İlkadım Dergisi Sayı: 328

Page 1

sayı

328 ISSN-1307-6973

7,5

• KASIM 2015

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KİMLERİ ALLAH -celle celaluhu- SEVER?

BAŞYAZI- Nureddin Soyak • Canı Öldürmeyin!

HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Kendini Yeterli Gören Azar

KAPAK DOSYASI • Allah Yolunda Cihad / Prof. Dr. Mustafa Ağırman • Allah Yolunda Saf Tutanların Sonu Ne Olur Ki? / Atilla Değirmenci • Yahudi ve Hıristiyanları Veli/Dost Edinmeyin! / Murat Kaynar • Sen Git Kendi Nefsini Kına / Mükremin Çelik • Maide Suresi 54. Ayetin Tefsiri / Ali Küçük


ilkadım BİR MEKTEPTİR

Aylık İLKADIM dergisi; üç aylık kadın-aile dergisi BACİYAN ve gençlik dergisi GENÇ ADAM ilaveli... BİLGİ İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43 - 0505 808 35 87- 0535 251 41 07- 0506 674 44 14

Okuyun, Okutun, Abone olun...


ilkadım

KASIM 2015/328

İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Canı Öldürmeyin! / 4 KAPAK Prof. Dr. Mustafa Ağırman - Allah Yolunda Cihad / 6 Atilla Değirmenci - Allah Yolunda Kenetlenip Saf Tutanların Sonu Ne Olur Ki? / 9 Murat Kaynar - Yahudi ve Hıristiyanları Veli/Dost Edinmeyin! / 12 Mükremin Çelik - Sen Git Kendi Nefsini Kına / 16 Ali Küçük - Maide Suresi 54. Ayetin Tefsiri / 19

6

Zeki Soyak Hocamızdan Eyne Tezhebûn? /22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Kendini Yeterli Gören Azar /24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Hayat Hakkı/26 HADİS İKLİMİ/Mahmut Aveder Müslüman Kanabilir Ama Nereye Kadar?/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Ahiret Yolcusuna Karşı Görevlerimiz/30

12

TASAVVUF/Cemil Usta Din Kardeşliği /32 İLKADIM KİTAPLIĞI/M.Selçuk Özdoğan İlaçsız Yaşam / Dr. Ümit AKTAŞ /33 İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Kibir Bir Virüstür, Antivirüsünüz Var mı? /34 TEFEKKÜR EKSENİ/İdris Arpat İlim /36 EĞİTİM/Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitimde İçerik Sorunu “Değer Eğitimi II” /38

41

LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Sormadan, Yormadan ve Durmadan Yürüyenler /41 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Abad Olmak Harab Olmak mı? /44 İMBİK/Nuri Ercan Nasipse Diriliş Postası /46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Kalp Katılığının İlacı; AĞLAMAK /48

46


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 24 SAYI: 328 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

KASIM 2015

Muharrem 1437- Safer 1437

sayı

328 ISSN-1307-6973

7,5

• KASIM 2015

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KİMLERİ ALLAH -celle celaluhu- SEVER?

BAŞYAZI- Nureddin Soyak • Canı Öldürmeyin!

HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Kendini Yeterli Gören Azar

KAPAK DOSYASI • Allah Yolunda Cihad / Prof. Dr. Mustafa Ağırman • Allah Yolunda Saf Tutanların Sonu Ne Olur Ki? / Atilla Değirmenci • Yahudi ve Hıristiyanları Veli/Dost Edinmeyin! / Murat Kaynar • Sen Git Kendi Nefsini Kına / Mükremin Çelik • Maide Suresi 54. Ayetin Tefsiri / Ali Küçük

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

Kıymetli Okuyucu; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah’tan söz edilse yürekleri titrer ve kendilerine Allah’ın ayetleri ulaşınca imanları güçlenir ve onlar Rablerine güvenirler. Onlar namazlarında devamlı ve kararlıdırlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizi (Allah’ın emrettiği yerlere) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızk vardır.” (Enfal 2-4) “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran 104) Bu tarifeye inanan topluluklar bulunduğu dönemlerde bütün insanlık saadet asırları yaşamıştır. Allah ile olan ahitler bozulduğu dönemlerde ise yeryüzü fesat ve zulüm ile dolmuştur. Maalesef insanlık günümüzde böyle bir küresel fitne/ imtihan sürecindedir. İslam ümmeti olarak yeni bir silkinişe, yeni bir dirilişe ve çok sağlıklı yeni bir yapılanmaya acilen büyük bir ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç; Öncelikle kendimiz, yani İslam ümmeti için, Sonra da bütün bir insanlık için zarûrîdir. Çünkü bütün insanlık, müslümanı, gayr-i müslimi ile çok büyük bir felâketin, çok büyük bir çöküşün içindedir. Maalesef insanlık bu büyük felâketin, bu büyük çöküşün farkında da değildir. Bu husus da başka bir felâkettir. Bu felâket; İmansızlık, Ahlâksızlık, Fuhuş ve iffetsizlik, Kıtaller, cinâyetler, Cehâlet, nemelazımcılık, Dünyevîleşmek, Dinî ve millî hassasiyetlerin yok oluşu, Çeşit çeşit zulümler, Güç ve kuvvetin zâlimlerin elinde oluşu, Bizi biz yapan değerlerin tahribidir. Bu felâketin başka bir boyutu da: Felâketlerin farkında olan kişilerin bir kısmının nemelazımcılığı, Bir kısmının yeterli derecede tepki göstermemesi, Tepki gösterenler arasında da sağlıklı bir iletişim, sağlıklı bir organizenin olmayışıdır. Bu durum, kötülere cesâret vermekte; kötülerin pervasızlaşmasına, kötülüklerin yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.


Bu felâketlerin önüne geçecek, bu kötü, bu tahripkâr gidişata dur diyecek yegâne nizam, değişmeyen, eskimeyen, her geçen gün hayatbahş hakikatleri akl-ı selim sahipleri tarafından daha açık seçik anlaşılan İslam nizamıdır. Onun için biz müslümanlara çok büyük vazifeler düşmektedir. Çünkü insanlığın kurtuluşunu sağlayacak ilâhî nizama, din-i mübin-i İslam’a biz inanmaktayız. Böylece birçok mükellefiyet altına girmekte, mesuliyet yüklenmekteyiz. Zaman zaman söyleyip yazdığımız gibi, öncelikle İslam’ı; Doğru öğrenmek, Doğru yaşamak, Doğru tebliğ etmek, Hayata hâkim kılmak, Gayret kuşağını kuşanarak hizmete koyulmak gerekmektedir. Milletimiz, asırlar boyunca “emanet”i yüklenmiş, Kur’an’ın ve Efendimizin Sünnetinin sancaktarlığını yapmış, bu nedenle de Âlemlerin Rabbi tarafından “âlemlere üstün kılınmış” bir millettir. Bugün bu topraklarda yere düşürdüğümüz sancağı tekrar kaldırmak, emaneti tekrar sırtlanmak bütün ümmetin vazifesi olmakla beraber öncelikle bize düşmektedir. Ümmetin beklentisi ve umudu da bu doğrultudadır. Aksi takdirde saadet asrını meydana getiren kutlu nesle yapılan o şiddetli uyarı ile muhatab oluruz: “Ey iman edenler! Sizden kim din davasından geri dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54) Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem şu uyarısını da unutmayalım: “Cihadı terk ettiğiniz zaman, Allah size zilleti musallat kılar. Tekrar dininize dönünceye kadar, onu üzerinizden atamazsınız.” (Ebu Davud) Bu dava, ayette ve hadiste belirtildiği gibi din ve iman davasıdır. Rabbimize olan ahdimizi, Efendimize olan ‘medyuniyet’imizi, ümmete olan sorumluluğumuzu hatırlamak ve silkinmek vaktidir. Bu sorumluluğun gereğini yapma çabası içerisinde olursak tekrar “yedi düvelle” karşı karşıya gelmemiz de tabiidir. Zira küfür tek millettir. Ama biz iman ediyoruz ki: “Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, O’ndan sonra size yardım edebilecek kimdir? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (Âl-i İmran, 60) “Gevşemeyin, mahzun olmayın, eğer gerçekten mü’min iseniz en üstün sizsiniz.” (Âl-i İmran, 139) Selam ve dua ile.

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Metin Başbuğ editor@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Mehmet Erturan Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Mustafa Aydoğdu Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0506 674 44 14 Gsm:0505 808 35 87 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.


BAŞYAZI Nureddin SOYAK

Canı Öldürmeyin! “

Öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.” (İsra, 31)

H

rekli kalacaklardır.” (Bakara, 217)

z Adem’den beri insanlar arasında kavgalar, haklı haksız öldürmeler hiç bitmemiştir. Bu öldürme en yakınından başlayarak bütün cihanı saracak bir fitneye bile dönmüştür. Dünya savaşları bu fitnelerin neticesidir. Kur’an ve sünnete baktığımızda öldürme, fitne olarak nitelendirilmektedir. Fitne ise bela ve musibet, deneme, sınama, maddi ve manevi felaketlerle imtihan olmadır. İnanç uğrunda maruz kalınan baskı ve zulümde bir fitnedir. Elbette fitnenin her çeşidi zorlu bir imtihandır, fakat bu fitneler sabırla aşılabilirse bu da büyük bir kazanca dönüşebilir. İnsanoğlu katliamda o kadar aşırı gitmiş ki Allah’ın Resullerini bile şehit etmişlerdir.

Resuller ve onların yolunun sadık takipçileri, dün de bugün de, din düşmanlarının baskı ve zulümlerine boyun eğmemişlerdir. Şunu hiç unutmayalım ki kıyamete kadar da fitnelerin ardı arkası kesilmeyecektir. Mü’minler feraset ve basiretleri ile bu fitnelerden mümkün olduğunca maddi ve manevi yaralar almadan kurtulmaya çalışmalıdır. Hele hele manevi yaralar mü’minin dünya ve ukbasının mahvolmasına sebep olabilir. Fitneler ancak ilahi ve nebevi uyarılara kulak vermekle, Rabbe tam bir teslimiyetle aşılabilir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter o ne güzel vekildir!” dediler” (Al-i İmran, 173)

Rabbimiz buyuruyor ki: “Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?” (Bakara, 87)

Fitneciler, insanların malına ve canına kast ederek, topluma korku salmak, bu kargaşadan istifade ile de fitne tohumlarını ekmektir. Eğer Müslüman toplumlar dik durur, bunlara boyun eğmezse fitneciler hedeflerine ulaşamazlar. Korkar ve boyun eğerlerse zalimlerin oyuncağı haline gelirler. Bu halleri ile de onlara destek olmuş olurlar.

“Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar güç yetirebilseler sizi dininden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahrette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, onlar orada sü4


Rasulullah sallallahu aleyhivesellem efendimiz buyurdu ki; “Zaman yaklaşır, ilim alınır, fitneler ortaya çıkar, cimrilik yerleşir, ‘herc’ çoğalır. ‘Herc nedir ey Allah’ın Resulü?’ diye sordular. ‘Öldürmek!’ buyurdular.” (Buhari-Müslim)

Habil de kardeşi Kabil’e şöyle diyordu: “Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü benâlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Maide, 28)

Rabbimiz buyuruyor ki: “O şeytan ancak sizi kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz benden korkun.” (Al-i İmran, 175)

“Nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.” (Maide, 30) Haksız yere öldürenler hep kâr ettiklerini zannediyorlar, fakat Rabbimiz onların ziyan ettiğini söylüyor.

İmanlı bir toplum, zalimlerin, hainlerin, haramilerin, katillerin, iç ve dış düşmanların tehditlerine aldırış etmez. Neden? Hâlık-ı zülcelal “Onlardan değil, benden korkun” diye ilahi ferman buyurmuştur ve ilave etmiştir. “Mü’min iseniz!”

Savaş ve benzeri mazeretler dışında cana kıymak haramdır. Akılsızca bir iştir. “Allah’ın haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte Allah size bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.” (En’am, 151)

İslam topraklarında kandan beslenen terörist, anarşist kim varsa ve bunlar bu faaliyetleri ile ülkede kargaşa çıkarıyor ve bundan besleniyorlarsa, Allah’tan değil, şeytan ve dostlarından korkulduğundandır. Mü’minler her geçen gün amel zafiyeti ile birlikte iman zafiyetine de sürüklenmektedir. Netice olarak da gücünü yitirmektedir.

Rasulullah sallallahu aleyhivesellem efendimiz buyurdu ki; “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki katilin günahından bir misli Hz Âdem’in ilk oğluna (Kabil) gitmemiş olsun. Çünkü o haksız öldürme yolunu ilk açandır.” (Buhari-Müslim) Mü’min şerre vesile olmaz. Hayra vesile olur. Çükü şerre vesile olan şerri işlemiş gibi, hayra vesile olan da hayrı işlemiş gibidir. Bütün bu ilahi ve nebevi ikazlara rağmen Müslümanlar dünyanın basit çıkar ve menfaatleri için nasıl olur da birbirinin canına kıyabilirler?

Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a ortak koşanların çoğuna, koştukları ortaklar çocuklarını öldürmelerini güzel gösterdi ki; onları helake sürüklesinler ve dinlerini karıştırıp onları yanıltsınlar.” (En’am, 137) İtikadi sapmalar neticesinde ameli sapmalara ve nihayetinde de dinin karma karışık hale gelmesine sebep olmaktadır. Bu da insanlığı hızla Rabbinden uzaklaştırmaktadır.

Rasulullah sallallahu aleyhivesellem efendimiz buyurdu ki; “İki Müslüman kılıçları ile birbirlerinin üzerine yürürse öldüren de ölen de ateştedir! ‘Öldüreni anladık da ölen niçin cehennemdedir?’ dediler. Şöyle dedi: “Elinden gelse oda onu öldürecekti” (Buhari-Müslim)

Rabbimiz buyuruyor ki: “Onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.” (Bakara, 191)

Mü’min barışta olduğu gibi savaşta da ilahi ve nebevi emir ve yasaklardan taviz vermez. Ölçüyü kaçırmaz.

Rabbimiz buyuruyor ki: “Öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.” (İsra, 31)

“Öldürme tarzında insanların en ölçülüsü iman sahipleridir.” (Ebu Davud-İbn Mace)

“Bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir.” (Nisa, 90) 5

KASIM 2015 / 328

“İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilemeyecektir. ‘Bu nasıl olur?’ diye soruldu. Şu cevabı verdi: Herctir! Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim)

Mü’minin savaşı kâfirledir. Mü’min mü’minle savaşamaz. Ancak yoldan çıkması başka, yola getirinceye kadar savaşabilir. Ama günümüzde yolda kim, yoldan çıkan kim? Bunu kim belirleyecek? Kim yola getirecek? Maalesef mü’minler sahipsiz.


KAPAK

Prof. Dr. Mustafa Ağırman* kapak@ilkadimdergisi.net

Allah Yolunda

CİHAD

Y

üce Allah’ın âyetlerinden ve Hz. Peygamber’in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla cihad, yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya kadar yapılan ve kıyâmete kadar devam eden bir ibadettir. Mü’minler bu ibadeti canları, malları ve bütün varlıkları ile canla, başla ve Allah rızası için yaparlar. Allah yolunda cihad ederler.

Y

üce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin birçok özelliklerini sayar. Bu özelliklerden biri de onların Allah yolunda cihad etmeleridir. Mü’minler, Allah yolunda malları ve canları ile cihad ettiler, ediyorlar ve edecekler. Hz. Peygamber efendimizin bir hadis-i şerifine göre “cihad kıyâmete kadar devam edeceği” için, mü’minler de kıyâmete kadar cihad edecekler. Ama dünyalık bir menfaat için değil, sırf Allah yolunda cihad edecekler. Allah’ın ismi ve dâvâsı en üstün olsun, yeryüzünde şirk kalmasın ve İslam bütün dünyaya hâkim olsun diye cihad edecekler. Merhum şehid Seyyid Kutub, el-Mâide Sûresi’nin elli dördüncü âyetinin “Onlar, Allah yolunda cihad ederler” cümlesini tefsir ederken şunları söylüyor:

mek, dünya hayatında onun şeriatını uygulamak için, insanlığın hayrını, ıslahını ve gelişmesini tahakkuk ettirmek için Allah yolunda cihad ederler, savaşırlar. Bu, Allah’ın yeryüzünde dilediğini yaptırmak için seçtiği mü’minlerin diğer bir sıfatıdır. Onlar, Allah yolunda cihad ederler, savaşırlar. Kendi nefisleri ve milletleri, vatan ve cinslerinin selâmeti uğrunda değil, sadece Allah yolunda cihad ederler. Allah’ın nizâmını tahakkuk ettirmek, hâkimiyetini gerçekleştirmek, şeriatını infaz etmek ve bütün beşeriyete hayır kapılarını açmak için cihad ederler. Bu konuda onlar için hiçbir şey yoktur, kendilerine düşen bir pay yoktur. Yalnız ve yalnız Allah yolunda cihad ederler.” Yüce Allah’ın âyetlerinden ve Hz. Peygamber’in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla cihad, yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya kadar yapılan ve kıyâmete ka-

“Yeryüzünde ilâhî nizâmı gerçekleştirmek, Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetini ilân et6


dar devam eden bir ibadettir. Mü’minler bu ibadeti canları, malları ve bütün varlıkları ile canla, başla ve Allah rızası için yaparlar. Allah yolunda cihad ederler. Son devrin tebliğcilerinden ve İslâmî hareket adamlarından biri olan Mevlânâ Mevdûdî de bu konuda şunları söyler: “…Çalkantı ve bunalımlara, tamahlara, türlü heveslere, kin ve düşmanlığa, taassuba ve kısır görüşlülüğe iten fesada karşı Allah’ın iyi kullara emrettiğicihad işte budur. İşte bu cihad, hiçbir güç ve takatleri bulunmayan mazlum kimselere, zâlim fesatçılara karşı zayıf kimselere yardım etmek için bir savunma savaşıdır. Yüce kudret sahibi Rabbimiz özellikle Allah yolunda savaşı uygun görmüştür. Bu savaşın ilanından onun insanlar uğrunda değil, Allah yolunda olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bunun kulların menfaatine değil de sadece ve sadece Allah’ın rızasını elde etmek için olduğu görülmektedir. Allah’ın günahsız kulları arzu ve nefsanî isteklerinin peşinden takılıp gidenler tarafından zulme ve kahredilmeye maruz bırakıldıkları sürece cihat hükmüde geçerliliğini koruyacaktır. İşte Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlarla fitne kalmayıncaya kadar savaşınız.” (el-Bakara Sûresi, 2/193) Bir başka yerde de: “Ta ki savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar…” (Muhammed 47/4) diye buyurmaktadır. Ve taki fesat son buluncaya, onun herhangi bir etkisi ve ortada savaşmayı gerektirecek bir durum kalmayıncaya kadar savaşınız. (Mevdûdî, Cihad, Şafak yayınları, İstanbul, 1992, s. 38) Diğer taraftan şanı Yüce Allah, hakkı korumak yolundaki cihadın fayda ve lüzumunu ortaya koymakla, bunun gerekliliğini pekiştirici ifadelerle vurgulamakla kalmıyor, aşağıdaki buyruklarla şu hususları da açıklıyor: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar ise tâğût yolun da savaşırlar. O halde ey mü’minler, şimdi siz şeytanın velileri, dostları, yoldaşları ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilekârlığı zayıftır…(en-Nisâ Sûresi, 4/76) İşte bu âyet, hak ile batıl arasındaki sınırı açıkça ortaya koyan ve kesin ayırım çizgisini 7

KASIM 2015 / 328

C

ihada çağıran nidayı işittikleri halde, cihadı terk edip yerlerinde kımıldamayarak evlerinde oturanlara yönelik çok ağır tehditler vardır. Bu konudaki şu âyet-i kerimeye hep beraber kulak verelim: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, soyunuzsopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durmasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe Sûresi,9/24)


belirleyen bir sözdür. Zulüm yolunda savaşanlar şeytanın dostlarıdır. Zulmü ortadan kaldırıp ona son vermek yolunda savaşanlar ise Allah yolunda cihad edenlerdir. Hak sahiplerinin haklarını almak ve onların mülkiyet haklarını ellerinden çekip koparmak hedefini güden her bir savaş tâğût yolunda bir savaştır. İşledikleri herhangi bir günah olmaksızın Allah adını ananlara eziyet etmeyi hedef alan her bir savaş da tâğût yolunda bir savaştır. Böyle bir savaşın Allah ile ilgisi yoktur. Böyle bir savaş mü’min kimselerin yapabilecekleri bir iş değildir. Artık bundan sonra, mazlumları himaye etmek ve onları savunmak için savaşanların Allah yolunda cihad ettiklerinde şüphe yoktur. Zulmü silip ve her türlü tuğyanın sonunu getirip yeryüzünde adâleti ve insafı gerçekleştirmek amacıyla zâlimlerle savaşan ve fesatçıların kökünü kazıyıp Allah’ın gerçek kulları için rahat ve güvenilir bir hayat ortamı hazırlayarak insanlığın en yüce hedefini gerçekleştirmek için çarpışanların, Allah yolunda savaştıklarında şüphe yoktur. Bu savaşçılar mazlumlara yardımcı olmakla âdeta Allah’a (yani Allah’ın dininin yayılmasına) yardım ediyor gibidirler. Allah’ın yardım ve zafer vaadi ise ancak bunlara has ve bunlara yapılmış bir vaaddir.

