İlkadım Dergisi Sayı: 308

Page 1

sayı

308 ISSN-1307-6973

7,5

• Mart 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir”. (Zâriyât, 55)

BAŞYAZI • Kimden Dolayı Kardeşsiniz

KAPAK DOSYASI • Nasihattır Vasiyetler Tutana

HİZMET ADABI • İyilik ve Takvayı Konuşun

• Ulema ve Umera • Günümüze Gündüzümüze

/ilkadimdergisi



Nasihattır Vasiyetler Tutana

6

Umera ve Ulema

10

ilkadım İÇİNDEKİLER İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Kimden Dolayı Kardeşsiniz? KAPAK A. Baki Öncel -Nasihattır Vasiyetler Tutana/6 Yrd. Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu - Umera ve Ulema/10 Mükremin Çelik - Günümüze Gündüzümüze/15 Şeyh EDEBALİ’nin Osman Gazi’ye Nasihatı/20 EĞİTİM/ Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitimde Amaç ve Amaçlılık Sorunu/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak İyilik ve Takvayı Konuşun/24

Günümüze Gündüzümüze

15

Teşkilat & Hanedan - Selman Kayabaşı

33

KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Özgürlük ve Kölelik Arasında KADIN/26 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez İmanın İkinci Şartı Meleklere İman-1/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Gıybet/30 TASAVVUF/Cemil Usta Zikrullah/32 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Teşkilat & Hanedan - Selman Kayabaşı/33 TARİHE YÖN VERENLER/Ahmet Belada Selanik/34

Selanik

34

Bayrak Şairi’nden Türkiye ve Dünyanın Kurtuluşuna NEBEVÎ REÇETE

40

İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Takva Hayatı/36 LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Seçmesine Seçelim de.../38 TARİH KORİDORİ/Mehmet Erturan Bayrak Şairi’nden Türkiye ve Dünyanın Kurtuluşuna NEBEVÎ REÇETE /40 DÜNYANIN NABZI/İbrahim Aydemir 20. Yüzyılda Türkiye Ortadoğu İlişkileri/42 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi II. Abdulhamid’in Tarikatı/44 İMBİK/Nuri Ercan Umreye Gideceklere İNCE NASİHATLER/46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Soruyorum!.. Allah Teâlâ Kaç Tane Din Göndermiştir?/48


ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net

ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

YIL: 22 SAYI: 308

Mart 2014 Fiyatı: 7,5 TL KDV D

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

sayı

308 ISSN-1307-6973

7,5

• Mart 2014

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

/ilkadimdergisi

“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir”. (Zâriyât, 55)

