İlkadım Dergisi Sayı: 319

Page 1

sayı

319 ISSN-1307-6973

7,5

• ŞUBAT 2015

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

BAŞYAZI- Nureddin Soyak • Dinde Zorlama Yok da Mezhepte mi Var? HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Ahmaktan Kaç!

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KAPAK DOSYASI • Ebubekir Sifil Hoca ile Ehl-i Sünnet Üzerine Söyleşi • Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk / Dr. Yunus Keleş • Yeni Bir Din İnşa Etmek: Ilımlı İslam / Ebubekir Sıddık Yaşlı


İLKADIM DERGİSİ Üç aylık kadın-aile dergisi BACİYAN ve gençlik dergisi GENÇ ADAM dergisi ilaveli...

İLKADIM DERGİSİNE yıllık sadece 90 TL’ye abone olarak; 12 sayı İLKADIM DERGİSİ’ne, 4 sayı BACİYAN DERGİSİ’ne 4 sayı GENÇ ADAM DERGİSİ’ne ve Kulluk Dilekçemiz DUALAR isimli esere sahip olabilirsiniz.

Abone olmak için ve aboneliğinizi yenilemek için acele edin! ABONELİK ve BİLGİ İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0505 808 35 87-0535 251 41 07

Okuyun, Okutun, Abone olun...


ilkadım

ŞUBAT 2015/319

İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Dinde Zorlama Yok da Mezhepte mi Var? /4 KAPAK Dr. Yunus Keleş- Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk/6 Ebubekir Sifil Hoca ile Ehl-i Sünnet Üzerine Söyleşi/11 Ebubekir Sıddık Yaşlı- Yeni Bir Din İnşa Etmek: Ilımlı İslam /14 DENEME/Mustafa Suna Cemaatlerin Hesabı Mahşerde İmamlarından Sorulacak /20

6

ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN Sünnet’e İttiba/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Ahmaktan Kaç! /24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Muhasebe /26 HADİS İKLİMİ/Ziya Ökçe En Kıymetli Sermaye: “Sıhhat ve Boş Vakit” /28 FIKIH/Mehmet Şentürk Vergi (Zekât), Enflasyon ve Faiz /30

11

TASAVVUF/Cemil Usta Kulun Allah’ı Sevmesinin Alametleri /32 KİTAPLIK/M.Selçuk Özdoğan Müslümanın İlk Görevleri & Kur’an Sofrası /33 EĞİTİM/ Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitimde Hedef Kitle Grupları III “Yetişkin Eğitimi”/34 İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Tevbe /36 LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Gâvur Gâvurluğunu Yapacak /38 TARİH KORİDORU/Mehmet Erturan Badi Ekrem’in veya Pokemonların Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda Ne İşi Var?/40

14

SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Umrandan Uygarlığa Medeniyetten Ulus Devlete: Alfabe Değişimi /42 DÜNYANIN NABZI/İbrahim Aydemir İslamofobiyi Anlamak /44 İMBİK/Nuri Ercan Şuradan Buradan... /46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Kulluk’tan Düşme Nedeni; Heva /48

42


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

Kıymetli okuyucu, Danimarka’da ortaya çıkıp birçok Batı başkentinde yayımlanan çirkin karikatürler ve diğer saygısızlıklar Rahmet Peygamberi’ni dünyanın gündemine oturttu. Peygamberleri ile olan/olması gereken irtibatlarının tazelenmesine vesile olsa da bu olaylar Ümmeti Muhammed açısından çok üzücü ve düşündürücüdür.

ilkadım

Rabbimizin “Biz seni âlemler için rahmet olmandan başka bir amaçla göndermedik.” buyurduğu Efendimiz’i (SAV) dünyanın gündemine biz hakkıyla taşıyabilmeliydik oysa. Sadece minarelerimizden seslendirmekle yetinmeseydik keşke; kapalı devre ortamlarda “haydi topluca tekrar edelim de son nefesimizde unutmayalım” diye tekrarladığımız, sürekli “bir yerlerden getirdiğimiz bir kelime” olmaktan kurtarsaydık İslam’ın ilk şartı olan şehadeti. O’nun alemlere rahmet olarak gönderilen elçi olduğunun halimizle, kalimizle, nefsimizle, ailemizle, devletimizle şahitleri olabilseydik.

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 23 SAYI: 319 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

ŞUBAT 2015 Rebîulâhir-Cemaziyelevvel 1436

sayı

319 ISSN-1307-6973

7,5

ÍōCF DōŖŭĤôōōō

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

BAŞYAZI- Nureddin Soyak • Dinde Zorlama Yok da Mezhepte mi Var? HİZMET ADABI- Nureddin Soyak • Ahmaktan Kaç!

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

KAPAK DOSYASI • Ebubekir Sifil Hoca ile Ehl-i Sünnet Üzerine Söyleşi • Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk / Dr. Yunus Keleş • Yeni Bir Din İnşa Etmek: Ilımlı İslam / Ebubekir Sıddık Yaşlı

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

Peygamberimizin (SAV) bir rahmet olduğunu, O’nun yüzünden insanların musibetlere, belalara düçar olmadığını, sıkıntılara girmediğini, cenderelere alınmadığını gösterebilseydik, kendi insanımızdan başlayarak tüm insanlığa. Hem kendisinin, hem de getirdiği nizamın insanlık için tek kurtuluş reçetesi olduğunu, sığınılacak tek ada olduğunu insanlar bize bakarak anlayabilselerdi. Batılıların, kafirlerin saygısızlıklarını bir dereceye kadar belki anlamak mümkündür. Çünkü Rahmet Peygamberinin ifadesiyle “Onlar bilmiyorlar.” Ama kendilerini müslüman olarak nitelendirenlerin En Güzel Örnek/Üsve-i Hasene’yi, O’nun Sünnetini ümmetin hayatından çıkarmak için gösterdikleri gayreti anlamak ve tahammül etmek mümkün değildir. Günümüzde “Ehl-i Sünnet” Müslümanlar “Sünnet-i Nebî Ehli” olmanın öneminin de ne anlama geldiğinin de yeterince farkında değil maalesef. Geçmişte “Sün-


net Ehli” müslümanlar neye nasıl inanacaklarının şuurunda idiler. Bugünse bu şuurun ne yazık ki önemli ölçüde zayıfladığını söylemek durumundayız. Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de dinimizin iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet konusunda birbirinden farklı yaklaşımlar bulunduğunu biliyor, görüyoruz. Dönemini kapatıp tarihe mal olmuş bozuk fikrî ve itikadî cereyanların gençlerimizin arasında yayıldığına, taraftar bulduğuna da üzülerek şahit oluyoruz. Bu eskimiş ve ümmetin gündeminden çıkardığı görüşleri tekrar canlandırmaya çalışanlarla eskiden olduğu gibi mücadele edecek, ümmeti uyaracak kurumsal yapılarımız da yok bugün. Mesela tarihte “Mutezile” denen Kur’an ve Sünnet’i akla uydurmaya çalışan bir kitle vardı. Bu fırka, akılla izah edemedikleri hadisleri inkâr, ayetleri de tevil ederdi. Hatta Hadis-i Şeriflerin büyük bir çoğunluğunu, “içine hata, yalan, eksiklik, fazlalık karışmış olabilir” gerekçesiyle reddederlerdi. “Haricîlik” diye bir fırka vardı, Sahabe’nin büyük bir kısmının dinden çıktığını iddia ederlerdi, kılıçlarından kan damlayan, “dini gayretleri üst seviyede(!)” insanlardı. “Mürcie” fırkası vardı, “mü’min vasfını bir kere kazanmış bir kimse ne kadar günah işlerse işlesin kendisine hiçbir zararı olmaz sonunda cennete girerler.” derlerdi. Günümüzde aynı şeyleri savunan, hatta zaman zaman onlardan bile daha ileri giden insanlarla ya da onların fikirleriyle hemen her gün karşılaşıyoruz. Bu durumun sebeplerinden biri de ümmetin parça parça ve başsız oluşudur. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet anlayışı noktasında Ehl-i Sünnet’e ait olanı diğerlerinden ayıran temel özelliklerin neler olduğunu bilmek ve bunların gerekçelerine vâkıf olmak hayatî önem arz etmektedir. Bu noktada ümmetin alimlerine büyük görev düşmektedir. Rabbimizden bu ümmeti düştüğü zillet çukurundan çıkarmasını, bizleri yeniden “Alemlere üstün kıldığı” ümmet eylemesini niyaz ediyoruz. Selam ve dua ile.

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Mehmet Erturan Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.


BAŞYAZI Nureddin SOYAK

Dinde Zorlama Yok da Mezhepte mi Var? A

llah’a çağırıyor gibi mezhebine, meşrebine, siyasi görüşüne çağıranlar neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Herkes haddini bilsin. Dürüst olsun. Doğru gelsin. Meramını düzgün anlatsın. Kur’an ve Sünnet ölçülerine riayet etmeyenler yalan yanlış işlerine Kur’an ve Sünnetten delil çıkarmaya çalışmasınlar.

A

llah aşkına Müslümanlar ne yaptığının farkında mı? Tarihte yaşananlardan haberleri mi yok? Hiç ibret almazlar mı? Dün zorla hangi mesele halledilmiş ki bugün halledilmeye kalkışılıyor. Gayrimüslimlere bile zorlama yokken, Müslümanlar birbirine neyi zorluyorlar? İctihad nedir? Müctehid nedir? Bilmeyenler birbirini din dışılıkla itham ediyorlar. Bununla birlikte kendi indi mütalaalarını, birbirine dayatan cahil Müslümanlar da her geçen gün artmaktadır. Müslümanlar buna mı memurlar? Zorla ne din olur, ne de iman. Bütün bunlar bilindiği halde bu zorlamanın ardındaki hakikat nedir? Zorlama kimin adına yapılıyor? Allah adına olmadığı kesin. Allah adına diyenler yalancılardır. Çünkü Rabbimiz dinde zorlamayı yasaklamıştır.

dahi olsa hidayete erdirici değildir. Kullar ancak Rabbimizin izni ile hidayete vesile olabilir. Başkalarını zorla imana sokma çabası kişiyi ilahi iradenin önüne geçme gibi bir yanlışa sevk eder. Dün de bugün de bazı cahiller, mezhebî ve meşrebî anlayışları din gibi insanlara dayatmışlardır. Bugün yaşanan kavgalar hala o gereksiz dayatmaların neticesidir. Mezhep imamları bile kendi görüşlerine körü körüne bağlanılmamasını, araştırılmasını, asıl kaynaktan beslenilmesini salık vermişlerdir. Ebu Hanife diyor ki; “Nerede söylediğimizi, verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını bilmeden, incelemeden bizim görüşümüze göre fetva vermek doğru değildir.” Ahmed b. Hanbel ise şöyle diyor; “Ne beni ne Malik’i ne Sevrî’yi ne de Evzaî’yi körü körüne taklit et. Hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al.”

Rabbimiz buyurdu ki: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256) “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 99)

Yoruma müsait nasslar ilim ehlince farklı anlaşılabilir. Bunların yorumu da içtihattır. Kişi ya müctehid olur ya da mukallit. Müctehide niçin böyle ictihad ettin denilemeyeceği

Hidayet Rabbimizdendir. Kul, peygamber 4


gibi, mukallide de niçin falanı taklit ediyorsun denilemez. Çünkü müctehid Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin beyanı ile “görüşünde isabet etmese bile bir sevap” almaktadır. Hal böyleyken cahil Müslümanların hangi müctehid iki sevap aldı, hangisi bir sevap aldı; hangisi isabetli, hangisi isabetsiz kavgası yapması ancak kendilerine zarar verir. Hatta işi, küfürle ithama kadar götürürlerse bu iş de onları cehenneme götürür.

dinleri midir? Asla! Buna sebep nefisleridir, nefisleri… Rabbimiz buyurdu ki: “Her grup kendinde bulunan ile sevinmektedir.” (Mü’minun, 53) “Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise derin bir ayrılık içerisindedir.” (Bakara, 176) “Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerin ardına düşerler.” (Âl-i İmran, 7)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de dinde zorlamayı yasaklamıştır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz zorlamadığı halde arkasında namaz kılan onlarca münafık vardı. Hz. Ömer radiyallahu anh onların öldürülmelerini teklif ettiğinde “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor mu dedirteceğim!” buyurmuştu.

Müslümanlar ellerinde bulunan sahih/ sağlam Kur’an ve Sünnetle övünmeyi bırakıp mezhep ve meşrepleriyle övünmeye başlayınca ayrılık, gayrılık ve de fitne başladı. Bir ve beraber olmaları gerekirken ayrılığa düştüler. Rabbimiz buyurdu ki: “… Mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Rasulüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescid yapanlar vardır.” (Tevbe, 107)

Taassuplar fert ve toplumların helakını hazırlayan önemli sebeplerden biridir. Müslümanın her türlü taassuptan şiddetle sakınması lazımdır.

Dün de bugün de Müslümanlar arasına fitne sokmak isteyenler her zaman pusuda beklemiş, fırsatını bulunca da gereğini yapmışlardır.

Rabbimiz buyurdu ki: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 105)

Rabbimiz buyurdu ki: “Allah, şöyle bir şehri misal verdi. Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık Allah onlara şiddetli açlık ve korku ıstırabını tattırdı.” (Nahl, 112)

Önceki ümmetlere de apaçık deliller gelmesine rağmen, gereksiz tartışmalar neticesinde ayrılığa düşmüşler ve toplumlarının helakına vesile olmuşlardır. Rabbimiz buyurdu ki: “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip onun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” (Enam, 153)

Mezhebi, meşrebi, siyasi görüşlerini insanlara din gibi dayatanlar neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Allah’a çağırıyor gibi mezhebine, meşrebine, siyasi görüşüne çağıranlar neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Herkes haddini bilsin. Dürüst olsun. Doğru gelsin. Meramını düzgün anlatsın. Kur’an ve Sünnet ölçülerine riayet etmeyenler yalan yanlış işlerine Kur’an ve Sünnetten delil çıkarmaya çalışmasınlar.

“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” (Enam, 159) Tarihte -inançları ne olursa olsun- tüm milletlerin ayrılığa düştüğüne şahit oluyoruz. Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler gruplara ayrılmışlardır. Maalesef Müslümanların da gruplara ayrıldığına şahit oluyoruz. Buna sebep 5

ŞUBAT 2015 / 319

Birlik ve beraberlikte huzur, sükûn ve bereket vardır. Ayrılıkta ise korku ve ıstırap vardır.


KAPAK Dr. Yunus Keleş* kapak@ilkadimdergisi.net

Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk E

hl-i sünnet kavramı, üçüncü yüzyıldan itibaren “vasat ümmet” olma manası gereği orta yolu tutan, toplumsal bütünlüğü tehdit eden hareketlere ve fikirlere karşı kuşatıcı, bütünleştirici, akıl, vicdan, gönül ve kalbin kabulde zorlanmayacağı en sağlıklı ve sahih yolun açan bir işlev üstlenmiştir.

E

hl-i Sünnet kavramı, Arapça üç kelimenin bir araya gelmesiyle oluşan bir isim tamlamasıdır. Bu üç kelime; “ehl”, “sünnet” ve “cemaat”tir. Özellikle “sünnet” ve “cemaat” kavramlarının karşılıkları oldukça önemli ve bir o kadar da geniş kapsamlıdır. Bu kavramın Ehl-i sünnet terkibinde kullanılışı ise Hz. Peygamber’in sünnetine ve O’na tabi olanların yoluna ait olma, O’nun ve yoluna tabi olanların düşüncesine sahip olan kişi ve gruba dâhil olma anlamına gelmektedir. Sünnet terimi, Hz. Peygamber aleyhisselam’ın söz, fiil ve takrirleri olarak O’nun örnek hayatının bütün ilkelerini ifade eden bir terimdir. Sünneti, mümkün mertebe

tevil ve yoruma tabi tutmadan alan Selefiyye ve ehl-i hadis, ilk önce ehl-i sünnet olarak anılagelen bir akım olmuştur. Fakat daha sonra Matüridî ve Eşa’arî geleneğiyle birlikte artık yorum ve tevillerle sünnetin doğru anlaşılması için yapılan geniş çaplı fikrî ve fıkhî telakkilerin yayılmasıyla ehl-i sünnet kavramı, daha geniş bir sürece girmiş ve kapsamlı bir anlam kazanmıştır. Dini bir terim olarak ve Ehl-i sünnet terkibinde kullanıldığında ise cemaat kavramı; özel olarak ashâbı ifade eden bir kelime, kurtuluşa eren fırkaya mensup ilim ve hidayet ehli, hak üzere bulunan topluluk, Peygamber’in sünneti etrafında toplanan büyük topluluk, bir 6


D

ünya Müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturduğu kabul edilen Ehl-i sünnet’in İslamî ilimlerin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslamî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimler tarafından kaleme alınmıştır. Ehl-i sünnet, bazılarının iddia ettiği gibi, bir meşruiyyet aracı olarak icat edilmemiştir. Bilakis sosyolojik bir zorunluluktan doğmuştur. Mevcut siyasal düzenin bekçisi olmamıştır. Ehl-i sünnet’in katı iktidar yanlısı, değişimlere kapalı ve adeta toplum mühendisliğini andırır şekilde lanse edilmesi asılsız ve abartılı ifadelerdir.

mescitte namaz kılan kimseler gibi manalara gelmektedir. Tabiûn nesliyle birlikte kullanılmaya başlanan bu ifade, Ehl-i bid’at karşılığı kullanılagelmiştir. Buna göre; bid’at hatalarına düşmeyen kelam âlimleri, ehl-i hadis ve ehl-i rey ekolüne mensup fakihler, muhaddisler, dilciler, müfessirler, şer’i ölçülere bağlı mutasavvıflar, mücahitler ve bunlara tabi olan halklar ehl-i sünnet olarak tanımlanmışlardır. Ehl-i sünnet; nebiler ve resuller yolu, onları takip eden sahabe ve onlara tabi olan âlimler, müçtehitler, zahitler ve abidlerden müteşekkildir. Hz. Peygamber’in vefatından bir müddet sonra ümmetin kendi arasında yaşadığı bir takım sıkıntılarda, Müslümanları toparlamak, bütünleştirmek ve bir cemaat olarak kenetlemek için uğraşan Abdullah b. Ömer (v.74/693), İbrahim en-Nehaî (v.96/714), eşŞabî (v.104/722), ve Hasan el-Basrî (v.110/728) gibi âlimler, siyasete mesafeli durmuşlar ve iktidarın İslam’a uygun görmedikleri uygulamalarını eleştirerek tavsiyelerde bulunmuşlar, bununla birlikte iktidara karşı silahlı mücadeleyi de tasvip etmemişler ve diğer meselelerde de makul ve birleştirici bir yaklaşım ve çaba içinde olmuşlardır. Bunlara Ehl-i sünnet’in öncü şahsiyetleri de denilebilir.

rak sünneti ön plana çıkarıp ta’til, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiştir. Bu süreçte Ehl-i sünnet-Ehl-i bid’at ve Ehl-i ehva ayrımı hicri II. asırda itikadi zümreleşme olarak netleşmiştir. Ancak sonraki dönemlerde Matüridî ve Eş’arî ile başlayan süreçte aynı ilkeler, daha kapsamlı ve ayrıntılı olarak ele alınmış, Selefin aksine akli deliller, istidlaller ve gerektiğinde teviller de yapılmıştır. Selefin dikkate almadığı bilgi problemi, tabiat felsefesi gibi konular ele alınmış ve işlenmiş, önceki dönemlerde müphem kalan konular açık hale getirilmeye çalışılmıştır.

Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlilerinden birisi de Ebû Hanîfe’dir. Ebû Hanîfe kendi döneminde ortaya çıkan ve sonraları birer ekol haline gelen bid’at ehli karşısında çok tartışılan konularda ehl-i sünnet çizgisini net bir şekilde ortaya koymuş, ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın mana itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını savunmuş, büyük günah işleyenin mü’min olduğuna hükmederek ahirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet akidesinin en önemli meselelerine ışık tutmuştur. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, bid’at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine paralel ola-

Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve sünnete uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi 7

ŞUBAT 2015 / 319

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramının oluşması dört asırlık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.


kılmakla, diğer gruplara göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Çünkü dinde esas ve sabit olan, doğrululuğunda şüphe olmayan vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. Zira dinin sabiteleri, Müslüman toplumu bir arada tutan, karmaşayı önleyen temel ilkelerdir. Bu sabitelerin ortadan kaldırılması, dinin tüm söylemlerini, kendi dünya görüşünün etkinliğini yitirmesi anlamına gelecektir. Ortada din kalmayınca da ictihada, mahal olacak dinî bir alan da kalmayacaktır. Bu nedenle sabitelerin korunması esastır. İşte Ehl-i sünnet hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır.

B

Dünya Müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturduğu kabul edilen Ehl-i sünnet’in İslamî ilimlerin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslamî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimler tarafından kaleme alınmıştır. Ehl-i sünnet, bazılarının iddia ettiği gibi, bir meşruiyyet aracı olarak icat edilmemiştir. Bilakis sosyolojik bir zorunluluktan doğmuştur. Mevcut siyasal düzenin bekçisi olmamıştır. Ehl-i sünnet’in katı iktidar yanlısı, değişimlere kapalı ve adeta toplum mühendisliğini andırır şekilde lanse edilmesi asılsız ve abartılı ifadelerdir. (Mustafa Irmaklı, Abdülkâhir ElBağdâdî’nin Ehl-i Sünnet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010)

ütün bu olanlara rağmen kuşatıcı ve sahih yolun kılavuzu olan ehl-i sünnet uleması, bid’at fırkaların ekseriyetini tekfirden kaçınmış; onları tevile müsait olduğu ölçüde İslam dairesi içerisinde saymış ancak bid’ate daldıklarını ve hak çizgiden sapmış olduklarını ilan etmişlerdir. Böylece ehl-i sünnetin billur akidesini işleyen ulema, bid’at fırkalarının kendilerine göstermedikleri insafı onlara göstermişlerdir. Ancak İslam’ın temel akide esaslarını doğrudan hedef alan ve dinin asıllarını bozmaya çalışan Batıniyye, Nusayriyye, Kadıyaniyye gibi gulat taifesinin İslam dışında olduğunu belirtmişler, dinin temel esaslarının yegâne belirleyici olacağını bu temel akideye muhalif tutumların müsamahayı hak etmediklerini söylemişlerdir.