“Siz, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı şenlendirmeyi, Allah’a, âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden kimseler(in cihadı) ile bir mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olamaz. Allah zulmedenler topluluğuna hidâyet vermez. İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür. İşte bu mutluluğa erenler onların ta kendileridir.” (et-Tevbe Sûresi, 9/19-20) Diğer taraftan böyle bir cihad hakkında şu hükümleri ifade eden hadis-i şerifler de vardır: “Böyle bir cihad için bir tek geceyi dahi uykusuz geçirmek bin geceyi ibadetle geçirmekten daha büyüktür.”1 “Böyle bir cihadınyapıldığı alanda sebat göstermek altmış yıl namaz kılmaktan üstündür.”2 “Böyle bir cihaduğrunda uykusuz kalan bir göze cehennem ateşi haram olur.”3 “Böyle bir cihad yolunda tozlanan ayaklara ebediyyen cehennem ateşi dokunmamak vaadi verilmiştir.”4 Diğer taraftan cihada çağıran nidayı işittikleri halde, cihadı terk edip yerlerinde kımıldamayarak evlerinde oturanlara yönelik çok ağır tehditler vardır. Bu konudaki şu âyet-i kerimeye hep beraber kulak verelim: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, soyunuzsopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durmasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (etTevbe Sûresi, 9/24)

İşte söz konusu edilen faziletleri ile Kur’ân-ı Kerim’in sahifelerinin dolup taştığı ve Yüce Allah’ın hakkında şöyle buyurduğu Allah yolundaki cihad budur. “Ey iman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah’ın yolundacihadedersiniz. Eğer bilirseniz, bunlar sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff Sûresi, 61/10-11)

Kıymetli okuyucularım! Bu âyetler ve hadisler ışığında her birimiz nelerle meşgul olduğumuzu yeniden bir daha gözden geçirelim. Yüce Allah ve onun sevgili Rasûlü ne diyor, biz ne ile meşgul oluyoruz? Kendimizi devamlı bir mürâkabeye tâbi tutalım.

Böyle bir cihadı yerine getiren kimseleri Yüce Allah’ın şu buyruklarıyla övdüğünü görüyoruz. “Muhakkak ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş (kurşunla kaynaştırılmış) bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (es-Saff Sûresi, 61/4) Yüce Allah’ın şu buyruğu ise böyle bir cihadın büyüklüğüne ve yüceliğine tanıklık etmektedir: 8

* Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi 1- Buhârî, Cihâd, 73. 2- Buhârî, Cihâd, 2. 3- Nesâî, Cihâd, 10. 4- Buhârî, Cihâd, 16.


KAPAK

Atilla Değirmenci kapak@ilkadimdergisi.net

Allah Yolunda Kenetlenip Saf Tutanların Sonu Ne Olur ki? İ

İ

nsanız; doğarız, büyürüz, besleniriz, hastalanırız, seviniriz, üzülürüz, heyecanlanırız, uyuruz, tepki gösteririz, anlam yükleriz, duygulanırız, yaşarız ve ölürüz. Süreç olarak aynıyız işte. Biyolojik özellikler hepimizde yaklaşık aynı disiplinle çalışır. Tüm bu ortak özelliklerimizin yanı sıra farklıyız da.

miz, duruşumuz, doğrularımız, hareket noktamız, önemsediklerimiz, korkumuz, beklentimiz, tepki nedenimiz, anlayışımız… farklılıkların görüntülendiği durumlardır. Farklılığımızın nedeni yaratılmış olduğumuzu kabul edip etmeme ve bunun gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirip getirmeme üzerine sabitlenmiştir. Böylece tâ temelden ayrılan iki farklı insan ortaya çıkıyor. İman edenler ve inkâr edenler(iman etmiş gibi davrananlar da bu grupta yer alır).

Farklılığımız doğu ile batı arasındaki mesafe kadar fark oluşturur. Bakışımız, değerlendirme9

KASIM 2015 / 328

nsanı Allah Teâlâ’ya sevdirecek en önemli hareket imandır. İman, insana insanlığını kazandıran bir düstur, eylem ve heyecan kaynağıdır. İman eden insan küfrün karanlıklarından ve çirkefliklerinden iç âlemini temizlemiş olur. Aynı zamanda kul iman ederek Allah’ın himayesine, güvencesine girmiş olacaktır.


Allah’ı kabul ederek iman etmiş olma lütfuna mazhar olanlar hayatlarını Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınma prensibiyle planlamışlardır. Hayatı böyle planlamak ve yaşamak Allah ile kul arasında yakınlaşmaya neden olur. Bu durum şu soruya cevap aramayı da beraberinde getirecektir; “Allah kimleri sever?”

şesiyle başlarını sarar. Allah Teâlâ elindekilerle yetinen kanaatkâr insanları sever. Gözlerini ahiretteki nimetlere çeviren bu insanlar dünyanın konforuyla da zevkleriyle de ilgilenmezler. Basit hesaplara girmedikleri için insanları kolaylıkla affederler. Yeryüzünün ıslahından kendilerini sorumlu tutmaları nedeniyle sömürü düzenlerinin baş düşmanlarıdır.

Bu soruyu iki önemli başlıkta cevaplayalım. 1. Allah Teâlâ Bireysel Sorumluluklarını Yerine Getirenleri Sever

Allah Teâlâ aşırıya kaçmayan, güzel davranış sergilemek için mücadele eden kimseleri de sever. Hayatı uç noktalarda ve anlayışlarda yaşamak insanı toplumdan uzaklaştırır ve üzerine düşen sorumluluğu unutturur.

İnsanı Allah Teâlâ’ya sevdirecek en önemli hareket imandır. İman, insana insanlığını kazandıran bir düstur, eylem ve heyecan kaynağıdır. İman eden insan küfrün karanlıklarından ve çirkefliklerinden iç âlemini temizlemiş olur. Aynı zamanda kul iman ederek Allah’ın himayesine, güvencesine girmiş olacaktır. Nefsinin ve şeytanlaşmış insanların köleliğinden Allah’a kulluğa terfi edecektir.

2. Allah Toplumsal Sorumlulukları Yerine Getirenleri Sever İnsanın toplumsal planda sahne almasının temeli iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün engellenmesi ve güven ortamının sağlanmasıdır. Bu görevin yerine getirilmesi toplumu ıslah edecektir. Böylece İslam’ın hayatbahş emirleri bütün insanların dikkatini çekecektir. Bunu gerçekleştirme lütfuna erenler hem kulunu hem de kendini Allah’a sevdirmiş olacaktır.

Allah Teâlâ temizlenenleri sever. İnsanın beden temizliği önemlidir ve önemsenmiştir. Bu nedenle birçok ibadetin şartı olmuştur. Beden temizliğinin yanı sıra kibir, ücûb, sum’a, riya, hased, kin, aç gözlülük, şehvet, dünya hırsı gibi kalbi hastalıkların da temizlenmesi gerekir. Böylece Allah’ın şu ayeti üzerimizde tecelli etmiş olur. “Allah tevbe edenleri de temizlenenleri de kesinlikle sever.”(Bakara, 222)

Allah Teâlâ ahdini bozmaktan çekinen iyi niyetli insanları sever. Toplumun güven kavramına yeniden ulaşması için söz verdiğinde sözünü doğrulamak için çaba gösterenler topluma sükûnet kazandıracaktır.

Allah Teâlâ; kendini Allah’a adayan, adaletli, takva ehli insanları sever. Bu insanların dertleri de dertlerinin ilacı da sadece Allah’tır. O’nun isteklerinin yerine gelmesi uğruna mallarını da canlarını da feda etmişlerdir. İnsanların örnek veya rol model aradığı zamanların vazgeçilmez karakter misalleridir.

Allah Teâlâ toplumda adaleti hâkim kılan ve yaygınlaştıranları sever. Toplumları ırkçılık, fanatiklik, taraf tutma, adam kayırma gibi ifsat eden engeller ancak adaletle ortadan kalkar. Adaletli yönetici üstünlüğün takvaya bağlı olduğunu uygulamalarıyla insanlara ispat edecektir.

Allah Teâlâ; başına gelenlere sabreden ve Allah’a güvenip tevekkül eden kimseleri sever. İmtihan bilinciyle hayata bakan aynı zamanda tek güvencesi Allah olan bu insanlar sevgiyi hak eden bahtiyarlardır. Başlarına gelenleri insanlardan bilmedikleri için hüzün bulutları sadece ahiret endi-

Allah Teâlâ kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf tutarak savaşanları sever. İslam ve insanlık düşmanları Müslümanları dejenere etmek, saplantılı hale getirmek, boş hedefler uğrunda ömürlerini tüketmek gibi amaçlarını gerçekleştirmek 10


için boş durmazken Müslümanların birbirilerine düşmesi, kardeşini yüzüstü bırakması anlaşılması zor bir durumdur. İslami ilimlerin içinde bile üstünlük yarışı neyin nesidir? Yine de biz Müslümanlar Allah yolunda kenetlenip saf tutmayı becereceğiz, inşallah. O zaman hainlerin vay haline. İşte o zaman Allah’ın sevdiklerinden olacağız. Bu ifadelerimize ilaveten Allah Teâlâ; kâfirleri, menfaatçileri, çok yüzlülüğü şiar edinenleri, fesatçıları, bozguncuları, zalimleri, şımarıkları, büyüklenenleri, kendini beğenenleri, aşırılığa meyledenleri, günahta ısrar edenleri, israf edenleri, yalancıları sevmez. Sevilmeyen de hayır olmadığı için bunların yeri cehennemdir. “Allah kimleri sever?” sorusuna Kur’an-ı Kerim çerçevesinde yukarıdaki açıklamaları yaptıktan sonra soruyu bir de şöyle sormak gerekiyor: “Kimler Allah’ı sever?”

İ

nsanın toplumsal planda sahne almasının temeli iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün engellenmesi ve güven ortamının sağlanmasıdır. Bu görevin yerine getirilmesi toplumu ıslah edecektir. Böylece İslam’ın hayatbahş emirleri bütün insanların dikkatini çekecektir. Bunu gerçekleştirme lütfuna erenler hem kulunu hem de kendini Allah’a sevdirmiş olacaktır.

Allah’ı bir ve tek ilah kabul edenler, Allah’ı rab bilip O’nun terbiyesine girenler, Kendinin ve etrafında ne varsa hepsinin yaratılmış olduğunu kavrayanlar, O’nun emirlerinin insanı huzura götürdüğünü anlayanlar, O’na karşı içinden derin bir saygı duyanlar, Ahiretidertedinenler, Tevbesini yalnızca Allah’ın kabul edeceğini bilenler, Allah’ın adalet ve merhamet sahibi olduğunu bilenler,

Ve kullarını çok sevdiğini bilenler Allah’ı çok severler. Bu cümlelerde kendimize yer bulabilmek temennisiyle… 11

KASIM 2015 / 328

Allah’ın kendisini yalnız bırakmadığının farkında olanlar,


KAPAK Murat Kaynar kapak@ilkadimdergisi.net

Yahudi ve Hıristiyanları

veli/dost Edinmeyin!

M

üslümanların kâfirlerle ferdi münasebetleri, komşuluk veya ticari ilişkilerinde elbette esas olan “kavli leyyin” yumuşak söz, güleryüz, adalet ve iyilik olmalıdır. Bu durumda dahi ihtiyatı elden bırakmamak, tamamen güvenmemek, sırlara vakıf etmemek belki bugün için olmayabilir ama yarın için isabetli tutum olacaktır. Unutulmamalıdır ki dinî ve ahlâkî inanç ve anlayışlar sosyal ilişkiler üzerinde etkilidirler, İslam’ın bizden isteği dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınmasıdır(Tevbe, 9/23).

H

z. Esma radiyallahu anha’nın müşrike olan analığı, Mekke’den Medine’ye gelip onunla görüşmek ister. Hz. Esma, Allah Rasulü’ne gelir ve müşrike analığıyla görüşüp görüşemeyeceğini sorar. Bunun üzerine “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insaf gözetmekten men etmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.”(Mümtehine, 60/8)ayeti nazil olur ve kâfirlerle görüşmenin ötesinde, onlara iyilikte bile bulunmanın herhangi bir mahzuru ol-

madığı ifade edilir. Ayetin Müslümanlarla Mekke müşriklerinin ilişkilerinin son derece gergin olduğu sırada inmesine rağmen iyiliği, hoşgörü, müsamaha ve adaleti emretmesi oldukça dikkate değerdir. Bu konuda hatırlanması gereken diğer bir ayet-i kerime de şudur:“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et ve onlarla en güzel tarzda mücadele et.” (Nahl 16/125) Rabbani bir terbiye ile donanan Efendimiz yüce vazifesini hikmet ve güzel öğütle yürütmüş, 12


tebliğin muhatabı olanherkesle iyi ilişkiler tesis etmeye çalışmış, hayranlık uyandıran mütebessim bir sima ile gönülleri fethetmiştir. Hıristiyan, yahudi ve müşrikler gibi farklı ırk, din ve inançlara sahip olan insanların bir arada huzur içinde yaşayabilmeleri için onlarla “Medine Vesikası” ismini taşıyan bir sözleşme imzalamış, hıristiyan ve yahudileri toplumun birer ferdi olarak kabul etmiş, onların bazı davetlerine icabet etmiş, düğün yemeklerine katılmış, hastalarını ziyaret etmiş, cenazelerine saygı göstermiş ve onlara ikramda bulunmuştur. Hatta Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Necran hıristiyanlarının kendisini ziyaretlerinde onlara oturmaları için kendi abasını sermiştir. Peygamber Efendimiz, onların mescid-i nebevi içinde kendi inançlarına göre ibadet yapmalarına müsaade etmiştir. Yüce kitabımızın izahına göre ehli kitabın yiyecekleri, kestikleri hayvanların etleri Müslümanlara helal kılınmış, Müslüman erkeklerin ehli kitap kadınlarla evlenmesi de meşru görülmüştür.

şünce hürriyetine kısıtlama getirmemişlerdir. Bu sebeple pek çok İslam beldesinde gayrimüslimler yüzyıllarca rahat ve huzur içerisinde yaşayabilmişlerdir.

Efendimiz; Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Taif halkı gibi İslam’a ve kendisine düşmanlık yapan, hatta bu düşmanlıkta oldukça ileri giden insanların yanına pek çok defa gitmiştir. O halde, muhatap kim olursa olsun, bir şeyler anlatabilmek için yumuşaklık ve müsamaha vazgeçilmez şartlardır. Demek ki Müslüman daima yumuşak tavır, yumuşak hal, yumuşak kalb, yumuşak vicdan, yumuşak söz insanı olmak mecburiyetindedir ki, gerçek bir irşad insanı olabilsin.

Peki, müşrik veya kâfirlerle iyi geçinmenin sınırları nereye kadardır?

Asr-ı Saadet’e baktığımızda hoşgörü ve yumuşak huyluluğun, Efendimiz’in İslam’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisi olduğunu görüyoruz. İnsanlara devamlı hoşgörü ve diyalogla yaklaşarak davasını anlatan Efendimiz’e yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini ifade manasına Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz insanlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Efendimizin hayatından böyle örneklere şahit olan Müslümanlar fethettikleri yerlerde, kilise ve havralara dokunmamışlar, vicdan ve dü-

Sözlükte “yakın olmak, yakınlık” anlamındaki “vly” kökünden türeyen velâyet “sevmek; yönelmek, yardım etmek; bir işin sorumluluğu kendi üstünde olmak” manalarınagelir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır söz konusu ayetin tefsirinde şöyle söylemektedir: “Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine, yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir 13

KASIM 2015 / 328

“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları veli/ dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridirler/dostlarıdırlar. Sizden kim onları veli/dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (Maide, 51)


dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Çünkü onlar mü’minlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları)dırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olur ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Ve siz mü’minlerden her kim onları dost tanır, veli edinirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve onların isteklerine hizmet eder.” Ehli kitabın, Müslümanların kendileriyle kuracakları dostluğu kötüye kullanmaları ihtimal dâhilindedir. Nitekim Bakara Suresi’nin 120. ayetinde Hz. Peygamber’e hitaben, “Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” buyurulmuştur. “Onlar birbirlerinin velileridir” mealindeki kısmı müfessirler şöyle yorumlamışlardır: Bu iki toplumun her biri gerçek dostluğu yalnızca kendi mensupları için yani yahudiler yahudiler için, hıristiyanlar da hıristiyanlar için kabul ederler. Bu sebeple onlardan Müslümanlara gerçek bir dostlukla yaklaşmaları beklenemez (Taberî, VI, 276-277; Elmalılı, III, 1712).

Ö

zetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Çünkü onlar mü’minlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları) dırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olur ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Ve siz mü’minlerden her kim onları dost tanır, veli edinirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve onların isteklerine hizmet eder.”

Söz konusu ayet Medine’de münafıkların tutumları ile de alakalıdır. İslam’dan önce Medine’de Araplar’la birlikte çeşitli yahudi kabileleri bulunmakta, Araplar’la aralarında da dostluk antlaşması vardı. İslam’dan sonra bazı Araplar bu dostluğu devam ettirmek istediler; fakat yahudilerle münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta Müslümanların aleyhine çaba harcadılar, özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında Müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırmışlardı. Maide Suresi 41. ayetten itibaren Medine yahudilerinin Müslümanlara karşı olan tutum ve davranışları, münafıklarla olan dostluk ilişkileri 14


ve bunları Müslümanların aleyhine kullanmaları, kendi kutsal kitapları olan Tevrat’a karşı samimiyetsizlikleri, Müslümanları İslam’dan döndürerek Hz. Peygamber’i başarısızlığa uğratmaya gayret göstermeleri gibi olaylar anlatılarak veya bunlara işaret edilerek yahudi ve hıristiyanlarla kurulacak dostluğun faydadan çok zarar getireceği Müslümanlara açıklandıktan sonra bu ayette mü’minlerin bu gibi yahudi ve hıristiyanlardan samimi dostlar edinmemeleri emredilmiştir.(Kur’an Yolu Tefsiri, Diyanet)

Müslümanların kâfirlerle ferdi münasebetleri, komşuluk veya ticari ilişkilerinde elbette esas olan “kavli leyyin” yumuşak söz, güleryüz, adalet ve iyilik olmalıdır. Bu durumda dahi ihtiyatı elden bırakmamak, tamamen güvenmemek, sırlara vakıf etmemek belki bugün için olmayabilir ama yarın için isabetli tutum olacaktır. Unutulmamalıdır ki dinî ve ahlâkî inanç ve anlayışlar sosyal ilişkiler üzerinde etkilidirler, İslam’ın bizden isteği dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınmasıdır(Tevbe, 9/23).

