10 2f Magazine / Mart

Page 1

15 MART 2014 // S: 10

İ K İ FA R K M A G A Z I N E - AY L I K L I F E S T Y L E D E R G İ

RÖPORTAJ * Bilinmeyen Yönleriyle Turkcell Superonline Genel Müdürü

15 MART 2014 // S: 10

MURAT ERKAN

MÜZİK

* Müziğin Mütevazi ve Yetenekli İsmi:

LED ZEPPELIN

MUSTAFA CECELI

* Yükselen Çağ’ın Kurucusu ve Meditasyon Eğitmeni

İ K İ FA R K M A G A Z I N E - AY L I K L I F E S T Y L E D E R G İ

DİYET

EBRU ŞINIK

Nedir bu Mucizevi Kinoa?

* Tam Zamanlı Anne:

GAMZE MALKOÇ

MODA

Gamze Biran

SİNEMA

* Fil’m Hafızası:

Sinemada Çocuk

İNCELEME * Nokia Lumia 1520 ve 1320 * Toshiba X70-A @2fmagazine

/2fmagazine

KAPAK KONUSU ADALETIN VAR MI DÜNYA? Kadın ve Erkek eşit mi? Hiç eşit oldular mı? /2fmagazine

www.2fmagazine.com



// EDITÖRDEN Merhaba,

Yalnızca birbirimize saygı duyarak, içinde huzurla yaşayabileceğimiz ülkemiz, biz, hepimiz zor zamanlardan geçiyoruz. Öyle ki yaşayanı geçtim, hayatını kaybedene de saygıyı yitiririyoruz. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun bir canlı hayatını kaybettiğinde ardından yapılan hiçbir tartışmanın anlamı yok. Böylesi bir durumda elimizden gelen onu iyi dileklerle, dualarla, her nasıl inanıyorsak o şekilde, ama en önemlisi vicdanla ve karalamadan uğurlamaktır. Kapak konumuzu bu sayı çok içinden gelmiş olacak ki gezi köşesi yazarımız Aslıhan yazdı :) Ortak yaşam alanımızı varoluşundan bu yana kadın ve erkek ilişkileri üzerine incelediği yazısını mutlaka okuyun. Güzel detaylar bulacaksınız. Müzik köşemizde konuğumuz Led Zeppelin, Merallica’nın kaleminden kuruluşundan bugüne okuyabilirsiniz... Bu sayı ayrıca röportaja doyacaksınız :) Superonline Genel Müdürü Murat Erkan internetin geleceği ve Türkiye’deki durumunu değerlendirirken, yok canım öyle yazıcı mı olur dedirten 3D yazıcıları David ve Tümer’den dinledik. Mesleğiniz diye sorduk; Anneyim dedi. Detayları Gamze Malkoç röportajımızda okuyabilirsiniz. Ve Ebru Şinik’le mutlu yaşama dair ipuçları, meditasyon ve yoga hakkında merak ettiklerinize dair keyifli sohbetimiz hepsi bu sayımızda. Ayrıca Fil’m Hafızası ekibinden çocuk filmleri, egoİST yazarımız Nilay’dan Ortaköy’de saklambaç ve Moda deyince akla ilk gelen isimlerden Gamze Biran’dan alışveriş önerileri ve haberler... Daha yazamadıklarım var. Bence bi göz atın ;) Keyifli okumalar... Orçun Peköz Genel Yayın Koordinatörü

www.2fmagazine.com // 03


İÇİNDEKİLER www.2fmagazine.com

SAYI 10 15 MART 2014 // 2f MAGAZINE

04 MART 2014 // 2f MAGAZINE

38

24

48

56

68

74


38 Kapak konusu Adaletin var mı Dünya? Bu sayıda tarihin başlangıcından itibaren toplumlarda Kadın – Erkek ilişkilerini mercek altına aldık ve şu soruların cevaplarını aradık; Kadın ve Erkek eşit mi? Hiç eşit oldular mı?

7// Haberler 10// Özel Haberler 16// Neler Yenİ? 18// Moda – Gamze Bİran: Fast Fashion – Hızlı Tüket, Trendy Kal 24// Röportaj: Mustafa Cecelİ – Müzİğİn Mütevazi ve Yeteneklİ İsmİ 28// Müzİk – Merallica: Led Zeppelin 32// Sİnema - Fİlm Hafızası: Sİnemada Çocuk 36// Dövme Desenlerİ Her Yerde… 48// Röportaj: Turkcell Superonline Genel Müdürü Murat Erkan 56// Röportaj: Yükselen Çağ’ın Kurucusu Ebru Şİnİk 62// Röportaj: Tam Zamanlı Anne: Gamze Malkoç 68// Dİyet: Nedİr bu Mucİzevİ Kİnoa? 70// Hastalığın Tedavİsİnde Holİstİk Yaklaşımlar 73// Kİtap: Ben de Anne Olmak İstİyorum 74// Egoİst: İSTANBUL’UN SAKLANDIĞI YER: ORTAKÖY 76// Spor: Baklava Yemeden Baklavanın Tadını Çıkarın 79// Farahça Tarİfler: Antep Usülü Zeytİnyağlı Dolma 80// İnceleme: Nokia Lumia 1520 ve Lumia 1320 84// İnceleme: Toshiba X70-A Laptop 86// Röportaj: Türkİye’ye 3D Printer İthalatı yapan Semantix

Genel Yayın Koordinatörü Orçun Peköz orcun@2fmagazine.com Yazı İşleri Müdürü Melih Bilgin melih@2fmagazine.com Pazarlama Direktörü Batuhan Dalcı batuhan@2fmagazine.com Editör Melih Bilgin melih@2fmagazine.com Yazarlar Dr. Deniz Öner Editör deniz@2fmagazine.com Baturay Tok baturay@2fmagazine.com Aslıhan Karlıdağ asli@2fmagazine.com Turgay Eryiğit turgay@2fmagazine.com Erhan Ünal erhan@2fmagazine.com Sebahat Bağbars sebahat@2fmagazine.com Gamze Biran gamze@2fmagazine.com Miray Korkmaz miray@2fmagazine.com Çiğdem Özcan cigdem@2fmagazine.com Arzum Emiroğlu arzum@2fmagazine.com Tasarım 2f Tasarım Ofisi info@ikifark.com

Katkıda Bulunanlar Ufuk Kayrak, Nihan Bilgin INSPRAD MEDIA İdealtepe Mah. Park Sok. No: 1/7 Maltepe / İSTANBUL Tel: 0216 489 12 26 info@2fmagazine.com

www.2fmagazine.com // 05


HABERLER

#BERKİNELVAN

6 MART 2014 // 2f MAGAZINE


Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

HABERLER

Peugeot 308 Yılın Otomobili Oldu Peugeot’nun kapsamlı bir yenilikten geçen yeni ürün gamında en dikkat çekici model olan yeni 308, Avrupa’da Yılın Otomobili seçildi. Avrupalı gazetecilerin oylarıyla belirlenen Yılın Otomobili “COTY” yarışında Peugeot, Ford Focus, Volkswagen Golf, Skoda Octavia, Tesla Model S ve Mercedes S-Class gibi rakipleri geride bıraktı ve 308 ile ipi göğüsledi. Ülkemizde de kısa bir süre önce satışa sunulan Peugeot 308’e ödülü Cenevre Otomobil Fuarı’nda verildi.

Nokia’dan 3 Yeni Android’li Model Microsoft tarafından satın alındıktan sonra Windows Phone’a yoğunlaşması beklenen Nokia bizleri ters köşeye yatırdı ve Android işletim sistemli 3 yeni model duyurdu. Nokia’nın Android’li X ailesi 3 modelden oluşuyor. X, X+ ve XL. X ve X+ modelleri 4 inç ekrana sahip. XL modelinde ise 5 inç’lik bir ekran mevcut. Tüm modeller 1GHz hızında çift çekirdekli işlemci ile gelirken 840 x 480 piksel çözünürlüklü ekran ve kamera gibi özellikler vasatın üzerine anca çıkabiliyor. Nokia, bu ürünleri Lumia ailesi’nden alt seviyede, uygun fiyatlı alternatifler olarak pazarlayacak.

www.2fmagazine.com // 7


HABERLER

Bellamola.com’dan Parfüm Kullanma Rehberi Online parfüm ve kozmetikte İngiltere’nin lideri Cheapsmells’in Türkiye sitesi olan BellaMola.com, sunduğu indirimler kadar parfüm kullanımına ve seçimine ilişkin yaptıkları açıklamalarla da dikkat çekiyor. Günlük hayatımızın önemli bir parçası, hatta şıklığımızı tamamlayan en önemli ak-

Apple Car Play Apple, bir süredir konuşulan araç entegrasyon uygulamasını resmi olarak duyurdu. CarPlay olarak adlandırılan özellik iPhone kullanıcılarına araç içinde farklı bir deneyim yaşatma hedefinde. iOS 7 üzerine entegre bir özellik olan CarPlay, diğer markalarda gördüğümüz araç moduna benzer özellikler sunuyor. Sesli komutlarla haritalara erişebiliyor, telefonlara cevap verebiliyor, mesaj yazabiliyor ya da müzik arşivinizden bir parça seçebiliyorsunuz. CarPlay ilk etapta Lightning bağlantı yuvasına sahip iPhone’lar için Ferrari, Mercedes, Volvo gibi markaların yeni modellerinde kullanıcılara sunulacak.

8 MART 2014 // 2f MAGAZINE

sesuar olan parfümümüzün kalıcılığını koruması, gün boyu aynı ilk sıkıldığı andaki etkiyle koku yayması şüphesiz en büyük isteğimiz. Bellamola’nın bu konuda önerilerilerini web sitemizden okuyabilirsiniz. http://2fmagazine.com/2014/02/bellamola-comdan-parfum-kullanma-rehberi/


HABERLER

Vakko 2014 İlkbahar / Yaz Koleksiyonunu Sergiledi

Vakko, 2014 İlkbahar / Yaz koleksiyonunu Zorlu Center mağazasında düzenlediği bir defileyle tanıttı. Vakko’nun İlkbahar / Yaz koleksiyonuna ceket ve şık pantolonlar damga vuruyor. Kadın koleksiyonunda özellikle bej rengin hakim olduğu ceket ve pantolonlarda kadifemsi

kumaşlar tercih edilmiş. Gömleği andıran derin düğmeli tasarıma sahip bluzlar hem şık hem de rahat kombinler yaratmak için güzel bir seçenek. Elbiselerde ise klasik modeller yanında daha renkli desenlere de rastlamak mümkün. Hatta bazı modellerde desen yerine manzara fotoğrafları kullanılmış.

Penti 2014 İlkbahar / Yaz İç Giyim Koleksiyonu Penti iç giyim koleksiyonunda canlı renkler cesur tasarımlarla buluşuyor. Baharın enerjisini, coşkusunu yansıtan renkli ve desenli parçalar dikkat çekiyor. Penti’nin Türk kadınlarının vücut ölçülerine ve beklentilerine uygun olarak tasarladığı modellerle, hayal edilen görünüme ulaşabilmek mümkün oluyor. Push up kuplara sahip sutyenler, çekici bir görünüm sunan slipler, rahatlığı ve şık görünümü bir arada sunan top’lar yeni sezonda Penti kadının bekleyen yenilikler.

www.2fmagazine.com // 9


ÖZEL HABER

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

MİNİ MİNİ JEEP!

Jeep’in yeni Renegade modeli, son dönemlerin popüler küçük SUV segmentinde yerini almaya hazırlanıyor. Bakalım Jeep, oldukça fazla fedakarlık isteyen bu segmentte neler sunabilecek?

S

on dönemde küçük SUV’ler oldukça popüler. Gelişen teknolojiyle birlikte oldukça lüks araçlar haline gelen SUV’lara ucuz alternatifler olarak üretilen küçük SUV’ler, aslında “arazi aracı” imajına biraz zarar veriyor. Zira piyasadaki küçük SUV’lerin neredeyse tamamı B sınıfı otomobiller üzerine üretilen, çoğunlukla 4 çeker opsiyonu bile bulunmayan tabiri caizse “çakma SUV” modeller. Fakat Jeep, işleri değiştirmeye kararlı. Jeep Renegade, efsanevi Renegade ismini Jeep için ilk olan bir segmentte taşıyor. Bu model Jeep’in 10 MART 2014 // 2f MAGAZINE

şimdiye kadar ürettiği en küçük SUV modeli. Aslında “ürettiği” demek yerine markasını üzerine koyduğu demek daha doğru olur. Zira Jeep Renegade, İtalya’da Fiat fabrikası’nda üretilecek ve dünyaya buradan ihraç edilecek. Yani Amerika’da satılacak Jeep Renegade’ler bile İtalyan üretimi olacak. Bunun sebebi Jeep Renegade’nin Fiat 500L’yi temel alıyor olması. Jeep, son dokunuşları kendi yapıyor olsa da Renegade’nin temeli 500L ile aynı. Fakat daha hesaplı bir otomobil olan 500L’ye kıyasla Jeep Renegade’in daha fazla “arazi” özelliği mevcut.

Jeep Renegade, adaptif 4 çeker sistemine sahip. Bu sistem gerektiğinde gücün tamamını 4 tekerleğe eşit olarak dağıtabiliyor. Normal şehir koşullarında ise arka tekerleklerin bağlantısı kesiliyor ve araç önden çeker hale geliyor. Bu sayede maksimum çekiş gücüne ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda yakıt tasarrufu sağlamak mümkün oluyor. Jeep Renegade’nin motor seçenekleri bölgelere göre değişiyor. Örneğin Amerika’da 1.4 litre turbo 168 beygir ve 2.4 litre 180 beygir benzinli motorlar bulunacak. Büyük ihtimalle Avrupa’da 2.4 litrelik motoru


ÖZEL HABER

pek fazla görmeyeceğiz. Bunun yerine 1.4 litre turbo ve 1.6 litre dizel motor seçeneklerinin ilgi göreceğini tahmin edebiliriz. Tasarımsal anlamda bakıldığında temelleri aynı olsa da Jeep Renegade’nin kardeşi Fiat 500L’den oldukça farklı göründüğünü söylemek mümkün. Ön tarafta Jeep’in ikonik ızgara tasarımı kullanılırken yan ve arka tarafta daha agresif çizgiler kullanılarak aracı daha “arazi aracı” gibi göstermeyi hedeflemişler. Jeep, özellikle Avrupa pazarında Renegade ile yüksek satış rakamları hedefliyor. Fiyat aralığı henüz açıklanmasa da en ucuz Jeep modeli olmasını beklemek pek de mantıksız değil. Satışların 2014’ün sonbahar aylarında başlaması hedefleniyor. // www.2fmagazine.com // 11


ÖZEL HABER

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

YENİLENEN AUDI TT SAHNEDE

Audi’nin bir süredir “teaser” görsellerle gösterdiği yeni TT, resmi olarak tanıtıldı. Tasarımsal anlamda dış tasarımı çok değişmeyen TT, iç tasarımda önemli yenilikler ve teknolojik gelişmeler sunuyor

A

udi’nin merakla beklenen yeni TT’si nihayet tüm detaylarıyla ortaya çıktı. Cenevre Otomobil Fuarı’nda görücüye çıkan TT, dışarıdan bakıldığında sadece makyajlanmış gibi görünüyor. Fakat teknik detaylara baktığımızda çok daha kapsamlı bir yenilenme operasyonu geçirdiğini görüyoruz. TT’nin dış tasarımında genel hatlar çok değişmemiş. Yandan bakıldığında neredeyse bir önceki TT ile aynı görünüyor. Ön bölümde ise farlar farkını gösteriyor. Çok daha agresif bir tasarıma sahip olan farlar, çıkıntılı ön kaputun altından kızgın kızgın bakıyor.

12 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Bununla birlikte ön ızgara tasarımı da değiştirilmiş. Artık daha büyük bir ızgaraya sahip olan TT, yatay çizgileriyle dikkat çekiyor. Eski modelde ızgara görünümü daha belirgindi. Yeni modelde ise yatay çizgiler ön plana çıkarılmış. TTS modelinde daha parlak malzeme kullanılarak bu vurgu daha da abartılmış. TTS modelinde tamponun alt bölümünde yer alan hava girişleri de daha büyük ve agresif. Arka tarafa baktığımızda yine far tasarımındaki değişiklik göze çarpıyor. Daha dinamik bir tasarım tercih eden Audi, iki farın arasına çektiği yatay çizgiyle TT’yi daha geniş göstermeyi hedeflemiş.

TT’nin genişliği sadece bir tasarım hilesi değil. Yeni TT’nin lastikler arası genişliği, halefine göre 3.7 santimetre daha büyük. Aracın eski model ile birebir aynı uzunlukta olduğunu düşünürsek bu genişleme yol tutuş açısından bir gelişme anlamı taşıyor. Boyutlarda yaşanan bu değişiklik, yeni platformun etkisi. Volkswagen’in yeni MQB platformu üzerine inşa edilen yeni Audi TT, altyapı anlamında eski TT ile aynı değil. Bu durum yakıt tüketimi ve teknoloji anlamında avantajlar sağlıyor. Örneğin yeni TT, eski modele göre 50 kilo daha hafif. İç mekanda ise tasarımsal değişik-


ÖZEL HABER likler daha dikkat çekici. Nitekim Audi, aylar önce bu tasarımı sergileyerek heyecanını göstermişti. Modern ve sade bir görünüme kavuşan konsol, 12.3 inçlik bir ekrana sahip. Fakat bu ekran orta bölüme değil gösterge paneli olması gereken yere yerleştirilmiş. Yani yeni TT’de gösterge paneli bulunmuyor. Tüm bilgiler geniş ekran üzerinden aktarılıyor. Dolayısıyla bu ekranda farklı gösterge kombinasyonları ve multimedya kontrollerini görmek mümkün. Orta konsoldaki sadelik, klima bilgilerinin direkt hava çıkışları üzerine yerleştirilmesiyle geliştirilmiş. Yuvarlak hava çıkışlarının tam göbeğinde bulunan ekranlar fan hızı, sıcaklık gibi bilgileri gösteriyor. Metal orta bölüm ve deri malzemeler aynen kullanılmaya devam edilmiş. Fakat yeni TT’de orta bölümde bulunan kumanda kollarının fazlalığı dikkat çekiyor. Direksiyonun göbeğinin küçülmesi de sadelik hissine katkı sağlıyor. Yeni Audi TT, 2.0 TFSI motorla geliyor. Bu motor standart TT modelinde 230 beygir güç sunarken TTS modelinde gücü 310 beygire yükseliyor. Ayrıca TTS modeli 4 tekerden çekiş sistemine sahip. Standart model ise önceden olduğu gibi önden çekişli. Tüm modellerde adaptif arka kanadın standart olacağı açıklandı. Zenon farlar da standart olarak sunulurken LED farların opsiyonel olacağı belirtildi. Standart TT 0-100 km hızlanmasını 6.0 saniyede tamamlarken TTS modeli bu hızlanmayı 5.3 saniyede tamamlıyor. Audi, yeni TT’nin 2015 model yılı olarak 2014’ün sonlarında piyasada olacağını duyurdu. Fiyatlar konusunda ise henüz açıklama yapılmadı. // www.2fmagazine.com // 13


ÖZEL HABER

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

Samsung GALAXY S5

Samsung’un merakla beklenen yeni akıllı telefonu Galaxy S5, MWC 2014’te resmi olarak duyuruldu

A

kıllı telefon pazarında satış rakamlarıyla dünya lideri olan Samsung, amiral gemisi Galaxy S ailesiyle her yıl teknoloji meraklılarını heyecanlandırıyor. Hiç şüphesiz tıpkı iPhone’da olduğu gibi Galaxy ailesinde de bir noktadan sonra inovasyonlar yavaşlamıştı. Geçtiğimiz yıl piyasaya sürülen Galaxy S4, bir önceki modele göre çok daha fazla yenilik sunmadığı için eleştirilmişti. Samsung da bu durumu kabul etti ve bu yıl daha iddialı geleceklerini dile getirdiler. Galaxy S5, hiç şüphesiz S4’ten farklı görünüyor. Tasarım daha köşeli bir yapıya kavuşturulmuş. Bu açıdan biraz Galaxy S2’yi andırdığı söylenebilir. Malzeme kalitesi bakımından da büyük değişiklikler olmamış. Arka bölümde “deri gibi” görünen polikarbon malzeme kullanılırken yanlarda da metal gibi görünen polikarbon kullanılmış. İlk gelen bilgilere göre Galaxy S5’in malzemesi Galaxy Note

14 MART 2014 // 2f MAGAZINE

3’te gördüğümüz “deri gibi” plastiğe nazaran biraz daha sert. Galaxy S5, teknik özellikler anlamında yine zirveye oynuyor. Ekran boyutu 5 inçten 5.1 inçe yükselirken çözünürlük Full HD olarak kalmış. Bu boyut için oldukça iyi bir çözünürlük olmaya devam ediyor. İşlemci ise 4 çekirdekli 2.5 GHz Snapdragon 800. Bu işlemciye 2GB RAM eşlik ederken depolama seçenekleri 16 ve 32GB ile sınırlı kalmış. 64GB seçeneği artık microSD kart ile sağlanıyor. Diğer teknik özellikler; kızılötesi kumanda, Bluetooth 4.0, Android 4.4 KitKat işletim sistemi, WiFi MIMO, 4G LTE, 16MP arka – 2.1 MP ön kamera, 2.800 mAh değiştirilebilir pil. Galaxy S5 ile birlikte daha önce Galaxy S4’ün Active versiyonunda gördüğümüz özellikler standart hale geliyor. Yani telefon tümüyle su geçirmezlik özelliğine sahip. Söylentilere de konu olan parmak izi algılayıcı da Galaxy S5’teki yerini almış.

Tıpkı iPhone 5S’teki gibi çalışan algılayıcı tuş kilidini açmak ya da hassas verileri korumak için kullanılabiliyor. Samsung ayrıca Galaxy S5’te türünün tek örneği olan bir kalp atışı izleme sensörü olduğunu dile getirdi. Fakat bu özelliğin nasıl çalıştığı henüz bilinmiyor. Son olarak Galaxy S5’in kamera özelliklerine değinelim; çözünürlüğün 13MP’den 16MP’ye çıkması çok bir anlam ifade etmiyor. Fakat diğer yenilikler dikkat çekici; artık Ultra HD video kaydı ve gerçek zamanlı HDR fotoğraflar çekmek mümkün. Bunun yanında daha önce Lytro’da ardından da Nokia’da gördüğümüz “fotoğrafı çektikten sonra odak değiştirme” özelliği de Galaxy S5’te yer alıyor. Galaxy S5, Nisan ayından itibaren satışa sunulacak. Fiyatı henüz açıklanmadı fakat Galaxy S4 ile aynı seviyede olması bekleniyor. //


Windows Phone’un Yenİ Yayılma Planı: Android

A

kıllı telefon pazarında markalar kadar işletim sistemleri de önem kazanmış durumda. Evet, donanım halen önemli ama artık her marka, donanımı elde etmeyi başarıyor. Yani fiyat seviyelerine göre baktığınızda her marka size benzer seçenekler sunabiliyor. Çünkü donanımlar artık firmaların kendi Ar-Ge ekiplerinden değil bu iş üzerinde yoğunlaşmış üreticilerden geliyor. Onlar da parasını veren

herkese bu donanımları sağlamaya hazır. Bu nedenle artık donanımla fark yaratamayan markalar kullanıcı deneyimiyle etkilemeye çalışıyor. Microsoft’un buradaki stratejisi Apple gibi donanımların kontrol altında olduğu, deneyimin ön plana çıktığı bir işletim sistemi yaratmaktı. Özellikle Nokia’nın Lumia ailesinin gelişme-

f - stop

siyle birlikte bunu bir ölçüde başardıklarını söyleyebiliriz. Fakat Apple’a benzemek Microsoft için tek doğru yol değil. Sonuçta iPhone varken neden aynı fiyata “iPhone gibi”telefon alasınız ki? İşte Microsoft bu noktada oyunun kurallarını değiştirmeye karar verdi. Samsung, HTC ve LG gibi firmalar yüzlerini tümüyle Android’e dönmüş durumdalar. Nokia ise Windows Phone’un lokomotifi oldu. Son dönemde Nokia’nın piyasaya sunduğu modellere bakarsak net şekilde Android’i hedef aldıklarını görüyoruz. Lumia 1320 ve 1520 gibi modeller 6 inç ekranlarıyla popüler “Phablet” pazarından pay almayı hedefliyorlar. Bununla da kalmayan Nokia, geçtiğimiz günlerde Android tabanlı bir işletim sistemi kullanan Nokia X ailesini tanıtarak Android’in uygulama okyanusundan da faydalanma yönünde ilk adımını attı. Microsoft’un Android’i hedef alan son stratejisi ise “dual boot” yani çift işletim sistemiyle çalışan telefonlar. Hindistan’dan gelen haberlere göre Karbonn Mobile adlı firma, ilk Windows Phone – Android melezi telefonu piyasaya sunmak için Microsoft ile lisans anlaşması yaptı. İki işletim sistemiyle birden çalışacak olan akıllı telefon, işletim sistemleri arasında geçiş yapabilmeyi mümkün kılacak. Fakat iki işletim sisteminin de tüm fonksiyonlarını bünyesinde barındırıp barındırmayacağı bilinmiyor. Karbonn Mobile başkanı da Microsoft’un dual – boot telefonlar konusunda tutucu olmadığını belirtiyor ve regülasyonlarını gevşettiğini, yeni oyunculara açık olduğunu belirtiyor. Bu açıklamaya paralel olarak gündemdeki bir diğer söylentiye de göz atmak gerek. Geçtiğimiz yıl Windows Phone ailesinde önemli bir oyuncu olan HTC, 2013’ün sonlarından itibaren yüzünü Android’e çevirmişti. Fakat Microsoft ve HTC arasında da dual – boot için bir anlaşma olabileceği söyleniyor. İddialara göre Microsoft, HTC’ye Android’li telefonlarında Windows Phone’u da bir alternatif olarak sunmasını teklif etmiş. Yani HTC’nin Android’li modellerinde dual boot şeklinde Windows Phone’un çalıştırılması da mümkün olabilir. Elbette bu markalar için mantıklı çünkü ürettikleri modelin kaderini tek bir işletim sistemine emanet etmek zorunda kalmayacaklar. Bu da Windows Phone’lu daha fazla modelin piyasada olmasını sağlayacaktır. Son olarak Microsoft’un lisans ücretleri ve donanım şartları konusunda da ipleri gevşetip daha fazla oyuncuyu ekosistemine katmak istediğini de belirtelim. Yani Microsoft her koldan Android’li üreticileri kendine çekmeye çalışıyor. Dolayısıyla Lumia 520 gibi daha düşük fiyat seviyelerinde savaşacak ucuz Windows Phone’ların sayısı artacak gibi görünüyor. Melih Bilgin Yazı İşleri Müdürü www.2fmagazine.com // 15


KAPAK KONUSU

#1 Hally and Son Türkİye’de Hally and Son’un Buffalo boynuzundan üretilen çerçeveye sahip gözlükleri Türkiye’de. Hally and Son koleksiyonunda kullanılan “bufalo boynuzu”, değerli bir materyal olmasının yanı sıra, hem hafif hem de dayanıklı olma özellikleriyle öne çıkıyor. Ürünlere tasarım ve renk açısından eşsiz bir görünüm veren bu materyal, yüzde 100 doğal olma özelliği ile hipoalerjenik yapı ve maksimum konfor sağlıyor.

#6

#2 Italia Independent Italia Independent’ın yeni sezon modellerinde göze çarpan yuvarlak şekiller, neon renkler, çarpıcı desenler, ısıyla renk değiştirme özelliği ve zımba gibi detaylar dikkat çekiyor. Bu sezon parlak renklerle oluşturulan zebra desenli modeller koleksiyonun öne çıkan parçaları arasında.

#2

#5

#3 Vespa Primavera Türkİye’de Vespa’nın yeni modeli Primavera’nın Türkiye lansmanı Eurasia Moto Bike fuarında gerçekleştirildi. Retro esintiler taşıyan tasarımının yanı sıra 150cc’lik yeni teknoloji motoruyla da dikkat çeken Primavera, Türkiye’de 4,250 avroluk fiyat etiketiyle satılacak.

#4 Vans 2014 İlkbahar – Yaz Koleksİyonu Bu yıl Afrika ve otantik esintileri taşıyan koleksiyonlarıyla dikkat çeken Vans, 2014 İlkbahar / Yaz koleksiyonunu duyurdu. Birçok farklı temadan oluşan koleksiyon bildiğimiz “salaş” Vans stilinin yanı sıra çok şık modellere de sahip. Ayrıca sosyal sorumluluk anlamı taşıyan modellere de özel bir önem verilmiş.

#5 Adidas Samba Primeknit Adidas, daha önce duyurduğu örgü tekniğiyle üretilen ilk kramponunu tanıttı. Burun kısmından topuğa kadar üst kısmı tümüyle örgü olan ayak16 MART 2014 // 2f MAGAZINE

#3


KAPAK KONUSU

#1

kabı, özel bir kaplama sayesinde tümüyle su geçirmez hale getirilmiş. Farklı renkleriyle beğenimizi kazanan bu Samba Primeknit isimli model ne yazık ki sınırlı sayıda üretilecek.

#6 Samsung GearFit Samsung Electronics ilk kavisli Super AMOLED giyilebilir cihaz olan Samsung Gear Fit’i tanıttı. Gear Fit, kapsamlı egzersiz özellikleriyle birlikte tek başına bir cihaz olarak kullanılabildiği gibi Galaxy akıllı telefonunuza bağlanarak SMS, çağrı, alarm gibi durumlarda bildirimleri size iletebiliyor.

