî ilimler üzerine önemli eserler veren büyük bilginler arasında bulunur.[9] Bugün hala tasavvuf geleneğinin asi bilgesi olarak inançtan isyana uzanan yolun en sağlam yolcusu olarak karşımızda durmaktadır. Dine tarihsel bir olgu olarak bakmak, onun gelişimini ilk insandan bugüne sosyolojik bir konu başlığı olarak incelemek gerekir. Dinden, tarih boyunca iktidarla kurduğu ilişki bağlamında özel olarak bahsetmemiz gerekir. Din ve erk birbiri ile orantılı iki olgudur. Tarih boyunca iktidar kimdeyse baskın din onun dini olmuş, din kimi erk olarak göstermişse toplumda dinle beraber ona da biat edilmiştir. Tarihin bir döneminde bir kabile reisi iken bir döneminde papaz, bir döneminde bir şaman iken bir döneminde imam olur bu erk. Semavi dinlerin öncesinde de dinler her zaman özgür düşünceyi engelleyen bir yerde durmuş çünkü insana her zaman bir kaçma noktası, bir hava deliği sağlamıştır. Dinlerin hepsi eşitliği, sevgiyi ve barışı öğütlerken ve dünya nüfusunun önemli bir bölümü kendini samimi olarak inanır adlandırmaktan çekinmezken bunca eşitsizlik, bunca sevgisizlik, bunca savaş niyedir? Demek ki bu dinlerin hepsinin Tanrı’sının bir ortak özelliği vardır: O en iğrenç ayıpların lekesini bile örtecek kadar engin ve kir göstermeyecek kadar siyah yahut karanlıktır. Düşünemediği, kafasının almadığı, hatta “bu kadar da olmaz, ayıptır!” dediği noktada imanına sarılan birey artık vicdanını uykuya yatırmıştır. İnanç, sorgusuz biat anlamı taşıdığı her dönem, her coğrafyada, hangi din, hangi inanç, hangi Tanrı’ya yönelik olursa olsun haksızlığa karşı mücadelenin tam karşısında bir konum alır, bu ise tarih sahnesinde gerici rolünü ifade eder. Özellikle Semavi dinler Tanrı’yı öyle bir yere koymuşlardır ki “erk”in tarihte kimi zaman pervasızlık konusunda sınırlarını aştığı ve zulmünü çığırından çıkardığı dönemlerinde bile onun bu aymazlığını “sineye çekme” konusunda ezilene, ilginç bir şekilde, güç ve sabır vermiştir. Bu dinler her anlamda ayıptan, yasaktan, günahtan bahsederken en büyük ayıpları örtme, en doğal yasakları çiğneme, en büyük günahları affetme konusunda insana en sağlam meşruiyet zeminini sağlar, açıktan açığa yapar üstelik bunu. 10 emre, 5 şarta, 3 büyük günahın yasaklarına dair saygı ve korkuya, bunları çiğneme lüksü en az olmasına karşın en çok toplumun alt katmanlarında rastlanırken, bu “günahları” belki kafalarındaki Tanrı’nın dahi sabır taşı ortasından çatlayacak kadar tekrarla ve aymazlıkla işleyenlerde artık yüz kızarması dahi kalmadığını görürüz. O, öyle bir dindir ki Minnesota’da bir köy çocuğuna bir tokat yerse diğer yanağını çevirmesini öğütlerken, Yozgat’ta bir çocuğa her sıkıntısında “karı dağına göre verdiği” anımsatılır. Ezilenin avuç dolusu tokat ve dağ dolusu kar yiyerek yaşaması konusunda pek endişeli gözükmeyen Tanrı, ezenlerin büyük katliamlar ve çocuk tecavüzleri gibi en gayri insani durumlarında dahi af dilenebilecek ölçüde sonsuz merhamet sahibidir! Sınıflı toplumlarda inanç dine indirgenmiş, dinin altında yaşanmaya mahkûm edilmiştir. Bu inancın bir sorunu değil, sınıflı toplumların bir sorunudur. İnancı daha geniş bir tarihi perspektiften saltık inanç olarak okursak insanın inançla “din-ve-tanrı-dolayımsız” bir ilişki kurmasının mümkün olduğunu ve bu ilişkiyi kurduğunu görürüz. Benedictus Spinoza’nın Etika’sı felsefe tarihindeki tanrı tartışmalarının önemli bir örneğidir. Dönemi olan 17. Yüzyıl için sansasyonel denilebilecek görüşler ileri süren ve insanı özgür ve muktedir bir politik özne olarak ele alan düşünür, dönemin baskın Ortodoks görüşünü savunanlar tarafından dinsiz olmakla ve tanrıtanımazlıkla suçlanmıştır. Spinoza için tanrı, biricik, gerçek tözdür. “Tözden, kendisi ile dolu olan ve kendisi ile kavrananı anlıyorum. Bu biricik şey, yarattığı şeyden ayrı bir varlığa sahip olan bir Tanrı değil, var olan her şeyin toplamıdır. Dolayısıyla Tanrı ile dünya, beden ile ruh, maddi dünya ile ruhsal dünya arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Tanrı’nın her şeyi kapsaması ve her şeyin özünü oluşturması her şeyle bir ve aynı olduğu anlamına gelir.”[10] Spinoza’nın Tanrı ile kurduğu ilişki öyle bir noktadadır ki müthiş bir inanır ya da kökten bir ateist olarak adlandırılması şaşırtıcı olmaz, bunların ikisi de ayrı ayrı doğru ve hatta aynı anda doğru olabilir! Tüm bunların bir tanım