Cahiliye döneminde Arabistan’daki yahudiler ve hıristiyanlar ekonomik bakımdan putperest Araplar’dan daha ileri seviyede bulunuyorlardı. Medine’de yahudiler en verimli topraklara sahip oldukları gibi ticarete de hâkimdiler. Bu sebeple halkın üzerinde güçlü bir ekonomik baskı oluşturmuşlardı. Bu durum siyasette de ağırlığını hissettiriyordu.

Müslümanların ferdi olmayan ilişkilerinde ise -mesela: askeri, idari, istihbarat ve yönetim gibikâfirlere güvenmeleri veya tabiri caiz ise yedikleri içtikleri ayrı gitmemeleri ümmetin felaketi olabilir. Kâfirlerin, Müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarına vakıf olması, muhtaç olduklarında kendilerini koruyacak derecede dostları olmaları caiz değildir. Bunun misali sürünün kurda teslim edilmesidir.

Hicretin ilk yıllarında Müslümanlar Hz. Peygamber’in liderliğinde devlet kurmuş olmakla birlikte putperestlere ve diğer güçlere karşı verdikleri mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için Medine’deki münafıklar durumlarını netleştirmemişlerdi. Bunlar Müslümanların içinde yer almışlardı, ancak mücadele Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanacak olursa yahudilere ve hıristiyanlara sığınabilmek için onlarla ilişkilerini sürdürüyorlardı. Nüzul ortamının bilinmesi ayetlerin mesajlarının doğru anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Hz. Peygamber İslam tebliğini engelleyenlere, İslam devletine açıktan düşmanlık yapanlara mâni olmuş, İslam dinine açıktan düşmanlıklarını şiirleriyle söyleyen ve müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtanlara hoşgörülü olmamıştır. Yahudi şairi Ka’b b. el-Eşref olayı bunun en güzel örneğidir.

Kur’an-ı Kerim’de bir konunun değişik boyutları ile alakalı ayetlerden birisini alıp konu hakkındaki Rabbimizin tek ve nihai direktifi budur demek pek çok konuda kafa karışıklığına yol açabilecektir. Mesela Tevbe Suresi 5. ayette buyrulduğu üzere “…müşrikleri nerede yakalarsanız öldürün, esir edin, her yerde onları gözetleyin...” emr-i ilahisince Müslümanların kâfirlerle ilişkisini daima silah ve savaş üzerine inşa etmek, Efendimizin tebliğ siyasetine ne kadar uymaktadır? Daha önce ifade ettiğimize göre onlarla ilişkide yumuşaklığı, adaleti ve iyiliği tavsiye eden ayetlerin bu gibi ayetler ile ilişkisi nasıl olmalı?

Unutmayalım ki: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”(Maide, 55) 15

KASIM 2015 / 328

Mü’minler mü’minlere karşı alçak gönüllü yani şefkatli, merhametli ve naziktirler. Mü’minler mü’minlere karşı kuvvete başvurmazlar, zulmedemezler, zekâ, yetenek, etki, servet ve diğer güçlerini mü’minlerin aleyhine kullanamazlar. Kâfirlere göstereceği ilgi, şefkat ve iyilikten daha azını mü’minlere gösteremez. Mü’minler kâfirlere karşı vakarlıdırlar, yani İslam düşmanlarına karşı sert, dirençli ve tavizsizdirler; maddî menfaat karşılığında satın alınamayacak kadar üstün karaktere sahiptirler. Mü’min; kardeşine hırçın, kâfire şeker, tarçın olamaz, olmamalıdır.


KAPAK

Mükremin Çelik kapak@ilkadimdergisi.net

Sen Git Kendi Nefsini Kına C

enab-ı Hakk’ın kullarına lütuflarından birisi de kınayıcının kınamasından korkmamaktır. Bu lütfunu kullarından dilediğine verir. Maide Suresi 54. ayet-i kerimede Rabbimiz, bu lütfun şartlarını “mü’minlere karşı zillet, kâfirlere karşı izzet, Allah yolunda cihad, kınayıcının kınamasından korkmamak” maddeleriyle sıralıyor.

Y

kerimede Rabbimiz, bu lütfun şartlarını “mü’minlere karşı zillet, kâfirlere karşı izzet, Allah yolunda cihad, kınayıcının kınamasından korkmamak” maddeleriyle sıralıyor. Bu yazımızda, kınayıcının kınamasından korkmamak maddesini tefekkür etmeye çalışalım.

Cenab-ı Hakk’ın kullarına lütuflarından birisi de kınayıcının kınamasından korkmamaktır. Bu lütfunu kullarından dilediğine verir. Maide Suresi 54. ayet-i

İnsan sosyal bir varlık olması itibariyle yaşadığı toplumdan etkilenir. Genellikle kendi akıl ve vicdanlarından ziyade içinde yaşadıkları toplumun genel geçer kurallarına uyarak yaşar. Çevresinden tepki almamak için çoğunluğun yaptığı ne ise o da aynı istikamette davranışlar sergiler. Üstelik bu davranışların ekseriyeti kendi zevkine, kendi güzellik anlayışına uymaz. Dahası bunları sorgulama yoluna da gitmez. Savunması “Herkes böyle yapıyor. Herkes böyle yaşıyor, eski köye yeni adet getirmeyelim” vs. ile geçer. Kendisi beğenmese de hatta rahatsız da olsa içinde yaşadığı toplumdan tepki alma korkusuyla yapma-

apılan bir yanlışı doğru ve güzel bir sözle düzeltmeye çalıştığın halde, karşılığında “herkes böyle yapıyor; herkes bu yanlışı işlediği için biz de işliyoruz; bu devirde bunu yapmayan mı kaldı?” cümlelerini duymak ne acıdır. “Bu gıdadaki katkı maddeleri zararlı maddelerdir” ya da “Bu eşyaları almak Müslümanın izzetine yakışmaz” dendiğinde; karşılık olarak “Herkes alıyor, herkes kullanıyor” ifadeleri ‘kınayıcının kınamasından korkuyorum’un başka şekillerdeki resmidir. Herkes uçurumdan atlıyor biz neden atlamıyoruz? Haydi, biz de atlayalım. Oldu mu şimdi. İslam’a uygun olan örfe uymak çok güzeldir. İzzeti, itibarı eşyada aramak ise bir o kadar gaflet olsa gerek.

16


cık, samimiyetten uzak bir hayatın içinde ömrünü tüketir. Kendini fark etmeden hep başkası olarak yaşamak zorunda kalır. Hiçbir zaman kendin olamadan yaşamak; bu ne hazin bir hayat biçimidir.

İ

nsanın zor şartlara rağmen kendini gerçekleştirebilmesi için güçlü olması gerekir. Şartlar ne olursa olsun doğru bildiklerini yapabilmesi için enerjisinin ve değerlerinin farkında olması zaruridir. Bir Müslüman doğru ve yanlışı ayırmada çoğunluğu değil Allah ve Rasulünü esas alır. Allah ve Rasulünün çirkin gördüğü bir davranışı, isterse bütün dünya kabul etsin kendine bulaştırmaz. Yine Allah ve Rasulü bir şeyi tavsiye etmişse o tavsiye ettiğini de sırf Allah ve Rasulü için, seve seve yapar ve üzerinde izzetle taşır.

Zamanımızda cilalanarak sunulan birtakım çirkinlikleri kesinlikle üzerine bulaştırmaz. Şerefli bir hayat yaşar. İmam Şamil’in dediği gibi gerekirse “izzetli bir ölümü şerefsiz bir hayata yeğler.” “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran, 139) ayetinde bildirildiği gibi, imanından dolayı ahlaken üstün ve asil olduğunun bilincindedir, olmalıdır. Kendi kabiliyeti ve psikolojik kudreti ölçüsünde de çevresini et17

KASIM 2015 / 328

İnsanın zor şartlara rağmen kendini gerçekleştirebilmesi için güçlü olması gerekir. Şartlar ne olursa olsun doğru bildiklerini yapabilmesi için enerjisinin ve değerlerinin farkında olması zaruridir. Bir Müslüman doğru ve yanlışı ayırmada çoğunluğu değil Allah ve Rasulünü esas alır. Allah ve Rasulünün çirkin gördüğü bir davranışı, isterse bütün dünya kabul etsin kendine bulaştırmaz. Yine Allah ve Rasulü bir şeyi tavsiye etmişse o tavsiye ettiğini de sırf Allah ve Rasulü için, seve seve yapar ve üzerinde izzetle taşır. Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler. (En’am Suresi, 116)


Ancak güçlü insanlar, kınayıcıdan korkmazlar. Müslüman güçlü olmaya mecburdur. Güç iki şekildedir. Fiziki ve ruhi güç. Fiziki güçlenme elde olmayabilir. Bununla beraber insan ruhunu güçlendirebilir. Bunun da en iyi yolu hiç şüphesiz ki takva hayatıdır. Kimlerle bir arada yaşadığımıza, tefekkürümüze, gece ibadetlerimize ve helal lokmaya dikkat ederek yaşamak bizi ruhen çok daha güçlü kılacaktır. Kalbi ne ile meşgul edersek o istikamette hareket ederiz. Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen şeytan seni işgal eder. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Bütün boşlukları tespit edip Hak ile doldurmaya mecburuz. Geceye pek çok ayet-i kerimede ve hadis-i şerifte dikkat çekilmiş, mü’min kulların bu sinerjiden istifade etmeleri istenmiştir. Mevlana Celaleddin gecelerde yaşadığı aşk ve vecd halini şöyle anlatır:

kiler. Bizim bildiğimiz Müslüman, nesne değil özne konumunda olmalıdır. Siyer kitaplarımızdaki sahabe efendilerimiz her şartta özne durumunda yaşamış ve asla etkilenen yani nesne olmamıştır. Kadisiye Savaşı’nda elçi olarak gönderilen sahabi üzerindeki elbisenin eskiliğine ve karşı taraftakilerin süs ve şatafatına aldırış etmez. Kılıcının keskinliği ve sağlamlığı, yüreğinin gücü izzet için yeterli mesajı karşı tarafa fazlasıyla verir. Endülüs’ü fetheden Tarık bin Ziyad, bugünkü İspanya’ya girerken üzerindeki kıyafeti yamalıydı. Fakat maneviyatı itibariyle asaletinden ve haşmetinden gözler kamaşıyordu. Çünkü farkındaydı. İspanya hazineleri ayağının altında olduğu halde, askerlerinin yanında “Ya Rabbi ben bir köle idim hür yaptın. Bir askerdim komutan yaptın. Komutan idim dünyanın hazinelerini verdin. Beni nefsime bırakma.” dedi. Hazinelere itibar etmeden cihad yolunu tercih etti. Çünkü farkındaydı.

“Saki kadehi aşk-ı ilahi ile doldur! Mestaneye, ekmek sözü etmekten uzak dur!

Endülüs’ün tarihten silinişindeki son devlet Beni Ahmer’in hükümdarı Abdullah-ı Sağir, vatanını terk ederken atının eyer ve mahmuzları bile altın ve mücevherdendi. Düşmanlarına teslim ettiği memleketinden annesiyle birlikte ayrılırken Padul Tepesi’nde durup son kez Gırnata’ya bakmış harika bir şehrin alevler içindeki halini hüzünle seyredip iç çeke çeke ağlamaya başlamıştır. Annesi onun bu halini görünce kaşlarını çatarak: “Ağla ey gafil, ağla! Erkekler gibi koruyamadığın şu mübarek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!” demiştir. Demek ki imkânlar israfa harcandığında yenilgi ve yok oluş kaçınılmaz oluyor. Gerisi çaresizlik ve boş bir pişmanlık.

Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller, Deryada yüzen canlı, sudan başka ne ister. Doldur o şerabdan, yine doldur, yine bir sun! Dursun gece, ey dost onu durdur ne olursun! Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar. Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar!” “Gecenin bereketinden faydalanmak içinse şu üç husus çok önemlidir: 1- Kur’an okumak ve anlamı üzerine derin derin tefekkür etmek. 2- Namaz ibadetini huşu ve huzur hali ile ifa etmek. Özellikle kıyam ve secdeleri uzatmak.

Yavuz Sultan Selim Han’a yabancı bir devletten elçi gelecek ve bazı meseleler görüşülecektir. Süs ve şatafata hiç değer vermeyen Sultan’ın üzerinde de gayet sade bir elbise vardır. Devletin azameti için kendisine görkemli bir elbise giymesi teklifi usulünce sunulur fakat Yavuz hiç de oralı olmaz. Herhangi bir değişiklik yapmadan elçiyi huzura aldırtır. Görüşmelerden sonra elçiye sorulur: “Sultanımızı nasıl buldunuz?” Cevap: “Kılıcı öyle parlıyordu ki Sultanı göremedim bile…” Bu söz üzerine Yavuz: “Bir milletin kılıcı her zaman parlamalı ki bize gelenler bizi eleştirmeye fırsat bulamasın.”

3- İstiğfarda bulunmayı vird haline getirmek.”1 Kişinin yediği kendisini oluşturur. O halde helal lokma hassasiyeti çok mühimdir. Birlikte yaşadığımız insanlardan aldığımız sinerji de en az yediğimiz lokmalar kadar bize tesir eder. Bütün bunlarsa bizi ruhen güçlü kılar ki kınayıcının kınaması artık tesirini yitirir. Cenabı Hakk’ın, bizi kınayıcının kınamasından kurtarması dileğiyle… 1- Adem Ergül, Genç Dergisi, Kasım 2012, Diri Kalma ve Yenilenme Sırrı 18


KAPAK

Ali Küçük kapak@ilkadimdergisi.net

Maide Suresi * 54. Ayetin Tefsiri i

“E

y inananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet ge­tirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.”(Maide, 54)

dinini başka bir dinle değiştirir, dinine sırt dönerse, Allah’la sözleşmelerine ihanet ederse, Allah’a Allah’ın istediği gibi imanı bırakıp nifaka dönerse, şu münafıkların durumuna düşerse, iyice bilsin ki Allah onları giderir, onların defterini dürer de onların yerine onlardan daha iyi kullar getirir. Neymiş bunların özellikleri? Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Sevgileri Allah için olur onların. Mallarından, canlarından, nefislerinden,

Ey mü’minler, sizden kim dininden çıkar, 19

KASIM 2015 / 328

manın önünde eğilmeyenler küfrün önünde eğilmek zorunda kalacaklardır. Mü’minlere karşı erkeklik taslayarak kâfirlerin önünde eğilenler, mü’minlere karşı dik başlı davranıp kâfirlerin önünde yerlere yatanlar, kâfirler karşısında el ovuşturanlar Allah’ın istediği, sevdiği kimseler değildir.


Ö

yleyse şu anda dünya üzerinde yaşayan hiçbir Müslüman topluluk bu din bizim tekelimizdedir, bu din bize muhtaçtır, biz olmasaydık bu din yok olup giderdi demeye hakkının olmadığını iyi bilmelidir. Hiçbir grup, hiçbir topluluk bu hayat bizim üzerimize bina edilmiştir, eğer biz gidersek bu dünya, bu hayat perişan olacak filan demesin. Veya eğer biz bu dünyadan gidersek Rabbimize kulluk edecek başka varlık kalmayacak filan da demesin. Allah Ganî’dir, Allah zengindir, Allah Hamîd’dir, kimsenin hamdine, kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur Rabbimizin.

çocuklarından, ailelerinden, vatanlarından, bayraklarından, milletlerinden ve değer verdiği her şeylerinden daha fazla severler Allah’ı. Sevdiklerini severler Allah’ın, sevmediklerini sevmezler. Dostlarını dost, düşmanlarını düşman bi­lirler, buğz ettiklerine buğz ederler. Gazabıyla gazaplanırlar, Rızası sebebiyle razı olurlar, gazabı sebebiyle gazap ederler. Emrettiklerini emreder-

ler, nehy ettiklerinden nehy ederler. Allah da onları sever. Allah da onların sevdiklerini sever. Allah da onların razı olduklarından razı olur, gazap ettiklerine de gazap eder. Tabii sevgi itaati gerektirir. Sevginin ölçüsü itaattir. Sevginin is­patı sevgiliye tabi olmaktır. Tüm hayatı sevgilinin istediği şekilde ya­şamaktır. Evet, 20


eğer sizler böyle olmazsanız kesinlikle bilesiniz ki Al­lah sizleri giderir de sizin yerinize öyle mü’minler getirir ki:

sunarlar. Allah için yaşarlar hayatlarını. İnsanların eleştirileri, tenkitleri, alayları vız gelir onlar için.

Onlar mü’minlere karşı alabildiğine merhametli, alabildiğine al­çak gönüllü, alabildiğine boyunları yerde ama kâfirlere karşı da alabil­ diğine izzetli, alabildiğine başı dik ve onurludurlar. Kâfirlere karşı çok şedit, çok şiddetli ve serttirler ama kendi aralarında ise birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Birbirlerine karşı, Müslüman kardeşlerine karşı boyunları kıldan incedir onların. İmanın önünde eğilirler, mü’minlerin önünde mütevazıdırlar, ama küfrün önünde, kâfirlerin önünde dik dururlar onlar. Çünkü imanın önünde eğilmeyenler küfrün önünde eğilmek zorunda kalacaklardır. Mü’minlere karşı erkeklik taslayarak kâfirlerin önünde eğilenler, mü’minlere karşı dik başlı davranıp kâfirlerin önünde yerlere yatanlar, kâfirler karşısında el ovuşturanlar Allah’ın istediği, sevdiği kimseler değildir. Başka ne özellikleri varmış onların?

İşte bu güzel vasıflar, bu güzel sıfatlar Allah’ın bir lütfu keremidir ki Rabbimiz onu dilediklerine lütfeder. Hiçbir toplumda görülmeyen, hiçbir dinde görülmeyen bu kulluk özellikleriyle Rabbimiz onları şereflendirir.

Allah yolunda cihad ederler. Allah dininin yücelmesi uğrunda cihad ederler. İnançlarını yaşayabilecekleri bir ortamı hazırlamak adına, Müslümanca kalabilmek adına cehd ve gayret gösterirler. Bu uğurda tüm çabalarını seferber ederler. Bu uğurda her şeylerini, tüm varlıklarını harcarlar. Tüm hedefleri Rablerinin hatırını kazanmak, Rablerinin rızasına ermek ve Allah’ın fazlına ve lütuflarına ulaşmaktır.

Öyleyse şu anda dünya üzerinde yaşayan hiçbir Müslüman topluluk bu din bizim tekelimizdedir, bu din bize muhtaçtır, biz olmasaydık bu din yok olup giderdi demeye hakkının olmadığını iyi bilmelidir. Hiçbir grup, hiçbir topluluk bu hayat bizim üzerimize bina edilmiştir, eğer biz gidersek bu dünya, bu hayat perişan olacak filan demesin. Veya eğer biz bu dünyadan gidersek Rabbimize kulluk edecek başka varlık kalmayacak filan da demesin. Allah Ganî’dir, Allah zengindir, Allah Hamîd’dir, kimsenin hamdine, kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur Rabbimizin.

Allah için hareket ederlerken kınayanların kınamalarına da aldırış etmezler. “Halk ne der?” demezler, “Cenab-ı Hak ne der?” derler. Hakkın hatırını halkın hatırına tercih ederler. Halkın gözünde kötü bir konuma düşmekten değil hakkın katında kötü bir konuma düşmekten çekinirler. Tüm dünya kendilerine düşman kesilse de, tüm dünya alkışlasa da fark etmez, bize Rabbimiz dost olsun, bizi Rabbimiz beğensin yeter derler. Yaptıklarını, hayatlarını Allah’ın beğenisine 21

*Ali Küçük’ün Besairül Kur’an adlı tefsirinden alıntılanmıştır.