#4

#7 W Collection İlkbahar / Yaz Koleksİyonu W Collection bu sezon spor, şık ceket ve takımlar ile doğallığı ön plana çıkararak liberal bir konsept sunuyor. Koleksiyonda dar kesim, temiz çizgiler, grafik kontrastlar ve yenilikler göze çarparken yüksek teknoloji ile İtalyan kumaşların birleşimi ortaya hem şık hem de kullanışlı bir koleksiyon çıkarıyor.

#8 Anya Hindmarch’ın “Crisp Packet”ı Vakko’da #9

#7

Anya Hindmarch İlkbahar/Yaz 2014 koleksiyonunun en çarpıcı parçalarında biri olan “the Crisp Packet” Vakko’larda yerini aldı. Bir cips paketinin 3D fotoğraflarının çekilmesiyle başlayan bu tasarım projesi, Anya Hindmarch’ın tasarımlardan birini seçmesiyle birlikte devam etmişti. Ardından İtalya’da bir araya gelen ekip ortaya bu eşsiz clutch’ı çıkardı.

#9 Mudo Collection İlkbahar / Yaz Koleksİyonu

#8

Mudo, 2014 İlkbahar / Yaz koleksiyonu için sahillerdeki rahatlığı şehre taşıma fikrini benimsemiş. Bu sebeple koleksiyonda hem desen ve hem de model anlamında plaj modasını anımsatan detaylar var. Koleksiyonda şık ceketler, kumaş pantolonlar, desenli gömlekler ve gerektiğinde rüzgarlı günlerde giyilebilecek mont ve trençkotlar yer alıyor.

www.2fmagazine.com // 17


MODA

Fast Fashion

Hızlı Tüket, Trendy kal!

Gamze Biran

gamze@2fmagazine.com

18 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Yok mu bu modanın hızlı gidişine bir dur diyecek! Annelerimizden değil belki ama dedelerimizden, babaannelerimizden duyardık hep; iki yeni ceket ve ayakkabı alınırmış, bir yıl onlar giyilirmiş ya da kıyafetlere bolca yama yapılır tekrar tekrar kullanılırmış. Peki ne zaman bu kadar acımasız olduk da dolapta daha etiketi bile çıkmamış kıyafetler asılı dururken yenilerini almak için can attık? Bir giydiğimizi bir daha giymeme lüksüne kavuştuk? Yüzlerce ayakkabımızı yanyana koyup instagrama #shoeporn koyar olduk ya da giyinme odamızın boyutu egomuzla yarışır oldu? Her gördüğümüzü almak isteyip, her trendi uygulamaya çalıştık? Birkaç senedir hayatımıza giren bilinçli koleksiyonlar hazırlanmaya ve geri dönüşümü destekleyici kampanyalar yapılmaya başlandı. Bunların en güzel örneği H&M’in sürdürülebilir moda için doğayla dost malzemelerden ve geri dönüştürülmüş kumaşlardan hazırladığı Concious koleksiyonu… Ayrıca mağazalarına koydukları geri dönüşüm kutuları sayesinde eski ürünlerinizi getirip karşılığında indirim çeki alabiliyorsunuz. Bu geri dönü-

şümü destekleyen diğer firmaların başında ise Calzedonia ve Puma geliyor. Peki tüm bu yaptıklarımız doğayı korumak ve sürdürülebilir kılmak için yeterli mi? Maalesef hayır… Tabi ki önce markaların bu konuda bütçe ayırıp, farkındalık yaratmaları gerekiyor. Geri dönüştürülmüş koleksiyonlarını çoğaltıp, kaynakların yenilenmesine katkı sağlayıp, üretim aşamalarını baştan sona ele almaları lazım. Peki biz elimizdeki mevcut imkanlarla neler yapabiliriz, ürünleri nasıl

geri kazanırız, modayı bu kadar materyalist bir şey olmaktan çıkarabiliriz? Öncelikle yapmanız gereken şey niçin böyle bir işe kalkıştığınızın farkında olmak! Cebinizde yeterli paranız bile olsa gördüğünüz, beğendiğiniz herşeyi almadan önce kendinizi sorgulayın, buna ihtiyacım var mı? Kimi zaman sadece ihtiyaç olmaktan çıkıp sırf beğendiğimiz için onlarca ürünü alıp dolaba koyabiliyoruz. Sonrasında dolabınızı gözden geçirin, giymediğiniz


MODA

kıyafetleri niçin giymiyorsunuz? Belki birkaç ufak tadilatla beğenmediğiniz yerlerinde değişiklik yapılabilir ya da bambaşka bir şekilde kombinlemeyi deneyerek ürünü geri kazanabilirsiniz. Baktınız hiç olmuyor, o zaman giymediğiniz kıyafetleri bir başkasına vermeyi deneyin. Peki bu konuya nereden geldik, bir anda bir aydınlanma yaşadık ve bilinçli tüketici mi olmaya başladık? Geçen hafta Milan Fashion Week’te karşımıza çıkan Jeremy Scott’un Moschino

için tasarladığı pop kültüre ve McDonalds’a gönderme yaptığı koleksiyon çok konuşuldu. Kırmızı ve sarı renk paletinden oluşan koleksiyon Ronald McDonald’ın Coco Chanel’le mutant bir karışımı olarak yorumlandı. Paris Fashion Week’te ise Karl Lagerfeld Chanel defilesiyle yine herkesi şaşırtmayı başardı. Chanel süpermarket temasıyla Grand Palais’de dev bir market kurdu ve raflarındaki herşeyi Chanel logosuyla donattı. Market arabalarıyla podyumda (!) dolaşan mo-

deller Chanel süpermarketten sepetlerini doldurarak çıktı. Aslında konu aynı, pop kültürü ve hızlı tüketim… İki tasarımcı da aslında defilelerinde hızlı tüketimin ne kadar esiri olduğumuzu ve modayı ne kadar çabuk tükettiğimizi ironik olarak showlarına ve tasarımlarına yansıttılar. Bakalım ilerleyen günlerde bilinçli tüketimle ilgili karşımıza neler çıkacak ama iyisi mi siz o zamana kadar beklemeden yeni kararlar alıp uygulamaya başlayın! Yeşil bir ay geçirmeniz dileğiyle… // www.2fmagazine.com // 19


MODA

COLLEGE

H&M - 34,95 TL

DEBENHAMS / HENRY HOLLAND 119.90 TL

GIORGIO ARMANI

DEBENHAMS / HENRY HOLLAND 149.90 TL LUCKY BEADS - 55 TL

DESA - 279 TL

NGSTYLE

GUSTO - 179,90 TL

TWIST - 159 TL SWATCH TOMMY HILFIGER - 209 TL 20 MART 2014 // 2f MAGAZINE


DERSiMiZ GEOMETRi

MODA

MELTEM İZBEK - 599 TL

MON REVE H&M -49,95 TL

H&M - 14,95 TL TOMMY HILFIGER 199 TL lidyana.com / 2MOOD 24,90 TL

TOPSHOP / UNIQUE 499,90 TL

H&M - 24,95 TL KAREN MILLEN H&M -39,95 TL

TOPSHOP / UNIQUE 499,90 TL

DESA - 329 TL

BEYMEN / BOMBAY DUCK 75 TL NINE WEST

KAREN MILLEN

www.2fmagazine.com // 21


MODA

Flower Bomb

DEBENHAMS / JULIEN MACDONALD 159,90 TL PUMA SUEDE CLASSIC TROPICALIA 180 TL

DEBENHAMS / GORGEOUS SUTYEN 69,90 TL KÜLOT 39,90 TL BATH & BODY WORKS MUM - 49 TL

VICTORIA’S SECRET - VELVET SUGAR 89 TL

PUMA - 230 TL GUSTO - 299,90 TL DESA - 259 TL

H&M - 24,95 TL

MON REVE H&M - 59,95 TL

NINE WEST - 299,90 TL 22 MART 2014 // 2f MAGAZINE

DESA - 425 TL

DEBENHAMS / JULIEN MACDONALD 169,90 TL


MODA

OUS -

www.2fmagazine.com // 23


RÖPORTAJ

Sebahat BAĞBARS// sebahat@2fmagazine.com

Müziğin Mütevazı ve Yetenekli İsmi:

Mustafa Ceceli

Yeni albümünün hazırlıklarını tam gaz sürdüren Mustafa Ceceli’yle 2f Magazine’e özel konuştuk… 24 MART 2014 // 2f MAGAZINE


RÖPORTAJ

Yeni albüm için hazırlıklar nasıl gidiyor? Repertuvar çalışmaları son sürat devam ediyor. Bizim sistemimiz şu; biz 19, 20 şarkı yapıp sonra bunları 12’ye indiriyoruz. Ama öncesinde bütün şarkıları deniyoruz ve finalde albüme gireceklere öyle karar veriyoruz. Yakında yepyeni albümle karşınızdayım… Hayatını bir film şeridi gibi önünden geçirsek ve sadece 3 yerde durabilirsin desek! Nerelerde durmak isterdin? Gerçekten de 3 tane sayabilirim. Birinci durduğumuz nokta Veteriner Hekimliği Fakültesi’nde okurken bir karar değişikliği yaparak eğitimime İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde devam ettim. Müzik çalışmalarıma da İstanbul’da devam edeceğim dedim ve bir bilinmeze doğru yola çıktım. Hayatımın en önemli kararlarından biriydi.

İkinci nokta müzikal yaşamınla alakalı o zaman? Kesinlikle… Bundan 2 sene sonra Ozan Doğulu’yla tanışmam ve onun kurmayı planladığı prodüksiyon takımına dahil olmam diyebilirim. Atlamayayım, profesyonel müzik dünyasına ilk adım atışım da benim için bir rüya olan Kenan Doğulu’nun “Aklım Karıştı” parçasının aranjesini yaparak oldu! Ve Sezen Aksu… Evet, son olarak da elbette Sezen Aksu’yla tanışmamdır. Onunla tanışmam ise bütün hayatımı değiştirdi. Hayata bakışımı, müziğe bakışımı, müziği değerlendirmemi ama en önemlisi de aranjörlükten şarkıcılığa doğru geçişte Sezen Hanım’ın hem yüreğini hem de desteğini hissettim. Bundan dolayı benim için 3’üncü viraj en büyüğüdür!

7’den 70’e birçok insan tarafından seviliyorsun… Senin kalbinde bu hissin karşılığı ne? Estağfurullah… Benim kalbimde bu hissin tam karşılığı sevgi ve aşktır. Bizler sevgi ve aşkın ne olduğu hakkında o kadar az bilgi sahibiyizdir ki! 7’den 70’e skalası var ya bu skala gerçek sevginin tam anlamıyla yansımasıdır! Hiçbir çıkar ve menfaat beklemeden sadece yüreklerini titreten bir sesin peşine takılmışlardır. O kadar saf ve doğal duygularla gelirler ki içinde fesatlık, riya olmaz. Ha bende bunun oluşturduğu hissi soruyorsanız sonsuz bir şükürdür sadece… Başarılı bir aranjör olarak iyi bir aranjör olmanın gerekleri nelerdir? Sanırım yanıt verilmesi en zor soru bu olsa gerek… Bir mesleğin sırrını anlatırken elbette ki onun teknik kısmından başlamak gerek. Bugün iyi bir inşaat mühendisi olmanın sırrı nedir derseniz öncelikle bunun eğitimini kusursuz ve eksiksiz www.2fmagazine.com // 25


RÖPORTAJ bir biçimde almak ve sonrasında da bu teorik bilgiyi pratik hayatta da uygulamak gerekir diyebilirim. Ancak aranjörlüğün matematiği yoktur, kullanım kılavuzu, kitabı yoktur. Aslında çok kitabı vardır, ancak bütün o kitaplardaki bilgiyi şarkıyı başına geçtiğinizde unutmanız gerekir. Peki, nasıl bir eğitim almalılar? Eğer aranjman yapmaya gönüllü arkadaşlarımız varsa bu konuyla ilgili mutlak suretle konservatuar eğitimi almalılar ve dışardan workshoplarla bu mesleğin dilini öğrenmeliler. Mutlaka nota, armoni ve kompozisyon bilmemeliler. Bir aranjörün enstrümanların hepsini tanıması gerekir. Enstrümanların en iyi tınladığı oktavlar nelerdir. Bugün Obua başka bir renkte enstrümandır ve tınladığı nokta farklıdır. Viola, çello, nefesliler bütün bu enstrümanların kullanım yerlerini bilmeleri gerekir. Sonrası artık aranjörün zevkine kalmış istediği yerde istediğini kullanır, zevkinden sual olmaz… Şarkıların arasından birine başrol vermen gerekse hangisi olurdu? Zor soru… Buna öncelikle şu klişe cevabı vermek istiyorum. Bu hazzı ben de yaşamak istiyorum. Şarkılarımın hepsi çocuklarım gibi hangisini birbirinden ayırmamı istiyorsunuz :) Tabii ki şaka… Hakikaten bugüne kadar okuduğum 30 şarkı seslendirdim. Hepsi de benim için çok kıymetli ve severek söyledim. Ama başrol dediğiniz zaman o şarkı “UNUTAMAM”dır. Es, Hastalıkta Sağlıkta, Dön, Limon Çiçekleri, Karanfil ve Aşikârdır Zat-ı Hak’da çok özel şarkılardır benim için. 2f Magazine okurlarına da özellikle ‘Aşikârdır Zat-ı Hak’ isimli şarkımın sözlerini dinlemelerini öneririm. Çün26 MART 2014 // 2f MAGAZINE

kü bütün yaşamın, hayatın sırrı orada gizli ve o şarkıyı anlarsanız arkadaşınıza kızmazsınız. Aranje ettiğin ve bende özel bir yeri var diyebileceğin bir çalışma var mı? Çok fazlaca var… Melih Görgün “14 Bahar” benim için çok özeldir. Okul arkadaşım Yeditepe’den. Çok keyif alarak yapmıştım şarkısını ve inanılmaz etki bırakmıştır üzerimde… Sezen Hanım’ın (Aksu) parçaları da çok kıymetlidir. Mesela “Gidemem”, benim söz ve beste aşamasına şahit olduğum ilk Sezen Aksu şarkısıdır. O boş sayfanın nasıl dolduğunu gördüm… Nasıl kuvvetli bir birikim… Onun muhteşem bir ruh olduğunu ilk defa orada görmüştüm… 50 yaşında nasıl bir hayatın olmasını isterdin? Instagram’da bir hayranım bilgisa-

yardaki bir aplikasyonla beni yaşlandırmıştı. Fotoğrafı görünce bir tuhaf oldum :) Bana biraz benziyor, biraz benzemiyor. O yüzden şaşırmıştım. Elbette şimdiden kestirebilmek çok zor... Öncelikle sağlıklı bir ömür ve telaffuz ettiğiniz yaşı görmek nasip olsun… Gençlerin meslek seçimi yaparken nelere dikkat etmesini önerirsin? Ben sadece bir arkadaşları olarak cevaplayacağım ki tavsiye vermek bana düşmez. Gerçekten gönüllerinden hangi meslek geçiyorsa onu yapsınlar. Kendilerine sorsunlar “Nelere yeteneğim var?” Belki aileleri tarafından bastırılmış olan o yetenekleri aslında onların yaratılış gayeleridir. Bu gayeye aksi hareket etmek de bu dünyayı kendinize zindan etmek demektir. Ben hayatımdaki her seçimi kendi yeteneklerime göre yaptım… Onlara da bunu tavsiye ediyorum… //


RÖPORTAJ

Hayranların sana hangi sosyal mecralardan ulaşabilir? www.mustafaceceli.com twitter: @mustafaceceli Instagram: mustafaceceli facebook: /mustafaceceli Youtube: mustafaceceli Bu sayfalar dışında okuduğunuz hiçbir şeye inanmayın!

www.2fmagazine.com // 27


Merallica

MÜZİK

‘… Hey Ahmet! Bak yaptık işte’ diye gökyüzüne doğru seslenen sarışın adam, az önce konser salonundaki herkesin bildiği şarkının son dizelerini söylemişti ‘ve -hepimizin iyi tanıdığı hanımefendi- cennete giden bir merdiven satın alıyor’. 2007 yılında sadece bir seferliğine bir araya gelip, Londra O2 Arena’da verdikleri konsere kadar, beraber ya da tek başlarına ‘Stairway To Heaven’ seslendirdiklerine şahit olmayan seyircilerini kariyerlerinin ilk yapımcısı Ahmet Ertegün için verdikleri konserde 28 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Hanife MERAL AKMAN // meral@2fmagazine.com

bu sözlerle selamlamıştı. Henüz çok genç olmasına rağmen, zamanın ilerisinde, kendine özgü gitar çalışı ve çalışkanlığı ile müzik dünyasının aranan gitaristlerinden biri olan Jimmy Page, daha sonra ‘efsane gitaristleri yetiştiren grup’ olarak anılacak olan The Yardbirds’den ayrılarak kendi grubunu kurmaya karar verir. İlk düşüncesi, dönemin en ünlü müzik insanlarıyla bir süper grup kurmaktır. Ancak, bu projesini bir şekilde hayata geçiremez. Bu arada, yeni kuracağı gruba solist arama çabaları

sırasında, Robert -Percy- Plant ile tanışır. Plant, o yıllarda İngiltere’de çeşitli blues gruplarında şarkı söyleyen çok da tecrübeli olmayan bir solisttir. İlk tanıştıklarında, Page, bu iri yarı, sarışın adamı biraz abartılı bulur, ancak bir arada biraz zaman geçirdikten sonra fikri değişir ve Plant-Page dostluğu rock müziğinin en özenilen efsanesi haline gelir. Robert Plant gruba kabul edildikten sonra, eski arkadaşı John -Bonzo- Bonham’ı davulcu olarak önerir. Bonham, kendisine ‘düzenli bir gelir’ öneren teklifler ile Plant’den ge-


MÜZİK len teklif arasında kararsız kalır ve ‘yaptıkları müziği diğerlerinden daha çok sevdim’ diyerek gruba katılmaya karar verir. Son olarak, Jimmy Page ile aynı stüdyolarda çalışan John Paul Jones -Jonesy- eşinin tavsiyesi ile Jimmy Page’e gruba katılmak istediğini söyler. Jimmy Page, bu iyi müzik eğitimi almış, parlak fikirlerle dolu adamı hiç tereddütsüz kadroya dahil eder. Bu dört genç adam, ilk olarak Londra’da biraraya gelir ve ilk kez beraber çalarlar. Prova tam bir mucizedir. Birlikte çaldıkları ilk şarkı olmasına rağmen aralarındaki uyum kendilerini bile hayrete düşürür ve o gün bir arada olmalarının şart olduğunu anlarlar. 1968 yılında, küçük, sıcak bir odada bir araya gelen Led Zeppelin, sadece rock tarihinin değil, büyük ihtimalle tüm müzik tarihinin en etkileyici ortaklıklarından biri olur. Grup bu kadro ile ilk turnesine ‘The New Yadbirds’ ismi ile çıkar. İlk albümleri üzerinde çalışırken isimlerini değiştirmeleri önerilir. Grup ismi olarak ilk öneri, birlikte kuracakları süper grup hayal olan Keith Moon ve John Entwistle’dan gelir. Bu projenin ‘yere çakılmasını’ hatırlatan acımasız bir öneri ile gelir ikili. İngilizce, düşüncesizce söylenmiş, hoş karşılanmayan hareket ya da sözler için kullanılan ‘go down like a lead balloon’ deyimini biraz değiştirerek, ‘lead’ kelimesindeki ‘a’ harfini Peter Green’in önerisi ile

atarlar ve ‘balon’ sözcüğü yerine, hem hafifliğin hem ağırlığın, hem yanıcılığın hem de zerafetin bir karışımı olduğunu düşündükleri ‘zeplin’ yaparak kendilerine isim olarak seçerler. Bu efsane grup, bundan sonra ‘Led Zeppelin’ olarak anılacaktır. Grubun menajeri Peter Grant, Led Zeppelin’deki enerjiyi hemen farkeder ve bu dörtlünün müzik tarihindeki en önemli işleri yapacağını ilk günden anlar. Kariyerini Led Zeppelin’in dünyadaki en iyi müzik grubu olması üzerine kuran ve bu işi çok iyi yapan Peter Grant ilk albüm anlaşması için kolları sıvar. Içinde bulundukları dönem Atlantic Records’un sahibi Ahmet Ertegün’ün İngiltere’deki grupları çok dikkatli takip ettiği, titizlikle şöhret avladığı bir döneme rastgelir. Peter Grant, Ahmet Ertegün ile pazarlığa oturur, gruba olan sarsılmayan inancı sonucunda, Atlantic Records ile o zamana kadar ilk defa albüm yapan bir grup için yapılan en pahalı anlaşmayı yapar ve macera başlar. Bundan sonraki yıllarda, Robert Plant rock müziğin en güçlü ve etkili seslerinden biri olur. John Paul Jones, sadece iyi bir bas gitarist değil, aynı zamanda çok yönlü bir müzik adamı olduğunu tüm müzik camiasına kanıtlar. Yıldırım hızı ile çalması, kalp sıkıştıran vuruşları ve dahice buluşları ile John Bonham bütün zamanların en

Ahmet Ertegün

iyi davulcuları listesinin başına kurulur. Jimmy Page ise, gitar çalmayı yeniden tanımlar. Led Zeppelin, daha kurulduğu gün rock müziği temelinden değiştirecektir. O zamana kadar kabul edilmiş olan bütün klişelerin dışına çıkarlar. O güne kadar bilinen solist baskın gruplardan farklı olarak grubun hiç bir elemanı ön plana çıkmaz, tam tersi bütün grup elemanları her zaman ön plandadır. Her biri, hem albümlerde, hem konserlerde müzikal yeteneklerini sergiler, seyirciden eşit ilgi görür. Konserleri için özel olarak seçtikleri kıyafetler de bile öncüdür. Grup üyelerinin her biri kendi kişiliklerini yansıtan, renkli, parlak kıyafetler, zaman zaman gösterişli takılarla seyircilerinin karşısına çıkar. Led Zeppelin piyasaya girdikten sonra müzik dünyası asla eskiden olduğu gibi olmayacaktır.

www.2fmagazine.com // 29


MÜZİK

Led Zeppelin, ilk albümünü sadece 36 gün içinde tamamlayıp piyasaya sürer. Grup, ilk provasında aralarındaki uyumu yakalar ve vakit geçirmeden bu uyumu albüme çevirir. Albümde grubun en çok etkilendiği müzik türü olan blues etkileri çok açıktır. Albümde Robert Plant’in sesi ve grup elemanlarının enstrümanları ile aralarındaki erotik ilişki, onların dönemin diğer gruplarından farklı bir yolda ilerleyeceğini gösterir. Ikinci albüm, grubun blues müziği hard rock ile harmanlayıp, vahşi davul atakları, beklenmedik gitar riffleri ve Robert Plant’in genç bir İngiliz delikanlısı’ndan vahşi bir siyah blues şarkıcısına dönüşen sesi ile dinleyenleri başka bir boyuta taşır. Üçüncü albüm için grup İngiltere kırsalında bir şatoya kapanır ve bu şatonun hayaletleri grubun parçalarına ilham kaynağı olur. İlk iki albümdeki blues etkisinin yanında grubun mitolojiden, efsanelerden ve ezoterizmden ne kadar etkilendiğini de gözler önüne sunar. Led Zeppelin’in beklenmedik çıkışı, çıkardıkları üç albümün üçünün de birbirine benzememesi, her defasında dinleyenleri dehşete varan bir şaşkınlığa 30 MART 2014 // 2f MAGAZINE

uğratması, müzik piyasasını biraz rahatsız eder. Haklarında çıkan bir takım sevimsiz kampayanlara cevap olarak, grup dördüncü albümünü, kapağında grubun, albümün, müzisyenlerin ve dağıtıcı firmanın isimleri yer almayacak şekilde piyasaya çıkartır. Albüm iç kapağında sadece dört adet sembol bulunmaktadır. Bu sembollerin ne anlama geldiği hiç bir zaman açıklanmaz ama, Jimmy Page’i temsil ettiği varsayılan ve ‘Zoso’ olarak okunduğu kabul edilen sembol Page’in takma ismi olarak kalır. Albüm kapağında ve içinde gruptan bahsedilmemesi hayranlarını hiç etkilemez ve bütün zamanların en sevilen albümlerinden biri olur. Bundan sonra grup Houses of the Holy albümünü piyasaya çıkartır. Albüm, grubun Kuzey Afrika ve Uzakdoğu müziğine duymaya başladığı hayranlığın ilk izlerini taşır. Ayrıca, reggae ritimlerinde yazılmış, James Brown’ı hatırlatan parçalar ya da caz emprovizasyonları da bu albümde yerini alır. Hemen arkasından piyasaya çıkan Physical Graffiti’nin içerdiği yepyeni tarz grubun yakın takipçileri için sürpriz olmaz. Bu albümde, Ro-

bert Plant’in Kuzey Afrika, özellikle Fas ve Tunus’ta tanıştığı müziğin etkisi hemen anlaşılır. İlk plağın son şarkısı olan Kashmir grup üyelerine göre, ‘Led Zeppelin’in o güne kadar yaptığı herşeyin bir özeti’dir. Physical Graffiti’den sonra sırasıyla Presence ve Coda albümleri piyasaya çıkar. Led Zeppelin, birlikte çıkarttıkları her albümde dinleyiciye başka bir yüzünü gösterir, bir albümde uzun uzun blues hayranlıklarından bahsederken, bir başka albümde hard rock’ı icad eder. Kara büyüye, vikinglere, Tolkien’a olan meraklarıyla batı kültürünü araştırırken birden karşımıza Kuzey Afrika’dan ezgilerle çıkıp çölde bir yolculuğa davet ederler. Dinleyeceğiniz her Led Zeppelin albümünü bir kez daha kontrol edersiniz, ‘acaba hala Led Zeppelin mi dinliyorum?’ diye, ama albüm kapakları size bu konuda pek ipucu vermez. Led Zeppelin birlikte oldukları on yıl boyunca sekiz albüm, bir film ve unutulmayacak sayısız konsere imza atar. Bu birliktelikleri süresinde başlarından bir çok kötü olay geçer. Robert Plant’in ağır bir trafik kazası geçirerek uzun zaman tekerlekli sandalyeye mahkum kalması, hemen arkasından oğlunu kaybetmesi, Jimmy Page’in madde bağımlılığı nedeniyle hastaneye yatması ve John Bonham’ın hayatını kaybetmesi ile grup zor günler geçirir. Bonzo’nun ölümü ile grup, çok sevdikleri dostları olmadan devam etmek istemez ve dağılmaya karar verir. Led Zeppelin, dağıldıktan sonra grup üyeleri kendi yollarında ilerler. Robert Plant, kariyerine solo olarak devam eder, Jimmy Page ara ara yakışıklı hard rock müzisyenleri ile birlikte kariyerinin başında kurmayı hayal ettiği süper grupları kurar. John Paul Jones, hem yapımcı, hem


MÜZİK

de müzisyen olarak genç müzisyenlere eşlik eder. Üçlü, zaman zaman, özellikle yardım amaçlı konser organizasyonlarında bir kaç parça için bir araya gelerek hayranlarını mutlu eder. Üçlü son olarak 2007 yılında müzik dünyasına beraber adım attıkları Ahmet Ertegün anısına tek bir konser için bir araya gelerek Londra O2 Arena’da bir konser verirler. Konser biletleri bir yıl öncesinden biter ve karaborsada çok yüksek fiyatlardan satılır. Bu Bonzo’nun ölümünden sonra, Robert Plant, Jimmy Page ve John Paul Jones’un bir araya gelerek verdikleri ilk konserdir. Konserde, davulları Bonzo’nun kendi gibi hızlı davulcu oğlu Jason Bonham çalar. Bu konser görüntüleri, beş yıl sonra geçtiğimiz yıl, 2013’de, önce bir sinema filmi olarak, daha sonra DVD ve CD formatında Zeppelin severlere sunuldu. Celebration Day adını taşıyan bu film ile Led Zeppelin’in çok uzun bir aradan sonra bir araya gelmesi bütün yılı dolduran bir olay oldu. Filmin ve DVD ile CD’nin ticari başarısının yanı sıra, kazandığı ödüllerle de gündemi meşgul etti. Grup Amerika’da ‘Kennedy Center Honors’ ödülüne layık görüldü ve katıldıkları törende, Led Zeppelin şarkıları, Başkan

Obama’nın da katıldığı bir törende günümüzün sevilen müzisyenleri tarafından seslendirildi. Ayrıca, bu çalışma ile Led Zeppelin tarihinde bir ilk gerçekleşti. Albümleri piyasaya çıkmadan, ön siparişlerle Platin Plak kazanan Led Zeppelin (grubun bu durumu ne kadar önemsediği, Robert Plant’in Alison Krauss ile birlikte yaptığı albüm için kazandığı Grammy ödülünü kabul ederken yaptığı konuşmada ‘Pazar akşamı yapacak daha iyi bir işim yoktu, onun için buraya geldim’ demesinden anlaşılabilir), daha önce hiç almadığı Grammy ödülünü aldı. Celebration Day, yalnızca bir Led Zeppelin derlemesi değil. Yaklaşık yarım asırdır müzik yapan üç arkadaşın, yaptıkları işe ne kadar sahip çıktıklarını, rock müziğin seyrini değiştirmenin sorumluluğunu taşıdıklarını ve yeni nesillere nasıl rock mü-

zisyeni olunacağını da gösteren bir belgesel. Yıllarca birarada çalan, sayısız konserlere çıkan, birbirini yakından tanıyan dört kişinin, yaptıkları işe duydukları saygıyı, konser öncesinde nasıl özenle hazırlandıklarını, her bir notasını ezbere bildikleri parçaları sanki ilk defa çalarmış gibi uzun uzun çalıştıklarını görebilirsiniz. Sahneye çıktıkları andan itibaren, kıyafetleri, birbirlerine bakışları, seyirciyi ele geçirmeleri bir rock grubunun nasıl olması gerektiği konusunda akademik bir çalışma gibi. Eğer kendinizi bir müziksever olarak tanımlıyorsanız, müzik yapmanın ve dinlemenin ciddi bir iş olduğuna inanıyorsanız, Celebration Day’i bir kaç kez izleyin, Led Zeppelin’in neden müzik dünyasının vazgeçilmezi olduğunu hissedeceksiniz. //

www.2fmagazine.com // 31


Burak Acar SİNEMA

Ladri di Biciclette (1948)