34

sorunundan öteye gitmediği de böylece bir kez daha gözler önüne serilmiş olur. Burada mesele inancın, hatta belki de Tanrı inancının kendisinin dahi, bir dinin tanımları altına girmek yükümlülüğünde olmadığı ve aslında dinlerin kalıbına sığmayacak kadar geniş bir kavrayış olması meselesidir. Spinoza isteyenin Tanrı’ya da materyalist bakabileceğinin en güzel örneklerinden biridir. Bugün inanç meselesi biz komünistler için hiçbir zaman fizikötesi bir tartışma konusu olamaz. Coğrafyamızda ezilen tüm halkların ve koca bir işçi sınıfının inançla kurduğu ilişkiyi göklerdeki, kutsal kitaplardaki boşluklarından yakalamaya çalışarak değil, en somut haliyle, evdeki, sokaktaki ve fabrikadaki haliyle, en ileri düzeyde tahlil etmek ve anlamak zorundayız. Aksi halde kitlelerin din algısını ileri çekemeyeceğimiz bir gerçektir. Bu bilinç açıklığını yaratacak derecede kendi inançlarımızı herkesten önce ve herkesten katı sınayanlar yine biz olmalıyız. Devrimi geciktiren her inancın karşısında durduğumuz ve duracak olduğumuz, zorunluluğunu tarihten alan bir hakikattir. Felsefede de, bilimde de, mücadelede de en temel nokta her zaman hakikat ve hakikatin ta kendisidir. Gerçek olan neyse, biz onu tahlil eder, onu görür, ona göre hareket ederiz, başka da lüksümüz yoktur. Bunun dışında insanlığın bu en ölümsüz ve en gerçek savaşında işçi sınıfının yanında savaşma bilincini bileyen, Bedreddin’lerin isyan ateşine köz olup kavgayı büyütecek türden bir inanç bizim sorunumuz olamaz. * Dante’nin giriş alıntısına ithafen: Bizler en yakın dönemde, Gezi’de tarafsız olanların dilsiz şeytanlığını gördük. Sokakta, başlarında örtü ellerinde çamaşır suyu kokusuyla bizim analarımız, işten eve, evden işe diyerek tarihsel misyonları hep küçültülmeye çalışılan, ellerinde makine yağı, ellerinde emek kokusu işçi erkekler ve kadınlar ve sokakta daha bir sevgilinin elinden tutmadan çarpışarak vurulmayı göze almış delikanlılar zulüm üzerine yürürken pervasız, dilsiz, kör ve sağır günlük yaşamını sürdürenler… Tarih boyunca tüm kritik dönemeç anlarında bütün devrimciler de gördüler onları. Onlar, iki tarafı da karşısına alma cüreti gösteremeyenler, silahlar çekildiğinde kuytuya çekilenler, sokağında kanlar akarken kapılarına süngü, ağızlarına, yüreklerine ve pencerelerine kara perdeler çekenler, korkak, kaçak ve suskunlar… Dante inancı gibi inançlar cehennemlerinin diplerine dahi kabul etmez onları. ** Marx Kapital 1. cildinde “meta”nın analizini yapar ve kapitalist üretim ilişkilerinde İngiltere’nin durumunu örnek gösterirken Almanlara bir uyarı olarak bu notu ekler: “De te fabula narratar -Anlatılan senin hikayendir”. KAYNAKÇA: 1. Marx, Karl. Kapital I. Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 1993. 2. Alighieri, Dante. İlahi Komedya. Çev: Rekin Teksoy. İstanbul: Oğlak Yayınları, 2011, s. 23. 3. Gülenç, Kurtul. “Din Halkın Afyonu mudur? Karl Marx’ta Din, İdeoloji ve Eleştiri” Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Sempozyumları “Aydınlanma ve Din”. 10 Mayıs 2012, s.2. 4. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, 1997, s. 192. 5. Marx, Karl. On The Jewish Question. Ed. Andy Blunden, Matthew Grant ve Matthew Carmody,2008/9. İngilizceden Çev. K. Ehram. 25 Ocak 2014. <http://www. marxists.org/archive/marx/works/1844/jewishquestion/index.htm> 6. Engels, Friedrich. Din Üzerine. Çev. Kaya Güvenç, Ankara: Sol Yayınları, 1995, s.296-298 7. Gülenç, Kurtul. “Din Halkın Afyonu mudur? Karl Marx’ta Din, İdeoloji ve Eleştiri” Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Sempozyumları “Aydınlanma ve Din”. 10 Mayıs 2012, s.10 8. Ran, Nâzım Hikmet. “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”, 3. Bap. 29 Ocak 2014. < http://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/seyh_bedrettin_destani.htm> 9. İnalcık, Halil. Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, Çev. Ruşen Sezer, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.197. 10. Ankara Üniversitesi Akademisyenleri, Sokrates’ten Jakobenler’e Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi., Ed. M. Ali Ağaoğulları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s.462