2

BAŞYAZI • Kimden Dolayı Kardeşsiniz

KAPAK DOSYASI • Nasihattır Vasiyetler Tutana

HİZMET ADABI • İyilik ve Takvayı Konuşun

• Ulema ve Umera • Günümüze Gündüzümüze

/ilkadimdergisi

Kıymetli Okuyucu, Rabbimiz buyuruyor: “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü’minlere fayda verir”. (Zâriyât, 55) Allah (c.c.) öğüdün mü’minlere fayda vereceğini bildiriyor. Demek ki insanlar öğütten inançları ölçüsünde faydalanabiliyor. İmanlı kimseler kendilerine ehil kimselerden ulaşan nasihatlere candan kulak veriyor. Bazıları da bu ikazlardan, nasihatlerden rahatsız olurlar. Kendilerine hakkın söylenmesini istemezler. Rabbimiz bu durumda olanlara bizim şöyle hitap etmemizi emrediyor: “Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur’an’la öğüt vermekten vaz mı geçelim?” (Zuhruf, 5) Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Din nasihatten ibarettir.” Yanındakiler sordu: “Kimin için ey Allah’ın Rasulü?” Efendimiz cevap verdi: “Allah için, Kitabı için, Rasulü için, Müslümanların idarecileri ve Müslümanların hepsi için. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan gidersin.” (Tirmizî, Müslim) Hadiste nasihatin ehemmiyetine dikkat çekilirken son zamanlarda çok ihtiyacımız olan kardeşlik hukukumuzu nasıl gerçekleştireceğimiz de vurgulanıyor. Mademki “din nasihattir, Efendimizin nasihatini önemine binaen tekrarlayalım: Müslümanlar kardeşimizdir. Bir kardeşe nasıl davranılırsa öyle davranacağız. Onlara yardımı kesemeyiz. Onlara yalan söyleyemeyiz. Onlara zulmedemeyiz. Onlarda bir rahatsızlık görürsek hemen bunu gidermeye çalışırız. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Âlimler peygamberlerin varisidir” (Buhari, İlim, 10) buyurmuşlardır. Bu veraset sorumluluğunun farkında olan, İslam’ı sahih olarak anlayan, anladığını hal ve hareketleri ile yaşayan, sorunlara Kur’an ve Sünnet ekseninde çözüm üreten, ümmete ve emir sahiplerine nasihat ve tavsiyelerde bulun âlimler İslam coğrafyasının her bölgesinde hep olagelmiştir. Halife Ömer bin Abdulaziz’in, Harun Reşid’in devrinin âlimlerinden, büyüklerinden dinledikleri nasihatler; Selçuklu Sultanlarının, İmam Maverdi’den, Gazali’den; Osmanlı Sultanlarının Şeyh Edebali’den, Emir Sultan’dan, Hacı Bayram-ı Veli’den, Akşemseddin’den, Zenbilli ve Ebussuud Efendilerden, daha adına sayamayacağımız muhteremler-


den dinledikleri ve kulaklarına küpe olan nasihatler, tazeliğini kaybetmeden nesilden nesile aktarılmaktadır. Esasen Müslümanların sayılan dönemlerde Rabbimiz tarafından “arza üstün kılınmalarındaki” hikmeti hem nasihat edenlerin hem de o nasihati tutanların ihlâslarında, samimiyetlerinde aramalıyız. Örnek mi? Kanuni Sultan Süleyman, İran seferi yolculuğunda Aksaray’a uğradığında meşhur velilerden Pîr Ali Aksarâyî hazretlerini ziyâret eder. Tabiatıyla nasihat ve dua ister. Hazreti Pirin Muhteşem Süleyman’a nasihatlerine kulak verelim: “Allah Teâlâ senden adaletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adaletle iş gör. Eğer âdil olursan, bu dünya da senindir, âhiret de. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Peygamberleri düşün, dini gözünün önüne getir! Fena bir yol tutarsan, Allah Teâlâ seni baş aşağı eder de şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün. Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü viran ederler. Buna sebeb olma. Allah Teâlâya karşı isyan edenleri Cehennem ateşine atarlar. Bak düşün, binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünya fânidir. Bu nasihatlerimi bir inci gibi kulağına küpe yap.” Rabbimizden öyle âlimlerin sayısını artırmasını, öyle idarecileri ümmetin başına vermesini, devrimizi de o devirlere tekrar çevirmesini niyaz ederiz. Ülkemiz önemli bir seçim sürecine daha çalkantılı bir zeminde giriyor. Halk yöneticilerini seçecek, onlara vekâlet ve velayet verecek. Bu vesile ile biz de hatırlatma görevimizi ifa edelim: Bir Müslüman, velayetini “mü’min olmayan”a, gayri İslami hizmetlerde bulunana vermez. Bir Müslüman, velayetini “tağut”a vermez. Bir Müslüman, velayetini insanları münkerde tutana, ma’rufa yönlendirmeyene vermez. Bir Müslüman, velayetini insanların haklarını zalimden kurtarıp zulüm ve fenalıkları defetmeyene, fitne ve fesat ehlinin yaptıklarından men etmeyene vermez. Bir Müslüman, velayetini kendisinden olmayana, kendisi gibi inanıp düşünmeyene, “İslam dışı mihraklar”la Müslümanlar aleyhine “işbirliği” ya da “iş ortaklığı” yapana vermez. Bir Müslüman, velayetini “Emanet”e ihanet edene, “adil, yetkin ve yeterli olmayan”a da vermez. Selam ve dua ile… Mart 2013 / 308

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Gsm:0544 713 19 82 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

3


BASYAZI . Nureddin Soyak

Kimden Dolayı Kardeşsiniz?

