Postkolik Sayı: 95

Page 1

#95 Aralık 2020

/postkolik www.postkolik.com

STEPHEN KING YENİ PROJELERLE GELİYOR BELGESEL

DİZİ

ANİME

MÜZİK

Efsanevi müzik grubu The Beatles, tam 50 yıl önce dağıldı. Modadan müziğe birçok konuda dünyayı etkileyen İngiliz grubu, hakkında yapılmış en iyi belgesellere anıyoruz.

Evlere kapandığımız bu zorlu günlerde, pek çok yeni yapım dizi tutkunlarını bekliyor olacak. ‘İzleyecek yeni ne var?’ diye düşünenlere, Aralık ayının 10 dikkat çeken dizisi tanıttık.

Bu ay, anime tutkunlarının merakla beklediği pek çok film seyirciyle buluşuyor. İçlerinde pandemi nedeniyle vizyon tarihi değişen önemli yapımlarda var.

İş Sanat, kulaklarımızın pasını silecek harika bir performans için ‘İlk Atlas’ albümüyle yıldızı parlayan piyanist İklim Tamkan ve mezzosoprano Senem Demircioğlu’nu ağırlıyor.



İÇİNDEKİLER

08 MÜZİK İş Sanat, kulaklarımızın pasını silecek harika bir performans için ‘İlk Atlas’ albümüyle yıldızı parlayan piyanist İklim Tamkan ve mezzosoprano Senem Demircioğlu’nu ağırlıyor.

20

KAPAK

Gökten adeta Stephen King uyarlaması yağıyor! Bugüne kadar pek çok eseri film ve diziye uyarlanan korku edebiyatının kralı King, yepyeni projelerle gündemde. Bu aydan başlamak üzere izleyemeye başlayacağımız Stephen King uyarlamalarını Postkolik merceğine aldık.

10

24

ANİME Bu ay, anime tutkunlarının merakla beklediği pek çok film seyirciyle buluşuyor. İçlerinde pandemi nedeniyle vizyon tarihi değişen önemli yapımlarda var.

32

38

DİZİ

RÖPORTAJ

BELGESEL

Evlere kapandığımız bu zorlu günlerde, pek çok yeni yapım dizi tutkunlarını bekliyor olacak. ‘İzleyecek yeni ne var?’ diye düşünenlere, Aralık ayının 10 dikkat çeken dizisi tanıttık.

Başrollerinde Nicole Kidman ve Hugh Grant’ın yer aldığı HBO imzalı The Undoing, bu senenin en dikkat çeken mini dizilerinden biri. The Undoing’in iki yıldızı, soruları cevapladı.

Efsanevi müzik grubu The Beatles, tam 50 yıl önce dağıldı. Modadan müziğe birçok konuda dünyayı etkileyen İngiliz grubu, hakkında yapılmış en iyi belgesellere anıyoruz.

Yayın Danışmanı Fırat Akyıldız

Reklam Emrah Gürkan 0532 437 26 38 emrah@postkolik.com

Gondor Medya İletişim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti adına sahibi Emrah Gürkan

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatma Gürkan

Web Reklam duygu@postkolik.com

Yayın Yönetmeni Emrah Gürkan emrah@postkolik.com

Katkıda Bulunanlar Elif Öztuna, Enis Hazan, Berker Öztuna, Gizem Ertürk, Büşra Bayer

Yönetim Yeri Nisbetiye Mah. Gazi Güçnar Sok. Uygur İş Merkezi No: 4A, D:1 Beşiktaş/İstanbul 0212 337 27 91 info@postkolik.com

Görsel Yönetmen Emre Öztınaz

Fotoğraf Sinan Bayar

Kapak Görseli Jorge Ortiz


POST OFFICE

ÇİZGİ ROMAN YOLU GÖRENLERİ BÜYÜLÜYOR B

rüksel’deki Comic Book Route (Çizgi Roman Yolu), sizi Brüksel’in ara sokaklarında muhteşem bir yolculuğa davet ediyor. Bu keyifli yolculukta Tenten, Şirinler, Asterix, Lucky Luke, Gaston ve Gil Jourdan gibi Fransız-Belçika çizgi romanlarının en popüler karakterlerinin devasa grafittileriyle bezeli pek çok duvar ve binayı görmenin yanı sıra; Laeken ve Auderghem mahallelerinde oldukça keyifli bir tura çıkacaksınız. 1991’de yerel yönetim tarafından Belçika Çizgi Roman Merkezi işbirliği ile başlatılan projede Belçika’nın çizgi romanlarla olan köklü tarihi ve ilişkisi kutlanıyor. Bildiğiniz gibi, çizgi romanlar Belçika için bir gurur

kaynağı. Çizgi romanların popüler bir eğlence olmaktan çıkıp kendi başına bir sanata dönüştüğü tek ülke Belçika. Nitekim, Belçika 700’den fazla çizgi roman sanatçısıyla dünyada kilometre kare başına en fazla çizgi roman sanatçısı düşen ülke olarak da dikkat çekiyor. Başkentte bu sanata adanmış çok sayıda özel dükkan, heykel, duvar resmi, bar ve müze bulmak mümkün. Hikayeyi biraz geri sararsak, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Amerikan çizgi romanlarını Avrupa’ya ithal etmek imkansız hale gelmişti. Fakat bu durum pek çok genç sanatçı için çizgi roman ve animasyon sektöründe çalışma fırsatı da

yarattı. Başlangıçta, Superman ve Flash Gordon gibi yarım kalmış Amerikan hikayelerine devam ettiler, ancak daha sonra kendi kahramanlarını ve hikayelerini yaratmaya başladılar. Sonrasındaki 50 yıl içinde düzinelerce yayıncı tarafından desteklenen yerli çizgi roman pazarı olgunlaşmaya başladı. Günümüzde Belçika çizgi romanlarının neredeyse tamamı Avrupa diillerine çevrilirken, Lucky Luke, Şirinler, Asteriks ve Tenten gibi bazı seriler dünya çapında bir başarıya kavuştu. Güzergahında 50’yi aşkın duvar resminin yer aldığı Comic Book Route, işte bu karakterler ve daha fazlasına adeta bir saygı duruşu niteliğinde.

MİNİK RETRO CAVAVAR J

apon video oyun geliştiricisi Capcom, içinde Street Fighter ve Mega Man oyunlarının yer aldığı retro görünümlü şık bir mini oyun konsolu satışa çıkardı. Geçmişin bilgisayarına ve atari istasyonlarına atıfta bulunacak şekilde tasarlanan Retro Station, üzerinde altı düğme ve bir joystick bulunan kontrol paneline ve 20 santimetrelik bir ekrana sahip. Bu güzelliğin tasarımda şirketin adeta imzası niteliğindeki mavi ve sarı renkler kullanılmış. Arka tarafta bir HDMI girişi ve oyun deneyimini yükseltmek isteyenler içinse bir kulaklık girişi yer alıyor. İçindeki oyunlara gelecek olursak; bu minik canavarda Street Fighter ve Mega Man serilerinden Street Fighter II, Street Fighter II Champion Edition, Super Street Fighter II, Super Street Fighter II Turbo, Super Puzzle Fighter II Turbo, Mega Man: The Power Battle, Mega Man 2 The Power Fighters, Mega Man X, Mega Man Soccer ve Mega Man & Bass dahil olmak üzere 10 oyun yer alıyor. Capcom Retro Station, 210 dolar fiyatla, 1 Aralık’tan itibaren meraklılarına satışa sunuldu.

ELON MUSK İMZALI TEKİLA G

eçtiğimiz ay Microsoft’un kurucusu Bill Gates’i geçerek dünyanın ikinci en zengin insanı olan Tesla ve SpaceX’in CEO’su Elon Musk, tekila projesine dair ilk kez 2018 yılında imalarda bulunmuştu. O zamanlar bu açıklamalar Tesla’nın girdiği finansal sıkıntılara dair söylentilere cevaben yalnızca 1 Nisan şakası olarak görülüyordu. Ancak çok sayıdaki projesinin ardından hırslı girişimciye dair öğrendiğimiz bir şey varsa, o da sözünün eri olduğu... Elbette Musk, Tesla Tequila’yı da gerçeğe dönüştürdü. Üstelik herkes ürününün ne kadar mantıklı olduğu konusunda şüphe etse de tekila (iki şişe limitine rağmen) piyasaya sürüldükten dakikalar sonra tükendi. Kaliforniya menşeili Nosotros Tequila tarafından damıtılan ürün, %100 agave tekila añejo’dan imal edildi ve Fransız meşe fıçılarında dört ay bekletildi. Sonuç, kuru meyve ve hafif vanilya esintilerine sahip, tarçın ve biber notalarıyla açılışını tamamlayan bir tekila oldu. Yüzde 40’lık alkol oranı ile büyük ilgi çeken tekila, şimşek şeklindeki şişeleriyle de bir hayli beğenildi. 250 dolar etiket fiyatıyla limitli sayıda satışa çıkarılan bu içkinin devamının gelip gelmeyeceğini ise zaman gösterecek.

4


RÜYALARI SÜSLEYEN KABİN Ö

ÖD House prefabrik yapıların muazzam başarısı ve popülerliğinden sonra, projenin yaratıcıları Estonyalı kardeşler Jaak ve Andreas Tiik, dünyanın hemen hemen her yerine gönderilebilecek, yeni ve daha uygun fiyatlı bir prefabrik kabin serisinin tanıtımıyla bahsi ikiye katladı. “Gece Evi” olarak tercüme edilen ÖÖD Houses, birden fazla oda bölümleyicisi, yerden tavana uzanan pencereler ve yapının çevresine mükemmel şekilde uyum sağlamasına olanak tanıyan aynalı bir dış cephe ile

muhteşem bir yaşam alanı sunuyor. Fiyatı yaklaşık 22 bin dolardan başlayan bu kabinlerden üçü, 40’lık bir nakliye konteynerine sığabiliyor, yani yapının taşınması da ÖÖD House’un kendisi kadar düşük maliyetli. Şirket, biri oteller ve dinlenme yerleri için tasarlanmış, diğeri ise ev ofis kullanımı için tasarlanmış toplamda beş ayrı versiyon seçeneği sunuyor. ÖÖD House, bu kabinleri daha erişilebilir hale getirmek için kabinlerinin yakında Amazon üzerinden satın alınabileceğini de açıkladı.

WHO YA GONNA CALL? G

hostbusters, 1984 yapımı orijinal filminin çıkışından bu yana, çizgi romanları, video oyunları, koleksiyon nesneleri, çizgi filmleriyle son derece popüler bir medya ikonu haline gelmiş durumda. LEGO Creators, 2021 yazına ertelenen Ghostbusters: Afterlife filminden yola çıkarak New York City menşeili hayalet avcılarının ikonik otomobili ECTO-1’in yeniden piyasaya çıkarmaya karar vermiş. Popüler serinin büyük ölçüde modifiye edilmiş 1959 model Cadillac Miller-Meteor’u, son derece ayrıntılı 2 bin 352 parçalık bir kite dönüştürülmüş durumda. 20 x 46 x 15 cm ebatlardaki LEGO ECTO-1, çalışan direksiyon simidi, tuzak kapısı, birinin arkasında genişleyen bir nişancı koltuğu yer alan çalışan kapılar, bir portbagaj ve filmlerde ikonik Caddy’nin üzerine ve içine monte edilmiş halde gördüğümüz çok sayıda hayalet avlama ekipmanı içeriyor. Sette ayrıca Ghostbuster damgalı LEGO blokları ve efsanevi otomobile yerleştirilebilecek bir “Uzaktan Tuzak Aracı” da yer alıyor. LEGO Creator Ghostbusters ECTO-1 , 200 dolarlık fiyatıyla 15 Kasım’da satışa sunuldu.

Pentagram

‘+1 FEST’ İLE MÜZİK KEYFİ @

artibir Instagram hesabı üzerinden yayınlanacak ve farklı müzik türlerinden önemli isimleri evlerimize konuk edecek yeni konser serisi +1 FEST Kasım sonunda başladı. Dört hafta sürecek olan festivalde tüm canlı performanslar saat 22.00’de başlayacak. Müzik keyfine +1 olmak üzere başlatılan +1 FEST buluşmalarında ikinci performans, Türkiye’nin en sevilen gruplarından Duman tarafından gerçekleştirilecek. Türk rock müziğinin önemli gruplarından Duman, 3 Aralık Perşembe akşamı sevenleriyle buluşacak. Serinin üçüncü konseri, Adamlar ile 10 Aralık Perşembe akşamı yine @artibir Instagram hesabından canlı takip edilebilecek. +1 FEST canlı konserleri, 17 Aralık’ta Pentagram konseriyle tamamlanacak.

Adamlar

5


POST OFFICE

TASCHEN’DAN DÖVME KİTABI B ugüne kadar yayınladığı birbirinden muazzam kitaplarla kalbimizde ayrı bir yeri olan Taschen Yayınevi, efsanevi dövmeci ve tarihçi Henk Schiffmacher’i konu alan “TATTOO. 1730s-1970s. Henk Schiffmacher’s Private Collection” adlı yeni kitabıyla dövme tutkunlarının

kalbini 12’den vurdu! Büyük ebatlı kitapta dövme sanatı 240 yıllık bir dönem içerisinde değerlendirilirken, Schiffmacher’in dövmelerle olan kişisel yolculuğu ele alınmış. Kitap, Schiffmacher’in kişisel arşivinden -bazıları son derece nadir- fotoğraflara da yer veriyor. Örneğin Batı

dövmesinin ilk dönemlerindeki büyük isimlerin vintage dövme sayfalarından oluşan seçkiler, buna örnek gösterilebilir. Kitapta bu görsellere Schiffmacher’ın yorumları da eşlik ediyor. Proje hakkında konuşan Schiffmacher, “Bu kitap o kadar belalı ki, dövme tarihine dair 40 yılı aşkın süredir topladığım fantastik şeylerle dolu. İçinde daha önce hiç görülmemiş bir sürü bilgi ve görsel var. Gerçekten aşkla yapılmış bir iş oldu.” yorumunda bulunuyor. Bu arada kitabın basımında pek çok ince detay düşünülmüş. Örneğin, kitabın ön kapağı dövmeler ve eskitilmiş sarı renkli kaplaması ile retro bir dövme sayfası gibi görünürken, iç sayfalarda da benzer bir sarı ton kullanılmış. 440 sayfalık kitapta; Schiffmacher’in “Dövmeler içinde bir Yaşam”dan “Bir Teşhircilik Çağı”na kadar uzanan konulara ve geleneksel Japon dövmesi hakkında bilgilere bile rastlamak mümkün. TATTOO. 1730s-1970s. Henk Schiffmacher’s Private Collection, meraklıları için Taschen’in web sitesinde sataşa sunuldu.

ACİL DURUM BİSİKLETLERİ PARİS SOKAKLARINDA B üyük şehirler kötü şöhretli trafik sıkışıklığıyla bilinir. Örneğin Paris, Avrupa’daki en kalabalık trafiğe sahip şehirlerinden biridir. Sürücüler yılda yaklaşık 140 saatini otomobillerinin içinde beklerken geçirirler. Fakat diğer taraftan trafikte kaybedilen her dakika, hastalar için yüzde 10 daha az hayatta kalma şansı anlamına da geliyor. Wunderman Thompson Paris, bununla mücadele etmek ve şehir kullanıma uygun bir tıbbi araç yaratmak için bir fikir tasarladı ve elektrikli bisiklet üretcisi Ecox ortaklığında çalıştı. Paris’teki acil durum personelinin şehrin sıkışık sokaklarında hızlı hareket etmesine yardımcı olmak için tasarlanan bu bisiklette, tıbbi ekipman taşımak için büyük hacimli yalıtımlı bir kutu

yer alıyor. Wunderman Thompson Paris Kreatif Direktörleri Adrien Mancel, “Acil durum bisikletleri oldukça hızlı. Yoğun trafikte kolayca yol alıyorlar, küçük alanlara park edilebiliyorlar ve en önemlisi, doktorların tıbbi ekipmanlarıyla Paris’te diğer araçlardan daha hızlı yolculuk etmesini ve her tıbbi müdahale alanına ortalama iki kat daha hızlı ulaşmasını sağlıyor.” derken Ecinox CEO’su Mathieu Froger ise, “Acil durum bisikletleri, şehirde yolculuk eden doktorlarla ilgili karmaşık sorunlarına müdahale etmek için attığımız bir adım. Acil durum bisikletlerimizi almayı dört gözle bekleyen sağlık görevlilerimiz için bu kadar verimli bir marka olarak hizmet etmekten heyecan duyuyoruz” açıklamasında bulunuyor.

TAB GIDA LEZZETLERİNE KESİNTİSİZ ERİŞİM SÜRÜYOR S algının ilk gününden itibaren #evdekal hareketini destekleyen ve birçok uygulamayı hayata geçiren TAB Gıda, Tıkla Gelsin ve Yemek Sepeti’nin online ve mobil kanallarının yanında, Ara Gelsin sipariş hattı üzerinden de müşterilerinin güvenli bir şekilde siparişleri alıyor. Online ve temassız olarak ödemesi yapılabilen ürünler, hijyen kuralları eksiksiz takip edilerek maske ile hazırlanıyor.

Sektör lideri olmanın getirdiği yüksek sorumluluk bilinciyle prosedürlerini daha da güçlendiren TAB Gıda, kaliteli, lezzetli ve güvenli gıdaya erişimi mümkün kılmayı önemli bir sorumluluk olarak görüyor. Sipariş uygulamaları üzerinden ‘Siparişimi Kapıya As’ ve ‘Temassız Teslimat’ seçeneğiyle sosyal mesafe kuralına uyulurken, tüm paket servis siparişlerinde kullanılan ’Güvenli Paket’ uygulaması saye-

6

sinde, ürünlerin restorandan tamamen kapalı çıkması garanti altına alınarak en sağlıklı şekilde teslimatı gerçekleşiyor.



KÖKLÜ DOSTLUKTAN DOĞAN BÜYÜLÜ MÜZIK İş Sanat, kulaklarımızın pasını silecek harika bir performans için ‘İlk Atlas’ albümüyle yıldızı parlayan piyanist İklim Tamkan ve mezzosoprano Senem Demircioğlu ikilisini ağırlıyor. İş Kuleleri Salonu’nda seyircisiz olarak kaydedilen konseri 4 Aralık’tan itibaren İş Sanat’ın sosyal medya hesaplarından ve issanat.com.tr üzerinden izleyebiliriz. Bu çok özel performans öncesinde İklim Tamkan ve Senem Demircioğlu’na sorularımızı yönelttik. Sizlerle henüz tanışmamış okuyucularımız için kısaca kendinizden bahseder misiniz? İklim Tamkan: İzmir Karşıyaka doğumluyum. Karşıyakalı olduğumu vurgulamayı özellikle seviyorum. :) Müzik eğitimime Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı’nda başladım. Çok kıymetli hocaları tanıma ve gözlemleme şansı yakaladım, benim için çok özel bir okuldur. Üniversite eğitimimi Viyana’da tamamladıktan sonra Graz Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi Piyano Ana Sanat Dalı Solistlik Bölümü’ne, uzun yıllar Avrupa Piyano Eğitimciler Derneği başkanlığını da sürdürmüş olan

Prof. Walter Groppenberger’in sınıfına kabul edildim. Müzik ve hayatla ilgili edindiğim pek çok şeyin tohumlarının Graz’da ekildiğini söyleyebilirim. Senem Demircioğlu: Aslında Ankaralıyım ama müzik hayatıma TRT İstanbul Çocuk Korosu’nda başladım. Eş zamanlı olarak Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın piyano bölümünü kazanıp, ortaokul ve lise yıllarımı burada tamamladım. Şarkı söylemek hayalimdi, üniversitede operaya yönelerek bu hayalimi gerçekleştirdim. Üniversite sonrası ise rotam Avusturya oldu. Graz Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi’nde

8

Prof. U. Baestlein’ın master öğrencisi olarak eğitimime devam ettim. Zaten İklim ile de bu zamanlarda tanıştık. ‘İlk Atlas’ albümümüz burada filizlendi, ben Türkiye’ye döndükten sonra da stüdyoya girdik. Avusturya, klasik müziğin en önemli merkezlerinden biri. Böyle bir ülkede eğitim almak sizi nasıl değiştirdi? İklim Tamkan: Avusturya, sadece gidip eğitim aldığım bir yer değil benim için. İnandığım ve ahlakını savunduğum tüm değerleri ve disiplinleri orada gördüm ve edindim. Hayatımın yarısından fazlasını Avusturya’da


dünyanın kapanma hali ve müzisyen arkadaşlarımızın yaşadığı tedirginlikler bizi psikolojik olarak maalesef etkiliyor. Sahip olduğumuz endişeler özellikle bizim gibi ruhuyla iş yapan müzisyenlerin fazlasıyla içine kapanmasına neden oldu. Bu yüzden sizlere ‘şu zaman albüm geliyor’ diyemiyorum. Ama bu süreçte mümkün olduğunca stüdyoya girip kayıt yapmak istediğimizi de söylemeliyim. Şu an için adı konmuş bir albüm çalışmamız yok. Tekli olarak çıkarabileceğimiz özel bir repertuvar ve bir düzenleme albümü çıkarmak ihtimaller dahilinde.

geçirdim. Beethoven’ın yaşadığı binanın önünden geçmek, onunla aynı havayı solumak ve o kültürün içinde bir şeylerin takipçisi olmak benim için çok değerliydi. Lisenin hemen ardından Avusturya’ya gitmiştim, Senem de üniversiteden sonra geldi. Pek çok alışkanlığı beraber orada edindik, bunun da müzikal hayatımızı son derece olumlu etkilediğini düşünüyorum. Birlikteliğiniz neredeyse 10. yılına yaklaşıyor. Aradan geçen bunca yılı nasıl değerlendiriyorsunuz? Senem Demircioğlu: Biz, bir proje ya da kariyer hedefi için bir araya gelmedik. Avusturya’da müzik okuyan iki genç kadın olarak karşılaştık. Fakat tanışmamız kısa sürede sarsılmaz ve çok güzel bir dostluğa dönüştü. Önceleri müziği tamamen zevk için yaptığımızı söyleyebilirim. Avusturya’da nasıl daha güzel vakit geçirebiliriz sorusunun cevabını müzikte bulduk. Köklenen dostluğumuz müzikal performanslara ve projelere dönüştü. Bu

açıdan çok şanslıyız diye düşünüyorum. Sevgi, şefkat, merhamet ve vefa üzerine kurulu müthiş bir dostluğumuz var. Gelelim İş Sanat’ın internet sitesi ve sosyal medya hesaplarından izleyeceğimiz performansınıza… Bizi neler bekliyor? İklim Tamkan: Kesinlikle sıra dışı bir repertuvar olacağını düşünüyoruz, zaten bu şarkıları biz de çok beğenerek çalıyoruz. Öncelikle iki özel enstrümanımız olacak. Klavsen, ülkemizde çok fazla çalınmayan bir enstrüman. Ben solo olarak Fransa ve Almanya’dan çok değerli bestecilerin klavsen parçalarını seslendireceğim Senem de aryentiklerden konser aryalarına kadar uzanan başka formlarda dinlemesi çok zevkli şarkılar söyleyecek. Jules Massenet ve Gabriel Fauré gibi bestecilerin eserlerini bolca çalacağız. Sizden ne zaman yeni bir albüm dinleyebileceğiz? İklim Tamkan: Yaşadığımız bu zorlu günler,

İklim Tamkan

İlk albümünüz ‘İlk Atlas’, şiir ve müziğin harika bir buluşmasıydı. Yeni albüm yine bir konsept üzerine mi olur? Senem Demircioğlu: Bundan sonraki kayıtlarımızın ‘İlk Atlas’ gibi olacağını düşünmüyorum. Fırsat buldukça yeni topluluklarla farklı projeler yapmaya çalışacağız. Bu arada pandemi öncesine kadar Yetkin Dikinciler ile birlikte ‘Yarın’a Davet’ adıyla Nâzım Hikmet üzerine bir gösteri yapıyorduk. Bu gösterinin bir kısmını dijitalde yayımlamak istiyoruz. Artık ‘yeni normal’ dediğimiz bir sürecin içindeyiz. Yaşananları sizin cephenizden nasıl değerlendiriyorsunuz? Senem Demircioğlu: Bu konuyla ilgili maalesef çok da iyimser konuşamayacağım. Kapalı salonlara girmek konusunda herkes haklı olarak tedirgin. Bu kapanma hali, maalesef sanatla uğraşanların kıyıda köşede beklediği bir sürece dönüştü. Birkaç kurumun dışında bu dünyanın içinde olanları motive eden ve destek veren bir yapı yok. İçimizde bir kırgınlık olduğunu ve adeta ‘yangında ilk feda edilecek’ gibi hissettiğimizi söyleyebilirim. Yeniden konserlerde tabii ki buluşacağız ama bu ne zaman gerçekleşir, şimdilik kimse bilmiyor. Bu belirsizlik de hepimizi çok yoruyor ve etkiliyor. Umarım en kısa zamanda bu sorunun düzelmesi yolunda adımlar atılır.