Çocuk yaşta evlendirilmek kimsenin “Kader”i değil! Geçtiğimiz günlerde toplum nezdinde artık normalleşen bir haberle yine sarsıldık. 12 yaşında evlendirilen ve 13 yaşında anne olan Kader’in öyküsü bu ülkede yüz binlerce çocuğun kaderi olarak kanıksatılmaya çalışıldı. Kader ikinci bebeğini kaybedişinin ardından evinde tabancayla vurulmuş halde bulundu. Çocuk yaşta yaşadığı evliliğin yüklediği yükler altında ve ödediği bedeller karşısında güçsüz kalan Kader’in son zamanlarda bunalıma girdiği, kimseyle konuşmadığı ifade edildi. Bu olayın üzerinden bir hafta geçer geçmez yeni bir haber bu kez Yemen’den geldi. 8 yaşında Rawan isminde bir çocuk 40 yaşını geçkin bir adamla evlendirilmiş, düğün gecesi vajinasında ve iç organlarındaki parçalanmadan dolayı ölmüştü Rawan. Kader’in de Rawan’ın da öyküsü farklı ülkelerde olsalar da ortak. İkisi de kapitalizm koşullarında toplumda dışlanan ve cinsel meta olarak görülen milyonlarca kadından biri. Bu çocuklar sokakta oyun oynamak, koşmak yerine evlendirilip bir de üstüne yetmezmiş gibi annelik görevi üstlenmek zorunda bırakılıyorlar. Yetmezmiş gibi cinsel istismara uğruyorlar. Bu ağır olayların verdiği psikolojik ve bedensel rahatsızlıklar kaçınılmaz. Uzmanlar bu konuyla ilgili şunları ifade ediyor: Fiziksel gelişimini ve ruhsal olgunlaşmasını tamamlayamamış kız çocukları erken evlendirildiklerinde, gebelik ve doğumlarda anne veya çocuğun ölümüne, çocukların sağlıklı bir şekilde gelişimlerini tamamlayamamalarına ve üreme sağlığına yönelik sorunlara yol açıyor. Ayrıca, erken yaş evliliklerinde aile içi sorunlar daha fazla görülüyor, çocuk bakımı ve çocuğu büyütme noktasında çift yeterli bir olgunlukta olamadığından ciddi sorunlar yaşanıyor. Son olarak da evliliğin getirdiği ağır sorumlulukların yüklenilmesi psikolojik travmaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Gündeme düşen bu haberler beraberinde “çocuk gelin” ve pedofili sorununun düzen medyasında tartışılmasına neden oldu. Öyle ki devleti göstermelik bir adım atmaya zorladı. Kader’in yaşadığı Siirt’te, köy muhtarına yaşanan bu olayı bildirmediği için soruşturma açıldı. Şu gerçeği unutmuş olacaklar ki burada sorumlu olan tek başına bir köy muhtarı değil her zaman yeni bir Kader’in ölümüne yol açan kokuşmuş kapitalist düzenin kendisidir. Özel mülkiyete dayalı burjuva iktidarı devam ettiği sürece de erkek egemen sistem korunmaya devam edecektir. Özel mülkiyete dayalı sömürü sistemi tüm toplumsal yaşamı belirleyerek kadını da, çocuğu da bir mülk, üretim aracı görmekte, erkeğe de buna uygun bir