D

inini Kur’an ve Sünnete göre yaşayamayan mü’minler, parçalanıp bölünmekten kurtulamazlar. İnanç ve amelleri bir olmayanlar, nasıl birlik oluşturabilir? Camide buluşamayan, Kâbe’de buluşamayan, buluştuğu halde bilişemeyen nasıl birlik oluşturur? Nasıl gerçekten kardeş olabilirler?

K

ardeşlik, ya soy-sopla, ya da inançla olur. Asıl kardeşlik inanç kardeşliğidir. İmanı terk edenin, Ana, baba ve kardeşlerle alakası kesilir. Bu da göstermektedir ki asıl kardeşlik iman kardeşliğidir. Mü’minler imandan dolayı, Allah’dan dolayı kardeştirler. Allah’dan dolayı kardeşliğin önüne hiçbir kardeşlik geçirilemez. Geçirenler dün de bugün de hep kaybetmişlerdir. Dün de bu günde mezhep kavgası yapılıyor. Bu gün bir de meşrep kavgası yapılmaktadır. Neticesi kavgalar, katliamlar. Kim kazanıyor? İslam düşmanları. Rabbimiz buyurdu ki: “Bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir.” (Nisa, 92) “Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.” (Maide, 30) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak dönmeyin.” (Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi) Kâfirlerle savaşta bile kelime-i şehadet geti-

4

renin boynunu vurduğu için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Usame’yi (R.A.) şiddetle azarlamıştı. Evs ve Hazreç kabileleri de kardeş kabileler idi. Rabbimiz bunları iman kardeşi yapıncaya kadar bu kabileler birbirini yediler. Günümüz Müslümanlarının kardeşlik hukukundan ne kadar haberleri var? Haberi olanlardan ne kadarı bu hukuka riayet ediyorlar? Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanların kardeşliği neden sıkıntılı? İlahi ve nebevi öğreti, kardeşliğin en ileri seviyede gerçekleşmesi için, pek çok emir ve nehiylerde bulunmuştur. Samimi Müslümanlar bunlara kulak vermek, gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Kardeşliği ilahi ve nebevi ölçüler dâhilinde gerçekleştiremeyen Müslümanlar, tarihin hiçbir safhasında ferdi, ailevi ve ictimai alanda başarı elde edememişlerdir. Rabbimiz buyurdu ki: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 10) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki:


“İki kişinin arsını düzelten, hayır söyleyip, hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir.” (Buhari) Mü’min aile; birbirlerinin iman kardeşidirler, birbirlerini sevecek, birbirleri ile iyi geçinecek, birbirlerinin arasını düzeltecekler. Mü’min akrabalar; birbirinin iman kardeşidir, birbirlerini sevecek, birbirleri ile iyi geçinecek birbirlerinin arasını düzeltecekler. Mü’min komşular; birbirinin iman kardeşidir, birbirlerini sevecek, birbirleri ile iyi geçinecek, birbirlerinin arasını düzeltecekler. Mü’min siyasiler; birbirinin iman kardeşidir, birbirlerini sevecek, birbirleri ile iyi geçinecek birbirlerinin arasını düzeltecekler. Mü’min cemaatler; birbirinin iman kardeşidir, birbirlerini sevecek birbirleri ile iyi geçinecek, birbirlerinin arasını düzeltecekler. Rabbimiz buyurdu ki: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşman idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103) Düşmanken kardeş olmaktan daha büyük bir nimet düşünülebilir mi? Rabbimiz bu büyük nimete dikkatlerimizi çekmiştir. Mekke’de Medine’de kabileler birbirine düşmanken Rabbimizin iman nimeti ile kardeş oldular. Dinini Kur’an ve Sünnete göre yaşayamayan mü’minler, parçalanıp bölünmekten kurtulamazlar. İnanç ve amelleri bir olmayanlar, nasıl birlik oluşturabilir? Camide buluşamayan, Kâbe’de buluşamayan, buluştuğu halde bilişemeyen nasıl birlik oluşturur? Nasıl gerçekten kardeş olabilirler? Rabbimiz buyurdu ki: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Al-i İmran, 105) Rabbimiz geçmiş milletlerin ayrılığa düştüğü Mart 2013 / 308