Senem Demircioğlu

9


KAPAK KONUSU

STEPHEN KING YENİ PROJELERLE GELİYOR Gökten adeta Stephen King uyarlaması yağıyor! Bugüne kadar pek çok eseri film ve diziye uyarlanan korku edebiyatının kralı King, yepyeni projelerle gündemde. Bu aydan başlamak üzere izleyemeye başlayacağımız Stephen King uyarlamalarını Postkolik merceğine aldık. 10


The Stand

K

itapları dünya çapında 350 milyon kopyadan fazla satan Stephen King, tüm dünyanın bildiği bir efsane. 73 yaşındaki bu durmak bilmeyen yazarın eserleri bugüne kadar pek çok filme, televizyon dizisine ve çizgi romana adapte edildi. 61 roman kaleme alan yazarın, 200 kısa hikayesi de toplanarak kitaplar haline getirildi. Tüm ömrünü yazmaya adayan Stephen King’in hikayeleri kabuslarımızı süslerken, kendisi bu eserlerle sayısız ödül kazandı. Bram Stoker Ödülü, World Fantasy Ödülü ve British Fantasy Society Ödülü bir yanda dursun, 2003 yılında National Book Foundation Stephen King’e “Medal for Distinguished Contribution to American Letters” ödülünü layık gördü. 2004 yılında “World Fantasy Award for Life Achievement” ve 2007 yılında “Grand Master Award from the Mystery Writers of America” ve 2015 yılında “National Medal of Arts” ödüllerini edebiyata olan önemli katkılarından dolayı kazandı. Popüler kültürde büyük önemi olan Stephen King’e soyadına gönderme yaparak “Korkunun Kralı” lakabı takıldı. Kitaplarının çoğu Türkçeye de çevrilen ve her yaştan insanı bir şekilde kendi yarattığı korku dolu evrenlere çekmeyi başaran King’in, 40’tan daha fazla eseri filme uyarlandı. Kitaptan filme uyarlanan ve yıllar boyu IMDB’de “En İyi 100 Film” listesinde birinci sırada bulunan Esaretin Bedeli’nin (The Shawshank Redemption) muazzam başarısı yazarın ustalığının küçük bir kanıtı. Göz (Carrie), Kara Kule (The Dark Tower), Yeşil Yol (The Green Mile), O (It), Medyum (The Shining), Kujo (Cujo), Hayvan Mezarlığı (Pet Sematary), Gerald’ın Oyunu (Gerald’s Game), Rüya Avcısı (Dreamcather), Uykusuzluk (Insomnia) gibi filme uyarlanan eserleri ise hem kitap kurtları hem de sinema aşıkları tarafından sevilen ve dünyaca izlenen filmler oldular. Tüm zamanların en ilham verici yazarlarından biri olan ve yaşayan en büyük edebiyat üstadı sayılan Stephen King, heyecanınızı körükleyecek pek çok yeni projeyle her daim gündemde kalmayı sürdürüyor. Bu aydan başlayarak önümüzdeki dönemde Kral’ın pek çok roman ve öyküsünü sinema ve televizyonda izle-

yeceğiz. Kralın heyecan yaratan bu projelerini Postkolik merceğine aldık.

THE STAND

En hızlı izleyeceğimiz Stephen King projesi bir dizi uyarlaması olacak. Stephen King’in 1978 tarihli post-apocalyptic fantezi romanı The Stand, aslında 1994 yılında mini dizi olarak yayımlanmıştı. 17 Aralık’ta yeni uyarlamasıyla ekranlara dönecek olan The Stand, biyolojik silah olarak kullanılan influenza virüsünün dünya nüfusunun büyük bir kısmını yok etmesi, sağ kalan bir avuç insanın iki farklı gruba bölünmesi ve iyiyle kötü arasındaki bitmek bilmeyen savaşı konu alıyor. Ölümcül salgından kaçan insanlar kendilerini bu durumdan kurtarmanın yollarını ararlarken, aynı zamanda bir lider de aramaktadırlar. Umudu aradıkları kişi, 108 yaşındaki Mother Abigail’dir. Öteki tarafta ise, kötü niyetli bir varlık (Randall Flagg) vardır. Dizide James Marsden’ı, Stu Redman rolünde izleyeceğiz. The Stand’in standartlarında klasik kahraman diyebileceğimiz tek isim olan Stu, inançlı bir fabrika işçisini canlandırıyor. Amber Heard’ü ise, Stephen King’in dokuz kitabında yer alan, güçlü ve kötü büyücü, Randall Flagg’e doğru adeta çekilen, hikayenin kötü kahramanı olan Nadine Cross olarak izleyeceğiz. Odessa Young, doğacak olan çocuğu geleceğe şekil verecek olan genç bir hamile kadın Frannie Goldsmith rolünde oynu-

yor. Henry Zaga ise kendini başkalarını kurtarmak için tehlikeye atmaktan çekinmeyen sağır ve dilsiz Nick Andros’u canlandırıyor. Greg Kinnear, Glen Bateman’a ve Whoopi Goldberg ise Mother Abigail’e hayat verecek. True Blood ve Big Little Lies’dan tanıdığımız Alexander Skarsgård da bu kadroda yer alıyor ve Randall Flagg olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda popülerliği oldukça artan genç yetenek Ezra Miller’ı ise Trashcan Man rolünde izleyeceğiz. Heyecan verici haberlerden biri ise, Stephen King’in The Stand için yeni bir son hazırladığı. Bu yeni son ile King, romanın sonunda sağ kalan insanlara neler olduğunu anlatacak. Toplam 10 bölümden oluşacak ve 10 saat sürecek olan bu epik maceranın, The Stand romanının hakkını vereceğini düşünüyoruz.

CHILDREN OF THE CORN

Stephen King’in 1977 tarihli kısa hikayesi Children of the Corn, daha önce pek çok kez filme uyarlanmış ve ebevenylerin kendi öz çocuklarına farklı bir gözle bakmasına sebep olmuştu. 1984 tarihli Children of the Corn’dan başlayarak 2018’de yayınlanan Children of the Corn: Runaway’e kadar toplamda 10 filmlik bir franchise’a dönüşen kısa hikaye, şimdi de 11. Children of the Corn filmiyle karşımıza çıkıyor. Bu kez 1984 yapımı filmden önceki olayları anlatacak olan yapımın yönetmenliğini Ultraviolet ve Equilibrium’dan tanıdığımız Kurt Wimmer üstleniyor. Çekimleri Avusturalya’da yapılan filmin oyuncu kadrosunda Elena Kampouris (Sacred Lies), Kate Moyer (The Handmaid’s Tale), Callan Mulvey (Avengers: Endgame) ve Bruce Spence (The Lord of the Rings: Return of the King) bulunuyor. Hikaye, Nebraska’da küçük bir şehirde yaşayan 12 yaşındaki psikopat bir kızı merkezine alıyor. 12 yaşındaki kardeşimiz, yetişkinlerinin ihmalkârsızlıklarının mısır hasadını ve çocukların geleceğini yok etmesi üzerine, şehirdeki bütün küçük çocukları yanına toplayarak yetişkinleri topluca katletmeye başlar. Şehrin tek kurtuluş umudu ise, çocukların planlarına uymayan bir lise öğrencisine kalır. 23 Ekim’de Florida’da sadece iki sinemada gösterime giren film, önümüzdeki yıl genel izleyiciye sunulacak. Kült haline gelmiş Children of the Corn’un yeni versiyonunu izlerken çocuklarımıza bırakacağımız dünyaya farklı bakmaya başlayabilirsiniz. Children of the Corn

11


KAPAK KONUSU LISEY’S STORY

Chapelwaite

CHAPELWAITE

Bir vampir hikayesi olan Salem’s Lot’un devamı olarak Stephen King’in 1978 yılında kaleme aldığı Jerusalem’s Lot adlı kısa hikaye, EPIX ekranlarında mini dizi haline geliyor. Jason Filardi ve Peter Filardi’nin projesi olan yapımın yönetmenliğini Michael Nankin ve Burr Steers üstenirken, dizinin başrollerinde Oscarlı oyuncu Adrien Brody (Piyanist, Predator) ve Emily Hampshire’ı (Schitt’s Creek) göreceğiz. Toplam 10 bölüm sürecek mini diziyi normalde bu kış izleyecektik ama Chapelwaite de pandemi yüzünden ertelenen yapımlar arasındaki yerini aldı. 1850 yıllarında geçen bu dönem dizisinin merkezinde Emily Hampshire’ın hayat verdiği Rebecca Morgan karakteri var. Rebecca, üniversite eğitimi için Preacher’s Corners şehrinden ayrılan, eğitimi bittikten sonra yeni ve prestijli Atlantic Magazin Dergisi’nde yazmak için evine geri dönen hırslı bir kadındır. Pek çok yazarın kabusu olan yazma tıkanıklığına kapılan Rebecca, beklediği ilhamı sonunda bulur. Adrien Brody’nin hayat verdiği Kaptan Charles Boone, karısının ölümünden sonra üç çocuğuyla birlikte ailesinden miras kalan konağa yerleşmiştir. Annesinin itirazlarına rağmen, kötü şöhretli Chapelwaite Köşkü’ne öğretmen olarak başvuran Rebecca, köşkte yaşayan Kaptan Boone ve ailesi hakkında yazı yazmaya başlar. Rebecca, yeni bir gotik roman yazmasının dışında kendi ailesinin veba gibi yıllardır peşini bırakmayan gizeminde sırrını çözme yolunda ilerler. Kaptan Charles Boone ise, ailesinin kötü geçmişi ile yüzleşmeye ve Boone sülalesini lanetleyen karanlık ile savaşmaya başlayacaktır. Kaptan Charles ve Rebecca’nın koskoca gotik bir malikanede geçen merak uyandırıcı hikayesini izlemek için can atıyoruz.

sürülmüştü. Usta yazarın ilk önemli romanı olarak kabul edilen The Long Walk, Türkiye’de, The Running Man ile birleştirilip tek kitap halinde Azrail Koşuyor adıyla yayınlanmıştı. King’in kendi adıyla yayımlanan ilk kitabı Carrie’den sekiz yıl önce üniversitede okurken yazmaya başladığı The Long Walk, ilginçtir bugüne kadar hiç bir uyarlamayla karşımıza çıkmadı. Roman, totaliter bir ABD hükumetinin 100 genç erkek çocuğunu, televizyonda gösterilen canice bir yarışmaya zorla soktuğu distopik bir gelecekte geçiyor. Sadece bir çocuğun hayatta kalacağı bu yürüme yarışında kazanamayanlar askerler tarafından vuruluyor. New Line, romanın senaryolaştırılması görevini Zodiac, The Amazing Spider-Man filmlerinde görev yapmış James Vanderbilt’e emanet etmiş. İşin ilginç yanı, tam bir Stephen King hayranı olan Vanderbilt, Kral’a olan sevgisinden ötürü, daha film hakları alınmadan önce romanı senaryolaştırmış. Filmin yönetmenliğini “Scary Stories to Tell in the Dark”ın yönetmeni André Øvredal üstleniyor. Elimizde net bir bilgi olmasa da, filmin 2021 içinde vizyona girmesi bekleniyor.

THE LONG WALK

Neredeyse her yazar gibi Stephen King’in de bir zamanlar hayalet yazar olarak çalıştığı bir dönem vardı. Zamanın tozlu raflarında kalan bir isim olan Richard Bachman, aslında Stephen King’in hayalet yazar adıdır. Stephen King’in 1966-67 yılları arasında kaleme aldığı The Long Walk, Richard Bachman imzası altında piyasaya

12

Stephen King’in 2006 yılında raflarda yerini alan eseri Lisey’s Story, mini dizi oluyor. J.J Abrahams’ın yapımcılığını üstlendiği projenin yönetmenliğini ise Şili sinemasının büyük ismi Pablo Larraín üstleniyor. Julianne Moore, Clive Owen, Joan Allen, Dane DeHaan, Sung Kang ve Jennifer Jason Leigh gibi ünlü isimlerin yer aldığı oyuncu kadrosu, yadsınamayacak kadar ilgi çekici. Stephen King, kendi deyimi ile en sevdiği kitabı olan Lisey’s Story’nin mini dizisinin de her bölümünün senaryosunu kendi yazdı. Üstelik çekimler sırasında her daim sette de bulundu. Yönetmen Pablo Larraín ile oldukça iyi anlaştıkları her fırsatta dile getiren King, Pablo’nun hikayeden çıkmadan güzel görseller yakaladığını ve beraber çalışmalarının derinlik algısını artırdığını belirtti. Pandemiden dolayı çekimleri yarım kalan mini dizinin bitmesine çok az kaldığını biliyoruz, ancak tam olarak ne zaman ekrana geleceği belli değil. Mini dizinin hikayesi Julianne Moore’un canlandırdığı karakter olan Lisey Landon’ın etrafında dönüyor. Kocası Scott’ın ölümünün üzerinden iki sene geçmiştir. Acısından dolayı kaybettiği eşinin eşyalarına bakamayan Lisey, sonunda hatıralar geçidine adımını atar. Eşyalarına bakıp hatıralarını tazelemek isteyen Lisey, kendini tehlikeye atacak zincirleme olayların gelişmesine neden olur ve evliliği ile ilgili bastırdığı hatıralar bir bir su yüzeyine çıkmaya başlar. Kocası hakkındaki gerçekler ile yüzleşmeye zorlanan Linsey, kocasının işine kafayı takmış bir sapığın odağı olur. Oscarlı oyuncu Julianne Moore’u başrolde izleyeceğimiz dizinin geçmişi gösteren sahnelerinde Clive Owen’ı Lisey’in kocası Scott olarak göreceğiz. 2006 yapımı Children of Men’de bu ikiliyi evli bir çift olarak daha önce izlemiştik. Joan Allen’ı, Lisey’in kız kardeşi Amanda karakterinde, Dane DeHaan’ı ise mini dizinin kötü karakteri Jim Dooley olarak ve Sung Kang’ı da Officer Dan Boeckman rolünde izleyeceğiz.


THE TALISMAN

Stephen King ve Peter Straub’un 1984 yılında beraber kaleme aldıkları, o yıllarda en çok satan kitaplar listesinde bir numarayı uzun zaman elinde tutan The Talisman, hayranlar tarafından uzun zamandır uyarlanması istenen bir yapım olsa da bugüne kadar bir türlü gerçekleşmeyen bir hayal olarak kalmıştı. Steven Spielberg, bir Stephen King hayranı olarak eserin film haklarını aslında çok önceden almış, fakat Spielberg, Kathleen Kennedy ve Frank Marshall tarafından kurulan yapım firması eseri bir türlü hayata geçirememişti. Neyse ki film ufukta göründü. Senaryosunu Ryan Reynolds’un bir tabutta canlı canlı gömüldüğü Buried adlı filmden tanıdığımız Chris Sparling’in kaleme aldığı filmin yönetmenliğini ise Outlander ve The Handmaid’s Tale’den tanıdığımız Mike Barker üstleniyor. Hikaye, sıradan bir genç olan Jack Sawyer’ın kanserden ölmek üzere olan annesini iyileştirmek için tehlikelerle dolu alternatif evren Territories’e yolculuk yaparak şifa veren tılsımlı bir obje The Talisman’ı aramasını anlatıyor. The Talisman için henüz belirlenmiş bir çıkış tarihi ne yazık ki yok.

REVELATIONS

Stephen King’in kısa hikayesi The Revelations of Becka Paulson, mini dizi formatında Revelations adıyla uyarlama sürecinde. Last Man Standing yazarı Maisie Culver’ın pilot bölümünün senaryosunu yazmak için görevlendirildiği dizinin konusu bir hayli ilginç. Yanlışlıkla kendini kafasından bir çivi tabancası ile vuran Rebecca, beynine

hasar verir. Pollyanna gibi bir hayat süren, kazanın ardından İsa ile konuşmaya başlayan Rebecca’nın görevi kıyameti durdurmaktır. Dünyayı kurtarmak için Rebecca’nın insanların bağışlanabilir varlıklar olduğunu ispatlaması ve bunu kırsal bir kesimde olan kendi kasabasından başlayarak yapması gerekmektedir. Mini dizinin senaryosu kitabından biraz farklı olacak. Kitaptaki hikayede Rebecca, kafasından gerçek bir tabanca ile vurulur. Kurşun yarasından ölmeyen Rebecca, bir İsa fotoğrafı ile konuşmaya başlar ve kocasının onu aldattığını öğrenerek, ölümcül bir intikam planı yapmaya başlar. Dizi, neredeyse tam zıt olan hikaye bu versiyonu ile Stephen King’in çizdiği kulvardan çıkıp kendine bambaşka yollar arıyor gibi. Stephen King fanları acaba bu kadar değişen hikayeden etkilenip, mini diziyi severler mi, sevmezler mi göreceğiz.

REVIVAL

Stephen King’in 2014 çıkışlı romanı Revival’ın film uyarlaması, aslında bir kaç yıldır üzerinde çalışılan bir projeydi. Yönetmen olarak birden fazla kişinin bağlı bulunduğu projedeki isimlerden birisi “The New Mutants” ile bildiğimiz Josh Boone’du. Ancak Mayıs’ta duyurulan bir

13

açıklamaya göre, Boone başka bir Stephen King projesi olan The Stand ile ilgilendiğinden projenin başına “The Haunting of Hill House” yönetmeni Mike Flanagan getirildi. Yazım, yapım ve yönetimi üstenecek olan Mike Flanagan’ın verdiği söz ise, bu yapımın daha önce çalıştığı Stephen King uyarlamaları Gerald’s Game ve Doctor Sleep gibi duygusal olmayacağı. Filmin “kasvetli ve acımasız” olacağını söyleyen Flanagan, kozmik korku hikayelerini sevdiğini ve üzerinde çalışmanın eğlenceli olacağını ekledi. Filmin karanlık bir son ile biteceğini müjdeleyen Flanagan, senaryonun ilk taslağını Stephen King’e yollamış ve taslak King tarafından oldukça beğenilmiş. Filmde eroin bağımlısı müzisyen Jaime Morton ile küçük şehir papazı olan Charles Jacobs’ın ilişkisi anlatılıyor. Yıllar sonra Jacobs, karısı ve çocuklarının ölümü üzerine inancını kaybeder. Jaime ile beraber korkunç deneyler yaparak ahiretin kapısını açmaya çalışırlar, ancak ikili Lovecraft vari korkular ile yüzleşmek zorunda kalır.

MR. HARRIGAN’S PHONE

Mr. Harrigan’s Phone, Stephen King’in kısa hikayelerinin toplandığı ve yakın zamanda piyasaya çıkan “If It Bleeds” adlı kitabında yer alan bir hikaye. Blumhouse ve Ryan Murphy’nin ortak çalışması olarak film uyarlaması üzerinde çalışılan proje, Netflix ekranlarından izleyicilere ulaşacak. “Saving Mr. Banks” ve “The Blind Side” gibi filmlerin yönetmeni John Lee Hancock, projede hem senarist hem de yönetmenlik görevini üstleniyor. Hikaye, Craig adlı bir gencin, yaşını başını almış bilyoner Mr. Harrigan için farklı işlere koşmasını anlatıyor. iPhone henüz piyasaya yeni çıkmıştır. Mr. Harrigan’dan aldığı kazı kazandan kazandığı para ile yeni bir iPhone alan Craig yeni teknoloji harikasını Mr. Harrigan’a gösterir. Harrigan, telefondan oldukça etkilenir ve Craig’e ona da bir tane almasını rica eder. Gün gelir Harrigan ölür, cenazesinde Craig çok sevdiği telefonunu da tabutunun içine koyar ve Harrigan telefonu ile birlikte gömülür. Craig yerin altında yatan ölü arkadaşı Mr. Harrigan ile yazışmaya başlar ancak Harrigan mesajlarına cevap verdiğinde her şey değişecektir.


KAPAK KONUSU Carrie

SALEM’S LOT

The Conjuring, Annabelle, Annabelle Creation, Annabelle Comes Home ve The Nun ile tanıdığımız, aynı zamanda IT filmlerinin yazarı olan Gary Dauberman, başka bir Stephen King uyarlaması Salem’s Lot ile karşımıza çıkacak. Projede hem senarist hem de yönetmen koltuğuna oturacak olan Gary Dauberman, aynı zamanda baş yapımcı. 1975 yılında yayınlanan kitapla aynı adı taşıyan film, yazılarına devam etmek amacı ile memleketine dönen bir New England’lı yazarın, çocukken yaşadığı ancak günümüzde terkedilmiş malikanesine yerleşmesini ve başına gelen garip olayları anlatıyor. Yazar, çocukluk evinin Avrupa’dan gelen gizemli bir adam tarafından satın alındığını öğrenir. Üstelik tek farklı olan şey bu değildir, kasaba halkı yavaş yavaş vampire dönüşmeye başlamıştır. Yazar, ayaktakımı denilebilecek bir grup ile beraber vampirlerin yayılışını durdurmaya çalışır. Son karşılaşma ise çocukluk evinde yaşayan gizemli Avrupalı ile olacaktır. Daha önce hiç sinema filmi olarak izlemediğimiz Salem’s Lot, 1979 yılında mini dizi olarak ekranlarda olmuştu.

yaşanılan toplumsal baskının bir dışavurumu olarak sert darbeler ile geleceği kesin. Yönetmeni Kimberly Peirce olarak açıklanan proje henüz çok erken aşamalarda; bu yüzden Carrie’yi kimin oynayacağı da belli değil. Bugünlerde Stephen King’in eserlerine olan ilgi aşırı derecede yoğun olduğundan dolayı oyuncu kadrosunun yakın zamanda belli olacağını düşünüyoruz. Mini dizinin ne zaman prömiyer yapacağı da belirsiz. Senaryosu hakkında hiçbir bilgi olmaması bir yana, kimin yazdığı bile şu an için kesinleşmiş değil. Şimdiye kadar çekilmiş filmleri izlemeyenler için Carrie’nin hikayesinden biraz bahsedelim. Hiç arkadaşı olmayan Carrie, telekinetik güçleri olan bir genç kızdır. Zalim okul arkadaşları tarafından zorbalık gören Carrie, dindar annesi tarafından aşırı bir baskı ve istismar altındadır. Okulun en popüer yakışıklısından okul sonu balosuna davet edilen Carrie işlerin iyi gittiğini düşünürken, bütün olay aslında bir eşek şakasından ibarettir.

da biraz değiştirilmiş hali ile 2015 yılında yayımlanan “The Bazaar of Bad Dreams” adlı King’in kısa hikayelerinin toplandığı kitapta da yer alıyor. Oyuncu kadrosunun henüz belli olmadığı filmi Alistair Legrand yönetecek, senaryosunu ise Legrand ve Luke Harvis kaleme alacak. Mile 81, 80 sayfalık kısacık bir hikaye, ancak film uyarlaması için senaristler hikayeyi uzatacak. Katil arabalarla garip bir ilişkisi olan Stephen King’in Christine’den sonra ikinci katil arabasının bu hikayesi eminiz bir hayli ilgi çekecektir. Hatırlayacağınız üzere Christine’deki 1958 model Plymouth Fury, olarak oldukça çekici bir araçtı. Mile 81’de ise, steyşın vagon bir arabanın insanları yemesini izleyeceğiz. Gözlerden uzak bir mola yerinde park halinde olan steyşın vagona yaklaşan insanları bir çırpıda yiyip bitiren aracın aslında araba şekline girmiş bir uzaylı olduğunu izleyeceğiniz filmin konusu bir hayli ilginç. 12 yaşındaki Pete, kardeşi ve bir grup MILE 81 yabancının mola yerinin tesisinde saklanarak Stephen King’in 2011’de e-book olarak yayımla- vereceği yaşam mücadelesini izleyeceğiniz film dığı kısa bir hikaye olan Mile 81, aynı zamanhakkında elimizdeki şimdilik fazla bir detay yok.