toplumsal rol biçmektedir. Bu yüzdendir ki erkek egemenliğinin temel dayanağı olan özel mülkiyet kaldırılmadan sorun hep çözümsüz kalacaktır. Ve Kader sadece bu ülkedeki 130 bin “çocuk gelin”den sadece bir tanesidir. Her geçen gün dünya ölçeğinde artan bu sayı kadınların cinsel ezilmişliğini de gözler önüne seriyor. Kadını cinsel meta olarak gören bu düzenin dayattığı başta erken yaşta evlilik ve kuluçka makinası misali çocuk yapmak, kadına reva görülen yegane görevdir. Kadının ezilmişliği sınıflı toplumlarla başlamıştır. Bugün ise boyut değiştirerek varlığını sürdürmektedir. Artan kadın cinayetleri, çocuk yaşta evlilik, fabrikada ucuz iş gücü olarak sömürülmek derken, kadın yaşamın her alanında eziliyor ve ikinci sınıf olarak görülüyor. Dinci gerici AKP döneminde toplumda meşruluk zemini oluşturulmaya çalışılan “çocuk gelinler”in sayısı bir hayli arttı. Bu tablo son 10 yılda baskıcı ve gerici 4+4+4 sistemi, liselerde evlilik izni ve son olarak üniversitelerde gündeme getirilen evlilik kredisi uygulamaları ile pekiştirilmeye çalışılmaktadır. İçişleri Bakanlığı Haziran 2013 verilerinde son üç yılda evlendirilen çocuk sayısını 134 bin 629 olarak açıklıyor. Ve dünyada çocuk yaşta evlendirilen kadınların en çok görüldüğü yedinci ülke Türkiye. Türkiye’de 14 milyon kadın 18 yaşından küçükken evlendirilmiş. Her üç evlilikten biri, çocuk evliliği. Sığınma evlerindeki kadınların üçte birinin “çocuk gelin” olduğu saptanmış. Reşit olmadan evlendirilen kız çocuklarının sayısı erkek çocuklarının sayısından tam 20 kat fazla. 18 yaşından küçük kızlarını evlendirmek için mahkemeye başvuran aile sayısı yüzde 94.2 artmış. Bu tablo ürkütücüdür. Sermaye iktidarı altında yaşanan bu cinayetler ne ilktir ne de son olacaktır. Daha aydınlık ve çocukların sokaklarda özgürce koşturduğu günler elbet ütopya değildir. O güne inançla devrimci kadın önderlerden Rosa Luxemburg’un haykırdığı gibi haykıracağız: “‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, gür sesi ile şunu haykıracaktır: ‘Vardım, Varım, Varolacağım!’”

İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru

35


Ayakkabı kutusundaki 4,5 milyon dolar Van’da kaç insan kurtarır?

Kutu kutu çalanlar, deprem vergilerini ve yapılan yardımları kardeş halklara silah ve cephane olarak doğrultanlar, tırlarla Suriye’deki kirli savaşa silah, lojistik destek sağlayanlar, Van’daki depremzedeler için hiçbir şey yapmamakta. Van’da yaşanan bu olay bu düzen gerçekliği içinde ne ilk ne de sondur. Baştan beri, yani depremin ilk günlerinden beri Kürt halkına yönelik gericişoven dalga estirildi. Daha baştan Van ötekileştirildi.

36

Van’daki asıl deprem yerin yedi kat dibindeki fayın kırılması ile olmadı; Van halkının insanlığa olan inancının kırılmasıyla oldu. Mesele Richter ölçeğine göre 7.2 büyüklüğünde deprem olması değildi; Vanlı çocukların ve ailelerinin üşüyen yürekleriydi asıl mesele. Van’ı yıkan yerin yedi kat dibindeki fay hattı değil deprem sonrası “yardım” için gönderilen taşlar, bayraklar ve hiçbir şey yapılmadan beklemelerdir. Sermaye devletinin depremle yıkıma uğrayan bir şehri görmezden gelip, aslında katliama ön ayak olmasıdır. Daha enkaz altındayken küçük bedenler terörist ilan edildi. Enkaz başında sevdiklerinin sağ çıkmasını beklerken insanlar, sermaye sınıfı buradan nasıl rant sağlarızın derdine düştü. Her soğuk kış gecesinde çadırın bir köşesinde yüzleri avuçlarında sizi düşünüyor Van’lı çocuklar. Kardeşliği, sevgiyi ve sıcak bir evin özlemini düşlüyor. Yarın ne yapacağını düşünen anne ve babasının boş bakışlarında yarını düşünüyor. Evlerinde kutu kutu para saklayanlar rahat içinde yaşarken; o, bir çadır içinde Van’ın soğuk gecelerinde uyumaya çalışıyor. Deprem sürecinde onlarca yardım toplanmış ve bu yardımların bir çoğu devletçe depolarda çürütülmüştü. Onlarca aile aylarca sıkıntı yaşadı. Van gibi soğuk bir şehirde insanlar çadırlara mahkum edildi. Soğuktan çocuklar öldü, kimi zaman da çadırlarda yangınlar çıktı, söndürecek su bulunamadı, kimi zaman da su oluk oluk aktı, sel bastı.

TOKİ’nin aymazlığı

Bunca şey yetmiyormuş gibi ev sağlama bahanesiyle sosyal konutlar rant alanı olarak kullanılıp satıldı. Konutlar teslim edildikten 2 yıl sonra başlayacak olan ödemeler birçok aileyi daha da zor durumda bırakıyor. Asgari ücretin 846 lira olduğu şartlarda bir aile nasıl ödeyebilir ayda 980 liralık ev taksidini. Evini kaybetmiş bir depremzedeye sözüm ona sosyal hukuk devletinde parayla ev sağlanıyor. TOKİ’nin nasıl bir rant alanı olduğu ve ne kadar para kaçırıldığı 17 Aralık operasyonuyla ortaya çıktı. Ki TOKİ’nin ilk çıkış şiarları maddi durumu iyi olmayan insanlara ev olanağı sağlamaktı. Bunun koca bir aldatmaca