Ehl-i Sünnet teriminin ilk dönemlerdeki kullanımlarından, bunun belli bir ekol anlamından çok, ahlâkî bir anlam taşıdığını anlamaktayız. Örneğin bu terimin en eski rivayetlerinden biri, Müslim’in naklettiği İbn Sîrîn’e ait “İsnaddan sormazlardı. Fitne ortaya çıkınca ‘(hadisleri işittiğiniz) kişilerin isimlerini 8


zikredin’ denilmeye başlandı. Bu kişiler Ehl-i Sünnetten iseler hadisleri alınır; Ehl-i Bid’atten iseler alınmazdı.” (Müslim, Mukaddime, 1315.) şeklindeki ifadedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki Ehl-i Sünnet ifadesi, daha sonraki dönemlerde kullanıldığı gibi, kendine has bir kimlik kazanmış belli bir grubun adı olarak değil; Kur’an ve sünnete uyan kimselerin oluşturduğu geniş halk kitlesine verilen bir sıfat olarak kullanılmaktaydı. Hasan el-Basrî’nin (ö. 110) şu sözü de önemlidir: “Ehl-i Sünnet geçmişte azınlık idi, gelecekte de azınlık duruma düşecektir. Ehl-i Sünnet’e mensup olanlar zevk ve sefaya düşenlerle ve bid’atçilerle beraber olmadılar. Rablerine kavuşuncaya dek sünnet üzere yaşamaya sabrettiler. İnşallah siz de onlar gibi olursunuz.” Bu ifadelerde Hasan el-Basrî, Ehl-i Sünnet’in, Rasûlullah aleyhisselam’ın sünnetine uymak, yaşamını ona göre düzenlemek, bid’at ve bid’atçilerden uzak durmak anlamına dikkat çekmektedir. Kısacası o bu ifadelerindeki Ehl-i Sünnet ile genel Müslüman kitleyi kastetmiştir.

Bütün bu olanlara rağmen kuşatıcı ve sahih yolun kılavuzu olan ehl-i sünnet uleması, bid’at fırkaların ekseriyetini tekfirden kaçınmış; onları tevile müsait olduğu ölçüde İslam dairesi içerisinde saymış ancak bid’ate daldıklarını ve hak çizgiden sapmış olduklarını ilan etmişlerdir. Böylece ehl-i sünnetin billur akidesini işleyen ulema, bid’at fırkalarının kendilerine göstermedikleri insafı onlara göstermişlerdir. Ancak İslam’ın temel akide esaslarını doğrudan hedef alan ve dinin asıllarını bozmaya çalışan Batıniyye, Nusayriyye, Kadıyaniyye gibi gulat taifesinin İslam dışında olduğunu belirtmişler, dinin temel esaslarının yegâne belirleyici olacağını bu temel akideye muhalif tutumların müsamahayı hak etmediklerini söylemişlerdir. Ama diğer bid’at fırkalarının kendi çaplarındaki tevillere dayalı ve tevhid akidesini hedef almayan yanlışlarını reddetmekle birlikte onları tekfir de etmemişlerdir. Mesela Allame Kevserî, Mutezile’yi iki döneme ayırmıştır. Bunların ilkinde Mutezilî ulemanın yaptıklarını büyük bir takdirle karşılamış, onlar için övgü dolu sözler söylemiş ve onların İslam dinini Dehrîler’in, peygamberi inkâr edenlerin, Senevîyye’nin, Hıristiyanlar’ın, Yahudiler’in, Sâbiîler’in ve ilhadçı grupların zararlarından korumak gibi şerefli bir görevi üstlendiklerini belirtmiştir. Kevserî, Mutezile’nin ikinci dönemi için ise eleştirilerde bulunmuştur. Ona göre Mutezile mensupları, muhalifleriyle çok fazla münazara ettikleri için, onlardan kendilerini doğru yoldan saptıracak, ashâbın reddettiği bazı bid’at görüşler akıllarına sira-

Ehl-i sünnet kavramı, üçüncü yüzyıldan itibaren “vasat ümmet” olma manası gereği orta yolu tutan, toplumsal bütünlüğü tehdit eden hareketlere ve fikirlere karşı kuşatıcı, bütünleştirici, akıl, vicdan, gönül ve kalbin kabulde zorlanmayacağı en sağlıklı ve sahih yolun açan bir işlev üstlenmiştir. Dolayısı ile onun ifrat ve tefritten uzak olan bir rol üstlenmiş olması, daha çok dışlayıcı anlamlarla beslenen, ifrat ya da tefrite kayan fırka ve ekollerle aynı kategoriye sokulmamasını gerektirmektedir. Yani birçok fırkadan biri de ehl-i sünnet fırkasıdır şeklinde bir tanımlama doğru değildir. Dolayısıyla İslam dünyasını bölüklere ayıran fırkalar gibi bir fırka olarak da kabul edilemez. Bir başka açıdan Ehl-i Sünnet, Kur’an’ın ve onun getirdiği inanç sisteminin anlaşılmasına yönelik bir bakış açısı olduğu kadar; aynı zamanda sosyo-politik alanda ortaya çıkan olaylara karşı ortaya konulan ente9

ŞUBAT 2015 / 319

lektüel bir tavrı (cemâ’a) da ifade etmektedir. Fırka-ı nâciye (kurtuluşa erecek fırka), dinde kesin olarak sabit olan şeylere tutunan sahabenin ve Müslüman topluluğunun yolundan gidenlerdir. Geri kalanların hepsi dalâlettedir. Mezkûr hadislerde geçen 73 sayısı, Müslümanların sayısını 73’le sınırlandırmayı değil; fırkaların çokluğunu göstermektedir.


B

ize düşen de tüm ağırlıklarıyla gelen bu batıl ordusuna karşı fikrî, ilmî cihad kılıcını kuşanmaktır. Ama düzenli gelen düşman ordusuna karşı dağınık ve keşmekeş bir vaziyette ortaya çıkmak hem sünnetullaha uygun düşmez hem de yenilgiye mazeret bulmaya imkân vermez. O halde güç yettiğince donanımlı, ilim, fikir ve hikmetle neşvünema bulan nesiller yetiştirmek en öncelikli farzlardan olsa gerektir.

yet etmiştir. Hattabî’nin de dediği gibi; daha sonraki dönemlerde Mutezile samimiyetini kaybetmiş ve birçok bid’atler ihdas etmiştir. Kevserî kendi zamanına meseleyi getirerek; Müslüman olmuş gibi görünen ancak eski inançlarını asla terk etmeyen bazı eski din mensuplarının Müslümanlara ciddi zararlar verdikleri kanaatini belirtmiştir. O, bu durumu izah ederek tabloyu şöyle tasvir etmiştir: “Bazı Yahudi âlimler, Hıristiyan rahipler ve Mecusi din adamları Hulefâ-i Râşidîn döneminde İslam’a girdiklerini söylemişler ve kendi inançlarını kılıfına uydurarak ilim adına hiçbir şey bilmeyen cahil raviler ve basit köleler arasında yaymaya başlamışlardır. Bu raviler de gönül rahatlığıyla cahiliyye inançlarında bulunduğu için yadırgamadan içinde Allah adına teşbih ve tecsim bulunduğunu bile bile bu hurafeleri almış ve başkalarına rivayet etmişlerdir. Böylece teşbih inancı alınmış ve Müslüman toplulukların itikatlarına yavaşça işlemiştir. (Mehmet Zahit Ünver, Son Dönem Bir Osmanlı Âlimi M. Zâhid Kevserî’nin Ehl-i Sünnet Algısı ve Mezheplere Bakışı, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2011)

ri, canları sıkıldıkça bu işe girişmekte, bunu vakit geçirmek için yapmaktadır. Bilakis organizeli, planlı ve ciddi sermayeler bağlanan komple bir hareketle karşı karşıyayız. Onlar her fırsatı değerlendirmekten, İslam dünyası içerisinde işbirliği yapabilecekleri her meslekten karakteri ve şahsiyeti zayıf tarafgirler bulmaktan geri durmamaktadırlar. Fırsat yoksa suni fırsatlar oluşturmak için de her tür olaya imza atmaktan da çekinmeyeceklerdir. Onların asıl hedeflerinde, dinin temel esaslarına yönelik derinlikli ve yıkıcı faaliyetler vardır. Sünnetin sübutu ve teşri etkisine bu yüzden saldırılar artmıştır. Kur’an-ı Kerim’i doğrudan hedefe koyamadıkları için de onun içeriğiyle ilgili kuşku artırıcı, kendi bid’at ve batıllarına uyan yorumlar getirici fikirlere sarılmışlardır.

Bunun gibi günümüzde de aynı tavırların fazlasıyla icra edildiğini üzülerek belirtmemiz gerekiyor. Nitekim Osmanlının inkıraza yüz tuttuğu dönemlerde İngilizlerin 5 bin özel yetiştirilmiş âlim ve hoca kisvesinde adamlarını Osmanlı’nın her yerine gönderdiği, bunların yıllarca Müslüman kimliğinde hatta hoca, âlim vasfında görevli olarak uzun yıllar bu topraklarda fitne görevlerini ifa ettikleri artık tarihen aydınlığa çıkarılmış bir husustur. İslam dünyasının hazinelerini 800’lü yıllardan itibaren tercümelerle elde etmeye çalışan batı, bilhassa oryantalizm, modernizm gibi vesilelerle İslam dünyasında kafa karışıklığı, dinî asıllara karşı şüphe ve batıla karşı dirençleri kırma politikasını ısrarla sürdürmektedir.

Bize düşen de tüm ağırlıklarıyla gelen bu batıl ordusuna karşı fikrî, ilmî cihad kılıcını kuşanmaktır. Ama düzenli gelen düşman ordusuna karşı dağınık ve keşmekeş bir vaziyette ortaya çıkmak hem sünnetullaha uygun düşmez hem de yenilgiye mazeret bulmaya imkân vermez. O halde güç yettiğince donanımlı, ilim, fikir ve hikmetle neşvünema bulan nesiller yetiştirmek en öncelikli farzlardan olsa gerektir.

Zannetmeyelim ki, batı’nın bu batıl ekolle-

* Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı 10


KAPAK Söyleşi:Enes Belada kapak@ilkadimdergisi.net

EBUBEKİR SİFİL HOCA İLE

“EHL-İ SÜNNET” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

K

ısaca ifade edecek olursak Ehl-i Sünnet, Efendimiz aleyhisselam ve sahabe-i kiram, din’de neyi nasıl yapmışsa onu öylece yapanların, ehl-i bid’at da din’i, O’nun rehberliğine başvurmadan kendi hevasına göre anlayıp yaşayanların tuttuğu yoldur.

S

ayın hocam ehl-i sünnet ve ehl-i bidat nedir?

dece amelî meselelerle sınırlı olarak değil, tam aksine bütünüyle din’in anlaşılmasında ve yaşanmasında Efendimiz aleyhisselam’ın rehberliğine tabi olmanın adıdır. Bunun içinde itikad, ibadet ve ahlak olarak din’in bütünü vardır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ile ehl-i bid’at arasındaki fark ‘ilmî’ olmaktan önce ‘itikadî’dir.

Bismillâhirrahmânirrahîm. Kısaca ifade edecek olursak Ehl-i Sünnet, Efendimiz aleyhisselam ve sahabe-i kiram, din’de neyi nasıl yapmışsa onu öylece yapanların, ehl-i bid’at da din’i, O’nun rehberliğine başvurmadan kendi hevasına göre anlayıp yaşayanların tuttuğu yoldur. Ehl-i sünnet vel cemaat dendiği zaman kastedilen sadece amelî mi, yoksa sadece ilmî bir farklılık mıdır?

Olabilir. Tarihte de görüldüğü gibi bir kısım insanlar amelde Hanefî oldukları halde itikadda Mu’tezile mezhebini benimsemişlerdir. Yine bir kısım insanlar amelde Hanbelî oldukları halde itikadda Müşebbihe/ Müces-

Bir önceki sorunun cevabında da kısaca ifada etmeye çalıştığım gibi Ehl-i Sünnet sa11

ŞUBAT 2015 / 319

Bir insan itikatta ehl-i sünnet olmadığı halde amelde ehl-i sünnet olabilir mi?


E

hl-i Sünnet fıkıh mezhepleri “edille-i şer’iyye” dediğimiz temel delillerde ittifak halindedir. Bunlar Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Buradaki ‘Sünnet’ tabiri büyük ölçüde ‘hadis’ üzerine kurulu anlayışları yansıtır. Ancak bu demek değildir ki bu mezheplerin tamamı aynı hadisleri delil olarak benimsemiştir. Mezheplerin her birinin hadisler konusunda benimsediği farklı prensipler vardır. Bu prensipler doğrultusunda bir kısım hadisleri esas alırken, diğer bir kısmını tevil ederler. Bu her mezhep için böyledir.

İslam Dünyası’nda mevcut fıkhî mezhepler içinde sadece Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri Ehl-i Sünnet’tir. Günümüzde Ehl-i Sünnet’in fıkhî mezhepleri bunlardan ibarettir. Ümmet’i Ehl-i Sünnet yolu üzere tutmak amacıyla bu dört mezhebin dışındakilerin ‘beşinci mezhep’ tabiriyle bir anlamda dışlandığı bir vakıadır ve bu doğru ve son derece isabetlidir. Ca’feriyye, Zeydiyye, İbadiyye… gibi mezhepler günümüzde esasen bid’at itikadlar benimsemiş kesimlerin fıkhî tercihlerini ifade ettiği için halk kullanımındaki ‘beşinci mezhep’ tabirinin içine girerler. Mezkûr 4 fıkhî mezhep dışında Ehl-i Sünnet için beşinci, altıncı… mezhepler söz konusu olabilir mi? Bu sorunun biri ‘teorik’ diğeri ‘pratik’ iki cevabı vardır. Teorik olarak bu soruya ‘evet’ deriz. İctihad kapısı açıktır. Oradan girmeye ehil olan herkes yeni bir mezhep tesis edip ictihad yapabilir.

sime itikadını benimsemişlerdir. Bu vakıa bugün de varlığını sürdürmektedir. Bu insanların fıkıhta Sünnî bir mezhebi benimsemiş olması Ehl-i Sünnet olduklarını göstermez. Zira ‘Ehl-i Sünnet’ kavramı özellikle ve öncelikle ‘itikadî’ tercihi anlatır. Fıkhî tercih ona bağlı olarak ortaya çıkan ‘ikincil/ tali’ bir tercihtir.

Nitekim dört mezhebin oluşum dönemlerinde ve öncesinde müctehid âlim sayısı kadar mezhep bulunduğu ehlinin malumudur. Ancak ‘pratik’ olarak bu mümkün olmuş mudur diye baktığımızda, 1000 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen İslam Dünyası’nda mutlak müctehid yetişmemiş, dolayısıyla 4 mezhep dışında yeni bir mezhep teşekkül etmemiştir. “İctihad kapısı kapanmıştır.” sözü de bu vakıayı anlatmak için söylenmiştir.

İtikatta ehl-i sünnet olduğu halde amelde ehl-i sünnet olmayan mezhepler var mıdır? Kısmen Zahiriyye mezhebi böyledir. Kurucusu olmadığı halde bu mezheple adeta özdeşleşmiş olan İbn Hazm, itikadda Ehl-i Sünnet’e -mesela Hanbelî olduğunu söyleyen İbn Teymiyye’den çok daha- yakındır; ama fıkhî alanda Kıyas’ı bir delil olarak kabul etmemekle Usul’de Ehl-i Sünnet fıkıh mezheplerinden ayrılmıştır.

Ehl-i sünnet mezhepleri, Kur’an-ı Kerim dışındaki şer’i deliller ve fıkhî kaynaklarda mesela hadis kaynaklarında ittifak halinde midirler? Değillerse bu durumu kısaca nasıl açıklayabiliriz? Ehl-i Sünnet fıkıh mezhepleri “edille-i şer’iyye” dediğimiz temel delillerde ittifak halindedir. Bunlar Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Buradaki ‘Sünnet’ tabiri büyük ölçüde ‘hadis’ üzerine kurulu anlayışları yansıtır. Ancak bu demek değildir ki bu mezheplerin

Dört mezhebin dışında bir beşinci veya altıncı mezhep olabilir mi? Dört mezhebin hepsi itikadî olarak ehl-i sünnet midir? 12


tamamı aynı hadisleri delil olarak benimsemiştir. Mezheplerin her birinin hadisler konusunda benimsediği farklı prensipler vardır. Bu prensipler doğrultusunda bir kısım hadisleri esas alırken, diğer bir kısmını tevil ederler. Bu her mezhep için böyledir. Hadis üst başlığı altında birçok ilim dalı vardır. Bunlardan biri de “Muhtelifu’l-Hadîs” veya “İhtilâfu’l-Hadîs”tir. Birbiriyle tearuz halinde olan hadisler konusunda nasıl davranılacağından bahseden bu ilim dalında her bir mezhep farklı bir metot benimsemiştir. Mezhepler arasında mevcut ihtilafın sebeplerinden biri de budur.

E

fendimiz aleyhisselam’ın din’de bid’at çıkarmakla ve çıkaranlarla ilgili hadislerini üzerinde düşünerek okuduğumuzda bid’atin, özellikle de itikadî bid’atin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu anlıyoruz. Günümüzde bu şuurun yeniden ihya edilmesi Ehl-i Sünnet’in temel bir görevidir.

Sayın hocam bireysel olarak düşündüğümüzde bir kimsenin Müslüman olarak kabul edilmesi için mutlaka ehl-i sünnet mi olması gerekmektedir? Ehl-i sünnet olmadan da Müslüman olunabilir mi? Veya ehl-i sünnet dışında kalanlar kesinlikle sapık ve bid’at ehli olarak mı nitelenir? Bu sapıklık ve bid’at ehli olmak küfürde olmak anlamına mı gelmektedir? Bir de ehl-i sünnet olduğu halde Müslüman kabul edilemeyecek kişiler ya da fırkalar bulunabilir mi?

nun detaylarını görmek mümkündür. Ama bu, bid’at ehlinin tamamı böyledir anlamına gelmez. Bir kimsenin Müslüman sayılması için Ehl-i Sünnet olması şart mıdır? Değildir amma Efendimiz aleyhisselam’ın ve Sahabe-i Kiram’ın anladığından ve yaşadığından farklı, onlardan bağımsız bir Müslümanlık tasavvur etmek ne kadar sağlıklıysa o kadar ‘sağlıklı’ Müslümanlık olacaktır bu.

Ehl-i Sünnet dışında kalan mezheplere (bid’at mezheplere yani) mensup insanlar, “bid’ati küfre varanlar” ve “bid’ati küfre varmayanlar” şeklinde ikiye ayrılır. Bir diğer deyişle Ehl-i Sünnet dışında kalan insanların tamamı dinden çıkmıştır, kâfirdir demek kesinlikle doğru değildir. Aralarında küfre kaymış olanlar vardır. Mesela Şia üst başlığı altında yer alan fırkalardan birçoğu, sadece Ehl-i Sünnet tarafından değil, bizzat Zeydiyye, İmâmiyye gibi şii fırkalar tarafından da tekfir edilmekte, küfre kaydıkları söylenmektedir.

Sayın hocam zaman ayırdığınız için İlkadım Dergisi olarak teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür eder, muvaffakiyetler dilerim.

Fırak/ Milel-Nıhel kitaplarında bu konu13

ŞUBAT 2015 / 319

Efendimiz aleyhisselam’ın din’de bid’at çıkarmakla ve çıkaranlarla ilgili hadislerini üzerinde düşünerek okuduğumuzda bid’atin, özellikle de itikadî bid’atin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu anlıyoruz. Günümüzde bu şuurun yeniden ihya edilmesi Ehl-i Sünnet’in temel bir görevidir.


KAPAK Ebubekir Sıddık Yaşlı kapak@ilkadimdergisi.net “Ocak sayımızda yer darlığından dolayı yayınlayamadığımız bu yazıyı Şubat sayımızda istifadenize sunuyoruz.”

Yeni Bir Din İnşa Etmek:

ILIMLI İSLAM R

adikalizme karşı ilaç olarak sunulan Ilımlı İslam projesi ile de aynı amaca hizmet eden farklı bir cephe açılmıştır. Bu cephe de yine Müslümanlar arasında taraf bulmuş, “iyi niyet” görüntüsü ile saf ve değişmemiş olan İslam dinine yeni bir saldırı ve değiştirme politikası hayata geçirilmiştir.