CARRIE

Stephen King’in aynı adlı romanından, Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Brian De Palma’nın yönettiği 1976 tarihli Carrie, şimdi de dizi formatında bizlerle buluşacak. Sissy Spacek’in Carrie rolünde sinema tarihine kazındığı, gencecik John Travolta’nın güzel kızların kalbini kırdığı ve bir kova domuz kanının tüm şehri yerle bir etmeye yettiği bu olağanüstü filmi, sonradan devam filmleri ve yeniden çevrimlerle rezil etmeye çalışsalar da orijinaline dair sevgimizin önüne geçmeyi başaramadılar. İlk kez televizyon ekranlarında görülecek olan Carrie, büyük değişiklikler ile karşımıza çıkacak. Beyaz bir kadın yerine transeksüel bir birey ya da farklı bir ırktan olması düşünülen Carrie’nin, günümüzde

Mile 81

14


OVERLOOK

Stanley Kubrick’in elinden çıkan The Shining, tüm zamanların en unutulmaz filmlerden birisi. 2019 yılında vizyona giren The Shining’in devamı niteliğindeki Doctor Sleep ise, ne yazık ki beklenen başarıyı yakalayamadı. J.J Abrahams’ın yapımcılığını yaptığı Overlook ise, Stephen King’in belki de en çok ses getiren yapımı olan The Shining’in öncesini anlatıyor. Erken safhalarında olan projenin detayları henüz açıklanmadı. Yönetmen, senarist ve oyuncular da belli değil. Dizinin hikaye anlatımının Bates Motel gibi olması bekleniyor. Üstelik The Shining’de olan ikonik karakterlerden bazılarını Overlook’ta da görebileceksiniz. Torrance ailesi ve Dick Hallorann bunlardan sadece ikisi... Overlook Hotel’in anlatılmayan hikayelerini, daha önce tanımadığınız karakterleri ve başlarına gelenleri izleyebileceğiniz bu mini diziyi heyecanla bekliyoruz. Amerikan edebiyatının en ünlü hayaletli oteli Overlook Hoteli’ne giriş yapmak oldukça kolay olacak, peki ama ya çıkış?

THROTTLE

Stephen King ve oğlu Joe Hill’in (Joseph Hillstrom King) 2009 yılında beraber yazdıkları Throttle’ın film adaptasyonu da, dikkat çeken yapımlarından biri. Baba ve oğlunun bir araya gelerek bir baba oğul hikayesi yazması bir hayli ilgi çekici değil mi? Joe Hill’in babasının mesleğini icra etmesi ve gölgesinde kalmaması neredeyse imkansız. Ancak boynuzun kulağa yetiştiğine, hatta yer yer geçtiğine şahit olduk! Joe Hill’in ikinci romanı olan Horns’un film uyarlaması yapıldı ve Daniel Radcliffe’in ana karakteri oynadığı film, iyi tepkiler aldı. Ayrıca Joe Hill imzalı bir çizgi

roman serisi olan Lock & Key, Netflix’te bir dizi olarak ekrana geldi ve Hill’in satış rekorları kıran romanlarından biri olan NOS4A2 (Nosferatu), The Walking Dead’in yapımcısı olan AMC tarafından dizi olarak uyarlandı. Kısa bir hikaye olan Throttle, Nevada’nın çöllerinde kendilerini rahat bırakmayan ve sürekli onları takip edip başlarına musallat olan bir tırdan kaçan motor çetesi lideri baba ve oğulun başına gelenleri anlatıyor. Ardı ardına kesilmeyen sahneler ile olmadık yerden çıkan tırın teker teker bu motor çetesini yok edeceği uyarlamanın senaristi Sleepy Hollow ve Raising Dion yapımlarının senaryosunu kaleme alan Leigh Dana Jackson olacak. The Dark Knight, Terminator: Dark Fate gibi filmlerden tanıdığımız David S. Goyer ve Keith Levine’in yapımcılığını üstlendiği filmin oyuncu kadrosu açıklanmadı.

SLEEPING BEAUTIES

Stephen King’in yakın zamanda çıkan romanlardan biri olan Sleeping Beauties, oğlu Owen King ile ortak yazdığı bir eser. Bir Stephen King eserinden beklendiği üzere Sleeping Beauties’te korku ögeleri fazlasıyla yer alıyor. Football Manager 2021 Ancak kitabın asıl üzerinde durmak istediği nokta, kadınlar bir anda ortadan kaybolursa ve dünyada sadece erkekler kalırssa neler olabileceği sorusunun cevabı... Yakın bir gelecekte geçen filmin konusundan bahsedelim. Küçük bir kasabanın neredeyse tek gelir kaynağı olan kadınlar hapishanesinde garip olaylar gerçekleşmektedir. Uyuyan kadınlar bir kozanın içine hapsolurlar. Eğer uyandırılırlarsa ya da kozaya zarar gelirse, kapana kısılmış bu kadınlar bir anda vahşileşip, huzurlarını bozan kişiye saldırmaya başlarlar. Kozanın içinde uyurlarken ise bambaşka bir yerdedirler. Erkekler ise, yalnız kalmış ve ne yapacaklarını bilemez durumdadır. Evie adında bir kadın ise, bu garip duruma karşı sanki bağışıklığı varmış gibi sapasağlamdır. Alt metninde kadınların günümüzde yaşadıkları ayrımcılık ve cinsiyet farklılığından doğan zorluklarla mücadelesini konu alan

15

Sleeping Beauties’in oyuncuları, yönetmeni ya da çıkış tarihi şu an için belli değil.

THE GIRL WHO LOVED TOM GORDON

The Girl Who Loved Tom Gordon, Trisha McFarland adlı dokuz yaşında bir kızın erkek kardeşi ve yakın zamanda boşanan annesi ile birlikte Appalachian Patikası’na yürüyüşe çıkmalarını ve Trisha’nın yoldan çıkıp kaybolmasını anlatan bir kısa hikaye. 1999’da kaleme alınan bu hikaye de filme uyarlanıyor. The Girl Who Loved Tom Gordon’da dokuz gün boyunca tek başına yol alıp medeniyetten uzaklaşan ve yorgun düşüp halüsinasyonlar görmeye başlayan dokuz yaşındaki bir kızın tüyler ürpertici hikayesi işleniyor. Bir süre sonra kendisini takip eden Kaybolmuşların Tanrısı adlı doğaüstü bir canavarın olduğuna kendini inandıran Trisha’nın neler yapacağını şimdiden merakla bekliyoruz. Filmin yönetmeni aslında George A. Romero

The Girl Who Loved Tom Gordon


KAPAK KONUSU olacaktı, ancak ölümü ile değişen gelişmeler oldu. Romero’nun eski eşi Chris Romero, IT’in yapımcısı Roy Lee, Jon Berg ve Ryan Silbert ile birlikte 1999 yapımı romanın yapımcılığını üstleniyor. Senarist arayışları ise devam ediyor. Lynne Ramsay’in yöneteceği film hakkında elimizde şimdilik fazla bir bilgi yok.

THE INSTITUTE

Stephen King’in son romanı olan The Institute, 2019 sonbaharında raflardaki yerini aldı. Bir mini dizi olarak karşımıza çıkacak eserin uyarlamasını senarist David E. Kelley (Big Little Lies) ve yönetmen Jack Bender (Lost) üstleniyor. Hikayesi X-Men’e benzeyen eserin konusu 12 yaşındaki Luke Ellis’in ebeveynlerinin evlerinde vahşice öldürüldükten sonra kaçırılmasını ve The Institute denilen tesise yerleştirilmesini konu alıyor. Evindeki odasının birebir kopyası olan bir yere kapatılan Luke, kısa zamanda yalnız olmadığını fark eder. The Institute, özel güçlere sahip çocukların barındığı, Müdür Mrs. Sigsby ve ekibi tarafından yönetilen bir tesistir. Institute’te hapsedilen çocukların güçlerinin ele geçirilmesi ve çocukların bir bir kaybolması ile kaçma planları yapmaya başlayan Luke’u heyecan dolu bir serüven bekler. Eleştirmenlerden tam not alan ve Stephen King’in en korkunç romanlarından biri olarak bahsedilen The Institute, çocukların kötülükleri alt etmesi üzerine kurulu olan hikayesiyle hepimizin aklını çelecek gibi gözüküyor. Çıkış tarihi henüz belli olmayan mini diziyi sabırsızlıkla bekliyoruz.

THE BOOGEYMAN

1973 yılında kısa bir hikaye olarak Stephen King tarafından yazılan The Boogeyman’ın yeni uyarlamasının senaryosunu “A Quiet Place” filminden tanıdığımız yönetmenler / senaristler Scott Beck ve Bryan Woods hazırlıyorlar. İkili, aynı zamanda yönetmenleri oldukları film hakkında bir hayli heyecanlı. Stephen King’in kısa hikayelerinin toplandığı eser Night Shift’teki en sevdikleri 12 sayfalık kısacık bir hikaye olan The Boogeyman için

The Boogeyman yeni bir hikaye yazdıklarını belirten ikili, King hayranlarını şimdiden heyecanlandırdı. Filmin hikayesi, psikiyatri ofisinde çocuklarının nasıl öldüklerini anlatmaya çalışan oldukça paranoyak ve bir ihtimal aklını kaçırmış bir adam ile başlıyor. Ölmeden önce çığlıklar içinde “Boogeyman” diye haykırarak ölen çocuklarının başına neler geldiğini öğreneceğiniz filmin oyuncu kadrosu henüz açıklanmadı.. Lester Billings isimli bir karakterin kendisini takip ettiğini düşündüğü Boogeyman isimli bir yaratıktan kurtulma hikayesini işleyecek The Boogeyman’ın daha önce 1982 yılında Jeff C. Schiro’nun yönetmenliğinde bir filmi çekilmiş, hatta Edinburgh Festival Fringe’te David Oakes’un yönettiği tiyatro oyunu bile oynanmıştı. 2010 yılında Gerard Lough’un vizyonundan 27 dakikalık kısa bir film olarak tekrardan uyarlanan The Boogeyman, heyecanla beklediğimiz yapımlardan biri.

uyarlaması olacak. Jason Blum’un yapımcısı olduğu filmin senaryosunu uyarlayan kişi ise, Scott Teems. Garip bir aşk hikayesini anlatan filmde bir doktorun zamanla hastası olan hamile bir kadına çocuğunu doğururken kullanması gereken nefes alma metodunu öğretmesini izleyeceğiz. Buraya kadar her şeyin normal gözüktüğü hikayenin aslında bambaşka bir boyutu var. Doktorun nefes metodunu öğretmeye çalıştığı kadın, yol kenarında geçirdiği bir kaza sonucu kafasını kaybetmiş ancak nefes almaya devam etmektedir. Konusu bir hayli şaşırtıcı ve heyecan uyandıran film, Stephen King’in “Different Seasons” adlı kısa hikayelerinin toplandığı kitaptan uyarlanacak. Kitapta bulunan diğer hikayeler ise “The Shawshank Redemption”, “Stand By Me” ve “Apt Pupil”. Bu üç hikayenin uyarlamasını daha önce vizyonda görmüştük; sıra şimdi The Breathing Method’a geldi.

THE BREATHING METHOD

2013 yılında yayımlanan Stephen King romanı Joyland’i de bir mini dizi olarak ekranlarda göreceğiz. 1973 yılında, North Carolina’nın küçük bir semtinde yer alan bir lunaparkta geçen hikaye, üniversite öğrencisi Devin Jones’un yaz aylarında

Hellraiser: Inferno, Doctor Strange ve Snowpiercer’ı bizlere sunan Scott Derrickson, ismini dünyaya 2015 tarihli “The Exorcism of Emily Rose” ile duyurmuş bir yönetmen. Derrickson’ın son işi ise Stephen King’in bir başka kısa hikayesi The Breathing Method’un

The Institute

16

JOYLAND


para kazanmak için lunaparkta çalıştığı sırada kanlı bir cinayetin delilleri ile karşılaşmasını ele alıyor. Lunaparkın ve bulunduğu şehrin karanlık sırlarını ortaya çıkaracak bu bilgi, Davin’in hayatını da tamamen değiştirecektir. Joyland, Stephen King’in aslında pek de popüler olamayan bir romanı. Bu yüzden şimdiye kadar bir uyarlaması olmamış. İlk defa uyarlanacak olan romanın senaristliğini Jane the Virgin’in senaristi Chris Peña ve The Stoning of Soraya M.’in senaristi Cyrus Nowrasteh üstleniyor. Stephen King’in proje ile bir bağı olup olmayacağı henüz belli değil. Kitapta üniversite öğrencisi olan Devin’in, genç izleyiciler arasında sevileceğini düşünülüyor ancak “Yapımcı şirket daha çok kişiye hitap etmesi için Devin’in yaşını biraz daha düşürebilir” dedikoduları filmin etrafında dönüyor.

THE DARK HALF

Stephen King’in 1989 yılında yazdığı The Dark Half, King’in hayalet yazar takma adı Richard Bachman’ın bir eseri olarak raflarda yerini almıştı. The Dark Half, 1993 tarihli George Romero imzalı film uyarlamasının ardından yepyeni bir uyarlamayla geri geliyor. Stephen King, kitabı yazarken sanki kendi hayatından bir kısmını kitaba yansıtmış gibidir. Thad Beaumont, George Stark takma adını kullanarak tüyler ürpertici cinayet romanları yazmakta ve romanları oldukça iyi satmaktadır. Karısı ile konforlu bir hayat süren Thad, hayranları tarafından takma ad ile yazdığı öğrenildiği zaman, Thad Beaumont, Stark’ı “öldürür” ve yazarlık kariyerini kendi adı ile devam ettirme kararı alır. Beaumont ve karısı, hayalet yazar George Stark’a sembolik ve göstermelik bir cenaze düzenlerler. Ancak var olmayan George Stark dirilir ve seri cinayetlere başlar. Alex Ross Perry’nin yönetmenlik koltuğunda oturacağı filmin çıkış tarihi ve oyuncu kadrosu hakkında henüz bilgi yok.

From A Buick 8

yaratıkları getirdiği anlaşıldığında artık bazı şeyler için çok geç kalınmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi King’in otomobiller ile olan ilişkisi bir hayli garip. İzlemesi ilginç bir deneyim olacak olan From The Buick 8 hakkında elimizdeki bilgiler şimdilik bu kadar.

THE TOMMYKNOCKERS

1993 yılında mini dizi olarak izleyicilerin karşısına çıkan The Tommyknockers için daha önce bir film uyarlaması olmamıştı. Stephen King’in en çok satan kitaplarından biri olan 1987 yapımı The Tommyknockers, Conjuring’in yönetmeni James Wan ve IT’in yapımcısı Roy Lee’nin usta ellerine düşmüş durumda. Filmin konusu Stephen King’in memleketi ve birden fazla kitabının hikayesine ev sahipliği yapan Maine kasabasında geçiyor. Uzun zamandır gömülü olan bir uzay aracından sızan gaz, şehrin yaşayanlarını değişime uğratarak onlara eşi benzeri olmayan özel güçler bahşeder. Ancak bir o kadar bağımlılık yapan bu gaz, özel güçler verdiği kasaba sakinlerini aynı zamanda vahşileştirmektedir. Bu adaptasyon için pek fazla heyecanlı olmayan Stephen King kendi eseri için “oldukça kötü

FROM A BUICK 8

Thomas Jane, şimdiye kadar üç adet Stephen King uyarlamasında rol aldı. Dreamcatcher, The Mist ve en son 1922 filminde izlediğimiz oyuncu yeni bir Stephen King uyarlaması olan 2002 tarihli From A Buick 8’de oynamak için kollarını sıvadı. Thomas Jane ve Courtney Lauren Penn’in ortak olarak kurdukları yapımcı şirketinin ilk işi olan From A Buick 8, Pennsylvania eyaletinin kırsal bir kenti olan Statler’da geçiyor ve hikaye 1954 model Buick Roadmaster’ın etrafında dönüyor. Bu küçük kırsal kasabada doğaüstü garip olaylar olmaya başlar. Babasının aniden ölümünü sorgulayan bir gencin araştırmaları onu Buick Roadmaster’a kadar götürür. Bu masum gibi gözüken aracın başka dünyalara açılan bir geçit görevi gördüğünü ve bizim dünyamıza

17

bir kitap” tabirini kullandığını biliyoruz. Kitabı yazdığı sıralarda uyuşturucu ile sorunları olan King, belki de filmin yapım aşamasında çalışırsa beğenmediği yerleri tekrar gözden geçirip filmin daha iyi olmasını sağlayabilir diye düşünüyoruz. Stephen King’in aksine hayranları tarafından oldukça sevilen eserin film uyarlamasının heyecanla beklediği kesin.

FIRESTARTER

Paranormal Activity, Insidious, Sinister, The Purge, Oculus, The Gift, Split, Get Out, Happy Death Day, Upgrade, Halloween ve The Invisible Man gibi filmlerin yapımcısı olan Blumhouse Productions, korku filmlerinde adeta bir markaya dönüşmüş durumda. 1980 yılında Stephen King’in zihninden çıkan Firestarter uyarlaması için çalışmaya başlayan Blumhouse, 1984 yılında vizyona giren film adaptasyonunun remake’ini yapacağını açıkladı. Film, evli genç bir çiftin, ateşle oynamayı seven, pyrokinetic yani zihni ile ateş yaratabilen kundakçı kızını merkezine alıyor. Flmde hükümet altında çalışan The Shop adıyla bilinen ve kızlarının özel gücünü ele geçirmeyi amaçlayan bir örgütten kızlarını kaçırmaya çalışan çiftin öyküsünü izleyeceğiz. Scott Teems’in (Halloween


KAPAK KONUSU Kills) senaryosunu yazdığı, Keith Thomas’ın (The Vigil) yöneteceği filmde “Extremely Wicked, Shockingly Evil and Vile” da Ted Bundy’yi çok başarılı bir şekilde canlandıran Zac Efron, başrolün sahibi olarak pyrokinetik güçlere sahip küçük Charlie’nin babası Andrew McGee rolüyle karşımıza çıkacak. Stephen King, projede şu an için yer almıyor. Küçük Charlie’yi ilk filmde Drew Barrymore oynamıştı. E.T.’den 2 yıl sonra çekilen filmde bir hayli tatlı olan Barrymore’un rolünü kimin kapacağı belli değil.

Drunken Fireworks

SUFFER THE LITTLE CHILDREN

1972 yılında yayınlanan Nightmares & Dreamscapes adlı kitapta yer alan kısa hikaye Suffer The Little Children da bir film uyarlamasıyla karşımızda olacak. Sean Carter’ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenliğini üstlendiği filmin yapımcıları ise Craig Flores, Nicolas Chartier ve Sriram Das. İlk kez 1972 yılında Cavalier Dergisi’nde yayımlanan kısa hikayenin konusu, yeni boşanmış bir ilkokul birinci sınıf öğretmeni olan Emily Sidley etrafında şekilleniyor. Emily, okulda normal öğrenci olarak görünen bazı öğrencilerin farklı olduklarını ve garip davrandıklarını keşfeder. Öğrencilerin aslında göründükleri gibi olmadığını ve bedenlerini uzaylı yaratıkların ele geçirdiğini anlayan bir öğretmenin hikayesini izleyeceğimiz filmin oyuncu kadrosu hakkında henüz bilgi yok. Öğrencilerin derilerinin altında garip bir doku olduğunu fark eden öğretmenin yaşadığı stresten dolayı paranoya mı yaşadığını, yoksa kabul etmek istemediği bu durumun gerçek mi olduğunu izlemek kesinlikle heyecanlı olacak. Oldukça ilginç bir konusu olan bu kısa hikayenin film uyarlamasını merakla bekliyoruz.

DRUNKEN FIREWORKS

Drunken Fireworks, Stephen King’in kısa hikayeler repertuarından karşımıza ilk defa 2015 yılında sesli kitap olarak çıktı. King’in kısa hikayelerini topladığı “Bazaar of Bad Dreams”te bulunan Drunken Fireworks’ün yönetmen koltuğunda ünlü aktör James Franco oturuyor. Franco’yu aynı zamanda başrol oyuncusu olarak

da izleyeceğimiz filmin konusu, Maine’de yaşayan bir gölün ayırdığı iki komşunun üzerine odaklanıyor. Alden McCausland, piyangoyu kazandıktan sonra babasının ölmesi üzerine annesi ile yaşar. Zamanını aylaklık yaparak ve içki içerek geçiren ikili rahat bir biçimde yaşamaktadır. Gölün karşı tarafında ise servetlerini çalışarak kazanmış ve mafya ile ilişkisi olan bir İtalyan ailesi yaşamaktadır. Üstelik bu ailenin alkol ile arası pek iyi değildir. Bu iki komşunun aralarındaki rekabet her 4 Temmuz gecesi havai fişek gösterisini kimin daha görkemli yapacağı hakkında tartışmalara yol açar. Her 4 Temmuz’da komşularının gölgesi altında kalan McCausland ailesi, git gide daha da çaresiz hissetmeye başlar. Stephen King’in bu hikayeyi yazmasının ardındaki hikaye ise bir hayli değişik. Süpermarkette alışveriş yaparken onu tanıyan yaşlı bir kadının gelerek korku hikayelerini sevmediğini söylemesi üzerine King, korku edebiyatından dışarı atarak bu kısa hikayeyi kaleme almış.

ROSE MADDER

Aile içi şiddet Stephen King romanlarında sıkça işlenen bir konu. Rose Madder da bunlardan biri ve aile içi şiddeti tam anlamıyla,

18

en korkunç yüzüyle önümüze sunuyor. Küçük bir kasabada polis olan kocası tarafından istismara uğrayan Rosa adında bir kadın, kocası ile hayatına devam edemeyeceğini anlar. Karısının evden kaçmasının ardından kocasının ona yardım eden herkesi öldürmesini anlatan bir roman olan Rosa Madder’ın film uyarlamasının oyuncu kadrosu henüz belli değil. Günümüzde kadına şiddet bu kadar artmışken böyle bir korku filminin vizyona girmesi bu iğrenç gerçekliği tekrar yüzümüze vuracak. Assaf Bernstein’in (Fauda) yazar ve yönetmenliğini yapacağı filmin yapımcıları Craig Flores, Brad Kaplan ve Bernstein. Stephen King’in bu hassas konu üzerine yazdığı eserlerden diğer ikisi ise Dolores Claiborne ve Gerald’s Game. Tüm bu eserler, King’in bu konuda ne kadar duyarlı olduğu gösteriyor. Filmde Rose’un nasıl bir değişim geçireceğini izlerken bir yandan gerilim ve korku dolu içeriği ile içimiz ürperecek. Hatta kim bilir bazı dokunaklı sahneler ile filmde belki de tanıdık bir şeyler bulacağız.