olduğu toplum nezdinde doğrulandı. Nitekim TOKi’nin yaptığı binalar da depremlere dayanıklı değil. 50’ye yakın okul onarılmadı. Hala prefabrik okullarda eğitim görülüyor. Şimdi de Van halkı bu soğuk kış günlerinde oldukça fazla sıkıntı çekmekte. Yaşanan bütün sıkıntılara karşın düzen medyasının bu konuda ağzını bıçak açmıyor. Tüm bunlara duyarlılık göstermek için üniversitelerde bir dizi yardım kampanyaları örgütlenmiş oldu. İmza kampanyaları yapıldı, depremzedelerin ihtiyaçları toplandı, para toplandı. Özellikle sosyal medya üzerinden bir duyarlılık oluştu. Van valisi açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklamasında çözüm olarak TOKİ konutlarını göstererek halis bir inkarcılığın içine girdi.

Onların kutusundan dolarlar, bizmkilerden sefalet çıkıyor bu düzende

Diğer taraftaysa sermaye düzeninin has uşağı AKP kirli çarklarını masum çocuklarının gözyaşları üzerinden döndürüyor. Kazandıkları paraları da ayakkabı kutularında, keselerde saklıyorlar. Kutu kutu çalanlar, deprem vergilerini ve yapılan yardımları kardeş halklara silah ve cephane olarak doğrultanlar, tırlarla Suriye’deki kirli savaşa silah, lojistik destek sağlayanlar, Van’daki depremzedeler için hiçbir şey yapmamakta. Van’da yaşanan bu olay bu düzen gerçekliği içinde ne ilk ne de sondur. Baştan beri, yani depremin ilk günlerinden beri Kürt halkına yönelik gerici-şoven dalga estirildi. Daha baştan Van ötekileştirildi. Tüm bu yaşanan gerçekler ışığında bir kez daha gördük ki kapitalist sistem içerisinde insan hayatının hiç bir önemi yok. Milyon dolarları ceplerine dolduranlar yanı başlarındaki acıya kör ve sağır davranmaktalar. Bizler biliyoruz ki bizim kuracağımız sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz dünyada bunlar yaşanmayacak. Gözünü kar hırsı bürüyenler yaşamımıza kast edemeyecek, farklı bir ırka mensup diye daha baştan kaybedenler olmayacak. Bizim dünyamızda çocuklar yüzlerini avuçlarına koymak, kardeşliği, sevgiyi ve sıcak bir evi özlemek zorunda kalmayacak. İzmir’den bir Ekim Gençliği okuru


Bulgar devrimcilerinin yeraltı deneyiminden bir kesit:

“Parti Sırrı”