İ

belirleyen temel unsur olmuştur.

nsanlık tarihi, hak-batıl mücadelesinden ibarettir. Hak ve Batıl taraftarları, açık ya da gizli olarak bu mücadelelerine aralıksız olarak devam etmişlerdir. Gücü eline geçiren taraf, başta karşı taraf olmak üzere tüm insanlığı egemenliği altına almak için sürekli bir gayret içerisinde olmuşlardır. Başka bir ifade ile tüm insanlığa ve dünyaya egemen olmak, güç sahiplerinin temel hedefi olmuştur. Her türlü imkânlarını, bu hedeflerini gerçekleştirmek üzere seferber etmişler, her şeylerini bu hedeflerine göre dizayn etmişlerdir. Bu hedefleri onların; tüm ilkelerini, stratejilerini, yöntemlerini, değerlerini ve ölçülerini

İnsanlık tarihi kadar eski olan bu mücadelenin düşünsel arka planında, insan nefsinin ilahlık iddiasının yattığını söylemek, çok da yadsınacak bir tespit değildir. Tıpkı şeytanın, kendisini de yaratan yegâne İlah’a isyan etmesi ve egemenliğini ilan ederek insanlığı biçimlendirmek üzere bir iddiada ve O’ndan bu doğrultuda izin talebinde bulunması gibi. İnsanlık tarihi içerisinde Firavun’un, Nemrut’un, Haman’ın, Ebu Cehil ya da Ebu Leheb’in “kalkış”ları da bu iddia ve yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Elbette şeytan ile başlayan İlah’a karşı ilahlık kalkışları bunlar14


la sınırlı değildir; bunlar son değildir, son olmayacaktır. Ancak tarih Miladi 610 yılını gösterdiğinde bu mücadeleye ilişkin önemli bir kilometre taşı daha, insanlık tarihine paralel inşa edilen kuleye yerleştirildi. Bu taş, aynı zamanda bir sonun başlangıcı idi. Bunu, yegâne İlah olan Allah azze ve celle, Yüce Kitab’ına “Hak geldi Batıl zail oldu” (İsra, 81) notunu düşerek tüm insanlığa bildirdi (Âmennâ ve Saddaknâ). Bu not, Hak üzerinde olanlara da Batıl üzerinde olanlara da hitap eden; her iki kesim için de son noktayı kayacak nitelikte bir içeriğe sahipti. Hem Hak ehli, hem de Batıl ehli bu nottan ve mutlaklık içeren yargıdan hissesini çıkardı. Hak ehlinin yol haritası (Kur’an), inanan insanların elindeydi artık. Batıl taraftarlarının da, bu yeni döneme ilişkin kendileri için yeni bir yol haritası çizmeleri gerekiyordu.

O

rtada kaynakları net ve değişmemiş bir din olan İslam’a, gerek ılımlılaştırma gerekse radikalleştirme yönünde yapılan her türlü ekleme ve çıkarma, Allah’ın dinini beğenmeyip yeni bir din organize etme çabasından başka bir şey değildir.

Hedefe ulaşmak için stratejiler, yöntemler, teknikler ve araçlar yeniden gözden geçirilmeli ve yeni yollar belirlenmeliydi. Aksi durumda mücadele kaybedilmişti, kaybedilmeye mahkûm olacaktı. Hak ehlinin kısa zamanda toparlanması ve yayılması, bu gidişatı açıkça gösteriyordu.

Beklenmeyen ve istenilmeyen bu sonuçlar göz önüne alınarak İslam karşıtı olan kişiler, toplumlar ya da devletler, bu gelişmelerden bir takım çıkarımlara gittiler. Bu çıkarımlar arasında şunlar söylenebilir;

Elbette strateji değişikliği yapana kadar, mücadeleye ara verilmeksizin devam edilmeli; “Nur”u söndürme çabaları sürmeliydi. Bu doğrultuda savaşlar yapılmaya, seferler düzenlenmeye, fiziksel baskılar kurulmaya vb. devam edildi/ devam da etmektedir. Ancak bu seferler çoğu zaman büyük mağlubiyetlerle sonuçlandı. İslam dini taraftarları, bu seferlerden daha da güçlenerek çıktı; farklı coğrafyalara kadar yayılmalarının önü açıldı; her geçen gün İslam dinine giren kişilerin ve kitlelerin sayısı arttı.

2- Bu baskı ve şiddet uygulamaları, Müslümanların daha da güçlenmesi ve birbirlerine bağlanması ile sonuçlanmaktadır. 3- Aynı strateji ve yöntemlerin kullanılması, her geçen gün, Müslümanların nicelik ve nitelik olarak güçlenmelerine; karşıtlarının 15

ŞUBAT 2015 / 319

1- İslam dini ve Müslümanlar; savaş yapılarak, fiziksel şiddet ya da baskı yolları kullanılarak yenilemezler.


ise zayıflamasına yol açmaktadır. 4- İslam toplumunu güçlü kılan temel etken, aslı bozulamamış Kur’an ve sağlam kaynaklardan ulaşan Sünnet-i Seniyye ile beslenen tevhid inancı, birlik ve beraberlik ruhudur. 5- İslam toplumu, dıştan gelen şiddet ve zorlamalara rağmen mücadeleden güçlenerek çıkarken, kendi içindeki bölünme ve parçalanmadan daha büyük zarar görmektedir. 6- Etnik köken, mezhepleşme, taassubiyet gibi nifak tohumlarının İslam toplumuna verdiği zarar, onlarla yapılan savaş ve baskı uygulamalarının verdiği zarardan kat be kat daha fazla ve daha etkili olmaktadır.

Ü

zücü olan, Müslümanların; en saf, en sağlam, en şifalı kaynağı elinde bulundurmalarına rağmen, onu görüp anlayamadığı için şifayı başka kaynaklardan aramalarıdır. Maalesef sonu izm ile biten, beşeri kaynaktan beslenmiş bir takım akımlar (hümanizm, pozitivizm, rasyonalizm, realizm vb.) ile muharref dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik vb.) savunucuları tarafından ortaya atılan kavram ve düşünme biçimlerinin Müslümanları derin biçimde etkilemesi ve taraftar bulmalarıdır. Radikalizm, taassubiyet, başıboşluk ya da aşırı özgürlük/ esneklik hastalıkları ile mücadele etmesi gereken Müslümanlar, ellerine tutuşturulan bir başka Batı kaynaklı şifa aracına, “mal bulmuş mağribî” gibi sarılmış ve taraftarlığını yapmaya başlamışlardır.

7- İslam toplumuna nifak tohumları ekilerek yapılan mücadele, savaş gibi fiziksel şiddet içerikli mücadeleye göre Batıl güçler açısından daha ekonomik ve daha kolay olmaktadır. 8- Daha önce Tevrat ve Yahudilikte, İncil ve Hıristiyanlıkta yapılan tahrifat ve değiştirme çabaları, Kur’an ve İslam üzerinde yapılamaz.

Bu ve benzeri tespitler -yukarıda da kısaca değinildiği gibi- İslam dini ve inananlarına dönük yapılacak mücadele için yeni bir stratejinin geliştirilmesini; yeni bir yol haritası çizmenin zorunluluğunu ortaya koymuştur. Artık A planının yanı sıra B, C, D… planları yapılmalı; çok yönlü ve sorunu kökten çözebilecek yöntemler ve teknikler geliştirilmeli; yeni ve etkin vasıtalar oluşturulmalıydı. Bu yeni ve özel strateji genel olarak Yozlaştırma şeklinde adlandırılabilir. Aslını ve esaslarını bozamadıkları/ bozamayacakları (Hicr, 9) Kur’an ve sünnetin, İslam toplumu 16


munun henüz İslam’ı tanımayan bireylerinin zihnini ve kalbini hükmü altına alması yolu denenmiştir.

üzerindeki etkisini kırmak ya da zayıflatmak, bu yeni stratejinin temel mantığını yansıtıyordu. İslam toplumu ile bu “iki emanet” arasındaki bağın koparılması mümkün olmasa da zayıflatılması, Batıl taraftarları için önemli bir zafer niteliği taşımaktaydı.

Son dönemlerde çok sık duyulan “ılımlı İslam”, “radikalizm”, “modernleşme”, “etnik milliyetçilik”, “mezhepçilik”, “taassubiyet”, “İslamcı(!) terör”, “diyalog/ uzlaşma” gibi kavram ve uygulamalar bu yeni stratejinin ürünleri ve ortaya çıkan yansımalarıdır.

Bu zafer, büyük zaferin önemli bir işareti olarak değerlendirilmeliydi. Aksi durumda bu tarihi mücadele, yeni ve daha büyük mağlubiyetlerle sonuçlanacaktı. Egemenliklerini kaybetmeleri ve yok olmaları gündeme gelecekti. Çünkü Kur’an, Allah’ın nurunu tamamlayacağını, kâfirlerin bu nuru söndürmeye güç yetiremeyeceklerini iddia ediyordu (Saf, 8; Tevbe, 32).

Özellikle, İslam ümmetinin son ve güçlü temsilcisi Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına karşılık Rönesans ve reform hareketleri ile birlikte yeniden toparlanan batıl taraftarları bu süreçte, kısmen yozlaşmış olan İslam toplumu üzerindeki gücünü ve olumsuz etkisini daha belirgin şekilde hissettirmeye başladı. Akım, ideoloji, dinsizlik, mezhepçilik, taassubiyet, radikalleşme, etnik milliyetçilik, modernleşme gibi hastalıklar, İslam coğrafyasını etkisi altına almış; birbirlerine düşürmüş, sahip oldukları güç ve enerjiyi birbiri ile uğraşarak harcamalarına neden olmuştur/ olmaktadır.

Bu yeni strateji, farklı yöntemleri içermekteydi. Kimi zaman yalan ve iftiralar atarak toplum nazarında İslam’ı ve Müslümanları küçültmek, kimi zaman İslam’ın temel akideleri ile ilgili farklı ve ters yorumlar yapmak yoluyla akılları bulandırmak, farklı ve sapkın mezhep ve klikleşmelerin ortaya çıkmasını ve güçlenmelerini sağlamak, kimi zaman nefse hoş gelip akıl yoluyla üretilen bir takım düşünceleri üretip toplum katmanlarına yayarak İslam hakkındaki düşünce ve duyguları fesada uğratmak gibi daha birçok yol ve yöntem, bu stratejinin yollarını ve adımlarını oluşturmaktaydı. Kimi zaman etnik köken, kimi zaman İslam’ı yorumlama biçimi, kimi zaman insan aklı ya da nefsin isteklerinin öncelenmesi, kimi zaman etnik/ mezhepsel/ klik/ cemaat taassubiyeti beslenerek insanların kendilerince bir yaşam tarzı (din) inşa etmelerinin önü açıldı; hatta bunun birer gereklilik olduğu düşüncesi pompalandı. Kimi zaman da Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi ilâhî ya da beşer kaynaklı diğer dinlerin doyuramadığı akıl ve kalbi doyurmak üzere, Batılı toplumlar tarafından üretilen ideolojik akımlar, İslam toplu-

Üzücü olan, Müslümanların; en saf, en sağlam, en şifalı kaynağı elinde bulundurmalarına rağmen, onu görüp anlayamadığı için şifayı başka kaynaklardan aramalarıdır. 17

ŞUBAT 2015 / 319

İlginç olan taraf, bu hastalıkların bir kısmı, diğer kısmına deva olmak üzere üretilerek piyasaya sürülmüştür. Radikalizmin karşısına özgürlük, gericiliğin karşısına modernlik ya da çağdaşlık, taassubiyetin karşısına ılımlılık alternatifleri sunulmuş ve taraftar bulmuştur. Ancak hiçbir zaman hastalıkların tedavi edilmesi mümkün olmamıştır. Çünkü bir hastalıkla başka bir hastalık şifa bulmaz. Kaynağında sorun (virüs) bulunan bir “menbaa”dan şifa beklenmesi akılcı değildir. Niyet sorunlu, hedef sorunlu ise yöntem de sorunlu, sonuç da sorunlu olacaktır.


K

asıtlı olarak üretilip Müslüman/ İslam organizmasını felç edici etkiye sahip olan virüslerden biri de “Ilımlı İslam”dır. Ilımlı İslam tanımlaması, hem kavram hem de içerik itibarıyla, İslam dini ve onun değişmez ilkeleri ile önemli tezatlıkları içermektedir. Öncelikle İslam, ana kaynağı Kur’an’da belirtildiği üzere tamamlanmış ve dinin yegâne sahibi Allah tarafından seçilmiş/ kabul edilmiş tek dindir (Maide, 3). Bu nedenle bir ekleme ya da çıkarmaya kesinlikle imkân vermemektedir. Ilımlı İslam ifadesi, İslam’ın kendisini katı (radikal) olarak niteleyen, biraz yumuşatılarak (reform edilerek) yeniden yazılması ya da inşa edilmesi gerektiği anlayışını/ inanışını yansıtmaktadır.

lerden biri de “Ilımlı İslam”dır. Ilımlı İslam tanımlaması, hem kavram hem de içerik itibarıyla, İslam dini ve onun değişmez ilkeleri ile önemli tezatlıkları içermektedir. Öncelikle İslam, ana kaynağı Kur’an’da belirtildiği üzere tamamlanmış ve dinin yegâne sahibi Allah tarafından seçilmiş/ kabul edilmiş tek dindir (Maide, 3). Bu nedenle bir ekleme ya da çıkarmaya kesinlikle imkân vermemektedir. Ilımlı İslam ifadesi, İslam’ın kendisini katı (radikal) olarak niteleyen, biraz yumuşatılarak (reform edilerek) yeniden yazılması ya da inşa edilmesi gerektiği anlayışını/ inanışını yansıtmaktadır. Her şeyden önce İslam, böyle bir dış müdahaleye imkân tanımaz. Hıristiyan ya da Yahudilik dinlerinde yapılan reform çalışmalarının geldiği durum ortadadır. Bu dinler, aslından ayrılmış, farklılaşmış, beşerin yeniden ürettiği bir din niteliğine dönüşmüştür. İnananlarının bile hem fikir olduğu bir kaynaktan yoksundurlar. Diğer taraftan böyle bir reform çabası, insanın, dinin sahibi Allah azze ve celle ile rol çatışmasını ve O’ndan rol çalmasını içeren bir yaklaşımı ifade etmektedir. Dinin sahibi olan Allah -azze ve celle-’nin temel ilke ve prensiplerinin kıyamete kadar değişmeden kalacağı tezine karşılık olarak insanoğlunun, modern dönemlerde bu dinin ihtiyaçları karşılamada yetersiz kaldığı, bu nedenle revize edilmesi gerektiği tezinin bir yansımasıdır. İnsanoğlunun, Allah’ın gönderdiği dini yetersiz, eksik, geçmiş zamanlara hitap eden, zamanın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bir din olarak algıladığını ifade etmektedir. Gerçek yönüyle bu yaklaşım, insanoğlunun; aklını, heves ve isteklerini ilahlaştırarak yegâne İlah’ın karşısına dikilmesi ve O’ndan daha iyi bir din inşa edebileceği konusunda cüretkârlığını ifade etmektedir.

Maalesef sonu izm ile biten, beşeri kaynaktan beslenmiş bir takım akımlar (hümanizm, pozitivizm, rasyonalizm, realizm vb.) ile muharref dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik vb.) savunucuları tarafından ortaya atılan kavram ve düşünme biçimlerinin Müslümanları derin biçimde etkilemesi ve taraftar bulmalarıdır. Radikalizm, taassubiyet, başıboşluk ya da aşırı özgürlük/ esneklik hastalıkları ile mücadele etmesi gereken Müslümanlar, ellerine tutuşturulan bir başka Batı kaynaklı şifa aracına, “mal bulmuş mağribî” gibi sarılmış ve taraftarlığını yapmaya başlamışlardır. Kasıtlı olarak üretilip Müslüman/ İslam organizmasını felç edici etkiye sahip olan virüs18


Ortada kaynakları net ve değişmemiş bir din olan İslam’a, gerek ılımlılaştırma gerekse radikalleştirme yönünde yapılan her türlü ekleme ve çıkarma, Allah’ın dinini beğenmeyip yeni bir din organize etme çabasından başka bir şey değildir. Batı bu yaklaşımı, tarih boyunca yapmış, en son girişimini de Ortaçağ sonrasında ortaya çıkan Reform hareketleri ile sergilemiştir. Kendilerince Hıristiyanlığı yeniden organize etmişlerdir. Kimileri ise bununla da yetinmemiş, İlah’ın insan olduğu bir İnsanlık Dini (Hümanizm) inşa etmeye çalışmıştır. İslam üzerinde yapılmaya çalışılan Ilımlı İslam girişimi de, bu yaklaşım ya da düşünüş biçiminin İslam üzerinde denenmesinden başka bir şey değildir. Bu süreçte kendilerine, yine kendilerinin ürettiği “radikal İslam” kavramını dayanak olarak almışlardır. İslam’ın yanlış yorumlanmasını içeren bir takım uygulamalar, “ölümü gösterip hastalığa razı etme” yaklaşımı içerisinde yeni kavram ve anlayışlarına gerekçe olarak lanse edilmiştir.

içe çatıştırılarak İslam toplumunun dinamizmi, enerjikliği, üretkenliği, saflığı ve yaşanabilirliği zayıflatılmaya ve yok edilmeye çalışılmaktadır.

Batılı ve Batıl toplumlar; İslam coğrafyası, Müslümanlar ve İslam dini üzerinde asırlar boyu yapmaya çalışıp başaramadıkları Hakkı sindirme ve yok etme hedefini, böyle bir uygulama ile tekrar denemektedirler. Yukarıda da belirtildiği gibi bu yeni stratejinin en önemli varsayımı, dıştan zorlamalarla çökertemediğin İslam toplumu ve İslam dininin kendisini, kendi içinden bölmek ve yıpratmak yoluyla çökertilebileceğidir.

Müslümanlara bu çerçevede düşen, ana kaynağa yönelerek İslam’ı ana kaynağından öğrenip, ona tam bir iman ve teslimiyetle sarılmak; radikalizm ve ılımlı İslam projelerinin, aynı amaca hizmet eden iki ayrı proje olduğunu fark etmek ve bu projelere karşı ana kaynaklardan (Kur’an ve Sünnet) beslenen bir din algısı ve anlayışı çevresinde yeniden kenetlenmek, “vasat ümmet”e taraf olmak ve mücadelede görev almaktır.

Bu varsayım şu anda çeşitli coğrafyalarda farklı şekillerde test edilmektedir. Maalesef bu doğrultuda önemli mesafeler de kat etmiş durumdadır. İslam’ın farklı yorum biçimleri, gerçek din algısıyla farklı yorum biçimlerinin yaşamına izin vermeyecek şekilde radikalleştirilmekte; oluşturulan taassubiyet yoluyla onlarca farklı İslam dini üretilmekte; içten 19

ŞUBAT 2015 / 319

Radikalizme karşı ilaç olarak sunulan Ilımlı İslam projesi ile de aynı amaca hizmet eden farklı bir cephe açılmıştır. Bu cephe de yine Müslümanlar arasında taraf bulmuş, “iyi niyet” görüntüsü ile saf ve değişmemiş olan İslam dinine yeni bir saldırı ve değiştirme politikası hayata geçirilmiştir.


DENEME Mustafa Suna

Cemaatlerin Hesabı Mahşerde

İMAMLARINDAN Sorulacak

M

ahşerde cemaatler imamlarıyla hesaba çekilecek; niye; acaba günahın-sevabın ne olduğunu imamları tebliğ etmiş mi diye. Tebliğ etmişse problem yok; zaten kişinin bütün organları şahitlik yapacak.. Esas önemli nokta; tebliğ ederken Kur’ân ve sünnetin belirlediği tebliğ fıkhına uymuş mu; eğer uymamışsa yine cemaat haklı çıkacak.

Ç

insan

Bir hizmetlimiz vardı; uzun yıllar be-

sesi duyduğumda yüksek sesle

raber çalıştık. Şimdi artık yapmıyor, hacca

“Estağfirullâh” çekerim. Adam

vardı-geldi. Çok küfrederdi olur olmaza; ben

önce şaşırır; kızar gibi olur;

de onun adına mescide gidip tevbe namazı

ben devam ederim yüzüm gülerek; “Se-

kılardım. Biz bu insanlara bu davranışların

nin adına çekiyorum, günaha girdin ve biz

uygunsuz olduğunu anlatamadık. Bir öğret-

sana küfretmenin günah olduğunu anlata-

menlik felsefemiz vardır: “Öğrenmeyen öğ-

madık. Senin adına Allah’tan bağışlanma

renci yoktur; öğretemeyen öğretmen vardır.”

diliyorum”deyince sohbet hemen koyulaşır.

Yani öğretmen eğer öğretemeyecekse niye öğ-

evremde

küfreden

bir

retmen olmuş ki? 20


Mahşerde cemaatler imamlarıyla hesaba

rürsün.

çekilecek; niye; acaba günahın-sevabın ne ol-

“Aklım kesti” deyimi İmam Gazzâli’ye at-

duğunu imamları tebliğ etmiş mi diye. Tebliğ

fedilir. Medrese eğitimini bitirmiş dönmek-

etmişse problem yok; zaten kişinin bütün or-

tedir. Matematik tahsili yapmaktan “Aklım

ganları şahitlik yapacak.. Esas önemli nokta;

almıyor” diye vazgeçmiştir. Yolda gelirken

tebliğ ederken Kur’ân ve sünnetin belirlediği

konaklardaki bir su kuyusunun ağzında bu-

tebliğ fıkhına uymuş mu; eğer uymamışsa

lunan mermer çemberin kuyu ipi tarafından

yine cemaat haklı çıkacak.

oyulduğunu görür ve tekrar ede-ede bu işin

Tarihi camilerde saçakların altındaki mer-

olacağına kani olur; “aklım matematiği kesti”

merlerin oyuk olduğu görülür. Yıllar boyun-

anlamında bir söz söyler.

ca su damlaları, damlaya-damlaya mermeri

Hedef kitlelere ulaşmanın yolu, damarla-

bile delmişlerdir. Cemaat, öğrenci, velev ki

rını bulmak ve sabretmektir. Karaçam ile sa-

mermer gibi olsa; sabır ve zamanla su gibi

rıçamın yarılması aynı metotla olmaz. Kuru

damlaya-damlaya delinmiş olacak.

meşeye çivi çakılmaz; ancak burguyla girer;

“Damarlar” diye bir yazı yazmıştım; Di-

o da ikide-bir sağar ve gacırdar, durur. Bu

yanet, İlkadım ve Beyan dergilerinde yayınlanmıştı. Yani; Din İşleri Yüksek kurulundan

Damarları bulunmayan ağaçları yarmak

geçti. İnsanların damarından girdikten son-

için baltanın sapını kırmak lazım; damarını

ra mesele yok; ilacı verirsin; o da şifa bulur.

bulursan bir vuruşta yararsın. İnsanlar da

Yalnız; dozajını iyi ayarlamak gerekir. Yoksa

böyle.

hasta ölebilir; bunun karşılığı tebliğ dilinde “küfür” dür; yani, kişiyi imandan eder, öldü21

ŞUBAT 2015 / 319

sert ağaçlardan da iyi kaplama yapılır.