. SINEMADA ÇOCUK

S

inema ilk zamanlarından beri çocukları kullanmaya ihtiyaç duymuştur. Sinema tarihinde çocuğun işlevi filmin ait olduğu türe, yönetmenin bakış açısına, çocuğun kullanımıyla sağlanmak istenen dramatik etkiyle bağlantılı olarak değişkenlik göstermiş ve ortaya sinema açısından oldukça zengin bir çocuk imgesi külliyatı çıkarmıştır. Yazının sınırları dâhilinde bütün bu filmlere değinmemiz elbetteki mümkün değil. Ancak sinema tarihinde yer etmiş belli başlı filmler üzerinden çocuk imgesinin sinemada neye karşılık geldiğine, çocukların sinemada hangi amaçlarla kullanıldıklarına ve çocuk karakterlere neden ihtiyaç duyulduğuna dair kısa

32 MART 2014 // 2f MAGAZINE

bir bakış açısı sunabiliriz. Antik çağın ünlü düşünürü Aristoteles’in Poetika isimli eserinde ortaya koyduğu katharsis kavramı o dönemden bugüne dek dramatik sanatların en temel amaçlarından biri olmuştur. Tek cümleyle seyircide izlediği yapıttaki korku ve acıma öğelerini, kendi başına geliyormuş gibi düşünerek bu duygulardan arınması olarak tarif edebileceğimiz ‘katharsis’in sağlanmasında sinemanın masumiyet timsali çocuklardan yararlandığı sayısız örnek vardır. De Sica’nın başyapıtlarından Ladri di Biciclette (1948) filminde babasının aşağılanmasına şahit olan küçük Bruno, Rosellini’nin Germania Anno Zero (1948) filminde İkinci Dün-

ya savaşının ortasında kalmış, etrafında yaşanan onca acıya ve sefalete dayanamayıp intihar eden Edmund, yine De Sica’nın ünlü Sciuscià (1946) filmindeki yoksul çocuk karakterler, Robert Bresson’un pek çok yönetmene esin kaynağı olmuş unutulmaz Mouchette(1967) filmi, Taviani Kardeşler’in Padre Padrone (1977), Yılmaz Güney’in Duvar (1983) filmleri çocuk karakterlerin bir acıya ya da kötülüğe maruz kalarak ya da sadece şahit olarak seyircide katharsis duygusunu harekete geçirdikleri filmlere örnek olarak verilebilir. Çocukların zengin hayal dünyası, seyircinin sinemada gerçekle fantazma arasında açılan kapılardan girebilmesi


SİNEMA

Germania Anno Zero (1967)

Mouchette (1967)

adına önemli bir köprü işlevi görmüştür. Zira çocuk aklı ve çocuğun hayal dünyası bir yetişkinin sahip olduğu rasyonel dünya algısından çok farklı bir zeminde hayat bulur. Jean-Claude Lauzon’un küçük bir çocuğun platonik aşkını anlattığı Leolo(1992), Marc Foster imzalı Finding Neverland (2004) Tim Burton, Wes Anderson gibi yönetmenlerin çocukların dünyasına dair yaptığı pek çok film çocuğun zengin fantazmasından yoğun şekilde beslenen filmlerdir. Çocuğun hayal dünyasının zenginliği korku sineması için de önemli bir motif olmuştur. Yetişkinlerin göremediğini gören, fiziksel ve manevi anlamda daha kolay etki altında kalan, akıl-

Duvar (1983)

dan çok his ve sezgiyle hareket ettikleri için uhrevi dünya ile mistik bağlantıları olan çocuklar korku sinemasının sıklıkla kullandığı figürler olagelmiştir. Night Shyamalan imzalı The Sixth Sense (1999), Richard Donner imzalı The Omen (1976), Stanley Kubrick’in kült filmi The Shining (1980), William Friedkin’in meşhur The Exorcist (1973) gibi filmler bu yapıdaki filmlere verebileceğimiz örneklerden sadece birkaçı. İtiraz etmeyen, karşı gelmeyen çocuk pek yoktur. Çocuk, çocukluktan çıkıp yetişkinliğe doğru yol alırken hayatın acımasız, adaletsiz yüzüyle tanışır. Maruz kaldığı, kendisine dayatılan hayata karşı içindeki isyan duygusu

giderek büyür. Çocuğun mevcut düzeni, isyan ettiği şeyin yörüngesini değiştirme gücü bir yetişkine göre çok daha sınırlıdır. Haliyle isyanını dile getirirken başvurduğu yöntemler de bir yetişkine nazaran kısıtlıdır. Ancak kısıtlı olduğu ölçüde de tehlikeli, acımasız ve uyandırdığı duygu anlamında sert olabilir çocuğun isyanı. Sinema asi çocuk kahramanlar yaratma konusunda öteden beri çok iştahlı olmuştur. Meydan okuyan, otoriteye başkaldıran çocuklar kimi zaman şiddete başvurmuş, kimi zaman otoritenin kurallarını delmek adına cesaretle maceralara atılmış, kimi zaman da çareyi kendilerini dış dünyanın gerçeklerinden soyutlayarak oyuna sarılmakta veya kurdukları düş dünyasına sığınmakta bulmuşlardır. Bir Truffaut klasiği olan 400 Coups (1959), Carlos Saura’nın unutulmaz filmi Cria Cuervos (1976), Ken Loach imzalı Kes (1969), Michael Haneke’nin Benny’s Video (1992) filmi, Rene Clement’in etkileyici filmi Jeux Interdits (1952), Reha Erdem’in büyüme sancıları çeken çocukları anlattığı filmleri, isyan eden çocuk tipolojilerini görebileceğimiz filmlerden bazıları. İnsan türü yavrusunun en geç büyüdüğü, en uzun süre bakıma ve ilgiye muhtaç olduğu türlerden biridir. Büyüme süresinin diğer canlılara göre bu denli uzun olmasının yaşamsal, psikolojik, kültürel pek çok sebebi var şüphesiz. Uzun olduğu kadar, sancılı, sıkıntılı, zor ama biryandan da keyifli, neşeli ve gizemlerle dolu bir dönem çocukluk… Yaratıcı düşünceye sağladığı geniş imkânlar düşünüldüğünde sinemanın çocuklara dair ilgi ve merakının hiçbir zaman tükenmeyeceğini öngörmek zor değil. // www.2fmagazine.com // 33


Çağın Şentürk SİNEMA

SİNEMAYLA YENİDEN ÇOCUK O LMAK

B

üyüdükçe, daha sınırlı, birbirine benzeyen, yaratıcılıkların giderek köreldiği, kalıpların içinde hapsolmuş, sıradan hayatlar yaşadığımızı hissederiz. Bazen, küçük bir çocuğun yaptığı gözlemlerin dışa vurumu o kadar yaratıcı gelir ki bunu şaşkınlıkla izler, hatta çevremizdekilerle paylaşırız. Sinema da zaman zaman, çocukluktaki bu özgün hayal dünyasından faydalanarak, izleyiciyi bir daha geri dönemeyeceği dünyalara götürme çabasına girer. Çocuk karakterler üzerinden yansıtılan bu hayal dünyalarını, atmosferlerine taşıyabilen filmlerden dördünü hatırlayalım.

Alice in Wonderland (Yönetmen: Tim Burton, Yapım Yılı: 2010) Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll’ın dünyaca bilinen öyküsü, televizyon filmleri ve dizileri hariç toplam yirmi altı defa beyaz perdeye uyarlanmıştır. İlk örneği, 1903 yapımı bir sessiz filmdir. Peki, insanlar neden aynı öyküyü tekrar tekrar izlemek isterler. Belki de her seferinde kendi çocukluklarından bir şeyler ararlar. Tim Burton’ın Alice’inden akılda kalanlar, 34 MART 2014 // 2f MAGAZINE

özgün kostüm tasarımları ve çılgın şapka satıcısı Johnny Depp ile kırmızı kupa kraliçesi Helena Bonham Carter’ın başarılı oyunculuklarıdır. Eski filmlere nazaran 3-D teknolojisinin de kullanılmış olması, görsel anlamda yepyeni bir Alice versiyonu ile tanıştırır bizi.

birer yetişkin gibi davranırlar. Başlangıçtaki kalabalıklar içindeki yalnızlıkları, birbirlerine aşık olmaları, evden kaçmaları ve peşlerine düşenleri aldatma girişimleri bu algının göstergesidir. Çocukluğun daha erken yaşlarda kaybolacağına dair tedirginlik yaratan, etkileyici bir filmdir.

The Wizard of Oz (Yönetmen: Victor Fleming, Yapım Yılı: 1939)

El laberinto del fauno (Yönetmen: Guillermo del Toro, Yapım Yılı: 2006)

Bir fırtınada kaybolan Dorothy ve köpeği Toto’nun Oz diyarına gidişini ve oradan kurtulmak için Oz büyücüsünü aramasını konu alır film. Bu esrarengiz diyarda unutamayacağı arkadaşları Bay Korkuluk, Korkak Arslan ve Teneke Adam, Dorothy’e macera dolu yolculuğunda eşlik ederler. Victor Fleming, bir çocuğun hayal dünyasını yansıtırken yalnızca sıradışı karakterlerle değil, müzik ve danslarla da ahenkli bir bütünlük oluşturur.

Küçük Ofelia hamile annesiyle birlikte 1944’lerin faşist İspanya’sında yaşamlarını sürdürebilmek için ormanlar içinde bir malikaneye gelir. Dönemin zor şartları, acımasız üvey babası ve tek dayanağı annesinin hastalanması, Ofelia’yı kendi rüyalar aleminde çözüm yolu aramaya iter. Kurtuluş için yerine getirilmesi gereken görevler vardır. Ofelia, bu görevleri birer birer tamamlamaya çalışırken bir taraftan da iç savaş mücadelesi gerçek dünyada tüm şiddetiyle sürmektedir. Hem öyküsüyle, hem de hayali karakterlerin tasarımları açısından, Pan’ın Labirenti, bir çocuğun iç dünyasından bu acımasız dünyaya yeniden bakabilmemize araç olabilmeyi başarır. //

Moonrise Kingdom (Yönetmen: Wes Anderson, Yapım Yılı: 2012) Moonrise Kingdom’da yaratılan dünya her ne kadar mekanlar, kostümler, renkler açısından masalsı olsa da bu kez çocuk karakterler, aslında


SİNEMA

Alice in Wonderland

Moonrise Kingdom

Wizard of Oz

El Laberinto del Fauno www.2fmagazine.com // 35


YAŞAYAN DESEN

Didem CINDIK // didem@2fmagazine.com

@di_didem

/di-didem cındık

Dövme desenleri her yerde ...

D

övme desenleri vücutlarda yaşadığı kadar elbiseler, kemerler, ayakkabılar hatta mobilya, otomobil, motorsiklet ve kasklar da olmak üzere birçok yerde karşımıza çıkmakta. Dövme sanatçılarıyla çalışan markalar ise oldukca fazla. Bu markalardan ilk akla gelen ise sanırım Ed Hardy olur. 1945 yılında Amerika’nın Iowa eyaletinde doğan dövme ustası ve moda tasarımcısı Don Ed Hardy’nin tasarımlarını temel alan ve fransız modacı Christian Audigier tarafından tescillenip teliflenen markadır. Don Ed Hardy`nin en önemli özelligi japon dövme estetiğini ve tekniğini eserlerine yansıtan ilk dövmeci olmasıdır. Amerikan gençliği, eski moda tasarımları, Hollywood yıldızları, motosiklet ve dövme kültüründen ilham alan Audigier, dövmenin 36 MART 2014 // 2f MAGAZINE

‘anası-babası’ olan usta Ed Hardy’nin sanat çalışmalarından çok etkilendiğini belirtiyor.Ve bu sanat eserlerine ilişkin hakları satın alıp dövme kültürünü dünya modasına yansıtarak Ed Hardy markasını oluşturuyor. Markanın ürün yelpazesi de oldukça geniş, hatta en son yaptıkları habere göre bu yelpazeye bir de prezervatif eklemişler. Prezervatifin üzerinde ‘love kills’ (Aşk öldürür) logosu yer alacağı duyruldu. Nevresim takımları da oldukca dikkat çekici Ed Hardy desenleri ile süslenmiş araba ve motorsiklette görmek mümkün tabi. Air-brush uygulamaları ile dünyada ve Türkiye ‘de dövme sanatçıları otomobil, motorsiklet ve kasklara dövme desenlerini sanat eserine dönüşecek şekilde işlemektedirler. En önemli özelliği ise talep ettiğiniz desenlerin

size özel olmasıdır. Her otomobil ya da motorsiklet tutkunu bu custom işlere bayılmaktadırlar. Tasarım dünyasının keşfettiği dövme trendi reklamcılıkta da sıklıkla kullanılır hale geldi. Mesela Dodge, piyasaya yeni sürdüğü Caliber otomobil serisinin reklamlarında arabanın üzerine çizim yapan bir dövme sanatçısını kullandı. Volkswagen ise Eos serisini tanıtmak için bir dizi dövme desenli tarot kartı tasarlatma aşamasında. Amerika’da Polka adlı bir marka kendi ürettiği mobilyalarda özellikle deri koltuklar üzerine çalıştıkları bir dövme ustası ile dövme desenli koltuklar üretmektedirler. Bu koltuklar özel sipariş yapıldığı gibi tamamıyla kişiye ve zevkine özel yapılmaktadır. Üretim için önce koltuğunuzu beğeniyorsunuz sonrasında istediğiniz


YAŞAYAN DESEN

desen çalışılıyor. Fiyat başlangıçları ise yaklaşık olarak 3000 euro’dan başlamaktadır. Bence oldukça renkli ve harika bir fikir, umarım Türkiye‘de decböyle bir girişim de bulunulur. Evimizin köşesinde görkemle dura-

cak özel tasarım bir koltuk oldukça etkileyici olabilir. Converse’ de dövme desenlerini tasarımlarında kullanan markalar arasında. Sporcularla yaptığı işbirlikleri ile efsaneye dönüşen ayakkabılara imza atan Converse’in Chuck Taylor ayakkabı serisini artık denizci ve efsanevi dövme

sanatçısı Sailor Jerry’nin çalışmaları süslüyor. Ayak tabanında dövme desenlerinin yer aldığı yeni modelin kahverengi ve yeşil renkleri çok popüler. Krem rengi versiyonundaki kadın, kartal ve ejderha figürleri de bu sanatın fanatiklerinin büyük beğenisini topluyor. Dövme sanatçısı Eric Jones’un tasarladığı, Eaglestar Artist adını taşıyan tişört serisinin üstünü birbirinden renkli dövme desenleri süslemektedir. Sailor Jerry imzalı desenlerin süslediği jeanler ise en az Converse ayakkabılar kadar ilgi çekiyor. Captain Morgan Rum Company’nin piyasaya sürdüğü Tattoo isimli rom ise yurtdışında hem tadı hem de şişesindeki dövme deseniyle Absolut kadar popüler bir içki haline gelme yolunda. J&B‘de yine dövme desenlerini şişelerinde kullanarak rafları daha renkli ve özel şekilde süslemektedir. Dövme desenlerinin hızla hayatımızın her yerinde yer almaya başlamasıyla dünyamıza bize özel oluşacak eşyalar için harika fikirler ve eğlenceye neden olmaktadır. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere bol desenli günler dilerim .... // www.2fmagazine.com // 37


KAPAK KONUSU

38 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Aslıhan KARLIDAĞ // aslıhan@2fmagazine.com @aslihankarlidag


KAPAK KONUSU

ADALETİN VAR MI DÜNYA? www.2fmagazine.com // 39


KAPAK KONUSU

Ş

imdiye dek yazılarımda kendi gittiğim yerleri, mekanları tanıtarak sizlere önerilerde bulunmaya çalıştım. Bu ay ilk defa hepimizin çok iyi bildiği ya da bildiğini sandığı bir yerden söz edeceğim: Dünya İnsanlığın doğuşundan bu yana, toplum yaşayışta kadın ve erkek rolleri nasıldı, nasıl bir değişim gösterdi ya da gösteremedi sorularının cevabını aramaya çalıştım.

İnsanlığın doğuşu İnsan, insan olarak ilk kez yaklaşık 2,5 milyon yıl önce Doğu ve Güney Afrika’da görüldü. Dik durabilen, kol ve bacak uzunlukları günümüz insanına yakın ilk insanların fosilleri kulladıkları el aletleriyle birlikte burada bulunmuştur. İnsan; doğanın kaba taşını yontarak balta, bıçak, çakı gibi aletlere dönüştürdü. Tabi bu gelişim bir çırpıda olmadı, iki milyon yıl gibi uzun

40 MART 2014 // 2f MAGAZINE

bir zaman dilimine yayıldı. Arkeoloji ve sosyal antropoloji bilimleri, üretim tekniklerinin ve toplumsal ilişkilerin biçimini göz önüne alarak insanlığın geride bıraktığı çağları üç kültür evresine ayırdılar: Paleolitik (kaba ve yontma taş), Mezolitik (orta taş) ve Neolitik (yeni ya da cilalı taş)

Alt Paleolİtİk Devrİnde Yaşam Bu devir yaklaşık iki milyon yıl sürdü. İklim soğuk ve geniş alanları kaplayan buzullar mevcuttu. İnsanlar mağaralarda yaşıyordu. Nüfus az, ortalama insan ömrü 20-25 yıl kadardı. Alt Paleolitik’te insanlar yiyeceklerini ortak elde etti ve ortaklaşa tüketti. Kadınlar, fiziksel özellikleri ve doğurganlıkları sebebiyle, av etkinliklerinde sınırlı bir rol üstleniyorlardı. Buna rağmen etin paylaşımında eşitlik esastı. Çünkü av etkinliklerine erkekler kadar etkin biçimde katılmasalar da, topladıkları bitkisel ve hayvansal besinleri

topluluğun ortak tüketimine sunmaktaydılar. Ayrıca kadınlar, topluluğa yeni üyeler kazandırdıkları için çok değerliydiler. Bu dönemde cinsel kimliğiyle toplumsal yaşamı var eden kadının korunmasına ve çoğalmasına özen gösterilmiştir. Avını yakalamak ve parçalamak için ağır taş vs kullanan erkek, zamanla bu aletleri geliştirmiştir. Bu sayede hem zihinsel hem de el becerilerini geliştirmişti. Kadın ise toplayıcılık işinde benzer bir gelişim kaydetmiştir. İçinde yaşadığı topluluğa yetecek besin miktarını hesaplamak, yerini belirlemek, bozulmadan saklanmasını sağlamak zorunluluğu bir plan üzerinde çalışmasını gerektiriyordu. Bu durum da kadın, beyninde tıpkı erkekte olduğu gibi bir gelişim sağladı. Bu devirde insanların beyinsel gelişimine katkı sağlayan en önemli şeylerden biri ateşi kullanmayı öğrenmeleriydi. Bu sayede insan ilk defa doğa


KAPAK KONUSU figürleri çizmeye başladılar. Düşüncesinin gelişimi, maddi ve manevi kültür ürünlerinde izlenebilen bu devrin insanları için kadın, çok önemli bir varlıktır. Kadını koruma kaygısı ağır basarken, yüceltme eğilimine girildiği de göze çarpmaktadır. Bu yeni dönemde kadın, işlevleri bakımından daha etkin bir konumdadır. Çünkü bir önceki dönemde geçirdiği milyonlarca yıl, ona toplayıcıkta önemli bir uzmanlık kazandırmıştı. Etnolog ve uygarlık tarihçisi Helmut Uhlig kadının toplumdaki sorumluluklarını şöyle aktarıyor: “Beslenme sorununu güvence altına almak kadının sorumluluğundaydı. Çünkü bitkileri, meyveleri, küçük hayvanları toplayan oydu. Konaklanan yerlerin güvenliğini sağlamak ve balık tutmak da kadının göreviydi. Kadın, nelerin yenilebilir olduğunu, nelerin zehirli olduğu bilgisine de sahipti. Avlanma sırasında yaralanan erkekleri iyileştirebiliyordu. Bütün bunların sonucu olarak toplumda itibarı yükselmiş, hatta bazı özel güçlere sahip olduğu yönünde bir inanç gelişmişti.” Kadın, toplum üzerinde egemen bir role doğru ilerlemeye başlamıştı.

Üst Paleolİtİk

gücü karşısında bir egemenlik elde etmiş ve hayvanlardan ayrılmıştı. Ateşte yemek pişirmeyi keşfetmeleri, bazı bitkilerin zehrinden arınmasını sağlamış, önemli vitamin, mineral ve proteinlerin bağırsakta eritilmesini sağlamıştır. Beynin gelişiminde önemli bir etkiye sahip albümin maddesi de yine etin pişirilmesiyle açığa çıkmıştır. Ma-

ğaralara çizilen figürler, vahşi hayvanlar ve kadınlardı.

Orta Paleolİtİk Günümüzden yüz bin yıl önce ortaya çıkmıştır. İklim ve yaşam şekli hemen hemen aynıydı. Kullanılan el aletlerine el baltaları, kazıcılar eklenmişti. Duvarlara, maske takarak dans eden avcılar, yaralı hayvanlar ve kadın

Bu dönemin en önemli özelliği, alet yapan aletlerin bulunmasıdır. Ok ve mızrak uçları, olta, kanca ve özel fırlatıcıların keşfedildiği görülür. Teknolojik ilerlemenin vardığı düzey, düşünce ürünlerinin gelişiminde ve sosyal ilişkilerin niteliğine yansır. Bu dönemde insanların müziği de keşfettiğini görüyoruz. Sanatın bir başka dalı heykelcilik de bu dönemde gelişmiştir. Cinsel organları abartılı şekilde yapılan kadın heykelleri, dinsel ve büyüsel törenlerde kullanılıyordu. Kadın, bir www.2fmagazine.com // 41


KAPAK KONUSU Venüs Heykelciği

cinsler arası cinsel ilişki serbest bir biçimde gerçekleşmekteydi. Fakat klan içi evlilik yasaklandı. Tek eşlilik yoktu ve babalık rolü henüz netleşmemişti.

Mezolİtİk (Orta Taş) Çağ ve Anaerkİl Düzenİn Doğuşu

verimlilik simgesi ve aynı azmanda üreme etkiliğinde erkeğin fonskiyonu henüz keşfedilmediğinden ana ve ata rolüne sahipti. Bu da onu daha üst mertebe olan tanrıçalığa taşıyacaktı. Üst paleolitiğin insanlarının yaşamı yine avcılık ve toplayıcılık üzerine kurulmuştur. Av yine erkeğin, toplayıcılık ise kadının görevidir. Fakat kadının görevleri arasına bir de terzilik eklenmişti. İğneyi keşfeden kadın, tıpkı el aletlerinin ve onlarla yapılan işlerin erkeğe ait olması gibi, iğneyle yapılan işleri de kendi sorumluluk alanına katmıştır. Tüm devirlerde, yiyecek paylaşılsa da el aletleri onu yapan kişiye aittir. Bu dönemde insan topluluğu sürü yapısını yitirdi ve klana dayalı topluluğun ilkel biçimini aldı. İlkel sürüde 42 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Mezolitik evrinin başlangıcı günümüzden yaklaşık on iki bin yıl öncedir ve dört, beş bin yıl kadar sürmüştür. Bu devirdeki insanlar artık günümüzün insanıyla aynı zihinsel ve fiziksel özelliklere sahipti. İnsanlık tarihinin en önemli kültürel sıçraması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Buzulların erimesiyle birlikte, kar suyu ile beslenen geniş çayırlar ortaya çıkmış, otobur hayvanlar yeni orman türlerinde barınamamış ve ormanı terk etmiştir. İnsanlar daha küçük ve sürücül olmayan hayvanları avlamaya başlamışlardır, besin sıkıntısı baş gösterince; yeni alanlara, akarsu ve göl kıyılarına göç etmişlerdir. Yeni hayvan türleri avlanılmaya başlandığı için, insanların “alet çantası” da yenilendi. Köpek evcilleştirildi. Ahşaptan kayık, kürek vs yapılmaya başlandı. Barınma için artık mağaralar değil, kulübe ve çadırlar kullanılmaya başlandı. Sanatta ise soyut ve geometrik desenler yoğunluklu olarak görülmeye başladı. Venüs heykelciği denen cinsel organı abartılı kadın heykelcikleri yaygınlaştı. Bu çağda av bir etkinlik olarak sürmekte fakat topluluğu beslemek için yeterli olmamaktadır. Bu durum toplayıcılık ve balıkçılığın önemini arttırmıştır. Her iki iş de kadının sorumluluğunda olduğu için, mevcut ekonomik düzende kadın önemli bir rol ve tartışmasız bir güç elde etti. Bu güç

sayesinde, özgürlük ve topluluğu ilgilendiren konularda söz söyleme hakkı kazandırdı. Kadının ekonomideki baskın rolü, toplumsal ilişkilerde eşitlikçi bir tutum izlemesine engel değildir. Saygınlık ve söz sahibi olma durumu kadının ekonomide üstlendiği rolle ilgilidir ve doğal olarak “kadının erkeğe oranla ekonomiye daha fazla katkıda bulunduğu toplumlarda evreni yöneten ilahlar da tanrıçalar olacaktır. Ancak tanrıçalar, otoriteyi değil, aydınlığı, sevgiyi, üretkenliği ve koruyuculuğu temsil ediyor olmalıdır.” Mezolitik’te de insanlar klanlar halinde yaşıyorlardı. Klan dışı evlilikler yasa haline gelmişti. Eş diğer klandan alınıyordu. Alınan cins doğal olarak, ekonomide egemen bir role sahip olan kadın değil, erkek olmaktaydı. Çok eşlilik hüküm sürdüğü için, erkeklerin çocuklar üzerinde hak ve nüfuzları bulunmuyordu. Çocuk her zaman annesinin klanından sayılıyordu ve babasının akrabası sayılmıyordu. Erkekler ancak, kız kardeşlerinin çocuklarıyla akraba olmaktaydı. Kadınlar, yaşlanıp besin elde edilmesi ve doğurganlık etkinliğinden uzaklaşsa da toplumdaki egemen konumunu koruyordu. Çünkü hala bir koruyucu işlevi vardı. Bebekler, çocuklar ve hastalarla ilgilenebiliyordu ve şifalı otlarla hastaları iyileştirebiliyordu.

Erken Neolİtİk (Yenİ Taş) Çağ ve Anaerkİl Düzenİn Yapılanması Günümüzden altı-yedi bin yıl önce başlar. Kadının Mezolitik’te kazandığı üstün konumu bu dönemde yeni kazanımlarla koruduğu görülür. Bu dönemin en önemli özelliği, aynı anda dünyanın değişik yerlerinde tarımın icad edilmiş olmasıdır. Top-


KAPAK KONUSU

layıcılık görevinde ustalaşan kadın, tarımın da mucidi olmuştur. Önceki dönemlerde toplanan yabani tahıl, bu dönemde ekilip biçilir olmuştur. Bu da kadının toprakla ilişkisini güçlendirmiş, tarımsal ekonominin diğerlerinin önüne geçmesi ile de kadın giderek toprakla özdeşleşir olmuştur. Artık yemekler çömleklerde korunmakta, kilden yapılan çanaklar içinde pişirilip yenmektedir. Buğday ya da arpayı işleyen, ekmeği yapıp yemeği pişiren, yemekleri pişirmek ve saklamak için çömleği icat eden kadındır. Bu dönemde kadın; yünü, keteni, pamuğu ipliğe çevirmeyi keşfetmiştir. Kirman bu dönemin icadıdır ve kadının üretim etkinliklerinin bir parçası olmuştur. Bu icadın ardından dokumacılık gelecektir. İlk dokumacılar da kadındır. Erken Neolitik’te, hayvancılık ortaya çıkmıştır. Zamanla çoğalan hayvan sürülerini güden, fiziksel özelliklerinden dolayı erkektir. Erkek, sürüyü

uygun yerlere götürüyor, beslenmelerine yardımcı oluyor, köpeğiyle koruyordu. Kadın ise süt sağıyor, sütü yoğurda, peynire dönüştürüyor ve eti pişiriyordu. Ancak hayvancılığın sürdürülebilmesinde erkeğin gücüne ve emeğine duyulan gereksinme, erkeği toplumsal alanda önemini yükselten bir faktör olmuştur. Erken Neolitik’te artık yerleşik düzene geçilmişti. Evler, neredeyse tüm klanı barındıracak büyüklükte yapılıyordu. Bu evlerde kamu hizmeti sayılan yönetim işi, evin çekip çevrilmesi kadınlara aitti. Kadın, kocasını başka klandan alıyor ve kendi evine getiriyordu. Kadının evine yerleşen erkek, artık bu ev için çalışmak zorundaydı. Bu dönem insanın artık tapınakları da vardır. Neolitik Dönem tapınaklarında da, eski dönemlerde olduğu gibi kadın ön plana çıkmaktadır. Bunun sebebi ise ekonomik ve toplumsal yapı içerisinde kadının üstlendiği rolün

önemidir. Toplumsal yaşamın hemen her boyutunda ağırlığı hissedilmesine rağmen , kadın klan içerisinde otoriter ve baskıcı bir figür olmamıştır. Neolitik insanının, hayatta kalabilmek için tüm bireylerin ortaklaşa çalışmasına gereksinim vardı. Bu nesnel gerçeklik, eşitlikçi bir toplum yaratmıştı. Kadın, önemliydi, değerliydi, güçlüydü, üstündü ama bir hegemon değildi. O, sevilen, sayılan, koruyucu, üretken, merhametli ve aynı zamanda büyülü güçler taşıyan toplumun atası bir tanrıçaydı.