KASIM 2015 / 328

İşte Müslümana yakışan tavır budur. Allah’ın biz kullarında görmek istediği tavır budur. Allah lütfu ve keremi bol olandır ve onu kime vereceğini, kimin ona lâyık olduğunu çok iyi bilendir. Evet, ey Müslümanlar, eğer sizler Allah ve Resulüne imandan, Allah ve Resulüne itaatten, Allah ve Resulünün gösterdiği bir dini, bir hayat programını yaşamaktan vazgeçerseniz, şu münafıklar ve kâfirler gibi sizler de işe yaramaz hale gelirseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi giderir, sizin yerinize böyle mü’minler, böyle kullar getirir. Ya sizin elinizden bu şerefi alıverir, iman izzetini, İslam ve şerefini sizin elinizden alıp onlara veriverir yahut da sizin topunuzu yeryüzünden siliverir de yepyeni bir yaratık türü getirir ki onlar Müslümanlıklarının izzet ve şerefini asla kimseye çiğnetmeyen yiğitler olarak bu dünyayı şereflendirirler.


Eyne Tezhebûn?

E

y Müslümanlar! Ey ümmet-i Muhammed! Ey ilâhiyatçılar! Ey yöneticiler! Ey gençlik! Ey ahali!

İslam’ı tebliğ edelim. Emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’lmünker yapalım. İslam kardeşliğini yeniden dorukta yaşayalım.

Eyne Tezhebûn - Nereye gidiyorsunuz?

İslam’a, İslam’ın hakîkatlerine sarılalım,

Önümüzü görüyor muyuz? Güzergâhımızı biliyor muyuz?

Bütün batıl yolları terk edelim. Hakka, Yaratan’a teslim olup, kurtulalım.

Bu yolun sonu nereye varır farkında mıyız?

Şeytanın adımları ardından gitmeyelim

Aklımızı başımıza alalım, kendimize gelelim, gafleti bırakalım.

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin. Kim şeytanın adımları ardınca giderse, bilsin ki, şeytan fuhşiyatı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (Nur, 24/21)

Görmüyorsak, görene, İşitmiyorsak, işitene, Bilmiyorsak, bilene bir soralım, soralım da nasıl uçurumun kenarına geldiğimizi, bu gidişâta son vermezsek, nasıl helâk olacağımızı görüp, öğrenelim.

Evet, Allah Teâlâ bizi uyarıyor, şeytanın adımları ardınca gitmememizi emrediyor. Çünkü şeytan, kötülükleri emreder. Ona uyan kötülük yapar. Kötü olur. Şeytanın emrine girer, şeytanın askeri olur. Artık o, insan kılığında bir şeytan olup çıkar.

Tarih boyunca niceleri, Allah’ı inkâr ettiler, peygamberleri inkâr ettiler, paraya pula, nefislerine, dünyaya, putlara tapındılar. Hani onlar nerede? Akıbetleri çok feci oldu. Allah’ın lânetine uğradılar, peygamberlerin, salihlerin lânetine uğradılar da helâk olup gittiler.

İşte çağımızın dinsizliklerinden bir dinsizlik, satanistlik yani şeytana tapıcılık, gençlerimiz arasında sinsi sinsi yayılmakta.

Bu yolun sonu uçurum. Bu gidişâtın sonu felâket,

Onun için:

Bu yaşantının âkıbeti azap ve ateş.

Ey analar, babalar! Ey eğitimciler! Ey yöneticil-

Vakit geç olmadan, ne zaman, nerede ve nasıl geleceğini bilmediğimiz ölüm gelip çatmadan; Yaptıklarımızdan yönelelim.

tevbe

edelim,

er! “Eyne tezhebûn!” diye feryat ediyoruz.

Rabbimize

Çocuklarınıza mukayyet olun. Onların bu hain tuzaklara düşmemesi için onlara “dinini öğretin” diye feryat ediyoruz.

Kötülerle, kötülüklerle mücadele edelim. 22


Eğitimcilere, yöneticilere; Allah’a karşı, bu millete karşı sorumluluklarınızı yerine getirin diyoruz. Bu vazifelerinizi yerine getirmezseniz, dünyada da, ukbada da kaybedersiniz diyoruz.

Bu bir değişim değil, bir başkalaşımdır. Bir fert, geçmişte yapmış olduğu dindışı, ahlâk dışı kötülüklerden pişmanlık duyarsa, bu bir fazilettir.

Ey ilâhîyatçılar!

Ancak geçmişte yapmış olduğu İslâmî hizmetlerden, İslâmî yaşayıştan dolayı pişmanlık duymak böyle bir geçmişe bîgâne kalmak, bir rezalettir. Allah indinde de, Allah’ın salih kulları indinde de rüsvaylıktır.

Özellikle ilâhiyatçılara, din-i mübin-i İslam’ı bu millete öğretmekle mükellef olanlara; Yamukluk yapmayınız, Dînî esaslarla oynamayınız,

Düzene, düzenbazlara yaranmaya çalışmak, İslam’a ve Müslümanlara tavırlı ve hatta düşman kişilere hoş görünmek için kendi değerlerinden taviz vermek, samimi bir Müslümanın asla yapamayacağı bir çirkinliktir.

Kur’an’ı tevil etmeyiniz, Sünneti tahrif etmeyiniz, Para, pul, makam, mevki için devlet adamlarına yaltakçılık yapmayınız, dininizden taviz vermeyiniz ikazında bulunuyor, bunu olmazsa olmaz bir vazife olarak telâkki ediyoruz.

Rabbimize dönelim. Ey millet! Artık silkinip kendimize gelme, kendi değerlerimize sahip çıkma, Müslümana Müslümandan başka dost olmadığını fark etme, bütün hırslarımızı, kötü huylarımızı, kıskançlıklarımızı, mal, mülk, makam, mevki, para, pul düşkünlüğümüzü terk edip, bütün samimiyetimizle, Rabbimize, dinimize dönme, yeniden kendi medeniyetimizi kurma zamanıdır, bu zaman.

Çünkü selef-i sâlihîn, ulema-yı âmilîn ecdadımız hep bu ikazları yapmışlar, idarecilere yaltakçılık yapan, dünyası için dininden taviz veren kişilere uyarılarda bulunmuşlardır. Bizler de onların izini tâkip ederek; İlim kisvesini kirleten, İlmini dünyasına âlet eden,

Pula ve kula kul olmayı bırakıp, Rabbimize kul olalım.

İdarecilere yaltakçılık yapan Dininden tâviz veren kişileri ikaz etmemiz, yaptıkları yanlışları düzeltmeleri için uyarmamız, kötü örnek olmamaları hususunda tembihatta bulunmamız gerekmektedir.

Rabbimize kul olalım ki gerçekten insan olalım. Zillet ve meskenetten kurtulup izzet ve şerefe kavuşalım. Bilelim ki, izzet ve şeref Allah’ın katındadır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bir âlime idareci kapısında zilletle beklemek yakışmaz.

“Gerçek izzet ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Lakin münafıklar bunu bilmezler.” (Münafikun, 63/8)

Asla unutmayalım! İzzet ve şeref Allah katındadır, İslam’dadır. İslam’ın dışında izzet arayanlar, zillete ve meskenete düşmeye mahkûmdurlar. Ahiretteki rüsvaylıkları ise kat be kat olacaktır.

Bilhassa İslamî hizmetlerde bulunan kişilere, İslamî hizmette bulunan özel kurum ve kuruluşlara diyorum ki, sakın ola ki düzene ve düzenin adamlarına yaranmak için çalışmalarınızdan, aldığınız İslamî ölçülerden, İslamî değerlerden taviz vermek gibi bir yanlış yapmayınız. Düzenbazlara yaranmak için Rabbinizin gazabını celb etmeyiniz.

Kendimizi inkâr etmeyelim. Biz böyle değildik veya böyle görünmüyorduk. Bize ne oldu da bir anda bütün hassasiyetlerimizi kaybettik. Dün şiddetle savunduklarımızdan bugün vazgeçtik. Vazgeçmek şöyle dursun daha önce niçin öyle yapmışız diye pişmanlık duyar olduk.

Bizi biz yapan değerlerimizi, politikacılar yeteri kadar yıpratıyor, sulandırıyor. Onları örnek alıp da aynı gaflete siz de düşmeyiniz. Davamızı sulandırmayınız.

Kendi kendimizi, geçmişimizi inkâr eder olduk. 23


HİZMET ADABI Nureddin Soyak

nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

“Kendini Yeterli Gören Azar”

R

abbimiz buyurdu ki; “Haydi, firavuna git! Çünkü o azmıştır.”

bahsedilir. Akıbeti hem dünyada hem de ahirette perişandır. Öncelikle azgın bile olsalar azgınlar azgınlıkları ile baş başa bırakılmamalı, onlar uyarılmalı hakka hakikate davet edilmelidir.

“Ona de ki: istermisin temizlenesin?”

“İster misin temizlenesin?” Rabbinden kopan madden ve manen kirlenir. Bunun yolu Rabbe dönmek, ona saygılı olup itaat etmektir. Firavun davete icabet etmediği gibi Musa aleyhisselam’ı da yalanladı. Hemen dalkavuklarını topladı. “Ben sizin en yüce rabbinizim!” dedi. Kimse de itiraz etmedi. Bunun üzerine dünya ve ahiret cezası ile cezalandırıldı.

“Seni Rabbine ileteyim de O’na karşı derinden saygı duyup korkasın!” “Derken Musa ona en büyük mucizeyi gösterdi.” “Derken o, Musa’yı yalanladı ve isyan etti.” “Sonra sırt dönüp koşarak gitti.” “Hemen (adamlarını) topladı ve onlara seslendi.”

Rabbimiz, firavunun akıbetinide bize şöyle bildiriyor ki, azmayalım.

“Ben, sizin en yüce Rabbinizim” dedi.

“Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğullarının iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım” dedi.” (Yunus, 90)

“Allah onu, ibret verici şekilde dünya ve ahiret cezasıyla cezalandırdı.” “Şüphesiz bunda Allah’tan sakınıp korkan kimseler için büyük bir ibret vardır.” (Naziat, 1726)

“Şimdi mi! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus, 91) Rabbimiz bu ve benzeri örneklerde azanların akıbetlerini açık bir şekilde belirtti ki, azgınlığa ve taşkınlığa sapmasınlar. Bu örnekler sadece azgınlığa ve taşkınlığa sapanlar için değil Rabbimizin beyanı ile “Allah’tan sakınıp korkanlar”

İnsan kendini yeterli görmeye başlayınca azar. Rabbimiz farklı kıssalarla kullarına ibretlik hadiselerden bahsetmiştir ki ders çıkarsınlar ve kendilerine çeki düzen versinler. Kur’an’da azgınlık timsali olarak pek çok yerde firavundan 24


için de bir öğüttür. Çünkü onların da ayakları kayabilir.

tır? Zaten bunların bu halleri başlı başına bir azmadır. İnananlardan haddini bilmeyenler de her an azabilirler. Kibir, gurur, kendini beğenmişlik de azgınlığa götüren sebeplerdendir.

Rabbimiz buyurdu ki; “Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (Ta-Ha, 120)

Rabbimiz buyurdu ki; “Küçümseyerek surat asıp insanlardanyüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Lokman, 18)

Saltanat, ebedilik arzusu, makam, mevki, para, pul, mal, mülk, şan, şöhret… Ademoğullarının isyanına sebep olabilecek şeylerdir. En ufak bir gaflette bunlar ayakların kaymasına sebep olabilir. Çünkü bunlara sahip olanlar bunları Rablerinden değilde kendilerinden bilirlerse saparlar.

“Ne çokluğunuz, ne de taslamakta olduğunuz kibir size bir yarar sağladı!” (A’raf, 48) “Allah, her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler” (Mü’min, 35)

Rabbimiz buyurdu ki; “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” (Şura, 49)

İlahi öğretiden habersiz olmak da yoldan çıkmaya ve azgınlığa götüren sebeplerdendir.

“O, malın kendisini ebedileştirdiğini sanır.” (Hümeze, 39)

Rabbimiz buyurdu ki; “İnsanlardan birçoğu ayetlerimizden gerçekten habersizdir.” (Yunus, 92)

“Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi.” (Şura, 27)

“İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır.” (Maide, 49)

“Biz onlara merhamet edip başlarına gelen zararı giderseydik, yine de azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlardı.” (Mü’minun, 75)

“Bunlar şehirlerde azgınlık eden ve oralarda pek çok bozgunculuk çıkaran kimselerdi.” (Fecr, 11-12)

İnsan herşeyin sahibinin Allah olduğunu azgın nefsine kabul ettirecek. Emanetçinin emanet eşyada gösterdiği hassasiyeti, insan kendisine bahşedilen her nimette göstermeli ki, aslında geçici emanet olan nimetler onları azdırmasın.

“Allah, onları azgınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.” (A’raf, 186) “Azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık.” (En’am, 146)

İnsanlık tarihinde azanları ya saltanatı, ya malı, ya mülkü, ya makam ve mevkiiya da kabiliyet ve becerisi azdırmıştır. Kendi halinde yaşayan kimilerine bir makam verildiğinde, kimseyi beğenmez, kimsenin görüşüne itibar etmez, kimseyi tanımaz biri olabiliyor.

Dünya hayatını, ahiret hayatına tercih bile başlı başına bir azgınlıktır. Rabbimiz buyurdu ki;“Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz, cehennem onun sığınağıdır.” (Naziat, 37-38-39)

Rabbimiz bu hakikati en çarpıcı bir şekilde ifade buyurmuştur.

Ebedilik isteyen, bir an sabretmeli. Mal, mülk, makam, mevki, rahatlık samimi kullar için çok yakın. Azmamaya gayret etmeli. Allah davasına samimi hizmet, azgınlığın önüne en büyük settir.

“İnsan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.” (Alak, 6-7) Öyleyse insan her halde acziyetini itiraf etmeyi kendine vazife bilecektir ki azmasın.Bu azgınlık sadece kâfire, müşriğe, münafığa mı has-

“Oraya esenlikle girin. İşte bu, ebedilik günüdür.” (Kaf, 34) 25


KUR’AN İKLİMİ Selim Armağan

selim.armagan@ilkadimdergisi.net

Hayat Hakkı “

…Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur…” (Maide, 32)

Z

ulüm, sözü yerinde kullanmamaktan, haksızlık etmeye, eziyet, işkence ve baskı yapmaya, adaletsizlik yapmaktan söz ve fiilde sınırı aşmaya kadar her türlü karanlık işe denir.Zulümât, nurun karşıtı olan karanlıktır. Nasıl ki nurun sahibi Allah’sa zulmün sahibi de zalimdir.

da görmezsiniz.”(Hud, 113) buyurularak zalimin kim olduğu, Allah’ın zalimleri sevmediği, onların cehennemde ateşle terbiye edileceği, tövbe edip Allah’a dönmezlerse yardımcıda bulamayacakları veciz bir şekilde özetlenmiştir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ve onun örnek uygulayıcısı Efendimizin sünnetleri ebediyete kadar bizimle olacaktır. Buradan hareketle bugünlerimizi onun ifadesi ile“herc”in çoğaldığı günler olarak görebiliriz. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz: “Herc” artmadıkça kıyamet kopmaz!” buyurdular. “Herc” nedir ey Allah’ın Resulü diye sorulduğunda. “Öldürmek! Öldürmek!” buyurdular.”(Müslim)

Zulmün en büyüğü Allah’a şirk koşmak sonrada adam öldürmektir. Efendimiz aleyhisselam’a bir adam büyük günahlardan sormuş o da; “Büyük günahlar dokuzdur!Allah’a şirk koşmak, adam öldürmek, sihir yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftira etmek, anne ve babaya haksızlık etmek, kıbleniz olan Beytu’l-Haram’da günah işlemeyi helalsaymaktır.” (Ebu Davut) buyurmuştur.

İslam dünyası ve ülkemizde dökülen kanların hesabı tutulamaz olmuştur. Müslümanım diyen kişiler Allah’tan korkmadan, kullarından utanmadan dünya ve ahiret cezasına aldırış etmeden Rabbimizin “En güzel şekilde yarattım”“Ona kendi ruhumdan üfledim”dediği cana kıyar oldular. Rasulullah aleyhisselam, bırakalım Müslümanların canına el uzatmayı,münafıkların hatta savaşta bile olunsa gayrimüslimlerin silah çekmeyenlerinin ca-

Kur’an-ı Kerim’de de;“…Her kim Allah’ın koyduğu kuralları aşarsa, işte onlar zalimlerdir.” (Bakara, 229) “Allah zalimleri sevmez”“Zalimlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka bir veliniz yoktur. Sonra yardım 26


nını bağışlamış,onlara dokunulmasınıyasaklamıştır. Hata ile öldürülenlerin diyetlerini ödemiştir.

Rabbimiz; “Barışta hayır vardır.” buyurur. Barış sihirli bir kelimedir. İçimizden, ta ruhumuzun derinliklerinden başlar, bazen ahlak, bazen örf âdet bazen töre, sosyal hukuk; bazen de savaşlara son veren kanla yazılmış zoraki kurallar olur.

Bugünlerde ülkemizde ve İslam dünyasında insanların öldürülmesini dine dayandıranların kaynağı ne Allah’ın kitabı nede sevgili Resulü Efendimiz aleyhisselam’ın sünnetidir. Bunlar düşmanların silahları ile silahlanmış onlar gibi düşünen ve onlara uşaklık eden türedilerdir. İslam, insanların yaşama hakları başta olmak üzere tüm haklarını teminat altına almıştır. Efendimiz:

Müslüman halklar, inançları ve yaşantı biçimleri ile kendi şımarıkları tarafından sürekli aşağılansalar da onların taşkınlıklarına, yalanlarına, düşmanlık ve tuzaklarına sabırlı olmalı, onları sürekli İslam daveti altında tutmalıdır.“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir...” (Bakara, 263)

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin salih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, hak sahibine verilir. Şayet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”(Buhârî) buyurmuştur.

Barışa ulaşabilmek için adaleti tesis etmemiz gerekir. Kökü olmayanın dalı da olmaz, yaprağı da. Temeli haksızlıklar üzerine kurulan,insanlarının birbirinin boğazına sarıldığı kendine adil düzenler zamanla kendini yutarlar. İçinde kendi ışığını söndürecek karanlıkları beslerler. İçimizdeki birçok kimse, büyük felaketlerin küçük görülen davranışlardan çıktığının farkında olmayabilirler. Kibirlerinden başları Kaf dağının zirvesinde olabilir.

İslam hayatın her yönüne her asırda öneriler ve çözümler getirmiştir. Hal böyleyken ne oldu mü’minlere de hem iman ettiler hem zina ettiler ve faiz yediler. Hem “mü’minler kardeştir.” dediler hem de birbirinin boynunu vurdular. Sonra da kendileri için cennetin nadide bir köşesinde yerlerinin olduğunu iddia ettiler. Ne oldu bu Müslümanlara da uygulamadığı, okumadığı bir kitabı, sözlerinin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmediği bir Peygamberi olan bir topluluk oldular? Aynı ırkın aynı anlayışın içinde dahi birbiriile yaşayamaz ve yavrusunu yiyen kediler gibi tahammülsüz oldular?

“Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının. Sizler, ancak MÜSLÜMAN olarak can verin. TOPTAN ALLAH’IN İP’İNE SARILIN, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Düşmandınız kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde KARDEŞ oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar. Sizden iyiye çağıran doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır. Kendilerine BELGELER GELDİKTEN SONRA AYRILAN VE AYRILIĞA DÜŞENLER GİBİ OLMAYIN…”(Âl-i İmran, 102-105)

Din; tecessüs etmeyin, birbirinizin ayıplarını, gizliliklerini araştırmayın dedi. Biz bu işler için özel ekipler kurduk. Din yardımlaşın, iyiliklerde bulunun dedi, biz yardıma muhtaçları ya bir tekmede yere yıktık ya da Allah rızası için diyene “Allah versin” deme cesaretini gösterdik. Dinimiz, “kardeşler olun.” dedi. Biz “Kardeş katili olduk.”Dinimiz,“içiniz dışınız bir olsun” dedi. Biz sabah evliya postuna büründük,karanlıklar çökünce gözlerini kan bürümüş aç kurtlar gibi göründük. 27

KASIM 2015 / 328

Unutmayalım ki; basit bir özden yaratıldık. Gurura kapılmaya, kibre, zulme ve diktatörlüğe gerek yok. Biz aynı babanın öz çocuklarıyız, üvey olanımız yok. Rabbi ile barışık olmayan kendisi ve çevresi ile de barışık olmaz. Allah’ın ayetlerine kulak vermeyen kimseyi dinlemez. İşte reçetemiz.