Zeki Soyak Hocamızdan

. Sünnet’e Ittiba

S

ünnet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin söz, fiil ve takrirleridir. Necm Suresi âyet 3-4’de:

retine bakınız ki, Allah Teâlâ Rasûlullah’a tâbi olmayı kendisine tâbi olmak kabul ediyor ve şöyle buyuruyor:

“O, hevasından konuşmaz. Konuştuğu vahyedilenden başkası değildir.” buyruluyor.

“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80)

O’nun hayatı vahiy ile tanzim edilmiş ve bir insanın ulaşabileceği en güzel kemâlâta vâsıl olmuştur. O’nun Allah katındaki yüksek derecesine gökte melekler, yerde peygamberler gıpta etmiş ve O’na ümmet olabilmek için Allah Teâlâ’ya niyazda bulunmuşlardır. O, bütün mahlûkatın en şereflisi, en faziletlisi ve en üstünü olarak yaratılmış, ahir zaman nebisi olarak en mükemmel kitap ve hükmü kıyamet sabahına kadar baki olacak bir din ile İslâm nizamını tebliğ ve hükümran kılmak üzere gönderilmiş, yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar cihadla emrolunmuştur.

“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse o büyük bir kurtuluşa ermiştir.” (Ahzab, 71) buyuruyor. Demek ki mü’minlerin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun yegâne yolu Allah’a itaat etmek ve O’nun Rasulüne itaat etmektir. Sünnetsiz ve peygambersiz bir İslâm yaşantısı olamaz. Onun için mü’minler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi çok iyi tanımak mecburiyetindedirler. O’nun hayatını çok iyi bilmek mecburiyetindedirler. Çünkü O’nun hayatı Kur’an’la şekillenmiştir. O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı. Kim ki Kur’an hayatıyla hayatını şekillendirmek istiyorsa, kim ki Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak istiyorsa muhakkak surette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ etmek ve O’nun ahlakıyla ahlaklanmak durumundadır. Enbiya Suresi 107’nci âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

O Hakk’ı bulmada tek rehber, kendisine tâbi olunacak tek önder, yolumuzu aydınlatan tek hidâyet güneşi ve bütün yaşantımızda misal olabilecek tek örnektir. Kim O’nu rehber edinir, O’nu önder kabul eder, O’nun hidâyetine tâbi olur ve O’nu örnek alırsa böyle bir kişiye uymak vacib olur. Müslümanım diyen herkes o hidâyet güneşinin, o âlemlerin efendisinin getirdiği Kur’an-ı Mübini ve O’nun sünnet-i seniyyesini çok iyi bir şekilde öğrenerek ittibâ etmek mecburiyetindedir.

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Âlemlere rahmet olan Peygamberin hayatını hayatımıza örnek almak, O’nun ahlakını ahlakımıza örnek almak yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle, O’nun sünnetiyle aynîleşmek zorundayız. Ahzab suresi 45 ve 46’ncı âyet-i kerimelerde şöyle buyruluyor:

Şirk ve küfrün zifiri karanlığında tam bir vahşet ve barbarlık sergilenen, şehvetlerin azgınlaştığı, insanî duyguların sıfırlandığı, müstekbirlerin bütün kin ve gayzlarıyla mustazaflara kan kusturduğu cahilî bir yaşantıya mahkûm olan dünyamızda tek kurtuluşun Kur’an yoluna, sünnet yoluna sımsıkı yapışmak ve ona ittibâ ederek yaşantımızı İslâmlaştırmak ile mümkün olacağı idrak edilmeli ve ona dönülmelidir.

“Andolsun, Allah’ın Rasûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” Rasûlullah aleyhissalâtü vesselam, Allah’ı ve ahiret gününü dileyenler, onu arzu edenler ve

Sünnete tâbi olmanın ehemmiyetine ve zaru22


Allah’ı çok çok zikredenler için “Üsve-i hasene/en güzel örnek”tir. Demek oluyor ki değerli mü’minler Allah’ı ve ahiret gününü istemeyenler, Allah’ı zikretmeyenler Rasûlullah’ta bir örnek bulamıyorlar. Çünkü onlar O’na yönelmiyor, onların nefsi, şehveti, arzuları, hırsları ellerini kollarını bağlıyor, gözlerini köreltiyor ve onlar bu güzelliği göremiyorlar. Güneş her gün doğar ve her gün batar. Keza yıldızlar her gün doğar ve batarlar. Ama gözleri görmeyen için güneşin, ayın, yıldızların doğması ile batması arasında bir fark var mı? Onlar doğuşundan habersiz oldukları gibi batışından da habersizdirler. Çünkü o aydınlığı göremiyorlar, karanlıkla aydınlığın farkını bilemiyorlar.

gibi nice âyet-i kerimeler ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bize ulaşan hadis-i şerifler vardır ki toplumların her türlü kötülükten, anarşiden, terörden, zulümden, tasalluttan, tahakkümden, adavetten kurtulması ve huzurlu, erdemli bir toplum olmasının sırrı bu hakikatlerde gizlidir. Rasûlullah neyi getirmişse, vahiy olarak, sünnet olarak bize neyi emretmişse onu almak, ona tâbi olmak, bizden neyi men etmişse ondan vazgeçmek gerekir. Bir hadiste Efendimiz: “Bu din garip olarak başladı. Başladığı gibi garip olarak avdet eder (döner). Gariplere ne mutlu! O garipler ki, (benden sonra) insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah ederler.” (Tirmizî, Müslim, Ahmed b. Hanbel,) buyurur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu insanlık semasına doğmuş ilâhî bir güneştir. O güneş bütün karanlıkları aydınlatan, kalplerdeki küfür, şirk, nifak ve kötülük adına ne varsa hepsini yakan bir güneştir. Fakat siz o güneşten habersizseniz, onu göremiyorsanız, kapılarınızı o güneşe sıkı sıkı kapatmışsanız, o güneşin doğup batmasından habersizseniz ondan nasıl faydalanırsınız? Rasûlullah aleyhissalâtü vesselam bir kaynaktır. Susuz kalpleri suya kandıran, susuzluktan ciğerleri pare pare olmuş insanları suya doyuran ilâhî bir menbaadır.

Bir de itap var, bir tehdit var Rasulullah aleyhissalâtü vesselamdan: “Kim ki benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhari, Müslim, Nesâî,) buyuruyor. Şu hadis-i şerif de calib-i dikkattir: “Altı grup vardır ki ben onlara lanet ettim. Allah onlara lanet eder ve duası müstecap her peygamber de onlara lanet etmiştir. Allah’ın kitabına ziyade yapanlara, Allah’ın takdirini (kaderi) yalanlayanlara, benim ümmetimin üzerine zorbalıkla (despotlukla, zulümle) tasallut ederek Allah’ın zelil kıldığının aziz, aziz kıldığını zelil yapmak isteyenlere, Allah’ın haramlarını helal sayıp işleyenlere, ailem hakkında Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal sayanlara ve Benim sünnetimi terk edenlere.” (Tirmizî,)

Rasûlullah aleyhissalâtü vesselam bizim hayatımızın İslâmî olmasının olmazsa olmaz unsudur. O’nun sünnetine ittibâ etmek, O’nun sünneti üzere yaşamak, O’nun sünneti üzere yaşayanları takip etmek ve onlara tâbi olmak bir müslüman için vazgeçilmez bir esastır. Aksi takdirde hele günümüzdeki gibi her türlü kötülüğün revaç bulup iyiliklerin göz ardı edildiği bir zamanda kaybolmak işten değildir. Pek çok değerlerimizi kaybederiz. Nitekim toplumda birçok değerlerimiz horlanırken, çalınırken, istismar edilirken bütün kötülüklere bir nevi teşvik ve revaç var. Böyle bir ortamda ancak Allah Rasulünün rehberliğinde, Kur’an’a ve sünnete tâbi olmakla kurtulabiliriz. Aksi takdirde kaybedenlerden, aldananlardan, ziyana uğrayanlardan oluruz.

Şimdi bir hastalıktır başladı. Kendisine şu veya bu ad takmış insanlar çıkıyorlar televizyonlarda, radyolarda Peygamberimizin sünnetini eleştiriyorlar, hadisleri eleştiriyorlar. Rasûlullah’ın hayatını, O’nun sünnetini ümmetin hayatından silmeye çalışıyorlar. Bu gafletin, cehaletin, dünyaya hırsın, Allah’a asi olanlara hoş görünmenin neticesi lanettir. Allah’ın, Rasûlullah’ın ve peygamberlerin laneti. Rabbimiz celle celalühu bizleri bu altı zümreden eylemesin. Bizleri bu altı zümrenin şerrinden korusun ve bizi Kur’an ve sünnete tâbi olan, hayatının bütün safhalarında hâkim kılmaya çalışan salihler, sadıklar zümresine ilhak eylesin.

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7) İmanın selameti, müslümanın selameti, toplumun selameti bu âyet-i kerimede gizlidir. Bunun

Âmin… 23


HİZMET ADABI Nureddin Soyak nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

Ahmaktan Kaç! Hizmet ehli Müslümanın en büyük hedefi, ferdî, ailevî ve toplumsal hayatında Rabbine karşı gelmekten sakınmaktır. Bunu gerçekleştirebilen Müslüman, hayatın her safhasında başarıyı ve huzuru yakalamış olur.

R

abbimiz insana sayısız nimetler bahşetmiştir. Bu nimetler amacı doğrultusunda yerli yerince kullanılınca hem dünya hem ahiret için nimet oluyor. Aksi halde bu nimetler dünyada da ahirette de külfet oluyor. Hizmet insanı, aklını hem nefsine hem de davasına hizmet ettirmeyi bilmelidir. Aklın nefse hizmeti, onu behimî arzuların esiri olmaktan koruması, davaya hizmeti ise davasını nefsine değil, nefsini davasına hizmet ettirmesidir. Bu ölçü kaçırılınca her şey birbirine karışıyor, muhteşem hizmetler akamete uğruyor.

şarıyı ve huzuru yakalamış olur. Rabbimiz buyurdu ki: “Yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfal, 22) Aklı olmayanlarla, olduğu halde onu amaca uygun bir şekilde kullanmayanlar arasında netice bakımından fark yoktur. Müslüman hayatının her safhasında aklını en güzel şekilde kullanmayı bilmelidir. Ferdî, ailevî ve toplumsal sıkıntıların bulunduğu her yerde aklın gerekli şekilde kullanılmadığına şahit oluyoruz. Aklın en verimli kullanımı vahyin nuruyla birlikte olur. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz aklını kullanmayanları hayvanlara benzetmiştir. Aklı olup da aklını kullanamayan veya yerli yerince kullanmayana ahmak denmiştir. Bunlardan uzak durulmalıdır.

Rabbimiz buyurdu ki: “Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten sakının.” (Bakara, 197) Hizmet ehli Müslümanın en büyük hedefi, ferdî, ailevî ve toplumsal hayatında Rabbine karşı gelmekten sakınmaktır. Bunu gerçekleştirebilen Müslüman, hayatın her safhasında ba-

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efen24


dimiz buyurdu ki: “Akıllı kimse nefsine uymaz, ibadet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, günah işler. Sonra Allah affeder diye ümitlenir.” (Tirmizi)

dedi. İsa ‘Benim.’ dedi. Adam ‘Peki öyleyse ey temiz ruh, dilediğini yaparken kimden korkuyorsun? Alemde bu kadar mucizelerin varken senin tarafından olmayan kim?’

“Ahmakla arkadaşlık yapmaktan kaçın, çünkü sana iyilik yapayım derken zararı dokunur.” (Hz. Ömer)

İsa dedi ki ‘O efsunu, o ism-i Azam’ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, kulakları duydu… Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudum, fayda vermedi.’

“Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.” (Cafer-i Sadık)

Adam ‘Allah adının köre, sağıra, ölüye tesir edip de ahmağa tesir etmemesinin hikmeti ne?’ dedi.

“Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek, insanlara yaranmak için Allah Teâlâ’yı bırakmak ahmaklıktır.” (İmam Rabbani)

İsa dedi ki ‘Ahmaklık Allah kahrıdır. Hastalık, körlük, kahır değildir; bir iptiladır. İptila acınacak bir illettir. Ona kul da acır Allah da. Fakat ahmaklık öyle bir illettir ki ahmağa da mazarrat verir, onunla konuşana da! Ahmağa vurulan dağ, Allah mührüdür. Ona bir çare bulmanın imkânı yok!’

“Yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü daima kendi zararına olan şeyleri ister.” (İmam Rabbani) İster eş, ister arkadaş; hayatın hangi safhasında olursa olsun, hayata ahmaklarla beraber devam etmek zorunda olan için hayat zindan olur.

İsa nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan kaç! Ahmakla sohbet nice kanlar döktü! Hava, suyu yavaş yavaş çeker alır ya ahmak da dininizi böyle çalar, alır işte. Kıçının altına taş koymuş adamın harareti nasıl gider, o adam nasıl soğuk alırsa ahmak da sizden harareti, aşkı, iştiyakı çalar, size soğukluk verir! İsa’nın kaçışı korkudan değildi. O zaten emindi, fakat size öğretmek için kaçmıştı. Zemheri rüzgârları alemi doldursa bile o parlayıp duran güneşe ne gam.

Mevlana şöyle der: “Peygamberin vahiy kâtibi de hikmeti kendinde gördü, kendine de vahiy geliyor zannetti.” Mevlana ahmağın halini şöyle anlatır; “Meryem oğlu İsa, sanki bir aslan kanını dökmek istiyormuş da ondan kaçıyormuş gibi dağa doğru çıkıyordu. Birisi ardından koşup dedi ki ‘Hayrola, peşinde kimse yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?’

Müslüman hizmetleri kiminle yaptığına tekrar tekrar bakmalı, kendini Rabbine bağlayan, her geçen gün hizmet şevk ve heyecanını artıran, kendisiyle hizmetten huzur bulduğu bir çevre oluşturmaya çalışmalıdır.

İsa öyle hızlı koşmaktaydı ki acelesinden cevap bile vermedi. Adam bir müddet İsa’nın peşinden koştu. Ardını bırakmayıp bağırdı: ‘Allah rızası için bir an olsun dur. Neden kaçıyorsun. Merak ettim. Ardında ne aslan var, ne de düşman. Kimden kaçıyorsun ey kerem sahibi?’

Mevlana şöyle der: ‘Ya Rabbi’ de; ‘Kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla daima zarar ve ziyan içindeyim. Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye davadaydım ama put yapıyormuşum meğer.’

İsa dedi ki: ‘Bir ahmaktan kaçıyorum. Yürü, benim yolumu kesme, kendimi kurtarayım!’ Adam dedi ki: ‘Körün gözlerini, sağırın kulağını açan Mesih sen değil misin?’ İsa ‘Evet, benim.’ dedi. Adam ‘Gayb efsunlarına me’va olan. O efsunu ölüye okuyunca ölüyü, av bulmuş aslan gibi sıçrayıp dirilten padişah sen değil misin?’

Put mu kırıyor, put mu yapıyor bilmeyenler hem kendilerinin hem de tâbilerinin felaketini hazırlar. 25


KUR’AN İKLİMİ Selim Armağan selim.armagan@ilkadimdergisi.net

Muhasebe Her kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir. O her şeyi işiten ve bilendir. (Ankebut, 5)

A

nkebut Suresi’nin giriş bölümündeki bu ayet-i kerime surenin temel cümlesi belki de: “Her kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir. O her şeyi işiten ve bilendir.” Fark ettiğimiz gibi ayet-i kerime Allah’a imanı, eceli, kıyameti, Allah’ın murakabesini ve hesap gününü hatırlatıyor. Bu kısa cümlede durum ortaya konulmakla da kalınmıyor, inanan insanların dünya ve ahiret için iyi, dengeli ve titiz bir muhasebe yapmaları gerektiği de ima ediliyor.

Anne ve babanın imtihanları bundan çok önce birbirlerini seçip nikâhlandıkları gün başlamıştır. Bugün ise artık sınav daha görünür olmuştur. İleriki günlerde çocuk için elde edeceği duygular ve bilgiler ne kadar önemli ise ebeveyn için de bir o kadar daha fazlası ile önemlidir. Zira çocukları ile aynı sınav salonunu farklı sorular ve yükümlülüklerle paylaşarak belki de cennete ya da cehenneme kadar sürecek kader birliği yaptılar. Akıllı bir insan için bu okumanın ilk cümlesi niyetinin tashihi olmalıdır. Kişinin niyeti yaptıklarından ve yapacaklarından daha önemlidir. Kötü niyetle yapılan iyiliklerin dünyada bir karşılığı varsa da bu tohum ahiret tarlasının ekini değildir. Orada ürün vermez. Bu nedenle öncelikle Ankebut Suresi titizlikle okunmalı, özellikle giriş ayetleri bir mü’minin ilk duyması gereken can değer uyarılar niteliğindedir.

Dünyanın ve içindekilerin yaratılış nedenlerinden en önemlisi insan için sınav aracı olmalarıdır. Yaşlı dünyaya sınav salonu olma görevi, içindekilere de salon malzemesi olmak görevi düşerken bize en çetin görev olarak imtihana çekilmek düşmüştür. Dünyada aldığımız ilk nefesimizle imtihana hazırlık süreci ve okuma dönemi başlamıştır. Sessizce beklenen ilk gözlem yılından sonra yavaş yavaş ortama katılma, bir şeyler söyleme ve dünyaya ait cümleler kurma dönemi başlar.

“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? And olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan ge26


çirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü ve yanlış hüküm veriyorlar!” (Ankebut, 1-4)

lıp kalmış; menfaati, şehvet ve hırsı sebebiyle mü’minlere düşmanlık, zulüm ve eziyet eden, onları aciz bırakan kimseler bu sınav salonundan çıkmayacaklarını, ölmeyeceklerini, yaptıklarının hesabını vermeyeceklerini ve Rabbimizin huzuruna çıkmayacaklarını ve hatta Allah’ı çaresiz bırakıp kurtulacaklarını zannedebilirler. Böyle kişiler ne kitabı okumuş, anlamış ne de dünyayı anlamıştır.

Bu ayetlerin indiriliş sebeplerinde farklı rivayetler var. Bunlardan bir tanesi; Mekke’de Yasir ailesi ve Bilal radiyallahu anhum gibi bazı mü’minlere müşrikler tarafından işkence ediliyordu. Ammar b. Yasir’in annesi Ebu Cehil tarafından feci bir şekilde parçalattırılmış, kendisine de sıcak günde demirden zırhlı gömlek giydirilerek güneşin karşısında eziyet edilmişti. Bu sebeple indirildi. Medine’de indirildiğine dair rivayetler de mevcuttur.

“Cihat eden ancak kendisi için cihat etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut, 6) ‘Cihat’ ve ‘Mücahede’ kelimeleri belirli bir düşmana işaret edilmediğinde çok yönlü bir kavgayı ifade eder. Bu cihat sadece savaş alanında yapılacak bir çarpışma değil, hayatın her cephesinde yapılacak olan bir savaştır. Hasan Basri rahmetullahi aleyh’in dediği gibi: “İnsan hiç kılıç kullanmaksızın bile Allah yolunda cihat edebilir.” Bu cihat mü’minin Allah’ın rızasına ermek için eceli gelinceye kadar fitnelere ve imtihanlara göğüs gererek çalışıp çabalamasıdır. Bu gayretler kendi mücadelesini övünç kaynağı yapan ve sosyal kahramanlık peşinde koşanlardan başkasına fayda verecektir.

Konuya mananın umumiliği ile yaklaşırsak ilk mü’minlerin imanlarını ve imanları konusundaki imtihanlarının nasıl olduğunu net bir şekilde görürüz. Her ne kadar ilk mü’minler ifadesini kullandıksa da bu onların “sabukun el evvelun-Allah yoluna ilk girenler” ve bu yolda ilk mücadele veren örneklerimiz olması hasebi iledir. Tabi ki Kur’an-ı Kerim’in tabiri ile “hakiki mü’minler” her an mevcuttur. Tarihte de kendilerine düşeni hakkıyla yerine getirmişlerdir. Bunu itiraf etmemek bu uğurda anadan, yardan, serden geçmiş ecdadımıza haksızlık olur. İmtihan salonumuz olan dünyamızı ıslah etmemiz, güzelleştirmemiz, mahlûkatına nizam-ı âlem etmemiz Cenab-ı Hakkın omuzlarımıza yüklediği bir görevdir. Bu durumda ilkokul sınavları ile meşgul olup lise ve üniversite sınavlarına hazırlanmayanların hayatta başarı ihtimalleri azalacaktır. Tıpkı kendine göre küçük bir dünya kurup müslümanların ve insanların problemleri ile ilgilenmeyenler gibi. “Evinin ekmeğini çıkartmak için tarlasını düzenleyen mü’min ile dünyayı ıslah etmek ve Allah’ın rızasına uygun dizayn etmek için koşturan mü’min bir olmaz.” Çünkü birincisinin temel niyeti rızık kazanmak iken ikincisi yaptığını Allah’a ibadet için yapan kişidir.

Hatta “Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 40) “Kim iyilikle, güzellikle gelirse ona on katı vardır.” (Enam, 160) ayetleri ile rahmetini ve ihsanını bol bol lütfedecektir. Bize düşen muhasebeyi iyi yapmaktır.

İsmi ve sıfatı mü’min de olsa dünyaya çakı27

ŞUBAT 2015 / 319

Bu grubun son ayetinde de ifadesini bulduğu gibi Allah’a inanan ve güzel işler yapan kişiler nasıl ki insanların yanlış yapmalarına engel oluyor ve onların kusurlarını örtüyorlarsa Rabbimiz de “İman edip iyi işler yapanların kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut, 7) ayeti ile kastî olmayan ancak zayıflığımız nedeniyle yaptığımız hatalarımızı, salih amellerimiz nedeniyle göz ardı edebilecektir.