Pokémon the Movie: Secrets of the Jungle

ANİME

YILIN SON ANİME FİLMLERİ

Bu ay, tüm dünyadaki anime tutkunlarının merakla beklediği pek çok film seyirciyle buluşacak. İçlerinde pandemi nedeniyle vizyon tarihi değişen önemli yapımlarda var. İzleyenleri yepyeni dünyalara götürecek bu filmlerin en önemlilerini tanıttık. 20


Fate/Grand Order: Camelot - Wandering; Agateram

FATE / GRAND ORDER: CAMELOT – WANDERING; AGATERAM

Japonya çıkışlı Fate/Grand Order, her yıl milyarlarca dolar kazandıran, tüm zamanların en başarılı RPG oyunlarından biri. Oyunun global ölçekteki müthiş başarısı Fate/Grand Order çatısı altında bugüne kadar pek dizi, film, video oyunu ve hatta tiyatro oyunu izlememize neden oldu. Pandemi yüzünden birkaç kez ertelenmek zorunda kalan ve sonunda bu ay izleyiciyle buluşacak Fate/ Grand Order: Camelot adlı film, Fate/Grand Order dünyasının merakla beklenen yeni güzelliği. Divine Realm of the Round Table: Camelot - Wandering; Agateram adıyla da anılan film, 5 Aralık’ta Japonya’da vizyona giriyor. Uzunluğu sebebiyle iki bölüm halinde izleyicilere sunulacak olan filmin ilk bölümünde, Chaldea tayfasının -yani iyilerinmaceraları anlatılacak. Filmin adında Camelot geçmesine rağmen hikayenin İngiltere’de değil, milattan sonra 1273 yılında Kudüs’te geçtiğini özellikle belirtelim. Kudüs’ün kontrolünü ele geçirmek için savaşan üç kabilenin tam ortasına ışınlanan Camelot ise, biraz değişmiş durumda. Resmi sitesindeki açıklamada, Camelot artık “Kutsal Şehir” olarak adlandırılıyor ve “Aslan Kral” lakaplı Artoria Pendragon ile Yuvarlak Masa Şövalyeleri altında gaddarca yönetiliyor. Yönetmenliğini Kei Suezawa’nın üstlendiği filmde, milattan sonra 1273 yılına, Kudüs’e gidiyoruz. Kutsal topraklar artık devasa bir çöle dönmüş durumdadır; insanlar evlerinden zorla atılmış, üç büyük kabilenin savaşının arasında sıkışıp kalmışlardır. Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Kutsal Şehirlerini ve Aslan Krallarını korumak için toplanır. Diğer yanda ise, bütün hanedanlığı bu garip topraklara büyü ile çağırılmış olan Güneş-Kral Ozymandias, Aslan Kral’ın diktatörlüğüne karşı gizlice planlar yapar. Dağ insanları topraklarından kovulmuş, isyan etmek için fırsat kollamaktadır. Görevini tamamlamak için Aslan Kral’ın hüküm sürdüğü Kutsal Şehir’e doğru yola çıkan ana

karakterimiz Bedivere, insanlığın son “Master”ı olan Ritsuka Fujimaru ve “Demi-Servant”ı Mash Kyrielight ile bir araya gelir ve insanlık tarihini düzene sokmak için hep beraber yola koyulurlar.

MARUDASE KINTARO

Konusu bir hayli komik, ilginç ve hatta biraz da saçma olan Marudase Kintarō, anime tutkunlarının merakla beklediği bir kısa film. The Incredible Kintaro’nun devamı niteliğinde olan ve iki genç erkeğin arasındaki aşk hikayesini anlatan yapım, Naomi Guren’in aynı isimdeki popüler mangasından uyarlandı. Hideki Araki’nin yönetmenliğini yaptığı, Soramoto Kan’ın karakterlerini dizayn ettiği, Seven Stüdyoları’ndan çıkacak olan Marudase Kintarō, 11 Aralık’ta yayınlanacak. Japonya’nın ilk Boys-Love festivali BL FES!!’te görücüye çıkacak olan Marudase Kintarō, ilk kez anime formatına dönüştürülmüş oldu. Manganın yaratıcısı Guren Naomi, aşırı mutlu hissettiğini ve serinin ilk mangası olan Masaka no Kintaro’nun yayımlanmasından 10 sene sonra Marudase Kintarō’ya anime filmi çekilmesine bir hayli şaşırdığını belirtiyor. Festivalin ilk etkinliği olarak tanıtılacak olan filmin gösterimi de özel olacak. “Tezahüratlı gösterim” denilen ve izleyicilerin

Paranormal

21

sevdikleri sahnelerde tezahürat yaparak bu sahneleri ne kadar beğendiklerini göstermeleri için bağırmalarının teşvik edileceği gösterimin bir hayli coşkulu geçmesi bekleniyor. Makoto Onodera’yı seslendiren sanatçı Souma Saitou’yu Ajin, Akame ga Kill!, Aldnoah Zero gibi ünlü yapımlardan tanıyoruz. Kintaro Masaka’yı seslendiren Toshiyuki Morikawa ise, daha önce B: The Beginning, Black Lagoon, Bleach, D.Gray-man, Detective Conan gibi popüler anime yapımlarda çalışmış. Kısaca Marudase Kintarō’nun konusundan bahsedelim: Makato’nun büyükbabası, Onodea Akademisi’nin müdürüdür ve öldüğünde Makato ile okulun çalışanlarına vasiyetini bırakır: “Her kim ki muhteşem Makato’yu inanılmaz cinsel taktikleri ile cezbeder ise Onodera Akademisi’nin yeni müdürü olacaktır.” Müdürün bu saçma son isteği yüzünden Makato artık okulun her çalışanı tarafından cinsel tacize uğrar. Bakirliğini korumak için çaresizliğe kapılmış olan Makato, dağlara kaçarak çocukluk arkadaşı ve ezelden beri aşık olduğu Kintaro’dan yardım ister. Kintaro acaba Makato’nun sorunlarını çözmesinde yardımcı olabilecek mi, yoksa en derin fantezilerin dermanı mı olacaktır?

Marudase Kintarō


ANİME Yes, No, or Maybe?

YES, NO, OR MAYBE?

Boys-Love Festivali’nde Marudase Kintarō’dan sonra gösterilecek ikinci önemli yapım ‘Yes, No, or Maybe?’ olacak. İki erkeğin aşkını ve inişli çıkışlı ilişkilerini konu alan Yes, No, or Maybe?, Michi Ichiho tarafından yazılan ve Lala Takemiya tarafından resimlendirilen 2014 doğumlu bir light-novel. Günümüze kadar üç cildi yayımlandı, üç adet yan hikayesi çıktı ve iki adet yeniden uyarlama hikayesi ile hayranlarına ulaşarak 2016 yılında sonlandı. Bugünlerde ise Lesprit stüdyolarının en yeni projesi olan anime filmi ile takipçilerini sevindiriyor. Masahiro Takata’nın yönetmeni olduğu filmin karakterlerini Black Butler: Book of Circus’tan tanıdığımız Ayano Ōwada dizayn etmiş. Kei Kunieda’yı seslendiren Atsushi Abe daha önce Another, Bakuman ve Inital D: Final Stage gibi büyük yapımlarda çalışmış bir isim, bugünlerde ise Boruto: Naruto Next Generations’ta Inojin Yamanaka’yı seslendiriyor. Ushio Tsuzuki’yi seslendiren Yoshihisa Kawahara ise daha önce Baki, Fairy Tales, Gantz, Gintama ve One Piece gibi dev isimlerde görev almış usta bir sanatçı. Peki ‘Yes, No, or Maybe?’nin konusu ne? Kei Kunieda, oldukça popüler bir televizyon şovu sunucusudur. Özellikle profesyonel kişiliği ve mükemmeliyetçi tavırları ile tüm ülke çapında tanınan Kunieda’ya halk arasında “Prens” lakabı verilmiştir. Profesyonelliği sayesinde ününe ün katan Kei, aslında düşüncesiz, aksi, sık sık küfreden, başarısızlığa tahammül edemeyen ve çabuk sinirlenen bir karaktere sahiptir. Ancak Kunieda’nın karanlık yüzünü kendisi hariç hiç kimse bilmez. Kei, özel ve iş hayatındaki farklı kişiliklerini bugüne kadar dışarıya yansıtmamıştır; ta ki o önemli güne kadar. O gün, stop-motion animatörü olan Ushio Tsuzuki, markette alışveriş yaparken Kei Kunieda ile karşılaşır ve kamera dışındaki tavırlarını ilk defa görür. Sırrı ortaya çıkacak diye aşırı panik yapan Kei, Ushio’yu gördüklerinden kimseye bahsetmemesi için ikna etmeye çalışır. Karanlık tarafını hiç kimsenin sevmeyeceğine inanmış olan Kei, Ushio’nun olumsuz tepki vermemesini şaşkınlıkla karşılar. Ushio, Kei’nin gerçek kişiliğine de aşık olmaya

başlar. 11 Aralık’ta sevenlerinin beğenisine sunulacak olan Yes, No, or Maybe? eğlenceli, mizah dolu bir film olacak gibi gözüküyor.

JOSEE, THE TIGER AND THE FISH

Josee, the Tiger and the Fish, bir deniz biyoloğu ve belden aşağısı tutmayan engelli genç bir kızın arkadaşlığını anlatan büyüleyici bir melodram. Film, Seiko Tanabe’nin romanından esinlenen, 2003 yapımı aynı adı taşıyan romantik live-action filmin uyarlaması olarak karşımıza çıkıyor. Kotaro Tamura’nın yönetmenliğini yaptığı, Sayaka Kuwamura’nın kaleme aldığı Josee, the Tiger and the Fish, pandemi yüzünden 25 Aralık’ta vizyona girebilecek. Bones stüdyolarının elinden çıkan bu duygusal dramanın ana teması, engelli bir kişi ile kompleks bir ilişkiye dayanıyor. Deniz biyoloğu Tsuneo’nun hayali yurt dışında çalışmak ve tropik sularda dalış yapmaktır. Ancak Tsuneo’nun geleceğe dair planları, tekerlekli sandalyeye mahkum olan Josee ismindeki bir kız ile karşılaşması sonucu ertelenecektir. Josee’nin büyükannesi fevri bir kararla Tsuneo’ya yarı zamanlı olarak Josee’nin bakıcısı olmasını teklif eder. Josee, talepkar ve ele avuca sığmayan bir kişiliği olmasına rağmen Tsuneo ile çok iyi anlaşır. Farklı olmalarına rağmen birbirlerinin ufkunu geliştiren ikili, gelecekten ne

istediklerini çözmek zorunda kalacaklardır. Josee, the Tiger and the Fish’te yer alan pastel tonlarına sahip olan etkileyici şehir manzaraları, Japonya’nın Osaka şehri baz alınarak tasarlanmış. Filmin hikaye anlatımı uysal bir esinti gibi, ikilinin yaşadığı trajedilerden dolayı ne kadar karanlığa saplanmış olsalar dahi izleyiciyi su yüzeyine çıkaracak nitelikte. Doğuştan engelli olan Josee, engelinden ve büyükannesinin katı kuralları yüzünden bir fanusun içinde yaşıyormuş gibi görünse de idealleri olan, özgür ruhlu bir karakter olarak lanse ediliyor. Josee, bazı özel durumlarda ise yardıma muhtaç bir mağdur olarak karşımıza çıkıyor. Tsuneo, Josee’nin kötü davranışlarına karşı oldukça sabırlı, anlayışlı, hayallerinin peşinde koşan, yakışıklı, örnek bir karakter olarak anlatılıyor. Josee, the Tiger and the Fish’in vermek istediği mesaj ise hayaller peşinde koşmanın insanlar için büyük bir motivasyon kaynağı olması ve bazen ne kadar korkunç bir yer olsa da dünyanın yeri geldiğinde muhteşem güzellikler sunabilmesi. Bu garip ikilinin hikayesi, içimizi belki biraz burkacak ama zaman zaman da yüreğimizi ısıtacak gibi duruyor.

POKEMON THE MOVIE: SECRETS OF THE JUNGLE

Yepyeni bir Pokémon filmi, 25 Aralık’ta vizyona giriyor. İlk çıkış tarihi Haziran olan film, pandemi yüzünden Aralık ayına ertelendi. Orijinal adı Pocket Monsters the Movie: Koko olan yapım, bir Pokémon tarafından yetiştirilen Koko adında bir çocuğun hikayesini anlatırken aynı zamanda insanlar ve Pokémonların arasında oluşan yepyeni bir bağı konu alıyor. Ormanın derinliklerinde, herhangi bir insan yerleşkesinden oldukça uzaklarda, Okoya Ormanı yer almaktadır. Okoya Ormanı’na yabancıların girmesi yasaktır ve giriş-çıkışlar sıkı kurallar ile korunmaktadır. Bu ormanda yaşayan bir insan çocuğu olan Koko, efsanevi Pokémon Zarude tarafından sanki bir Pokémon gibi yetiştirilir. Koko büyüdüğü halde kendisinin bir Pokémon olduğundan asla şüphe dahi etmez. Ancak günlerden bir gün Koko, Pokémon eğiticisi Ash ve Pikachu ile tanışır. İlk defa bir insan arkadaşı olan Koko kendini sorgulamaya başlar. Acaba Josee, the Tiger and the Fish

22


EARWIG AND THE WITCH

Altı sene gibi uzun sürenin ardından tekrar bir Studio Ghibli filmi ile karşı karşıyayız. Stüdyo Ghibli’nin kurucularından biri olan Hayao Miyazaki’nin oğlu Gorō Miyazaki’nin yönetmenliğini yaptığı Earwig and the Witch, 30 Aralık’ta sinemalardaki yerini alıyor. Gorō Miyazaki’nin Tales From Earthsea (2006) ve From Up On Poppy Hill (2011)’in ardından üçüncü solo çalışması olan Earwig and the Witch, İngiliz yazar Diana Wynne Jones’un romanından uyarlandı. Diana Wynne Jones, Hayao Miyazaki tarafından da sevilen bir yazar olmalı ki dünyaca ünlü Howl’s Moving Castle filmi de İngiliz yazarın Witch the Earwig and çalışmalarından etkilenerek yaratılmış. Anime filminin konusu küçük yaşta yetim kalan gerçekten bir Pokémon mudur? Yoksa aslında elementler ve karakterler ile geliyor. Nishino, bu bir kız çocuğunun evi dediği yetimhaneden bir insan mıdır? Okoya Ormanı bir tehlike ile karşı yenilikler sayesinde kitabı okuyan ya da okuma- koparılarak bencil bir cadı ve iblis ile yaşamaya karşıya kaldığında Pokémon ve insan arasınyan herkesin filmden keyif alacağını söylüyor. zorlanmasını anlatılıyor. Tabii ki yeni ebevenlerinin daki, ebeveyn ve çocuklarının yaşadığı sevgiye Film, 4000 metrelik bir duvar ile örülü bir şehirde büyülü güçleri olduğundan hiç bir fikri yok. Filmin benzer olan bu bağ, teste tabi tutulacaktır. geçiyor. Bacalarla dolu olan bu şehirde gökyüzü görsellerinin piyasaya çıkması ışığında Gorō MiyaFilmin yönetmeni Tetsuo Yajima, senaryoyu daimi dumanlı ve islidir. Şehirdeki hiç kimse zaki, yeni filmi ile ilgili şu açıklamalarda bulundu: Atsuhiro Tomioka ile beraber yazarak ortak bir gökyüzünün ve yıldızların neye benzediğini dahi “Bugünlerde, ülkemizde çok fazla yetişkin olmasıçalışmaya imza atmışlar. OLM stüdyolarından bilmiyordur. Genç bir yetim olan baca temizleyi- na rağmen çok az çocuk var. Bu kadar yetişkin ile çıkan filmin görüntü formatı ise bildiğimiz cisi Lubicchi’nin en derin arzusu, babasının ona baş etmek bu çocuklar için gerçekten zor olmalı. anime tarzında. Bilgisayar animasyonu (CGI) bir zamanlar anlattığı yıldızları kendi gözleriyle Bunun hakkında düşünürken Earwig ile tanıştım ve tarzını sevmeyenler için bu güzel bir haber; görebilmektir. Yetişkinlere göre yıldızlar gerçek ‘işte bu!’ dedim. Earwig, acaba nasıl bu kadar sinir çünkü bu senenin başlarında The Pokémon değil, hayal ürünüdür ve Lubicchi’nin isteği bozucu yetişkinler ile başa çıkıyor? Belki biraz ele Company International, Netflix ile partnerliğinin onlara deli saçması gibi gelir. Şehirde düzenavuca sığmayan bir çocuk ancak gerçekten umut ilk aşaması olarak Pokémon the Movie: Mewtwo lenen Cadılar Bayramı festivalinin gecesi, bir ediyorum ki bizim sevimli Earwig’imiz günümüz Strikes Back EVOLUTION’ı bilgisayar animasyonu kargo görevlisi dumandan boğulmaya başlar ve çocuklarını cesaretlendirecek ve yetişkinleri olarak izleyicilere sunmuş ve oldukça olumsuz yanlışlıkla teslim etmesi gereken kalbi düşürür. neşelendirecektir.” eleştiriler almıştı. Düşürdüğü kalbi dumandan dolayı bulamaz ve Stüdyo Ghibli’nin bir ilke imza attığı Earwig and the Pokémon evreninde geçen 23. film olan vazgeçer. Düşen kalp ise bu bacalarla dolu olan Witch, Ghibli’nin tanıdık çizim animasyonlarından Pokémon the Movie: Secrets of the Jungle (Poc- şehirde, düştüğü çöplerin üzerinde atmaya dedeğil, bir bilgisayar animasyonu (CGI) filmi olarak ket Monsters the Movie: Koko) en yeni efsanevi vam eder ve Poupelle doğar. Aynı gece, Lubicchi, karşımıza çıkıyor. Earwig, şimdiye kadar stüdyo Pokémon Zarude’yi daha yakından tanımamıza çöplerden hayata gelen çöp adam Poupelle ile Ghibli’nin bizlere sunduğu kahramanlardan biraz olanak sağlayacak. Bu arada Pokémon kart tanışır. Lubicchi ve Poupelle o andan itibaren farklı. Güçlü, dediği dedik, yaşamak istediği gibi koleksiyoncuları ve oyuncularını heyecanlaninanılmaz harikalara şahit olacaklardır. yaşamak için akla gelebilecek her türlü numadıracak haberlerden biri de Zarude’nin Sword & Poupelle of Chimney Town’un sıra dışı bir film raya başvuran, bunaltıcı derecede baskı altında Shield - Vivid Voltage ek paketine dahil olacağı. olacağı kesin. Dev bacalarla dolu, dumandan olmasına rağmen zorlukların üstesinden gelebilen 1996 yılından beri çoluk çocuk demeden herke- gökyüzünün gözükmediği steampunk tarzı ve yüzünden gülümsemesi eksik olmayan bir sin gönlünü çalan Pokémon, hala ilk günlerindeki bir şehirde, yetim bir çocuk ve büyülü bir çöp karakter. Görünmez odalar, iksirler, büyü kitapları gibi bu tatlı çılgınlığı devam ettirmekte kararlı. adamın maceraları bazen yüreğimizi açıp ile dolu yeni evinde zekasını kullanarak ve konuşan bizi yumuşatacak, bazen neşe ile dolduracak bir kediden de yardım alarak yeni ebeveynleri POUPELLE OF CHIMNEY TOWN ve bazen de gözümüze tek bir damla yaş olan cadılara kimin daha cadı olduğunu Earwig’in Japon komedyen Nishino Akihiro’nun 420 bin koyacağa benziyor. başarılı bir şekilde göstereceğine eminiz. kopya satan resimli çocuk kitabı Poupelle of Chimney Town, Studio 4°C tarafından anime filmine dönüştürüldü. Nishino’nun kendisi de yetenekli bir çizer olmasına rağmen “en iyi çocuk kitabını” yaratmak için 35 kişilik bir illüstratör takımı ile çalışmış. Görsel açıdan inanılmaz gözüken bu çocuk kitabı şimdi de animasyon film olarak karşımızda. Basında çıkan ilk haberlerde Nishino’nun yönetmen olacağı söylense de bu görevi Berserk filmlerinin CGI yönetmenliğini yapan Yusuke Hirota üstlenmiş. Neden böyle bir değişikliğe gidildiği hakkında resmi bir açıklama yok. Nishino Akihiro ise, prodüksiyon sorumlusu ve senaryo yazarı olarak görevine devam ediyor. 25 Aralıkta izleyicileri ile buluşacak olan Poupelle Poupelle of Chimney Town of Chimney Town, kitapta görmediğimiz yeni

23


Alice in Borderland

DİZİ

YILIN SON DİZİLERİ Yılın son ayında pek çok iddialı dizi seyirciyle buluşacak. Yine evlere kapandığımız bu zorlu günlerde gerilimden komediye, kafanızı dağıtacak pek çok türde yapım dizi tutkunlarını bekliyor olacak. ‘İzleyecek yeni ne var?’ diye düşünenlere Aralık ayının 10 dikkat çeken dizisi tanıttık. 24


Selena: The Series

SELENA: THE SERIES

Netflix’in biyografi türündeki yeni drama dizisi Selena: The Series, 4 Aralık’ta başlıyor. Selena Quintanilla, 90’lı yıllarda ortalığı kasıp kavuran bir pop yıldızıydı. Özellikle İspanyolcanın konuşulduğu ülkelerde popülerliği adeta roket hızıyla artan Teksas doğumlu güzel yıldız, Billboard’un En İyi Latin Şarkıları listesinde yedisi bir numara olan ilk 10’da yer almış 14 teklisiyle, “90’lı yılların en iyi Latin sanatçısı” ve “10 yılın en çok satan Latin sanatçısı” unvanlarını elinde tutuyordu. Selena, 1995 yılında -henüz 23 yaşındayken- hayran kulübünün başkanı Yolanda Saldívar tarafından öldürüldü. Cinayeti tüm dünyada büyük şok yaratan Selena’nın ölümünden iki hafta sonra dönemin Teksas valisi George W. Bush, doğum gününü Teksas’ta “Selena Günü” olarak ilân ederek sanatçıya olan saygısını gösterdi. People dergisi ise, Selena’nın anısına “Selena 1971–1995, Her Life in Pictures” adıyla bir hatıra sayısı yayınladı ve 450 bin kopya sattı. Ardından iki hafta sonra 600 bin kopya satan bir özel sayı daha yayınlandı. Anısına özellikle Teksas’ta çok sayıda anıt dikildi ve radyo istasyonlarında şarkıları durmaksızın çaldı. 1997 yılında Jennifer Lopez’in başrolünde olduğu Selena filmi, güzel yıldızı tanımayanlar için önemli bir fırsat olmuştu. Albümleri bugün bile ciddi rakamlarda satan Selena’nın öyküsü şimdi de Netflix ekranlarına taşınıyor. Selena Quintanilla’nın çocukluğundan şöhrete yükselişine kadar, kendisinin ve ailesinin sevgiye ve müziğe tutunmak için yaptıkları zor ve yürek parçalayıcı seçimlerle birlikte hikayesini izleyeceğimiz dizinin başrolünde ise The Walking Dead dizisinden hatırlayacağınız Christian Serratos var.

THE HARDY BOYS

Birinci baskısı 1927’de gerçekleşen Franklin W. Dixon imzalı The Hardy Boys, dedektif Fenton Hardy’nin hiperaktif çocukları Frank ve Joe Hardy kardeşlerin babalarına özenip yaşlarına bakmadan -o soygun senin bu cinayet benimher gördükleri olayı aydınlatmaya çalışmalarını anlatan eğlenceli bir serüven. Yetişkin meslektaşlarını şaşkına çeviren vakaları çözme başarısını gösteren iki kardeşin eğlenceli hikayesi bugüne kadar pek çok televizyon dizisine, video oyununa ve çizgi romana konu oldu. 4 Aralık’ta Hulu ekranlarında olacak The Hardy Boys, sevilen serinin altıncı televizyon uyarlaması olacak. 2020 model The Hardy Boys’ta Rohan Campbell (Snowpiercer) ve Alexander Elliot (Locke & Key) Hardy

Kardeşler olarak karşımıza çıkıyor. Bir aile trajedisinin ardından 16 yaşındaki Frank Hardy ve 12 yaşındaki erkek kardeşi Joe (Alexander Elliot), yaz tatili için ebeveynlerinin memleketi Bridgeport’a taşınır. Trudy Teyze’leriyle (Bea Santos) kalan Frank ve Joe’nun sıkıcı geçmesi beklenen yazları, yaptıkları bir keşfin ardından bir anda değişir. Bridgeport, göründüğü gibi değildir ve kasabada garip şeyler oluyordur. Babaları Dedektif Fenton Hardy’nin (James Tupper) gizli bir soruşturma üzerinde olduğunu öğrenen kardeşler, kendi soruşturmalarını açmak üzere yola koyulurlar. Kanada yapımı The Hardy Boys, gençlere yönelik eğlenceli ve aksiyonu bol bir dizi olarak dikkat çekiyor. Biraz Stranger Things havası da sezilen dizinin ilk sezonu 13 bölüm sürecek.