Bulgaristan Komünist Parti Evi Anıtı Bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi içerisinden geçiyoruz. Komünistler olarak görevimizin devrime hazırlanmak, harekete geçen kitleleri devrime ve sosyalizme yöneltmek olduğunu söylüyoruz. Üstelik bunu bu şekilde tanımlayıp bunun çabasına girişen tek akımız Türkiye’de. Bunun içindir ki sermaye devleti ve siyasi polis stratejik olarak hedef aldığı komünist harekete darbeler indirmek için fırsat kollar. Tam da bu nedenle siyasi polisin fazlasıyla önemsediği ve ortadan kaldırmak için tüm olanaklarını seferber ettiği komünist hareket açısından en temel sorunlardan birisi de, devrimci bir akım için varlıkyokluk demek olan örgütsel güvenlik sorunudur. İşte “Parti Sırrı” isimli kitap, Bulgaristanlı devrimcilerin bu konuya dair deneyimlerini içermektedir. Kitapta örgütsel güvenlik sorunu, düşman eline düşüldüğünde sır vermeme, iç illegalite, kurallara riayet etme ve tedbirli davranma gibi konular akıcı bir şekilde deneyimler üzerinden anlatılmaktadır. Kitabın yazarı 1940’larda Bulgaristan, Alman işgali altında iken çeşitli işlerde çalışan genç bir işçidir. Sınıfsal konumu ve işgal koşulları onu RMS (İşçi Gençlik Birliği) ile tanıştırır. Komsomol’la tanışmasının ardından ona verilen ilk görev dağlarda işgale karşı savaşan partizanlara torba içinde az miktarda da olsa yiyecek götürmektir. Bu belki belli açılardan basit de bir görevdir. Ancak partizanların yaşamına devam edebilmesi için çok önemlidir. Ayrıca bir parti faaliyetidir. Bu yüzden titizlikle yapılması, güvenlik kurallarına harfiyen uyulması gerekmektedir. Bir parti faaliyeti olduğu ölçüde, faaliyete dair her şey, tüm yollar, kişiler, ilişkiler, isimler parti sırrıdır. Ne düşmana ne de diğer yoldaşlara söylenmemelidir. Bu kadar gizliliğin gereksiz olduğunu düşünen

ve herkesin bildiğini yoldaşlarından saklamasını garip karşılayan kahramanımız, sıradan olduğunu düşündüğü sohbetlerin bile parti sırrı olduğunu yaşayarak kavramaktadır. Çünkü boş bulunulup söylenecek her cümlenin devamı gelecektir. Gelmese bile farklı bilgilerle buluştuğunda çok büyük kayıplara yol açabilecektir. Romanda ajanlaştırma politikası ile düzenin devrimci örgütlenmeyi dağıtabileceği, bu yüzden yoldaşlar arasında iç-illegalitenin ne kadar önemli olduğu çarpıcı bir şekilde aktarılmaktadır. Tedbirsizlik sonucu yakalanmalardan küçükburjuva kendini öne çıkartmanın kötü sonuçlarına, yoldaşlık ilişkilerinden mütevaziliğin önemine kadar birçok örneklemeyi de barındıran roman, eğitici özelliğiyle okunmayı hak ediyor. Lenin’in veciz sözlerinden birisi olan “güven iyidir, denetim daha iyi” sözünün haklılığı bu romanda da karşımıza çıkıyor. Parti sırrını koruyamamanın nelere yol açabileceğine dair sayısız örnekle dolu olan kitap, parti sırrını koruyan, ölümü göze alıp onu düşmana vermeyen ve bu yüzden kurşuna dizilen 13’ler adına dikilen 13’ler anıtının da öyküsünü içinde barındırıyor. Günümüz koşullarında devlet mekanizmasının romanda bahsedilen bütün yöntemleri çok daha kapsamlı bir şekilde kullandığını, baskıyı ve denetimi yatak odamıza kadar soktuğunu, teknolojiyi de bu amaçla kullandığını düşünürsek başta devrim iddiasına sahip olan örgütlü güçler olmak üzere her düzeyde tüm işçi-emekçilerin ve gençlerin bu denetim mekanizmasının dışına çıkması çok önemlidir. “Parti Sırrı” ise okurken bizi olayların içine çeken ve öğretici, devrimci tutumu ve iradeyi canlı bir şekilde gösteren bir kitap olarak muhakkak okunmalıdır.

Siyasi polisin fazlasıyla önemsediği ve ortadan kaldırmak için tüm olanaklarını seferber ettiği komünist hareket açısından en temel sorunlardan birisi de, devrimci bir akım için varlık-yokluk demek olan örgütsel güvenlik sorunudur.

37


“İnsan tarihin öznesidir, değişir, * değiştirir”

Sanat ne bir avuç elitin seyri içindir ona göre, ne de bu işi meslek edinmiş sanatçıların işidir sadece. Sanat toplumun gündelik yaşamının bir parçası olmalıdır. Yaşamı boyunca bunu gerçekleştirmeye çalışır. Kapalı salonlardan sokağa, sahneden seyircilerin arasına iner Brecht’in sanatı.