HADİS İKLİMİ Ziya Ökçe z.okce@ilkadimdergisi.net

EN KIYMETLİ SERMAYE

“SIHHAT VE BOŞ VAKİT”

İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetlerin kıymetini bilmezler (onları yerli yerince kullanma konusunda gafildirler). Bunlar: Sıhhat ve boş vakittir.” Buhari, Rekaik, 1; Tirmizi, Zühd, 1; İbn Mace, Zühd, 15

Y

aşadığımız şu dünyada bizlere verilen sayısız nimetler için Allah Teâlâ’ya ibadet, taat, hizmet, hayır ve hasenat yaparak şükrederiz. Kur’an-ı Kerim’de “Şayet Allah’ın size verdiği nimetleri saymaya kalksanız sayamazsınız.” (Nahl, 18) buyrulması Rabbimizin nimetini bizlere sınırsız verdiğinin bir ifadesidir. Ancak ne hazindir ki insanoğlu her daim elinde olacağını sandığı iki büyük nimet olan “sıhhat ve boş vakit”in bir gün ansızın elinden çıktığını görünce işte o zaman aldandığını anlayacaktır.

İnsan, bu iki nimetin hep devam edip gideceğini düşünürken günün birinde bunların uçup gittiğini görünce ne büyük bir aldanış içinde olduğunu anlar. O zaman da iş işten çoktan geçmiş olur. Fertlerin ve toplumların başarılı ve verimli olmasında en büyük etkenlerden biri olan boş vaktin değerlendirilmemesi, kişiyi gaflete, rehavete ve tembelliğe sevk eder. Peygamber Efendimizin şahsında Rabbimiz bizden; “Bir işi bitirince diğerine koyul.” (İnşirah, 7) emr-i ilahisiyle her anımızı değerlendirmemizi istemektedir. Hele hele günümüzde birçok kişinin telefon, bilgisayar, tv gibi teknolojik aletlere aşırı tutkunluğu ve özellikle de bunları kullanım amacının dışında boş vakti değerlendirme adına kullanması; diğer yandan ceviz kabuğunu doldurmayacak kadar basit ve boş şeylerle gün geçirmesi gaflet değil midir?

İbn Abbas radiyallahu anh’dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetlerin kıymetini bilmezler (onları yerli yerince kullanma konusunda gafildirler). Bunlar: Sıhhat ve boş vakittir.” buyurmuşlardır. (Buhari, Rekaik, 1; Tirmizi, Zühd, 1; İbn Mace, Zühd, 15)

Hayatın disipline edilmesi, kişinin zaman şuuruna sahip olması ile mümkündür. Bunun için zaman tanziminin insanların hayatında önemi çok büyüktür. İnsana verilen ömür sermayesinin azlığı dikkate alındığında, hayatta bir günün, bir saatin, bir saniye ve hatta bir salisenin dahi boşa geçirilemeyeceğini çok iyi anlamak ve bunun idrakine varmak gerekmektedir.

Sıhhat ve boş zaman insanın en büyük sermayesidir. Kazanç ve başarı bunlar sayesinde mümkündür. Kim sağlıklı olduğu hâlde vakti de varken Rabbine itaat eder, O’nun emirlerini yerine getirir, yasaklarından uzak durursa kazançlı çıkar. Aksi hâlde sermayesini yerli yerinde kullanmadığında da bir daha faydalanmayacağı ve onları geri getiremeyeceği bir pişmanlığa düşer. 28


İnsanın hayatı açısından sıhhat ve boş vaktin önemli bir yerinin olduğunu hep müşahede ederiz. Zira insan ömrünün esası vakit ve sıhhattir. Geçen her an insanın ömrünü eksiltirken, sağlığını da hastalığa götürmektedir. Kanuni Sultan Süleyman: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözüyle sıhhatin önemine dikkat çekmiştir.

mek, borç alıp, borç vermek mümkündür. Ancak zamanı satın almak, borç alıp vermek ise asla mümkün değildir. Çünkü zaman, herkes için muvakkattir. Şüphesiz, zamanı iyi bilmek, iyi kullanmak ve iyi değerlendirmek başlı başına bir disiplindir. Görev ve sorumluluk alanının dinî boyutunu gösteren namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetler de çeşitli zaman dilimleriyle kayıtlı kılınmıştır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: İhtiyarlık gelmeden evvel gençliğin, hastalık gelmeden evvel sıhhatin, fakirlik gelmeden evvel zenginliğin, meşguliyet gelmeden evvel boş vaktin, ölüm gelmeden evvel dünya hayatının.” (Hâkim, Müstedrek, 4/306; Terğib, 4/251 Keşfu’l Hafa, 1/167) buyurarak iş işten geçmeden bizleri uyarmaktadır. İslam’a göre beden, insana verilmiş bir emanettir. Ahirette kişinin sorgulanacağı şeylerden birinin de “bedenini nasıl kullandığı” sorusu olduğu bilinmektedir. Sıhhat, hem dünyevî hem de uhrevî açıdan kıymeti bilinmesi gereken en önemli nimetlerden biri ve Allahu Teâlâ’ya karşı bir şükür vesilesidir. “Bu vücutları temizleyin ki Allah da sizi temizlesin.” (Tabarani, 12/446; Mecmau’z Zevaid, 1/226; Terğib, 1/409) buyuran Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem vücutlarımızı gereken itinayı göstermek suretiyle temiz tutmayı, her türlü kirlerden korumayı ve tövbe etmek suretiyle de günahlardan kendimizi arındırmayı teşvik etmişlerdir.

Rabbimiz; gece, sabah, duha ve asr gibi önemli vakitlere yemin ederek, zamanın değerine işaret etmiştir. Hayat, bir hayırlı faaliyetler alanı ve süreci; ölüm ise çalışmalarımızın karşılığını bulacağımız ebedî varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır. Bir belagat erbabı, “Her kimin emeli uzun, ameli kısa olursa aldanır. Çünkü dünya geçici bir gölge, aldatıcı bir diyardır. Onu tanıdıktan sonra arayan yolunu şaşırır, zaferinden mahrum kalır.” demiştir. Kelile ve Dimne’nin yazarı Beydeba der ki: “Dünyanın peşine koşan, deniz suyunu içen gibidir. İçtikçe susar.” Dünyaya imtihan için gönderildik. Ansızın yapılacak bir imtihanda başarılı olmanın yolu her an o sınava hazır olmaktır. Bu imtihan bazen nimetlerin bize çokça verilmesiyle, bazen de nimetlerin eksiltilmesiyle olur. Nitekim yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de: “And olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) buyrulmaktadır. Ömer b. Abdülaziz şu beyitleri çok söylerdi:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir başka hadislerinde: “İnsanı iyilik ve ibadetten alıkoyan şu yedi şey gelip çatmadan önce hayırlı işler yapmakta acele edin. Yoksa size haram ve helal sınırlarını unutturan fakirlikten, insanı azgınlığa sürükleyen zenginlikten, sağlığı bozan hastalıktan, bunaklaştıran ihtiyarlıktan, ansızın gelen ölümden, gelmesi beklenen şeylerin kötüsü olan Deccal’dan veya daha korkunç ve daha acı olan kıyametten başka bir şey mi bekliyorsunuz?” (Tirmizi, Zühd, 3) buyurmuştur.

“Ey mağrur, günün hep yanılmak ve gaflettir, Gecen ise hep uykuda geçmektedir. Fani olanla sevinir, hayallerinle şımarırsın. Rüyanın lezzetiyle aldanan gibi aldanırsın.

Senin bu yaşadığın hayatı, hayvanlar da yaşamaktadır. Haline ağla…”

İnsanın en kıymetli sermayesi ömrüdür. Sermayemiz, kartopu gibi eriyen bir sermayedir. Hayat, dönüşü olmayan bir yolculuk, akıp giden bir sudur. Nitekim her şeyi satın almak, değiştir-

“Yapman gereken hayırlı ve yararlı işleri yarına bırakma. Bakarsın yarın olur da, sen olmazsın.” Hz. Ali radiyallahu anh. 29

ŞUBAT 2015 / 319

Bütün meşguliyetin seni yarın pişman edecektir.


FIKIH Mehmet Şentürk mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Vergi(Zekât), Enflasyon ve Faiz

S

Ebû Zehra, Kardâvî gibi âlimlere katılarak biz de verginin şu sebeplerle zekât yerine geçemeyeceği hükmünü benimsiyoruz.

on zamanlarda sıkça sorulan sorulardan bazısı İslam’da verginin yeri var mıdır? Devlete ödediğimiz vergiler zekât yerine geçer mi? Veya verdiğimiz zekâtlar vergi yerine geçer mi? Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı? Güvenlik amacıyla bankalara vadesiz para yatırılabilir mi? Bu soruları Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın verdiği cevaplarla izah edelim.

1. İbadet ve Niyet: Zekât bir ibadettir, bu ibadeti yerine getiren mükellefin niyet etmesi ve ibadeti usulüne uygun olarak eda etmesi gerekir. Vergide ne böyle bir niyet, ne de usulüne riayet vardır. 2. Miktarlar: Zekâtın hangi mallardan, ne zaman ve ne kadar alınacağı, kimlere nasıl verileceği, kimlere verilmeyeceği ilgili nasslarla belirlenmiştir. Bunlara riayet edilmediği takdirde verilen ve alınan zekât olmaz. Vergide bu miktarlara uyulmadığı gibi, alınacak mallar ve malların (matrahların) miktarları da zekât sınırları dışına çıkmaktadır.

Meşru Verginin Şartları: Devletin gerektiğinde Müslümanlardan vergi almasının caiz olduğu hükmünü benimseyenler, meşruiyet için bazı şartların gerçekleşmesini de zaruri görmüşlerdir: 1. İsrafsız işletilen devlet maliyesinin vergiye ihtiyacı bulunacak, başka bir kaynaktan bu ihtiyacı gidermek mümkün olmayacaktır.

3. Sarf Yerleri: Zekâtın kimlere verileceği, nerelere sarf edileceği ve kimlere verilmeyeceği ayet ve hadislerle tespit edilmiştir. Zekât; yoksula, geliri giderini karşılamayanlara (dar gelirlilere), şahsı için borçlanmış kimselere, azat edilecek köleye ve gurbette parasız kalmış kimselere, Allah yolunda savaşanlara, İslam’a kendisi veya yardımı kazandırılmak istenen kimselere, zekât memurlarına ve topluluk menfaati için borçlanmış, külfete girmiş kimselere verilir. Zekât gayrimüslimlere, kişinin nafakalarını teminle yükümlü bulunduğu akrabaya, zenginlere... verilmez.

2. Vergi yükü vatandaşlara adaletle dağıtılacak, vergi ihtiyaç fazlası maldan ve gelirden âdil ölçüler içinde alınacaktır. 3. Toplanan vergi gelirleri, İslam’ın meşru gördüğü, cevaz verdiği amme menfaatlerine ve hizmetlerine sarf edilecektir. 4. Verginin konması, toplanması ve sarfına ait esaslar ve kaideler, usulüne uygun danışma yoluyla tespit edilecektir. Bu şartlar dâhilinde vatandaşlardan vergi toplamak caizdir, meşrudur çünkü âdildir ve zaruridir.

Devletin vergi gelirlerini harcadığı başlıca kalemler şunlardır: Personel, savunma, sağlık, eğitim ve kültür, ulaşım, enerji, sulama, çevre koruma, güvenlik ve asayiş, sosyal güvenlik ve bütün bu hizmetler için gerekli binalar, tesisler, araçlar...

Zekât ve Verginin Birbiri Yerine Sayılması a) Verginin Zekât Sayılması: Geçmişte ve günümüzde sayıları az da olsa bazı âlimler, devletin, sultanın, haklı veya haksız olarak vatandaştan aldığı vergilerin, ödenirken niyet edilmesi halinde zekât yerine geçebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşün sağlam bir delili yoktur. İbn Hacer Heysemî, İbn Âbidîn, Şeyh Uleyş, R. Rızâ, Şeltût,

Zekâtın sarf kalemleri ile verginin harcama kalemleri mukayese edildiğinde, arada bazı tedahüller bulunmakla beraber, birbirinden ayrı 30


nucu önemlidir. Bu haksız faydalanma ve gasp günahından, ayıbından kurtulmanın yolu gidere katılmak; yani vergi vermektir. Devletin, toplanan verginin bir kısmını israf etmesi, İslam’a göre meşru olmayan yerlerde sarf etmesi, bazı önemli ihtiyaçlara pay ayırmaması mahzurları iki yol ile giderilebilir.

ve farklı oldukları açıkça görülmektedir. Zekâtın vergi yoluyla ödendiği düşünülerek ortadan kaldırılması halinde yalnızca İslam’ın temel ibadetlerinden biri ortadan kaldırılmış olmayacak, aynı zamanda onun baş hedeflerinden biri olan sosyal adalet, sosyal refah ve tebliğ de gerçekleşmemiş, yukarıda sıralanan sarf yerleri, muhtaçlar ve hizmetler mahrum ve atıl kalacaktır. Dünyada herhangi bir İslam ülkesinin topladığı vergilerle zekâtın bütün amaçlarını gerçekleştirdiğini varsaysak bile, zekâtın bir ibadet ve sembol olarak var olması, rahmetini -yakından uzağa- millî sınır tanımadan bütün ümmete yayması gerekmektedir; İslam’ın amacı budur.

1) Niyet: Vergiyi veren, meşru yerlere harcanmasına niyet eder, bu harcamaları (kalemleri) göz önüne alarak verir. 2) Zekât: Kazancın bir kısmı da zekât olarak verileceği için ihmal edilen harcama kalemleri bununla telafi edilir.

4. Örnek Uygulama: Rasul-i Ekrem aleyhisselam ve onun Raşid Halifeleri zekâtı, devletin diğer gelirlerinden titizlikle ayırmışlar, onun için ayrı bir bütçe ve hazine oluşturmuşlar, Kur’an-ı Kerim’de öngörülen yerlere sarf etmişlerdir. Bu uygulamanın örnek alınması aynı zamanda bir dini vecibedir.

Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı? Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, altı ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için 130 lira alsanız bu otuz liralık rakam fazlalığı faiz değildir, alt ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır. Bu böyle olmakla beraber faizcilik yapan bankalara para yatırarak buradan enflasyon oranında faiz almak caiz olmaz. Çünkü:

b) Zekâtın Vergi Sayılması: Bilhassa laik ülkelerde yaşayan Müslümanların bir kısmı ya “bu gibi ülkelerde devlete vergi vermek caiz değildir” diyerek yahut da “devlet, bizden topladığı vergilerle zekâtın amaçlarını gerçekleştirmiyor, bunu biz gerçekleştirmeliyiz” şeklinde düşünerek devletten vergi kaçırmakta ve bunu zekât olarak sarf etmektedirler. Başka bir ifade ile “ödedikleri zekâtı vergi sayarak” vicdanen rahatlamaktadırlar. Biz bu manada zekâtın da vergi yerine geçmeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü verginin meşruiyet gerekçesi zekâtınkinden farklıdır; vergi daha ziyade nimet-külfet dengesine, adalete ve zarurete dayanmaktadır.

a) Bu bankalar sizden aldıkları parayı reel (enflasyon oranından fazla) faizle satmak suretiyle para kazanmakta ve size de o paradan ödeme yapmaktadırlar. b) Bankaya para yatırmak bir akit yapmaktır; bu akit, faizli para alım satım akdidir, sonunda kâr da olsa zarar da olsa yapılan akit faizli akit olduğu için İslam’a göre meşru değildir. Elinizde para var da bunu meşru yoldan nemalandıramıyorsanız Özel Finans Kurumlarına yatırabilirsiniz.

Herhangi bir ülkede yaşayan, bu ülkede toplanan vergilerle sunulan hizmet, nimet ve güvenliklerden faydalanan insanların -ödeme güçleri bulunduğu takdirde- bunun bedelini ödemeleri bir borçtur; aksi halde milyonlarca insanın hakkını üzerlerine geçirmiş, hakları olmayan hizmet ve menfaatlerden yararlanmış olurlar, ödeyenlerin yüklerinin artmasına sebep olurlar. Burada devletin niteliği değil, birlikte yaşayan insanların ortak ihtiyaçları, bu ihtiyaçları gidermek üzere ortak katılımları, bunlarla gerçekleştirilen hizmetlerden yararlanmanın -imkânı olanlar içingidere katılma şartına bağlı olması, aksi halde milyonlarca insanın hakkını gasbetmiş olma so-

Bugün güvenlik bakımından Özel Finans Kurumları da amaca uygundur. Bankaya para yatırdığınız zaman, siz faiz almasanız bile paranız sisteme girer; yani onunla faizcilik yapılır, banka faiz geliri elde eder, günah sizin, kâr da bankanın olur. Bu sebeple paranızı Özel Finans Kurumlarına yatırmanız tavsiye edilmektedir. 31

ŞUBAT 2015 / 319

Güvenlik amacıyla bankalara vadesiz para yatırılabilir mi?


TASAVVUF Cemil Usta cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Kulun Allah’ı Sevmesinin Alametleri

M

mek, onu çok okumak, onun hükmünce amel işlemektir. Peygamber aleyhisselam’ı severek O’na çokça salavat getirmek, seherleri çokça istiğfar edip geceleri iyi değerlendirmek ne güzeldir.

ü’minler her an Allah’ı sevdiğini iddia eder. Bu güzel bir haldir ama yeterli değildir. Seven sevdiğinin emrine hiçbir zaman muhalefet etmez. Sevdiğini dost ilan eder ve dost kalır. Böylece Allah sevgisini herkes iddia eder. Bu en kolay bir iddia ve en önemli bir davadır. Fakat nefis Allah sevgisini iddia ettiği vakit gerekli alametlerle onu imtihan etmedikten ve sağlam delillerle davayı ispatlamadıktan sonra onun aldatmalarına ve hilelerine kapılmamak lazımdır.

Ömrümüzün de bize emanet olduğunun idraki içinde olup ömrümüzü iman vecdi içinde salih amellerle tezyin eylemek gerek. Ayet-i celilede Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 31). Peygamberimiz aleyhisselam şöyle buyuruyor: “Allah’ın size verdiği sayısız nimetlerden dolayı Allah’ı seviniz. Beni de Allah için, Allah beni sevdiği için seviniz.”

Temiz bir ağaç gibi olan muhabbetin kökü sağlamdır, dalları göklere doğru yükselmiştir, meyveleri ise gönüllerde, dil ve azalarda görülür. Bunlardan marifet ve zikir meydana gelir. Azalarda kendini gösterir. Bundan da amel doğar. Böylece kalp, dil ve azalarda zahir olan marifet, zikir ve amel eserleri dumanın ateşe, meyvenin ağaca delaleti gibi muhabbete delalet ederler ki bu alametler pek çoktur.

Süfyan diyor ki: “Allah’ı seveni seven Allah’ı sevmiş; Allah’a ikram edene ikram eden Allah’a ikram etmiş olur.” Sehl de: “Allah’ı sevmenin alameti; Kur’an’ı sevmek. Kur’an’ı sevmenin alameti ise sünnetine uymak, sünnete uymanın alameti de ahireti sevmek ve dünyaya buğz etmektir. Dünyaya buğz etmenin alameti, ahirete ulaştıracak güzel amel ve takva azığı ile Allah’ın bizden bizim de Allah’tan razı olarak O’na kavuşmaya hazırlanmaktır.” diyor.

Bunlardan birisi de cennette müşahede ve keşif yolu ile Allah’a ulaşmayı sevmektir. Gönlün sevdiği kimseye mülaki olup onu görmeyi arzu etmemesi diye bir şey düşünülemez. Gönül sevdiğini görmek ve ona ulaşmak ister. Ne zaman ki ölmeden sevdiğine ulaşamayacağına inanırsa ölümü de sevip ondan kaçmaması gerekir. Zira seven bir insanın sevgilisine ulaşıp onu görmek ve onunla sohbet zevkine ermek için vatanından ayrılması kendisine ağır gelmez. Ölüm ise mülakatın anahtarı ve içeri girip müşahede etmenin kapısıdır. Rasul-i Ekrem “Allah’a mülakatı seveni, Allah da sever.” buyurmuştur.

Seven ancak sevdiği ile itminana ulaşır. Allah Teâlâ’nın “Onların, o inanmışların kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur.” (Rad, 28) Allah Teâlâ, Davud aleyhisselam’a şöyle vahyetmiştir: “Beni sevdiğini iddia eden kimse gece yatar uyursa yalan söylemiş olur.” (İhyayı Ulumid Din)

Sevginin alametlerinden biri de devamlı olarak kalp ve dil ile Allah’ı hatırlayıp O’nun azametini düşünerek O’nu zikretmektir. Zira bir şeyi çok seven onu çok anar. Allah’ı sevmenin alameti O’nun kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i sev-

Seven sevdiğinden başka bir şey görmez. Rabbim gönlümüzü kendinden, habibinden ve sevdiklerinden mahrum etmesin. Razı olduğu ve sevdiği kullardan eylesin. Biz de şunu bilelim ki her an ilahi müşahede ve kontrol altındayız. 32


İLKADIM KİTAPLIĞI M. Selçuk Özdoğan selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

Müslümanın İlk Görevleri & Kur’an Sofrası

K

birçok konu kısa ve anlaşılır bir üslupla bizlerin istifadesine sunulmuş.

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu ay İlkadım Kitaplığımızda iki güzel eser daha tanıyacağız. Sultantepe Yayınları1’ndan çıkan, Kemal TAŞKIN ve Halit KARADAYI hocalarımızın beraber hazırladıkları Müslümanın İlk Görevleri ile Nejla BAŞ’ın Kur’an Sofrası kitaplarını inceleyeceğiz.