YOUR HONOR

Paranormal

25

Breaking Bad’in yıldızı Emmy ödüllü Bryan Cranston’ın başrolünde olduğu Your Honor, 6 Aralık’ta Showtime’da ekrana gelecek. 2017’de ilk sezonu, 2019’da da ikinci sezonu yayınlanan “Kvodo” adlı İsrail dizisinden uyarlanan Your Honor, New Orleans’ta gelişen bir hukuk davasını konu ediniyor. Bryan Cranston, dizide oğlu bir vur-kaç olayına karışan bulaşan saygıdeğer bir hakimi canlandırıyor. Yıllar boyu adaleti sağlamak için çalışan adam, oğlunun bir suça karışmasının ardından, onu koruyabilmek için kendisini zor bir duruma sokar. Üstelik oğlunun çarptığı kişinin ünlü bir suç patronunun oğlu olması her şeyi daha da karıştıracak. Mesleği ve babalık değerleri arasında ikileme düşen bir hakimin öyküsünü izleyeceğimiz dizinin oyuncu kadrosunda Michael Stuhlbarg (Call Me By Your Name, Shirley), Sofia Black-D’Elia


DİZİ

The Wilds

THE WILDS

(The Mick, The Night Of), Carmen Ejogo (True Detective, Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald), Isiah Whitlock Jr. (Da 5 Bloods, Atlanta) ve Hope Davis (Love Life, Wayward Pines) yer alıyor. Yapımcı koltuğunda Emmy adaylığı bulunan Robert ve Michelle King’in (The Good Fight, The Good Wife, Evil) oturduğu yapım, toplam 10 bölüm süren bir mini dizi olacak. Bir hukuk draması olarak lanse edilen dizi, Bryan Cranston’ın Walter White karakterinden sonra televizyondaki ilk başrolü olacak.

ALICE IN BORDERLAND

Haro Aso imzalı başarılı manga serisi Imawa no Kuni no Alice’den uyarlanan yeni Netflix dizisi Alice in Borderland, 10 Aralık’ta ekrana geliyor. İlk kez 2010 yılında okuyucuyla buluşan başarılı manga serisi, 2016 yılında yayın hayatını sona erdirmişti. Senaryosu Yoshiki Watabe ve Yasuko Kuramitsu tarafından kaleme alınan dizi, bilgisayar oyunları takıntılı issiz genç adam Ryohei Alice’i merkezine alıyor. Günlük hayatı artık dayanılmaz bir hal almış olan Alice (Kento Yamazaki), bir gece arkadaşları Daikichi ve Chōta ile birlikte kasabada takılırken, kasabanın aniden dev havai fişeklerle kaplı hale gelmesine tanık olur. Kendilerine geldiklerinde Alice, etraflarında başka kimsenin olmadığını fark eder. Üstelik kendilerini Tokyo’nun gizemli bir şekilde terk edilmiş post apokaliptik bir versiyonunda bulurlar. Kısa sürede bu dünyada hayatta kalmak için birbiri ardına tehlikeli bir oyunda rekabet etmeleri gerektiğini keşfederler. Üç arkadaş yaşamak ve dünyalarına geri dönebilmek için mücadele etmek zorundadır. Yönetmenliğini Shinsuke Sato’nun (I am a Hero, Kingdom) üstlendiğini Alice in Borderland’ın ilk sezonu toplam 8 bölüm sürecek. Netflix’in yıldız isimlerle dolu bu manga uyarlaması, eminiz sayıları her geçen gün artan anime ve manga tutkunlarını fazlasıyla memnun edecektir.

11 Aralık’ta ekrana gelecek yeni Amazon Prime dizisi The Wilds, pek çok kişi tarafından konusu itibariyle efsane dizi Lost’a benzetiliyor. Senaryosunu Sarah Streicher’ın (Daredevil) kaleme aldığı dizi, geçirdikleri uçak kazası sonrası terk edilmiş bir adada mahsur kalan olan bir grup genç kızı merkezine alıyor. Amazon Prime, ilk gençlik dizisi olarak lanse ettiği ve 2019’da siparişini verdiği The Wilds için resmi tanıtımda şu ifadeleri kullanmış: “Kısmen hayatta kalma draması, kısmen distopik uyku partisi. The Wilds, bir uçak kazası onları ıssız bir adada bıraktıktan sonra hayatta kalmak için savaşmak zorunda olan farklı geçmişlerden bir grup genç kadını konu alıyor. Kazazedeler birbirleri, sakladıkları sırlar ve katlandıkları travmalar hakkında daha fazla şey öğrenirken, hem çatışıyor hem de sıkı bir bağ kuruyor. Bu heyecan verici dizinin sadece bir yönü var: Bu kızlar bu adaya tesadüfen gelmediler.” İlk sezonu 10 bölüm sürecek The Wilds’ın kadrosunda Rachel Griffiths (Brothers & Sisters, Six Feet Under), David Sullivan (Flaked, Sharp Objects), Sophia Ali (Grey’s Anatomy, Faking It), Troy Winbush, Sarah Pidgeon, Jenna Clause, Erana James, Mia Healey, Helena Howard, Shannon Berry ve Reign Edwards gibi isimler yer alıyor. Bu arada dizinin ilk bölümü 11-25 Aralık tarihleri ​​ arasında Prime Video’nun YouTube, Instagram,

The Mess You Leave Behind

26

Twitter ve Facebook sayfalarında ücretsiz olarak yayınlanacak.

THE MESS YOU LEAVE BEHIND

Netflix, abonelerinden iyi dönüş aldığı İspanyol yapımı dizilerine bir yenisini ekliyor. 11 Aralık’ta karşımızda olacak The Mess You Leave Behind, bir başka Netflix dizisi olan Elite’in yaratıcısı Carlos Montero’nun 2016 yılında yayımlanan aynı isimli kitabından uyarlandı. Orijinal adı “El Desorden Que Djeas” olan ve yazarına Primavera Edebiyat Ödülü kazandıran roman, genç bir edebiyat öğretmeni olan Raquel’i merkezine alıyor. Raquel, evliliğine bir şans daha vermek için eşinin doğduğu kasabaya taşınır. Ancak lisedeki ilk iş gününde yerine geldiği eski öğretmen Viruca’nın başına trajik bazı olaylar geldiğini öğrenir. Raquel, yerine geldiği öğretmeni tanıyan insanlarla daha fazla vakit geçirdikçe, ölümüyle ilgili gerçek karanlık bir hal alır. Hatta kendi hayatı için de endişelenmeye başlar. Oyuncu kadrosunda iki ödüllü isim Inma Cuesta (Criminal, Arde Madrid, The Bride) ve Barbara Lennie’nin (Magical Girl, The Kingdom) olduğu yapımda Arón Piper (Elite), Tamar Novas ve Roberto Enríquez gibi isim diğer önemli rolleri paylaşıyor. The Mess You Leave Behind, toplam sekiz bölüm sürecek bir mini dizi olacak.


dizileriyle dikkat çeken CBS All Access tarafından ekrana getirilecek. Toplam 10 bölümden oluşacak ve 10 saat sürecek olan bu epik maceranın The Stand romanının hakkını vereceğini düşünüyoruz. 17 Aralık’ta ekrana gelecek The Stand romanının konusu kısaca şöyle; ölümcül bir veba salgını dünya nüfusunun büyük bölümünü öldürür. Hayatta kalan az sayıda insan iki farklı gruba ayrılır. Gruplardan birinin başında yaşlı ve bilge bir ruhani lider varken diğeri tamamen yok etmeye odaklı hunhar bir varlık tarafından kontrol edilmektedir. İyi ve kötünün savaşı gezegenin çorak topraklarında son bir kez daha yaşanacaktır!

BRIDGERTON Tiny Pretty Things

TINY PRETTY THINGS

Dans ve özellikle bale tutkunlarını böyle alalım. Black Swan ile Pretty Little Liars’ın bir karışımı olarak tanımlanan Tiny Pretty Things, 14 Aralık’ta Netflix’te ekrana gelecek. Sona Charaipotra ve Dhonielle Clayton’ın 2015’te kaleme aldıkları aynı adlı romandan televizyona uyarlanan Tiny Pretty Things, Şikago’da elit bir bale akademisinde eğitim gören gençleri merkezine alıyor. Farklı sosyo-ekonomik gruplardan gelen gençlerin hayallerine ulaşmak için ailelerinden uzakta sürdürdükleri bu zorlu mücadele dizi boyunca gözler önüne serilecek. Archer Bale Okulu’nun en önemli özelliği, kentin tanınmış profesyonel topluluğu olan City Works Ballet için balerin yetiştirmek olunca dansçılar için zorlu bir mücadele de kaçınılmaz oluyor. Archer Bale Okulu’nda zengin/fakir ya da güneyli/kuzeyli ayrımı yoktur ve herkes birlikte eğitim alır. Bu okula kabul edilen dansçıların ortak noktaları ise ender bir yetenek, dans tutkusu, ve hayalleri konusunda bir B planlarının olmayışıdır. İlk sezonu 10 bölüm sürecek dizinin oyuncu kadrosunda Lauren Holly, Kylie Jefferson, Casimere Jollette, Daniela Norman, Brennan Clost, Michael Hsu Rosen ve Damon J. Gillespie yer alıyor.

THE STAND

Stephen King imzalı uyarlamaların ardı arkası kesilmiyor! King’in en sevilen ve en uzun romanlarından biri olarak bilinen The Stand’in (Mahşer) post-apokaliptik macerası epik bir mini-dizi projesi olarak uyarlanacak. 1978 yılında yayımlanan ve satış rekorları kıran efsane roman, 1994 yılında yine bir televizyon dizisi olarak uyarlanmıştı. 366 dakika uzunluğunda olan bu devasa dizinin yönetmen koltuğunda o yılların ünlü ismi Mick Garris oturmaktaydı. 20th Century Fox firmasının X-Men film evreninde geçen The New Mutants projesiyle adını duyuran Josh Boone, The Stand dizisinin yönetmenliğini üstleniyor. Stephen King’in de senarist ve uygulayıcı yapımcı kadrosunda yer aldığı dizide Rahibe Abigail karakteri Whoopi Goldberg tarafından canlandırılıyor. King romanlarının meşhur kötü karakteri Randall Flagg (namı diğer Siyahlı Adam) ise Alexander Skarsgård tarafından ekrana taşınacak. Romanın bir diğer önemli karakteri Stu Redman ise, James Marsden’in elinde hayat buluyor. Öte yandan müzisyen Marilyn Manson’ın da dizide yer alacağını hatırlatalım. The Stand, Star Trek: Discovery, The Good Fight, No Activity, Strange Angel, The Twilight Zone ve Tell Me a Story gibi

Bridgerton

27

Harika kostümlerle bezenmiş dönem dizilerinden hoşlananlar, 25 Aralık’ta izleyici ile buluşacak Bridgerton dizisini kesinlikle ıskalamasın. Amerikalı yazar Julia Quinn’ın tüm dünyada ses getiren Bridgerton serisi, Netflix ekranlarında dizi oluyor. Aynı isimli çok satan roman serisinden esinlenen bu dizi, 1820’li yıllarda güçlü Bridgerton ailesinden aşkı bulmaya çalışan birbirine sıkı sıkıya bağlı sekiz İngiliz kardeşi konu alıyor. Grey’s Anatomy, Scandal ve How to Get Away with Murder gibi dizileriyle yıldızı parlayan yapımcı Shonda Rhimes’ın 2017’de Netflix ile imzaladığı işbirliği anlaşmasının ilk meyvesi olan dizi, sekiz bölümden oluşacak. Bridgerton, Londra sosyetesindeki rekabetçi evlilik piyasasına ilk kez giren, nüfuz sahibi Bridgerton ailesinin en büyük kızı Daphne Bridgerton’ı merkezine alıyor. Ailesinin ayak izlerini takip edip gerçek aşkın ateşlediği bir evlilik yapmayı uman Daphne’nin seçenekleri sonsuz gibidir. Ancak ağabeyi, Daphne’nin eş adaylarını teker teker reddederken gizemli Leydi Whistledown tarafından hazırlanan bir sosyete skandalı Daphne’nin adının lekelenmesine yol açar. Üstelik dedikoduların nabzını tutan gizemli yazar Lady Whistledown, bilgiye erişim hızıyla kasabada kimliği hakkında büyük bir merak uyandırmaya başlar. Dizide Lady Whistledown’a Oscar adaylığı da bulunan Julie Andrews hayat veriyor. Oyuncu kadrosunda Nicola Coughlan, Claudia Jessie, Ruby Barker ve Jonathan Bailey gibi isimler de bulunan dizi, özellikle entrikalardan hoşlanan izleyicilerin kalbini 12’den vuracak.


LİSTE

EN İYİ 10 DOĞAL AFET FİLMİ Yüzyıllar boyunca çeşitli doğal felaketlere tanıklık eden Dünya ve insanlık, bu ürkütücü gerçeği beyazperdeye de taşıma ihtiyacı duymuştur. Sinematografik anlamda büyük bir yetkinlik isteyen bu türe dair en beğenilen 10 filmi sizler için listeledik. Büşra Bayar

THE DAY AFTER TOMORROW (YARINDAN SONRA) Antarktika’da bir buzulun kopması üzerine dünyanın her yerinde çeşitli doğal felaketler meydana gelir. Yağmur aralıksız yağar, seller yaşanır ve fırtınalar kopar… Kuzey’de

yaşanan bu olaya bağlı olarak ortaya çıkan bu felaketler, insan popülasyonunun ciddi bir şekilde azalmasına yol açar. Yeni bir Buzul Çağı ile karşı karşıya kalan insanlar,

28

bulundukları coğrafyaları terk ederek sıcak iklimlere, Güney’e göç eder. İklim bilim uzmanı Jack Hall, bu bir dizi felaketin başlangıcına ilk şahitlik edenlerden biridir ve şehirde mahsur kalan oğlu ile arkadaşlarını kurtarmak adına doğaya karşı büyük bir savaşım içine girer. Ana karakter Jack’e “Cenetten Çok Uzakta” ve “Babamın Kabusu” gibi projelerden de bildiğimiz Dennis Quaid hayat veriyor. Oğlu Sam rolüyle de BAFTA ödüllü Jake Gyllenhaal karşımıza çıkıyor. Shameless’taki performansıyla epey ün toplayan Emmy Rossum da Sam ile New York’ta mahsur kalan Laoura’yı oynuyor. 2004 yapımı projenin yönetmen koltuğunda “Kurtuluş Günü” ve “Godzilla” gibi filmlerin sahibi Roland Emmerich oturuyor. “En İyi Görsel Efekt” kategorisinde BAFTA kazanan yapım, çeşitli doğa olaylarını aynı anda merceğine alan ve başarılı sinematografisiyle izleyene tüm gerilimi verebilen son derece başarılı bir afet filmi.


2012 Felaket senaryoları konusunda usta bir isim olan Roland Emmerich’in 2009 senesinde beyazperdeye taşıdığı 2012, asırlar öncesinden kalan Maya Takvimi’nden yola çıkarak hikayeleştirildi. Bu takvimin son günü 2012 yılını gösterir bildiğiniz gibi. Bu da dünyanın sonunun o sene geleceğine işarettir. Yine bir jeofizik uzmanı olan Dr. Adrian, uzayda gerçekleşen güneş fırtınalarından dolayı oluşan bir radyasyonun, dünyayı büyük ölçüde etkilediğini ve bunun akıl almaz olaylara yol açacağını tespit edince durumu devlet yetkililerine iletir. Dünya nüfusunun kurtarılması için çeşitli önlemlerin alınması gerektiğini ısrarla dile getirse de dünya liderleri yal-

nızca kendi kurtuluşlarının yollarını ararlar. Yaklaşan bu büyük felaketten bir şekilde haberdar olan yazar Jackson Curtis de ailesini kurtarmak için elinden geleni yapar. Fakat gerçekleşen depremlerin, tsunamilerin ve volkanik patlamaların karşısında direnmesi oldukça zordur. Vizyona girdiği sene, büyük sansasyon yaratan ve hatta 2012 yılına geldiğimizde dünyanın birçok yerinde çeşitli tedirginliklerin yaşanmasına sebep olan filmin başrolü John Cusack. Amanda Peet ise Kate Curtis rolüyle karşımıza çıkıyor. “12 Yıllık Esaret” filmiyle Oscar’a aday gösterilen ve En İyi Erkek Oyuncu dalında BAFTA kazanan Chiwetel Ejiofor da Dr. Adrian’ı canlandırıyor.

“Hızlı ve Öfkeli” serisinin unutulmaz aktörü Paul Walker’dır. 2013 yılında hazin bir şekilde aramızdan ayrılan isme Genesis Rodriguez ve Nancy Nave gibi isimler eşlik

ediyor. Yaşanmış bir felaketle temellendiren yapım sayesinde doğa karşısındaki acizliğimizi bir kez daha hatırlıyor ve hayatta kalma mücadelesinin en acımasız haliyle yüzleşiyoruz.

HOURS (YAŞAM SAVAŞI) Son yıllarda “Arrival” ve “Bird Box” gibi önemli projelerin hikayelerini kaleme alarak ününe ün katan ve sektör içinde daha çok senarist kimliğiyle bildiğimiz Eric Heisserer’in –şimdilik- ilk ve tek yönetmenlik deneyimi elde ettiği yapım Hours’tur. Filmde, 2005 yılında ABD tarihinin en yıkıcı ve güçlü doğal afetlerinden biri olarak tarihe geçen Katrina Kasırgası’nın gerçekleştiği sırada hastanede olan Nolan Hayes’in hikayesini izliyoruz. Kasırgadan bir süre önce, doğum esnasında eşini kaybeden Nolan, bebeğiyle bir başına kalır. Yaşanan afet sonrası hastanede kendisi dışında kimsenin kalmaması üzerine küvezdeki çocuğunu hayatta tutmak için elinden geleni yapmak zorundadır. Bunun yanı sıra hem doğayla hem de hayatta kalan yağmacılarla mücadele etmelidir. Nolan karakterine hayat veren isim

THE IMPOSSIBLE (KIYAMET GÜNÜ) Takvimler 26 Aralık 2004’ü gösterdiğinde tarihte en fazla ölüme yol açan doğal afetlerden biri gerçekleşti. Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem sonucu Endonezya, Tayland ve Hindistan gibi ülkelerde 230 binden fazla kayıp yaşandı. Henry ile Maria, yılbaşını kutlamak için üç çocuklarıyla birlikte Tayland’a tatile giderler. Birkaç günlüğüne gittikleri bu tatilde dünyayı kedere boğan bu felaketle karşı karşıya kalırlar. 30 metreye varan dev dalgalar, aile bireylerini oradan oraya savurur. Hayatta kalanlar birbirlerini bulmak için her yolu denerler. En iyi başrol kadın oyuncu kategorisinde Oscar’a aday

29

gösterilen yapımda Maria’ya Naomi Watts hayat veriyor. Henry rolüyle kendisine eşlik eden isim de “Moulin Rouge” ve “Transpotting” gibi projelerin unutulmaz aktörü Even McGregor’dur. Şimdilerin Spiderman’i Tom Holland ise, yer aldığı ikinci proje olmasına rağmen canlandırdığı Lucas karakteriyle adeta gelecekteki başarısının sinyallerini verir. “Orphanage” ve “A Monster Calls” gibi projelere de imza atan J. A. Bayona, yönetmen koltuğunda oturan isim. Yaşanmış bir hikayeden beyazperdeye uyarlanan Kıyamet Günü, hüzünlü hikayesi ve başarılı görselleriyle listemizin öne çıkan filmlerinden biri.


LİSTE

GEOSTORM (UZAYDAN GELEN FIRTINA) 2017 yapımı Geostorm, dünyayı büyük bir tehlikeye sürükleyen küresel iklim değişikliğini kontrol altına alabilmek adına bir uydu ağının kurulmasını konu alıyor. Ancak dünya liderleri tarafından oluşturulmuş bu son derece karışık uydu ağı, bir süre sonra kendisinden beklenenin aksine dünya için asıl tehdide dönüşüyor. Dünya’yı korumak, güvende tutmak adına geliştirilen sistem, gezegenimizi çok daha büyük bir felakete sürükler. Kurtuluş, sistemin yok edilmesi için görevlendirilen Jake Lawson ve ekibinin elindedir. Jake’e hayat veren isim “RocknRolla”, “300 Spartalı” ve “Operadaki Hayalet” gibi önemli filmlerde yer alan Gerard

Butler’dır. Jim Sturgess’ın Max, Abbie Cornish’in Sarah karakteriyle Butler’a eşlik ettiği yapımın yönetmen koltuğunda ise sektörde senarist kimliğiyle ön planda olan Dean Devlin oturuyor. Kendisi listedeki “The Day After Tomorrow” ve “2012” filmlerinin yönetmeni Roland Emmerich ile “Yıldızlara Geçit”, “Godzilla” ve “Kurtuluş Günü” gibi filmlerde çalıştı. Bu projelerin senaryo ekibinde yer alan Devlin, sektöre Emmerich ile giriş yapan ve onunla birlikte büyüyen bir yönetmen. Teknolojinin yaratabileceği zararlar ile doğal afetlerin aynı anda verildiği Geostorm, eleştirmenlerce pek beğenilmese de aksiyon dolu görüntüleri ve gerilim dolu anları ile ilgi çekici yapımlardan biri olmayı başarıyor.

POSEIDON 2007’de En İyi Görsel Efekt kategorisinde Oscar’a aday gösterilen Poseidon, hikayedeki devasa geminin ismidir. Yılbaşı arifesinde, uzun bir seyahate çıkan geminin yolcuları yaşanacaklardan bihaber eğlenmektedirler. Gemi kaptanlarından biri denizde bir anormallik olduğunu anlar ve çok kısa bir süre sonra metrelerce yükseklikteki bir dalganın gemiye yaklaştığını görürler. Acil durum çağrısında bulunulsa da bu dev dalga, koca gemiyi saniyeler içinde alabora eder. Bir anda binlerce yolcunun öldüğü Poseidon’da suya dayanıklı olan tek bölge ana salondur ve felaketin yaşandığı esnada sadece burada bulunan insanlar hayatta kalmıştır. Ancak gemi dibe battıkça artan basınç, bu salonu da tehlike altına sokmaktadır. Hayatta kalanları çok daha zorlu dakikalar bekliyordur. Filmin yönetmeni, 1982 yapımı “Das Boot” ile 6 dalda Oscar’a aday gösterilen Wolfgang Petersen’dir. Robert

Ramsey rolüne hayat veren isim de “The Hateful Eight” ve “Kritik Karar” gibi filmlerde yer alan aktör Kurt Russel’dır. Kendisine “The Goodbye Girl” filmiyle En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde Oscar alan Richard Dreyfuss eşlik ediyor. 1972 yapımı “Poseidon

Macerası”nın yeniden çevrimi olarak bilinen yapım, doğa karşısında birkaç dakika bile dayanamayan deniz tanrısı Poseidon isimli geminin ve yolcularının hikayesinin ele alındığı aksiyon ve gerilim dolu bir doğal afet filmi.