Geç Neolİtİk Çağ – Ataerkİl Düzene Geçİş Kadın, insanın düşün evreninde öyle derin bir yer edinmişti ki, ekonomik ve toplumsal hayatta binlerce yıl boyunca süregelen değişimlere rağmen, yeni imajların oluşumuna ve gelişimine direnme gücü bulabilmiştir. Ta ki İ.Ö. 3000’den sonra başlayan Geç Neolitik döneme kadar. www.2fmagazine.com // 43


KAPAK KONUSU

İnsanlar artık verimli toprakların üzerinde, modern kentlerde yaşıyorlardı. Mezopotamya’da, Afrika’da, Çin’de uygarlıklar kurulmaya başlanmıştı. Önceki çağlarda taşı işleyip, çeşitli aletler üreten ya da bakıra şekil verenler erkeklerdi. Alet yapım tekniklerine dair bilgi birikimini elinde tutan erkekler, zamanla bunları geliştirip yeni kullanım alanlarına uyarlaması kaçınılmazdı. Sümer erkeklerinin sabanı icat etmesi, tarımsal üretimde ve dolayısıyla toplumdaki rolünde önemli değişimlere sebep olmuştur. Erkek sabanı icat etmekle kalmamış, aynı zamanda öküzü de sabana koşmuştu. Bu sayede erkek, kadının çapayla sürebileceğinden çok daha büyük bir alanı işlemekteydi. 44 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Toprak verimli, aletler gelişkindi. Sonunda beklenen verim elde edildi ve üretim artışı gerçekleşti. Geçmiş yüz binlerce yıl boyunca av alanları, toprak, besin, konut ve ateş gibi nesneler klanınken, avadanlıklar onları yapan ellere aitti. Ancak o zamanlar, ustanın ürettiği aletle ilgili mülkiyet hakkı, ona toplum içinde özel bir yer ya da ayrıcalık kazandırmamaktaydı. Çünkü bunlarla elde edilen besinin toplum yaşamını sürdürmesinde kısıtlı bir payı vardı. Ama Geç Neolitik’te çapı genişlemiş üretim varlığını, saban vs aletlere ve onları kullananlara borçluydu. Dolayısıyla bu aletlerin mucidi ve kullancısı olan erkekler toplumda özel bir yere sahip olacaklar ve giderek ayrıcalık kazanacaklardı.

Erkeğin çömlek çarkını yapmasıyla, kadına ait olan çömlekçilik de erkeğin kontrolüne geçmiş oldu. Ardından dokuma tezgahı icat edildi. Her ne kadar tezgah başında çalışanlar kadın olsa da, tezgahın mucidi ve sahibi erkekti. Kadının üretim süreçlerindeki etkinliğini yavaş yavaş geriledi. Bir başka gelişme de zanaatın basit ev ekonomisi içinden çıkarak başlı başına bir iş kolu olmaya doğru evrilmesiyidi. Artık toplumun bir kısmı marangoz, dülger, dabakçı, yontucu vs idi. Ustaların da çoğu erkekti. Erkek emeğine dayalı fazla üretim sonucu, bazı aileler çok zenginleşirken, bazıları fakir kaldılar. Böylece toplum zenginler ve fakirler olarak iki sınıfa ayrılmış oldu. Bu dönemde elde edilen servetin korunması da önemli bir iş halini almıştı. Bu işi de gizli erkek birlikleri üstlendi. Daha sonraki dönemlerde kurumsallaşmış orduya evrilecek bu organizasyon, zenginlerin malını koruyor, bunlara dokunanları acımasızca cezalandırıyordı. Erkeklerin toplumsal yaşamın her alanına nüfuz ettiği bir ortamda kadının klan demokrasisinin diğer cinsi gibi özgür ve eşit birey olarak kalabilmesi mümkün değildi. Nitekim yeni yapılanma onu alabildiğince aşağılamış, özgürlüğünü elinden almıştır. Tabi bu dönüşüm bir anda gerçekleşmemiş, anaerkil düzenden ataerkil düzene geçiş aşamalı bir biçimde yavaş yavaş tamamlanmıştır.

Ataerkİl Düzenİn Aİle Hayatına Etkİsİ Erkek ve kadın klanları arasında bir uzlaşma gereği doğdu. Besin elde ediminde erkeklerin baskın bir gücü olduğundan, artık kadınlar erkek klanlarına gidiyorlardı. Töreler sebebiyle kadınları kendi klanına götürmekte


KAPAK KONUSU zorluk çeken erkek, onları gizlice kaçırmak zorunda kaldı. “Mızrak ve hançerle silahlı delikanlı ve akrabalar, seçilen kızın evine gizlice gelirdi. Kızın dedeleri ve kardeşleri silaha sarılırdı. Kız çığlıklar atıp ağlarken, delikanlının soydaşları çırpınan kızı kucaklayıp uzaklaştırıdı.” Bu betimlemenin, günümüzdeki gelin alma, evlenme ve düğün göreneklerine benzerliği ise oldukça dikkat çekicidir. Peki yeni klanında kadını ne beklemektedir? Erkek bu yapının tartışmasız lideridir. Mirasın oğullara aktarımında bir problem çıkmaması için, kadın tek eşli olmaya zorlanır. Fakat erkek, birden fazla eş alır ve istediği zaman boşayabilir. Kadına yönelik şiddet haktır. Ev, babanın evi, mal babanın malıdır. Evin yönetimi ailenin en büyük erkeğine aittir. Ev işleri özel bir hizmet alanı haline g e l m iş tir ve

Hammurabi

kadın etkinliği bu alanla sınırlanmaktadır. Çocuklar babanın soyunda kalmaktadır. Onlar artık annenin değil babanın oğludur. Bu, kadını erkeğe tabi klan egemen yapı, bir süre sonra siyasi mekanizmalarla üretilen yasalarla daha da güçlenecektir. Kadın artık, toplumsal üretimden dışlanmış, ev ekonomisi içinde bir hizmetçi durumuna düşmüştü. Yemek pişirmek, dikiş dikmek, çocuk doğurmak, su taşımak, çamaşır yıkamak ve temizlik yapmak gibi sınırlı bir alanda etkinlik gösteriyordu. Köleliğin yaygınlaşması sonucunda, kıymetli erkekler köle olmadıkları için kadınlar köle olarak kullanılmaya başlanmıştır. Romalılar köleler “familia” derlerdi. Günümüzde aile için kullanılan bu sözcük, günümüzün kadını erkeğin kölesi olarak gören zihniyetle pek de çelişmemektedir. Anaerkil sistemin yerine geçmek, benimsenmek ve kalıcı olmak isteyen erkekler, kadının düşünüş biçimleri, inanç sistemi, gelenek görenekler ile saygın imajını zedelemek zorundaydı. Kadın Neolitik Çağ’a damgasını vuran tarımın mucidiydi. Bu alandan dışlansa bile, doğurganlığıyla, onun e t k e n maddesi toprakla

hala özdeşti ve nüfus onun bedeni üzerinden artıyordu. Toplumsal bilinçte edindiği saygın imaj ve geleneklerdeki baskın rolü, ataerkil sistemi yerleştirmek isteyen erkek için önemli bir engeldi. Erkeğin egemenliğini yerleştirmek için attığı en önemli adım hukuksal düzenlemelerdeydi. Erkek çıkardığı yasalarla kadının haklarını kısıtlarken, onu kendisine tabi kılmaktaydı. Daha sonraki toplululuklar için önemli bir referans teşkil eden Hammurabi yasaları böyle ortaya çıktı. Örneğin; kadının adı kanıtlanmaksızın kötüye çıktığında, bir nehir sınavıyla suçsuzluğunu kanıtlamaya hakkı vardı. Bu nehir sınavıyla yaşamını tehlikeye atarken, bu bile bir hak olarak lanse edilmştir. Erkeğin yaptığı bir hak olarak görülürken, kadının suçlanması için bir söylenti dahi yeterli olmaktadır. (Tanıdık geldi değil mi?)

Dİnİ Rİtüellerdekİ Değİşİm Erkek kanunlarla kısıtladığı ve kontrolü altına aldığı kadını dinsel inançlardan ve ritüellerden silmeliydi. Tanrıçaların yerini tanrılar almaya başladı. Krallar doğal tanrılar ilan edildi. Tapınakların sahipleri de erkekler oldular. Halkın bu dönüşümü yadırgamaması içinse, dini ritüellerde rahipler kadın giysileri giydiler. Günümüzde din adamlarının giydiği kıyafetleri gözünüzün önüne getirin: Pantolon neredeyse hiç gözükmüyor. İpek şallar, cüppeler, psikoposluk taçları... O dönemin kadın kıyafetlerinin birer yansıması.

Kadın Cİnsellİğİnİn Aşağılanmaya Başlanması Anaerkil düzende kadın cinselliğinin çok önemli olduğu, yapılan resimlerde, www.2fmagazine.com // 45


KAPAK KONUSU görüyoruz. Günümüzde de tüm hızıyla devam eden bu küfürlerden yola çıkarak, aradan geçen 4000 yılda, ataerkil sistemin yapısını hala koruduğunu söylesek yanılmış olmalıyız.

Ataerkİl Sİstem Günümüze Kadar Nasıl Ulaştı?

heykellerde kadın cinsel organının abartılarak kullanıldığından söz etmiştik. Bunun sebebi ise kadın genital organının üreme işlevidir. Kadının cinsel organı, tohumu içine alan ve belirli bir süre sonra onu insan olarak dünyaya geri veren en önemli parçalarından biridir. Ayrıca, o erkeğin ruhsal gerilimini büyük bir hoşlanım duygusu eşliğinde alarak, rahatlamaya çeviren bir huzur merkezidir. Toplumlarda kadın genital organına verilen değer, bir süre sonra kutsallaştırma noktasına gelmiştir. Geç neolitikte erkekler tüm sosyal yaşamı ele geçirmiş olasalar da kadınların kutsallığı bu temeller üzerinde yaşamaya devam ediyordu. Öyle ki ataerkilliğin yerleşik hale geldiği dönemde bile krallar analarının oğlu olmakla övünüyorlar. Günümüzdeki, “biz anamızın karnından akıllı doğduk” söylemleri bunun bir uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Erkeğin egemenliğini tam olarak yerleştirebilmesi için kadının kutsallığını yok etmesi gerekiyordu. Önceliği düşünsel alan aldı. Çalışmaya tapınaklardan başladılar. Bu 46 MART 2014 // 2f MAGAZINE

dönemde kutsal fahişelik, dinsel kurumlara gelir getiren bir yapıya ulaştı. Kutsal bir varlığın, kutsal organı, kutsal bir mekanda gerçekte aşağılık dünyevi çıkarlar uğruna pazarlanmaktaydı. Nitekim bir süre sonra mabetler fuhuş yuvalarına dönerken, kutsal fahişeler de sokak kadınlarına dönüşmüştü. Sokaklara taşan fuhuş, kadın cinsel organını parayla satın alınan bir zevk aleti haline getirmişti. Bu dönüşüm, eski dünyada Antik Yunan’dan Mezopotamya’ya; Mezopotamya’dan Gucerarat’a; orada Hindistan’a kadar hayli geniş bir coğrafyada yaşanmaktadır. Kadın cinsel organın satılması o kadar büyük boyutlara ulaştı ki İ.Ö 600’lü yıllar ilk genelev açıldı. Erkekler burada cinsel tatmine ulaşıyor, yasal eşleriyle de yeni varisler ediniyorlardı. Artık kadın cinselliği oldukça aşağılık bir konumdadır. Erkekler tarafından sıklıkla kullanılan aşağılama küfürlerinin, hemen hepsinin cinsel organı aracılığıyla kadını aşağılamaya yönelik olduğunu

2.5 milyon yıllık insallık tarihine baktığımızda, Dünya’daki yaşayışın, toplumsal ilişkilerdeki değişimin zamanın şartlarına uygun olarak değiştiğini görüyoruz. Kadının, hayvancılık ve özellikle tarımdaki emeği sonucunda toplumun ihtiyaçlarını karşılayan cinsiyet durumundayken anaerkil düzen kurulmuş. Saban, dokuma tezgahı gibi güç gerektiren aletlerin icadı sonrasında üretim erkeğin eline geçmiş ve ataerkil bir yapıya devinim gerçekleşmiş. Yaşayış hayatın doğal akışına bırakılmış olsaydı, Sanayi Devrimi’yle birlikte, artık üretimde makinelerin kullanıldığı, kas gücü gereksiniminin minimuma indiği Dünyamızda ataerkil düzen de değişir, tıpkı Mezolitik’teki gibi eşitlikçi bir toplumsal yapıyı getirirdi. Feminizmin doğuşunun, Sanayi Devrimi’yle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir. Fakat erkekler, anaerkil düzeni sonsuza kadar silmek ve kendi konumlarını garantiye almak için; adet, gele-


KAPAK KONUSU

Alexandre Cabanel - Pandora nek, görenek dediğimiz toplumda yaptırımı yüksek yazılı olmayan kurallar ile kanunlar ve kutsal kitaplarla yazılı olan kuralları ortaya koymuştu. Bu yazılı veya sözlü kurallar bütünü ile, kadın toplumda ikincil konuma düşmüş, yeri ev olarak belirlenmiş ve kocasının malı, hizmetçisi rolüne bürünmüştü. Tüm kanun ve kurallar, erkek egemenliğini pekiştirir nitelikteydi. Hammurabi kanunlarının izleri, son derece net bir şekilde günümüzdeki kanunlarda da görünmektedir. Örneğin Türk Medeni Kanunu’na

göre kadın evlenmekle erkeğin soyadını almak zorundadır. Soyun devamlılığında en temel işlev kadına ait olmasına rağmen, soy erkek üzerinden ilerlemeye devam eder. Bu da toplumda erkek çocuğu önemli kılar. Ayrıca, günümüzde, klanın yerini çekirdek aile almışken, kadınlar tıpkı bir klandan diğerine gider gibi, evlendiklerinde erkeğin ailesinin kütüğüne geçerler. Kadınlar evlenince, bir anda erkek ailesinin bir ferdine dönüşürler. Ev yaşamında da, tıpkı İ.Ö 3000 yılında olduğu gibi, kadınlar halen ev iş-

lerinden, çocuk bakımından ve erkeğe hizmet etmekten sorumludurlar. Oysa günümüzde pek çok ailede kadın; ailenin yeme, barınma gibi ihtiyaçlarının giderilmesinde erkekle eşit konumdadır. Fakat bu durum; ev işlerinde, çocuk ve yaşlı bakımındaki sorumluluğu erkekle eşit paylaşmasını sağlamaz. Çünkü karşısında; gelenek, görenek denilen yazılı olmayan kurallar vardır. Kadın, Türk örf ve adetlerine göre “kocasına ve kocasının ailesine hizmet etmekle yükümlüdür.” Geçimini tarımla sağlayan ailelerde, 5000 yıl öncenin toprakla özdeşleşen kadını halen iş başındadır. Erkek kahvede oturuken, kadın tarımla uğraşır. Evin geçimini, beslenme ve barınma gereksinimini kadın karşılar. Ama hala erkeğin karşısında ikincil konumdadır. Günümüz erkeği, modern yaşamdaki egemenliğini korumak için, binlerce yıl önce yazdığı kanunları korumak, karar mekanizmalarındaki koltuklarını kadınlara kaptırmamak için var gücüyle çalışmaya devam ediyor. Adaletli bir toplum arayışında olan az sayıdaki erkek ise, hemcinsleri tarafından kılıbık, hanım köylü gibi “aşağılamalara” maruz kalıyor ve “erkekliği” sorgulanır hale geliyor. Günümüz kadının farkındalıklarının artması, erkek egemen düzenin hayatın doğal akışına uygun olarak eşitlikçi bir yapıya evrilmesi açısından çok önemlidir. Kadınların, ataerkil düzenin kendilerine biçtiği rolü sorgulaması ve kabullenmemesi toplumsal adalet ve mutlu bir hayat için temel gerekliliktir. Kanunlar karşısında ve sosyal hayatta, kadın ve erkeğin eşit hak özgürlük ve sorumluluklara sahip olduğu bir Dünya, çok da uzaklarda değil... // *Pervin Erbil’in Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi isimli kitabından yararlanılmıştır. www.2fmagazine.com // 47


RÖPORTAJ

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

TURKCELL SUPERONLINE GENEL MÜDÜRÜ

MURAT ERKAN’I NASIL BILIRSINIZ? Turkcell Superonline Genel Müdürü Murat Erkan, 2f Magazine ekibine ofisinin kapılarını açtı ve özel sorularımızı da yanıtlamayı kabul etti. Biz de Murat Erkan’a hem kişisel hayatı, hobileri hem de Turkcell Superonline ile ilgili sorularımızı yönelttik. Ortaya çok keyifli bir röportaj çıktı

Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Turkcell Superonline Genel Müdürü kimliği dışında Murat Erkan nasıl biridir? Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik Haberleşme bölümü mezunuyum. Sektörde haberleşme üzerine odaklanan firmalarda çalıştım. Önce birkaç yerli firmada görev aldım, ardından da Cisco’da 10 yıl boyunca iletişim, network, internet konularında çok yoğun olarak çalıştım. Cisco’dan sonra 2 yıl Anel Telekom’da çalıştım ve son 6 yıldır da Turkcell Superonline Genel Müdürüyüm. Biraz özel yaşantımdan bahsetmem gerekirse; Fenerbahçe taraftarıyım. Spor ve onun çevresinde yer alan her şeyi çok severim. Bunun dışında 48 MART 2014 // 2f MAGAZINE

elektronik cihazlara, “Gadget” dediğimiz ürünlere çok meraklıyım. Küçüklüğümden beri böyle cihazları çok me-

rak ederim ve hep çok yakından takip etmeye çalışırım. Bu sebeple çöpe attığım birçok şey de vardır. İlk anda çok


RÖPORTAJ güzel geliyor, hemen alıyorum ama daha sonra bakıyorum ki bir işe yaramıyormuş :) Evde eşimle en büyük tartışmalarımız da bu yüzden oluyor. Ben sürekli bir şeyler alıyorum, o da “Yine bir kutu geldi” diyerek benden biraz şikayetçi oluyor. Çok yakından takip ettiğim için yeni bir şeyi ilk çıktığında almak istiyorum ve her zaman istediğim gibi çıkmıyor ürünler. O yüzden çabuk sıkılıyorum ve hemen yeni bir şey ilgimi çekiyor, onu alıp ilgilenmeye başlıyorum. Birçok kişi de ürünleri ilk benden duyuyor. O yüzden bazen benim kötü tecrübelerimden faydalanıp o ürünü almaktan vazgeçebiliyorlar. Elbette teknolojiyi yakından takip etmek işimizin de bir gereği. Ama ben iş haricinde kişisel olarak da çok seviyorum. Fuarları da yakından takip ediyorum. Son olarak CES’e ve MWC’ye de bizzat gittim, oradaki yenilikleri yakından inceledim. En çok hangi cihazlar ilginizi çekiyor? Daha çok ev otomasyon sistemleri, medya oynatıcılar gibi cihazlar. Birbirine bağlanan, birbiriyle koordineli çalışan cihazları seviyorum. Tek başına çalışan cihazlar çok ilgimi çekmiyor. Sürekli bir haberleşme halinde olmaları, “Çete gibi” çalışmaları gerekiyor :) Peki birden fazla akıllı telefon kullanıyor musunuz? Mobil cihazlarla aranız nasıl? Evet, şuan birden fazla akıllı telefon kullanıyorum. iPhone 5 ve Galaxy Note 3’üm var. Aslında Galaxy Gear’ım da var ama bugün takmayı unutmuşum. Akşam eve geç gidince bir yerlerde bırakıyorum sonra bulmam zor oluyor.

Akıllı saatlerin en büyük sorunu pil süresi. Siz Galaxy Gear’da sorun yaşıyor musunuz? Bence pil süresi kadar üniversal şarj girişi kullanmıyor olması da problem. Evet, pili kısa gidiyor ama her yerde bulunan bir şarj girişi kullanıyor olsa kolayca şarj edebilirdim. Gear’ın özel bir aparatı var ve her zaman o kabloyu yanımda dolaştırmam gerekiyor. Geçen gün Koray ile (Öztürkler) konuşuyorduk. Onda da Galaxy Gear var ve şarj aparatını kaybetmiş. O yüzden saatini şarj edemiyordu. Üniversal bir şarj kablosu olsa herhangi başka bir kabloyla şarj edebilecekti. Şimdi “Ne yapacağım” diye düşünüyor :) Bence tüm cihazlar üniversal şarj girişi kullanmalı. Bu kullanıcılar için büyük bir avantaj olur. Ama şunu da unutmamak gerek; firmalar kendilerine özel aksesuarlardan büyük para kazanıyor. Pil konusu bugün teknoloji dünyasında en önemli konulardan biri. Bundan sonra daha da önemli olacak. Mesela bu aralar ben koşuyorum

ve yanımda hem GPS’li akıllı saatimi hem de akıllı telefonumu bulunduruyorum. Aslında ikisine birden ihtiyacım yok. Ama iPhone’un şarjı çabuk bitmesin diye bazı işlemleri saat üzerinden yapıyorum. iPhone ile müzik dinlediğim zaman şarjı en fazla 1 tur dayanabiliyor. Eğer uygun bir yerde değilseniz, şarjınızın bitmesi büyük bir sorun yaratıyor. iPhone’un şarjı size bir tur dayanıyorsa çok uzun koşuyor olmalısınız Hafta sonları 17 kilometre civarında koşuyorum. 3 Mart’ta Run Antalya vardı, orada da 21 kilometre koştum. Ben her zaman koşan arkadaşlarıma kızardım “Neden yarı maraton koşuyorsun, tam koşsana” diye. Ama öyle kolay değilmiş. Şuan ancak 21 kilometre koşabiliyorum. İnşallah böyle devam edebilirsem yakında tam maraton da koşacağım. İstanbul Maratonu’na katıldınız mı? Yok, ona sponsor konusu sebebiyle katılmadım… Şaka yapıyorum :) O zamanlar hazır değildim, yeni yeni www.2fmagazine.com // 49


RÖPORTAJ Boş vakitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Açıkçası çok fazla boş vaktim olmuyor. Zaten iş hayati malum, yoğun geçiyor. 14 yaşında bir oğlum var, onunla da vakit geçirmem gerekiyor. O yüzden kendime ayırdığım serbest zamanlar çok fazla değil. Böyle serbest zamanlar yaratabildiğimde genelde spor yapıyorum. Sinemayı severim ama pek gidemediğim için genelde evde film izliyorum. Çok kapsamlı ve “tehlikeli” de bir arşivim vardır :) Hem eskiden çekilmiş iyi filmleri, hem yeni filmleri izliyorum. Sinemayı çok severim.

formum bu mesafeleri kaldırabilecek seviyeye geldi. Peki böyle ekip olarak katıldığınız organizasyonlar da oluyor mu? Tabi, genel müdür yardımcısı arkadaşlarla katıldığımız koşular oluyor. Genelde etkinlik tarihi yaklaştıkça cayma olasıklıkları artıyor ama genelde geliyorlar. Benim bir huyum da kafaya taktığım şeyi mutlaka yaparım. Yani ben maraton koşmaya taktıysam, onu bir şekilde koşarım. Kilo verme konusu 50 MART 2014 // 2f MAGAZINE

da öyle oldu. Bundan yaklaşık 1,5 yıl önce kilo vermeye karar verdim ve 4-5 ayda 20 kilo zayıfladım. O zamandan beri de aynı kilodayım. Kilo verdikten sonra beni tanımayanlar da oldu. Mesela bir yere toplantıya gideceğiz, oradaki kişiler beni daha önce hiç görmemişler. Muhtemelen Google’dan baktılar ve kilolu fotoğraflarımı gördüler. Toplantıya gittim, oturdum ama onlar hala “Murat Bey nerede?” diye soruyorlardı. Beni daha kilolu düşünmüşler. Maalesef Google eski görselleri silmiyor :)

Peki futbol oynuyor musunuz? Ben gençlik yıllarımda amatör olarak futbol oynamıştım. Hatta 1 yıl İngiltere’de kaldığımda orada da bir kulüpte oynamıştım. Gerçi kulübün 12 futbolcusu sezon ortasında kaçtığı için beni mecburen oynatmak zorunda kalmışlardı :) Ama yine de fena oynamadım. Yanında kaldığım ailenin babası, bölgenin küçük futbol kulübünde menajerdi. Biz de futbol oynamayı sevdiğimiz için onlarla antrenmanlara çıkıyorduk. Sonra böyle bir fırsat gelince 6 ay kadar takımda oynadım, keyifliydi. Tabi o zamana kadar genelde okullarda akademik İngilizce konuşmuştuk. Futbol sahasında sokak İngilizcesiyle tanışma fırsatımız oldu. İlk başta hiç anlamıyordum ve çok fazla küfür ediyorlardı. Ama sokak İngilizcesine aşina olmak açısından da faydalı oldu. Çocukluk arkadaşlarımla zaman zaman bir araya gelip, halı saha maçları yapmaya da devam ediyoruz. Gençken iyi oynardım gerçekten. Kilo


RÖPORTAJ verdikten sonra da fena değilim. Kilo vermek beni çok rahatlattı. Artık kendimi çok daha enerjik hissediyorum. Daha az uyuyarak daha fazla çalışabiliyorum. Bilişim sektöründe faaliyet gösteren bir şirket olarak genelde bilişim basınıyla iletişim kuruyorsunuz. Onlar hakkındaki düşünceleriniz neler? Bence diğer sektörlere baktığınız zaman çok şanslı bir noktadayız. Çok kaliteli bilişim gazetecilerimiz var. Hakettiği yerde mi derseniz bence daha üst noktada olabilir yayınlar. Ama diğer sektörlerle kıyasladığımızda ortaya çıkarılan işlerin çok daha kaliteli olduğunu düşünüyorum. Bence Türkiye, bilişim basınıyla dünyada iyi bir noktada. Tabi bunun sektörle de ilgisi var. Sonuçta bilişim konusunu takip eden kişiler entellektüel anlamda kendini çok geliştiriyor ve bu da işlerine yansıyor. Zaten bizim sektörümüzün bütünü çok kaliteli insanlardan oluşuyor. Hepsi okullarında öne çıkmış, başarılı insanlar. Ama bu kadar kaliteli insanın olduğu yerde de işlerin ön plana çıkması için ekstra kaliteli olması gerekiyor. Bu da kolay olmuyor. Bence bu sektördeki insanların birçoğu başka sektörlerde, daha kolay sektörlerde çok başarılı olabilir. Bir servis sağlayıcının genel müdürü olarak internet yavaş olduğunda ne düşünüyorsunuz? Benim düşündüğümle başkalarının düşündüğü çok farklıdır sanırım. Eğer bir yavaşlık varsa “Eyvah, şebekede bir şey mi var?” diye düşünüyorsunuz doğal ola-

rak. Bu sorun kritik mi, yoksa basit bir şey mi hep aklımdan bunlar geçiyor. Ama internette artık yavaşlık bir problem olmaktan çıkıyor. Birkaç yıl öncesine kıyaslayınca artık yavaşlık konusunda çok çok az problem yaşanıyor. Fiberin gelişmesiyle, rekabetin gelişmesiyle giderek ortadan kalkacak. Şunu da hatırlamak gerek; Eskiden bir video izlemek istediğinizde aklınıza internet gelmezdi. Çünkü kum saati dönecek, dakikalarca bekleyecektiniz. Ama şimdi televizyon dünyasında henüz düzenli 4K yayına geçen yokken YouTube 4K yayın yapmaya başladı. Eminim 8K çıktığında da bu ilk önce internette olacak. Yani artık başka yerde bulamadığınız bir teknolojiyi internette buluyorsunuz. Demek ki dönüşüm olmuş.