gibi, bizlerin de ayrılığa düşmememiz konusunda uyarıyor. Rabbimiz lutfuyla Kur’an’ı korudu, fakat Kur’an’dan haberi olmayan, Sünnetten haberi olmayan dinini koruyamaz. Şeytanın, nefsinin sapkınların oyuncağı olur. Rabbimiz buyurdu ki: “O, onların kalplerini uzlaştırdı. Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların arasını uzlaştırdı. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Enfal, 63) Allah’dan başka hiçbir şey kalpleri uzlaştıramaz. Çıkarlar ve menfaatler geçici bir süre kardeşlikler tesis ediyor gibi görünse de çıkar ve menfaat bittiği anda kardeşlikler de derhal biter. Çıkar ve menfaatler ne kadar büyük olursa olsun, imanın tesis ettiği kardeşliği tesis edemez. Rabbimiz yeryüzünün tüm menfaatlerinin bile kalpleri uzlaştıramayacağını beyan buyurmuştur. İman kardeşliğinin tezahürü muhabbettir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir, Allah için vermezse İmanını kemale erdirmiştir.” (Ebu Davud) Mü’minlere eziyet edilmesi şiddetle kınanmıştır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz minbere çıkıp “Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olanlar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim Müslüman kardeşinin kusurlarını araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rüsvay eder.” (Tirmizi) uyarısında bulunmuştur. Mü’minleri kardeş yapan ne mezheptir, ne meşreptir, ne hocadır, ne vakıftır, ne de dernektir. Mü’minleri kardeş yapan, Allah’tır. Allah’dan dolayı kardeşliğin üstünde hiçbir kardeşlik yoktur. Bu kardeşlik imanları zayi olmadıkça devam eder.

5


KAPAK

NASİHATTIR VASİYETLER TUTANA “İnsanlık, örnek aileler ve örnek cemaatlere ihtiyaç vardır. Sadece öğreten ve öğrenen değil amel eden ve her yönüyle örnek olan kişi, aile ve cemaatlerden olmaya çalışalım.” Unutulmamalıdır ki, Bir Müslüman’ın iman, ilim, amel ve hizmetlerinin meyvesi güzel ahlaktır. “Onun için hem kendimizi, hem nesillerimizi Kur’anî ve nebevî ahlakla ahlaklandırmaya çalışalım.”

A. Baki Öncel

Â

kapak@ilkadimdergisi.net

limler, gönül insanları, dava adamları, halkı ile iç içe yaşamış aksiyoner insan olmalılardır. Bir toplum böyle insanların tedrisatından geçmişse şanslı bir toplum olarak görmek lazımdır. Her topluma nasip olmayan bu ışık insanlar, yol göstericiler ömürlerini insanlığa adayarak, Allah(cc) ın kendilerine bahşettiği ömrün her saniyesini dolu dolu yaşamışlardır. İçinde bulunduğu toplumda şeytana ve şeytanlaşmış insanlara karşı “nasıl olur ki, hakkı tutar kaldırabilirim”in sancısını çekmiş, sancılı insanlar yetiştirmişlerdir. Tecrübelerini ve ilmi gerçekleri ilmek il-