PERFECT STORM (KUSURSUZ FIRTINA) Perfect Storm, felaket filmlerinin usta yönetmeni Wolfgang Petersen’in bir başka projesi. 2001’de iki kategoride Oscar’a aday gösterilen film, En İyi Görsel Efekt kategorisinde BAFTA kazandı. Filmin başrolünde ise iki Oscar’lı isim George Clooney var. Kendisine “Cennetimden Bakarken”, “Dövüşçü” ve “Tetikçi” gibi projelerde yer alan Mark Wahlberg eşlik ediyor. John C. Reilly, Karen Allen da kadroda bulunan diğer önemli isimler. 1990’ların başında Massachusets’ten Kuzey Atlantik’e yol alan Andrea Gill isimli tekne, balık avlamak için uygun sular aramaktadır. Geminin kaptanı Billy Tyne

30

ve mürettebatı, kendilerini bekleyen fırtına karşısında hayatta kalmak için ellerinden geleni yapmak zorundalardır. Dev dalgalar arasında alabora olmamak adına büyük bir savaş veren teknenin doğa karşısında pek şansı yoktur. Gerçek bir hikayeye dayanan Perfect Storm, yönetmenin Poseidon isimli projesine hazırlık gibidir. Tabiat ile insan arasındaki mücadeleyi sinema anlayışının temeline oturtan yönetmenin bu alandaki başarısı birçok kişi tarafından kabul ediliyor ve Peterson, doğal afet filmlerinin en başarılı yönetmenlerinden biri olarak hafızalara kazınıyor.


HARD RAIN (SEL) Zırhlı kamyon şoförü Charlie ve yeğeni Tom, içi para dolu olan aracı korumakla görevlidirler. Ancak bir türlü bitmeyen yağış sonrası yolda mahsur kalan ikiliyi, araçtaki paraya göz koyan bir çete beklemektedir. Taşan su nedeniyle hareket etmekte güçlük yaşayan Charlie, çete üyelerinden biri tarafından vurulunca yeğeni Tom, harekete geçer ve hem kendilerine zimmetli parayı korumak için hem de doğa karşısında hayatta kalmak için büyük bir mücadeleye girişir. Filmde Tom karakterine “Mr. Robot” dizisindeki performansıyla Altın Küre kazanan Christian Slater hayat veriyor. Çete lideri olarak karşımıza çıkan aktör ise, Oscar’lı isim Morgan Freeman’dır. Charlie’yi ise “Up”ın Carl Fredricksen’i ve 70’li yılların önemli dizi aktörü Edward Asner canlandırıyor.

Brokeback Mountain’in Joe’su Randy Quaid ve “Good Will Hunting”in Skylar’ı Minnie Driver da kadroda yer alan diğer önemli oyunculardır. Hard Rain, görüntü yönetmeni olduğu “Abyss” ve “Backdraft” ile iki kez Oscar’a aday gösterilen Mikael Salomon’un

yönetmenliğini üstlendiği ilk filmlerden biri olmasına rağmen, başarılı oyuncu kadrosu ve bir soygun hikayesi ile doğal afeti bir arada işlediği yaratıcı konusuyla felaket filmleri arasında önemli bir noktada konumlanıyor.

DANTE’S PEAK (DANTE YANARDAĞI) Yanardağlar konusunda yetkin biri olan Dr. Harry Dalton, Washington’da yer alan bir volkanik dağı araştırmak adına dağın bulunduğu küçük bir kasabaya gelir. Burada iki çocuğu ile birlikte yaşayan ve bir restoran işleten Rachel Wando’ya aşık olan Harry, uzun süredir pasif olan yanardağın yeniden patlayacağı konusunda önemli verilere ulaşır. Ölü ağaçlar, hayvanlar ve kasabanın su kaynağının kükürt dioksit ile zehirlenmesi yaşanacak patlamanın habercisidir. Harry, bir an önce kasaba halkını bilgilendirmeli ve bölgenin gün geçtikçe büyük bir tehlike

THE QUAKE Norveç yapımı The Quake, 2015’te beyazperdeyle buluşan The Wave’in devam filmi olarak dikkat çekiyor. Sektörde daha çok görüntü yönetmeni kimliğiyle tanınan John Andreas Andersen’in ikinci ve –şimdilik- son yönetmenlik deneyimini elde etmiş olduğu yapım, Oslo’yu bekleyen büyük bir depremi konu alıyor. 1904’te burada yaşanan depremden uzun yıllar sonra kenti yine benzeri bir felaket beklemektedir. Bilim insanları ve jeologların araştırmalarıyla elde edilen bu bulgular, Oslo’yu yerle yeksan edecektir. Bir jeolog olan Kristian Eikjord da yaklaşan

bu felaketten haberdardır. Tek amacı karısı Idun ve çocuğu Julia’yı korumaktır. Bunun için zamana ve doğaya karşı büyük bir savaşa girmek zorunda kalır. Kristian rolüne hayat veren isim “The Revenant” ve “The Wave” gibi projelerde de yer alan Norveçli aktör Kristoffer Joner. Idun’u ise Joner ile birlikte The Wave’de oynayan Ane Dahl Torp canlandırıyor. Kathrine Thorborg Johansen ve Jonas Hoff Oftebro gibi oyuncuların da kadrosunda yer aldığı film, görsel efektleri ve atmosferiyle izleyenleri koltuğu gömmeyi başarıyor.

31

altına girdiği konusunda onları aydınlatmalıdır. “James Bond” serisinin unutulmaz yüzü Pierce Brosnan’ın canlandırdığı Dr. Harry karakteriyle karşımıza çıkan isme, Rachel Wando rolü ile “Terminatör” serisinin Sarah Connor’u yani Linda Hamilton eşlik ediyor. Filmin yönetmenliğini ise “The Bounty” ve “The World’s Fastest Indian” projeleriyle bildiğimiz Roger Donaldson üstleniyor. Listede yer alan felaket hikayeleri arasında farklı bir noktada konumlanan Dante’s Peak, oldukça ürkütücü olan bu doğal afetin konu edildiği önemli yapımlardan biri.


RÖPORTAJ

Matilda De Angelis Lily Rabe

THE UNDOING YILDIZLARI SORULARIMIZI YANITLADI Başrollerinde Nicole Kidman ve Hugh Grant’ın yer aldığı HBO imzalı The Undoing, bu senenin en dikkat çeken mini dizilerinden biriydi. beIN CONNECT üzerinden izleyebileceğiniz The Undoing’i dizinin iki önemli ismi Matilda De Angelis ve Lily Rabe’den dinledik.

H

BO imzalı The Undoing dizisini izlemeyen kaldı mı? 10 Mayıs’ta ilk bölümüyle ekrana gelen The Undoing’in başrolünde Oscar ve Emmy ödüllü sahibi güzel oyuncu Nicole Kidman var. Big Little Lies’ta birlikte çalışan ve müthiş bir işin altından kalkan David E. Kelly ve Nicole Kidman ikilisinin yeni projesi, Jean Hanff Korelitz’in 2014 yılında yayımlanan “You Should Have Known” kitabından uyarlandı. Dizinin diğer öne çıkan isimleri ise Hugh Grant, Donald Sutherland, Edgar Ramirez, Lily Rabe ve Matilda De Angelis. Dizi, güzel bir hayat yaşayan ve ilk kitabını çıkarmak üzere olan başarılı terapist Grace Sachs’ın hayatına odaklanıyor.

Mutlu bir evlilik süren Grace’in hayatı bir kazanın ardından kocasının öldürülmesiyle altüst olur. Kendisini bir anda felaketler silselesinin ortasında bulan talihsiz kadın, oğluna sarılmak ve yeni bir hayat kurmak zorunda kalır. Dizide Grace Sachs karakterine Nicole Kidman hayat verirken; Grant de eşi Jonathan Sachs rolüyle karşımıza çıkacak. Altı bölümlük mini dizinin yönetmenliğini ise son olarak Bird Box’a imza atan ve The Night Manager dizisiyle Emmy kazanan Susanne Bier üstleniyor. HBO imzalı bu harika diziyi beIN CONNECT’te izleyebilirsiniz. The Undoing’in iki önemli ismi Matilda De Angelis ve Lily Rabe sorularımızı yanıtladı.

32

The Undoing’deki rolünüz size nasıl geldi? Matilda De Angelis: Ajansım bir e-posta gönderdi ve HBO’nun yeni mini dizisi için bir kaset hazırlamamı istedi. İlk önce “bu bir şaka olmalı” dedim ve inanamadım. Sonra evde erkek kardeşimle birlikte bir kaset hazırladık ve bir hafta sonra kendimi New York’a giden bir uçakta buldum. Senaryoyu okuyunca tepkiniz ne oldu? MA: David Kelly’nin yazım gücü beni çok etkiledi. Sonuna kadar meraktasınız ve hiçbir şeyden emin olamıyorsunuz. Sizi hikayenin içine alışı ve size her şeyin aslında görünenin tam tersi


olduğunu düşündürme gücü müthiş. Bence bütün karakterleri oluşturmakta öyle iyi ve her birini öyle karmaşık bir şekilde işlemiş ki sonraki adımda ne olacağını asla kestiremiyorsunuz. Bu gerilimin tam merkezinde yer alan gizemli kadın Elena’yı tarif eder misiniz? MA: Elena Alves, ressam olma hayalini gerçekleştirmek için Amerika’ya taşınmış genç bir sanatçı. Yalnızlığı seven biri ve kendi fikirleri, kendi gerçeklik duygusuyla kendi dünyasında yaşıyor. Aslında bu yalnızlığı fiziksel olmaktan ziyade ruhsal bir yalnızlık. Sıradışı, cüretkar ve provakatif... İki çocuğu var. Büyük olan Miguel, Grace’in oğlu Henry’le aynı okula gidiyor. Ama Elena, tabii ki, o camiaya yabancı ve kendini diğer annelerden farklı hissediyor. Daha genç ve başka bir sosyal sınıftan olduğu çok açık. Bir şekilde Reardon için hem çok fazla hem de çok az. Fernando’yla evli ve onunla evliliği artık bitmiş olan müthiş bir aşkın anısına sürüyor gibi. Elena yorgun, soğuk ve bıkkın; Fernando’yu artık sevmiyor ama Fernando onu kolayca bırakacak türde bir erkek değil. The Undoing, ilk İngilizce yapımınız. Bu nasıldı? MA: Evet! Çok gergindim. Gece, hem jet lag yüzünden hem de heyecandan uyuyamadığımı hatırlıyorum. Aynı anda hem inanılmaz hem güzel hem heyecanlı hem de ürkütücü oldu. New York’a ilk gelişimdi, Amerika’ya ilk gelişimdi ve İngilizce ilk oyunculuk deneyimimdi. Zor ama muhteşem bir ilk oldu. Nicole Kidman ve Hugh Grant gibi büyük yıldızlarla çalıştınız. Gözünüz korktu mu? Onlarla çalışmak nasıldı? MA: Nicole Kidman’la bu kadar yakın çalışmak büyük bir onur. Kendisi tüm zamanların en iyi oyuncularından biri ve her zaman en sevdiğim kadın oyunculardan olmuştur. Onunla birlikte oynayacağıma inanamamıştım. Onu rol yaparken izlemek gerçekten ilham vericiydi ve ondan öğrenebileceğim her şeyi öğrenmeye çalıştım. Hugh Grant’e dair de aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyebilirim. Kendisiyle pek çok açıdan zor sahnelerimiz vardı. Bana çok iyi davrandı, çok dikkatliydi, hassas ve özenliydi. İlk başta gözümü korkuttular tabii ama çok da heyecanlıydım. Bence bu kesinlikle normal ve olması gerektiği gibi. Yeterince iyi olamamaktan ya da repliklerimi unutmaktan ya da İngilizcemin yeterince iyi olmayacağından korktum. Sonra çekim aralarında onlarla şakalaşırken yatıştım ve sonrasında rahatladım. İkisi de müthiş profesyoneller ve onlarla çalışmış olmak büyük bir onur. Proje size ilk ulaştığında The Undoing’in, başlangıçta kaç bölümünü okuma şansınız olmuştu? Lily Rabe: Sanırım önce ilk iki bölümü geldi ve bir süre sonra üç, dört ve beş geldi.

Altıncı bölüm sonra geldi. Yani, ilk iki bölümü bir oturuşta okudum çünkü okumaya başlayınca bırakamıyorsun. Susanne Bier hikayeyi, bu çok ayrıcalıklı dünyanın orta yerine yerleştirilmiş bir bomba olarak tanımlıyor. Bu yoruma katılıyor musunuz? LR: Evet. O dünyanın işleyişi için durum bu, çünkü içinde yaşayanlar için bu dünya çok güvenli ve bu tip olaylarla alakası olmayan bir dünya. Böyle şeylerin bu dünyaya girmesi imkansız gibi ve o yüzden de cinayet gerçekleşip de ilişkiler ve o temel dokunulmazlık hissi örselenmeye başlayınca muhteşem bir hikayeye dönüşüyor. Nicole Kidman’la çalışmak nasıldı? Ekranda izlediğimiz o yakın dostluğu nasıl oluşturdunuz? LR: Rüya gibi bir insan. Dünyanın en nazik insanı. Nicole, müthiş bir oyuncu ve insaniyeti bütün performanslarında kendini gösteriyor. Çok meraklı biri ve hiç durmadan çalışıyor. Sanırım hayatımda tanıdığım en az tembellik eden insan. Sürekli bir keşif halinde ve tüm benliğiyle orada, çok cömert ve onunla çalışmak çok hoşuma gitti ve bunun en

33

önemli sebebi bir kadın olarak olduğu kişi olması. Her şeyini ortaya koyuyor. Nicole ile çok hızlı gelişen bir samimiyet hissi yaşadım. Nicole de Susanne de çok kafa dengi insanlar. Böyle olması harika bir şey çünkü genelde böyle bir samimiyetin kurulması zaman alır. Fakat bu iki kadınla çok hızlı bir şekilde anlaştık ve bu tür bir his eşsiz ve çok değerlidir. The Undoing’i izlememiş birine anlatmanız gerekse nasıl özetlersiniz? LR: İnsanların gizemli doğasıyla ilgili bir hikaye ve en yakın ilişkilerimizde bile, insanlar sürekli bir değişim içinde oldukları için, her zaman öğrenilecek bir şeyler var. Bir ilişki bitene dek tamamlanmaz. Ve bence bu duruma iki taraftan da bakan harika bir keşif-ilişkiler hayal kırıklığı yaratabilir ama aynı zamanda olumlu ve harika bir şekilde şaşırtıcı da olabilirler ve bence dizi boyunca bu ikisini de görüyoruz. Ama aynı zamanda bir ilişki sorgulanmaya başladığında aynanın nasıl bize de döndüğüyle ilgili-birine dair fikrimizden şüphe duymaya başladığımızda-nasıl kendimize ve insanları tanıma kabiliyetimize bakmamız gerektiğiyle de ilgili. O yüzden, bence, temalar açısından bakarsak beni en çok etkileyen bu mesele oldu.


RÖPORTAJ

KALYON KÜLTÜR’E BİR DE BURADAN BAK

Nişantaşı Taş Konak’ta geçtiğimiz Mart ayında kapılarını açan Kalyon Kültür’ün ikincisi sergisi ‘bir de buradan bak’, sanatseverlerden yoğun ilgi görüyor. Sergiyi Kalyon Kültür Kurucusu Sena Kalyoncu, küratörler Sinan Eren ve Erk Sezgi Abalı’dan dinledik. Öncelikle Kalyon Kültür’ü anlatır mısınız? Açılışı tam da pandemi dönemine denk geldi. Yeri de geçmişi 2. Abdülhamid dönemine giden çok özel bir konak. Sena Kalyoncu: Köse Mehmet Raif Paşa Konağı ya da bir başka adıyla Taş Konak, II. Abdülhamit tarafından 1889 yılında yaptırılarak, Osmanlı’nın son döneminde valilik, nazırlık ve vezirlik gibi görevlerde bulunan Mehmet Raif Paşa’nın kullanımına veriliyor. Servet Hanım ve Mehmet Raif Paşa’nın kızı, Beyrut doğumlu Şair İhsan Raif Hanım farklı dönemlerde bu konakta yaşıyor. İhsan Raif Hanım hece ölçüsünü kullanan ilk kadın şair olarak anılmasının yanında güfte ve bestesi kendisine ait olan 19 eser üretmiş. Henüz 13 yaşındayken yazıp, üzerinde beste çalışması da yaptığı “Kimseye Etmem Şikâyet“ adlı şiiri, sonraları Kemanî Sarkis Efendi’nin yorumuyla nihavent makamında bestelenerek, Türk Sanat Müziği’nin önemli klasikleri arasına giriyor. Taş Konak, İhsan Raif’in deyişiyle zaman içinde şiirin, müziğin, sanatın beslendiği bir mekân haline geliyor. Ölümünden sonra, 1929’da konağa Mardin Ailesi yerleşiyor. Betül Mardin

konakta bir süre yaşıyor, müzik yapımcısı kardeşi Arif Mardin de burada dünyaya geliyor. Kalyon Kültür, tüm bu hikayeleri de düşününce, hafızası- sanatsal düşünce ve üretim anlamında- oldukça dolu bir alanı kendisine mekan edinmiş durumda. Bu anlamda mekanla birlikte düşünüp üretmeyi önemserken aynı zamanda mekandan bağımsız bir kurum olarak da var olmayı hedefliyoruz. Gelecekte gerçekleştirilecek projelerin ihtiyaçları doğrultusunda farklı alanlarda da varlık göstermeyi ve etkinlikler gerçekleştirmeyi planlıyoruz. “Kökler” ile açılışını yapan Kalyon Kültür’ün ikinci sergisi ‘bir de buradan bak’ oldu. Yeni serginizi biraz anlatır mısınız? Sena Kalyoncu: Mart ayında açılan Kökler, içeriği açısından bir başlangıç hikayesine yönelikti ve bu nedenle kurumun ilk sergisi olarak belirlenmişti. Sergi, Ahmet Polat’ın ailesinin yaşadığı toprakların kültürünün izini sürdüğü bir zaman dilimini izleyiciyle buluşturuyordu. Bu, Kalyon Kültür’ün odaklandığı konulardan biri olan geçmişle gelecek arasındaki bağı kurmaya

34

dair önemli bir referanstı. 30 Ekim’de açılan ‘bir de buradan bak’, Kalyon Kültür’ün pandemi sonrasında yapılan ilk sergisi oldu. Sergi, 2012 yılından beri faaliyet gösteren Her Yerde Sanat Derneği’nin oluşturduğu üç oluşumdan biri olan DARKROOM projesine odaklanıyor. Dernek, Sirkhane ve Müzikhane adında iki oluşumu da bünyesinde barındırıyor. Bunların ilki olan Sirkhane, hayvanların yer almadığı, jonglörlük, akrobatlık, illüzyonistlik ve dansçılık gibi alanlarda çalışan modern sirk kavramıyla ilgileniyor. Müzikhane ise yine adından anlaşılacağı gibi müzikal çalışmalara yöneliyor. ‘Bir de buradan bak’ dört ayrı temaya sahip. Bu temalar nelerdir? Sinan Eren Erk: Sergi, izleyicilere dört tema üzerinden bir hikaye anlatmayı amaçlıyor. Bunlar aslında üzerine çok konuşulmuş, çok yazılıp çizilmiş ve dolayısıyla çok yoğun bir imgelemi taşıyan dört kavram: ev, yabancı, ortasında, bir arada. Sezgi ve ben serginin küratörleri olarak, her temayı sergi mekânındaki bir odaya yayarak izleyicilerin içine dalabile-


cekleri ve fotoğrafları incelerken kavramlar hakkındaki düşüncelerini derinleştirebilecekleri deneyim havuzları oluşturmayı seçtik. Her odada fotoğrafların yanı sıra, o odanın temasına dair kısa bir yazı da yer alıyor. Böylece hem fotoğraflar hem de yazılar aracılığıyla her bir kavram bir diğeriyle konuşuyor ve hikayenin bir başka açıdan okunmasını sağlıyor. Serginin son odası olan bir arada bölümü ise, adından da anlaşılacağı üzere diğer üç temayı birleştiren ve kapsayan bir yapıya sahip. Sezgi Abalı: Sinan’ın da belirttiği gibi, temaları fotoğrafların elimize ulaşmasıyla başlayan süreçte; ‘bir başka açıdan’ okuyabilme motivasyonuyla belirledik. Hem hayat bulduğumuz hem de hayata katıldığımız bir mekan olarak ev, varoluşumuza dair bir his olarak yabancı, mekan ve zaman gibi etkilerden bağımsız bir hal olarak ortasında ve tüm bunların birbiriyle temas ettiği, hepimizi etrafında toplayan bir kavram olarak bir arada olarak şekillendi. Bu sergideki çocukları neye göre seçtiniz? Sinan Eren Erk: Sergide yaşları 8-18 arasında değişen toplam 60 çocuğun gözünden çekilen 100 fotoğraf bulunuyor. Çocukların tümü son bir sene içinde Serbest Salih ile birlikte DARKROOM’da çalışan çocuklar. Bizim özellikle son bir senede çekilen fotoğraflara yönelmemizin özel bir nedeni yoktu, hatta fotoğrafları da yine onları çeken çocuklar seçerek bize yolladılar. Ancak şimdi yeniden düşündüğümde bunun güzel bir ilk adım olduğunu fark ediyorum. Belki de ileride her sene yeni bir DARKROOM sergisi yapılır ve bir de buradan bak bunun öncüsü olur. Yetişkin gözüyle çocukların fotoğraflarını nasıl yorumluyorsunuz? Sezgi Abalı: Yetişkin olarak yorumlayabilmem için, önce yine kendi çocukluğum, sonra kızlarımın çocuklukları ve annemin çocukluğu gibi halkalardan oluşan bir zincirden ilerliyo-

Sinan Eren Erk, Sena kalyoncu, Sezgi Abalı ve Serbest Salih rum. Ve sanırım öncelikle sergi katılımcılarının çocukluk döneminin kısa sürdüğü, erken büyümek zorunda kalınabilen bir bölgede yaşayan çocuklar olduğunu düşünüyorum. Çocukluğum Türkiye’nin güneyinde geçmesine rağmen; birebir deneyimleme fırsatımın olmadığı, kültürüne dair metinlerden ya da güncel haberlerden takip ettiğim bir coğrafya Mardin ve çevresi. Az yol yapmışım dedirten de bir süreçti, bu yönüyle sergiye hazırlık süreci benim için. Dünya olarak içinde bulunduğumuz- distopik bir tarafının da olduğunu düşündüğüm -bu dönemde hayatlarımızı çekilebilir, anlamlı ve duyarlı kılacak kelimelere ve görüntülere ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Çocuklarınkine kıyasla çerçevesi daha koyu hatlarla çizilmiş, sınırlı alanlarda varlık gösteren ve bu haliyle akışkan olma halini bir nebze kaybettiğini söyleyebileceğimiz büyüklerin dünyasında bir ‘biz’ yaratıp biz gibi bakmayanları, görmeyenleri, konuşmayanları hızlıca yabancı sayabiliyoruz. Sergi bu anlamda hazır, otomatikleşmiş reflekslerimiz üzerine düşünmek için bir fırsat gibi de düşünülebilir.