HADİS İKLİMİ Mahmut Aveder

mahmut.aveder@ilkadimdergisi.net

Müslüman Kanabilir Ama Nereye Kadar? E

bu Hureyre radiyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Resuli Ekrem aleyhisselam şöyle buyurdu:

“Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz.”

E

fendimiz aleyhisselam yukarıdaki hadisi şerifi cahiliye devri şairlerinden Ebu Azze’ye söylemiştir. Asıl adı Amr İbni Abdullah el-Cümahî olan bu Mekkeli şair, Bedir Gazvesi’nde esir alınıp Rasulullah’ın huzuruna getirildiği zaman boyun büküp halini arz etti: “Sen de biliyorsun ki, benim fidye verecek malım mülküm yok; çoluğu çocuğu haddinden fazla fakir bir adamım. Şayet lütfeder beni serbest bırakırsan, söz veriyorum artık aleyhinde bulunmayacağım” dedi.

caklar, Müslümanlar da onlar aleyhine bir harekette bulunmayacaklardı. Ama biliyoruz ki Yahudiler her fırsatta anlaşmalarını bozuyorlardı. Mesela Bedir Gazvesi esnasında Rasulullah efendimizle anlaşmalarını bozarak Müslümanlar aleyhine Mekke müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra yine onlarla yeniden bir anlaşma daha yapıldı. Bu defa da Hendek Gazvesi esnasında müşriklerle birlikte hareket ederek anlaşmayı bozdular. Bunun üzerine uzun bir kuşatmadan sonra Beni Kurayzalı Yahudiler kalelerinden indirilip Medine’deki Hendek kıyısına getirildiler. Savaşabilecek erkekleri idam edildi, kalanları ise esir alındı. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın halde her defasında antlaşmalarını bozarlar ve bundan hiç çekinmezler. Bundan dolayı onları harpte yakalarsan, kendilerinden sonrakilere de gözdağı olacak şekilde ağır bir cezaya çarptır, belki ibret alırlar. (Enfal, 56-57)

Rasulullah aleyhisselam kendisini serbest bırakınca onu metheden bir de kaside söyledi. Ertesi yıl müşrikler Uhud Gazvesi’ne hazırlanırken, Hz. Peygamber’e söz verdiği için bu savaşa katılmayacağını ifade etti; fakat kendisine vaat edilen maddî imkânlara dayanamayıp savaşa katıldı. Hatta müşrikleri Müslümanlarla savaşmaya teşvik eden şiirler söyledi. Ama bu savaşta yine Müslümanlara esir düştü. Bağışlanması için dil dökmeye başlayınca, Efendimiz aleyhisselam işte bu hikmet dolu hadisi söyleyerek “Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz” buyurdu ve Âsım İbni Sâbit hazretlerine emrederek Ebu Azze’nin boynunu vurdurdu.

Mü’min uyanık, basiretli, ferasetli, akıllı ve zeki insandır. Hadiseleri İslam’ın şaşmaz ölçüleri içerisinde değerlendirir. Kendisine hile yapan, tuzak kuran, kendisini oyuna getirmek isteyenlerin oyununa gelmez. Beşeriyet icabı yaptığı hatalardan hemen döner, asla ısrar etmez. Bilgisizliği, nefsin şomluğu, şeytanın iğvası, kötü çevrenin etkisi veya müsamaha

Rasulullah aleyhisselam, Medine’ye hicretiyle birlikte Medine’deki halklarla anlaşma yapmıştı. Müslümanlar aleyhine hiçbir harekette bulunmaya28


ve hoşgörüsünden dolayı gerek dünya ve gerekse ahiret işleri hususunda aldansa veya aldatılsa bile aynı konuda ikinci kez aldatılamaz. Ferasetini kullanarak ikinci defa aynı tuzağa yakalanmaz.

görmüş, birçok insan şu veya bu şekilde perişan olmuş onlar için o kadar önemli değildir. Dine, ahlâka, dince kutsal sayılan değerlere hayâsızca hücumlar yapılır, hakaretler yağdırılır. Müslüman maalesef yine aldanır, yine aldatılır.

Mü’min, halim selim bir insandır. Gerektiğinde karşısındakini bağışlar, yapılan kusurları büyütmez. Ama biri kendisini kandırmaya kalkar, o da bunu fark ederse, bu defa İslam’ın izzetini korumak için bu hilekârı bağışlamaz, ona haddini bildirir. Hz. Âişe radiyallahuanha annemizden öğrendiğimize göre Resuli Ekrem Efendimiz “Allah’ın yasakları çiğnenmediği sürece şahsı adına hiçbir şeyden dolayı intikam almamış, ama Allah’ın bir yasağı çiğnenmişse, bu hareketin cezasını mutlaka vermiştir.” Demek ki Müslüman, Allah hakkı söz konusu olduğu zaman daha dikkatli ve titiz olacaktır.

Türkiye ve dünyada çalışan çeşitli İslami gruplar vardır. Maalesef bu grupların pek çoğu, mensuplarını tutabilmek için onları taassubun ve ifratın kör karanlığında mahkûm ederler. İslam’ın ölçülerini arı, duru, net olarak anlatmazlar da kendi anlayışlarına göre tevil ederler. Bilerek veya bilmeyerek aldanır ve aldatırlar. Kendi nefislerini oyalama ve aldatma, onlar için bir tutku haline gelmiştir. Apaçık hatalar, hatta imana zarar veren durumlar bile onları uyarmaz. Teviller yaparlar ve kendilerini aldatmak için bahaneler ararlar.

Yılan deliğinde eli sokulan bir Müslüman oraya ikinci defa elini sokmaz. Bilir ki o delikte yılan vardır. Buna rağmen elini sokarsa o kişinin basiretsizliğinden ve ahmaklığındandır. Bu teşbihte olduğu gibi, gerek dünya ve gerekse ahiret işlerinde defalarca aldanan ve aldatılan bir Müslüman da yılan deliğine ikinci kez elini sokan kişinin durumuna düşmüş olur.

Çaresiz kalırlarsa “Bizim bilmediğimiz bazı sebepler vardır.”deyip yine de aldanmanın yolunu bulurlar. Bazen bunun aksi de varit olur. Yapılan çalışmalar İslam’a uygun olduğu hâlde, kişi nefis ve şeytanın tuzağına düşer, kötü niyetli insanların tesirinde kalır. “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emredicidir.”(Yusuf, 53).“Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” (İsra, 64). Böylece insan aldanır ve yapılan İslami çalışmalara karşı yersiz ve saçma tavırlar sergiler; şeytan da bu yaptıklarını ona süsler ve güzel gösterir.

Zamanımızda ulaşım ve iletişim vasıtaları oldukça ilerlemiş ve yaygınlaşmış, mesafeler kısalmış, dünya küçülmüştür. Çevremizde ve dünyada meydana gelen hadiselerden anında haberdar olabiliyoruz. Bu hadiseler karşısında Müslümanca tavır almak ve aldanmamak için uyanık olmalıyız. Çünkü dünyanın büyük haber merkezleri tamamen Yahudi ve Hıristiyanların kontrolünde ve güdümündedir. Dolayısıyla bu haber merkezlerinin haber ve yorumları ile hadiselere doğru teşhis koymamız mümkün değildir. Müslümanlar kendi haber merkezlerini ve haber alma teşkilatlarını en iyi bir şekilde kurmalı geliştirmelidirler. Çünkü aldatıcı, yanıltıcı yoğun bir propaganda ile karşı karşıyayız. Bu propagandalar karşısında kendimizi koruyabilmemiz için, sağlam ölçülere, zihin dinamizmine ve doğru haber alma merkezlerine sahip olmamız gerekir. Aksi takdirde her zaman aldanır ve aldatılabiliriz.

İslam’da suç olan bir işi kendi öz nefsi de yapsa, asla nefsini müdafaaya kalkmamalıdır. “O günde ki (Allah) o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek, işte o gün kimin aldandığının açığa çıkacağı aldanma günüdür. Kim Allah’a inanır, salih amel işlerse Allah onun kötülüklerini örter ve onu içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte kurtuluş budur.” (Teğabun, 9)

Türkiye’de 1946 yılından beri seçimler yapılır. Partiler, broşür dağıtır, afiş asar, mitingler yapıp, konvoylar düzenler. Milyonlarca lira harcanır. Akıl almaz vaatlerde bulunurlar. Hiçbir zaman yapmadıkları ve yapamayacakları işleri vaat ederler. Milletin saf duygularını istismar ederler. Millet zarar 29

KASIM 2015 / 328

“İblis dedi ki: Ey Rabbim, andolsun ki beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa ermiş olanlar müstesna.” (Hicr, 39-40) Ayette de işaret olunduğu gibi bu kötü durumdan ancak ihlâslı olanlar, her işini Allah rızası için yapanlar kurtulabilir. Müslüman bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatına ve onun ziynetlerine aldanmamalı, ebedî kurtuluşa vesile olacak salih ameller işlemeli, İslam’ın aleyhinde yapılan gizli açık çalışmalara karşı uyanık bulunmalı, İslam’ın hâkimiyeti için bütün imkânlarını seferber etmeli.


FIKIH Mehmet Şentürk mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Ahiret Yolcusuna Karşı

VAZİFELERİMİZ

“D

e ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görünen ve alemi de bilen Allah’a döndürüleceksiniz, o size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 62/8) Ölüm, her canlı için mukadder bir sonuçtur. Kaçmakla ondan kurtulmak mümkün değildir. “Her İnsan Ölecek Yaştadır.”

kadar cennet meyveleri arasındadır.” Müslim, Birr 40, (2568); Tirmizî, Cenâiz 2, (967)

Cenazeyi İzlemek Cenazeyi izlemek demek, namazı kılındıktan sonra mezara götürülürken arkasından yürümek demektir. Onu bu ebedî yolculuğunda yalnız bırakmamak ve mezara kadar da olsa ona arkadaşlık yapmaktır. Onunla birlikte mezara gidecek olan, yaptıkları ve öğrendikleridir.

Peygamberimiz şöyle buyuruyor:“Sizden kimse ölümü temenni etmesin. Muhsin (iyi amel üzere) ise hayır cihetiyle artacağı umulur. Kötü amel işliyorsa kötülükten dönüp Allah’ın rızasını arayacağı ümit edilir.”Buharî, Merdâ 19, Da’avat 30; Müslim, Zikr 10, (2680); Tirmizî, Cenâiz 3, (979)

“Kim bir cenaze üzerine namaz kılarsa onun için bir kırat sevap vardır. Kim de onun defnine kadar beklerse onun için iki kırat vardır. (İki kıratın misali, iki büyük dağ gibidir.) (Buhâri, Cenâiz, 59/1325) Hadiste geçen iki kırat, bir kırat sevap, çokluktan kinayedir.

Yüce dinimiz, ölen bir din kardeşimizin hastalığından itibaren mezara konuncaya kadar ona karşı bize bir takım görevler vermiştir. Bu görevlerimizi hatırlatan bir hadisi şerifte Peygamberimiz aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

Ölmek Üzere Olan Kardeşimize Karşı Diğer Görevlerimiz Hastada ölüm belirtileri görüldüğünde: Eğer zorluk yoksa hasta kıbleye karşı sağ yanı üzere çevrilir. Ayakları kıbleye doğru ve başı biraz yükseltilerek arkası üstüne de yatırılabilir. Söyleyeni anlayabilecek durumda olan hastaya başucunda bulunanlardan birisi aralıklarla kelime-i tevhidi telkin eder, yani “Lâilâhe İllallah Muhammedü’rResûlüllah” der. Sadece kendisi söyler, hastaya “sen de söyle” demez. Asıl telkin budur. Çünkü Peygamberimiz:

Ebu Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: “Rasulullah aleyhisselam buyurdular ki: “Müslümanın, Müslüman üstündeki hakkı beştir: Selamını almak, hastayken ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, davetine icabet etmek, hapşırırsa yerhamükallah demek.” (Buhari, Cenâiz 2; Müslim, Selam 4) Hz. Sevbân radiyallahu anh anlatıyor: “Rasulullah aleyhisselam buyurdular ki: “Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye

“Ölülerinize Lâilâhe İllâllah sözünü telkin 30


ediniz.” buyurmuştur. (Müslim, Cenâiz, 1/1523) İmam Nevevî (H. 354) ve İbn Hibban (H. 631-676) hadis-i şerifte ki, “Ölülerinize” demek, “ölmek üzere olan hastalarınıza” demektir demişlerdir. İslam âlimleri bu hadis-i şerife dayanarak ölmek üzere olan hastaya bu telkinin yapılmasında ittifak halindedir. (Şevkâni, Neylü’l-Evtar, 4/23, 25) Bu telkin, onun son sözünün kelime-i tevhid olmasını ve Peygamberimizin müjdesine ermesini sağlamak içindir. Çünkü Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Son sözü, ‘Lâilâhe İllallah’ olan kimse cennete girer.” (Ebu Davud, Cenâiz, 20/2709)

Nitekim Peygamberimiz: “Her kim ölüleri için avucunu, yanaklarını, yüzünü döver, yakalarını yırtar ve cahiliyet adeti üzere feryat figan eylerse bizden değildir, bizim adetimizin dışındadır.” buyurmuştur. (Müslim, İman, 44/148) Ölünün yüzünün açılarak öpülmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Ebu Bekir de Peygamberimizin mübarek naaşını öpmüştür. Bundan sonra ölü yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır.Rasulullah aleyhisselam ölülerin yıkanmasını ve kefenlenmesini emretmiştir, bu iki işin nasıl yapılacağını teferruatlı bir şekilde tarif buyurmuştur. Bu sebeple müctehidler ölünün yıkanması ve kefenlenmesinin farz-ı kifâye olduğunda ittifak eylemişlerdir.

Ölüm Olayı Vuku Bulunca: Gözleri kapatılır, çenesi bağlanır, üzerine boylu boyunca bir örtü çekilir ve bundan sonra yapılacak işlere başlanır. Ölüm haberini duyanlar hemen Allah’a sığınırlar, yani “İnna lillâh ve innâ ileyhi raciûn - Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz”derler. Nitekim Allah Teâlâ bunu bize şöyle öğretiyor:

Ölü yıkanıp kefenlendikten sonra varsa borçları ödenir.Vasiyeti (varsa, üçte biri geçmemek şartıyla) yerine getirilir. Vasiyeti üçte bir malından yerine getirilir. Mirasçıları razı ise daha fazlası da yapılabilir.

“O sabredenler kendilerine bir bela geldiği zaman “Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler.” (Bakara, 2/156)

“Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır.” (Buhâri, Cenâiz, 76; İbn Mâce, Sadâkât, 12) Böylece borçtan kurtulmuş olarak ahirete intikali sağlanmış olur. Namazı kılındıktan sonra defnedilmek üzere mezara götürülür. Bu da Müslümanlar üzerinde ölünün son bir hakkıdır.

Ölüye Ağlamak Yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden insanlar elbette üzülür ve ağlarlar. Bu doğaldır. Dinimiz bunu yasaklamamıştır. Esasen bu insanın elinde de değildir. Dinimizin yasakladığı aşırılıktır; bağırıp çağırmak, saçı ve başı yolmaktır. 31

KASIM 2015 / 328

Peygamberimiz buyuruyor:


TASAVVUF Cemil Usta cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Din Kardeşliği

Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat, 10) İslam kardeşliği nesep kardeşliğinden daha güçlüdür. Çünkü nesep kardeşliği İslam kardeşliğinden hali olunca ona itibar olunmaz. Zira kâfir bir kardeşi olan bir Müslüman ölürse onun malı kâfir kardeşine değil Müslümanlara ait olur. Müslüman babanın evladı dinden çıkar mürted olursa Müslüman babasının malına mirasçı olamaz.

Zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım etmen, zulmüne mani olman ona yardımdır. Hadisi şerifte şöyle buyrulur: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Ona hakaret etmez. Kim kardeşinin ihtiyacı olduğunda onun yanında olursa böyle kimsenin ihtiyacı anında Allah da onun yanında olur. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın kusurunu örterse Allah da kıyamet günü onun kusurunu örter.” (Buhari-Müslim)

Nuh aleyhisselam’ın oğlu gemiye binmedi. Nuh oğluna “Gel gemiye bin kurtul.” dedi. Oğlu ise “Yüksek dağlara çıkarım.” dedi ve binmedi. Nuh aleyhisselam “Ey yavrucuğum, kâfirlerle beraber olma, gemiye bin.” dedi. Oğlu ise binmedi ve dalga oğlunu vurunca babası “Rabbim şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir.” dedi. ALLAH Teâlâ şöyle cevap verdi: “Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Onun ameli amel-i gayri sahihtir.” (Hud, 46)

Hz. Ali şöyle der: “Bu zamanın kardeşleri ayıpları arayan casuslardır.” Ne güzel söylemişler: “Salih kardeş senin için kendi nefsinden hayırlıdır. Çünkü nefis kötülüğü emreder. Salih kardeş ise daima hayrı emreder.” Denilmiştir ki: “Birbirine buğz eden iki kimseye dünya dar gelirken birbirini seven iki kimseye bir karışlık yer yeter.” Yine ehl-i ilim sahipleri şöyle der: “On derviş bir kilime sığar da iki padişah hiçbir yere sığmaz.”

Peygamberimiz aleyhisselam Selman-ı Farisi için hiçbir nesep bağı olmamasına rağmen şöyle buyurmuştur: “Selman bizdendir. Ehl-i Beyt’dendir.” Hatta Peygamberimiz mü’minlerin kardeşlik ölçüsünü ne güzel tarif etmiş: “Mü’minler tek bir nefis gibidirler. Eğer tek bir uzuv rahatsızlanırsa cesedin diğer bölgeleri ateş ve uykusuzlukla ona iştirak eder.” (Müslim)

Bil ki kardeşlik aynı zamanda Nebi sallallahu aleyhi ve sellem tarafından konulmuş bir sünnettir. Efendimiz Muhacir ve Ensar arasında kardeşlik ilan etmiştir. Günümüzde ise bu kardeşliği devam ettirmemiz elzemdir. Dünyanın çeşitli yerlerinde sıkıntıya maruz kalan din kardeşlerimizin sıkıntılarını yüreğimizde hissedelim. Dualarımızda onlara yer verelim. Suriye, Irak ve benzeri yerlerde kendi yurtlarında mazlum din kardeşlerimiz var. Gayrimüslimler ise Müslümanların yurtlarında silah kullanmada, bomba yağdırmada yarışıyorlar. Ne kadar da seviniyorlar. Akan Müslüman kanı…

Din kardeşliği hukukundan bazıları şunlardır: Kendin için istediğini kardeşin için de istemen, Onu sevindiren şeyin seni de sevindirmesi, onu üzen şeyin seni de üzmesi,

Ey Müslüman; kardeşin bu haldedir. Allah’ım kâfirlere karşı bizlere yardım et. Sen mü’minlerin Mevlasısın. Âmin.

Onu senden yardım istemek zorunda bırakmaman, eğer isterse yardım etmen, 32


İLKADIM KİTAPLIĞI M. Selçuk Özdoğan selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

İlaçsız Yaşam-Dr. Ümit Aktaş

K

günümüz tıbbını da biliyor, alternatif tıp olarak adlandırılan bitkisel tedavi yollarını da biliyor. Ve bizlere gerçekten iyi bir şekilde sağlıklı yaşama yollarını öğretmeye çalışıyor. Örneğin salçanı içerisine koruyucu maddeler katılmış salçalardan değil de kendin yap diyor. Turşunu kendin kur. Temel gıda madden olan ekmeği anam babam usulü olan ekşi mayayla yap. Etrafında ot çöp diye gördüğün bitkide belki senin rahatsızlığına fayda sağlayacak etken maddeler gizli.