“Türkiye’deki 3G, 4G’den hızlı”, “Keşke Amerika’da da 1000 Mbit fiber olsa” gibi övgüleri son yıllarda sıkça duyuyoruz. Gerçekten Türkiye, dünya ve Avrupa’ya kıyasla bu denli iyi bir konumda mı? Bu konuya birkaç farklı açıdan bakmak lazım. Öncelikle nereden nereye geldiğimize bakalım. Bundan 5 yıl önce Türkiye’de en yaygın hız 1 Mbit’ti. Bugün ise adil kullanım kotanızı aşsanız bile hızınız 3 Mbit’e düşüyor. Fiber olan hanelerde 1000 Mbit hızla internete girmek mümkün. Bu kadar kısa sürede böylesine büyük bir dönüşüm gerçekleştirmek muazzam bir iş. Sadece Turkcell Superonline açısından bakmayın. Türkiye’de özel sektörün bu işe girmesi rekabeti çok hızwww.2fmagazine.com // 51


RÖPORTAJ

landırdı. Yerel operatör de bir şekilde normalde yapacağından fazla yatırım yaptı. Tüm bunların neticesinde ülke kazandı, internetimiz hızlandı. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir araştırma diyor ki; Her 0.8 Mbit’lik artış, bir haneye 200 dolar daha fazla gelir getiriyor. Yani hızınız arttıkça geliriniz artıyor. Çünkü internet hızlandıkça verimliliğiniz, üretkenliğiniz artıyor. Dolayısıyla ülkeler de internet hızını artırmak için çok ciddi biçimde çalışıyor. Avrupa diyor ki “Biz, 2020 yılına kadar hane halkının yarısına 100 Mbit vereceğiz”. Sonra devletimizin 2023 hedeflerinde “Hane halkının yarısına 1000 Mbit” hedefi ortaya çıktı. Bugün baktığınızda biz 1.7 milyon haneye fiber interneti ve dolayısıyla 1000 Mbit’i götürmüşüz. “Tamam” dediklerinde 1000 Mbit sunabilecek durumdayız. Türkiye’de 17 milyon hane olduğunu düşünürsek zaten %10’una şimdiden ulaşmış durumdayız. Önümüzdeki 9 yılda bunu %50’ye ulaştırmamız da mümkün. Dolayısıyla hız konusunda 52 MART 2014 // 2f MAGAZINE

çok iyi durumdayız ve hedeflerimiz yüksek. Bu birincisi. İkincisi; Ben hatırlıyorum biz internete çevirmeli modem bağlantısıyla girerdik. O dönemde 56K yeni çıkmıştı ve herkes “İnternet acayip hızlandı” diyordu. 56K bugün 1 Mbit’in yirmide birine denk geliyor. İşte o 56K, Türkiye’ye tam 8 yıl sonra gelmişti. Sonra ADSL teknolojisi ortaya çıktı ve o da 5 yıl sonra geldi. Ama şimdi fiber dönemindeyiz ve dünyanın gerisinde değiliz. Hatta bazı noktalarda öndeyiz. Hız konusu çok önemli diyoruz. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Dünya Bankası, OECD de “Daha hızlı olursa daha verimli olur” diyor. Dolayısıyla bu konuya yatırım yapmak, dünya ile yarışmak bizim için önemli bir avantaj. M2M denilen makineler arası iletişimin gelişmesi ve abone sayılarının da yükselen bir hızla artması internete duyulan talebi artıracak. Bundan sonraki dönemde interne-

tin bölgelere yayılması, sunulan hızlar nasıl bir değişim gösterecek? Türkiye’nin nüfusu halen çok genç. Genç nüfus internete çok çabuk adapte oluyor ve internetle yaşamaya alışıyor. Dolayısıyla bence önümüzdeki 10 yılda Türkiye’de internet penetrasyonu %100 olacaktır. Bugün her hanede elektrik, su vardır. Çünkü bu gereklilik. Bir ev aldığınızda, kiraladığınızda önce gidip elektrik ve suyu açtırırsınız. Artık internet de en az onlar kadar gerekli. Birkaç yıl sonra “Evde internet bağlantısı var mı?” diye bir soru kalmayacaktır diye düşünüyorum. İngiltere’de yapılan bir araştırmanın sonuçları oldukça ilgimi çekmişti. İnsanlara sormuşlar “Evde neyin kesilmesi sizin için daha büyük problemdir?” diye. Verilen cevaplarda internet, elektriğin önünde geliyor. Yani insanlar mümkünse elektrik kesilsin ama internetim bir şekilde çalışmaya devam etsin diyor. Bu durum biz operatörlerin omuzlarına büyük bir sorumluluk yüklüyor. Çünkü verdiğiniz hizmetin kesintisiz olması çok kritik. Önceden internet 2 saat kesilse bile çok büyük problem olmuyordu. Şimdi 10 dakikalık bir kesintiye kimsenin tahammülü yok. “Internet of things” denen olgu ile birlikte 2020 yılında 50 milyar cihazın internete bağlanması bekleniyor. Buzdolabı, klima, çeşitli makineler internete bağlanacak. Şehirlerin de akıllı olması çok önemli. Evden çıkmadan önce trafiğe bakıyoruz. Vergi ödeyeceksek internetten ödüyoruz. Şaka değil, bir banka şubesine gitmeyeli herhalde 5 yıl oldu. Şubeye nasıl gidiyordum, orada neler yapıyordum hiç hatırlamıyorum bile. Çünkü her işimi


RÖPORTAJ internet bankacılığı ile hallediyorum. O yüzden biz her yerde akıllı şehirleri, kolaylığı, maliyet avantajlarını anlatıyoruz. Akıllı şehirlere çok inanıyoruz ve dünyada ne varsa Türkiye’de de uygulayalım diyoruz. Amsterdam’da ne varsa, İstanbul’a da yapalım, İstanbul’dakini Trabzon’a, Gaziantep’e de yapalım. Sizin sunduğunuz fiber altyapı üzerinde kullanıcıların en çok tercih ettiği hız nedir? Bizim sunduğumuz en düşük hız 25 Mbit. Şuanda en çok kullanılan paketimiz de 25 Mbit hız sunulan paket. Ama 50 ve 100 Mbit kullanan kullanıcılarımızın sayısı her yıl 2 kat artıyor. Dolayısıyla yakında 50 Mbit ya da 100 Mbit en çok tercih edilen hız halini alabilir. Bizde en düşük 25 Mbit diyoruz ama bu da ülke geneline kıyasladığınızda çok yüksek bir hız. Türkiye’de ülke ortaması 3.3 Mbit civarında. Dolayısıyla 25 Mbit bile ülke ortalamasının çok çok üzerinde, yeterli bir hız. Ama benim düşüncem, 4-5 kişilik bir ailenin keyifli , konforlu bir deneyim için 100 Mbit kullanması gerekir. İnterneti hızlandırmak başlı başına yeterli değil elbette. Bu hızın avantaja dönüşeceği uygulamaları da sunmak lazım. Biz hem kendi geliştirdiğimiz, hem üçüncü partiler ile birlikte geliştirdiğimiz uygulamalarda bu alana destek veriyoruz. Sağlık, eğitim gibi alanlarda da internet çok önemli bir yere sahip. Dünyadaki en üst düzey şirketler de kendi uygulamalarıyla bu alana hizmet veriyor. İnternetin kendisi, büyüyeceği alana doğru bir şekilde rotasını kendisi çiziyor ve bizleri sürüklüyor.

İnternetin fiyatıyla ilgili bir gelişme bekliyor musunuz? Bence Türkiye’de en ucuz şey internet. Bundan 10 yıl öncesini herkes hatırlasın. Bir de bugünün fiyatlarına ve sunulan hızlara baksınlar. Bence arkasındaki maliyetleri düşündüğünüz zaman geniş bant internet şuan Türkiye’de birim fiyatı en ucuz şeylerden biri. Bunun pahalı olduğu düşüncesinin kaynağı tamamen önyargı. İnsanların zihninde böyle bir algı oluşmuş. Turkcell Superonline olarak insanlara çok uygun fiyatla internet sunduğumuz düşüncesindeyim. Amerika’ya baktığınız zaman örneğin Verizon’ın abone başına geliri ortalama 150 dolar seviyesinde. Avrupa’da 50 Mbit’in fiyatı 40 avro seviyesinde. Üstelik hem Avrupa hem de Amerika’da vergi oranları çok çok düşük. 40 avro dediğiniz zaman Türk Lirası hesabıyla 120 TL eder. Biz aynı hizmeti üçte bir fiyatına sunuyoruz. Tabi bu noktada insanlar “Ama onların Gayrı safi milli hasılası bizden daha yüksek” diye düşünüyorlar. Tamam, bunu kabul ediyorum. Ama bizim maliyetlerimizin Avrupa ya da Amerika’daki operatörlerden bir farkı yok ki. Fiber kablonun fiyatı belli, kablo döşemenin maliyeti belli, kullanılan cihazların fiyatı belli. Yani onlar ne harcıyorsa biz de hizmet vermek için aynı parayı harcıyoruz. Vergilerimiz de onlardan daha yüksek. Buna rağmen Türkiye’de internetin fiyatı son 10 yılda hiç artmadı denilebilir. Tam tersine hıza k ıyasla ödenen fiyatlar düştü.

Fiber konusunda bahsettiğiniz fiyatları kıyaslayınca ortaya güzel sonuçlar çıkıyor. Ama ADSL’de durum pek iyi değil. Bunun sebebi rekabet. Fiberde rekabet olduğu için fiyatlar daha ideal seviyelere düşmek zorunda. Bu da tüketicinin yararına oluyor. ADSL’de de rekabet olsa fiyatlar daha aşağılara inerdi. Biz hep rekabetle ön plana çıkmaya çalışıyoruz. Bugün dünyada 25-30 Mbit hızı 100 doların altına alabileceğiniz bir yer yok Türkiye haricinde. Ben Amerika’ya, Avrupa’ya, Asya’ya gittim limitsiz paketlerde 100 doların altında bir fiyata rastlamadım. Ama Türkiye’de var. Rekabet konusuna gelmişken altyapıda görülen sorunlar hakkında da görüşlerinizi almak isteriz. Son dönemde mevcut fiber altyapılarının ortak kullanımı için kira bedelleri çok tartışılıyor. Kiralama yerine yeni altyapı kurmanın daha hesaplı olacağı bile söyleniyor. Fakat o noktada da yerel yönetimlerin direnç oluşturduğu bir gerçek. Sizce bu konuya nasıl bir çözüm bulmak gerek? Rekabeti nerede oluşturduğunuz çok önemli. Eğer rekabeti altyapıda oluşturursanız o zaman üst yapıda farklılaşma şansınız kalmıyor. Altyapıda rekabet olmaz. Üst yapıda ürünlerde, servislerde, hizmetlerde rekabet olur. Türkiye’de en fazla boşa harcanan para belki de altyapı

www.2fmagazine.com // 53


RÖPORTAJ

yatırımlarında. Çünkü gereksiz yere aynı yere birden fazla şirket yatırım yapıyor. Biz diyoruz ki altyapıyı paylaşalım, aynı yere birden fazla yatırım yapmak gerekmesin. Biz de açalım 32.000 kilometrelik fiber altyapımızı, paylaşalım. Var olmayan yerlere de bir şirket yapsın, herkes ondan kullansın. Bu A şirketi olur, B şirketi olur hiç farketmez. Örnek veriyorum; Biz Beşiktaş’ta yapalım, başkası Bakırköy’de yapsın, Biz Çankaya’da yapalım, başkası Keçiören’de yapsın. Daha fazla haneye, daha çabuk gidebilmek için imece usulüne ihtiyaç var. Ama rekabette diğer şirketlerin önünü tıkayıcı fiyatlandırmalar, politikalar uygulanırsa bu sefer sıkışıklık oluşmaya başlıyor. Bu kimin zararına olur? –Elbette tüketicinin zararına olur. Biz halkımız bilgiye hızlı ulaşsın istiyoruz. Bu konuda da düzenleyici kurumlar, bakanlıklar, belediyeler herkes aynı yöne baksın. Hedefimiz bir olsun, yeni teknolojiyi insanlara götürelim. 54 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Bu sorun 2014’te aşılır mı? Biz bu konuda işin tek tarafı değiliz. Bakanlıklar, düzenleyici kurumlar, yerel yönetimler, yerel operatörler var. Herkesin aynı yöne bakması lazım. Bu problemin çözümü çok basit. Sonuçta atomu parçalamayacağız. Yeter ki herkesin amacı aynı olsun. Bence bu çözülebilir bir sorun. Ben bu konuda TELKODER’in açıklamalarını çok gerekli görüyorum. Önemli bir konuya parmak basıyorlar. Sonuçta bir sivil toplum örgütü ve bence açıklamaların hassasiyetle dikkate alınması lazım. Bu sorun elbette bir noktada çözülecek ama bunu çabuk çözmek önemli. Çünkü dünya hızla değişiyor, gelişiyor. Böyle konularda 1-2 yılı boşa geçirme lüksümüz yok. 2013 sizin için nasıl geçti? 2014 hedefleriniz nelerdir? Bizim için 2013 yukarı doğru hareketle geçen bir yıl oldu. Tüm çeyrek-

lerde pozitif sonuçlar elde ettik. 145 bin net abone artışı yakaladık ve 570 bin aboneye ulaştık. Gelirlerimiz de bir önceki yıla göre %38 arttı ve 925 milyon dolara ulaştı. Tabi şunu da vurgulamak lazım; biz yatırım yapan, yatırımlarla büyüyen bir şirketiz. Altyapı yatırımlarımız devam ediyor, bu alana büyük miktarda para harcıyoruz. Şuan 1.7 milyon haneye fiber internet verebilecek bir altyapımız var. Bununla birlikte şirket satın almaları gerçekleştiriyoruz. Bunlar olurken gelir bakımından %38’lik bir büyüme yakalamak da önemli bir iş. Şirket satın almalarıyla birlikte sektör konsolide oluyor ve git gide büyük oyuncuların rol aldığı bir Pazar haline geliyor. Bu sebeple 2014’te de sektörün büyümeye devam edeceğini düşünüyorum. 2014’te toplam internet kullanıcıları içinde fiberin payının ne kadar olmasını bekliyorsunuz? Ben kendi penetrasyonumuzu daha çok önemsiyorum. Yani Turkcell Superonline olarak ulaştığımız hane sayısı içerisinde fiber kullananların oranı benim için daha önemli. Bizde fiberin oranı %34 -35 seviyesinde. Bizim için önemli olan bunu artırmak. Fakat son zamanlarda VDSL de fiber olarak anılmaya başlandı. Bu sebeple sektörün genelinde rakamlar biraz karıştı. Benim için VDSL kesinlikle fiber ile bir tutulamaz. Benim fiberden anladığım 1.7 milyon hanenin tamamına 1000 Mbit interneti yarın verebilmektir. Turkcell Superonline bunu yapabiliyor. O yüzden de bence Turkcell Superonline fiber konusunda Türkiye’de açık ara liderdir.


RÖPORTAJ Ama siz elmalarla armutları karıştırır gibi VDSL ile fiber karıştırıp ortaya yeni bir pazar payı çıkartırsanız orada rakamlar değişebilir. Ben 6 yıl önce Turkcell Superonline’da çalışmaya başladığımda VDSL’in fiber olmadığını biliyordum. Yeni teknoloji, geleceği olan teknoloji fiberdir. Yoksa biz de VDSL’e yatırım yapardık. Çok daha ucuz, çok daha basit bir teknoloji. Ama gelecek fiberde ve VDSL uzun vadeli bir yatırım değil. VDSL dediğiniz şey arabaya kanat takmaya benziyor. Hızlı gidiyor, belki de yerden biraz havalanıyor. Ama uçak değil. Fiber ise tam anlamıyla bir jet uçağı. Tüm bunları ortaya koyarak diyorum ki; Bence kaç haneye 1000 Mbit verilebiliyoruz ona bakalım, ona göre değerlendirelim. VDSL’de 1000 Mbit veremezsiniz. Ama fiberde biz bugün 1000 Mbit veriyoruz, yakın gelecekte

10.000 Mbit’i de yine aynı fiber üzerinden verebileceğiz. Çünkü bu ışık hızı, diğeri bakır kablo. İnsanları bu konuda yanlış yönlendirmemek lazım. En son bildiğimiz kadarıyla Kadıköy’de, sizin oturduğunuz bölgede fiber internet yoktu. Artık fiber erişiminiz mevcut mu? Evet, onu becerdik :) Kadıköy’de de artık fiber hizmeti veriyoruz ve ciddi bir kullanıcı kitlesine ulaştık. Bizim amacımız imkanlar el verdiği, yerel yönetimler destek olduğu sürece her yere fiber götürmek. Ulaştığımız hane sayısı her geçen gün artıyor. Kentsel dönüşüm size altyapı işleri bakımından bir avantaj sağlıyor mu? Evet, kentsel dönüşümün bize birtakım faydaları oluyor. Bunların başında binaların artık internet bağlan-

tısı düşünülerek inşa edilmesi geliyor. Hem TOKİ hem de müteahhitler binaları inşa ederken internet için gerekli kablo bağlantılarını da döşüyor. Eski binalarda bunu görmek zor. Yeni kablo çekmeniz lazım, bu kablolarını halı altından, duvara ‘U’ çivi çakarak götürmeniz lazım. Ama yeni binalarda her şey hazır oluyor. Biz kapıya kadar fiberi getiriyoruz, gerisi binada zaten mevcut oluyor. Bazı müteahhitler bizden modem örnekleri alıp duvarda bunun için bölme bile tasarlıyorlar. Yani duvarlar örülürken orada modemi koyacağınız yer bile hazır oluyor. Yüksek penetrasyonumuzun olduğu bölgelerde böyle çalışmalar bile var. Son sorumuz; İnternette sansür tartışmaları ve yeni yasalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu konuda biz tam ortada kalıyoruz. Yani konunun taraflarından biri değiliz. Yasalar ne gerektiriyorsa onu yapmakla yükümlüyüz. Öte yandan da kullanıcılarımızın mağdur olmasını istemeyiz. Umarım bu konuları kısa sürede aşarız. Çünkü böyle konularda fazla takılıp kalmak ülkenin yararına olmuyor. Herkesin sağduyuyla yaklaşıp, en uygun çözümün kısa zamanda bulunmasını diliyoruz. Hatırlarsanız daha önce böyle tartışmalar Aile Filtresi meselesinde de gündeme gelmişti. O konu zamanla aşıldı. Bu tartışmaların da zamanla çözüme kavuşacağına inanıyoruz. Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederiz Murat Bey. Ben de sizlere teşekkür ederim. // www.2fmagazine.com // 55


RÖPORTAJ

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

MEDITASYON İÇIN YAŞLANMAYI BEKLEMEYIN!

Y

ükselen Çağ Beden, Zihin ve Ruh Sağlığı Bütünlüğü Merkezi’nin kurucusu Ebru Şinik, aslında uzun yıllar bütünsel sağlık kavramına önyargılı yaklaşmış. Günün birinde meditasyonla tanışan Şinik, kısa sürede 17 yıllık profesyonel kariyerine son vermiş ve eğitmen olmaya karar vermiş. Başarılı bir kadın girişimci olan Ebru Şinik ile bütünsel sağlık felsefesi ve Yükselen Çağ üzerine konuştuk. Bugün siz iç huzura erişmiş ve insanlara da bu konuda destek olmak için çalışan biri olsanız da aslında geçmişte birçok ‘’stresli’’ görevde bulunmuşsunuz. Yani aslında yıllarca meditasyondan uzak bir hayat sürdürmüştünüz ve sonra meditasyon hayatınıza girdi. Bu açıdan belki de birçok insana örnek teşkil edecek bir hikayeniz var. Bize biraz Yükselen Çağ öncesi hayatınızdan bahsedebilir misiniz? Memnuniyetle. 17 yıllık profesyonel bir iş geçmişim var ve birçok farklı sektörde çalıştım. Bunlar arasında İMKB, gayrimenkul sektörü, film sektörü, dergi yayıncılığı ve reklam ajansı yöneticiliği gibi işler mevcut. Hatta iş hayatıma bir trafo fabrikasında asistan olarak başlamıştım. 24 yaşımdan itibaren fiziksel, zihinsel, ruhsal gelişim benim için hep önemli oldu. Her zaman yeniliklerin peşinde oldum. Bu kadar çok meslek değiş56 MART 2014 // 2f MAGAZINE

tirmemin sebebi de tatmin olamama hissi. Bir sektörde en fazla dayanabildiğim süre 7 yıl. Hayatımın o dönemlerinde de meditasyon karşıma çıkıyordu. Fakat hiç-

bir zaman denemedim ve denemeyi de reddettim. Çünkü genel olarak meditasyon nedir bilmiyoruz. Uzakdoğu felsefesiyle ilgili ve çok konsantrasyon gerektiren bir şey sanıyoruz. Bu


RÖPORTAJ önyargılar bende de vardı ve hep bir engel teşkil etti. Ta ki gayrimenkul danışmanlığı hizmeti veren bir şirkette yaşadığım duruma kadar. Kıdemli danışman olarak görev yapıyordum ve şirket ile ilgili raporların büyük bir bölümünü ben hazırlıyordum. O dönemde odaklanamama ve nefes alamama sorunları yaşamaya başladım. Kendimi kötü hissedip doktora gidiyorum, doktor “bir şeyin yok, ansiyete” diyor. Ama hayatım gayet güzel, ansiyete olacak bir durumum yok. En azından dışarıdan öyle görünüyordu. Sonra bir arkadaşım nefes egzersizlerine başlamamı önerdi. 4-5 seans nefes eğitimi aldım ve epey rahatladım. Tam bu esnada karşıma bir meditasyon semineri çıktı. O zaman öyle bir ruh halindeydim ki, denize düşen yılana sarılır misali meditasyonu da denemeye karar verdim. 2 günlük bir seminerde meditasyon yapmayı öğrendim ve o günden itibaren bu düzen hayatıma cuk diye oturdu. Çünkü o kadar rahatlatıcı bir şeydi ki. Her gün sabah yarım saat, akşam yarım saat olmak üzere meditasyon seanslarımı aksatmadan yaptım. Bu süreçte zihnim dinginleşti, berraklaştı, mutluluk hissim arttı. 3-4 devam ettikten sonra da çevremdeki insanlar bendeki değişimi farketti. İşyerindeki arkadaşlarım “Ebru Hanım ne yapıyorsunuz bilmiyoruz ama aynı şekilde devam edin” dediler. Demek ki onları çok baskı altında tutuyormuşum :) Eşim de evdeki hallerimden memnun olsa gerek “Sana çok iyi geldi, sen buna devam et” dedi. Meditasyon yaptıkça “Benim hayattaki amacım nedir?, Dünyaya neden

geldim, neler yapmalıyım?” gibi sorulara zihninizde çok net yanıtlar bulmaya başlıyorsunuz. Ben de bu sorular üzerine düşünmeye başladıktan sonra bir gün ne yapmam gerektiğine karar verdim ve “İşi bırakayım, meditasyonu dünyaya en iyi nerede öğrenebileceksem gidip orada eğitim alayım ve bunu insanlara öğreteyim” dedim. Meditasyon eğitmeni olmaya karar vermem

bu şekilde oldu. Dünyada meditasyonun merkezi diyebileceğimiz yerler nereler? Elbette en başta Hindistan geliyor. Fakat dostlarım beni Hindistan konusunda uyardı ve “yapamazsın” dediler. Çünkü ben hijyen standartları yüksek olan biriyim ve Hindistan’da bu konu sebebiyle çok zorlanacağımı söylediler. Ben de İngilizce konuşulan bir yere gitmek www.2fmagazine.com // 57


RÖPORTAJ tünlüğü Merkezi’nin temellerini attım. Chopra Üniversitesi’nde iki bölümü de tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndüm ve yaklaşık 1,5 yıldır Yükselen Çağ çatısı altında eğitimler veriyoruz. Ocak ayı itibariyle de Kadim Nefes Teknikleri Okulu adı altında bir okul açtık. Bu okul çatısı altında da her ay düzenli nefes eğitimleri veriyoruz.

istiyordum ve Amerika’yı araştırdım. Karşıma hemen Deepak Chopra’nın San Diego’da açtığı Chopra Üniversitesi çıktı. Benim için bulunmaz bir fırsattı çünkü Chopra bugün bütünsel sağlık denildiğinde en önde gelen liderlerden biri. İşimden hemen istifa etmedim, bir süre ücretsiz izin aldım ve Chopra Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Bir hafta sonra “evet burası” dedim ve meditasyon eğitimi almaya başladım. Eğitim alırken insanın ruhsal, zihinsel ve fiziksel açıdan sağlıklı olabilmesi için meditasyonun gerekliliklerden 58 MART 2014 // 2f MAGAZINE

sadece biri olduğunu farkettim. Ayurveda denilen sonsuz bir kadim bilgiler denizi vardı. Ayurveda kelimesi “Yaşam Bilimi” anlamına gelir ve neredeyse tüm insanlığın kadim bilgi birikimini inceler. Ben de bir bütünsel sağlık uzmanı olmak istediğim için Ayurveda da öğrenmem gerektiğini anladım ve meditasyona başladıktan 6 ay sonra Ayurveda eğitimi de almaya başladım. İkisini eşzamanlı şekilde yürüttüm. Tabi bu süreçte sürekli Türkiye’ye de gelip gidiyordum. Bu süreçte Yükselen Çağ Beden, Zihin ve Ruh Sağlığı Bü-

Meditasyonla nasıl tanıştığınızı sormadan önce aslında bunların doğru ve açık tanımlarını sormak isteriz. Çok sık duyuyor olsak da belki de bir çoğumuz gerçekte ne anlama geldiğini, neleri içerdiğini bilmiyoruz. Bize Meditasyon ve Ayurveda’yı tanımlayabilir misiniz? Bir cümleyle meditasyon: Bilimsel bir zihni dinlendirme tekniğidir. Meditasyon zihnimizdeki düşünceleri durdurmak değildir. Zihnimiz düşünmek için var. Meditasyonun amacı zihnimizde o düşünceleri yaratan, ortaya çıkaran merkezin, özümüzün farkına varmaktır. Biz buna “Beyond the mind” yani zihnin ötesi diyoruz. Zihnin ötesinde her zaman durgun bir alan var. Orası düşünceleri düşünen varlık. Yani benliğimizin temeli, yüksek benliğimiz. Meditasyon zihnimizdeki bu varlık ile barışmamızı, bütünleşmemizi ve ona ulaşarak istediğimizi alıp geri dönebilmemizi sağlıyor. Dolayısıyla meditasyon yaparken hiçbir zaman zihninizi susturmaya çalışmıyorsunuz. Meditasyon, duyularınızı izole ederek sizi normalde hissettiğinizin üzerinde bir farkındalığa ulaştırıyor. Birçok farklı meditasyon türü var. Fiziksel duyularla yapılan meditasyonlar da var. Fakat en etkili meditasyon Mantra Medi-


RÖPORTAJ tasyonu. Mantra Meditasyonu’nda 5 duyu birden izole ediliyor. Mantra’ların frekansı sesin frekansından bile yüksek olduğu için biz bunlara “supersonik” frekanslar diyoruz. Mantralar çok daha hızlı ve etkili biçimde meditasyon haline geçebilmenizi sağlıyor. O yüzden ben Mantra Meditasyonu öğretiyorum. Meditasyon neleri sağlayabilir? Özellikle iş dünyasının bu alana olan ilgisi neden artıyor? Meditasyon yaşam kalitemizi birçok anlamda yükselten bir uygulama. Bir numaralı konu stres yönetimi. Ona birazdan değineceğim. İkincisi uyku kalitemiz artıyor. Üç; insan ilişkilerimiz gelişiyor. Çünkü çevremize karşı daha duyarlı olmamızı sağlıyor. Yüksek tansiyon hastalarında tansiyonu düşürüyor. Gençlik hormonu salgılamamızı sağlıyor. Gündelik olarak bunlar bize nasıl fayda sağlıyor derseniz; Meditasyon sürecinde vücut “dingin farkındalık” denen bir duruma geçiyor. Beden dinlenirken zihnimiz uyanık ve mutlu durumda. Biz bu haldeyken kan basıncımız normale dönüyor, böbrek üstü bezlerimiz stres yerine gençlik hormonları salgılıyor. Düzenli meditasyon yapan insanlar bu etkileri meditasyon halinde olmadıkları zaman da yaşamaya başlıyorlar. Gün içerisinde stresli bir durumla karşılaştıklarında eskiden verdikleri tepkileri vermiyorlar. Dolayısıyla stresle daha kolay başa çıkmaya başlıyorlar. İş dünyası tabiatı itibariyle çok stres yaratan bir dünya. Elbette bebek doğduğundan itibaren stres yaşıyor. Ama iş dünyasındaki, özellikle de üst düzey

rekabetin yaşandığı sektörlerde stres çok daha fazla yaşanıyor. Tüm dünyada stres yönetimine karşı en etkili yöntem meditasyon olarak kabul ediliyor. Bu sebeple psikolog arkadaşlarım da iş dünyasından birçok ismi stresle mücadele eğitimi için bana yönlendiriyor. Ben de hem meditasyon hem nefes eğitimleri konusunda şirketlerde eğitimler vermeye başladım. Şimdiye kadar birçok kişi stresle mücadele için haplar kullanıyordu. Fakat haplar, ilaçlar sadece bir şeylerin üzerini örtmeyi sağlıyor, problemleri çözmüyor. Bu sebeple meditasyonun iş dünyasında çok sık tercih edilmeye başladığını görüyoruz. Meditasyonun üst gelir seviyesinin uygulayabileceği bir şeymiş gibi görünmesini neye bağlıyorsunuz? Zaman ve maddi kaynaklar açısından bu alana ne gibi harcamalar yapmak gerekiyor? Evet, Türkiye’de malesef böyle algılanıyor. Ama kesinlikle böyle değil. Bizim verdiğimiz eğitim iki yarım günlük, toplamda 9 saatlik bir eğitim. Bu 9 saat süresinde Chopra Üniver-

sitesi temel müfredatının bir özetini işliyoruz. Eğitime başlamadan önce de her adayın doğum tarihini Chropra Üniversitesi’nde Amerika’ya gönderiyoruz. Orada Vedik Matematik bölümü bu bilgiyi kullanarak kişinin doğduğu esnada evrenin yarattığı titreşimi tespit ediyor ve bunu kişinin mantrası olarak bize gönderiyor. Biz de seminer bittiğimde kişiye teslim ediyoruz ve bunu daha sonra meditasyon yaparken kullanabiliyor. Kişinin kendi Mantra’sı kendisi üzerinde eşsiz bir etkiye sahip oluyor, merkezi sinir sistemi üzerinde dinlendirici bir etki yaratıyor. Bu iki günlük eğitimin bedeli elbette herkes için ulaşılabilir olmayabilir. Ama meditasyon yapmak için illa bu eğitime gelmeye gerek yok. Evrensel meditasyon teknikleri hakkında her yerde bilgiler bulmak mümkün. İnternette aratıp, uygulayabilirler. Dolayısıyla meditasyonun bir gelir grubu, bir kültürel zorunluluğu ya da dini yok. Herkes istediği yoldan öğrenip bunu uygulamaya başlayabilir. Günde 20 dakika zaman ayırmak yeterli. Her gün 20 dakika uygulasawww.2fmagazine.com // 59


RÖPORTAJ

nız bile hem siz hem de çevrenizdekiler meditasyonun olumlu etkilerini hissetmeye başlayacaklar. Biz sabah yarım saat, akşam yarım saat olmak üzere günde 1 saat yapılmasını öneriyoruz. Ama hiç vaktiniz yoksa bile günde 5 dakika, 5 dakikadır. Hiç yapmamaktan iyidir. Meditasyon yapmak için belirli bir mekana da ihtiyaç yok. Toplantıya gittiniz ama başlamadan önce 10 dakika vaktiniz var. Dik oturun, gözlerinizi kapayın ve başlayın. Her meditasyon öncesi sorduğumuz 3 temel soru var; Ben kimim?, Gerçekten ne istiyorum?, Yaşama amacım nedir?. Bu soruları sorduktan sonra da istediğimiz bir niyeti belirtiyoruz. Böylece arabamızda bile meditasyon yapabiliriz. 60 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Türkiye, bu konuda nasıl bir noktada? Türkiye’de ilgi çok yüksek. Ama meditasyon dendiğinde halen çok bilinmiyor. Stres yönetimi, nefes eğitimi dediğimizde herkesin ilgisini çekiyor ve bunu kabul ediyorlar. Çünkü nefes eğitimi son dönemde iyice bilinir hale geldi ve insanlar bu konuya çok pozitif bakıyor. Birçok seminer ve eğitim veriyorsunuz. Ayrıca Yükselen Çağ kadrosunda sizin dışınızda da birçok isim yer alıyor. Bize Yükselen Çağ’da yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz? Yükselen Çağ’ı bir çatı olarak düşünün. Farkındalık eğitimleri sonsuz. Ayurveda, Meditasyon, nefes başlıkları altın-

da eğitimleri ben veriyorum. Ben yoga eğitmeni değilim. Yoga da başlı başına bir ilim ve birçok farklı fayda sağlıyor. Yükselen Çağ olarak meditasyon konusunda da üçüncü çözüm partnerleriyle çalışarak eğitimler veriyoruz. Bu kapsamda ilk eğitimlerden birini Chopra Üniversitesi Yoga Bölüm Başkanı Claire Diab ile birlikte gerçekleştirdik. Claire, Türkiye’ye geldi ve Kemer Country’de güzel bir etkinlik gerçekleştirdik. Dolayısıyla yoga da dahil olmak üzere tüm eğitimleri bir bütün olarak veriyoruz. Fakat illa onu, bunu, tüm eğitimleri alacağım diye bir şey yok. Siz hangisini kendinize yakın hissederseniz o alana odaklanıp çalışabilirsiniz. Vaktiniz çok dar ise günde 10 dakika kadim nefes teknikleri çalışın. Bunun yanında bütünsel sağlık için omurilik sağlığı çok önemli.