6

mek dokurken, gayeleri hep aydınlık yarınların nur yüzlü dava adamlarına yol azığı hazırlamak olmuştur. Olabilir ki, yolunun üzerinde pusu kuran iman hırsızları, haramilere karşı mukavemetli olsunlar da, sıratı müstakim’in önündeki engelleri aşsınlar diye. İşte bu kutlu insanlardan biri de dava ve aksiyon adamı Zeki Soyak Hocaefendidir. Karanlık dehlizlere benzeyen hayat yolculuğunda, yol aydınlığımız ve azığımız için altın silsiledeki rehberlerimizin tecrübelerini ve vasiyetlerini sık sık okumamızı bizlere tavsiye ederken, nasıl sağlam ve mukavemetli, kavi inanca sahip olmamızın da eğitimini vermiş demek ki. Bu kutlu insanın ilmin ve tecrübenin im-


biğinden geçen, gönül kaynağından kalemine dökülen vasiyeti de hayatındaki yaşadığı her bir saniye gibi ışık olmuştur tutana, anlayana. Onun için sana ulaşan inanç ve akideni, senden sonrakine de ulaştırman, bütün imkânını kullanarak gayret etmene bağlıdır. Bu gayret tavizsiz ve garazsız olmalıdır. Bu bağlamda geçici dünya menfaatleri için sonsuz ahreti harap etmeye değmez. İnsan toplumla yaşar, toplumuyla yeşerir, toplumuyla gelişir. Toplumun her ferdinin ne psikolojisinin, ne de algı ve anlayışının tıpatıp aynı olması mümkün değildir. Şahsi işlerde hoşgörülü ve affedicilik, müsamaha ruhsatını kullanırken, konu dinin herhangi bir hükmünü ilgilendiren konu ise, hoş görü hakkı insana verilmemiştir. Gereken neyse yapılmalıdır. İşte bu anlayışı hayatında uygulayan ve eğittiği insanlara da önemine binaen vasiyetinin ilk sıralarına bunu koyan Zeki Soyak Hocaefendi, bu anlayışın yer yüzüne hâkim olması için, ilmek ilmek dokuyarak hayata ve hizmete hazırladığı gençlerini, mutlaka hizmetin bir dalında yer alsınlar diye, kimseden menfaat beklemeden sadece ve sadece Allah(cc)ın rızası kazanılsın için, aşk şevk ve heyecanın yitirilmemesini vasiyet etmiştir. “İslami hizmetlerde mutlaka yerinizi alın. Bunu sırf Allah rızası için yapın. Allah rızası için yapılmayan bir işte, konuşulan bir sözde asla hayır yoktur. Üstelik kişiyi vebal altında bırakır.” Zeki Soyak Hocamız Allah için hizmetin önünde engellerin mutlaka çıkabileceğini, hizmetlerin sıkıntıları da peşinden getireceğini, bütün bu engellerin gayesi ve hedefi hizmet erinin yılgınlık, bıkkınlık, usangınlık olarak tezahür edebileceğini vasiyetinde belirtirken “Sakın ola ki bu engeller seni-sizi hizmetten alıkoymasın” demiştir. İnsanı bir kanser mikrobunun bitirdiği gibi Mart 2013 / 308

Şahsi işlerde hoşgörülü ve affedicilik, müsamaha ruhsatını kullanırken, konu dinin herhangi bir hükmünü ilgilendiren konu ise, hoş görü hakkı insana verilmemiştir. ** “İnsanlık, örnek aileler ve örnek cemaatlere ihtiyaç vardır. Sadece öğreten ve öğrenen değil amel eden ve her yönüyle örnek olan kişi, aile ve cemaatlerden olmaya çalışalım. ümitsizlik yer bitirir. Hele bu gayesi ilayı kelimetullah olan insan ve toplumda asla kabul edilemez bir hastalıktır. Ümitsizlik, toplumun ve ferdin elini kolunu bağlar. Hareket ve manevra kabiliyetini köreltir. Olumsuzlukları olumluya tebdil etmek için, başta sabır silahı ile sebat mevziini muhafaza ederek, fedakârca azimli ve gayretli çalışmayı gerektirir. Ama bu fedakârane çalışmanın çetelesini tutmadan, hesabını tutmadan olursa fayda verir. Müslüman’ın defterinde ümitsizliğe yer yoktur “Müslüman hep ümitvar olacaktır”. Hisler önemlidir. Kısmen de olsa hissi davranışın belki faydasını görmek mümkündür. Ama heyecan, can damarıdır hizmetlerin. Hisler ve heyecanlar bazen kendi iç âlemimizde işlevini olumsuza götürürken, “bazen da hiç beklemediğimiz kimselerden, mesai arkadaşla7