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız! Bu ay İlkadım kitaplığımıza yeni bir kitap daha kazandıracağız. Hayy Yayınları’ndan çıkan, Dr. Ümit AKTAŞ’ın kaleme aldığı İlaçsız Yaşam isimli kitabı tanıyacağız. Günümüz insanının genelinde en az bir çeşit hastalık mevcut. Bu durum da insanımızı hastalığına deva bulmak amacıyla kapı kapı dolaşmaya sevk ediyor. Önce sağlık ocağına, orada tatmin olmazsa devlet hastanesine, orada da tatmin olamazsa üniversitelerin araştırma hastanelerine gidiyor. Tabi bu arada çevreden duyumla gerçekleştirilen tedavi yolları işin cabası. Hele bir de tv’de her bir hastalığa iyi gelen ilaç veya kapsülleri duyunca da almamazlık etmiyor insanımız. Peki, sonuç? “Benim oğlum bina okur, döner döner bir daha okur” diye meşhur bir söz vardır. Bizler de çoğu zaman hastalık noktasında başladığımız yere dönüyoruz. İnsanın canıyla imtihan olması çok zordur. Çünkü iğne kendisine batacaktır. Canı acıyacaktır. Durum kendisi olunca işler değişir. Tüm bunları niçin yazıyorum? Son üç beş yılda alternatif tıp diye bir sektör o kadar yaygınlaştı ki memleketimin ücra köyündeki insanımız televizyondan kalp hapı almaya başladı. Suistimaller çoğaldı. Her köşe başında beyaz önlük giyen kişiler kendini doktor diye tanıttı. Olan yine benim kardeşime oldu.

Kitabı tanıtacaktık değil mi? Aslında yukarıda bahsettiklerimin hepsi kitabın içinden cümleler. Ama daha sistematik şekilde anlatırsak kitabımız dokuz bölümden oluşuyor. Ama bizi daha çok ilk üç bölüm ilgilendiriyor. Birinci bölümde bağışıklık sistemimizi nasıl güçlendireceğimizi öğrenirken, ikinci bölümde 99 ilaç besini tanıyoruz. Burada neler yok ki. Adaçayından ıhlamura, hurmadan zeytin yaprağına kadar. Üçüncü bölümde sağlıklı yaşamanın temellerini öğreniyoruz. Diğer bölümlerde de vitamin ve mineraller, yaşlanmayı geciktirme, renklerle gelen sağlık vb. hususlar anlatılıyor.

Artık şunu biliyoruz ki hazır gıda olarak tükettiğimiz gıdalar, tedavi amaçlı olarak kullandığımız ilaçlar bizi hasta ediyor. Öyle bir sektör ki ilaç sektörü düşünün kanser araştırmalarının maddi destekçisi kanser ilacı satan büyük şirketler. Acaba üretilen ilaçlar kanseri tamamen tedavi etsin diye mi üretilir yoksa işin içerisine maddi çıkarlar girer mi? Düşündürücü. Dr. Ümit AKTAŞ, Ortodoks tıbbı diye adlandırılan

Kitabı okuduktan sonra zihnimde sanki burada anlatılanlar Tıbbı Nebevi mi ne diye bir soru oluştu. Ne dersiniz bizlere asırlar öncesinde söylenen o mübarek tavsiyelere tekrar dönme zamanı gelmedi mi? 33

KASIM 2015 / 328

Dengeli beslen. Ölçülü beslen. Özüne dön. Kışlık yiyeceklerini kendin hazırla. Meyveyi, sebzeyi mevsiminde tüket. Her albenili meyveye aldanma. Üzümü yazın, portakalı kışın ye. Domatesi yazın ye ki likopen isimli kalbine çok faydalı maddeyi alabilesin. Evindeki saksılara yeşillik tohumu saç biraz da. Bir saksıda maydanoz yetiştirirken öbüründe de dereotu yetiştir.


İHSAN PENCERESİ Fatih Yılmaz

fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

Kibir Bir Virüstür Antivirüsünüz Var mı? K

ibir ve gurur, hiçbir zaman kemalin ve olgunluğun işareti olamaz. Olsa olsa, cehalet ve gafletin, hayalperestlik ve eksik eğitimin bir alameti olur. Şu çok iyi bilinmeli ki, Müslüman daima mütevazı, kardeşlerine karşı ılımlı ve sevecen, din düşmanlarına karşı ise aslan gibi heybetli ve vakarlıdır.

Y

“İşte benim kanunum: Kibir ve gurur ile hareket eden insanlar herhangi bir ibret işaretinden hiçbir nasip alamazlar ve kendilerine ders verebilecek herhangi bir şeyden de hiçbir şey öğrenecek değillerdir.”

üce dinimiz İslam, insanlara, alçak gönüllü olmayı öğütlemiş, kibir ve gururdan da uzak durmalarını istemiştir. Zira Müslüman için, tevazu gösterip, alçak gönüllü olmak esastır. Kibir ve gurur ise, Allah’a inanmış, Peygamber’e bağlanmış olan herkes için yasaklanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’e göre, kendisinin, Allah’a boyun eğmekten, kul olmaktan daha üstün olduğunu düşünen, O’nun emirlerine aldırış etmeyen ve sanki Allah’ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi davranan, bu tavrı takınan bir kimse yeryüzünde mağrur ve kendini beğenmiş biridir. Açıkça böyle bir küstahlık hiçbir haklı gerekçeye dayanmaz. Zira hiçbir kulun Allah’ın arzında yaşarken, sanki O’nun kulu değilmiş gibi bir tavır içinde olmaya hakkı yoktur. Bundan dolayı Allah: “…haksız yere böbürlenip övünenler…” diye buyurmaktadır.İnsanın bir hiç olduğu ve hiçlikler deryasında yüzdüğü hususundaüstad Necip Fazıl şu mısralarıyla bize tercüman oluyor:

Bilindiği gibi kibir; büyüklenmek, kendini beğenmek; gurur ise aldanmak ve hayale kapılmak demektir. Bunların hiçbirisi de kula yakışan sıfatlar değildir. Kibir ve gurur, İslam’ın sevmediği kötü huylardan olup, Allah cellecelaluhu ve Rasulüsallallahu aleyhi ve sellem tarafından hoş görülmemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim.” (A’raf, 146)

“Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür! Sana çöl gibi gelen, O, göl diyorsa göldür!” 34


çıkacağını düşünmezler. Atalarımız ne güzel söylemişler:

Büyük cihangir Yavuz Sultan Selim’in günde 3 saat uyku uyuyup tahta kaşıkla tek çeşit yemek yediğini ve herhangi bir saray halkından ayırt edilmeyecek kadar sade giyindiğini ve bunu soranlara:“Vezirlerin ve beylerin süslü giyinmeleri, padişahlarına saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin görünmek için süslü giyinelim ki? Bizim padişahımız Allah azze ve celle vücudun dışına değil içindeki cevhere (imana) bakar.” diye veciz bir cevap verdiğini biliyor muyuz?

Güzelliğinle övünme, bir sivilce yok eder,

İşte Yavuz’u Yavuz yapan özellik dış fetihten evvel iç fethi tamamlamadır. Başarı arttıkça mütevazılığın artması, cihan devletinin padişahı olsa da Allah azze ve celle’ninkulu olduğunu hiç akıldan çıkarmamak, her türlü rahat ve konfor içinde yaşayabilecekken hep sade hayatı tercih etmek, dünya malına gönül bağlamamak.“Büyüklerin büyüklüğü tevazu ve mahviyet, küçüklerin küçüklüğü kibir ve enaniyettir.” sözünü hiç unutmamak lazımdır. Uzunca bahsedeceğimiz şeytanı (aleyhillane) da kibri ve gururu mahvetmedi mi?

Kibir ve gurur, hiçbir zaman kemalin ve olgunluğun işareti olamaz. Olsa olsa, cehalet ve gafletin, hayalperestlik ve eksik eğitimin bir alameti olur. Şu çok iyi bilinmeli ki, Müslüman daima mütevazı, kardeşlerine karşı ılımlı ve sevecen, din düşmanlarına karşı ise aslan gibi heybetli ve vakarlıdır. O, Allah Rasulünü canından, malından ve evladından çok seven biri olarak Peygamberimizin buyurduklarına uymalı, onun boyasıyla boyanmalı, izini takip etmeli ve kutlu yolundan asla ayrılmamalıdır. Hayatını sünnet-i seniyyeye uygun bir şekilde tanzim etmelidir. Bu konuda yüce Rabbimiz “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra, 37) buyuruyor.

Yüce Peygamberimizin, kibir ve gururu yeren hadislerinden bazıları da şöyledir:“Cehennemlikleri, size haber vereyim mi? Onlar, katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen, kibirli kimselerdir.”(Riyazü’s-Salihin, 2/45) Bir gün Rasul-i Ekrem Efendimiz:“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse, Cennet’e giremez.” buyurdu. Ashabdan Malik b. Mirare:“Ya Rasulullah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever.” dedi. Rasul-i Ekrem de, “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, hakkı kabul etmemek, insanları hor görmektir.”buyurdular. (Riyazü’sSalihin, 2/44)

Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine’nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah’ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:“Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?” deyince;“Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.”cevabını aldı. İşte büyüklük bu…

Dinimiz kibir ve gururu manevî bir hastalık olarak görür. Bu hastalığa yakalanmış kimseleri Allah’ın sevmediği, ayetle sabittir. Peki bu gibileri Allah sevmez de, acaba insanlar sever mi? Kibirli ve gururlu kimseleri bırakın başkalarının sevmesini, en yakınları bile sevmezler. Çünkü bu gibiler çok bencildirler. En güzel şeyleri daima kendilerine layık görürler ve herkesten saygı görmek ister, yaptıkları şeylerin beğenilmesini arzu ederler. En kötüsü de, hata yaptıklarını kabul etmezler. Servetleri ve şöhretleriyle, bilgileri ve fizikî güzellikleriyle övünürler. Ama onların bir gün elden

Mütekebbirlikte yarış edenler insanın nasıl yaratıldığına bir baksın. Kendi iğrendiği bir damla sudan yaratılan bu aciz varlık görecek ki, kendisi çok zayıf, ufacık bir baş ağrısına dayanamıyor, küçücük bir sivrisineğe engel olamıyor, kısaca hiçler âleminde bir hiç… Yine görecek ki, Rabbi onu yaratmış ve imrenilecek bir kıvam vermiştir. Hatta zayıf ve acizliğini bildiği halde onu yeryüzüne halife kılmıştır. O halde, sanki başı göğe değecekmiş gibi, göğsü bir karış ilerde ve yürüyüşünün dahi değişmesinin ne alemi var? Gurur ve kibir şeytanın vasıflarındandır. Eğer bu duygulara kapılırsan seni aşağılara götürür. 35

KASIM 2015 / 328

Servetinle övünme, bir kıvılcım yok eder.


TEFEKKÜR EKSENİ İdris Arpat

İLİM

İ

lim, doğruluğunu kesin bilgi, hakîkatın bilgisi anlamına gelir. İlim, Yüce Yaratıcının varlığına, birliğine, kemâl-i kudretine işâret olan şeyin bilgisidir. İlim, insanlığımızın da müslümanlığımızın da alt yapısı, medeniyet ve kültürümüzün temelidir. İlimsiz insanlık da olmaz, müslümanlık da.

lâyıkıyla takdir edilmemiş olur. Artı, hevâ ve hevese dayalı yaşayış insan fıtratıyla çatışacağından kişi kendine de zulmetmiş olur. (30/Rûm Sûresi, a. 30) İkinci âyet-i kerimede bu “kadru kıymet bilmezlik” apaçık görünüyor. Bu bir suçtur. Cezâsı “yâr yardımcısız” kalmaktır. Bu yanlış tercih, Allah’tan başka ilahlar edinmeyi de berâberinde getiriyor.

Şimdi şu âyet-i kerîme meallerini okuyalım: “Sen daha önce kitap gönderilenlere tüm delilleri getirsen dahi onlar senin kıblene yönelmezler. Ve ne de onlar birbirlerinin kıblelerine yönelirler. Sana İLİM geldikten sonra eğer onların keyiflerine uysaydın, bu durumda sen kesinlikle kendine zulmedenlerden olurdun.” (2, Bekara Sûresi, a. 145)

“De ki, Rabbim ilmimi artır.” (20/Tâhâ, a. 114) Peygamberimize ve dolayısıyla bütün mü’minlere Cenâb-ı Hak bu duâyı öğretiyor. Nitekim İbn Abbas namaz kıldırırken bu sureyi okur, bu âyetin ardından vahiyle diyaloğa girerek şu duâyı eder: “Ey Rabbim benim de ilmimi artır.” (M. İslamoğlu, Gerekçeli Meâl Tefsir, c. 1, s. 611612)

“Sen onların inanç sistemini benimsemedikçe ne yahûdiler, ne de hıristiyanlar seni aslâ kabullenmeyecekler. Onlara şöyle de: Allah’ın rehberliği var ya işte gerçek rehberlik odur. Eğer sana gelen (mutlak hakîkatın) bilgisinden sonra onların keyfî sistemine uyarsan, Allah’ın elinden seni kurtaracak ne bir yâr, ne de yardımcı bulabilirsin.” (2, Bekara Sûresi, a. 120)

Âyet-i kerîmeye göre, mü’min kendi imkânları dâhilinde sürekli ilmî gayret içinde olacak ve bu konuda “Alim” olan Allah’tan yardım isteyecektir. Âyet-i kerîmeye dikkât ettiğimizde mü’min, “İlim nasib et” demiyecek, “İlmimi artır” diyecektir. Bu, öğrenme faaliyetinin sürüp gitmesi anlamına gelir.

Bu iki âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Kur’ân ayetlerine “ilim” ismini veriyor. Âyet-i kerîmelerden kısaca şu anlaşılır:

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/Zümer, a. 9)

Eğer insanlık âilesi, Allah’tan gelen doğrulara değil de hevâ ve heveslerine uyacak olursa hem doğrular, hem de onları gönderen yüce makâm

“Her ilim sâhibinin ötesinde daha iyi bilen birisi vardır.” (12/Yûsuf, a.76) 36


kararlar eyleme dönüştüğünde hayat güzelleşir. Dikkat buyurmalı ki, âyet-i kerîme, mef ’ûlü zikretmeyerek mânâyı alabildiğine genişletmekte, hayâtın bütün alanlarını kapsar hâle getirmektedir. “Tabiî bilimleri” talep husûsunda Peygamberimiz şöyle buyurur: “Allah’ım bana eşyâyı aslî mahiyetiyle göster.” Eşyâyı aslî mahiyetiyle görmek, yapısını, kimyâsını bilmekle olur. Bu, laboratuvarın vereceği bilgidir.

“S

en onların inanç sistemini benimsemedikçe ne yahûdiler, ne de hıristiyanlar seni aslâ kabullenmeyecekler. Onlara şöyle de: Allah’ın rehberliği var ya işte gerçek rehberlik odur. Eğer sana gelen (mutlak hakîkatın) bilgisinden sonra onların keyfî sistemine uyarsan, Allah’ın elinden seni kurtaracak ne bir yâr, ne de yardımcı bulabilirsin.”

Bu ilimlerde ilerlemek hem îmânımızın, hem de hayat düzeyimizin yükselmesi demektir. Varlık karşısında takınılan bu tavır, tabiat ve âlemi okuması gereken bir kitaba dönüştürür. Burada “kullarından Allah’a derin saygı besleyenler ancak ve ancak âlim olanlardır” âyet-i kerîmesini hatırlamanın tam yeridir. (35/Fâtır, a. 28) Bilenler, varlıklara hâkim olan kanunları görür ve Yüce Yaratıcıya derin saygı duyarlar. Anlıyoruz ki Cenâb-ı Hak bize “ya Rabbî ilmimi artır” duasını öğretirken kendini tanıtmak istiyor. Vahiy tarafından ilmin bu kadar önemli görülmesi yükselmenin de, yücelmenin de altyapısı oluşundandır.

(2, Bekara Sûresi, a. 120)

Durum buyken, neden İslam dünyâsı ilim konusunda yayadır, bir varlık gösterememektedir?

Bilenle bilmeyen elbette bir olmaz. Bir ağacı odun olarak görmek başka, oksijen fabrikası, Allah’ı gösteren bir işâret parmağı olarak görmek başkadır. İlmimizi sürekli artırmalı ama, ulaştığımız mertebe ne olursa olsun tevâzu hasletinden mahrum kalmamalıyız.

İlmin şânını göklere kaldıran bir din ve alçak sürünme talimi yapan mü’minler.

Bilgi düşüncenin ham maddesidir. İnsanlar düşünürken bilgilerini kullanırlar. Doğru ve güzel şeyler biliyorsanız güzel düşünürsünüz. Güzel düşünüyorsanız isabetli kararlara ulaşırsınız. Bu

Yo, hayır! Bu tam bir çelişkidir. Ortada bir yanlışlığın var olduğu kesindir. 37

KASIM 2015 / 328

Bu, çok derin ve apayrı bir konudur. Bu, kolay izah edilemeyecek suâlin cevâbı mutlakâ bulunmalı ve açık açık konuşulmalıdır. Derdin üzerinin örtüp durmak yanlıştır. Bu böyle dürüp gidemez. Artık deniz bitmiş, bıçak kemiğe dayanmıştır.


EĞİTİM Doç. Dr. Rüştü Yeşil egitim@ilkadimdergisi.net

Eğitimde İçerik Sorunu

“DEĞER EĞİTİMİ-II” G

erçekte önemli olanın, değerlerin sayısı olmayıp, birey ve toplum üzerindeki etkisi olduğu belirtilmelidir. “Birey ya da toplumu hangi değer ne düzeyde ve ne yönde etkilemekte ya da yönlendirmektedir?” sorusunun cevabı daha önemlidir.

D

eğerler, duyguların önemli bir kısmını oluşturmaktadır ve onların niteliğine, niceliğine, gücüne ve kapasitesine renk ve şekil verirler. Başka bir ifade ile duyguların nedeni, niçini, ne kadarı ya da ne yönde olduğu, temelinde yatan değerlerle ilişkilidir. Nasıl ki zihinsel altyapı düşünce dünyasını ve düşünme biçimini, üretilen düşüncelerin niceliğini ve niteliğini etkilemekte; gücü ve etkililiğini belirlemektedir; değerler de aynı şekilde duygular üzerinde böyle çok yönlü ve biçimlendirici bir etkiye sahiptir.

yici olan durum, değer dünyasıdır. İnsanı ya da hayvanı sevmek iyidir, şeytanı ya da katili sevmek kötüdür. İnsanı ya da hayvanı nereye kadar sevmen gerektiği konusunda elinde bulundurmak gereken ölçü, değerlerdir. İyi, kötü, çirkin, güzel gibi daha birçok kavramsal ve düşünsel yapının zemininde değerler bulunmaktadır. Buna göre insan inşasının temelinde değerlerin bulunduğu; insanın kimlik ve kişiliğinin tanımlanmasında ya da biçimlenmesinde değerlerin belirleyici bir etkisinin bulunduğu; insanın bileşenleri arasındaki tutkalın da, bileşenler arasındaki tutarlılığın da değerlerle yakından ilişkili olduğu söylenebilir. O halde Müslüman, kâfir, münafık gibi kimlik inşa etmenin; Müslüman, kâfir ya da münafık tipli insanlar yetiştirmenin değerler eğitiminin bir sonucu olduğu ifade edilebilir.

Örneğin “sevmek” bir duygudur. İyi ya da kötü bir şey olarak nitelenemez. “Sevme” duygusunun niteliğini belirleyen, onu anlamlı, önemli ya da gerekli kılan şey değerlerdir. Neyi, niye, nasıl, ne kadar, ne şekilde sevdiğin ya da sevmen gerektiği üzerinde belirle38


Eğitimin değeri

Değer eğitimi ve

Değer eğitiminin değeri

Eğitimin değeri, eğitime atfedilen önemi yansıtmaktadır. Değer eğitimi ise değer aktarımının kapsam, süreç, yaklaşım, model, yöntem ve tekniklerini yansıtmaktadır. Değer eğitiminin kapsamı denildiğinde, içerikle ilintili olan yön öne çıkmaktadır. “Ne öğretilecek, ne aktarılacak, hangi derinlik ve genişlikte aktarılacak, kime aktarılacak” gibi soruların cevabı, değer eğitiminin kapsamı ile ilgilidir.