RÖPORTAJ

Bu sebeple mutlaka omurilik sağlığımızı korumak için egzersiz yapmak gerekiyor. Yoga, pilates ya da yüzme bunlara örnek olarak verilebilir. Biz Yükselen Çağ olarak herkes ile işbirliğine açığız. Birlikte çalıştığımız, eğitimler verdiğimiz birçok konusunda uzman, değerli eğitmen var. Bizim çatımız altında bulunmayan konularda ise eğitimler veren kişiler için gerekli tanıtımları yapıyoruz, insanların faydalanmasını sağlıyoruz. Sadece İstanbul’da mı eğitimler yapılıyor? Sadece İstanbul’da değil. Birçok farklı şehire gidiyoruz. Örneğin şu sıralar İzmir’de bir seminerimiz oldu. Oradan yoğun bir talep vardı, biz de seminerimizi düzenledik. Genellikle 12 kişilik bir grubun oluştuğu her yere gidiyoruz. Bölge – şehir sınırlamamız yok. KAGİDER ile birlikte de çalışmalar yapıyorsunuz. Bunlardan kısaca bahseder misiniz? Ben KAGİDER üyesiyim. Bir kadın girişimci olarak derneğin çalışmalarında aktif olarak rol alıyorum. Çok sektör

değiştirmiş ve hamdolsun her sektörde başarılı olmuş biri olarak da gençlere ilham vermek isterim. KAGİDER çok faydalı işler yapıyor. Kadınlarımıza destek olmak, üretmelerini, istihdama katkı yapmalarını sağlamak, kendi ayakları üzerinde durmalarına yardım etmek için birçok çalışma yapıyoruz. Ben aynı zamanda TurkishWin üyesiyim. O da çok faydalı bir organizasyon. Elimden geldiğince sivil toplum örgütlerini desteklemeye çalışıyorum. Çünkü her şeyi devletten bekleyemeyiz. Sivil toplum örgütlerine ve kişisel gelişime destek olmamız gerekiyor. Bir eğitmen olarak hobileriniz neler? Boş zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Meditasyona başladıktan sonra hobileriniz değişti mi? Bazıları değişti, bazıları değişmedi. Değişmeyenlerin başında yüzme geliyor. Ege’nin mavi sularında yüzmeye bayılırım. Soğuk sularda yüzmeyi çok severim. Yüzme en büyük hobim. Meditasyonla birlikte müziğe olan ilgim arttı. Mantra müziklerini çok severek dinlemeye başladım. Herkese de

tavsiye ederim. Ruh halini değiştiren, dinlendiren müthiş müzikler. Hatta bundan 2 ay önce Seda Bağcan ile tanıştım. Kendisi Mantra müzikleri konusunda dünyanın en saygın isimlerinden biri. Ben onun müziklerini dinlemeye başladığımda onun bir Türk olduğunu bilmiyordum. Öğrendiğimde çok utandım. Geçtiğimiz günlerde Kırım Kilisesi’nde bir konserine gittim ve tam 1,5 saat konseri ağlayarak izledim. Gerçekten müthiş bir enerjisi var. Benim hobim bundan sonra Ayurvedik bilgilerdir diyebilirim. Dünyanın her yerinden kadim bilgileri öğrenebileceğim kitapları buluyorum ve okuyorum. Bununla birlikte New Mexico’da American Instute of Vedic Science’da Ayurveda bilimi eğitimi almaya da devam ediyorum. Bizim sorularımız bu kadar. Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Ben son olarak şunu söylemek istiyorum; bilinçli seçimler yapmak çok önemli. Bilinçli seçimler yaparak kaderimizin dizginlerini elimize alabiliriz. Bilinçli seçimler yapabilmek için de zihnimizin yorgun olmaması lazım. Lütfen herkes yaşam kalitesini yükseltecek uygulamaları günde 5 dakika, 10 dakika da olsa uygulamaya çalışsın, hayatına entegre etsin. Bu bir nefes egzersizi olabilir, yoga olabilir, meditasyon olabilir. Zaman yok demeyin, zaman bir şekilde bulunur. Sonuçta bunlar sizden bir şey götürmeyecek, tam tersine hayatınıza çok şey katacak. Herkes için yüksek yaşam kalitesi diliyorum. Herkesin daha farkında, daha mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşam amacını bulabilmesini diliyorum. // www.2fmagazine.com // 61


RÖPORTAJ

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

TAM ZAMANLI ANNE:

ç o k l a M e Gamz

Kendini “Tam zamanlı Anne” olarak tanımlayan Gamze Malkoç, bebeği uğruna kariyerinden vazgeçmiş fakat daha sonra kariyerini annelik üzerine inşa etmeye başlamış bir kadın. Özellikle annelerin büyük ilgiyle takip ettiği LeGa BeBe’nin sahibi olan Gamze Malkoç ile Türkiye’de annelik üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Ben Gamze Malkoç. 1985 Malatya doğumluyum. 5 yaşımda İstanbul’a geldim ve tüm eğitim hayatımı İstanbul’da geçirdim. Anadolu Lisesi’nden mezun oldum ve Marmara Üniversitesi’nde İktisat bölümünü bitirdim. Peşinden yine Marmara Üniversitesi’nde Uluslararası İktisat ve Para Yönetimi bölümünde yüksek lisans yaptım. Meslek yaşantıma ilk olarak mobilya firmalarında proje yöneticisi 62 MART 2014 // 2f MAGAZINE

olarak başladım. Hastane, işyeri gibi mekanlarda oturma grupları vs. proje tasarımlarını gerçekleştiriyordum. Sonrasında ise Enkay Grup bünyesinde çalışmaya başladım. Enkay Grup benim için özel hayat anlamında bir dönüm noktası oldu. Çünkü eşim Levent Malkoç ile orada tanıştım. O benim müdürümdü ve tanıştıktan bir süre sonra evlenmeye karar verdik. Yüksek lisansımın bitmesine kısa bir süre varken hamile kaldım ve Berra ailemize katıldı.

Aslında anne olmadan önce kariyerinize bir başlangıç yapmıştınız. Berra’nın doğumuyla birlikte eski işinizi bıraktınız ve LeGa BeBe ortaya çıktı. Bu süreç sizin için kariyerinizden vazgeçmenin yarattığı bir boşluk muydu yoksa her zaman bir blog oluşturmayı düşünüyor muydunuz? Aslında kafamda blog projesi yoktu. Zaten yüksek lisansı tamamladığımda yeniden çalışmak istiyordum. Fakat hamile olduğumu öğrendiğim-


RÖPORTAJ de düşüncelerim değişti. Benim işim çoğunlukla masa başında geçmiyordu. Gün içerisinde birçok yere gitmem gerekiyordu. Dolayısıyla sürekli bir koşuşturmaca, trafik, akşam eve yorgun gelme durumu beni tedirgin etti. Kendime “Hamileliğini böyle geçirmek istiyor musun?” diye sordum. Cevabım hayır oldu ve çalışma hayatıma dönmedim. Ben bebeği büyükanneye, bakıcıya bırakmaya da çok razı değilim açıkçası. Elbette maddi zorunluluklar yüzünden bu yola gitmek zorunda olan anneler var. Onları eleştirmiyorum. Fakat eğer bir anne evde, çocuğuyla birlikte vakit geçirebilecek durumu varsa mutlaka ona kendi annelik yapmalı. Diğer durumda siz kendi annenize emanet etseniz dahi bebeğinizin temel eğitimi konusunda sıkıntılar oluşacaktır. Allahtan benim çalışmamam maddi açıdan ailemiz için çok büyük bir problem değil. Elbette işe girmiş olsam ekonomik anlamda daha rahat oluruz ama bu şekilde de sürdürebiliyoruz ve ben bebeğimi kendim büyütüyorum. Benim LeGaBeBe’deki mottom da “360 derece annelik”. Her anlamda bebeğimi eğitmeye ve ona annelik yapmaya çalışıyorum. Ben bile çok zorlanıyorum tüm gün Berra ile birlikte olduğum zamanlar. Hele ki ilk başlarda henüz yürümeye başlamamışken sürekli kucağımdaydı. Akşam eşimin gelmesini dört gözle bekliyordum. Ben bile bu kadar zorlanırken annemin benim bebeğimle uğraşması gerçekten çok zor olacaktı. Sonuçta onun da bir sosyal hayatı var. Peki LeGa BeBe nasıl doğdu? Ben okul yaşantım devam ederken çalışmaya başlamıştım. Bir noktadan

sonra okula sadece sınavlar için gidiyordum ve tam zamanlı bir işim vardı. Dolayısıyla hayatım belli bir düzene, aktif çalışmaya odaklanmıştı. Sonra birden tüm bunları bırakınca evde kendimi çok kısıtlanmış hissettim. Hatta bazen “yeter artık, ben de çalışmak istiyorum. Çocuğumu biraz özleyeyim. Kendimi böyle işe yaramaz hissediyorum” gibi söylemlerim de oluyordu. Ne yapabilirim diye düşündüm ve evde

bir şeyler üretmeye karar verdim. Aklıma blog projesi geldi. Bu sayede bir şeyler üretebilecek, başka insanlara dokunabilecektim. Bu benim için çok önemli bir şey. Çünkü benim yazdıklarım bir kişiye bile yeni bir şeyler öğretiyorsa dünyalar benim olur. Dolayısıyla blog projesi bana uygun bir fikirdi ve LeGa BeBe’yi açtım. İlk başlarda fazla ziyaretçim yoktu tabi. Ama site zamanla yüksek trafik alwww.2fmagazine.com // 63


RÖPORTAJ yüzden “iyi ki sen bizden önce doğurdun, hiç araştırma yapmamıza gerek kalmadı” diye de bana takılıyor. Genelde ben ne yazdıysam onlar da alıp uygulamış. Umarım birçok kişiye bu şekilde katkım dokunuyordur.

maya başladı ve çok güzel bir noktaya geldi. Artık sadece yazı yazmıyorum, marka toplantılarına ve etkinliklere de gidiyorum. Bunlar hep anne-çocuk üzerine olduğu için yanımda Berra’yı da götürüyorum. Bazen eşim “Benden daha yoğun programın var artık” diyor :) Bazı günler bir toplantıdan öbürüne çok hareketli geçen günlerim oluyor. Berra’yı okula bırakıyorum, okuldan alıyorum, arkadaşlarıyla oyuna götürüyorum, dolaşmaya çıkıyoruz sonra akşam eve bir geliyorum evde yemek yok. Sanki mesaiden çıkıp gelmişim gibi makarnaya talim ediyoruz :) LeGa BeBe’nin basit bir “günce” halinden oldukça kapsamlı ve profesyonel ilerleyen bir blog haline dönüşmesi nasıl oldu? Bu konuda en önemli etken “pre64 MART 2014 // 2f MAGAZINE

matüre” süreci oldu. Berra 33 haftalıkken doğdu ve bu sebeple 18 gün yoğun bakımda kalması gerekti. 19. Günde biz ancak bebeğimizle eve gidebildik. Bu süre içerisinde prematüre bebeklerle ilgili konuları çok araştırdım. Çünkü bebeğimin başına gelecekleri, neler yapmam gerektiğini öğrenmek istiyordum. Fakat araştırmalarımda hiç duygu barındıran yazıya rastlamadım. Hepsi doktor gözüyle yazılmıştı. Bir annenin duygularıyla bu konuyu ele alan hiç olmamıştı. Bu LeGa BeBe’nin temelini oluşturdu diyebilirim. Ben neler yaşadığımı annelik hisleriyle kendim yazmaya karar verdim. Özellikle prematüre süreciyle ilgili birçok şey yazdım. “Ben bu bilgileri aratıyorsam başkaları da aratır” şeklinde düşünüp denediğim yöntemleri ve ürünleri yazdım. Bazı arkadaşlarım bu

Yazdığınız konular üzerine bir eğitim alma imkanınız oldu mu? Çoğunlukla kendi kendimi geliştirdim diyebilirim. Birçok farklı kaynaktan okuyup bilgiler edindim. Bunun yanında blog belli bir noktaya geldikten sonra markaların eğitimlerine katılmaya başladım. Örneğin; geçtiğimiz günlerde bir tuvalet eğitimine Berra ile birlikte katıldık. Seminerlere katılıyorum, orada uzmanları dinliyorum. Yazılarımı da genelde bu şekilde yazıyorum. Yani uzman görüşleriyle kendi annelik deneyimlerimi birleştirip o şekilde bir yazı ortaya çıkarıyorum. Yoksa “kesinlikle bebek bezini hayatınızdan çıkarın. 3 günde hallolur” tarzında yazılar var her yerde. Ama o 3 gün hiç de öyle kolay geçmiyor. Tuvalet eğitimiyle geçen 3 günümüz belki de Berra ile yaşadığım en stresli günlerdi. Dolayısıyla bunu deneyimlerle, duygularla yansıtmak diğer anneler için daha faydalı oluyor. Siz de bahsettiniz, çok yoğun bir hayatınız var. Belki bir işte çalışmıyorsunuz ama sizin için “tam zamanlı anne” dersek yanlış olmaz heralde. Zamanınızı nasıl organize ediyorsunuz? Sabah kalkıyoruz ve Berra kahvaltısını ediyor. Kahvaltıyı ben hazırlıyorum ama kendisi tek başına da yiyebiliyor. O esnada ben hazırlanıyorum, kahvaltısı bitince Berra’yı hazırlıyorum ve çıkıyoruz. Gün içerisinde sırasıyla ne


RÖPORTAJ yapılması gerekiyorsa hep birlikte gidiyoruz. Bir seminer bile olsa ben Berra’yı yanımda götürüyorum ve yanımda oturtuyorum. Bu sebeple bazen bana “kaygısız anne” diye takılıyorlar :) Ben çocuğunun üzerine titreyen “aman bir şey olursa” diyen bir anne değilim. Berra’yı biraz serbest bırakmayı seviyorum. Ben işimi yaparken o çocuklar için ayrılmış alanda oynayabiliyor. Zaten böyle olmasa birbirimize katlanamayız diye düşünüyorum. Çocuk benden bunalır, ben işimi yapamam mutsuz olurum. Annelikte en önemli noktalardan biri önce annenin mutlu olması. Çünkü anne mutlu değilse çocuğunu mutlu edemiyor. O yüzden anne bir şekilde kendi mutluluğunu koruyacağı bir düzen oturtmalı. Bana en çok sorulan sorulardan biri de yemek ve uyku düzeni. Bunca koşuşturmaca arasında bu düzeni nasıl koruduğumu soruyorlar. Ben bu konuda toplantılarımı Berra’ya uydurmaya çalışıyorum. Örneğin; size röportaj için saat 12:30’u söylememin sebebi de buydu. Çünkü Berra bu saatlerde öğle uykusunda oluyor, ben de rahatça röportajımı yapabiliyorum. Bundan sonra LeGa BeBe ile ilgili planlarınız neler? Ben LeGa BeBe’ye yazarken büyük keyif alıyorum. Hedefim bu keyfi kaybetmeden daha profesyonel bir noktaya gelmek. İnsanlar elbette her sabaha kalkıp “acaba Berra ile Gamze neler yaptı?” diyerek benim blogumu açmıyor. Nasıl tuvalet eğitimi verdim, uyku eğitimi konusunda neler uyguluyorum bunları merak ediyorlar. Ben de bundan sonra annelik deneyimlerim ve uzmanların fikirleriyle birlikte bu

yazılarımı artırmak, daha özgün içeriklerle daha fazla insana dokunmak istiyorum. Uzun vadeli bir hedefim ise bir yer açmak. Bu bir parti evi ya da yuva gibi bir şey değil. Hem annelerin hem çocuklarının gelebileceği, hem eğitici hem de eğlendirici etkinlikler düzenleyen bir atölye gibi. İnşallah gelecekte fırsatım olursa, böyle bir projem var. Türkiye’de, İstanbul’da anne olmanın ne gibi zorlukları var? Bunu yurt dışında başka ülkelerdeki an-

nelerin durumuyla kıyaslama şansınız oluyor mu hiç? Ben çocuğa verilen her türlü eğitimin arkasındayım. Bazı anneler bilerek ya da bilmeyerek bazı eğitimlere karşı çıkabiliyor. Bazıları araştırıp okuyup “bu bana mantıklı gelmedi” diyor, bazıları ise sadece başlığa bakıp “bebek ağlatılır mı hiç” diye kesip atıyor. Ben tüm eğitimlerin bir amacı olduğuna ve bebek üzerinde olumlu bir etki yarattığına inanıyorum. Benim yaşadığım zorlu tecrübe bir anlamda şansım oldu. Prematüwww.2fmagazine.com // 65


RÖPORTAJ

re sürecindeyken Berra, orada 20’ye yakın prematüre bebekle aynı saatte uyuyor, aynı saatte uyanıyor ve aynı saatte yemek yiyordu. Sonra hastaneden çıkarken de bana aynı düzeni devam ettirmemi söylediler. Ben de o sıralar bu konularda çok tecrübeli olmadığım için hastanedeki düzene devam ettim. Zamanla bunun önemli faydalarını gördüm. Bir kere “her bebek farklıdır” düşüncesi bu noktada doğru değil. Elbette arada çok özel ilgi gerektiren bebekler olabilir. Ama ben hastaneden çıktıktan sonra diğer pre66 MART 2014 // 2f MAGAZINE

matüre anneleriyle de görüştüm ve hepsi aynı düzeni devam ettirmiş ve çok memnun kalmıştı. Daha sonra araştırdığımda öğrendim ki yurt dışında bebek bakmak konusunda farklı ekoller var. İngilizlerin, Almanların bu konuda yayınladığı ünlü kitaplar var. O ekoller hakkında bilgi edindikçe anladım ki hastanede benim bebeğime de o ekollerin öğretileri uygulanmış. Bu kurallar başta yanlış gibi gelebiliyor ama bir süre sonra bebeğinizin öğrendiğini ve doğru yolda ilerlediğini görüyorsunuz.

Özellikle Avrupalılar her hareketlerini önceden planlıyorlar. Bir sonraki adım her zaman belli. Dolayısıyla çocuklar da bir süre sonra o düzeni öğreniyorlar. Bizde yan masanızdaki ailenin yanında çocuğu varsa bu tedirginlik sebebidir. Çünkü rahat durmaz, sesler çıkarır, ağlar ve sizi de rahatsız eder. Ama Avrupa’da bebekler restoranlarda aileleriyle birlikte sessiz sakin yemek yiyor. Çünkü o saatte yemek yenmesi gerektiğini biliyorlar. Oyun saatinin ne zaman geleceğini de biliyorlar. Bu yüzden rahatlar. Bizde en büyük sorunlardan biri de anneye eşlik eden üçüncü kişiler. Mesela doğumda lohusanın yanında 40 gün birisi kalır, böyle bir inanış vardır. Fakat o 40 gün boyunca anne için kolaylıktan çok sorun oluşur. Çünkü genelde kayınvalide, görümce vs. sizinle kalır ve o daha önce de çocuk büyüttüğü için “her şeyi bilir”. Ben müsaade etmedim, Berra’yı hep yalnız başıma büyüttüm. Ama buna rağmen annem bazen gelip “bu çocuk ağlıyor, kesin karnı aç” şeklinde müdahele ediyordu. Halbuki ben Berra’ya 5 dakika önce bir biberon süt içirmişim. Yani bu süreçlerde 3. kişiler anne üzerinde çok baskı ve stres yaratıyor, eskiden kalma bilgilerle bebeği büyütmeye çalışıyor. Evet, büyüklerimizden gelen bazı öğretiler doğru ama bazıları da yanlış. Peki devletin anne-bebek sağlığı konusuna yaklaşımını nasıl görüyorsunuz? Eksik olduğunu düşündüğünüz noktalar var mı? Anne sütü konusunda yapılan çalışmalar oldukça önemliydi ve ben etkisini de gördüğümüze inanıyorum. Ama bence en büyük sorunlardan biri


RÖPORTAJ

de sezeryan doğum konusu. Ben prematüre bir doğum olduğu için normal doğum yapamamıştım. Ama birçok arkadaşım sancısı gelip normal doğum için hastaneye gittiği halde sezeryan doğum yapmak zorunda kaldı. Burada doktorların yanlış yönlendirmeleri oluyor. Elbette zaman zaman annenin ve çocuğun sağlığı için sezeryan doğum yapılması gerekebilir. Fakat çoğunlukla doktorlar fiziksel yorgunluk yarattığı ve daha uzun sürdüğü için normal doğum yaptırmak istemiyor. Bunun yerine bir şekilde anneyi

sezeryan doğuma ikna ediyorlar. Ben bu konuda devlet tarafından bir denetleme yapılması gerektiğini düşünüyorum. Devlet karşılasın diye bütün sezeryan doğumlar zorunlu olarak rapor ediliyor. Ama hepsi zorunlu değil ve doktorun keyfi kararı. Nasıl yapılabileceği konusunda çok fazla fikrim yok açıkçası. Sonuçta insanlar da genelde doktorlarına güveniyor ve sezeryan doğumu kabul ediyor. Ama buna bir sınırlandırma getirilmesi şart. Aslında doktorlara koşulsuz güven duymak çok doğru değil. Örneğin;

ben anne sütü dostu bir hastanede doğum yaptım ve bunun faydasını gördüm. Hiçbir şekilde bize mama önerilmedi. Ama bir keresinde muayene için başka bir “anne sütü dostu” ibaresi bulunan hastaneye gittiğimde bana hemen mama reçete edildi. Eğer ben bilmiyor olsam bebeğimin reflü problemi var diye anne sütü yerine mama vermeye başlayacaktım. Ben tecrübeli olduğum için buna karşı koydum ve doktorumu değiştirdim. Ama herkes tecrübeli olmayabiliyor maalesef. Doktorların ilaç firmalarıyla sıkı ilişkiler içinde olması sizi her problemde mutlaka bir ilaca yönlendiriyor. Bu insanlar için pek iyi sonuçlar doğurmuyor. Ayrıca organik kelimesinin içi de çok boşaldı. Devletin bu konuda da bir şeyler yapması gerekiyor. Artık şehirde gönül rahatlığıyla yiyebileceğimiz şeyler bulmak oldukça zor. Dolayısıyla bence beslenme konusunda da devletin organik tarım konusuna el atması gerek. Organik ürünler bu kadar pahalı olmamalı. Son olarak eğitim konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Şuan özel kreşlere, okul öncesi eğitim veren kurumlara baktığımızda fiyatlar aylık 1500 – 1800 TL arasında değişiyor. Her ailenin bu rakamları ödemesi mümkün değil. Sonra anne- baba geceli gündüzlü çalışmak zorunda kalıyor. Sadece okul öncesi dönem değil. İlkokul, lise, üniversite konusunda da bir özel okul furyası var. Bu bütçeleri herkes karşılayamıyor. Özel okulu reddetmek de pek mümkün değil. Çünkü en iyi öğretmenler orada çalışıyor artık. Devletin bu konuya da farklı bir özen göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bu çok büyük bir konu ve çözümü gerçekten çok zor. // www.2fmagazine.com // 67


Dyt. Bengi ÇETİNER SAĞLIK

SAĞLIK

NEDİR BU MUCİZEVİ

K İ N OA?

F

iziksel yapısı itibariyle biraz bulgura ama daha çok, küçük bir mercimek tanesine benzeyen Kinoa, Kazayağı Bitkisi’nin tohumuna aittir. Tahıllara benzer yönleri vardır ancak buğdaygillerden değildir. İşin aslı ıspanak veya pancar ailesinden gelen bitkilere daha yakın olup, etli ve besleyici yaprakları olan ve yaylalık kıraç arazilerde yetişen otsu bir bitki çeşididir. Her türlü toprağa uyum sağlayabilen ve tadı buğday ile pirinç arasında olan Kinoa’nın açan çiçekleri yüksek besin değerine sahip küçük tohumlara dönüşür ve bu tohumlarda doğrudan yada öğütülerek, kurutularak tahıl olarak tüketilir. Bu sebeple Kinoa’nın tahıl olduğu söylenir.

68 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Kİnoa’nın tarİhİ… Kinoa’nın geçmişi arkeolojik verilere göre günümüzden 7.000 yıl öncesine dayanır. Kinoa’nın keşifçileri ise Güney Amerika And Dağları üzerinde İnka Uygarlığı’nı kuran inkalılardır. Kinoa, İnka halkının en önemli besin kaynağıymış bir zamanlar.. Manevi değeri oldukça yüksek olan Kinoa bitkisinin ilk hasadı imparator tarafından yapılırmış. İspanyol fatihlerinin 1500’lü yıllarda inka uygarlığını yok etme çabası ile Kinoa üretimi 400 yıl kötüye gitmiştir. Son 3 yıldır ABD’yi kasıp kavuran Kinoa Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından 2013 yılı “Kinoa Uluslararası Yılı” olarak ilan edilmiştir. 2011 yılında ülkemize giren Kinoa Türkiye’de daha yeni yeni tanınmak-

tadır. Grosmarket ve daha çok ekolojik ürünler satan marketlerde bulunabilen Kinoa özellikle sağlıklı beslenmeye özen gösteren insanlar tarafından kullanılmaya başlandı.