İkinci olarak inceleyeceğimiz kitabımız ise Gıda Bilimi ve Teknolojisi uzmanı olan Nejla BAŞ tarafından yayına hazırlanmış. Kitabımızda Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde tavsiye edilen gıdalar tek tek inceleniyor ve alfabetik sıraya göre bizlerin bilgilenmesi sağlanıyor. Gıdaların genetiğiyle oynandığı, yapay gıda maddelerinin çoğaldığı, sebebi belli olmayan hastalıkların türediği, obezitenin hızla yaygınlaştığı, insanların yediğine içtiğine dikkat etmediği günümüzde bu tür kitapların okumamız gerekenler arasında ilk sıralarda yer alması gerekiyor. Bizler Müslümanlar olarak hadislerde tavsiye edilen beslenme şekline dönmek zorundayız. Müslümanın beslenmesi de Üsve-i Hasene olan Peygamber efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olmalıdır. Dolayısıyla bu tür kitaplar bu konuda hemen bizlerin yardımına koşuyor.

İlk olarak inceleyeceğimiz Müslümanın İlk Görevleri kitabımız özellikle ortaokul veya liselerde seçmeli ders olarak okutulan Temel Dini Bilgiler dersi için çok güzel bir ders kitabı olabilecek nitelikte. Hatta yaz kurslarında veya bizlerin evlerimizde çocuklarımıza dini bilgileri öğretmemizde kullanabileceğimiz güzel bir kitap. Yazarlarımız Kemal TAŞKIN ve Halit KARADAYI kitapla ilgili şu açıklamalarda bulunuyorlar: “Müslüman olan herkesin, itikat, ilmihal ve ibadet gibi dinimizin temel bilgilerini bilmesi ve bunları hayatına tatbik etmesi gerekir. Bu kitap, ebedi saadeti kazanmak için gerekli olan en temel itikat, ilmihal, ibadet ve ahlak bilgilerini içermektedir. Bununla beraber Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen Peygamberlerin -aleyhimüsselam- ve Peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hayatı, kısa ve öz bir şekilde anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Peygamber Efendimizin hayat veren sözlerinden “40 Hadis” derlenmiştir.

1-Önceki sayılarımızda Sultantepe Yayınları’ndan çıkan iki eseri tanıtmamız vesilesiyle Sultantepe Yayınları bir vefa örneği sergileyerek yazarlarına ait kitaplardan oluşan bir hediye paketini tarafımıza göndermişlerdir. Bu nezaket dolu davranışları vesilesiyle kendilerine çok teşekkür ediyoruz.

Özetle, farklı kaynaklarda bulabileceğimiz 33

ŞUBAT 2015 / 319

Yüce kitabımızda 25 adet gıda maddesi bildirilmiştir. Bu 25 gıda maddesi ve Peygamber Efendimizin sevdiği yiyecek ve içecekler Kur’an Sofrası kitabımızda bizlere ayrıntılı bir şekilde tanıtılıyor.


EĞİTİM Doç. Dr. Rüştü Yeşil egitim@ilkadimdergisi.net

EĞİTİMDE HEDEF KİTLE GRUPLARI-III

“Yetişkin” kavramının doğru tanımlanması, eğitime konu olan özellikleri açısından doğru tespitlerin yapılması önem arz etmektedir. Bu çerçevede yetişkin eğitimi ile ilgili bazı soruların sorulması ve üzerinde düşünülmesi; belirli çıkarımlarda bulunulması ve bu doğrultuda yol gösterici ilke ve prensiplerin belirlenmesi yararlı olacaktır. Bu konuda sorulabilecek sorulara şunlar örnek olarak verilebilir:

“Yetişkin Eğitimi”

B



ir önceki yazımızda “genç eğitimi”ne ilişkin tespitlerde bulunmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise “yetişkin eğitimi”ni konu alacak; onlara dönük yapılacak eğitimde dikkate alınması gereken ilkeler ve prensipleri belirlemeye çalışacağız.

Yetişkin kimdir?

 Yetişkin eğitimine temel oluşturabilecek özellikler nelerdir?  Yetişkin öğrenmeleri nasıl meydana gelmektedir?  Öğrenme özellikleri açısından yetişkinliğin artı ya da eksi özellikleri nelerdir?

İnsan yaşamı açısından gençliğin ardı sıra gelen döneme genel olarak “yetişkinlik dönemi” adı verilmektedir. Süre itibarıyla en uzun dönemi kapsar. Elbette bu uzun süre, birebir aynı özellikleri taşımaz. Kendi içerisinde de ilk yetişkinlik, gerçek yetişkinlik (olgunluk) ve ileri yetişkinlik (ihtiyarlık) gibi dönemlere ayırarak incelemek mümkündür. Bununla birlikte genel özellikleri açısından önemli ortaklıkları barındırması nedeniyle “yetişkinlik dönemi” olarak tek bir grup şeklinde ele almak da mümkündür. Bu durum, onlar için düzenlenecek eğitim çalışmalarının da çok uzun süreli, kapsamlı ve özellikli olarak planlanmasını ve uygulanmasını beraberinde getirmektedir.

 Yetişkine sunulan eğitim hizmetleri hangi özellikleri taşımalıdır? Bu sorulara yenileri de eklenebilir şüphesiz. Ancak, “yetişkin” kavramına dönük yapılan tanımlar incelendiğinde özellikle gençlik evresinden sonra başlayan ve yaşam boyu süren dönemi kapsadığına işaret edildiği görülmektedir. Bebekliğin bakıma muhtaçlığı, çocukluğun aktifliği ama acemiliği, gençliğin enerjikliği ön planda iken, “yetişkinlik” kavramının çağrıştırdığı anlamların belki de başında, “olgunluk” kavramının geldiği söylenebilir.

Özellikle son dönemlerde “yaşam boyu öğrenme” başlığı altında öne çıkan eğitim anlayış ve uygulaması, eğitimin yalnızca belirli bir yaş kesimine dönük olmayıp hayat boyu sürmesi gerektiği/ sürdüğü; özellikle de öğretmeden çok öğrenme üzerine dayanması gerektiği kabulüne dayanmaktadır. Bu anlayış, özellikle örgün eğitim kurumları ile bağı kopan kesimlerin eğitilmesi düşüncesine yönelmektedir.

Yetişkinin zihin, duygu ve davranış dünyasında bir olgunlaşma ve yerine oturmuşluk hali söz konusudur. Bebeklik, çocukluk ve ergenlik dönemlerinden geçip gençlik döneminin badirelerini de atlatan birey, geçirdiği hayat pratikleri, problemler ve çözüm uygulamaları ile birlikte deneyim sahibi bireyler haline gelirler. Bu deneyimli birey artık, az düşünse, az zaman harcasa, az emek sarf etse de daha yüksek verim almanın yollarını öğrenmiştir. Bunun adına genel olarak “birikim” ya da “tecrübe” adı verilmektedir.

Bu durum, özelde yetişkinlerin eğitim süreçlerinin iyi analiz edilmesini; bu kapsamda yetişkinlerin öğrenme özelliklerine dönük doğru teşhislerin yapılmasını gerektirmektedir.

Tecrübe, insan hayatının en önemli kazanım34


lıdır. Diğer taraftan gençlere dönük yapılacak eğitim çalışmalarının planlanmasında, organize edilmesinde tecrübe sahibi yetişkinlerin düşüncelerinden ve önerilerinden yararlanılmalıdır. Onları gençlerin eğitimlerinde kimi zaman öğretici, kimi zaman organizatör, kimi zaman rehber şeklinde görevlendirmek yoluyla yetişkinlerden istifade edilmeye çalışılmalı, kendilerinin gençlerin eğitimlerinden sorumlu oldukları duygusu sürekli olarak beslenmelidir.

larındandır. Okuma, dinleme ya da izlemeden çok bizzat yaşama yoluyla edinilmektedir. Bu nedenle de kalıcı, kullanıma elverişli bir özellik taşır. Bireyler, gerek bireysel ve toplumsal yaşamlarını sürdürmelerinde gerekse farklı yaşam mekân ve alanlarında etkin rol almalarında bu birikimlerinin önemli bir etken olduğunu unutmamalıdır. Diğer taraftan tecrübe, insanın mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmesi açısından hem bir neden hem de bir sonuç özelliği taşır. Bir taraftan insanın yaşama uyum sağlamasını kolaylaştırarak mutlu ve huzurlu olmanın zeminini hazırlar, diğer taraftan ise yaşanılan deneyimler ve tecrübe, bu sürecin kapsamına ve niteliğine göre biçimlenir.

Diğer taraftan ise yetişkinleri, hem bildiklerini unutmamak hem de yenilerini öğretmek amacıyla eğitim süreçlerinde eğitilen kişi olarak bulundurmaya da çalışmalıdır. Başka bir ifade ile yetişkinlerin dinî, sosyal, siyasal vb. konularda bilgilenmeleri ve zihinlerini taze tutabilmeleri için sürekli ve düzenli eğitim seminerlerine katılımları sağlanmalı, bunun için organizasyonlara gidilmelidir.

Tecrübe bir taraftan donanırlığı, ama diğer taraftan da yılgınlığı, alışmışlığı ve durağanlığı ifade eder. Başka bir ifade ile tecrübe faydalanılmak durumunda olan bir zenginlik olmanın yanı sıra, enerjikliğin kaybolmuşluğunu ve yorulmuşluğu da içermesi yönüyle bir takım sıkıntıları da içermektedir. Artı ve eksi yön olarak kabul edilebilecek bu iki zıt yönden hangisinin daha etkin olacağını belirleyen ise heyecanların dinamikliğidir. Heyecanlar insanı etkin olmaya, kendisine ve çevresine katkı sunmaya yöneltirse tecrübe tam anlamıyla bir zenginliktir. Buna karşılık heyecanlar; dünyevi olanı istemeye, dünyevi istekler doğrultusunda birikim yapmaya yöneltirse bu durum, insanı insan olmaktan bile çıkarabilir. Bu nedenle, tecrübeden ne yönde yararlanılacağı konusunda yetişkinin bilgilenmesi, bilinçlenmesi ve farkındalık kazanması önemlidir.

Bununla birlikte ve özellikle, onların yalnızca dinleyen ve öğrenen kişi pozisyonunda tutulmaması; bunun yerine onlara gençlerin eğitim süreçlerine yetenekleri doğrultusunda ve ölçüsünde sorumluluk almaya; bu sorumluluklarını yerine getirirken öğrenmeye ve heyecanlarını taze tutmaya dönük etkinliklere aktif katılan kişiler olarak roller verilmesi gerekmektedir. Yetişkinlerin sohbet ya da seminerlere yalnızca dinleyici olarak katılmalarına imkân vermek, hem büyük bir tecrübe/ zenginlik israfı, hem de bir süre sonra bu çalışmalardan uzaklaşarak dünya işlerine daha fazla dalmalarının önünü açmak anlamına gelmektedir. Bu ise genel olarak büyük bir insan kaynağı israfı demektir.

Buna göre yetişkinlere dönük yapılacak eğitim çalışmalarının iki yönlü olarak sürdürülmesi gerektiği söylenebilir. Bunlardan biri, onun deneyim ve birikimlerinden eğitimciler olarak yararlanmak; diğeri ise eğitimcilik dışında onun diğer yetenek ve özelliklerinden yararlanmak şeklinde özetlenebilir. Yetişkinlerden eğitimci olarak yararlanmak üzere onu, kendisinden istifade edebilecek genç nesil ile yüzleştirmek, eğitim ortamlarında bir arada bulunmaları için fırsatlar oluşturulma-

Selam ve dua ile… 35

ŞUBAT 2015 / 319

Yetişkinlere dönük yapılacak eğitim çalışmalarında onları, sürekli dinleyen bir kişi konumunda tutmak önemli bir yöntemsel yanlıştır. Bu nedenle onların eğitim süreçlerinin odak noktasını, sorumluluk yüklemek ve düşünceleri ile eğitim süreçlerine katkı sağlamaya uygun yöntemler kullanmaya özen göstermek oluşturmalıdır. Eğitim süreçlerinde onların konuşmaları, fikirlerini beyan etmeleri için fırsatlar oluşturulmalıdır. Tartışmaya ve katkı sunmaya açık eğitim yöntemleri tercih edilmelidir.


İHSAN PENCERESİ Fatih Yılmaz fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

TEVBE

Ey iman edenler! Bir daha dönmeyecek tevbe ile Allah’a tevbe ediniz.” (Tahrim, 8)

A

llah, insanı yeryüzüne halife olarak seçmiştir. Yeryüzünü onun hayati tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde donatmıştır. Bu görevde sürekli kalabilmesi için onun yeteneklerini, zayıflıklarını ve üstün özelliklerini ortaya çıkaracak bir sınavdan geçmesi gerekiyordu. Bu nedenle o bazı zayıflıklarının yüzeye çıktığı bir sınava tabi tutuldu. O aldatma ve ayartmalara kanmaya eğimliydi. İtaatte sebat gösteremiyordu, unutması mümkündü. Çünkü çabucak hata yapıp yanılgıya düşebilecek bir fıtratta yaratılmıştır.

receğiz ki birçok insan gibi biz de günahkârız, günah bataklığına dalmışız ve yaşadığımız her anımızda bir günahla iştigal etmekteyiz. Bu halimize çok üzülüyoruz. Böyle, günah işleyip kirlendikçe yaptığımız ibadetlerin bir değeri olmayacağına ve önce tevbe ederek günahlarımızdan el etek çekip bir daha işlemememiz gerektiğine karar vermemiz lazımdır. İşte bu anda kendimizi tevbe geçidinde, kapısında buluruz. Şüphesiz, hedefimize ulaşmak için bu geçidi mutlaka aşmamız gerekir. Allah Teâlâ “Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki, felah bulasınız.” (Nur, 31) buyuruyor.

İnsan, hüküm gününe dek belli bir sınamaya tabi olacaktı ve bu dönemde hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaçlarını kendisi elde etmek zorundaydı. Ona tüm yeryüzü kaynaklarını tüketme ve diğer yaratıklara hükmetme yetkisi de verilmiştir. Yeryüzünde ne varsa hepsi insan denen eşrefi mahlûkat’a hizmet etmek için yaratılmıştır. İnsansa bir sınavdan geçmek için…

Tevbe ve istiğfar kelimelerinin Kur’an’da yoğun olarak geçmesi, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek için bunlara şiddetle ihtiyaç duyacağını göstermektedir. Dünya ve ahiret saadetini bu iki kelimenin muhtevasını kavrayarak elde edecek olan mü’min, şahsî, ailevî, toplum ve millet hayatında da bu iki kavramın derinliğine dalarak elde ettiği haz neticesinde ve ölçüsünde huzurlu ve mutlu olacaktır. Bu iki kavramın içeriğini kavrayamayan ve bunlara göre hayatını tanzim etmeyen bireylerin, ailelerin, toplumların ve milletlerin ruh ve kalpleri günah, isyan, zulüm gibi kavramlarla lekelenmiş ve vicdanları körelmiştir. Böyle bir toplum, günahların zifiri karanlıklarında boğulmaya, kaybolmaya mahkûmdur. Böyle bir çerçevede düşündüğümüz takdirde, günahların baş tacı edildiği hangi toplumun huzurlu ve güvenli bir şekilde hayat sürdürdüğünü veya sürdüreceğini söyleyebiliriz? Her türlü olumsuzlukların altında tevbe ve istiğfardan kaçışın aranması gerekti-

Sınav şuydu: İtaati veya isyanı seçme özgürlüğüne sahip olduğu halde Rabbine itaat edecek mi, yoksa etmeyecek mi? Eğer unutursa veya arzularına uyup kandırılırsa, hatasını fark ettiğinde uyarı ve öğütlerle pişman olup tevbe edecek mi? Salih ameller işleyerek imtihandan başarı ile çıkabilecek mi? Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an-ı Mübin’inde: “Gerçekten ben; tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayacağım.” buyuruyor. (Taha, 82) Bu ayete göre bağışlanma için dört şart vardır. Bunlar: tevbe, iman, salih amel ve hidayettir. Tevbe: İsyan, itaatsizlik, şirk ve küfürden sakınmak. Kendimize şöyle bir baktığımızda gö36


ğini söylemek, abartılı değildir kanaatindeyiz.

her yerde kol gezmekte, her köşe başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her yer “Heyte lek” yani “Bana meyletmez misin?” diyenlerle dolmuş… Bu meyletme işini sadece şehvet noktasında değil; para pul, makam mevki ve tüm menfaatlerde de düşünebiliriz. İşin tuhaf yanı toplum artık bu durumu kabul etmiş, yadırgamamaya başlamış, sanki çok normal bir şeymiş gibi görmeye başlamıştır. İşte tehlike bu noktadan başlıyor. Bu, toplumun bozulmasının en belirgin özelliğidir.

Ebu Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: “Hz. Peygamber aleyhis salâtu vesselam buyurdu ki: “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af talep eder ve tevbede bulunursa kalbi cilalanır (leke silinir). Bilâkis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen leke kaplar. İşte bu durum Cenab-ı Hakk’ın: “Bilakis, onların irtikâp ede geldikleri, kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin, 14) ayetinde zikrettiği pastır.”

Mü’min, böyle bir toplum içinde ne yapmalıdır? Bu sorunun cevabı “Maazallah!” yani “Allah’a sığınırım!” olmalıdır. Yusuf gibi… Züleyha: “Heyte lek” yani “Beri gel” dediğinde, Hazreti Yusuf “Maazallah!” demesini bilmiştir. Nefsine hâkim olmuş, Mısır’a sultan olmuştur. İnsan bir anlığına nefsine yenik düşerse kalitesini, onurunu ve haysiyetini ayaklar altına almış olur. Çok dikkatli olmak lazım. Hele hele şu ortamda…

Yani tevbe etmedikçe, seherlerde “Aman Allah’ım!” diyerek gözyaşı dökmedikçe, “Rabbim ben acizim, ben hata yaptım” demedikçe felah bulmanıza imkân ve ihtimal yoktur. Bir başka ayet-i kerimede: “Ey iman edenler! Bir daha dönmeyecek tevbe ile Allah’a tevbe ediniz.” (Tahrim, 8) buyrulmaktadır. Bir daha dönmemek üzere, diğer bir tabirle Nasuh Tevbesi ile günahı, kötülüğü tamamen bırakarak Allah’a tevbe ediniz buyuruyor. Bu bizim kendi menfaatimizedir. Çünkü günahta ısrar etmek, isyana devam etmek kişiyi hüsrana götürür. Yolumuz İslam yoludur. Bu yolun önderi bakınız hadis-i şeriflerinde ne buyuruyor: “Günahlarından tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.” Başka bir hadis-i şeriflerinde: “Ey insanlar! Allah’a tevbe ve istiğfar ediniz. Ben günde yüz defa istiğfar ediyorum.” buyuruyor. Hazreti Mevlana -kuddise sirruh- tevbeyi şu şekilde anlatır: “Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak havalarda açar!” Tevbe ve istiğfar, fert ve milletleri selamete götürür. Gelecek bela ve musibetleri izale eder. İnsanın günahtan hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masum tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.

Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, işlenen günaha hiç mi hiç hakk-ı hayat tanınmamasıdır. Mü’min, herhangi bir hata karşısında ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapmak adına da hiç vakit fevt etmemelidir. Zira ecel gizlidir. Her an gelebilir. Unutulmamalıdır ki taviz tavizi doğurur. Harama karşı tedbirli ve temkinli olunmalı ve asla taviz cihetine gidilmemelidir.

Evet, günümüz dünyası; çarşısıyla, pazarıyla âdeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi 37

ŞUBAT 2015 / 319

Kaliteli insan, “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah’a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmeli ve “Allah’ım, bunu nasıl yaptım bilemiyorum! Böyle bir günah işlemekten dolayı senden çok utanıyorum.” deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun, bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.


LA HAVLE Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

Gâvur Gâvurluğunu Yapacak B

u zihniyetin sahipleri, dün Hz. İbrahim’den, Hz. Musa’dan yana mı oldular ki, bugün Hz. Muhammed aleyhisselam’dan yana olsunlar. Nemrutlar da yaşıyor, Firavunlar da! Ebu Leheb’ler de yaşıyor, Ebu Cehil’ler de!

F

düzenlenen bir saldırıda, derginin Genel Yayın Yönetmeni dâhil, 12 kişi hayatını kaybetti…

RANSA denilen “Frenkistan”da, “CHARLİE HEBDO” isminde haftalık sözde bir mizah dergisi yayınlanıyor… “Sözde Mizah” diyorum, çünkü gerçek Mizah, yaşanan olayların görünmeyen taraflarını, içinde lâtife, nükte, tebessüm, tefekkür taşıyarak söz, çizgi ve yazı yoluyla ortaya koymayı esas alan bir sanat türüdür…

Üzüldüm mü? Asla! Canları cehenneme! Darısı mukaddesata taş atan bütün soysuzların başına… Bildiğiniz gibi bu rezil paçavra 2011 yılında, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber aleyhisselam Efendimizi karikatürize ederek, İslâm’a ve tüm Müslümanlara hakaret etmişti.

Malûm mizah(!) dergisinin sayfalarında, gâvurun sanat anlayışını, mizah anlayışını görüyoruz bariz olarak… Sanat yok… Tefekkür yok… Tebessüm yok… Saygı yok… Güzellik yok! Letafet yok! Rezillik var… İftira var… İtham var… Provoke var… İnançlara saldırı var… Mukaddesata hakaret var!

7 Ocak’ta ki saldırıdan sonra, aynı karikatürü tekrar yayınlayarak 3 milyon baskı yapıyor, dergiyi almak için vatandaşlar kuyruğa giriyor. Yani inatla, ısrarla, kanayan yarayı kaşımaya devam ediyorlar.