D

eğerlerin kapsamı yönünde yapılan çalışmalar incelendiğinde insanın yüzlerce değerinin bulunduğu; bunun tam bir listesinin çıkarılmasının mümkün olmadığı görülmektedir. Paylaşımcılık, doğruluk, kurallılık, saygı, adalet, cesaret, sadakat, hoşgörü, eşitlik, vakar, merhamet, bağımsızlık, tevazu, çalışkanlık, güven, hak, özgürlük, fedakarlık, sorumluluk vb. örnek olarak verilebilir.

Değerlerin kapsamı yönünde yapılan çalışmalar incelendiğinde insanın yüzlerce değerinin bulunduğu; bunun tam bir listesinin çıkarılmasının mümkün olmadığı görülmektedir. Paylaşımcılık, doğruluk, kurallılık, saygı, adalet, cesaret, sadakat, hoşgörü, eşitlik, vakar, merhamet, bağımsızlık, tevazu, çalışkanlık, güven, hak, özgürlük, fedakarlık, sorumluluk vb. örnek olarak verilebilir.

Değer üreten tek varlık olması nedeniyle değer aktarımı, insanın insanlaşması ya da bir insan kültürünün oluşturulması çabasından başka bir şey değildir. Diğer taraftan değerlerle ilgili olarak özellikle belirtilmesi gereken yönlerden biri de, onların doğuştan gelen özellikler olmayıp yaşam sürecinde kazanıldığıdır. Bu nedenle değer aktarımı önemli hale gelmektedir ve bu sürece genel olarak “değer eğitimi” adı verilmektedir. Başka bir ifade ile değer aktarımı, başlı başına bir eğitim sorunudur.“Değerler” ile “eğitim” arasındaki ilişki üç ayrı kavramla ifade edilebilir. Bunlar;

Gerçekte önemli olanın, değerlerin sayısı olmayıp, birey ve toplum üzerindeki etkisi olduğu belirtilmelidir. “Birey ya da toplumu hangi değer ne düzeyde ve ne yönde etkilemekte ya da yönlendirmektedir?” sorusunun cevabı daha önemlidir. Örneğin maddi değerlerden olan para, makam, yaş, etnik köken vb. değer, bireysel ya da toplumsal yapının inşasında ne düzeyde önemsenmektedir? Değer sırala39

KASIM 2015 / 328

Sayıca çok fazla olması nedeniyle genel olarak değerleri listelemek yerine sınıflamalar yapmak yolu tercih edilmektedir. Kimi kaynaklarda bu sınıflama maddi ve manevi değerler şeklinde yapılırken kimilerinde sosyal, kültürel, sanatsal, milli, dini, ahlaki, tarihi vb. türünde yapılmaktadır. Bunların her biri, kendi içerisinde çok sayıda değeri barındırmaktadır.


masında ne düzeyde önlerde ya da sonlarda yer almaktadır? Ya da inanç, kültür, gelenekler gibi manevi değerler aynı şekilde bireyin ya da toplumun yapısının biçimlenmesinde ne düzeyde etkin rol almaktadır? Bu sorulara ilişkin yapılacak doğru analizler, teşhisler ve tespitler, birey ya da toplumsal yapıyı inşa etmeyi amaçlayan eğitim, siyaset, ekonomi gibi kurumlar açısından oldukça önemlidir.

kenlere bağlı olarak kapsam, nitelik ve etki gücü yönüyle değişim içerisindedirler. • İnsanların değerlerinde değişme olsa da değişmeyen boyutları da mutlaka vardır. Karakteri betimleyen değerlerin değişmezliği daha güçlüdür. • Değerler, hayatın her alanını kuşatan bir kapsama sahiptir. Her yaş, her mekan, her tutum, her davranış ya da sözün değerlerle ilintili yönü mutlaka vardır.

Bu çerçevede, değer eğitimi yapmaktan sorumlu olan aile, okul, sivil toplum kuruluşları gibi eğitim kurumları, öncelikle bu soruların cevapları konusunda olabildiğince net tespitler yapmak; eğitim çalışmalarını da bu tespitlere göre planlamak ve hayata geçirmek durumundadırlar.Bu çerçevede, eğitsel bir öge olarak değerlerle ilgili şu tespitler, başta eğitimciler olmak üzere tüm eğitim personeli tarafından hem bireysel hem de kurumsal düzeyde göz önünde bulundurulmalıdır. Bu tespitler, bir eğitim içeriği olarak değerlerin yapısına ve değer edinim süreçlerine ilişkin ilkeler niteliğindedir. Bu tespitlerin eğitim süreçlerinin planlanmasında ve uygulanmasında işe koşulması, verimlilik ve etkililik açısından önem arz etmektedir. Bu çerçevede;

• Yaşama, kişiye, topluma, dünyaya vb. biçim vermeyi hedefler.Ne zaman, nerede, nasıl davranılacağı, tepki geliştirileceği gibi konularda bireye, topluma yaşam şekillerine yön ve biçim verir. • Sistem yaklaşımını gerektirir. Herbir değer, diğer değerlerle birlikte sürekli etkileşim halindedir. Birindeki farklılaşma diğerlerinde de netlik yönünden farklılaşmayı beraberinde getirir. • Kurallar ve ölçütler silsilesidir. Her bir değer, tercihler ve irade kullanımlarında ölçüt işlevi görür, belirli davranım kuralları şeklinde tezahür eder.

• Değerler, insanların ayrılmaz parçası ve temel bir bileşenidir. İnsanın her yönünde ve boyutunda belirgin şekilde vardır ve kendini hissettirir.

• Bütüncül bir bakış açısı gerektirir. Yapısal, zaman ve mekansal, bilgi-duygu ve beceri bağlamlarında bütünlük gösterir. • Değerler, doğuştan gelmez, eğitim yoluyla kazanılır. Kalıtsal olarak gelmeyip yaşam sürecinde eğitim yoluyla kazanılır.

• Değeri olmayan insan yoktur, değerleri kötü olan insanlar vardır. İstisnasız her insanın kendince ürettiği ya da toplumundan hazır olarak edindiği iyi ya da kötü olarak nitelenebilecek değerleri bulunur.

• Daha çok; yaparak, gözlenerek ve hissederek öğrenilir. Dinlemek, değer öğrenimi açısından pek de tercih edilen bir öğretme yöntemi olmamalıdır.

• Değerler, duygusal zeminli ve akli destekli özelliklerdir. Duyular üzerine kurulmakla birlikte aklen anlamlandırılmış, duygusal olarak da benimsenirler.

Bu özellikler çerçevesinde değer eğitimi ile ilgili de bazı ilkeler mevcuttur. Gelecek yazımızda bu ilkeler konusu ele alınacak, eğitimcilere yol gösterebilecek kılavuz kurallar ortaya konulmaya çalışılacaktır. Selam ve dua ile…

• Değerler statik değil, dinamik bir yapı arz ederler. Zamana, mekana, yaşa vb. et40


LA HAVLE Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

Sormadan, Yormadan ve Durmadan Yürüyenler

“Uzun ince bir yoldayım,

Ruhlar âlemini bilmiyoruz. Anne karnındaki dokuz aylık yolculuğumuz hakkında da bizler birbilgiye sahip değiliz! Bu dünyaya, iki elimizi de yumruk yaparak, bağırarak, ağlayarak, çığlık atarak, bir öfke ile, bir hınç ile geliriz. Dokuz aylık yoldan gelişimizi sabırla bekleyen annemiz ve babamız nasılda sevinirler doğduğumuzda.

Gidiyorum gündüz gece.” diyen Âşık Veysel, aslında çoğumuzun düşünüp de ifade edemediğiduygularımıza tercüman olmaktadır. Farkında olsak da olmasak da, o uzun ve ince yolun, gündüz ve gece giden yolcularıyız her birimiz. Hayat yürümekle başlar… Yürümek, hayata Besmele ile başlamaktır. Yürümek, duranların düştüğünü görmektir. Yürümek, yolların nereye gittiğini bilmektir. Her yürüyen menziline varamaz. Ama menziline varanlar hep yürüyenler olmuştur.

Daha o andan itibaren, Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz, ayaklarının altına Cennetleri serdiği mübarek annelerimizin göğüslerinde hazırlamıştır rızkımızı. Bir müddet beşikte ve annemizin 41

KASIM 2015 / 328

Yürüyorlar, kimseye sormadan yürüyorlar. Yorulmuş olsalar da, yormadan yürüyorlar. İhrama bürünmüşler, baş açık, ayak yalın, “Lebbeyk, Lebbeyk” diyerek durmadan yürüyorlar!


şefkat dolu kucağında yola devam ederiz. Sonra emeklemeye başlarız… Henüz günah izi yoktur dudaklarımızda… Ruhumuz kirlenmemiştir henüz… Bakışımız, gülüşümüz, ağlayışımız sıcak ve samimidir… Yalan bilmeyiz… Riya bilmeyiz…

Rabbim dâvet etmiş Mûsâ’yı Tûr’a, Îsâ’yı Meryem’e babasız vermiş… Habîb’i çıkınca Cebel-i Nûr’a;

Annelerimizin; “Allah’ım yavrumu sen koru, her türlü kötülüklerden sen esirge onu, acısını gösterme bana, emeklerimi zayi eyleme.” diye ettiği dualara sarılırız… Dualarla uyur, dualarla uyanırız.

O’na Cebrâil’levahiy göndermiş…

İnsan, bu dünyada kılavuz Peygamberinin izinde ve yol haritası olan kitabının yoldaki işaretlerine dikkat ederek yürüyecek ve büyük hesap gününde Rabbinin huzuruna çıkacaktır… Allah’a sonsuz hamdü senalar ve şükürler, sevgili Rasulü Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselam Efendimize sonsuz salâtü selâm olsun… Elhamdülillah… Rabbim, bu yıl 1 Eylül-10 Ekim 2015 tarihleri arasında o mukaddes beldelerde Hac ibadetimizi yapmayı nasip eyledi.

Yolculuğumuz devam etmektedir… Düşme korkusuyla ya bir yerlere tutunarak ya da annemizin veya babamızın ellerinden tutarak, yavaş yavaş ayakta durmaya, ürkek ürkek bir iki adım atmaya başladığımızda dünyalar onların olur. Nasıl da sevinirler… Sevdiklerine müjde verirler yürüdüğümüzü! Ya Kul Allah’a doğru yürürse, Allah azze ve celle ne kadar razı olur, kulunun kendine doğru yürüyüşünden?!

KÂBE… BEYTULLAH... Namazda ki istikâmet hedefimiz Kâbe… İslam dünyasının nabzının attığı yer Kâbe… İnsanda ki kâlb ne ise, kâinattaki Kâbe odur…Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nazarı insanda kâlbe, kâinatta Kâbe’yedir…Yani diğer bir ifadeyle Kâbe kâinatın kalbidir…

Rabbimiz bir hadis-i kutsîde buyuruyorlar ki; “Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zira yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”

Göz odur ki Hakk’ı göre. Kâbe’dir yeryüzünde insan için ilk Mâbet.

Yol odur ki Hakk’a vara.

Cebrail o Kâbe’nin ilk mimar-mühendisi…

Yolcu odur ki Hakk’a yürüye.

Halk etmiş ins-ü cinni, maksat Hakk’a ibâdet. Cümlesinin imamı âlemler Efendisi…

Bu yol ki Hakk’a gider, yolumdan döndürmeyin. Yolcusuyum bu yolun, başka yol bilmiyorum!

O mukaddes mâbed(Kâbe) için Rabbimiz buyuruyor ki:“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev(mâbed), Mekke’deki (Kâbe)’dir. Orada ibret alınacak alametler vardır;(aynı zamanda Hazret-i) İbrahim’in makamı (oradadır). Kim oraya girerse, Hakk’ın gölgesinde emîn bir kişi olur. Oranın yoluna gücü yetenlere, (Allah rızası için), “Beytullah”ı haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır (farzdır). İnkâr edenler de bilsinler ki, Allah bütün âlemlerden müstağ-

Yârin bâbından başka kapıya göndermeyin Muhannet kapısında el açmam, gelmiyorum…

İnsanı “Eşref-i mahlûkat” olarak, “Ahsen-i takvîm” üzere yaratan, Âlemlerin Rabbi olan Allah; biz kullarına olan rahmetinden ve merhametinden dolayı, kılavuz olarak Peygamberler, yol haritası olarak da Mukaddes Kitaplar göndermiştir. 42


nidir.” (Âl-i İmrân, 96-97).

lar… Lisanları ve renkleri farklı, yaşayışları, örf ve âdetleri ayrı, muhtelif memleketlerden gelmiş nice insanların, Kâbe’nin etrafında oluşturdukları o muhteşem vahdet tablosu, insanı oradan alıp ötelerin ötesine götürüyor…

“Şüphesiz Safâ ile Merve, Allah’ın nişanelerindendir. (Bakara,158)“Her kim Allah’ın nişanelerine tâzîm gösterirse, şüphesiz bu, kâlblerin takvasındandır. (Hac,32)Rabbimizin dâvetine; “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk.” nidâlarıyla icabet eden kutlu yolun yolcuları, bütün dünyevi rütbelerden soyunmuş, üzerlerinde iki parça havlu ile baş açık, ayak yalın, kıyamet sabahına kalkışı,mahşer meydanında toplanışı hatırlatan, bir af ve iltica makamı olan Arafat’a yürüyorlar Arefe günü…Gözyaşı döküyorlar günahlarına…

Namaz vakti geliyor Kâbe’de… Kâbe’nin minarelerinden dertli müezzinlerin “Allahuekber, Allahuekber” sadâları yükseliyor semâya… Ezan; Müslüman’ın ‘İstiklâl Marşı’dır. Ezan; Müslüman’ın ‘İstikbâl Marşı’dır. Namaz; Kulun Huzur-ı İlâhideki ‘Esas Duruşu’dur. Yaratılmış hiçbir varlık böylesine muhteşem bir tablo çizemez…

Allah’tır Arafat da günahtan arındıran,

Aldım cevabımı, sormam sorumu.

Kulunu rahmetinin bağrında barındıran…

Bir an ki bin sene bitmez yorumu!

Arafat’tan sonraki durak Müzdelife. Rahmet tezahürleriyle dolu bir mekân… Oraya yürüyorlar muhabbet ve teslimiyet duygularıyla. Oradan Hz.İbrahim ve Hz.İsmail’in, şeytanı taşladıkları Minâ’ya yürüyorlar, onların izlerini takip ederek… Ve Minâ’da şeytan taşlıyorlar: Her taşı atışlarında “Bismillâh, Allahuekber rağmen li’ş-şeytâni ve hizbih.”diyerek…(Allah’ın adıyla.Şeytan ve taraftarların rağmen, Allah büyüktür.)

Tavafta yürüyorlar dua ve gözyaşlarıyla… Sa’y da, Safâ’dan Merve’ye, Merve’den Safâ’ya yürüyorlar, Hâcer oluyorlar koştuklarında… Nihâyet ayrılık vakti geliyor… Bir hüzün çöküyor yüreklere… Yaşlı gözlerle dönüp bir daha bakıyorlar, bir daha bakıyorlar… En kısa zamanda tekrar kavuşmak ümidiyle, Kâbe’ye veda ederken, dua dilekçelerini arz ediyorlar Allah’a… Ve yüreklerini orada bırakarak, tatlı hâtıralarla dönüyorlar memleketlerine sormadan, yormadan, durmadan yürüyenler…

Yaş 63 oldu yeni öğrendim. Bilmezdim Şeytana taş atmasını…

Yârınımı bilemem, hebâ oldu dünlerim.

Tüm beşeri düzenlerden iğrendim,

Not: Bu vesileyle, Mekke’deki İrşad Heyeti’nde koordinatör olarak görev yapan ve bizleri muhterem Mehmet SAVAŞ ve Necati ÖZTÜRK hocalarımızla buluşturan, Isparta İl Müftümüz kıymetli Galip AKIN beye, ayrıca kafile başkanlarımız Uluborlu Müftüsü Yusuf ACAR ile Vâiz Durmuş Ali DEMİREL’e, grup başkanlarımız Ensar TEMUR, Kâmil ÇİÇEK ve Mevlüt ARIBAŞ kardeşlerime ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Bilmiyorum kaç oldu bırakıp başladığım! Şeytan mıdır, Nefsim mi Minâ’da taşladığım?!

Hz.İbrahim’in oğlunu, Hz.İsmail’in canını ortaya koyduğu Kurban teslimiyetinden, kurbiyyet duygusundan bizler ne kadar nasîb alabiliyoruz? Minâ’dan kâinatın kalbi Kâbe’ye yürüyorlar… Sormadan, yormadan ve durmadan yürüyor43

KASIM 2015 / 328

Mekke’de Medine’de en huzurlu günlerim…

Öldürür, bilmezler yaşatmasını…


SÖZ MEYDANI İbrahim Çiftçi

ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

Abad Olmak Harab Olmak mı?

Ç

ok kritik bir dönemden geçiyoruz. Bu zor dönemi atlatmalıyız. Etrafımız ateş çemberi. Dış güçler, dış mihraklar, ülkemize kurulan tuzaklar, oynanan oyunlar gibi çeşitli sözlerin aşinası olduk. Neden hep oyun oynanan, tuzak kurulan… biziz.İlk olarak bir ülkenin halkıyla yönetimi uyuşmamış, kurumları yerleşmemiş, devlet erki ile millet barışmamış ise o ülke hep sıkıntılar kritik dönemler yaşamak zorundadır.

bunalınca da ipi çekerler. Hatta halkı, diktatöre ihbar bile ederler. Demokrasinin işlediği yerlerde işler biraz zorlaşır. Kontrollerinde olan STK’ları harekete geçirirler, algı operasyonuna girişirler. Bu şekilde iktidarı tehdit ederler. Olmadı teröre destek verirler. Özellikle dış güç odakları, bu ülkelerde seçim öncesi havayı koklarlar: Seçimi kim kazanabilir? Eğer istedikleri siyasi parti kazanmayacaksa hemen kazanma ihtimali olan kişiile pazarlığa otururlar: “Biz sana destek vereceğiz ama …” ile başlayan şartlarını sıralarlar. Sonuçta kazananın yanında olurlar ama o parti bağımsız davranmaya başlarsa proje aksadığı için operasyonlara başlanır.

İkinci olarak böyle bir yapı o devlete ve millete karşı olan güçler tarafından çok iyi değerlendirilir ve bazı uyuşmazlıklar hep körüklenir. İran Şahı, Saddam Hüseyin, Hafız ve Beşar Esat, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve ülkemizde CHP ve zihniyeti halkıyla hep kavgalı olmuş ve barışmamışlardır. Halka tepeden bakmış, halkın değerlerine savaş açmışlardır. Tepeden inmeci metotları benimsemişlerdir. Bunun sonucu çok kanlı olaylar, katliamlar meydana gelmiştir. Güç odakları halk ile yönetimin farklı düşünmelerini, kan uyuşmazlığını körüklemiş tahrik etmişlerdir. Bu şekilde hem halkı hem de yönetimi kendilerine mahkûm ve muhtaç etmişlerdir.

Refah-Yol hükümetini oda-sendika-asker-basınbürokrasi-üniversite gibi odakları harekete geçiren merkezler yıktırmadı mı? Mursi’nin iktidarı aynı olmadı mı? Arap Baharı ülke seçimleri sonrası bunlar olmadı mı? Peki, Türkiye şu anda nerede ne durumda? Türkiye Cumhuriyeti şu anda cumhuriyet tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Çünkü rahmetli Menderes’ten sonra halkın değerleri ile barışık bir yönetim uzun zamandır iktidarda. Halk ile yönetim barışınca büyük, çok büyük atılımlar gerçekleştiriliyor. Ortadoğu’nun ve Türk Dünyasının abisi ve en saygın ülkesi oldu. Ekonomisi iç ve dış krizlere rağmen sürekli gelişir bir durumda. Kişi başına düşen gelir ve büyük yatırımlar hayali mümkün olmayan seviyelerde. Dünya devleti olma yolunda hızla ilerliyor. Öyleyse onun yolunu kesmek gerekiyor. Ne dünya ekonomik krizleri, ne gezi provokasyonu, ne yolsuzluk ve algı operasyonları bunu başaramadı. Halen milletiyle barışık anlayış birinci çıkıyor. Öyleyse tam onikiden vuralım dediler ve klasik yollardan birini devreye soktular. Terör. Peki, nedir terör?