Kİnoa ve faydaları! Kinoa diğer tahıllarla karşılaştırıldığında yağ içeriği daha yüksektir ancak bu yağ içeriğinin çoğunluğunu çoklu doymamış yağ asitleri (PUFA) oluşturur. Bu yağ asitleri anti inflamutar etki gösteren ve kalp sağlığı için faydalı olan omega-3 yağ asiti ve alfa-linolenik asit (ALA) içeriğinden zengindir. Çalışmalar Kinoa’da bulunan yağ içeriğinin zamanla okside olmadığını göstermiştir. Kaynama sırasında Kinoa’nın besin kalitesi ve yağ içeriği


SAĞLIK korunur. Bu bulgu beslenme açısından harika bir haber! Ayrıca bitkisel protein olduğu için kolesterol içermez! Kinoa, hayvansal gıdalarda bulunan besinler kadar fazla protein içerir. Pirinç ve bulgurdan 4 kat fazla protein içerir. Ayrıca Kinoa’nın protein yapısı buğdayda olduğu gibi değildir ve gluten içermez bu özelliğinden dolayı hazmı da kolaydır. Bazı kişilerin gluten proteinini sindirme konusunda hassasiyetleri vardır. Tahıl grubundan olup da gluten içermeyen Kinoa, çölyak veya gluten intoleransı olan kişiler için mucizevi bir besindir. Vegan beslenenlere, yüksek demir içeriği nedeni ile kansızlık problemi yaşayan kişilerde bu besinden rahatlıkla faydalanılabilir. Kinoa ayrıca yüksek miktarda lif içerdiğinden dolayı kabızlık problemi çekenler beslenme planınızda bu besine yer vermeyi unutmayın! Zayıflama programında olan kişiler Kinoayı sebzelerinde, salatalarında, kahvaltı da müsli olarak kullanıp diyetlerinde çeşitlilik yaratabilirler. Ayrıca glisemik yükü oldukça düşük olduğu için bu besini kan şekeri problemi veya diyabeti olan kişiler rahatlıkla tüketebilirler. Aynı zamanda Kinoa güçlü kemik ve dişler için gerekli olan ve menapozlu bi-

reyler için ilaç görevi gören kalsiyumdan da zengindir. Tahıllarda kalsiyumun yok denecek kadar az bulunduğunu söylersek Kinoa diğer tahıllarla karşılaştırıldığında kalsiyum açısından da bir adım önde… Kinoa’nın en mucizevi özelliği yaşlanmayı geciktiren, hücreleri koruyan süper oksit dismutaz enzimi içermesi. Bu enzim dokulara hasar veren serbest radikallerin zararlı etkilerini önlüyor! Kinoa’da bulunan quercetin, kaempferol ve E vitamini vücudu oksidatif strese karşı koruma görevi görür. Yani DNA’yı koruyarak hücre yaşlanmasını önler, hücre mutasyonlarını engelleyerek hücreleri kansere karşı korumaya yardımcı olabilir.

Nasıl pİşİrİlİr? Kinoa genellikle pirinç ile aynı şekilde pişirilir ve çok çeşitli yemeklerde kullanılır. Kinoa bulgur kıvamında bir tahıl olduğu için Türk damak tadına uygundur. Bulgurun ve pirincin kullanıldığı her yerde Kinoa’yı kullanabilirsiniz. Ölçüsünüde bulgur yada pirinç gibi kullanabilirsiniz. Kendine özgü bir lezzeti vardır ve belirgin kokusu yoktur. Kinoa’yı pişirmeden önce içeriğindeki enzimi harekete geçirmek için birkaç saat suda bekletin. Eğer bu işleme ayıracak vaktiniz yoksa bol suyla yıkamalısınız! Her iki durumdada Kinoanızı yaklaşık 15 dakikada pişirebilirsiniz. Kinoa’yı haşladıktan sonra salatanıza ekleyip tüketebilirsiniz ve böylece diyetinize yeni bir alternatif yaratmış olursunuz. Ayrıca sebze, kırmızı ve beyaz et yemeklerinize, çorbalarınıza da keyifle ekleyebilirsiniz. Sabah kahvaltılarında müsliden vazgeçmeyenler Kinoa’yı kavurup iri iri dövüp müslinize katabilirsiniz. Un haline getirerek şeker ve un kullanmadan hamur işlerinde veya ekmek yapımında kullanabilirsiniz. Garnitür olarak yemeklerinizi lezzetlendirebilirsiniz. Pilav, dolma veya sebzelerinizi kullanarak kısır yapabilirsiniz. // www.2fmagazine.com // 69


Dr. Deniz ÖNER // deniz@2fmagazine.com SAĞLIK

HASTALIKLARIN TEDAVİSİNDE HOLİSTİK (BÜTÜNLEYİCİ) YAKLAŞIMLAR

Y

ıllar önce babaannemin ve onun yaşıtlarının çok ilaç vermeyen doktordan hiç memnun kalmadıklarını hatırlarım. Bir tören hassasiyetiyle avuç avuç yutulan o rengârenk haplara olan inançları bizim için biraz da eğlence konusuydu. Yıllar içinde biz de basit şikâyetlerimizde kendi koyduğumuz tanılarla, daha ciddi görünen durumlarda modern tıbbın olanaklarını kullanarak, bazen de eş-dost önerisiyle birçok ilaç kullandık. Kronik sağlık sorunları ile ilaçları yaşamlarının önemli bir parçası olan yakınlarımızda bu durum devam ediyor. Üniversite yıllarında otomobil satıcılığı işi yapan İnancın Biyolojisi kitabının yazarı Dr. Bruce H. Lipton ilaç çılgınlığını hatırlatan anısını şöyle anlatıyor: 70 MART 2014 // 2f MAGAZINE

“Bir gün kızgın bir kadın dükkâna girdi. Aynı problem yüzünden birkaç defa tamir edilmesine rağmen, arabasının “servis motor ışığı” sürekli yanıyordu. Kim bir cuma öğleden sonra çözülmeyen bir problem ve kızgın bir müşteri ile uğraşmak isterdi? Bir tamirci dışında herkes sessizdi. Tamirci, “Ben hallederim” dedi. Arabayı tekrar iç kısma sürdü, gösterge tablosunun arkasına geçti, sinyal lambasındaki ampulü çıkardı ve attı. Daha sonra kendine bir Cola açıp sigarasını yaktı. Müşterinin arabanın gerçekten tamir edildiğini düşüneceği kadar zaman geçtikten sonra, tamirci geri döndü ve kadına arabasının hazır olduğunu söyledi. Uyarı ışığının sönmüş olduğuna sevinen kadın mutlu bir şekilde oradan ayrıldı. Problemin nedeni hala var olsa da, belirti ortadan kalkmıştı.’’ Bugün modern tıbbın teknolojiden

de yararlanarak birçok görüntüleme, analiz yöntemi kullanarak gerçekten çok önemli hastalıkları tanıyıp tedavi ettiği yadsınamaz bir gerçek. Ancak ilaçların yan etkileri nedeniyle oluşan belirtileri ya da onların neden olduğu yeni hastalıkları ortadan kaldırmak üzere başka ilaçlar kullanılması; ya da gerçekten bir hastalık olup olmadığı tartışılan durumlar için tedaviler tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Sağlığımız onun hakkındakİ İnançlarımıza uyum sağlar Gerçekten kimyasal olarak elde edilen bu ilaçlar işe yarıyormu? Yoksa bu bir inanç mı? Bazı insanlar ilaç kullanıyor olduklarına inandıklarında (asılsızca) iyileştiklerini öğrenirler. Hastalar bir şeker tableti alarak iyileştiklerinde, tıp bu durumu Plasebo (yalancı ilaç) Etki-


SAĞLIK lojik sistem ve dolaşım sistemi aracılığıyla bedenimizi doğrudan etkiler. Aynı yolla, bedensel sağlık da beyne gönderdiği sinyallerle duygu ve ruh durumumuzu şekillendirir. Milyarlar ve milyarlarca nörotransmitter, peptid, hormon gibi kimyasal molekül, beyni bedene, bedeni beyne bağlar. Yani, beyin ve beden birbirinden bağımsız çalışan organ ve sistemler değildir. Holistik Tıp bu nedenle, kullandığı metotlarla, tüm sistemi birlikte ele alır. Amaç, sağlık sorunlarının çözümünde öncelikle, en az yan etkili ve doğal yöntemleri kullanmak ve sadece hastalık belirtilerini geçici bir süreyle gidermek yerine sorunların kökenine inerek tedavi etmektir. Dolayısıyla, holistik tıp, modern tıbbın alternatifi değil, onu da içeren daha bütüncül bir sağlık modelidir. Hastanın eğitilmesi ve tedavi sürecinde sorumluluk alması, holistik tıbbın ana ilkelerindendir. si olarak adlandırır. Bu zihnin beden üzerindeki gücünün, inancının göstergesidir. Zihin pozitif düşüncelerle sağlığını iyileştirir ve bu durum Plasebo (yalancı ilaç) etkisi olarak adlandırılır. Tersi bir durumda, yani zihin negatif düşüncelerle meşgul olduğunda bu sağlığımıza zarar verir. Bu durum ise Nosebo Etkisi olarak adlandırılır. Tıpta Nosebo etkisi en az Plasebo etkisi kadar güçlü olabilir. Zihinsel ve ruhsal sağlığımızın bedensel sağlığımızı direk etkilediğini artık çok iyi biliyoruz. Bu gerçekle artık günümüzde yeni bir sağlık anlayışı gelişmeye başladı. Buna Holistik (bütünleyici ya da tamamlayıcı) yaklaşım

demek mümkün.

Holİstİk Tıp Nedİr? ‘’Holistik’’, tümü kapsayan, bütüncül anlamına gelen bir sözcüktür. Tıp sözcüğüyle birlikte kullanıldığında ise, arzulanır düzeyde bir sağlıklılık durumu için, fiziksel, duygusal, sosyal ve manevi boyutların tümünün dikkate alındığı bir modeli tanımlar. Hekimlerin yeminini ederek mesleğe başladığı Hipokrat, ‘’İçimizdeki doğal iyileşme gücü, şifa için en önemli kaynaktır’’ der. Holistik hekimin görevi, dışarıdan tedavi edici bir madde vermeden önce, bu iyileşme gücünü harekete geçirmektir. Düşünce ve duygularımız, nöro-

Doğal tedavİlerİn hangİlerİ holİstİk tıp kapsamındadır? Bilimsel süzgeçten geçmiş her iyileşme metodu, holistik tedavinin parçası haline gelebilir. Burada önemli olan, ruh-beden bütünlüğünün tedavinin odak noktası olarak kalmasıdır. Meditasyon, müzik, sanat, diğer dışavurumcu sanatlar, destek grupları, yoga, tai-chi, qigong, harekete dayalı diğer tedavi yöntemleri ve davranışsal teknikler gibi zihin-vücut yaklaşımları. Reiki ve sağlık dokunuşu gibi enerjiye dayalı tedaviler. Masaj ve refleksoloji gibi vücudu manipüle eden yaklaşımlar. Geleneksel Çin tıbbı, homeopati, ayurveda gibi tüm tıbbi sistemler. Beslenme, bitkiler, hayvanlar, miwww.2fmagazine.com // 71


SAĞLIK

neraller, özel beslenme ve diğer ürünler gibi biyolojik bazlı yaklaşımlar. Yine de doğal metotlarla ilgili bilimsel verilerin sayısının henüz çok sınırlı olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.

Hangİ hastalıklar holİstİk tıp tarafından tedavİ edİlebİlİr? Kalp-damar hastalıkları, ülser, kolit, artritler, nörolojik yıkım hastalıkları, migren, kadın hastalıklarının pek çoğu, menopoz bulguları, panik, anksiyete bozukluğu, depresyon, kanser gibi hemen tüm hastalıkların tedavisinde holistik tıp etkilidir. Ayrıca, genel ruh-beden sağlığı takip ve korunmasında da çok işlevseldir. Kişinin sağlık düzeyi ne olursa olsun, yaşam kalitesi üzerinde olumlu etki yapar. Belki de en önemlisi sağlığın korunması için bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir. 72 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Sonuç olarak; Hastalıkları nedenlerini ortadan kaldırmadan tedavi etmeye çalışmak; bahçenizdeki ayrık otlarını kökünü bırakıp üstten biçmek gibi kendini tekrarlayan bir kısır döngüye neden olmakta, kişiyi hem bedenen, hem ruhen yormaktadır. Holistik yaklaşım özellikle do-

ğuda yaygın olarak kullanılan şifa yöntemlerinin yeniden hatırlanması ve modern tıbbın olanakları ile birleştirilmesi olarak değerlendirilebilir. Ülkemizde holistik tedavi yöntemleri içinde sadece akupunktur için yasal düzenlemeler yapılmış olmasına rağmen dünyada pek çok saygın tıbbi kurumda bütünleyici, holistik tıp birimleri kurulmakta ve bu konuda yayınlar yapılmaktadır. Geleneksel tıbbi tedavilerinin yanı sıra bu yöntemleri kullanmak isteyen kişilerin özellikle bedenin kendini iyileştirme gücünü açığa çıkaran, bağışıklık sistemini güçlendiren, doğruluğu kanıtlanmış, güvenilir olanlarını tercih etmeleri, mevcut tedavileri ile uyumlu olabilecek olanları ve konusunda uzman kişilerden destek almaları önerilebilir. //


Atlı Karınca

KİTAP

Sebahat BAĞBARS // sebahat@2fmagazine.com

BEN DE ANNE OLMAK İSTİYORUM

B

irkaç ay önce rutin bir kontrol için beklerken telaşlı bir çift geçti önümden… Koridorun sonundaki kadın doğum doktorlarının bulunduğu odalara doğru ilerlediler… Güçlükle sahip oldukları bebeklerinin karınlarında ölmüş olma ihtimali olduğunu ise hadiseyi titreyerek anlatmaya çalışan baba adayından öğrendik… Yüzü bembeyaz kesilmiş, sessizliğiyle ve çaresiz bakışıyla bu durumu ilk kez yaşamadığı anlaşılan anne adayının acısını hissetmemek mümkün değildi. Şu anda sizlerle buluşturduğum “BEN DE ANNE OLMAK İSTİYORUM” isimli kitap da benzer acıyı bir ve birçok kez yaşamış ama sonunda mutlu sona erimiş 41 kadının kendi ağzından mücadelesini anlatıyor. Tam adı “Benim hiç bebeğim olmayacak mı? Ben de anne olmak istiyorum” olan kitap da bebek sahibi olmak isteyen ve bunu başaran annelerin gerçek yaşam hikâyelerine yer verilmiş. Bir nevi çaresiz çiftlere umut vermesi amacıyla kaleme alınmış bu kitap; Tüp Bebek, Üreme İmmünolojisi ve

Cerrahisi Uzmanı Opr. Dr. Halit Fırat Erden ve Beslenme Danışmanı, Sağlıklı Yaşama ve Üreme Koçu Dr. Murat Berksoy’un çocuk sahibi olmalarını sağladıkları hastaların kendi ağzından yaşadıkları süreçleri anlatmalarıyla oluşmuş… Derlemesini Nilay Akgün’ün gerçekleştirdiği kitap, annelik umudunu rafa kaldırmış tüm çiftlere umut olacak çok önemli bir kitap… Aya Yayınları’ndan çıkan kitap, sadece annelik duygusunu zor da olsa yaşamış mutlu kadınların, çiftlerin öykülerinden oluşmuyor elbette. İnfertilite nedir?, Erken yaşta yumurtalık işlev yetmezliği nedir?, Polikistik Over Sendromu (PCOS) nedir?, Şeker Hastalığı (diyabet), Sağlıklıklı beslenme önerileri gibi merak edilen birçok sorunun yanıtıyla da buluşturuyor okuru…

Kİtaptan kısa kısa… “…on iki yıldır uğraşıyoruz… 4 düşük, 4 aşılama, 3 tüp bebek denemesi yaşamışız… Artık ümidimizin kırıntıları ile yetinmeye çalışıyoruz. Karanlıkta bir

ışık görmek istiyoruz. İşte o ışığı bize Dr Halit Fırat Erden ve Murat Berksoy yaktı.” “… bebeklerimizin kalp atışlarını eşimle el ele ağlayarak dinledik… O ses dünyadaki en güzel sesmiş…” “…3.5 aylık beslenme programıma harfi harfine uydum. Her gün 45 dakika yürüyüşümü yaptım. Sonuç olarak 6 kilo yağ verdim. Murat Bey’e göre artık hazırdık. İstediğimiz zaman deneme yapabilirdik. … Halit Bey, “Siz evde deneyin, hem daha ucuz hem de daha çok deneme şansınız olur”, diyerek bizi yolcu etti. O hafta sonunu takip eden hafta içinde hamile kaldım…” “… Hayatım boyunca minnettar olacağım. Oğlum bu yıl okula başladı. Henüz 5,5 yaşında ama zeki, hareketli ve becerikli! …Bu gibi sorunlar yaşayanlara tek tavsiyem; ehil ellere gitsinler ve orada burada duygu sömürüsü yapan şarlatanlarla asla vakit kaybetmesinler…” // www.2fmagazine.com // 73


Nilay AYDOĞAN // deniz@2fmagazine.com EGOİST @nilayaydogann

. egoIST

İ S Ta n b u l ’ u n S a k l a n d ı ğ ı y e r

O R TA K Ö Y ! Görüyorsan kesin bakıyorsundur, bakıyorsan belki görüyorsundur! Peki, biz İstanbul’a bakıyor muyuz, görüyor muyuz? Bu ay İstanbul’a baktım ve onu saklandığı yerde gördüm… …..

Köy kadar küçük, İstanbul kadar heyecanlı… Ardı arkası kesilmez İstanbul taksilerini, bangır bangır müziklerin dinlendiği gençlerin kullandığı otomobilleri, belediye otobüslerini havaya atıp atıp tutan Dereboyu Caddesi’nin, yağmur ile ıslanmış Arnavut taşlı küçük sokakların ve ahşap cumbalı evlerin kestiği bir yaşamdır Ortaköy! İnsanı içine çeken boğaz havasına ilerlerken, meşhur kumpircilerin 74 MART 2014 // 2f MAGAZINE

önünde sıra olmuş insanlar ve nargilesinin dumanını yüzünüze üfleyerek derin sis perdesi yaratan mahallenin delikanlıları başka başka hikâyeler anlatır size. Daracık sokakları ile aslında kısa ve küçük olan mesafelerinizi aldığınız kokular ve gördüğünüz renkler ile büyütür esnafı… Hafta sonu tüm insanları bir araya toplar meydanı. Oysaki Ortaköy’de yaşam meydanda değil ara sokaklardadır, manzara da boğaz değil insandır. Boğazın ve Esma Sultan’ın eşsiz manzarasına sırtınızı döndüğünüzde görürsünüz gerçek Ortaköy’ü. Arnavut taşları ile örülmüş yollarda ilerlerken her ev demirli penceresiyle, ahşap kapısıyla, eski mermer merdiveni ile size fısıldar hikâyesini. Bir sokağın sonun-

da tellerle çevrelenmiş tavuklar karşılar sizi, bir diğer sokakta ise kapısında ifadesizce duran insanların olduğu bir gece kulübü. En yakın arkadaşları Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek’tir. Ortaköy bu arkadaşlığın arasında en masum olanıdır. Kuruçeşme ve Bebek gece hayatını severken, Arnavutköy de fazla otantik kalmıştır. Boğazın başlangıcı kabul edilen, devasa köprünün yeryüzüne dokunduğu yer olan bu kayıp semtte saklanır tüm anılar… Siz de herkesten sakladığınız anılarınızla sıcak bir çay eşliğinde rahat rahat koyu bir sohbete dalmak istiyorsanız, sokaklarına dalın bu semtin. Sevdiğiniz bir kapıyı çalın, belki de benzer anıları paylaşmışsınızdır…//


EGOİST

www.2fmagazine.com // 75


@PekiBerk SPOR Berk PEKİ // erhan@2fmagazine.com

BAKLAVA YEMEDEN BAKLAVANIN TADINI ÇIKARIN!

B

aklavayı kim sevmez ki, hele ki kızların en sevdiğidir… Erkeklerin de hayatı boyunca derdi olmuştur baklava! Konuya çok iştahlı bir giriş yapmış olsak da bahsettiğimiz sizin sandığınız gibi fıstıklı, fındıklı, bol şerbetli baklavalardan değil. Konumuz; kızların aklını alan, erkeklerin de aklında kalan sıkı karnın halk dilindeki adı olan BAKLAVA :) Eee nasıl bir baklava açmak o kadar kolay değilse, sıkı bir karna sahip olmak da hiç kolay değil. Yıllardır spora başlayan tüm üyelerim ile aynı başlangıç konuşmasını yaşıyoruz; +“Neden spora başladınız” -“Sıkı bir karın istiyorum”. Sonrasında gelen yüzlerce soru; “Daha çok çalışırsam olur mu?” 76 MART 2014 // 2f MAGAZINE

“Daha mı az yemeliyim? Cardiyo yapmaya daha çok mu ağırlık vermeliyim?” Ve dahası… Her soru aslında birer cevap... İşte size, sizin sorularınızla sıkı bir karının formülü…

1- Metabolİzmanızı hızlandırın Metabolizmanızı harekete geçirmenin en güzel ve kolay yolu, erken uyanıp kahve içmektir. Kahvede bulunan kafein vücudunuzu uyandırır, metabolizmanızın harekete geçmesine ve hızlanmasına yardımcı olur. Bu da daha fazla kalori harcamak demektir. Bir diğeri ise, aslında herkesin bildiği ve son yıllarda özellikle Dr. Mehmet Öz’ ün de tavsiye

ettiği bir besin; Acı biber salçası. Mucizeden başka bir şey değil... Acı biber salçası yedikten 30 dakika sonra metabolizmanız %20 oranında hızlanır ve bu çok iyi bir oran! Ayrıca gün içinde yapacağınız ufak değişiklikler size fazlası ile yardımcı olacaktır. Asansör yerine merdiveni kullanmak, kısa mesafeleri yürüyerek gitmek, bol bol su içmek…

2- Beslenmenİze dİkkat edİn Diyet yapın demek istemiyorum... Kendinizi şunu yiyeceğim bunu yiyeceğim diye kısıtlamak yerine, ne yediğinizi bilin çok daha iyi... Besin değeri yüksek kalorisi düşük besinler tüketin... Aç kalmayın, sık sık ama az az yemeli ve metabolizmayı diri tutmalısınız. Protein tüketin ancak sebzeden de vazgeçmeyin.


SPOR 3- Yeşİl çay İçİn Organlarımızı kaplayan yağlara omentum denir. Omentumu oluşturan yağ hücreleri, bedeninize yağ girdikçe çoğalmaz, genişler ve büyürler. Yeşil çay bu hücrelerin içindeki yağı boşaltarak omentum hücrelerinin genişlemesini ve büyümesini engeller. Böylece yağlarınızın kaplandığı alan daralır ve daha sıkı görünebilirsiniz.

4- Egzersİz yapın Egzersiz yaptığımızda vücut kalori harcar ve böylece vücudun enerji kaynağı olan karbonhidrat ve yağlar yanmaya başlar. Hafta da 3-4 gün uygulayacağınız egzersizler ile karın bölgesindeki yağlarınızı azaltın ve sıkılaşmanın keyfini çıkartın.

5- Egzersİzlerİnİze KARDİYO ekleyİn Aerobik çalışmanın önemi çok büyük! Evde yaptığınız egzersizleri, aerobik egzersizler ile taçlandırın. Egzersizlere eklediğiniz bu destek, hedeflerinize %70 daha hızlı ulaşmanızı sağlayacak ve aynı zamanda kalp-damar sisteminiz de gelişecektir. Egzersiz sonrasındaki 25 dakikalık tempolu bir yürüyüş işinizi fazlasıyla görecektir. Ve beklenen sona geldik.. Hangi egzersizleri yapmalıyım? Haftanın 4 günü egzersiz yaparak muhteşem bir karına sahip olabilirsiniz. 1- Crunch to Straight Leg (2 Set 15 Tekrar) : Sırt üstü yatın, iki bacağınızı da dümdüz olacak şekilde yukarıya uzatın. Elleriniz başınızın arkasında olacak. Bacak pozisyonunuzu bozmadan vücudunuzu yavaşça yukarı kaldırın ve tekrar bırakın.

2- Cross Crunch (2 Set 15 Tekrar) : Sırt üstü yatın, dizler bükülü ayaklar yerde, bacak bacak üzerine atın ama erkek gibi :) Hangi bacağınızı attıysanız diğer eliniz başınızın arkasında kalsın. Vücudunuzu yavaşça yukarı kaldırın ve dirsek ile dizinizi birleştirmeye çalışın sonra yavaşça bırakın. 3- Reverse Crunch (2 Set 15 Tekrar) : Sırt üstü yatın, ellerinizi kalçanızın altına yerleştirin. Dizler bükülü ayaklar havada kalsın. Dizlerinizi yavaşça göğsünüze doğru çekin, kalçanızı yukarı kaldırın ve yavaşça başlangıç pozisyonuna geçin. 4- Side Bend (2 Set 25 Tekrar) : Aayakta, bacaklar omuz genişliğinde açık kalacak şekilde pozisyon alın. Eller yanda, yani hazır ol pozisyonunda :) Vücudunuzu yavaşça sağa doğru

yatırın ve yavaşça doğrulun, diğer tarafa tekrarlayın. 5- Side Plank (2 Set 15 Saniye) : Dirseğiniz yerde vücudunuz yan pozisyonda. Kalçanızı yavaşça yukarıya kaldırın düz pozisyona geldiğinizde sabitleyin ve 15 saniye bekleyin. Yere sadece dirseğiniz ve ayaklarınız temas etmeli. 6Kardiyo: Egzersizlerinizi yaptıktan hemen sonra dışarıya çıkın ve hızlı tempoda fakat nefes nefese kalmadan 25 - 45 dakika aralığında yürüyün. Not: Yukarıda verilmiş olan egzersiz programını ve beslenme önerilerini uygulamadan önce lütfen doktorunuza danışınız. İyi Çalışmalar... // www.2fmagazine.com // 77


SPOR

Side Plank

Crunch to Straight Leg

Cross Crunch

78 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Side Bend


Farah’ça Tarifler

YEMEK

Farah ÖZÇELİKEL // farah@2fmagazine.com

Merhaba, Baharın ilk ayına adım attığımız bu günlerde, neredeyse bütün kış bizden yüzünü esirgemeyen güneş daha da canlanmaya başladı. Gerçi eskilerin tabiriyle ‘’Mart kapıdan baktırır,kazma kürek yaktırır’’denir. Bakalım biz neler göreceğiz değişen iklim şartlarında. Umarım bol yağışlı günler Nisan yağmurlarıyla gelir de su sıkıntısı çekmeden güzel günler görürüz. Aksi takdirde yemek yapmak bile zorlaşacak, zevk olmaktan çıkıp eziyete dönüşecek bizler için. Bereketi bol, yağışlı günler dileyerek bugünkü tarifimizi paylaşmak istiyorum. Yöresel bir yemek olmasına rağmen herkesin kolaylıkla yapabileceği damakta güzel bir tad bırakan, sevilen bir dolma tarifi sizlerle. Afiyet olsun,sevgiyle kalın.

ANTEP USULÜ ZEYTİNYAĞLI DOLMA MALZEMELER -25 ADET KURUTULMUŞ DOLMALIK PATLICAN -15 ADET KURUTULMUŞ DOLMALIK BIBER -5 ADET KURU SOĞAN -3 BAŞ SARIMSAK -2 YEMEK KAŞIĞI DOMATES SALÇASI -2 YEMEK KAŞIĞI BIBER SALÇASI -2 SU BARDAĞI PIRINÇ -1,5 ÇAY BARDAĞI ZEYTINYAĞI -1 YEMEK KAŞIĞI TOZ ŞEKER -KARABIBER,KIRMIZIBIBER,YENIBAHAR,TUZ -2 LIMONSUYU VEYA ISTEĞE GÖRE LIMONTUZU -YETERI KADAR SU YAPILIŞI Kuru patlıcanlar,geceden kaynar suya konup çatal geçecek şekilde haşlanır.Biberler ise kaynar suda en fazla 5dk.kaynatılır.Her ikisininde suları 2 veya 3 defa değiştirilir. Dolma içini hazırlamak içi,önce zeytinyağında kıyılmış soğan ve sarımsak hafif kavrulur salçaları ilave edilip iyice karıştırılır.Yıkanmış pirinç ilave edilip iyice kavrulur.2 bardak sıcak suyla baharatlar ve şeker ilave edilip suyu çekene kadar pişirilir. Hazırlanan bu karışım, patlıcan ve biberlerin içine bir parmak eksik kalacak şekilde doldurulur.Tencereye birinin ağzı diğerinin dibine gelecek şekilde, düzgün ve şık bir şekilde dizilir. Her zaman biberler en üstte olmalıdır. Dizme işlemi bittikten sonra en üste dolma taşı konur. Dolma taşının bir parmak altında olacak şekilde kaynar su katılır. Dolma kaynamaya başladıktan sonra ocak kısılır.Pişmesine yakın limon suyu ilave edilerek 10-15dk. daha pişirilir ve ocaktan indirilir. Artık dolmanız servise hazırdır.

www.2fmagazine.com // 79


İNCELEME

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

DEVLER ALEMİNDE İKİ

NOKIA

Nokia’nın Lumia ailesindeki en yeni modelleri 1520 ve 1320 popüler “Phablet” segmentine adım atıyor. 6 inçlik ekranıyla tablet – akıllı telefon melezi bir kullanım sunan bu modelleri 2f Magazine kriterleriyle teste tabi tuttuk

A

kıllı telefon pazarında son yıllarda en önemli trend büyüyen ekranlar. Birkaç yıl önce 4.3 inçlik ekranlar “Dev” olarak anılırken artık bu modeller orta seviye haline geldi ve ekran boyutları 6 inç seviyesine kadar geldi. 7 inçlik modellerin tablet olarak anıldığını düşünürsek artık akıllı telefon ve tablet modelleri iç içe geçmeye başladı. Bu durumdan hareketle “Phablet” olarak da anılan tablet – akıllı telefon melezi segmenti doğdu. 80 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Bu piyasanın ilk oyuncuları Android işletim sistemli modellerdi. Zira iPhone’un ekran boyutu henüz 4 inçin üzerine çıkmadı. Fakat Android artık yalnız değil. Zira Nokia, iki yeni model ile Windows Phone’u Phablet segmentine yeni bir oyuncu olarak soktu. Nokia’nın ilk Phablet modelleri Lumia 1520 ve Lumia 1320. Nokia, seriye iki yeni modeli birden ekleyerek fiyat konusunda farklı seviyelere hitap etmeyi amaçlamış. Elbette iki model

arasında teknik bakımdan da farklılıklar var. Bu yazıda bunlara yakından bakacağız. Öncelikle iki telefonun sunduğu Windows Phone deneyimine bakalım. Hem Lumia 1520 hem de Lumia 1320, Windows Phone 8.0 işletim sistemiyle birlikte geliyor. Dolayısıyla kullanıcı arayüzü ve sunulan deneyim iki modelde de aynı. Ayrıca yakında yayınlanacak Windows Phone 8.1 güncellemesinden her iki model de yararlanabilecek. Nokia da “Black”


İNCELEME adını verdiği güncelleme paketiyle telefonlara yeni özellikler ekliyor. Biz testlerimizi gerçekleştirirken henüz bir güncelleme gelmemişti. Fakat yakında gelecek güncellemeler ile masaüstünde yan yana 3 satır uygulama sıralanabilmesi gibi birçok küçük yenilik olacak. Daha ucuz olan Lumia 1320’nin de bu güncellemeyi alması güzel. Tabi burada küçük bir detaya değinmek lazım. Nokia Black güncellemesinin ardından Lumia 1520’nin 20MP kamerası RAW, yani ham formatlı fotoğraflar da çekebilecek. Bu daha çok Lumia 1020 sahiplerini sevindiriyor olsa da Lumia 1520’den de daha iyi fotoğraflar alabilmeyi mümkün kılacak. Lumia 1320 ise bu özelliğe sahip olmayacak. Windows Phone işletim sisteminin yapısı yine çok akıcı ve geri bildirimleri çok iyi olan bir deneyim sunuyor. Genel kullanım açısından Android’li telefonların birçoğuna göre çok daha akıcı hissettirdiğini söyleyebilirim. Klavye ve internet tarayıcısı da oldukça akıcı çalışıyor. Zoom in – zoom out işlemlerinde de çok hızlı hareket etseniz bile telefonu kasmak imkansız. Bu akıcı kullanım, işlemcileri farklı olsa da iki telefonun aynı deneyimi sunmasını sağlıyor. Yani Lumia 1320’nin 1.7 GHz çift çekirdekli işlemcisi, Lumia 1520’nin 2.2 GHz’lik dört çekirdekli işlemcisinden daha yavaş hissettirmiyor. Elbette bu genel kullanım açısından. Oyun performansı söz konusu olduğunda Lumia 1520 yükleme süreleri ve oyun içi akıcılık açısından farkını hissettiriyor. Bu arada 6 inçlik ekranda Gran Theft Auto oynamanın çok keyifli olduğunu da eklemeden geçmeyeyim.