rımızdan dava kardeşlerimizden, yani aynı idealin yoluna baş koyduklarımızdan hiç beklenmeyen davranışlar görülebilir.” Görülüyor da. Heyecan işte böyle durumlarda yitirilmemelidir, kaybedilmemelidir. Müslüman toplumda hizmet erlerinin ayrı bir yeri vardır. Dava sevdalısı, inancını yeryüzüne hâkim kılmada sancılı bir Müslüman’a, heyecanını yitirdiği an şeytan veya şeytanlaşmış insanların musallat olması an meselesidir.

İslami hizmetlerde mutlaka yerinizi alın. Bunu sırf Allah rızası için yapın. Allah rızası için yapılmayan bir işte, konuşulan bir sözde asla hayır yoktur. Üstelik kişiyi vebal altında bırakır. ** “Gerek şahsî işlerinizde gerekse İslamî hizmetlerde muvaffak mı olmak istiyorsunuz? Öyleyse: önemseyecek, benimseyecek, planlayacak, fedakarâne çalışacaksınız.

8

Gün doğar, yeniliklerle gelir. Nasibi ve hissesi olanlar yeni günün kendisine bir şeyler verirken çok şeylerini de aldığını bilmelidir. Zamandan ibaret olan hayatı rabbim insana sermaye olarak vermiştir ki, “bu hayat sermayemizi günah sermayesine tebdil etmemeliyiz.” İnsan beşerdir şaşar der atalarımız. Kötü yönler varsa beşer olmasındandır. İnsan melek değildir. Ama hep kötülük değil, mutlaka iyi yönler de bulunacaktır; insan şeytan da değildir. Eğer bir insanın kötülükleri başkalarına zarar vermiyorsa, ifşasından önce gizlice kendisini uyarmak, nasihat etmek de en azından kardeşlik vazifesidir. Yine beşeriyet icabı aldanmak ve aldatmak da insanın tabında olabilmektedir. Bu iki durumdan yani aldanan ve “aldatan durumundan kesinlikle aldatandan olmamak çok önemlidir”. Ahiret kaygısı yaşayalım. Bu kaygıyı duyarsak, başta nefsimizin sonra şeytanın ve kötü çevrenin yanıltıcı, saptırıcı söz ve işlerine aldanmayız. Aldanandan olmayalım ama şahsımız aldatandan da asla olmamalı. Hizmet bir kulluk vazifesidir. Kulluk amelle olur, amelinde devamlısı makbuldür. Kesintisiz olması az da olsa, devamlı olması kulluk vazifemize süreklilik sağlayacaktır. İnsani ilişkilerde de süreklilik ve sağlam beşeri yapının olması İslam’ın öngördüğü esaslara bağlıdır. Buna azami şekilde dikkat etmek, “akrabalık bağlarını asla kesmemek hatta muhataplarımız kesse bile bu konuda fedakârlığı