İran Devrimi, Mısır İhvan hareketinin seçim zaferi, Arap Baharı, Ziyaül Hak darbesi bu çerçevede halk ile devletin buluşmasına yönelik halk hareketleridir. Bunu o devleti kontrol eden, milleti sömüren ve kendine muhtaç eden güç merkezleri (kulüpler, odalar, sendikalar, iş dünyası, asker gibi…) hoş göremezlerdi. Ziyaül Hak suikastla, İran Devrimi ambargo ve dış müdahale ile, Arap baharı karşı hareketlerle (komplo), Saddam Hüseyin, Beşar Esat baskısı karşısında gelişen özgürlük hareketleri mezhepçiliğin hortlatılması ile kontrol altına alınmıştır. İç ve dış güç odakları her şeyin kendi kontrol ve inisiyatifleri altında olmasını isterler. Değilse bunu gerçekleştirmek için yol ararlar. Demokrasinin işlemediği yerlerde kontrolleri daha kolay olduğu için diktatörü kontrolle yetinirler. İpini hep elinde tutar,

“Siyasi veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere, resmî yönetimlere yönelik baskı, yıl44


dırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımıdır” diye tanımlanıyor terör.FransızcaPetit Robert sözlüğünde “Bir toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için yarattığı ortak korku” olarak tanımlanır. OxfordİngilizceSözlük’te “Genellikle siyasal nedenlerle, halkın gözünü korkutmak ve halkı yıldırmak için dehşet öğesini kullanmak” olarak tanımlanır. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “Yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş” olarak tanımlanır.

değerli kavramlarımızı “asmak, kesmek, yakmak, cinsellik, öldürmek” gibi kelimelerle yanyana getiren bu anlayışın nihai hedefine ulaşması mümkün değilken bunca yanlışlar niye? İslam Dünyası mezhep çatışmalarına düşünce kim kazanır? Türkiye Müslümanları zayıf düşünce kim kazanır? Bu soruların cevabı “Herkes ama Müslümanlar değil”den başkası olamaz.

Terörizm, ihtiyaç duyduğu maddi kaynaklara daha çok yasadışı faaliyetleri ve dış yardımlar ile ulaşır. Bu gelir kaynakları şu şekilde özetlenebilir: Dış yardımlar, uyuşturucu ticareti,insan kaçakçılığı, büyük çaplı soygunlar, haraçlar, zorunlu bağışlar, her türlü kaçakçılık, gönüllü katkılar vs. İnternetten derlediğim yukarıdaki bilgilere bakın ve Türkiye için nasıl bir oyun oynandığını fark edin. Terörün amacı belli. Taşeron olduğu da belli. Peki, bu taşeronları kullanan kim? Yazımızın da asıl amacı bu. Bunlar iç ve dış güç odakları,emperyalist güçler ve devletler, menfaat çeteleri. Paragrafı tekrar edelim: Demokrasinin işlediği yerlerde işler biraz zorlaşır. Kontrollerinde olan STK’ları harekete geçirirler, algı operasyonuna girişirler. Bu şekilde iktidarı tehdit ederler. Olmadı teröre destek verirler. Evet, şu anda teröre destek veriyorlar. Partili, partisiz, paralel, dikey iç ve dış muhalefet de teröre can simidi olarak sarıldılar. Terör uygulayan organize gruplara terör örgütü; terör uygulayan şahıslara ise terörist deniyor. Destekleyenler de“yardım ve yataklık” ediyorlar. Yani onlar da suçlu. PKK Terör Örgütü; marksist, ırkçı ve biraz da kozmopolit bir özelliğe sahip. Çeşitli din ve ırktan insanlar var içinde. Oysa düşman tek: Türkiye. 30’u aşkın senedir terörü yaşatan bu örgüt, Batı’nın zamanı geldikçe Türkiye’ye karşı kullandıkları bir özelliğe sahip. Kürt halkı için istedikleri her şey verilmişken hala ne diye terör estiriyorlar? Çünkü hedef Kürtlerin istediği değil efendilerin isteği. Kuzey Irak ve Suriye Kürtlerine kapıyı açan Türkiye’ye teşekkür etmeleri gerekirken terörü tercih etmeleri niyetleri ortaya koyuyor.

NOT: Terörizm, “Disasters: Terrorism” adlı kitabında, “What is Terrorism?” başlığı altında Ann Weil tarafından şu şekilde de tanımlanmıştır: “Terörizm; rastgele seçilmiş ya da sembolik değeri olan kurbanların, şiddetin aracı olarak seçildikleri bir savaş yöntemidir. Bu araçsal kurbanların kurbanlaştırılmaları, mensup oldukları grup ya da sınıf içerisindeki yerlerine bağlıdır. Böylece, söz konusu grup ya da sınıfa mensup olan diğer bireyler de kronik bir terör korkusunun içine itilmiş olurlar.”

Deaş ya da Batılı ve batıcıların ısrarla Işid dedikleri örgüt neyin peşinde? Türkiye ile hangi noktada anlaşamadı? Muhalefet, dini özelliği sebebiyle ısrarla bu örgüte iktidarın destek verdiği ve onukolladığını hatta şımarık çocuğu olduğunu söylerken Türkiye’ye yaşattıkları nasıl açıklanır? Yaptıklarının ne sünni, ne selefi anlayışla ilgisinin olmadığını, insanları İslam’dan soğuttuğunu,İslam fobiyi körüklediğini bilmem bilmeyen var mı? Cihat, mücahit, halife gibi çok

Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. 45

KASIM 2015 / 328

Şunu netleştirelim: Dünya tarihinde ve şimdi hiçbir terör örgütü amacına ulaşamamıştır. Ama güç odakları tarafından lazım olduğu kadar kullanılmıştır. Türkiye için de öyledir. Ülke, millet ve ümmet olarak güçlülüğümüzden rahatsız olanların, lider değil uşak,emreden değil emir alan olmamızı isteyenlerin en güçlü kozlarını oynadıkları kesin. Bundandır ki, bir olalım diri olalım iri olalım, ayrılıkların değil aynılıkların üstünde duralım. Bu seçimde üst akıl denilenlerin hesabını bozacak bir tercih, terörü de terörden medet umanları da çaresiz bırakacaktır. Bu millet Ensar özellikleriyle yardım ettiği Muhacirlerin duasıyla âbâd olacaktır inşallah. Ne terör, ne onların üst akılları ne iç ne de dış hainler bu ülkeyi harâb edemezler. Yeter ki tarafınızı iyi seçin, bertaraf olmayalım. Hakikaten Türkiye Müslümanlarının sığınacağı liman yok gibi. İnanıyoruz ki Allah dinini ve Müslümanları korumasız bırakmaz.Ama biz de onu hak etmeliyiz değil mi?Allah Müslümanlara yardım etsin. NİYET HAYROLA, AKIBET HAYROLA.


İMBİK Nuri Ercan

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Nasipse Diriliş Postası

S

on ayların müspet hadiselerinden birkaçı, medya dünyamızın yeni gazete ve dergilerle tanışmış olmasıdır. Onlardan birisinden bahsedeceğim size. Haberiniz oldu mu bilmiyorum, Diriliş Postası adında ele avuca sığmayan, güzele, iyiye doğru evrilmekten kendini alamayanbir gazete camianın medya piyasasına kazandırılmış durumdadır. Özellikle kazandırılmış dedim, gerçekten böyle bir gazete kazanç hanemize yazılmıştır. Hakan Albayrak ve arkadaşları bu önemli gelişmenin failleri durumundadır. Suçlu onlardır!

oldukça rahatlar. Diğer gazetelerin vazgeçemedikleri politik ve günlük ağır konuları terkedip ümmet-i Muhammedi dolaylı biçimlerde ilgilendirecek konuları bile manşete çekebilmektedirler. Anlayabildiğim kadarı ile aslında bu kardeşlerimiz, manşeti değil; ümmet’in meselelerine ilgi çekmeyi dert edinmişler. Bizim basit görmeye alıştığımız, ama aslında hiç de hafife alınamayacak konuları bile üst başlıktan ele almaktan tedirgin olmuyorlar. Manşetlerde birgün siyasi bir konuyla aidiyetinizi pekiştirirken, diğer gün yerli arabaların haberini alarak “...Ve yerli otomobil sahnede” formundaki manşetle gururlanabilirsiniz. Başka bir gün “Gazze’de yükselen müzik sesi “manşeti ile illa Gazze, illa Filistin, illa ümmet mesajı sizi sekülerizmden bir süre çekip alıverecektir.

Yazıya başlamadan önce elime geçen son sayısı ile 13049’a ulaşan Diriliş Postası, daha evvel mahalli bir gazete imiş. Bir grup serdengeçti medyacı tarafından elden geçirildikten sonra, şimdiistikbal vadettiğinin kuvvetli işaretlerini göstermeye başladı. Getirdiği yenilikler ve nisyan ile malul hafızalarımızın unuttuklarını hatırlatması bakımından Müslüman zihinlerde, yeni yeni kıvrımlar açmayı başaracak inşallah.

Diriliş Postası üst başlığının hemen altında gazetenin aidiyeti için atılmış cümlelere bayılıyorum. Çoğu zaman “Günlük Siyasi Gazete” ifadesini okurken bir gün “Volof Savaşçılarının Gazetesi” cümlesi beni şaşırtıyor. Volof Savaşçısı ne demek? Hayret ediyorsunuz, merak ediyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz “Yarbay İlker Çelikcan ve Silah Arkadaşlarının Gazetesi”cümlesini okuyunca aidiyet duygularınız zirve yapıyor. Ya “Şamistanbul Gazetesi” cümlesine ne demeli! İçinizde “iyi ki varsınız” kelimeleri deveran ediyor. Böylece daha manşet altındaki cümlelerle aktif bir okuma serüvenine başlamış oluyorsunuz.

Diriliş Postası’nı elinize aldığınızda ferahlık hissi uyandırıyor. Bir kere fazla boyadan sakınmışlar. Zaten akşam sabah karşılaştığınız görsellerin etkisi ile dumura uğramış dimağlarınızaz resimli, bol harfli yazıları görünce hemen kendine geliyor. Bu kendine gelme, arkasından okuma hissi uyandırıyor. Gazetenin mizanpajı, bir dönemlerin Yeni Devri, az resimli Milli Gazete’si ve ilk Zaman ileayyuka çıkan gazete okuma oranlarının sadece bir nostalji olmayacağının delili gibi.

Geçmişte bir iki gazetenin denediği çok yazara başyazıyazdırma uygulaması Diriliş Postası’nda da deneniyor. Hoş oluyor. Gündelik meseleler hakkında ya-

Gazete yönetimi ve editörleri manşet konusunda 46


paylaştığı bir ölüm haberi aklımı fikrimi felç etti. Bir süre kendime gelemedim. Eşime dostuma bu haberi ve haberin sunuluş şeklini anlattım. Bu kadar olur dedim. Haber hassasiyetin simgesi olmuş. Çoğumuzun ilgilenmeyeceği ya da herhangi bir kariyeri olmadığı için belki de sadece cenazesine katılacağımız bir çaycının haberinin bu şekilde verilmesi, gözlerimin nemlenmesine neden oldu. Bu arada ne derece dünyevileştiğimizi, yüzlerce Ali Bulaç kitabı okumaya ihtiyaç duymadan bu haber vesilesi ile öğrenmiş oldum. Haberin başlığı şu idi: “İslâmî camianın önde gelen çaycılarından Metin Dayı vefat etti.” Cümleyi okudum. Yetti... Gazeteyi evirdim çevirdim. Başlığı ve haberi bir kaç defa daha okudum. Çocuklarıma okuttum. Bu cümlenin iskeletini bu şekilde kurandan Allah razı olsun. Her şey var. Haber var. Duygu var. Vefa var. İnsanlık var. Adamlık var. Kardeşlik var. Anadolu var. Daha ne olsun! Gazetenin en okunan bölümü büyük ihtimalle “Lafı uzatmadan” kısmıdır. Hem kulağa hoş geliyor lafı uzatmamak hem de önemli konulara temas edildiği izlenimini veriyor. “Şimali Kafkas Muhabiri”, “Balkan Ekspresi”, “Turan Yıldızı”13.sayfada hiç atlamadığımız bölümlerden. Hakikaten bu şekilde bir haber sunumu ilginç ve ihtiyacı karşılayacak cinsten. Malum bizler, önünde asma kilidi olan; arkası tamamen açık, kapısı bile olmayan Nasreddin Hoca türbesinin bulunduğu ülkenin vatandaşlarıyız. Bir şeylere yoğunlaşırken diğer unsurlarımızı unutabiliyoruz. Ana yurttan haberlerin bu şekilde sunulması harika!

zılan en önemli yazı, başyazı olarak yayımlanıyor. Bununla başyazar titri sayesinde boynu kalınlaşıp, liboşlaşarak az bir menfaat karşılığında karşı mahallenin çöplüklerinde deşinebilecek yazarların yetişmesinin de önü kesilmiş oluyor.

Arka sayfa Dhoruba Bin Wahad haberlerinden tutun da bedava Ak Parti reklamlarına varıncaya yayımlanan haber/belgelerle ilginç mi ilginç! “Türkiye’de okuyan 230 bin Suriyeli çocuk ufkumuzu parlatıyor” başlığı altında verilmiş Suriyeli çocukların fotoğrafları “Hah! İşte fotoğraf böyle kullanılır” dedirtiyor. Dağlıca’da 16 şehit verdiğimiz günarka sayfada verilmiş dağ resmi sayfalarca yazıya bedeldi doğrusu.

Diriliş Postası’nda 3.sayfa diğer gazetelerin tersine kaza haberlerinden, cinayet haberlerinden, değişik vesilelerle meydana gelmiş ölüm haberlerinden arındırılmış durumda. Böylece gazetelerin ve görsel medyanınsıradanlaştırdığı ölüm gerçeğinin ciddiyetine halel gelmemiş oluyor. Eline gazeteyi alan bir vatandaşımız Diriliş Postası 3.sayfadaki “İnadına iyi haber”lerle müspet düşünmeye başlıyor. Gazetenin diğer sayfalarında da bu düşünce genellikle muhafaza ediliyor. Öte yandan Diriliş Postası’nın geçen günlerde 47

Diriliş Postası’nın camiaya kazandırdığı birbirinden değerli yazarlar için sadece teşekkür etmeli diyor ve lafı uzatmadan, inadına iyi haber olarak, nasipse Diriliş Postası diyorum.

KASIM 2015 / 328

Zaman zaman hayattan yazıların yayımlanması oldukça dinlendirici. İlmi yazılara hiç girmiyorum.


DÜŞÜNCE UFKUMUZ Atilla Değirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

Kalp Katılığının İlacı: AĞLAMAK

A

mevcut gidişatın gazaba neden olacağı korkusu…

ğlamak… Üzüldüğümüzdeki, acı hissettiğimizdeki, mahzun olduğumuzdakiya da sevinç zamanlarımızdaki, duygu yoğunluğu yaşadığımızdaki fıtrî halimiz. Hadiseler, durumlar zıt olsa da aynı eylem ortaya çıkar. Kavuşmak için de ağlarız kavuşmuş olmaktan dolayı da ağlarız. Hüzün ve sevinç gibi iki zıt duygu anımızda da aynı tepkiye başvurur ve ağlarız. Böylece ağlamak, zıtların imtizacı olan insan için kontrol ve terbiye edilmesi gereke n bir vaziyet halinialır.

İslam’da nevha diye isimlendirilen bağırıp çağırarak, saç baş yolarak, çevreye zarar vererek ağlamak yasaklanmıştır. Buna mukabil yalnızken Allah için gözyaşı dökmek, içinden Allah korkusuyla ağlamak övülmüş ve tasvip edilmiştir. Öyleyse ağlayışlarımız içimizden, gösteriş niyeti taşımadan, kendimiz ve halimiz için, pişmanlıklarımızı göz önünde bulundurarak Allah için olmalıdır. Mutlak örneğimiz Rasulullah aleyhisselam da ağlayan hatta gözyaşları sakalını ve göğsünü ıslatan bir insandı. “… yaşarmayan gözden…” Allah’a sığınmıştı. Ancak O’nun bu hali yüzünden tebessümün eksilmesine neden olmamıştır. Kalplerimizin rikkate gelip ağladığımız zamanlar mutlaka olacaktır. Yalnız hayata intizam verme gibi sorumluluğumuz olduğundan bu dünya ağlamayla değil ihlasımızla devam edecektir.

Sözlükte yükselmek, yukarı çıkmak, içten dışarı çıkmak gibi anlamlar verilen ağlamak kavramı; Yaratıcımız tarafından insan bedenine yerleştirilen, insanı katı kalpli olmaktan engelleyen, insanların hallerinden anlamamıza neden oluşturan takdire şayan bir meziyettir. Ağlamanın zıddı sürekli kahkaha atarcasına gülmektir ki bu durum hem hoş görülmemiş hem de insanın mehabetinin azalmasının temel nedeni olarak ifade edilmiştir.

Ağlamamızın da sevabını alacağımızı unutmayalım. Tabi film seyrederken görülen sahnelere, futbol maçında kaçan gollere, dizilerde anlatılmaya çalışılan melanetlere ağlamaktan asla bahsetmiyorum. Allah’ın rahmetini, nimetlerini ve ayetlerini tefekkür ederken, kendimizi sîgaya çekip “Nereye bu gidiş?” derken ağlamak cehennemden uzaklaşarak cennete girme vesilemiz olacaktır.

İnsan; beklentileri ve endişeleri olan varlık. İnsanların beklentileride endişeleri de aynı değildir. Çünkü beklentiler ve endişeler ya iman kaynaklıdır ya da insanın nefsinden kaynaklanır. Beklentilerimizin altında veya üstünde gelişen olaylar, endişelerimizin ortaya çıkması duygu yoğunluğu yaşayarak ağlamamıza neden olur. Bu da gösterir ki ağlayışlarımız ya imanımızdan ya da nefsimizden kaynaklanır.

İslami hizmet ve ilim yolundaki kardeşlerim! Rabbimizden ağlayarak sabır isteyelim ki bu yolda devamlılık esastır. Rabbimizden ağlayarak sebat isteyelim ki fitneler ve fitneciler bizi yolumuzdan alıkoyamasın. Rabbimizden ağlayarak kalbimizin rikkatini artırmasını isteyelim ki kör olmuş gözlerimizin göremediğini kalplerimiz farketsin.

Allah Teâlâ’ya iman edenlerin beklentileri bu dünyanın gelgeç çıkarları için değildir. İman edenler mal, mülk, makam, rızık endişesi taşımazlar. Bu durumda iman edenleri ağlatan nedir? Rıza-i Bari’yi elde edememe korkusu, Allah’ın rahmetinden uzak kalma endişesi, insanların nimetler karşısındaki nankörlüğü, 48


İlkadım Dergisi’nden Okuyucularına Hediye...

İ N E Y • Büyük boy • 320 sayfa • Şamua kağıt Emekli Müftü Bekir Şengün’ün Türkçeye çevirisini yaptığı İMAM NESÂÎ’nin bu değerli eseri, İlkadım Dergisi abonelerine hediye...

• Hz. Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellemgünlük dua ve zikirleri ile bu konudaki tavsiyelerini ihtiva eden İmam Nesâî’nin aynı isimli kitabının muhtasarı bir hadis kitabı. BİLGİ ve İRTİBAT İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0 505 808 35 87 - 0506 674 44 14

Okuyun, Okutun, Abone olun...


“Her Müslüman aynı zamanda eğitimcidir.” Zeki Soyak Hocaefendinin eğitimci talebelerine verdiği eğitim seminerinin kaset çözümlemelerine, eserlerinden bazı eklemelerle düzenlenen her Müslüman için rehber bir eser. İSTEME ADRESİ: Tel:(0384) 213 65 43 0 505 808 35 87 - 0506 674 44 14


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.