LUMIA 1520

LUMIA 1320 İki telefonu birbirinden ayıran bir başka nokta ise ekran çözünürlükleri. Lumia 1320’nin ekranı 6 inç boyutunda 1280 x 720 piksel barındırırken Lumia 1520’nin ekranı aynı boyutta 1920 x 1080 piksele sahip. Bu durumun çok büyük bir fark yaratacağını düşünebilirsiniz. Ben de öyle düşünüyordum. Fakat ilk bakışta aradaki

farkı ayırt etmek neredeyse imkansız. Windows Phone’un uygulama ikonları öylesine büyük ki Lumia 1320’nin dezavantajı görünmez oluyor. Farkı hissetmek için internet tarayıcısıyla gezinmek ya da fotoğrafları görüntülemek gerekiyor. O zaman Lumia 1520’nin çok daha net ve keskin bir ekrana sahip olduğunu anlıyorsunuz. www.2fmagazine.com // 81


İNCELEME

Bir başka fark: Kamera. Lumia 1520’de Zeiss lenslere sahip bir PureView kamera bulunuyor. 20MP’lik çözünürlük diğer rakipleri arasında iyi bir değer olsa da Lumia 1020’nin çok gerisinde. Ayrıca Lumia 1520’nin sensörü de Lumia 1020’ye kıyasla oldukça küçük. Dolayısıyla o denli yüksek kaliteli fotoğraflar çekemiyor. Lumia 1020’nin başka bir ligde olduğunu kabul edip Android’li rakipleri ve iPhone ile kıyaslarsak Lumia 1520’nin fotoğraf kalitesi başarılı. Pro Cam uygulaması manuel ayarlar için güzel seçenekler sunuyor. Ayrıca 26mm’lik odak açısı da rakiplerine kıyasla bir parça daha geniş. Lumia 1320’nin kamerası ise biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Özellikle detay ve netlik açısından sonuçlar çok memnun 82 MART 2014 // 2f MAGAZINE

edici değil. Benim her iki Lumia’da tespit ettiğim bir sorun ise biraz kırmızıya ya da maviye kaçan tonlar sunuyor olmaları. Beyaz dengesini yakalamakta biraz zorlanıyorlar. Bunu gökyüzü gibi parlak, beyaz planlar çekerken daha net farkediyorsunuz. Son olarak tasarım ve pil ömründen bahsedelim. Lumia 1520 ve 1320 boyutlar açısından aynı olsalar da tasarım açısından birazcık farklılar. Lumia 1520’nin köşeleri daha sivri iken Lumia 1320’de daha yuvarlak hatlar var. Benim kişisel tercihim Lumia 1320’nin daha güzel göründüğü ve elde daha iyi bir his yarattığı yönünde. İki model arasında malzeme kalitesi açısından ise bir farklılık yok, ikisi de gayet sağlam.

Pil ömrü açısından ben net bir farklılık sezinlemedim. İki telefon da iki günü rahatça çıkarabiliyor. Yani iPhone 5’imden daha uzun bir pil ömrü sunuyorlar. Fakat şunu da belirtmek lazım; Lumia 1520 ve 1320’yi tek elle kullanmak pek mümkün değil. Bu sebeple otobüste, metroda birçok sefer telefonu cebimden çıkarmaktan vazgeçtim. Yani büyük boyutlar normalde kullandığımdan daha az kullanmama sebep oldu. Bu da pil ömrünün artmasına etki eden durumlardan biriydi sanırım. Bu arada iki Lumia’nın da pili değiştirilebilir değil. Gelelim son değerlendirmemize; Öncelikle Lumia 1520 ve Lumia 1320 arasında ciddi bir fiyat farkı olduğunu söyleyelim. Lumia 1320’nin fiyatı 1099 TL, Lumia 1520’nin fiyatı ise 2199 TL. Bu fiyat farkı karşılığında Nokia iki modeli kamera, işlemci ve ekran çözünürlüğü konularında birbirinden ayırmayı tercih etmiş. Evet, Lumia 1520’nin kamerası daha iyi, ekranı daha keskin ve işlemcisi daha hızlı. Ama ben 1100 TL daha fazla ödemeyi gerektirdiğini düşünmüyorum. Bence Lumia 1320’nin fiyatı çok daha iyi belirlenmiş ve çok daha “alınası” bir telefon. Eğer Lumia 1520’nin fiyatı 1600 TL civarında olsaydı tercihim oraya kayardı, ama 2199 TL’nin biraz yüksek kaldığını düşünüyorum. Benim Lumia 1520 ve Lumia 1320 arasındaki kararım böyle. Android’ler ve iPhone ile kıyasladığımızda ise Windows Phone’un uygulama konusunda halen bir sıkıntısı olduğunu söylemek gerek. Bu sıkıntı gittikçe azalıyor ve Windows Phone’u daha cazip hale getiriyor. Bunun haricinde benim tercihim Lumia olurdu. Tabi bunu büyük ekranlı akıllı bir telefon isteyenler için söylüyorum. Yoksa benim gönlüm halen iPhone ve Lumia 925’te. //


İNCELEME

www.2fmagazine.com // 83


İNCELEME

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

TOSHIBA X70-A

TAŞINABİLİR MASAÜSTÜ Toshiba’nın yeni nesil donanımlarla kullanıcılara sunduğu X70-A modeli, yüksek performansıyla masaüstü bilgisayarların yerini alabilir

N

otebook segmentinde genel trend incelik ve hafifliğe yönelmiş durumda. Çünkü artık mobilite çok önemli bir kavram ve pratik bilgisayarlar büyük rağbet görüyor. Ancak herkes için taşınabilirlik birinci konu değil. Bazıları yüksek performansa her şeyden daha fazla ihtiyaç duyuyor ve adeta masaüstü bilgisayarını yanında taşımak istiyor. Bunlar kimler olabilir; grafik tasarımcılar, video ve fotoğraf işiyle uğraşanlar ve üst seviye oyun oynayanlar. İşte Toshiba, X70-A modelini tam da bu kullanıcı profili için geliştirmiş. Öncelikle ekran 17.3 inç ve ağırlık 3.6 kilogram. Kısacası bu öyle gün boyu sırtınızda taşımak isteyeceğiniz bir bilgisayar değil. Ama dedik ya, performansın her şeyden daha önde geldiği kullanıcı kitlesinden bahsediyoruz. Gerektiğinde çantaya atıp çıkabileceğiniz bir “güç istasyonu” olması önemli. 17.3 inçlik ekran Full HD çözünürlük ve yüksek parlaklık değerleriyle canlı görüntüler sunuyor. Elbette Toshiba’nın 4K ekranlı dizüstülerini düşünürsek Full HD biraz eski gibi geliyor. Ama halen bu ekranın inç başına düşen piksel değeri iyi diyebiliriz. 84 MART 2014 // 2f MAGAZINE

Mat ekran olmasa da parlaklık güneş ışığında bile maksimum görünebilirlik sunuyor. Video düzenleme yapmak, grafik dosyaları üzerinde çalışmak, oyun oynamak ve film izlemek için çok güzel bir ekran. Performans konusunda kağıt üzerindeki etkileyici donanım, kullanım esnasında da vaadini yerine getiriyor. 4 çekirdekli 4. Nesil Intel Core i7 işlemcinin performansı oldukça iyi. Hem oyunlarda hem de render işlemlerinde memnun edici sonuçlar veriyor. Fakat X70-A’nın asıl hızı SSD’den geliyor. Toshiba ürünün içerisinde 256GB’lık bir SSD sunuyor. Bu SSD bilgisayarın açılış ve kapanış sürelerini kısalttığı gibi genel performansı da iyileştiriyor. Eğer kapasite konusunda endişeleriniz var ise merak etmeyin. Toshiba bunu da düşünmüş

ve 2 adet 1TB’lık HDD ile toplam 2TB kapasite sunmuş. Böylece uzunca bir süre harici HDD’lere ihtiyaç duymayacağını tahmin ediyorum. Ekran kartı GeForce GTX 770M. Şuan piyasadaki en iyi mobil ekran kartlarından biri. Elbette masaüstü ekran kartları gibi fps rekorları kırmıyor. Ama bir dizüstü için oldukça yüksek bir grafik performans sağlıyor. Güçlü işlemciyle birlikte X70-A’nın ciddi bir oyun makinesi olduğunu söyleyebiliriz. Yeni nesil oyunlar arasında oynatamayacağı oyun yok diyebiliriz. Belki en yüksek ayarlara çıkamazsınız ama orta ayarlarda iyi bir fps değeri yakalamanız yüksek olasılık. Genel tasarıma kırmızı ve koyu gri renkler hakim. Bir oyun laptopuna yakışır bir tasarım olduğunu söyleyebiliriz. Bazı dizüstülerde gördüğümüz


İNCELEME abartılı detaylara yer verilmemesi güzel. Malzeme kalitesi bazı noktalarda etkileyici seviyedeyken bazı noktalarda vasat kalıyor. Ama genel his kaliteli ve sağlam. Tasarım konusunda eleştiri getireceğim iki nokta var. Birincisi optik okuyucunun kapağı yanlışlıkla açılmaya müsait. Üzerinde dokunmatik tuş çok kolay etkileniyor ve birçok kez yanlışlıkla açılıyor. Bir başka konu ise hoparlör bölümünün tozlanmaya çok müsait olması. Kısa test sürecinde bile buraya çok toz kaçtı. Yani tasarım güzel ama iyi bakmak, temiz tutmak gerekiyor. Optik sürücüden bahsetmişken Blu-Ray destekli olduğunu da belirtelim. Bir laptopda bu özelliği sık görmek kolay değil. Optik sürücü haricinde 4 adet USB 3.0 girişi bulunuyor, bu da güzel bir özellik. Toshiba X70-A’nın da diğer 17 inçlik laptoplar gibi pil ömrü çok etkileyici değil. Hem güçlü donanım hem de büyük ekran çok güç tüketiyor. Bu sebeple yüksek performans modunda pil ömrü 1 saat civarında oluyor. Tasarruflu kullansanız bile 3 saati görmeniz biraz zor.

Sonuç: Toshiba X70-A hem büyük ekranı hem de güçlü donanımıyla masaüstü bilgisayarın yerini alabilir. Yani bu laptopu alarak hem masaüst hem de dizüstü ihtiyacınızı karşılamanız mümkün. Bunun yanında ciddi performans gerektiren işlerde de yanınızda taşıyabileceksiniz. Fakat fiyatı yine de herkese göre değil. 6.000 TL’nin üzerindeki fiyat etiketi çok geniş bir kullanıcı kitlesine hitap etmediği anlamına geliyor. Konu performans ise paranızın karşılığını alacağınızdan emin olabilirsiniz. // www.2fmagazine.com // 85


RÖPORTAJ

Melih BİLGİN // melih@2fmagazine.com

3 BOYUTLU YAZICILAR GELECEĞI “YAZACAK”

T

üm dünyada hızla popüler olan 3 boyutlu yazıcılar, gelecekte hayatımızın değişmez bir parçası olacak gibi görünüyor. Peki Türkiye’de 3 boyutlu yazıcılara ilgi ne seviyede? Bu soruyu Türkiye’de 3 boyutlu yazıcıları ithal eden sayılı şirketten biri olan Semantix’den David Gökçedağ ve Tümer Berk’e yönelttik. 3 boyutlu yazıcılar hayatımıza ani bir şekilde girdi diyebiliriz. Birkaç yıl öncesine kadar bu cihazların varlığından bile haberdar değildik. Şimdi ise 3 boyutlu yazıcıların gelecekte en önemli araçlardan biri olacağı söyle86 MART 2014 // 2f MAGAZINE

niyor. Nereden çıktı bu 3 boyutlu yazıcılar? David Gökçedağ: Öncelikle tabi ki modelleme ihtiyacından ortaya çıktı. Ben ilk kez 3 boyutlu yazıcıdan çıkmış bir model gördüğümde sanırım yıl 2000’di. Mimari modellemede kullanılıyordu. Fakat o yıllarda maliyetler çok yüksekti ve bu sebeple çok sınırlı kullanım alanları vardı. Yıllar geçtikçe hem yazıcıların hem de üretim maddelerinin maliyetleri düştükçe 3 boyutlu yazıcılar daha fazla insana hitap eder hale geldi ve bu da bir popülarite patlaması yarattı. Özellikle son 2-3 yılda popülaritenin çok ciddi biçimde arttığını gördük. Bugün artık geleceğe

yönelik, teknoloji hakkında bir seminere giderseniz mutlaka orada 3 boyutlu yazıcılardan da bahsedildiğini görürsünüz. Önümüzdeki 10 yılda belki de her evde 3 boyutlu yazıcılar görüyor olacağız. Üstelik sadece mimari modeller, yedek parçalar üretmek için değil. Belki ileride tıp alanında kullanılması bile mümkün olacak.

3 boyutlu yazıcıların türleri neler? D.G.: Bu cihazların 3 ana modeli var. İlki “Diffused layering” yöntemini kullanan, şuan çalışmasını izlediğiniz türde yazıcılar. Diğerleri ise SLS ve SLA yöntemini kullanan yazıcılar. Elbette başka teknikler de var fakat en yaygın


RÖPORTAJ olarak bu 3 teknoloji kullanılıyor. Bizim de Türkiye’de kullanıcılara sunduğumuz layering teknolojisini kullanan cihazlar, plastik bir iplikten katmanlar oluşturma prensibini kullanıyor. Üst üste işlenen katlarla ortaya 3 boyutlu bir model çıkarılıyor. Plastik dışında farklı malzeme seçenekleriyle çalışanları da mevcut. SLS teknolojisinde genellikle toz kullanılıyor. Bu toz plastik ya da metal bir malzemenin tozu olabilir. Üzerine bir kaynaktan ısı uygulandığı zaman toz zerrecikleri eriyip birbirine yapışıyor ve sonunda ortaya 3 boyutlu bir obje çıkarıyor. Bu ürünlerde ısı kaynağı olarak genelde lazer kullanılıyor. Son olarak SLA teknolojisi ise özel bir polimer kullanıyor. Yazıcı sıvı haldeki polimeri modele uygun şekilde enjekte ediyor ve polimer temas anında sertleşerek katı hale geçiyor. Peki yazıcılardan hangi materyallerle çıktı alınabiliyor? D.G.: Az önce bahsettiğim gibi plastik ve metal kullanmak mümkün. Tabi bu yazıcının türüne göre değişiyor. Örneğin biri Layering tekniğini kullanan yazıcımız ABS plastik ya da deniz yosunundan oluşturulmuş bir maddeyi kullanabiliyor. Biz en iyi sonuçları ABS plastik ile aldığımız için genellikle bu plastiği kullanıyoruz. Aynı zamanda maliyetleri de uygun. Bunun dışında titanyumdan modeller üreten makineler bile var. Tabi bu tür malzemlere ve makinelere erişmek zor çünkü fiyatları çok yüksek. Sonuçta teknolojinin sınırı yok, iş biraz sizin karşılayabileceğiniz maliyete bağlı. Gelecekte belki hücreleri üst üst ekleyerek canlı organlar yaratmak bile mümkün olacak.

Bahsettiğiniz konu bir hayli ilginç. Bilim dünyasında 3 boyutlu yazıcılarla organ yapmanın mümkün olacağı konuşuluyor. Bu konuda sizin duyduğunuz projeler var mı? D.G.: Bizim 3 boyutlu yazıcıları Türkiye’ye getirme amacımız insanları bu ürünle tanıştırmak, çalışma mantığını anlatmak. Daha fazla kişi bu ürünle tanıştıkça ve bunlara sahip oldukça 3 boyutlu yazıcılarla yeni aşamalar kaydedecekler. Yani yeni gelişmeler için kapıyı aralamış olacağız. Mümkün olan gelişmelerden biri laboratuvar ortamında yapay hücre üretimi. Sizin vücudunuzdan alınacak bir hücre laboratuvar ortamında çoğaltılabilir ve özel bir yazıcı ile bu hücreler birleştirilerek ortaya yeni bir organ çıkarılabilir. Bu şuan mümkün değil belki ama ben gelecekte mümkün olacağını düşünüyorum. Böylece hasta insanlar için yazıcılarla organ üretebileceğiz. Bir başka gelişme de gıda noktasında olabilir. Dünyamız koşullarını düşünürsek bundan 20-30 yıl sonra birçok insan et yiyemeyecek. Çünkü et çok pahalı bir lüks tüketim halini alacak. Tıpkı organ üretiminde olduğu gibi yazıcıları yapay

et üretiminde de kullanabiliriz. Bir biftek istediğinizde bunu mutfağınızdaki 3 boyutlu yazıcı ile yapabilirsiniz. Gelecek vizyonu gerçekten çok ilginç noktalara varabilecek gibi görünüyor. Bunun dışında 3 boyutlu yazıcıları aktif olarak kullanan sektörler hangileri? D.G.: Genellikle maketçilikte kullanılıyor. Mimarlar, tasarımlarının modellerini oluşturmak için çok sık kullanıyorlar. Bunun yanında endüstriyel tasarımcılar da oldukça sık kullanıyor. Şöyle bir örnek vereyim; Rolls Royce, uçak motorlarındaki bazı parçaları 3 boyutlu bir yazıcı ile üretiyor. Özellikle mevcut kullanımda olan motorlar için yedek parçaları 3 boyutlu yazıcı ile sağlıyorlar. Tümer Berk: 3 boyutlu yazıcıların getirdiği en büyük yenilik kalıplama maliyetlerini ortadan kaldırıyor olması. Seri üretim için kalıplama halen çok önemli bir avantaj. Fakat bir üründen 1 tane üretecekseniz o zaman kalıplama hem zaman kaybı yaratıyor, hem de maliyet oluşturuyor. Üstelik 3 boyutlu yazıcı ile kalıp oluşturmak da mümkün. www.2fmagazine.com // 87


RÖPORTAJ meliyiz diye düşündük ve bu üründe karar kıldık. Yani başlangıç olarak bu ürünü tercih ettik. D.G.: Birçok farklı makine gördük ve bazılarının sonuçları bizi hiç memnun etmedi. İthalatını yaptığımız ürün fiyat seviyesi düşünüldüğünde çok iyi sonuçlar veren biri ürün. Biz karar sürecinde yerel üreticilerle de görüştük. Ama onlar henüz Ar-Ge aşamasında oldukları için yazıcıları çok iyi sonuçlar vermiyordu. O yüzden yolumuza ithal bir ürünle devam etmeyi tercih ettik. Türkiye’ye şuan tek bir model mi getiriyorsunuz? D.G.: İki modelimiz var. İkisi de aynı markanın ama segmentleri farklı. Tek plastik bobin beslemeli ürünümüz var daha uygun fiyatlı olan. Bir de ona nazaran biraz daha pahalı olan çift bobin beslemeli ürünümüz var. İkisi de aynı sonuçları sağlıyor. Ama çift bobin beslemeli ürün birden fazla renk ile çalışmak istediğinizde avantaj sağlıyor. Sürekli bobin değiştirmek zorunda kalmıyorsunuz.

3 boyutlu tarayıcı da satmayı düşünüyor musunuz Türkiye’de? D.G.: Evet, planlarımız var ama tarayıcılarda stok bulmak oldukça güç. Talep çok fazla olduğu için henüz üretici firma bizim ihtiyacımız olan adetleri sağlayamadı. Ama yaz aylarında Türkiye’de tarayıcı ürünümüzü de satıyor olacağız. Peki Symantex olarak ne kadar zamandır 3 boyutlu yazıcıları Türkiye’de satıyorsunuz? 88 MART 2014 // 2f MAGAZINE

D.G.: Biz Symantex olarak aslında 2001 yılında kurulmuş bir şirketiz. O yıldan bu yana hep bilişim sektöründe olduk. 3 boyutlu yazıcı ile tanışmamız yaklaşık bir yıl önce oldu. Birçok araştırma yaptık Tümer ile birlikte ve sonunda en uygun gördüğümüz markayı Türkiye’ye getirmeye başladık. T.B.: Yaklaşık 4 aylık bir araştırma sürecimiz oldu. Hangi ülkede, hangi üreticiler var hepsine baktık. Sonrasında da Türkiye’ye hangi ürünü getir-

Fiyatları öğrenebilir miyiz? D.G.: Çift bobinli ürünümüz şuan asıl odaklandığımız ürün ve fiyatı 2.000 dolar. Bu son kullanıcı fiyatımız, ekstra bir maliyet yok. Hammadde olarak kullanılan ABS plastik bobinlerimizin ise 1 kilosu 45 dolar. 1 kilo bobin ile kaç ürün çıkartabiliriz? T.B.: Aslında yaptığınız modele bağlı. Ama ortalama bir modelin 20 gram civarında olduğunu düşünürsek tek bobinle 50 adet üretebilmeniz mümkün. Yani kayıp oldukça az. Ürün satışı haricinde biz baskı desteği de veriyoruz. Yani gerekli tasarımların bize


RÖPORTAJ getirmeyi düşünüyoruz. Dolayısıyla o da masaüstü, ev kullanımına uygun bir ürün olacak. D.G.:Bununla birlikte endüstriyel 3 boyutlu yazıcılar için de talepler var. Belki ilerleyen süreçte daha üst seviyede yazıcıları da Türkiye’ye getirebiliriz. Fakat orada maliyetler çok yüksek olduğu için müşterilerin de çekinceleri oluyor. Özel bir toz lazım, lazerin çalışması için zeon gazı gerekiyor. Bunlar hem bulunması zor, hem maliyeti yüksek kalemler. Biz bu ürünü Çin’den getiriyoruz. SLS ve SLA yazıcıların üreticileri ise genellikle Avrupa’da konumlanmış vaziyette. Dolayısıyla o ürünler için Avrupa’daki üreticilerle irtibat halindeyiz. Dediğim gibi şuan maliyetler biraz yüksek. Fiyatlar daha uygun seviyelere gelirse endüstriyel 3 boyutlu yazıcıları da Türkiye’ye getireceğiz.

iletilmesi durumunda biz o tasarımları 3 boyutlu yazıcılarımızla hazırlayıp teslim ediyoruz. Türkiye’de ilgi ne seviyede? D.G.: Sizlerle satış rakamları paylaşmam mümkün değil maalesef ama ilginin oldukça yüksek olduğunu söyleyebilirim. Biz gittiğimiz okullarda, mühendislik firmalarında hep büyük bir ilgiyle karşılaşıyoruz. Birçok kişi bu ürünleri tanıyor ve bizim Türkiye’de bu ürünü satışa sunmuş olmamız onları heyecanlandırıyor. Tabi bazen 3 boyutlu yazıcılarla daha önce karşılaşmamış kişilerle de görüşüyoruz. Onların tepkisi ise daha çok “Nasıl olur?”şeklinde oluyor. Başta bunun müm-

kün olduğuna inanmıyorlar. Ama biz ürünü anlattığımızda tepkileri olumlu oluyor. Gelecekte Türkiye’ye getirmeyi düşündüğünüz başka ürünler de var mı? T.B.: Evet, başka ürünler için de planlarımız var. Daha büyük boyutlarda baskı alabilen bir ürünü de getirmeyi planlıyoruz. Ama çok da büyük olmasını istemiyoruz çünkü işin bir de baskı süresi tarafı var. Sonuçta baskı boyutu büyüdüğü zaman baskı süresi de uzuyor. Çok büyük bir baskıyı tek partide alan bir ürün demek aralıksız günlerce çalışan bir ürün demek. Bu da 3 boyutlu yazıcıların ömrünü kısaltan bir süreç. O yüzden ideal boyutlarda bir model tepsisine sahip olan bir ürünü

Bizim sorularımız bu kadar, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? T.B.: Bizim hedefimiz bu ürünü Türkiye çapında insanlarla tanıştırmak. Öncelikle İstanbul içinde yayılmayı hedefledik. Şimdi ise yavaş yavaş Türkiye çapında yayılmaya başlayacağız. D.G.: Bu anlamda bayilik modeli de bizim için önemli. Bayilerimize ürünü özel bir fiyattan veriyoruz. Ayrıca ürünün kullanımı ve servisi için de eğitim veriyoruz. Böylece hem satış hem de servis anlamında yetkili oluyorlar. Şimdiye kadar İstanbul içinde bayilik verdik. Belki İstanbul için başka bayilerimiz de olacak. İzmir, Ankara gibi çevre illerle birlikte bayilik ağımızı Türkiye’ye yaymayı hedefliyoruz. Bu konuda en büyük potansiyel üniversitelerde. Birçok üniversite 3 boyutlu yazıcılara ihtiyaç duyuyor ve oralara ürün sağlamak bayilerimiz için öncelikli olabilir. // www.2fmagazine.com // 89


KAPAK KONUSU

DEMOKRASİ... Yazar arkadaşlarıma saygı duyuyorum; sayfalarca yazı çıkarıyorlar. Dergide bir sayfa köşe yazıyorum onu da daima son güne bırakıyorum, ıkına ıkına çıkıyor. Yazarken genelde bir grubu hedefliyorum. Bazen satışçılara yazıyorum, bazen üreticilere, bazen tüketicilere, bazen annelere, bazen babalara, bazen çocuklara, bazen de herkese birden. Bu kez anlayana yazıyorum.

son sayfa

“Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiç bir zaman var olmadı ve var olmayacaktır.” Jean Jacques Rousseau “Demokrasinin kötü olan bir yönü çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir.”

Lord Acton

“Monarşi güzel bir biblo gibidir, denizde bir süre yüzer ancak bir süre sonra bazı beceriksiz kaptanlar yüzünden kayalara çarpar; buna karşın demokrasi şişirilmiş bir botta seyahat etmek gibidir. Kolay kolay dibe batmazsın, fakat ayakların hep ıslaktır.” Fisher Ames “Demokrasinin kötülüklerinden birisi sevsen de sevmesen de seçtiğin insana katlanmak zorunda olmaktır.” Max Lerner “Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır.” John Stuart Mill “Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir.” Herbert Spencer “Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti bütün halkın güvenliği için tehlikedir.” “Bireysel çıkar değil, asıl grup çıkarı tehlikelidir.”

John F. Kennedy Friedrich A. von Hayek

“Demokrasi iki farklı aşırılığa sahiptir; aristokrasiye dönüşen eşitsizlik ruhu ve despotizme dönüşen aşırı eşitlik ruhu.” Montesquieu A. Batuhan Dalcı Köşe Yazarı

90 MART 2014 // 2f MAGAZINE

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K


iyiliğiniz için

KAPAK KONUSU

iyi şeyler dükkanı LSV Dükkan’ı duydunuz mu? Burası gerçekten “iyi” bir dükkan. İçinde yüzlerce “iyi” ürün var. Her biri sağlığa zarar vermeyen iyi malzemelerle, iyiliksever insanlarca üretilir. Siz de kendinize ve sevdiklerinize iyi bir şeyler arıyorsanız 2014 kataloğumuza bir göz atın. LSV Dükkan’ı ziyaret edin ya da www.lsvdukkan.com’u tıklayın. İyilikle kalın.

C

M

Y

CM

MY

CY

MY

K

iyi şeyler dükkanı

www.2fmagazine.com // 91


C

M

Y

CM

MY

CY CMY

K


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.