35

Sirkane DARKROOM’u anlatır mısınız? Sinan Eren Erk: DARKROOM Serbest Salih’in tutkuyla ve özveriyle sürdürdüğü bir proje. Fotoğrafçılığa ilgisi sonunda analog makinalarla tanışmış ve fotoğraf çekmeyi kendi kendine, deneye deneye öğrenmiş. Bu sırada bulabildiği kaynaklardan beslenerek fotoğraf tekniğini de öğrenmiş. Şimdi bu bilgisini çocuklarla paylaşıyor, onlara fotoğraf tekniğini öğretirken kendisi de onlarla birlikte atölyelerde çok şey öğrendiğini söylüyor. Sezgi Abalı: DARKROOM önceleri yalnızca Mardin’deymiş. Ancak sonraları Mardin’in çevresine de ulaşabilir hale gelmiş. Hatta şimdi gezici bir fotoğraf stüdyosu da oluşturmayı başarmışlar. Serbest, DARKROOM atölyelerinde çocuklara önce birkaç hafta teorik bilgi veriyor, ardından birlikte fotoğraflar çekmeye başlıyorlar. Sonrasında bu fotoğraflar biriktiriliyor ve arşivleniyor. Bütün bunlar gönülden bir çabanın ürünü. Kalyon Kültür’ün 2021 ajandasında neler var? Sena Kalyoncu: Bu sorunun cevabı şu anki sağlık koşulları altında hiçbir yer için çok net verilebilecek durumda değil aslında. Çevremizde açılışı tarihi açıklanan kimi sergilerin ertelenmek zorunda kaldığını veya iptal edildiğini gördük. Hatta dünya çapında bienallerin bile ertelenişine şahit olduk. Kalyon Kültür henüz çok genç bir kurum ve açılışından henüz günler sonra pandemiyle gelen kapanmadan etkilendi ancak bu sürede yeni fikirler çıkmaya, sergilere, atölyelere, söyleşilere dair yeni planlar yapılmaya devam etti. Dolayısıyla 2021’e yönelik hem mekânda hem de çevrimiçi ortamda gerçekleşecek etkinliklere dair çalışmalarımız devam ediyor. Bunlar kültür merkezinin odaklandığı, doğa, çocuklar, hayvanlar, sağlık gibi çağdaş yaşamın önemli ve üzerinde durulması, incelenmesi gereken konuları üzerine şekillenen fikirler. Umarız yakın zamanda pandemi etkisini kaybeder ve kültür sanat ortamı yeniden eski dinamizmine kavuşur.


MÜZİK

BU ALBÜMLER KAÇMAZ Kulaklarımızın pasını silecek dört özel albüm, bu ay piyasaya çıkıyor. Arctic Monkeys’in canlı performans albümü, Sigur Rós’un Odin’s Raven Magic’i, Alman metalinin iki ağır topu Blind Guardian ve Rammstein’ın 25. yıl çalışmaları radarımızda.

ARCTIC MONKEYS LIVE AT ROYAL ALBERT HALL

A

rctic Monkeys’in yeni canlı performans albümü 4 Aralık’ta piyasaya çıkıyor. Albüm, grubun 2018 yılında London’s Royal Albert Hall’da yaptığı şovda kaydedildi. Arctic Monkeys’in resmi Twitter sayfasındaki açıklamasına göre albümün getireceği gelir, tıpkı London’s Royal Albert Hall’da yapılan şovun bütün gelirleri gibi, savaş içerisinde ve sonrasında yaşayan çocuklara yardım sağlayan bir sivil toplum kuruluşu olan War Child’a gidecek. Albümün ön satışları geçen ay başladı ve 2LP çift ağır plak, 2LP çift şeffaf plak (tur posteri de şeffaf plakla beraber geliyor), çift CD ve çift CD ve çift plağın beraber olduğu bir paket olarak formatları bulunuyor. Konser gecesinin nasıl geçtiğini öğrenmek isteyenler, albümün yanında London’s Royal Albert Hall Fotoğraf Kitabı’nı da satın alabilirler. Live At The Royal Albert Hall albümünde 2018’deki şovdan toplam 20 şarkı mevcut. Konser, grubun İngiltere’de üç yıl aradan sonraki ilk canlı performansı özelliği

taşıyor. Konserde Star Treatment dahil olmak üzere çoğunlukla Tranquility Base Hotel + Casino albümünden şarkılara yer verilse de, “Brainstorm”, “I Bet You Look Good On The Dancefloor” ve “R U Mine?” gibi eski favori şarkılarda yer alıyor. Ek olarak, konser öncesi Arctic Monkeys’in önünde çıkan Cameron Avery, gruba katılarak “Four Out of Five”, “Tranquility Base Hotel + Casino” ve “She Looks Like Fun” şarkılarına eşlik etmiş. Youtube’de bir milyar izlenen 12 şarkı içerisine giren “Do I Wanna Know” da tabii ki albüme dahil. Arctic Monkeys’in yaptığı müziği indie rock, garage rock, psychedelic rock ve post-punk revival olarak adlandırabiliriz. Grubun ilk yıllarında, solist Alex Turner’ın güçlü bir Sheffield aksanı ile farklı bir sound yakalaması dikkat çekti. Grubun beşinci albümü olan AM (2013) ile dünya çapında tanınmaya başladılar. Arctic Monkeys yedi defa “Brit Ödülü”, üç defa

“En İyi İngiliz Grubu” ödülü, “Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not” albümleri ile “Mercury Ödülü”, “Ivor Novello Ödülü”, 20 “NME Ödülü” kazandı ve beş kere Grammy Ödülleri’ne aday gösterildi. Rolling Stone dergisinin “Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü” listesine giren Arctic Monkeys’in Live At The Royal Albert Hall albümü kaçırılmayacak bir eser.

SIGUR ROS ODIN’S RAVEN MAGIC

S

igur Rós, köklerine aşırı sadık bir grup olarak biliniyor. Grubun son çıkış yaptığı albüm olan Odin’s Raven Magic, 70 dakikalık muhteşem bir müzik şöleni sunuyor. Albümün yapımında İzlandalı müzik efsaneleri olan Hilmar Örn Hilmarsson ve Steindór Andersen da yer almıştır. Albümün temelleri 2002’de atılsa da son hali, Eylül 2004

yılında Paris’ La Grande Halle de la Villette’te, Schola Cantorum ve Conservatoire de Paris Orchestra’nın eşliğinde canlı kaydedildi. Zengin bir kültürel içeriğe ve ruhun derinliklerine işleyen etkileyiciliğe sahip olan bu eski performans, 2020 yılında yeniden dinleyicilerle buluşturuluyor. İlginç olan durum ise, Odin’s Raven Magic o kadar iyi hazırlanmış ki en sondaki alkış seslerini duyana kadar canlı bir kayıt olduğunu insan anlamıyor bile. Açılış şarkısı “Prologus”tan kapanış şarkısı “Dagrenning”e kadar her nota özenli şeçilmiş olan bu performans, insanı büyüleyen bir atmosfere sahip. Bir çoğumuz Sigur Rós’u 25 yılı aşkın süredir severek dinliyor. Grubun özgün ve cesur yaklaşımı, kalite için riski göze almaları onları bir üst seviyeye taşıyan noktalardan biri. Tertemiz bir sound ile orkestra eşliğinde kültürel miraslarını yaşatırken, dili bilmeyen dinleyicilerini de bu mirasa ortak ediyorlar.

36

Orjinal adı Hrafnagaldur Óðins olan Odin’s Raven Magic albümünün adı İskandinav tanrısı Odin’in dünyanın sonunu haber veren kuzgunu anlattığı bir şiirden esinlenerek konulmuş. Oldukça görsel olan şiir, dünyanın Kuzey’den Güney’e her tarafının donduğunu ve kıyametin geldiğini anlatıyor. Sigur Rós ile farklı mecralarda da karşılaşmak mümkün. Game of Thrones’un “The Lion and the Rose” bölümünde kısa bir sürede olsa rol aldılar. Kral Joffrey ve Sansa’nın düğününde, Kral Joffrey’in çaldıkları müzikten sıkılarak üstlerine altın sikkeler atması ile sonuçlanan sahnede “The Rains of Castamere”i yorumladılar. Sevilen dizi Black Mirror’ın dördüncü sezonunun “Hang the DJ” bölümünde, grubun iki adet enstrümantal şarkısı da yer alıyor. Popüler grup, geçmişinde iki adet Edda Ödülü ve MTV Avrupa Müzik Ödülü’ne layık görüldü. Yaptıkları müziğin içindeki hüzün ve dramatik etkiler sayesinde Türkiye’de kendilerine geniş ve kalıcı bir dinleyici kitlesi yaratan Sigur Rós’un son albümü Odin’s Raven Magic, 4 Aralık’ta sevenleri ile buluşuyor.


BLIND GUARDIAN IMAGINATIONS FROM THE OTHER SIDE (25TH ANNIVERSARY EDITION )

1

984 yılında Almanya’da kurulan power metal grubu Blind Guardian, power metal ve speed metal türünün en yaratıcı ve etkili grupları arasında yerini yıllardır koruyor. Grup, Imaginations From The Other Side adlı albümlerinin 25. yılının şerefine albümün remastered halini tekrar dinleyicilerine sunuyor. 11 Aralık’ta piyasaya çıkacak olan albümün ön satışları çoktan başladı bile. Albümde canlı kayıtlar ve grubun klasiklerinin özel versiyonları bulunacak. 25. yıl özel albümünün formatları ise farklı farklı geliyor. CD (Oberhausen canlı konser), earbook (40p Earbook canlı CD, Remix CD, Orijinal enstrümantal/demo CD, Bluray), CD-boxset (Üç boyutlu diorama, 40p earbook, puzzle), 2LP siyah plak, 2LP bordo plak, 2LP inci beyazı plak, 2LP bronz plak, 2PIC-LP resimli plak olarak alabileceğiniz albüm koleksiyoncular için kaçırılmaması gereken bir parça. Blind Guardian’ın şarkılarında mitlere, kitap karakterlerine ve fantastik ögele-

re rastlamak oldukça alışılmış bir durum. Imaginations From The Other Side albümünde de bunun gibi referanslar var. Oz Büyücüsü, Peter Pan, Yüzüklerin Efendisi, Alice Harikalar Diyarında, Taştaki Kılıç, Narnia Günlükleri bunlardan sadece birkaçı. “I’m Alive” adlı şarkı Eric Van Lustbander’ın The Sunset Warrior adlı kitabı hakkında, “A Past and Future Secret” adlı şarkı T.H. White’ın The Once and Future King adlı kitabı hakkında, “Mordred’s Song” ise Arthur ve Excalibur efsanesindeki Arthur’un hain yeğenini anlatan bir şarkı. Blind Guardian’ın vokalisti ve bestecisi Hansi Kürsch’in albüm hakkındaki yorumu ise şöyle: “Ne diyebilirim ki? Bu enfes albüm, 25. yılını kutluyor. Bu olayı gösterişli bir şekilde kutlamak çok güzel. Şanslıyız ki 2016’da gerçekleşen Oberhausen şovunda bütün albümü canlı çalarken filme aldık. Bu başyapıtın birçok yüzünü sunmak için mükemmel bir zaman. Bu uzun zaman önceki unutulmaz değerli hatıraların ideal bir şekilde dirilmesidir. Bu albüm

sonsuza kadar sürmesi için yapılmıştır.” Metal dünyasında bir ışık gibi parlayan, metal müzik severlerin her daim çalma listelerinde yer alan Blind Guardian’ın 35 yılı aşkın süredir devam eden başarısı bu albümle yeniden pekişecek.

RAMMSTEIN HERZELEID (XXV ANNIVERSARY EDITION – REMASTERED)

E

fsanevi Alman grubu Rammstein, çeyrek yüzyıldır hayatımızda ve bunun şerefine ilk albümleri olan Herzeleid için 25. yıl remastered özel albümü çıkarıyor. 1995 Eylül ayında çıkan orijinal albümün 25. yıl versiyonu, 4 Aralık’ta piyasaya sürülecek. 25. yıl özel versiyonu, orijinal albümün şarkı listesini tek bir CD içerisinde toplamış. Artı işareti şeklinde açılan lüks bir

CD kabı olan remastered albümün ilk defa HD sound’a sahip bir dijital versiyonu da satın alınabilecek. Plak dinlemeyi sevenler için ise Herzeleid’in 2LP versiyonu, siyah üzerine mavi boya sıçramış gibi bir görsele sahip 180 gram ağırsiklet plağı ile raflardaki yerini alıyor. Orijinal görselin tasarlayıcısı Dirk Rudolph, 25. yıl özel albümünün paket dizaynından sorumlu isim. Özel versiyonun içinde bulunan kitapçıkta ise Jan “Praler” Hoffmann tarafından çekilen grubun portre fotoğrafları bulunuyor. Dünya çapında başarısı daha sonra gelse dahi, Herzeleid ilk çıktığı yılda Rammstein için gösterişli bir başarıya imza atıp Almanya genelinde listelerde “Du reichst so gut,” “Seemann” ve “Asche zu Asche” teklileriyle sekizinci sıraya kadar yükselmişti. Albüm, Avrupa’da ve Almanya’da bir milyon üzerinde satışı yakalayarak Platinium

37

sertifikasını kazandı. Rammstein’ın başarılarından biraz bahsedecek olursak, 2009 yılından bugüne grubun ilk stüdyo disci “Liebe Ist Für Alle Da” 14 ülkede albüm listelerinde 1 numaraya oturmuş, Almanya’da ise grubun 10. bir numaraya çıkan albümü olmuştur. Rammstein’ın ismi olmayan yedinci albümü Mayıs 2019’da çıktı. Rammstein - Rammstein olarak da bilinen bu albümün LP versiyonu Olsen Involtini ve Rammstein tarafından üretildi, miksleri ise Kaliforniya, Santa Monica stüdyolarında daha önce Muse, Rage Against the Machine ve Franz Ferdinand gibi büyük isimlerle çalışmış olan Rick Costey tarafından yapıldı. Geçen sene Moskova Luzhniki Stadyumu’nda gerçekleşen konserde Rammstein’ın gitaristleri Paul Landers ve Richard Kruspe’nin sahnede öpüşmeleri büyük olay olmuştu. Rusya’nın LGBTQ karşıtı siyasetine bir protesto olarak gerçekleşen bu olay, Rammstein’ın ne kadar asi bir grup olduğunu biraz daha açıklar biçimde. Şarkılarında hep bir isyan ya da serzeniş olan Rammstein’ın 25. yıl özel albümü Herzeleid XXV, herkesin dinlemesi gereken bir albüm.


MÜZİK

EN İYİ 10 THE BEATLES BELGESELİ İçinde bulunduğumuz ay, efsanevi müzik grubu The Beatles’ın dağılmasının 50., The Beatles lideri John Lennon’ın aramızdan ayrılışının 40. yılı. Modadan müziğe birçok konuda dünyayı derinden etkileyen İngiliz grup, pek çok kez sinemaya konu oldu. Özellikle belgesel türündeki nice projeyle anıları tekrar tekrar yaşatıldı anıları. Bu yapımlardan en iyi 10 tanesini listeledik. Büşra Bayar

THE BEATLES: EIGHT DAYS A WEEK “Angels & Demons”, “Inferno” ve “Han Solo: A Star Wars Story” gibi filmlerle ana akım sinemanın önde gelen yönetmenlerinden biri olan ve 2001 yapımı “A Beatiful Mind” ile iki dalda Oscar kazanan Ron Howard’ın 2016 yılında beyazperdeye taşıdığı The Beatles: Eight Days A Week, Emmy’den iki ödül almayı başardı. Yine belgesel türünde çektiği “Made in America” ve “Pavarotti” gibi projelerle epey beğeni toplayan Ron Howard, bu yapımda The Beatles’ın erken dönemine ışık tutuyor. Grubun 1962 ila 1966 yılları arasında çıktıkları turneleri merceğine alan belgesel, genç ekibin dünya üzerinde ne denli beğeni topladığını gözler önüne seriyor. 250

38

konserden oluşan bir arşiv niteliğindeki yapım, grubun o zamana kadar görülmemiş görüntülerinden oluşuyor. Belgesel, grup üyelerinden Paul McCartney ve Ringo Starr ile John Lennon’ın eşi Yoko Ono ve George Harrison’ın karısı Olivia Harrison’ın işbirliğiyle çekildi. Hulu’nun satın aldığı ilk belgesel olma özelliği taşıyan film, Türkiye’de ilk olarak filmekimi kapsamında izleyiciyle buluşmuştu. 59. Grammy Ödülleri’nden de En İyi Müzik Filmi ödülünü alan The Beatles: Eight Days A Week, 60’lı yıllarda bir efsane haline gelen grubun yıldız şarkılarını içeren ve izleyeni o yıllara götürerek dört genç ve dinamik müzisyenin dünya çapında yükselişine şahitlik etmemizi sağlıyor.


BEATLES STORIES Söz yazarı Seth Swirsky, The Beatles’ın şarkılarıyla büyüyen bir isim. 60’larda büyük hayranı olduğu bu grup üyelerini çocukluğunun kahramanları olarak tanımlıyordu. Mesleğini eline aldığında ve özellikle müzik camiasından sohbet ettiği hemen her insandan The Beatles’a dair güzel anılar duyduğunu fark ettiğinde bir kamera alıp bunları kaydetme kararı aldı. Hemen herkesin grup hakkında fikri, hatırları, görüşleri vardı ve farklı perspektiflerden hayranı olduğu bu grubu dinlemenin ilginç yanını keşfetmişti. 110 kişiden fazla insanla röportaj yaptı. Bu isimler arasında grubun asistanı Fred Seaman; oyunculardan

Ben Kingsley, Jon Voight; müzisyenlerden Sussanna Hoffs, Donovan Phillips ve daha niceleri bulunuyordu. Gerçekleştirdiği sohbetlerle son derece samimi ve eğlenceli bir üslup yakalayan Swirsky, ilk uzun metrajı olmasına rağmen bu projesiyle belgesel türüne önemli katkıda bulundu. Ayrıca efsane grubu yine spor, müzik, oyunculuk gibi sektörlerde yer alan diğer efsane isimlerden dinlemek de ayrı bir heyecan yaratıyor. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan Beatles Stories, unutulmaz müzisyenlerin hiç bilmediğimiz hikayeleri hakkında duyduklarımız sayesinde belgesel kategorisinin en neşeli yapımlarından birine dönüşmüş.

THE BEATLES: A LONG AND WINDING ROAD İsmini grubun son albümü “Let it Be”de yer alan, 1969’da kaydettikleri “A Long and Winding Road” isimli şarkıdan alan yapım, 2003’te beyazperdeye aktarıldı. Belgesel, özellikle 1950’li ve 60’lı yıllara yönelik projeleri ve Elvis Presley’i merceğine alan yapımlarıyla yalnızca belgesel türünde yaratımlarda bulunan Eduardo Eugia Dibildox ile sektörde daha çok editör kimliğiyle tanınan Brian Huckeba yönetmenliğinde izleyenlerle buluşmuştu. Daha önce Muhammed Ali, Dean Martin ve Elvis Presley gibi önemli isimlerin de hikayelerini kaleme alan Carlos Larkin ise projenin senaristi olarak karşımı-

za çıkıyor. The Beatles’ın dağıldığı sene çıkan son albümlerini ve bu albümün belki de grubun yıllara dayanan serüvenini en iyi şekilde özetleyen şarkı ismiyle sunan yapım, arşivlik görüntülerden oluşuyor. Grup üyelerinin her biriyle yapılan röportajlar da belgeselde yer alıyor. Grubun o yıllarda basındaki yerinden tutun da konserlerine ve hatta hayranlarına kadar birçok yeni görselle karşılaşıyoruz. Yaklaşık bir saatten oluşan yapım, izleyenleri The Beatles’ın eşsiz müziklerinin eşliğiyle adeta o yılların büyülü atmosferine götürüyor.

IT WAS FIFTY YEARS AGO TODAY! THE BEATLES: SGT. PEPPER & BEYOND Listenin ilk sırasında yer alan “The Beatles: Eight Days A Week”in devamı niteliğindeki bu yapım, filmden hemen bir sene sonra, 2017’de izleyiciyle buluştu. Belgesel, daha önce Six Pistols ve Status Quo gibi müzik gruplarının ve David Essex gibi müzisyenlerin de belgesellerini yapan Alan G. Parker tarafından çekildi. İsmi The Beatles’ın 1967 tarihine çıkardıkları “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” isimli albümünden esinlenerek oluşturan belgesel, “Eight Days A Week”in yönetmeni Howard’ın kaldığı yerden devam ediyor. Yapımda yazar Philip Norman, müzik yapımcısı Tony Bramweel, gazeteci

39

Ray Connolly, gitarist Steve Turner ve John Lennon’ın kız kardeşi Julia Baird gibi önemli isimlerle röportajlara yer veriliyor. Özellikle 1967 yılına odaklanılan yapımda, grubun turneye ara verdikleri dönemleri izliyoruz. Ancak bu belgeselde diğer projelere kıyasla grubun bantlarını, müziklerini pek duymuyor ve konser görüntülerine pek rastlamıyoruz. Beatles’ın olgunluk dönemi diyebileceğimiz bu yıllara ışık tutan film, The Beatles’ın hayranlarından üyelerin korunmalarına kadar ve hatta müziklerinin dünyadaki yerine ve insanlardaki yansımalarına kadar bilgi sahibi olmamızı sağlıyor.


MÜZİK

HOW THE BEATLES CHANGED THE WORLD The Beatles’ın dünya tarihini etkileyen bir grup olduğu reddedilemez bir gerçek. Başta müzik dünyası olmak üzere sanat, moda ve politika gibi alanlarda yarattıkları değişimler oldukça önemli ve es geçilmemesi gereken detaylar. Kültürel anlamda da büyük dönüşümlere vesile olan grup ve müzikleri; Vietnam Savaşı karşıtı tutumları, barışçıl ve sevgi yüklü müzikleri, şık ve karakteristik tarzları ile dünyanın birçok yerinden kendisine büyük bir hayran kitlesi edindi. Tabii bunun yanı sıra kendilerini sevmeyen ya da destek vermeyen birçok kişi de vardı. 2017 yapımı How the Beatles Changed the World de Beatles’ın yarattığı toplumsal hareketlere ve dönüşümlere odaklanıyor. Politik duruşlarından modada yarattıkları yeni

akıma kadar birçok detayla inceliyor grubu. Yazar Jonathan Gould, müzisyen Chris Ingham, John Lennon’ın yakın arkadaşı ve yazar Bill Harry ve Barry Miles gibi isimlerin ağızlarından dinliyoruz onları. Film, daha önce söz yazarı Brian Wilson, gitarist Frank Zappa ve Bob Dylan gibi müzik dünyasının duayenleri hakkında önemli belgeseller yapan ve bu projesinden sonra The Rolling Stones, Stevie Ray Vaughan gibi önemli isimler hakkında da yapımlarla karşımıza çıkan Tom O’Dell tarafından beyazperdeye taşındı. Müzik dünyasının önde gelen sanatçılarına dair birçok belgesel projesiyle izleyici karşısına çıkan O’Dell’in Beatles hakkında bir film yapmaması pek de şaşırtmıyor aslında.

MEETING THE BEATLES IN INDIA Bu sene gösterime giren Meeting the Beatles in India ile 1968 yılına doğru bir yolculuk yapıyoruz. Filmin yönetmeni ve senaristi Paul Saltzman ile birlikte 52 yıl öncesine, Hindistan’a gidiyoruz. Sektör içinde daha çok yapımcı kimliği ile ön planda olan Saltzman, seneler önce bu coğrafyada Beatles üyeleri ile çekildiği bir fotoğrafın peşine düşüyor. En popüler yıllarını yaşadıkları bu dönemde başarılı müzisyenler, ruhani bir inzivaya çekilirler. Bu inzivayı Güney Asya’da Yogi Maharishi Maresh ile gerçekleştiren grup ile yine aynı dönem orada olan Saltzman’ın fotoğrafı vesilesiyle başka bir perspektiften o senelere tanıklık eder, Beatles’ın başarılarını

izleriz. Seneler sonra kamerasıyla yine Hindistan’a giden yönetmen, grubun ve kariyer geçmişlerinin bilinmeyen noktalarını aydınlatıyor. Beatles tarihçisi Mark Lewishon, film müziği bestecisi Laurence Rosenthal ve başarılı yönetmen David Lynch’in de eşsiz yorumlarıyla adeta Beatles ile yeniden tanışıyoruz. Belgesel türünde birkaç projesi daha olan Paul Saltzman, 68 senesine ait bu unuttuğu fotoğrafın, kızı Devyani’nin

hatırlatmasıyla böyle bir serüvene giriştiğini belirtiyor.