başkasından beklemeden kendimiz yapmak durumundayız”. Âcizane şahsım olarak, bunu sayın hocamın sıhriyet yönünden akrabalık bağlarından bahsettiği gibi, farklı İslami guruplar da İslam ümmetinin akrabalığını oluşturdukları için, cemaatler ve cemiyetler arasındaki bağların kuvvetlendirilmesi gerektiği yönünden de anlıyorum. Nasıl ki, akraba ziyaretleri gönüllerde sevgi ve muhabbeti oluşturursa cemaat ve cemiyetlerin de birbirlerini ziyaretleri, kaynaşmaya ve uhuvvetin oluşmasına vesile olur. Zaten ümmetin fetret dönemlerinde muhterem hocam hep bunu yapardı. Herkesin kabuğuna çekildiği, birbiriyle alakasını kestiği dönemlerde yola koyulur ve ülkeyi baştan aşağı gezerek bir sinerji oluşturmaya çalışırdı. Beşerî münasebetler, ah o güzelim karakter. İşte bunun oluşmasında İslam’ın öngördüğü esaslara azami şekilde dikkat edilmeli ki, yarına aktaracak mirasımız olsun. Nesillerimiz rabbimizin insan nesline bahşettiği güzel meyveler, tatlı meyveler. İşte onları yetiştirmek, sağlam gelecekli bir toplum oluşturmak onların ilim ehli, Kur’an ehli olarak yetişmesine bağlıdır. Mekteplerin medreselerin yokluğu bahane değildir. Hiçbir yer yoksa veya her yer medrese mektep de olsa bile “evlerimizi mutlaka bir mektep haline getirmeye gayret edelim. Ailemizin her ferdi asgaride farz-ı ayn ilimleri muhakkak öğrenmelidir” ki fıkhın tarifinde olduğu gibi aleyhinde ve lehinde olanları bilsin, bilebilsin. İşte o zaman İslam’ın yaşantımızdan bir parça olmadığını anlarız. O, hayatımızın her safha ve sahasında hükümdar olan bir nizamdır. Ona göre hareket edelim ki, İslam’ı bütünüyle, hayatımızın her yönünde yaşamaya gayret edelim. Şu dünya, evet uğruna canlar verilen kanlar döküken bu dünya aldatıcı bir süstür, bir duvaktır. O duvağın arka planını görenler ona asla rağbet etmemişler zahidine bir hayatı tercih Mart 2013 / 308

etmişlerdir. O bakımdan dünyamız için dostlarımızla, akrabalarımızla, Müslümanlarla olan ilişkilerimizi asla zaafa uğratmayalım, uğramamalı. Bahanelerle kesilen kardeşlik münasebetleri, onulmaz yaralar açar. Topluma örnek olmak model insan, model aile, model cemaatler olmak lazım. “İnsanlık, örnek aileler ve örnek cemaatlere ihtiyaç vardır. Sadece öğreten ve öğrenen değil amel eden ve her yönüyle örnek olan kişi, aile ve cemaatlerden olmaya çalışalım.” Unutulmamalıdır ki, Bir Müslüman’ın iman, ilim, amel ve hizmetlerinin meyvesi güzel ahlaktır. Güzel ahlak demek, Kur’anî ve Muhammedî ahlak demektir. Bu ahlakla ahlaklanmayanlar meyvesiz ağaca benzerler. “Onun için hem kendimizi, hem nesillerimizi Kur’anî ve nebevî ahlakla ahlaklandırmaya çalışalım.” Kalbi hastalıklarımız da diyebileceğimiz kibir, ucub, haset, kin, yalan ve iftira, cimrilik, acelecilik, hırs, içten pazarlıklı olmak, azgın şeytanların ahlakındandır. Bu gibi kötü ahlaklardan şiddetle sakınalım. Ailemizi ve toplumumuzu da sakındıralım. Başarının ve muvaffakiyetin o güzelim yolunu da ne kadar güzel tarif ediveriyor rahmeti bol olası o kıymetli insan. “Gerek şahsî işlerinizde gerekse İslamî hizmetlerde muvaffak mı olmak istiyorsunuz? Öyleyse: önemseyecek, benimseyecek, planlayacak, fedakarâne çalışacaksınız. Bu hususlara dikkat edilerek yapılacak hizmetlerde, hayırlı neticeler alınır, hizmetler bereketlenir. Hizmetin küçüğü büyüğü olmaz. Hizmetlerde Allah rızası gözetildiği takdirde küçücük bir hizmetten çok büyük sevap alınır. Allah indinde makbul bir amel olur.” Evet, Allah katında makbul olan amelin sahih olması, niyetlerin tashihi yolundan geçer. İster paşa ol ister bey. İster yönetici ol ister yönetilen. Değil mi ki niyet bozuk o iş beş para etmez. Dostlar, her vasiyet bir nasihattır, tutana.