“İnsan Mukaddesi Olandır.” der, Cemil Meriç… Dolaysıyla, hiçbir mukaddesi olmayan, “ateist”ler tarafından çıkarılan, Din karşıtı ve sol görüşlü yapısıyla tanınan Charlie Hebdo dergisinde; İslâm, Katolik Hıristiyanlık, Musevilik, politika ve kültürle ilgili karikatür, haber ve yorumlara yer veriliyor…

Medeni denilen denî Avrupa’nın göbeğinde, 90’lı yıllarda yaşanan katliamı hepimiz hatırlıyoruz. BOSNA KATLİAMI! 2005 yılında Bosna’ya gittim. Başkent Saraybosna’daki şehitlikleri ziyaret ettim… Parlamento binasının duvarlarına saplanmış kurşunlar, top mermileriyle açılan delikler,

7 Ocak 2105 tarihinde, Paris’te dergi ofisine 38


Osmanlı’dan kalan tarihî, kültürel eserler olarak yıkılan ve yakılan camiler, minareler, köprüler…

yosunu onlar yazar, rolleri onlar dağıtır, sahne soytarılarının kostümlerini onlar belirler… Perdeyi onlar açar, perdeyi onlar kapatır!

Çoluk çocuk, kadın erkek demeden 100 bini aşkın Bosnalı Müslüman katledildi… Bu katliam karşısında o günde sesi çıkmadı iğrenç Batı’nın… Tıpkı bugün olduğu gibi…

Savaşlar çıkarırlar işgal etmek istedikleri ülkelerde! En son icat ettikleri, en ağır silahları denerler çaresiz insanların üzerinde… Önce yangın çıkarırlar, sonra itfaiyeci kıyafetiyle, acı acı sirenler çalarak gelir bu alçaklar…

Srebrenica’da toplu mezarların açılmasından 3 gün sonra, Charlie Hebdo denilen bu paçavra, yine aşağılık bir plaj karikatürü yayınlayarak Bosnalı Müslümanların katledilmesiyle alay etmişti.

Daha önce benzerlerini yaşayıp çok acılar çektiğimiz bu tip terör ve tahrik olayları, yeni işgallerin plan ve projeleridir… Anlaşılıyor ki Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da, daha çok kan, daha çok gözyaşı akacak.

Karikatürde, mezar şeklinde açılan bir çukur kafataslarıyla doldurulmuş… Üstüne bir seccade serilmiş ve onun da üzerinde ellerini başının altından kavramış, sırt üstü yatan bir insan iskeleti… Mezarın başucuna da; ‘Sahil de Plaj Keyfi’ yazmışlar…

Bugüne kadar bu bölgelerde yapılan terör eylemlerine karşı kör, sağır ve dilsiz olan yüzsüz batı, mayasız medya, insanların kutsal değerlerine iğrenç bir şekilde saldırılar yapılıp canlarına kastedilirken niçin sesini çıkarmıyordu? Demek ki ateş düştüğü yeri yakıyormuş, değil mi? Bu dünyada her türlü nimet gâvura da, her türlü mihnet ve külfet Müslümanlara mı yani?

Böyle adiliği, alçaklığı ifade edebilecek bir kelime, bilmiyorum hangi lügatte bulunabilir? “BATI” bir yön değildir! Batı, bir zihniyettir… Ülkelerin adının Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İsrail, olması hiç önemli değil…

Yaban eşekleri çifte atıp keyfince anıracak… Onların ki fikir özgürlüğü, ifade özgürlüğü olacak… Biz dönüp de; “Çüüüşş” dediğimizde SUÇLU olacağız öyle mi?

Bu bâtıl ve batasıca batı zihniyeti; dünyadaki diğer ülkelerin kanını, iliğini, emeğini sömürerek, yerüstü ve yer altı kaynaklarını kurutarak, kan ve gözyaşları üzerine servet üretir… Hangi ülkenin kimler tarafından, nasıl bir sistemle idare edileceğine onlar karar verirler.

Meskûn mahalde salya saçan kuduz köpekler gelip Cami duvarına işeyecekler… Onların ki ‘hayvan hakları’ olacak… Biz elimize bir taş alıp da, “hooşt, hoşt” dediğimizde, hayvan haklarını ihlâlden dolayı suç işlemiş olacağız öyle mi?

Haçlı dünyasının dışındaki ülkelerin hangi tarım ürünlerini üreteceklerini, ne kadar üreteceklerini bu zihniyet belirler! Ama kendileri hep silah üretir, kin üretir, tefrika üretir!

Biz bu zihniyeti iyi tanıyoruz aslında… Tanımasına tanıyoruz da, içerideki yeni yetme satılık sıpalara anlatamıyoruz bir türlü!

Elbette gâvur gâvurluğunu yapacak… Ne zamana kadar mı? Sen dostunu düşmanını tanıyıp da kendine gelene kadar…

Hangi ülkeye ‘Demokrasi’ götürmüşlerse, artık o ülke püsküllü belayı bulmuştur. Oynayacakları veya oynatacakları tiyatronun senar-

Lâ havle… 39

ŞUBAT 2015 / 319

Bu zihniyetin sahipleri, dün Hz. İbrahim’den, Hz. Musa’dan yana mı oldular ki, bugün Hz. Muhammed aleyhisselam’dan yana olsunlar. Nemrutlar da yaşıyor, Firavunlar da! Ebu Leheb’ler de yaşıyor, Ebu Cehil’ler de!

Demokrasi, Laiklik, İnsan Hakları, Barış, İfade Özgürlüğü gibi kulağa hoş gelen kavramlar, mazlumların, mağdurların tek bir derdine derman olmaz, ama yeryüzünün tüm katmerli zalimlerinin zulümlerine perde olarak ustaca kullanılır!


TARİH KORİDORU Mehmet Erturan erturanmehmet@hotmail.com

Badi Ekrem’in veya Pokemonların Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda Ne İşi Var?

F

ilistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak 12-13 Ocak 2015 tarihlerinde Türkiye’ye resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Devlet töreniyle karşılanan Mahmud Abbas için düzenlenen merasim hava şartları nedeniyle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın avlusunda değil, içinde yapıldı.

İlk dördünde de sancaklar vardı ama medyada ve kamuoyunda yeterince gündeme gelmedi. Sancakların gündeme gelmesi, sadece bayraklarla yetinilmeyip o bayrakların ait olduğu devlet askerlerinin de törenlere temsilen katılmasıyla oldu. Temsilî askerlerin de bulunduğu uygulama ilk olarak kardeş Filistinlilerin ziyaretinde gerçekleşti. Hava şartları nedeniyle Saray’ın içinde yapılan törende 16 Türk devletini temsil eden askerler kendilerine özgü kıyafetleriyle meşhur karede görüldüğü gibi merdiven basamaklarına dizildi.

Abbas, “Kardeş Filistin Devleti1 ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin ele alınacağı, Filistin’e yönelik insanî yardımın ve kalkınma projelerinin değerlendirileceği, FİLİSTİN-israil ihtilafındaki son gelişmelerin yanı sıra bölgesel meselelere ilişkin görüş alışverişinde bulunulacağı” toplantı için geldiği Saray’a girmeden önce karşılıklı sekize sekiz olarak dizilen sancakların arasından geçti.

Abbas’tan sonra, hava şartlarının normale döndüğü günlerin ilk ziyaretçisi olarak Saray’a gelen İlham Aliyev için hazırlanan törende 16 asker ilk kez asıl yerlerinde yani avludaki yürüyüş yoluna serilen turkuaz halının yanında yer aldılar. Törenlerin çoğunda bu bölgede bulunmalarına rağmen her seferinde farklı yerlerde konumlandırılabilecekleri de medyaya yansıyan ayrıntılar arasında yer aldı. Bu yeni uygulamayla birlikte Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın bando, tören taburu gibi unsurlarına 16 Türk devletinin askerlerini temsil eden birlik de eklenmiş oldu.

Tarihte kurulan 16 Türk devletine ait olan her bir sancak turkuaz kıyafetler giyen Cumhurbaşkanlığı tören alayı askerlerinin elindeydi. Bu uygulama bir ilk değildi. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın ilk ziyaretçisi olan Vatikan Devlet Başkanı Papa Fransuva da 28 Kasım 2014’te bu sancakların arasından geçerek avludaki tören birliği askerlerini selamladı. Katolik Hıristiyanların dinî lideri kimliğini de üzerinde taşıyan Papa’nın Türkiye ziyareti devletin zirvesiyle yaşadığı ‘dinler arası diyalog’a dair tartışmalarla geçtiğinden sancakların varlığı gündeme gelemedi.

Edinilen bilgiye göre Muhafız Alayı Komutanlığı, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nda 16 yıldız ile temsil edilen tarihteki Türk devletlerinin Cumhurbaşkanlığı Saray’ı içinde de sembolize edilebileceği önerisinde bulundu. Önerinin olumlu karşılanması üzerine kayıtlar incelendi ve tarihteki 16 Türk devletinin askerî üniformaları tespit edilerek, askerî terziler tarafından gerçeğine uygun olarak diktirildi. Cumhurbaşkanlığı forsunda birer yıldız olarak kalmayıp temsil makamına ulaştırılan 16 devlet kuruluş yılları dikkate alındığında şu şekilde sıralanıyor;

Siftahı çeken Papa’nın ardından Saray’a gelenler arasında sırasıyla Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, Litvanya Cumhurbaşkanı Dalia Grybauskaite, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el Sani, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev vardı. Saray’da bugüne kadar altı devlet başkanı/ cumhurbaşkanı ağırlandı. 40


Büyük Hun İmparatorluğu (MÖ 204-MS 216)2

Batı Hun İmparatorluğu (MS 48216)

Avrupa Hun İmparatorluğu (375469)

Ak Hun İmparatorluğu (420-552)

Göktürk İmparatorluğu (552-745)

Avar İmparatorluğu (565-835)

Hazar İmparatorluğu (651-983)

Uygur Devleti (745-1368)

Karahanlılar (940-1040)

Gazneliler (962-1183)

Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157)

Harzemşahlar (1097-1231)

Altınordu Devleti (1236-1502)

Büyük Timur (1368-1501)

Babür İmparatorluğu (1526-1858)

Osmanlı İmparatorluğu (12991922)

Papa, Saray avlusunda sancakların önünden geçerken.

Doç. Dr. Erhan Afyoncu (Marmara Üniversitesi, Tarih): Senelerden beri benim de söylediğim şudur: Biz Avrupa ve Asya’da hangi ülkeye gidersek gidelim, bizi o devletin tarihî kıyafetli askeri karşılıyor. Bu, Türkiye’de eksiklikti. Dünyanın her yerinde olan bir uygulamanın bizde de olması olumlu bir gelişme.

İmparatorluğu

Uzmanlar Nasıl Yorumladı?

Askerlerin yerine pokemonların koyulduğu adi çalışma.

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil (Marmara Üniversitesi, Tarih): Burada tarihe, dünyaya ve Türkiye’ye verilen bir mesaj var. Dünyaya ‘Biz köklü bir medeniyetin sahibiyiz. Dünkü devlet değiliz. Tarihten güç alıyoruz.’ deniliyor. Bunlar ‘devlet-i ebed müddet’ (ebediyen yaşayacak devlet) anlayışının Türkiye Cumhuriyeti ile devam ettiğini gösteriyor. Prof. Dr. Cengiz Anık (Marmara Üniversitesi, Halkla İlişkiler): Cumhurbaşkanı o 16 askerle iki mesaj vermiş olabilir. Birincisi: İç kamuoyuna özgüven kazandırmaya yönelik. Bir nevi psikolojik doping. İkincisi: Dış kamuoyuna. Net bir biçimde ‘Biz dünya ülkesiyiz, diğer ülkelerin sahip olmadığı özelliklere sahibiz. En çok devlet kuran milletiz.’ Prof. Dr. Nurettin Güz (Gazi Üniversitesi, İletişim): 16 Türk

devletini temsil eden muhafızlar göğsümüzü kabartıyor. Tarihiniz ne kadar zenginse o kadar gösterişli bir karşılama töreni hazırlarsınız. Dış basının rahatsızlık duyması normal. Çünkü onlar Türk milleti, Türkiye Cumhuriyeti’nden ibaretmiş intibasını vermeye çalışıyor.

Askerlerin başına güya padişah/ komutan diye konulan Badi Ekrem.

Sosyal medyada ve alışageldiğimiz medyada meselenin tartışılan, alaya alınan kısmı ise askerlerin varlığı değil, kıyafetleriydi. Kimisi meşhur karede merdivenlerde duran askerlerin yerine pokemonları, Abbas’ın yerine de bir pokemon uzmanı olan Profesör Oak’ı koydu. Kimisi de askerlerin önüne üzerinde Osmanlı kıyafeti, elinde de bando şefi olduğunu belirten tuğu taşıyan Şener Şen’in Hababam Sınıfı’nda oynadığı Badi Ekrem karakterini koydu. Daha beter görseller hazırlayarak eleştiri ahlakından bütünlemeye kalmış gevşekler gibi muhalif duruşunu adi/ basit bir şekilde ortaya koyanlar da oldu… 1-Cumhurbaşkanlığının resmî sitesinde ziyarete dair yayınlanan haberde Filistin’den bu şekilde bahsediliyor.

16 asker ve temsil ettikleri devletler.

41

2-En eski Türk devleti olarak kabul edilen Büyük Hun İmparatorluğu’nun kuruluş tarihini (MÖ 204) Türk devlet geleneğinin başlangıcı kabul edersek günümüze kadar geçen tarihî süreçte 2219 yıllık bir devlet tecrübesine sahip olduğumuz ortaya çıkıyor.

ŞUBAT 2015 / 319


SÖZ MEYDANI İbrahim Çiftçi ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

Umrandan Uygarlığa Medeniyetten Ulus Devlete:

Alfabe Değişimi

B

u sayfalarda dil, dilin iletişimdeki yeri, dilin değeri, dil-kültür ilişkisi gibi konularda ‘dil’ merkezli yazılar yazıldı.

Son MEB Şurası’nda Osmanlıcanın okullarda seçmeli ders olarak okutulması tavsiye edilince bitmeyen dil tartışması tekrar bir anda gündeme oturdu. Dünyanın ve Türkiye’nin çok yoğun siyasi, ekonomik, stratejik gündeminde ufak bir değişme gibi görünse de Osmanlıca -doğrusuyla Osmanlı Türkçesi- hem siyasi hem ekonomik hem stratejik hem kültürel hem de medeniyet unsurları ve özellikleri yönünden değişmeyen bir gündemdir. Medine’deki Türk okulunda görev yaparken Arapça’nın seçmeli ders olarak okutulmamasının sebebini okul müdürüne sorduğumda aldığım cevap beni şok etmişti. “Arapçanın seçmeli ders olarak okutulması MGK’nın özel iznine bağlıdır da ondan seçemiyoruz.” (Sene 2005) 28 Şubat düzenlemesiymiş. Arabistan’da Türk vatandaşlarının çocuklarına eğitim veren bir Türk okulunda Arapça seçmek yasak. Almanya’daki bir okulda Almancanın yasaklanmasını düşünebilir misiniz? Ama alfabe Arapça olunca ve Osmanlıcayı çağrıştınca yasakta mantık aranmaz.

darül fünun... gibi) okumuş, bitirmiş milyonlarca insan var. Bunların her biri kâtiplik yapabilecek durumda. Kâtiplik diyorum. Çünkü bu mesleği yapabilmek için Arapça, Farsça ve Türkçeyi iyi derecede yazmak ve okumak şarttı. Çünkü kâtipler sadece yazı işlerini yürütmüyor aynı zaman da güzel yazı yazmak, yazarlık yapmak gibi özelliklere de sahiplerdi.

31 Ekim 1928’de okuyan yazan, okuduğunu anlayan, anladığını yazan büyük bir kitle var. Medresede okumuş medreseyi bitirmiş veya yeni öğretim kurumlarında (tıbbiye, mülkiye, muallim mektepleri, ibtidaiye, rüştiye, idadi ve

Peki, 1 Kasım 1928’de ne oldu? Yukarıda saydığım ve sayamadığım okullarda okuyan, 42


okullardan mezun olan yüz binlerce insan okuyamaz, yazamaz hale geldi. Osmanlı Türkçesini iyi derecede yazan ve okuyan yüz binlerce insan bir günde okuyamaz, yazamaz yani halk arasındaki ifadesiyle “cahil” oluverdi. Buna münevverleri, âlimleri, hocaları... dâhil edin ve olayın vehametini anlayınız. Rahmetli babam da öyle olmuş.

İkinci mesele şu: Resmi istatistiğe göre Türkiye’de Harf İnkılâbı’ndan 1 yıl önce savaş, yoksulluk, erkek nüfus azlığı, imkânsızlık gibi olumsuzlukara rağmen okuryazar oranı yüzde 11’e yakındır. (1928) Her sene 0,5 (yarım) puan yükselseydi 1950 de oran yüzde 22 olurdu. Peki, alfabe değişiminden sonra oran nedir? Osmanlı Alfabesi’nin yasaklanması, millet mektepleri zorlamasına, jandarma dipçikleri ile okula götürülen insanlara ve normalleşmelere rağmen %32’de kaldı ki bu oran içinde Unesco’nun tanımına göre okuryazar %10 bile değil.

Halen sorulan ve cevabı merak edilen soru şudur: “Alfabe değişikliği sonucu oluşan manzara okullarda, devlet dairelerinde nasıl bir kaosa sebep oldu? Sorun nasıl aşıldı? Bu sorunlar aşılırken insanımız ne yaptı?” Bilinen alfabenin bir anda yasaklanmasıyla yaşanan hal hiç düşünüldü mü?

O zaman alfabe değişikliğinin sebebi, ne Osmanlı Türkçesi yazısının zorluğu, ne okuma yazma oranının düşüklüğüdür. Bu bir medeniyet değişimidir. İslam Medeniyeti’nden Batı medeniyetine geçişin en önemli köşe taşıdır. Amaç budur. Bu amaç saklanmamıştır da.

Okuryazarlığın genel tanımı, bir dilin yazılı eserlerini okuyabilme, okunanı algılama ve kavramaktır. Unesco’nun tanımına göre okuryazarlık, değişik türdeki yazılı kaynakları, kayıtları kullanarak tanımlama, anlama, yorumlama, bir araya getirme, iletişim kurma ve hesap yapma yeteneğidir. Toplumun geniş bir kitlesine hitap edebilmek, bilgisini ve gücünü geliştirerek hedeflerine ulaşması için bireye imkân veren olgudur.

Fakat aradan geçen zamana ve diğer devrimlere rağmen amaca ulaşılamadığı gerçeğine karşılık büyük bir medeniyetle de bağ koparılmıştır. Kökü olmayan bir ağaç misali habire sallandık ve kök arayışına girdik. Hititler’den Moğollara, Nev Yunaniliğe, Güneş Dil teorisine kadar bir kök arayışı sürer. “Biz kimiz?” sorusuna “Osmanlıyız” diyemeyenlerin çaresiz çırpınışlarıdır kök arayışı. Cemil Meriç’in deyişiyle “Doğu’ya giden bir vapurda Batı’ya koşan yocular.” Sözü Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya bırakalım:

Şimdi soralım, Osmanlı döneminde mi yoksa Cumhuriyet sonrası mı okuryazar oranı daha yüksektir? Açıklayalım: Osmanlı Türkçesi yazısı hareke dediğimiz işaretleme sistemini kullanmadığından okuması ve yazması zor gibi görünür. Ancak Osmanlı Türkçesi yazısını bilen bir kişi okuduğu kelimenin anlamını bilmek zorundadır. Aksi takdirde okuyamaz da yazamaz da. Arapça, İngilizce, Çince, Fransızca’da... olduğu gibi. Bu durumda Osmanlı Türkçesi yazısını bilen bir kişi Unesco’nun tanımına göre tam okuryazardır. Peki şimdi? Bir çocuk I. Sınıf II. döneminde okuma ve yazmayı öğreniyor. Önüne koyduğunuz en zor parçayı -edebi, bilimsel, kültürel, dini fark etmez- okuyabiliyor. Peki, anlayabiliyor mu? KOCAMAN BİR HAYIR. Bu durumda bu çocuk okuryazar mı? Unesco’nun tanımına göre HAYIR. Yeni alfabe okuma yazma bilenleri çoğaltsa bile okuryazarları, okuduğunu anlayanları azaltmıştır. Bu halen aşamadığımız bir gerçektir. “Okuma yazma bilen, okuryazar olmayan milyonlarca cahil yarattık her yaştan.”

Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Ârif anı seyreyler... Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler

Not: Günümüzde her yıl 8 Eylül günü Dünya Okuryazarlık Günü olarak kutlanır. Araplar, İslamiyet’in doğuşunu müteakip birkaç yüzyıl boyunca dünyada en fazla okuryazar nüfusa sahip millet idi. (Vikipedi) Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. 43

ŞUBAT 2015 / 319

Son zamanlardaki gelişmeler de bunu gösteriyor inşallah. Hayal edemediklerimiz ya da hayalinden çekindiğimiz hususlar gerçek oluyor. Akıbetimiz hayrola.


DÜNYANIN NABZI İbrahim Aydemir

İslamofobiyi Anlamak

F

obi sözlükte ‘korku’ anlamındadır. İslamofobi de İslam korkusu. Yani bir yandan İslam’ın yeryüzünde yayılmasına ve özellikle Batı’da hem göç yoluyla hem de yerli halklardan ihtida edenlerin sayısının gittikçe artması neticesinde Müslümanların bu toplumlarda belirleyici bir güç haline gelmelerini ifade ederken, diğer yandan 11 Eylül ve sonrasında küresel “İslami terörden” duyulan endişe anlamına gelmektedir.

rün belirleyici unsurlarıdır. İşte günümüz Batı toplumları, Müslüman nüfus arttıkça bu ikinci grup değerlerin kendilerine hâkim olmasından ciddi anlamda rahatsız olmaktadırlar. Şahıslar bazından teker teker sorulduğunda bu itiraf edilmeyebilir veya gerçekten kendilerince de fark edilmeyebilir; fakat derin toplumsal benliklerine ve belleklerine bu yerleşmiş durumdadır. Yukarıda saydıklarımıza nazaran daha yüzeysel ve muvakkat/ geçici olmalarına rağmen daha çok ön planda olan diğer bir grup faktör ise uluslararası siyasal sebep başlığı altında yer alan radikal İslam ve/ veya İslami terör algısı/ değerlendirmesidir. Bu algının başlangıcının İran etkisindeki Hizbullah’ın bu ülkenin bölgesel bir aktörü olarak Lübnan’da ortaya çıkmasıyla ve Filipinler, Rusya gibi diğer bazı bölgelerde yaşanan direniş/ özerklik mücadelesiyle olduğu bir vakıa olsa da 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelere yapılan terör saldırısından sonra ivme kazandığı bir gerçektir. Her ne kadar bu saldırının kim tarafından yapıldığı ve arkasında kimlerin olduğu henüz tatminkâr şekilde aydınlatıl(a)mamış olsa da Batılı devletlerin ve medyanın algı operasyonları ile bu cinayetin suçu Müslümanlara başarılı şekilde yıkılmış vaziyettedir.