38

“Sürekli olan, olagelen olayları doğal karşılamamanızı özellikle rica ediyoruz! Çünkü böylesi kanlı bir kargaşa içinde bulunduğumuz, düzenlenmiş bir düzensizliğin, planlı bir bencilliğin hüküm sürdüğü, insanlıktan çıkmış insanların yaşadığı bir dönemde hiçbir şey doğal gelemez, ancak o zaman her şeyin değiştirilebilir olduğu anlaşılacaktır.” 1930 yılında çalışmalarına başladığı ve sekiz yıl sonra 1 Mayıs günü Filistin’de, Kibbuz Amatör Tiyatrosu’nda ilk kez sergilenen “Kuraldışı ve Kural” oyununun girişinde, oyuncuların ağzından bu sözleri döker Bertolt Brecht. Çabası, geleneksel tiyatronun eylemsizleştirdiği izleyici profilini yıkma, seyirciyi özneleştirme ve eyleme taşıyacak duygularını güçlendirme çabasıdır. Bu çabalar diyalektik, tarihsel materyalizm ve işçi sınıfı ideolojisiyle harmanlandığında, Marx’ın “praksis” çağrısını sahnede, fabrika önlerinde, sokaklarda yapmaya başlar Brecht. Sanat ne bir avuç elitin seyri içindir ona göre, ne de bu işi meslek edinmiş sanatçıların işidir sadece. Sanat toplumun gündelik yaşamının bir parçası olmalıdır. Yaşamı boyunca bunu gerçekleştirmeye çalışır. Kapalı salonlardan sokağa, sahneden seyircilerin arasına iner Brecht’in sanatı. “Öğrenme ve eğlenme” diyalektiği olarak kurguladığı “Epik-Diyalektik Tiyatro” kuramı, dünyayı değiştirme, dönüştürme eyleminin kendisine evrilir. İşçi sınıfının ideolojisini kuşanır, onun bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına dikilmesi eylemine omuz verir. Bu yüzden o sanatını devrim mücadelesinde bir silah olarak kullanır. Bizler için onun temel özelliği sanatçılığından öte devrimciliğidir. Çünkü devrimci kimliği sanatına yön verir. Onun kişiliğini ve yaşamını temelinde belirleyen şey mücadeledir. “İnsanlıktan çıkmış insanların yaşadığı bir dönemde”, 10 Şubat 1898 günündeki doğumundan bugüne bıraktığı onlarca tiyatro oyunu, birçok öykü ve şiir, senaryolar, sayısız makale, insanlığımızı besleyen umuduyla Bertolt

Brecht, dönemini belgeleyecek üretimlerimizde ve sosyalizm mücadelesinde var olacaktır. “Savaşlar dünyayı yok ediyor… …ve savaştan doğmamış dev bir hayalet enkazın üzerinde geziyor. Barış zamanında da görüldü o. Kural koyuculara korku oldu gecekondu çocuklarına arkadaş. Dehşete düşürdü, sinirlendirdi onu yoksul mutfaklarda gördüğü yarı boş tabaklar. Genelde tersane ve maden önlerinde tükenmişleri bekler… Zindanlardaki dostlarını ziyaret eder kimseden izin istemeden… En son mahkeme kayıtlarında geçmiş adı… …sonra bir üniversitenin amfisinde duyulmuş… Şu aralar bir metal kıyafet giymiş üstüne, tankın içine girmiş, bombardıman uçağında uçuyor. Dünyanın bütün dillerini konuşur. Ve çoğunda dilini tutar. Gecekonduların onur konuğudur… …villaların baş ağrısı. Şimdi her şeyi değiştirmeye ve ebediyen kalmaya geldi. Adı komünizm…” (Bertolt Brecht, DasManifest,1945, İng. Çev. Dark Suvin, Türkçe çev. A. Ardil) *Karl Marx




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.