THE COMPLEAT BEATLES 1982 yılında çekilen The Compleat Beatles’ı da unutmamak gerekiyor. Sinemanın gelişmesine büyük katkısı olan George Melies, Rock müziği hakkında projeler çeken ve sadece belgesel türünde film yapan Patrick Montgomery’nin yönetmenliğindeki ve David Silver’ın kaleme aldığı The Compleat Beatles, 1995 yapımı “Beatles Antolojisi”ne kadar grup hakkında çekilmiş en kapsamlı ve kesin bilgiler içeren ilk belgesel olarak kabul ediliyor. Belgesel, “A Clockwork Orange”ın Alex’i ve “Halloween”ın Dr. Samuel’i olarak bilinen Malcolm McDowell’ın anlatımıyla izleyiciye sunuluyor. Ayrıca müzik yapımcısı George Martin, grubun ilk menajeri Allan Williams, müzik yazarı Bill

40

Harry ve Gerry Marsden, Billy Preston gibi isimlerin de konuşmacı olarak yer aldığı yapım, Beatles’ın erken dönem konser görüntülerini, grubun histerik hayranlarının samimi görüntülerini ve albüm çalışmalarının arka planlarını da ele alıyor. İlklerden olması sebebiyle filmdeki görüntülere ait negatifler, 1995 ve 1996 yılları arasında televizyonda gösterilen mini belgesel Beatles Antolojisi için satın alınıyor. Beatles’ı konu alan birçok film ve belgesel projesine sahip olduğumuz günümüzde The Compleat Beatles, 38 yıl evvel yapılmış olması ve bu anlamda çekilen ilk işlerden biri olması açısından önemli bir noktada konumlanıyor.


WHAT’S HAPPENING! THE BEATLES IN THE U.S.A Yıl 1964... Beatles’ın sınırları aştığı, dünya çapında ismini duyurduğu günler. Liverpool’un genç ve yetenekli gençleri, ilk kez rüyalar ülkesi Amerika’ya giderler. Dönemin en beğenilen televizyon sunucusu Ed Sullivan’ın “Ed Sullivan Show” isimli programına katılacak ve burada unutulmaz konserler vereceklerdir. What’s Happenning! The Beatles in the U.S.A., sadece belgesel yönetmenliği yapan ve bu türde toplam 53 projeye imza atan, ayrıca birçoğunu da kardeşi David Maysles ile birlikte yöneten Albert Maysles’in ilk

projelerinden biridir. Oscar adaylığı bulunan ve Emmy ödüllü kardeşlerin beş gün boyunca Beatles’ı kameraya aldığı proje, grubun ABD seyahatini son derece samimi ve eğlenceli bir dille aktarıyor. Havalimanında, otelde, program öncesinde kayda aldıkları her görüntü, grubun büyük bir hayran kitlesine sahip olduğu Amerika’ya ilk gidişleri olması

açısından da oldukça önemli. Esprili ve rahat üslubuyla beğeni toplayan film, henüz 20’lerinde olan grup üyelerinin dinamikliğini yansıtabilen en etkili belgesellerden biri.

GOOD OL’ FREDA Bu belgeselde efsane müzisyenleri yıllar boyunca grubun sekreterliğini yapan Fred Kelly’nin gözünden izliyoruz. 1960’lı yıllarda tanıdığı The Beatles’a büyük bir hayranlık duyan Freda, boş zamanlarında grubun her konserine her etkinliğine katılıyordu. Grubun ilk menajeri olan Brian Epstein’in kendisine sekreterlik teklifinde bulunduğu sene henüz 17 yaşındaydı. 1962 yılında başladığı işine 1972’ye kadar devam etti. Hem grubu ve programlarını organize ediyor hem de hayran kulübünün başkanlığını yapıyordu. Ayrıca Beatles

BEATLES: THE JOURNEY 2003 yapımı bu belgeselde The Beatles’ın ve üyelerinin kariyer yolculuklarına tanıklık ediyoruz. Kimilerine göre dünyanın ilk süper grubu şeklinde tanımlanan müzik ekibinin doğuşunu ve yükselişe geçiş sürecini izlediğimiz yapım, arşivlik görüntülerden oluşuyor. Ekibi 20’li yaşlarında verdikleri bir röportajda, katıldıkları bir programda ya da haberlerde görebiliyoruz. Böylece basının esprili, samimi ve yetenekli bu gençlere ne denli önem verdiğine de şahit oluyoruz. Bir müzik fenomeni haline gelen grup ve üyelerinin yaşamlarını, John Lennon ve George Harrison’ın aramızdan ayrılışlarına kadar izliyoruz. Onların yanı sıra sırayla grubun beşinci üyesi lakaplarıyla anılan

müzik yapımcıları Brian Epstein ile George Martin’in de görüntülerine rastlıyoruz. Bir başka müzisyen, gitar üstadı olarak anılan ve George Harrison’ın da kendisinden ders aldığı bilinen Ravi Shankar ile Lennon’un büyük aşkı Yoko Ono’yu da görmek zamanda yolculuk yapmamızı sağlıyor. Yaklaşık 1.5 saat süren bu eşsiz seyahatin mimarı ise Dennis Pugsley. Yalnızca iki film yönetmenliği yapan isim, Beatles hakkında çektiği projelerle biliniyor. The Beatles’ın serüvenine ortak olduğumuz The Journey, müzikseverleri yasa boğan John Lennon cinayetine de değiniyor. Başarılı ismin katili Mark David Chapman’ı görmek, 1980’de yaşanan acı olayı da yeniden hatırlatıyor.

41

hakkında çıkarılan hayran dergisini de denetliyordu. 10 yıl boyunca grup için çalışan isim, kısa bir sürede her üyenin güvenini kazandı ve vazgeçilmezi oldu. Bu yıllarda yaşadıklarını, deneyimlerini kaleme alması için kendisine birçok kez teklif götürülmüş olsa da hepsini reddetti. En sonunda 2013 yılında izlediğimiz bu belgeselin çekilmesine onay verdi. Grubun sadık çalışanı ve zamanla gözdesi haline gelen Freda’nın anılarından dinlediğimiz Good Ol’ Freda için Beatles’ın ele alındığı en içten projelerden biri demek mümkün.


RÖPORTAJ

GÜLER ÖZİNCE’DEN SORULARIMIZI YANITLADI “Merkür Retrosu”, “Öyle Olsa” ve “Bulurum Yolunu” gibi şarkılarıyla geniş kitlelere ulaşan yeni nesil besteci ve söz yazarlarından Güler Özince, tüm söz ve müzikleri kendisine ait “Zihnimin Odaları” adlı albümünü yayınladı. Biz de bu vesilesiyle kendisine merak ettiklerimizi sorduk. Gizem Ertürk 42


Pandemi sürecinde her birimiz zihnimizin odalarına hapsolduk… Peki bu şarkılar bu dönemde mi ortaya çıktı? Hayır, pandemide yazdıklarımı henüz dinleyici duymadı. Bu albümdeki şarkılar, benim son sekiz yılda yazdıklarımın içinden seçtiğim ve konserlerimde de söylediğim şarkılardan oluşuyor. Dinleyenler evlerinde otururken zihnen gezinsinler, hazır içerideyken de umut ve huzur bulsunlar istedim. Albümde Bossa, Gipsy, Latin, Samba, Jazz ve Hicaz gibi birbirinden farklı türler iç içe geçmiş. Bu bütünlüğü yakalamak zor olmadı mı? Hayır olmadı. Formları farklı olsa da kaynakları aynı olduğundan, kendi içinde zaten bir bütünlük sağlıyordu. Ben Dünya müziklerini severek ve ilgiyle dinlerim. Dolayısıyla müziğime de ilham verirler. Albümü tek bir tarz ile tanımlamamak beraberinde anlaşılmama endişesini getirdi mi? Bugüne kadar hiç bir konuda bir şeyleri tek bir başlık altında toplama kaygım olmadı. Ben çeşitlilik, yenilik ve nicelik aşığı bir insanım. Kaldı ki senin de az önce söylediğin gibi, bütünsel olarak bir başlığı var: Dünya müziği :) Ayrıca endişe, deneyimlemekten pek hoşlandığım bir his değil, mecbur kalmadıkça endişeye pek kapılmıyorum. ‘Zihnimin Odaları’, birçok duygu durumunu ve aynı zamanda güncel olayları anlatan bir albüm. Albümü sen nasıl tanımlıyorsun? Güçlü olmayı, vazgeçmeyi de bilmeyi, kabullenmeyi ve umudu her koşulda korumanın önemini, ironik yollarla anlatan şarkılardan oluşan bir albüm olduğunu söyleyebilirim.

fon), Emre Tankal (Akustik ve elektrik gitar) Onurcan Çağatay ve Efe Gazi (Trompet), Mehmet Ali Şimayli (Davul), Furkan Arınkal (Bas gitar) Nihal Saruhanlı (Perküsyon) ve mix’lere imzasını atan sevgili Erim Arkman oldu. Bu isimler dışında Ozan Türkan, Anıl Çifter ve Mert Yüksel kayıt masasında yer aldılar. Pandemi molasıyla birlikte yaklaşık bir yıl süren kayıtlar üç ayrı stüdyoda gerçekleşti. Mastering ise Evren Arkman tarafından yapıldı.

Albümde senin için özel bir şarkı var mı? Tüm şarkılar yaşanmışlıklarımı öylece samimi bir niyetle ulu orta döktüğüm çalışmalardan oluşuyor. Ama illa bir tanesini öne çıkarmam gerekirse, “Ben bu Dünyaya sevmeye geldim, Bakalım kimmişim, bulmaya geldim’’ dediğim Tarafsızım şarkısı olsun.

“Çevrimiçi”, günümüz ilişkileri üzerine bir şarkı… Pandemi sürecinde de artık iyice dijital ilişkilere alıştık mı? Şu dönem itibariyle bende hiç bir şey yaşanmıyor ne yazık ki :) Bir süredir tek gündemim bu albümdü; ancak ben aşkı çok severim, aşk da beni:) Dijitalmiş, analogmuş, gerisi detaydan ibaret benim için. Aşk, bunların çok ötesinde bir yerde yaşanıyor neticede.

Kimlerle çalıştın albüm için? Bu albüme katkı sağlayan pek çok önemli isim oldu. Ama en çok emeği geçenler, şarkılara birlikte hayat verdiğimiz ekip arkadaşlarım; Batuhan Çaylak (Klasik gitar, piyano ve saksa-

‘Tarafsızım’, hepimizin içinde bulunduğu duruma bir isyan şarkısı gibi duruyor, sen ne dersin? Bu şarkı benim için bir isyan değil, bir manifesto niteliğinde. Korku ve nefret yerine, sevmekle ve kim olduğuma

43

odaklanmakla ilgili bir bildiri özünde. Dinleyeni etkisi altına almasının temel nedeni de, herkesin bu dünyaya masum ve çıplak gelmiş olmasıyla ilgili olabilir bana göre. Hikayesine gelince: 2016 yılında, şöyle dönüp bir Dünya’ya baktığım, sıkıcı haberlerle dolu bir günde yazmıştım. Sektörün içinde bulunduğu zor durum seni nasıl etkiliyor? Beni de herkes kadar etkiledi tabii. Sahneler bizlere gelir kaynağı olmaktan öte, ruhumuzu en çok besleyen ön bahçeler. Orası ıssız olduğunda, yerinizi korumanız kolay olmayabiliyor. Birçok sanatçının en büyük geliri dijiital dinlemeler olsa da müzik sektörü sadece sahne üstünden ibaret değil. Binlerce müzik emekçisi ve sahne çalışanı derinden yara aldı. Maalesef ülke yetkilileri de bu durumu görmezden gelmeye devam ediyorlar. Buna rağmen, bugünleri geride bıraktığımızda, çok daha kaliteli günler yaşayacağımıza inanıyorum. Müzik sektörü pandemide büyük zarar görse bile, müzik her zaman ruhsal besin kaynağımız olarak var olacaktır ve dilerim ki bunun da altından çok güçlü bir şekilde kalkacağız hep birlikte.


RÖPORTAJ

KEREM YEĞİNBOY İLK ALBÜMÜYLE KARŞINIZDA Kerem Yeğinboy, ‘Nedensiz Dünya’ isimli ilk albümünü geçtiğimiz ay Avrupa Müzik etiketiyle yayınladı. Sözü ve müziği Yeğinboy’a ait 11 şarkıdan oluşan Rock/Grunge türündeki albümü İzmirli genç müzisyenle konuştu. Gizem Ertürk 44


Müziğe nasıl başladın Kerem? 13 yaşında elektrogitar çalmaya başlayarak müzik yolculuğum başladı diyebilirim. Gitara ilk başladığımda klasik rock gruplarını ve özellikle Metallica’yı çok severdim. Zaten beni gitara yönelten grup da Metallica olmuştur.

yardımları oldu yani. İlk bestelerim İngilizceydi. Şu an Türkçe besteler yapıyorum, ama hala pek çok İngilizce bestem var. İngilizce bestelerim Türkçe bestelerimden daha iyi, İngilizce anlatım olarak daha zengin bir dil, İngilizce ile kendimi daha iyi ifade ediyorum.

Hep müzik mi yaptın, yoksa başka uğraşların oldu mu? Daha önce beş farklı işte çalıştım. Uzun bir eğitim kariyerim oldu, bir süre müzik yan iş olarak devam etti. Şu an ise sadece müzik var. Tabii bu durumun artıları ve eksileri söz konusu. Artıları, tüm enerjim ve konsantrasyonumu artık müziğe verebiliyorum. Eksileri ise, belirsizlik ve pandemiden dolayı konsersizlik.

Rock müzikten folk ve indie’ye geçişin nasıl oldu? Neil Young, Tom Petty ve Johnny Cash beni çok etkiledi, Oasis’i de çok severdim. Sanırım daha çok kendimle alakalıydı bu değişim. Ben değiştikçe zevklerim de değişmeye ve bence gelişmeye başladı. Bunun bana çok katkısı oldu.

Kuzenin -Blue Jean dergisinin yazarlarından- Doğu Yücel, müzik yolculuğunda seni nasıl etkiledi? Doğu sayesinde hem yurt içinde hem yurt dışında pek çok konsere gittim. Hatta bir ara bana Trivium’la röportaj yaptıracaktı gidemedim, içimde kaldı. :) Londra’da gazeteci olarak Golden Gods’ın kulisine girmemi sağladı, efsane bir kadro ile Download festivaline gittik,

İngiltere geçirdiğin süre seni müzisyen olarak nasıl etkiledi? İngiltere’de çok kişiyle tanıştım ve çok ismi izledim. Her hafta ya tiyatroya ya da konsere giderdim. Pearl Jam ve Rolling Stones dışında aklımdaki herkesi canlı olarak izleme şansım oldu. Herhalde tüm bunlar müzikal olarak da beni etkilemiştir diye düşünüyorum. En çok etkilendiğim Robert Plant ve Eric Clapton konserleriydi. Plant’in ruhani müziği, Clapton’ın ise gitarı sanki bir

parçasıymış gibi kullanması beni fazlasıyla etkilemişti. İlk stüdyo albümün Nedensiz Dünya’nın konseptinden ve kimlerle çalıştığından söz eder misin? Albümde 11 şarkı var. Aslında 10 şarkı, bir de ekstra. ‘Yıldızlı Gece’, ilk olarak İngilizce ‘Starry Night’ olarak yazılmıştı, sonra Türkçeye çevrildi. Albümde iki versiyonu da kullandım. Konsepti en iyi yansıtan şarkı Nedensiz Dünya olduğu için, albümde aynı ismi taşıdı. Konsepti, belirleyen şarkıların sözleriydi ve bununla beraber gelen tonlardı. Albümde prodüktörüm Ömer Kapancıoğulları ve karısı Nitsa Kapancıoğulları ile çalıştım. Nitsa, albümdeki arka vokal ve piyano kısımlarını yaptı. Gökberk Kaya ise, illüstrasyonları yaptı. İleride bir İngilizce albüm fikri var mı? Tamamen İngilizce bir albüm yapma fikrim var aslında. Bu ne zaman olur şimdilik bilmiyorum, ama albüm genel olarak Folk Rock olacak gibi duruyor. Şarkılarında hep bir içedönüklük ve sorgulama hali var… Biraz şarkılarının hikayesinden söz eder misin? Şarkılarımın sözleri çok açık aslında. Genelde ölüm, yaşam ve kaçış gibi temalar her parçamda yer alıyor. Hayal gücünün gücü, insanlar ve hayatları hakkında gözlemlerim ve kendi hayatım var. Albüme tepkiler nasıl? Daha çok yakınlarımdan tepki alıyorum, onlarda şaşkınlar ve tebrik ediyorlar. Herkes ‘biz seni anlamamışız ve tanımamışız’ diyor. Bu da aslında kendimi anlatmak konusunda, sanat dışında yetersiz olduğumu fark etmeme neden oldu. Albüm öncesi yayınlanan ‘Yalanlar İçinde’ klibi için Hülya Avşar ile yolun nasıl kesişti? Yalanlar İçinde klibinde, Hülya Avşar destek olmak için kendisi yer almak istedi. Klip hakkında Kemal Başbuğ ile konuşmaya başladık. Gökberk ile tasarlanan illüstrasyonu ona gönderdim ve hikayesini anlattım. Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, yozlaşmışlık ve saflık arayışı ile ilgili olduğunu söyledim ve hikaye böyle gelişti. Bundan sonrası için planların neler? Gelecek planlarım, yeni albüm yapmak ve konser vermek üzerine kurulu. Parçalarımı canlı çalmak çok istiyorum, en büyük isteğim şimdilik aslında o. Bu arada pandemi sürecinde üretimi de hızlandırdım, üç yeni şarkım oldu.

45


ANİME

ATTACK ON TITAN FİNAL SEZONU İLE VEDA EDİYOR Attack on Titan’ın 4. ve final sezonu için nefesler tutuldu. Tüm zamanların en sevilen animelerinden biri olan ve dönüşü uzun zamandır heyecanla beklenen Attack on Titan’ın son sezonu 7 Aralık’ta başlıyor. 46


H

ajime Isayama’nın yarattığı aynı adlı mangasından uyarlanan Attack on Titan, orijinal adı ile Shingeki no Kyojin, Japonya’da 2013 yılında ilk kez seyircileriyle buluştuğu andan itibaren listeleri kırıp geçti. Anime/manga severler için bir anda gündeme oturan Attack On Titan, şimdiye kadar üç sezon süren anime dizisi, üç anime filmi, OVA’ları, oyunları, animeden uyarlama iki liveaction filmi ve mini serisi ile dünya çapında dev bir proje haline geldi. Yapımın mangası, adını en çok satan mangalar listesine 74 milyon kopya satarak altın harfler ile kazıdı; Kodansha Manga Ödülü, Micheluzzi Ödülü ve Harwey Ödülünü’nün yanı sıra birçok ödül kazandı. Attack On Titan’ın 2013’te başlayan anime serisi, eleştirmenler tarafından oldukça olumlu yorumlar alırken, ilk üç sezonun hikayesi, animasyonları, müzikleri, seslendirmedeki başarısı övgüleri hızlıca topladı ve popülerliğini Japonya’nın dışına, Amerika’ya ve Asya’ya taşıdı. Asya’da kazandığı inanılmaz popülerlik, Çin ve Güney Kore’nin yapımı politik değerlendirmeye başlamasına ve büyük tartışmalara neden oldu. Türkiye’de ise Gerekli Şeyler etiketiyle satın alabileceğiniz Attack on Titan’ın manga serisi, Titana Saldırı adı ile vitrinlerde yerini buldu.

7 ARALIK’TA BAŞLIYOR

Attack On Titan’ın dördüncü sezon prömiyeri aslında sonbaharda olacaktı ancak Crunchyroll ve Funimation, son sezonun yıl sonunda geleceğini açıkladılar. İki aylık bir gecikme ile gelse de “yeter ki gelsin” dedirten muhteşem serinin resmi Twitter sayfasında final sezonunun prömiyerinin 7 Aralık’ta yayımlanacağı açıklandı. Üçüncü sezonda olduğu

gibi bu sezonun da 10 ya da 12 bölümlük iki parçadan oluşacağını, toplamda 20 ila 24 bölüm süreceğini düşünüyoruz. Final sezonunun fragmanı ise serinin hayranlarında büyük bir etki bıraktı. Attack on Titan Wiki’nin açıklamasına göre fragman, Youtube’da en çok izlenen sezonsal anime fragmanı” oldu. Gözyaşlarına hakim olamayan ve heyecandan içleri kıpır kıpır olan takipçiler değişik meme’ler ile duygularını ifade etmeye çalıştılar. Hayran kitlesi üzerinde dev bir etki bırakan anime için “Dünyanın en iyi animesi” diyenler dahi var. Animeyi hiç izlemeyenler için ise sevindirici bir haberimiz var: Şimdiye kadar yayımlanmış olan sezonların genel bir özetini anlatan Attack On Titan: Chronicle adlı iki saatlik film, Kasım 18’de izleyiciler ile buluştu. Dördüncü sezona başlamadan neler olduğunu öğrenmek ya da hafızanızı tazelemek isterseniz Attack On Titan: Chronicle kaçırmamanız gereken bir film. Attack On Titan’ın final sezonunu, büyük bir heyecanla bekliyoruz.

HİKAYENİN BAŞLANGICI

Hajime Isayama, tek seferlik olarak düşündüğü 65 sayfalık Attack on Titan’ı ilk önce dünyaca ünlü Weekly Shōnen Jump dergisine sundu ancak stilini ve hikayesini dergiye daha uyumlu hale getirmesi istenince kararını değiştirip Weekly Shōnen Magazine’e geçiş yaptı. Manga’da yer alan etkileyici manzaraları, kendi memleketi Ōita ilinin, turistlerin de yoğun ilgi gösterdiği, dağlarla çevrili olan Hita ilçesinden esinlenerek çizdi. Bir gün internet kafede çalışırken, müşterilerden birinin yakasına yapışıp onu sarsması Isayama’yı derinden etkiledi. Bu olay üzerine

47

“iletişim kuramayacağı bir kişi ile tanışma, karşılaşma korkusu” ona Titanları yaratmasında yardımcı oldu. Japon kültürünün izole ve kapalı doğası ise Isayama’ya duvarları yaratmasında ilham verdi. Ayrıca, Attack On Titan’ın günümüz toplumunda genç insanların hissettiği umutsuzluğu temsil ettiğini söyleyebiliriz.

HEYECAN FIRTINASI

Rekorlar kıran bu ödüllü eserin hikayesinden bahsedelim biraz da: Attack on Titan evreninde, 100 yıl önce Titan adındaki devler ortaya çıkar ve insanlar arasında terör estirmeye başlar. İnsanlar ise devlerden korunmak için dev duvarlar inşa ederler. En dışta Duvar Maria, ortada Duvar Rose ve şehrin kalbini koruyan Duvar Sina adlarına sahip üç duvar örerler ve bu duvarların arkasında güvenli şehirlerde yaşamaya başlarlar. 100 yıldır devlerin saldırısından korunan insanlar bir gün diğer devlerin neredeyse dört katı büyüklüğünde, 60 metrelik muazzam bir Titan ile karşılaşır. Ördükleri duvarların üzerinden onları izleyen Titan’ın görüntüsü her şeyi o ana kadar kurdukları bütün düzenin aslında bir hiç olduğunu gösterir. Duvarda koca bir delik açan bu dev diğer küçük devleri şehre girmesini sağlar ve devlerin insan ziyafeti başlar. Annesi ve üvey kız kardeşi ile yaşayan ana karakter Eren, devleri görünce ailecek kaçmaya çalışır ancak annesi kendini çocukları kurtulsun diye feda eder. Annesinin canlı canlı bir dev tarafından yenmesini izleyen Eren, o gün bütün devleri öldüreceğine yemin eder. Eren, yakın arkadaşı Armin ve kardeşi Misaka aynı amaç altında birleşerek şehrin devlere karşı savunması olan askeri keşif birliğine katılırlar ve bu zorlu eğitime başlarlar.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.