Bu endişenin sebeplerini; bir grubu tarihsel olarak Müslümanlara karşı beslenegelen ön yargıyı, -Müslümanlardaki nüfus artış hızının1 Hıristiyan toplumlara nazaran yüksek olmasının da etkisiyle- seçimlerde belirleyici hale gelecek ve hatta çoğunluğu ele geçirecek olmaları, Batılı genç nesillerin İslamizasyonunun hızlanması, İncil’e inananların ve İncil okuyanların oranı azalırken Kur’an’ın bu toplumlarda popülaritesinin artması, Batı’da son yıllarda işsizlik artarken Müslüman göçmenlerin işgücü piyasasında kendilerine rakip hale gelmesi gibi sosyo-ekonomik nedenler oluşturmaktadır. Yine bu gruptan addedilmesi gereken bir başka sebep de Batı toplumlarında yerleşen ve başarılı şekilde varlıklarını koruyarak ikinci ve üçüncü nesle taşıyan Müslüman toplulukların bu ülkelerin yaşam biçimlerini değiştireceğine/ bozacağına dair endişedir. Batı’nın kültürel kodlarında tek tanrıcılık, adalet, hakkaniyet, paylaşımcılık gibi kavramlar tarihin hiçbir döneminde uzun zaman başat unsurlar olamamıştır. Batı medeniyeti bireycilik ve maddi rekabet üzerinde yükselir. Bu sebeple kapitalizm Batı’da çok kolay neşv ü nema bulmuştur.

Gazetelerden, ulusal ve küresel yayın yapan meşhur televizyon kanallarına kadar ana akım medyanın büyük kısmının Yahudilerin elinde olması ve/ veya Yahudi lobisinin etkisine açık olması bu operasyonda en büyük rolü üstlenmiştir. Körfez savaşında Irak’ın bombalanmasını canlı yayınlarla aktaran ve bunu yaparken insanların hayatlarına/ ölümlerine asla mercek tutmayan, üstten bir bakışla düşen bombalar eşliğinde Amerikan zaferini pazarlayan medya, 11 Eylül’de de rolünü oynamış, ifrat noktasında bulunan ve ümmetin genelini hiçbir şekilde temsil etmeyen El-Kaide terör örgütünden yola çıkarak

Müslüman Doğu toplumlarında ise hem coğrafi-kültürel kodlar hem de özellikle İslam’ın etkisiyle bireyden ziyade grup, rekabetten ziyade paylaşım, adalet, maneviyat gibi unsurlar kültü44


meselenin içine tüm Müslümanları dâhil etmeyi yavaş yavaş ve çaktırmadan başarmıştır.

lizminden taviz vermeyen tavrıyla bir çıbanbaşı gibi Ortadoğu’da varlığını sürdürmesi, BM kararlarını ısrarla çiğnemeye devam etmesine rağmen ABD’nin bu ülkeyi ekonomik ve siyasal olarak çok ciddi biçimde desteklenmeye devam etmesi bu aşırı grupların zuhuruna çanak tutmaktadır.

Öyle ki Müslümanların büyük bir bölümü de olup bitenden bireysel olarak suçluluk hissetme noktasına gelmiştir. Kimse şöyle bir durup “Bir an için El-Kaide ile ABD arasındaki bağları ihmal etsek ve bunun tamamen İslam topraklarından neş’et eden bir ur olduğunu varsaysak bile, biz Almanya’da neo-nazilerin yaptıklarından tüm Almanları sorumlu tuttuk mu?” veya “Ku Klux Klan’ın meş’um eylemlerinden tüm Amerikalılar sorumlu tutuldu, Hıristiyanlığın tabiatı tartışıldı da mı bugün bir avuç cahilin eyleminden biz İslam âlemi olarak suçluluk duyalım?” sorularını sor(a)madı. Diğer yandan, bu olgudan bağımsız olarak Ortadoğu’da ifrat unsurlarının, radikalleşmenin ve teröre eğilimli grupların/ kitlelerin varlığında kayda değer bir artış olduğu da gerçektir. Bu nokta, çuvaldızı İslam dünyası olarak kendimize batırmamız gereken noktadır.

İslam ülkelerini idare etme makamında olanların halkların çıkarlarından ziyade eski sömürgeci güçleri razı etme yolunu izlemeleri, halka rağmen sürdürdükleri politikalar ve kalıcı kalkınma hamleleri yapmamaları da bir diğer sebeptir. Bunların kendi iktidarlarını korumak ve pekiştirmek için ne denli güçlü bir iktidar aygıtı kurdukları ve Batı’nın da bunların demokratikleşmesi yönündeki söylemlerinin ne denli ikiyüzlü ve sahte olduğu Arap Baharı dalgası sonunda acı şekilde anlaşılmıştır. Mısır’da seçimle işbaşına gelen cumhurbaşkanı darbe ile devrilmiş, Batı açıkça duruma sessiz kalmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerde demokratik yolla değişimin söz konusu olamayacağı kozunu kullanan selefi/ tekfirci söylemler daha da yaygınlaşmış ve daha fazla taraftar toplamaya başlamıştır. Aslında değişim yalnızca bu ülkelerdeki Müslümanların talebi/ problemi de değildir. Dezavantajlı tüm gruplar kendilerini çaresiz ve sıkışmış hissettiklerinde terör örgütlerince devşirilmeye açık hale gelmektedir.

Bunun kanaatimizce en temel ve önemli sebebi yetersiz ve yanlış eğitimdir. Devlet tarafından verilen dini eğitimin yetersiz olması, dindarlık bilincine sahip gençleri alternatif eğitim kaynakları aramaya itmektedir. Bu ihtiyacı gönüllü ve organize biçimde karşılayan gruplar da genellikle Selefi-Vahhabi çizgisindeki aşırılığa meyilli, cihad kavramını terörü de içerecek biçimde yorumlayan oluşumlardır. Bu “eğitim” süreçleri sonucunda ortaya İslam’ı bir bütün olarak kavrayamayan, irfandan yoksun, yaşadıkları topluma yabancılaşmış, robotlaşmış sözde cihadçılar, canlı bomba adayları olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizin de bu trendden pay aldığı dikkat çekmektedir. Diğer bir neden küresel gelir dağılımındaki eşitsizlik ve şekil değiştirerek süren siyasal ve ekonomik emperyalizmdir. İslam ülkeleri dünya petrol rezervinin %80’ine ve diğer enerji ve maden kaynaklarının da çoğuna sahip olmalarına rağmen sosyo-ekonomik gelişmişlik ve hayat standartları bakımından bu ülkelerin büyük çoğunluğu alt sıralardadır. Geleneksel kuzeygüney eşitsizliğinin kırılamaması bir tarafa, İslam dünyasının kendi içinde de ciddi uçurumlar mevcuttur.

1- Hali hazırda Avrupa’da yaklaşık 45 milyon Müslüman yaşamakta iken bu rakamın 2030’a kadar 60 milyonu geçeceği ve pek çok ülkede %10’un üzerine çıkacağı öngörülmektedir. Avrupa halklarının dindarlık oranının düşüklüğü ve Müslümanların bu bağlamda daha bilinçli olduğu dikkate alındığında, bu durum en fazla nüfusa sahip dindar kitlenin Müslümanlar olacağı anlamına gelmektedir.

1900’lü yılların başından itibaren ortaya çıkan ve artık kangrene dönüşen Filistin meselesinin de bir türlü çözülememesi, İsrail’in radika45

ŞUBAT 2015 / 319

Elbette IŞİD, El Kaide vb. oluşumların arkasında hem finansal ve askeri destek sağlayan hem de bunları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek kullanan Batı aklı/ Batılı devletlerdir. Bu anlamda kendileri bir yandan İslamofobi’ye sebep olan faktörleri bizzat doğuran, diğer yandan ise kendilerini bunların mağduru konumunda gösteren bir kısır döngü içindedirler. Fakat İslam toplumlarına düşen, başta eğitim olmak üzere diğer içsel sebepleri ortadan kaldırmak için planlar yapmak ve diğer taraftan da aralarındaki birliği İİT ve benzeri çatılar altında sağlayarak bahsedilen uluslararası faktörlerin de ortadan kaldırılmasını temin için mücadele etmektir.


İMBİK Nuri Ercan nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Şuradan Buradan... D

aha düne kadar günlük hayatımızda Allah’a, Rasulüne ve gökteki yıldızlar gibi ümmet semasında parlayan örneklerimize bağlılığımızı perçinleyen cümleler, tabirler, vecizeler ve atasözleri kullanırdık. Gönül dünyamızın fakirleşmeye yüz tutması ile bu kullanıma son verip, modern hayatın gerekliliklerini birer algı ve gerçeklik olarak zihinlere aktaran cümleler, kelimeler kullanmaya başladık.

Y

sik cümleler kurarak meseleye girdi. Lakin zevk alamadığından olsa gerek konuyu uzatmadı. Mısır günlerine geçti. Arapların kimi özelliklerinden bahsetti. Orada çektiği sıkıntılardan dem vurdu. Çok zaman geçmeden, Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim’den övgü ile söz etmeye başladı. Osmanlı’ya bir girdi, pir girdi. Bir de baktık ki güneş üç mızrak boyunu çoktan aşmış...

azı yazmanın en önemli zorluğu konu bulamamak olsa gerek. Konu bulsanız müktesebat olmazsa konu bir işe yaramıyor. Müktesebatınızın olduğu her şeyi de konu edinemiyorsunuz. Para buldum cüzdan yok; cüzdan buldum para yok misali... Merhum üstadımız Derviş Göltaş, Adana’dan Nevşehir İmam Hatip Lisesi’ne intikal ettiği yılda, Ramazan Bayramı günü tatili de fırsat bilip, Acıgöl Merkez Cami’ne gelmişti. Sabah namazından sonra o dönemlerde kasabada müftülük olmadığından ve vaiz bulunmadığından cemaatin kahir ekseriyeti, nazarlarını Derviş Hoca’ya çevirdi. Ee… Ezher mezunudur. Âlimdir. Hoş sohbettir... İmam efendi durumu anlayıp, “Hocam buyurun, sohbet edin.” deyince, bakışlardan da hayli etkilenmiş olan hocamız kürsüye çıktı. Allah var, ben de ahlak dersimize girmekte olan hocamızın ilk vaazı nasıl olacak saiki ile heyecanlandım.

Sonradan bu vaazını anlatıp hazırlıksız yakalandığını ifade etmişti, rahmetli. Ama bunu kendisinden başka kimse anlamamıştı. Güzel de bir vaaz olmuştu doğrusu. Ben hazırlıksız yakalanmadım, lakin yazıya yakalanamamanın ezikliği ile kıvranıp dururken, genel yayın yönetmenizin sabrını zorlamamak adına Derviş Hocam’ın (Allah ondan razı olsun, yaşadıkları ile ölümünden sonra bile bizlere örnek oluyor.) yaptığı gibi yapayım istedim ve yazı başlığımızın adını da “Şuradan Buradan” koydum. Haydi hayırlısı.

Kaybolan Muhabbetler

Ön safın arkasındaki safa iliştim. Dikkatimi Hoca’ya yoğunlaştırdım. Besmele, hamdele ve salveleden sonra Derviş Hoca; Ramazandan, oruç tutmanın faziletlerinden bahisle kesik ke-

Muhabbet en önemli zenginliğimizdir. Hem de ne zenginlik! Aşka, sevgiye, sevdaya, kardeşliğe ait ne varsa muhabbetin içinde mündemiç. 46


Ancak, şu günlerde sanki muhabbet yarılmış, içinden sadece aşk çıkmış! Çıkan aşk, aşk olsa bari! Çoluk çocuk lisanı halleriyle ‘aşk’ deyip dururlar. Gençlerimizin en çok okuduğu kitaplar, müspet veya menfi aşk kitapları. Okunmadık aşk kitabı kalmamış gibi. Televizyon dizileri aşkı konu edinmezse seyirci kaybediyormuş. Bütün dizilerde aşk ilk sırada anlayacağınız.

Son zamanlarda “Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz.” cümlesi de tedavülden kalkacak gibi.

Osmanlı’nın kuruluşunu anlatan dizilerde bile ecdadımız hemen ilk bölümde âşık oluyor. Nedir bu rezalet! Diziyi seyreden gençler niye dedelerimize çekmeyelim demezler mi! Aşk konulu kitaplar dışında okunan kitaplar neredeyse yok hükmünde. Biz gerçekten abartıyoruz. Üstelik gerçek aşkın ne olduğu da bilinmiyor. Kendini seven, kendine tapınan, maşukunu sevdiğini zannediyor. Sonra gelsin ayrılıklar, yayılsın “yaz kızım şiddetli geçimsizlikten dolayı boşanmalarına karar verilmiştir.” sedaları.

Argo olarak kullanılan “Atma Necip, din kardeşiyiz!” cümlesi bile kulaklara hoş gelen nostaljik cümlelere dönüşmüş durumda.

Toplumda, acayip bir ‘gözü açıklık’, garaip bir makam mevki hastalığı almış yürümüş. ”Görev alınmaz verilirdi”, şimdi kimsenin umurunda değil.

“Âlim” tabiri de son âlimlerimizle ahirete irtihal eyledi. Bunun yerine bilim adamı diyoruz. Ama hangi bilim, belli değil. Böylece söz konusu kişiler “âlim” sorumluluğundan kurtulmuş oluyorlar. “İlmin edebi” gibi, güzelim tabiri kullanmıyoruz. Bu sebeple ekranlarda, birbirine ayethadis okuyarak ta’n eden bilim adamlarımız türedi.

Allah’ın adaletinden şüphe edilmez. Muhabbetin ölümü aşka yaramaz. Oysa ne güzel söylenmiş:

Kızlarımıza “Ağır otur, batman kalk.” diyemiyoruz. Cümlenin çağrıştırdığını açıklamak için batman’ı anlatmaya kalksak; çocuk “bet men (yarasa adam)” anlayacak. Cümle de güme gitmiş olacak.

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl

Yitik Tabirler Çoğalıyor mu?

Mürekkep yalamış zevat bile “nefis tezkiyesi” nedir, ne değildir, üzerine eğilmek yerine üzerine yatmayı tercih eder hale gelmiş durumda. Kim uğraşacak nefis terbiyesi ile! Şimdi güçlenme zamanı! Değil mi ya!

Daha düne kadar günlük hayatımızda Allah’a, Rasulüne ve gökteki yıldızlar gibi ümmet semasında parlayan örneklerimize bağlılığımızı perçinleyen cümleler, tabirler, vecizeler ve atasözleri kullanırdık. Gönül dünyamızın fakirleşmeye yüz tutması ile bu kullanıma son verip, modern hayatın gerekliliklerini birer algı ve gerçeklik olarak zihinlere aktaran cümleler, kelimeler kullanmaya başladık.

Kabağın Sahibi

Haksızlık yapan arkadaşına “Yapma, Allah’ın gücüne gider.” diyenleri duyamıyoruz artık.

İnsanımızın diğerlerini yavaş yavaş bir nesne gibi görme hastalığına yakalandığı aşikârdır. Teşbihte hata olmaz, bu tür hasta şahsiyetler, kişiyi kabak sanıyor. Onun kıyafetine, giyim tarzına, şekline, fiziğine, dış görünüşüne bakıp zihninde oluşturduğu (ama nasıl oluşturduğu konusunda fikir yürütmekten aciz olduğunun farkında bile olmadan) cümleleri adamın yüzüne fırlatıyor. Bundan da zevk alıyor. Sormak lazım, kabağın sahibi kim! Sen kimsin!

Miras bölüşümünde kayırma yapmaya yeltenene “Yerin altı var.” deyip haksızlık yapması engellenmeye çalışılırdı. Hovardalık yapanlara “Eski kulağı kesiklerden.” denildiğinden, toplumda böyle tipler revaç bulmazdı. Hırsıza “Kolu uzun.” tabiri ceza vermekten daha etkili olurdu. 47

ŞUBAT 2015 / 319

Son dönemlerdeki gibi dış görünümle uğraşılan bir dönem oldu mu bilmiyorum! Bir kere güzellik ne demek onu unutmuş durumdayız. İkincisi, birbirimize, ruhu ve gönlü hesaba almayan haylaz münkirler gibi davranır olduk.


DÜŞÜNCE UFKUMUZ Atilla Değirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

Kulluk’tan Düşme Nedeni; HEVA

Ö

mrümüz boyunca belirlediğimiz yön çerçevesinde bir hayat yaşarız. Hayatın iskeletini oluşturan yönümüzü; prensiplerimiz, kararlarımız, projelerimiz, hedeflerimiz ve ahlak anlayışımız belirler. Ayrıca hayata yüklediğimiz anlam, hayatta kalmak için verdiğimiz uğraş, üzerimize aldığımız sorumluklar hep bu yön çerçevesinde belirlenir.

vazgeçilmezler listesindeyken menfaati doğrultusunda ‘özü yakalayamama’ mantığıyla yaklaşarak boş ve lüzumsuzlar listesine eklenebilir. Hevayı hayat tarzı seçenlerde kişiliksizlik, karaktersizlik ve istikbar ön plana çıkar. Ahlak yapısını arzuları, menfaati, düşünceleri yönlendirdiği için yola çıkılacak veya yolda beraber yürünecek birisi değildir. Bu sadece kişisel ilişkilerde değil devletlerarası ilişkilerde de ortaya çıkan bir durumdur. Bir de bu tipler her şeyi kendisi iyi bildiğinden diğer insanları sadece malzeme olarak görür ve faydalanır.

Peki, hayatımızın yönümüzü tayin eden temel etken kimden kaynaklanır? İnsanların hayatlarını incelediğimizde bu soru iki farklı grup ortaya çıkarmıştır.

Heva; sırat-ı müstakimden uzaklaşmanın, dalalete düşmenin başlangıç ama en önemli safhasıdır. Allah Teâlâ’nın istediği hayatı, peygamberin yolundan gitmeyi kerih görüp de ‘bu hayata bir defa geldim, günümü gün edeyim’ bozuk mantığıyla yoldan sapmaktır/ saptırmaktır. Hâlbuki bu dünya yalnızca imtihan alanımızdır. Fazla uzun da sürmeyecek zaten. Biraz sabır, biraz cesaret bizleri Allah’ın lütfuyla asıl yurdumuza götürecektir.

- Birinci grup; yaratıldığının farkına varıp hayat yönünü O’na göre düzenleyenlerdir. Hayatı yaratıcı vermiştir, dolayısıyla O’nun istediği gibi yaşanılması gerekir. - İkinci grup; kendi arzularını, çıkarlarını, hislerini, düşüncelerini, görüşlerini her şeyin üzerinde görerek hevasına göre yön belirleyenler. Yani hayatın yönü ya Allah Teâlâ’dan ya da kişinin hevasından kaynaklanır. Bu çerçevede hevanın sorgulanması gerekir. Gerçekten nedir, heva?

Hevasına uyarak hayat sürenler hayatlarında yapmaya çalıştıkları şeylerin ne kadar boş, lüzumsuz ve faydasız olduğunu mahşerde anlayacaklar. Rabbimiz “amiletü’n nasibeh/ çalışmış yorulmuştur” buyurarak hayattaki koşturmalarının hiç olduğunu belirtmiştir.

Heva, düşmektir. İmandan küfre, ahsen-i taqvimden esfel-i sâfiline, helallerden harama, Me’va’dan Haviye’ye, hayr’dan şerr’e, lütuftan azaba, itaatten isyana, özgürlükten esarete, örtüden çıplaklığa düşmektir. Nihayetinde insanlıktan ve kulluktan düşmektir.

Heva, kuralsızlıktır ya da bütün kuralları kendi lehinde kullanmaktır. İslam’ın kurallarını bile işine geldiğinde kullanmaktan kesinlikle tereddüt etmez. Yeter ki o kurallar fayda sağlasın.

Heva, kişinin menfaatini odak haline getirmesi ve menfaatinin gereklerini yapmasıdır. Bu tiplerin doğruları ve yanlışları ancak çıkarları doğrultusunda şekillenir. Hatta çıkarlar doğru ve yanlışın kısa zaman dilimlerinde yer değiştirmesine bile neden olur. Tesettür, namaz, ahlak

Hidayetin kıymetini bilen, Allah’a kulluğu her şeyden üstün tutan, Allah ile yaptığı alışverişi gündeminden çıkarmayan fedakâr insanlar için heva kontrol altında tutulması gereken mantık hatasıdır. 48



İlkadım Dergisinden Okuyucularına Hediye...

İ N E Y • Büyük boy • 320 sayfa

10

İlkadım Dergisi yazarlarından Mustafa Yayla’nın kaleminden bu değerli eser, İlkadım Dergisi abonelerine hediye...

• Dua adabı, tesbih ve zikirler ve bunları okumanın faziletleri • Belirli zamanlarda ve günlük olarak okunacak dualar • Namaz içinde okunacak tesbih ve dualar • Allah’ın güzel isimleri/el-Esmaü’l Hüsna • Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerin dilinden örnek dualar • Kur’an-ı Kerim’de geçen örnek şahsiyetlerin duaları • Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, en çok yapmış olduğu dualardan örnekler • Kur’an-ı Kerim’den örnek dualar BİLGİ ve İRTİBAT İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0 505 808 35 87

Okuyun, Okutun, Abone olun...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.