9


KAPAK

ULEMA ve UMERA Bu gemide ulemalar, umeralar vardır. İçinde İslam ümmeti vardır. Önünde açık denizler, ummanlar vardır. Hep birlikte dalgaları aşmak için ya Rabb sana sığınıyoruz. Bizlerden yardımını esirgeme... Yrd. Dç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu kapak@ilkadimdergisi.net

M

edeniyetler bu iki grup insanın üzerinde yükselirler ve çağlara, toplumlara can verirler. Bu iki zümrenin verdiği zararlar ve tahribatlar kadar hiçbir zümre tahribat veremez. Allah Rasulü Mekke’de görevlendirilmesinden hemen Darul Erkam’ı sonra da Medine’de Ashab-ı Suffa’yı kurarak ilim yönünden insanları hazırlamaya başladı. Yetiştirdiği sahabeyi elçiler olarak göndermek suretiyle yönetime dair faaliyetlere başladı. Vefatına kadar hiç ara vermeksizin devam etti. Geniş bir kara kütlesine hükmeden bir devlet oluşturdu. O’nun yolundan giden sahabe ise; vefatından hemen sonra önemine binaen Peygamberlerinin cenazesi dahi kalkmadan aralarında ha10

yati öneme haiz olduğu için Hz. Ebubekir’i (r.a.) halife tayin ettiler. Zira mü’minler için önderleri Peygamberimizden sonra onun tesis ettiği yönetimin başsız kalması mümkün değildi. Bu, dinlerinin korunması, peygamberlerinin kurduğu devlet için zorunlu idi. Mü’minler arasında yönetim, rayına oturmadığı ve kurulmadığı zaman cidalleşmeler, çekişmeler başlar. Nitekim raşit halifelerden Hz. Ali (r.a.)’a kadar devam eden bu süreç insanlar arasında yer alan yönetim tutkusu ve baş olma sevdası ile Cemel Vakas’ında, Sıffin’de ve Kerbela’da binlerce Müslüman’ın kanının akmasına vesile oldu. Emeviler, kısmen de Abbasiler dönemi iç çekişmelerin yer aldığı dönemler olarak tarihte yerini aldı. İtikadi çekişmeler, fikri ve siyasi ayrılıklar ile yönetimdeki zafiyet Selçuklular’a ka-


dar mezhep çekişmelerini, İslam’dan inhirafları beraberinde getirdi. İzleri felsefede Eflatunda ve Mazdek’in öğretilerinde görülen mallardaki, eşlerdeki kazançlardaki ortaklık, malların tutulmasına gerek olmayıp bütün yeryüzü başkalarının değil, kendilerinindir düşüncesine dayalı İslam’da asla yeri olmayan bu zaafların eseri Karmatiler devletini çıkardı. Mezopotamya’da bu düşüncelere dayalı Karmati devleti kuruldu. Ehli Sünnet Müslümanlarına zulmedip, şehit ettiler. Beldeleri harap edip, hac yollarını kestiler ve hacıları soydular. Miladi 10. Hicri 4. Yüzyılda Mekke’yi işgal edip, Hacerül Esved’i yerinden alıp Mezopotamya’daki Ahsa’ya götürdüler. Fatimilerin isteği üzerine 10 yıl kadar sonra eski yerine koydular. Hükümetlerinin yıkılması üzerine, çeşitli yerlere gizlendiler ve sapık düşüncelerini çeşitli fikir akımları adı altında yaydılar.

sistemin kurulmasını gerektirir. Bu nedenle Halifenin tayininden tutun da özelliklerinden, seçecek olanlarda aranacak şartlara, mücadelelere, vezir, vali, ordu kumandalarının atanmasında, dahili huzuru bozan iç isyanlara, yargı ve nüfus konularına ve dini görevlerin ifasının gereklerine kadar İslami bir yönetimin temel esasları üzerinde durur. Hülasa Maverdi yönetime ilişkin temel esaslar ve bu belirleme ile yönetimin hukuki temelleri yönetimdeki keyfiliği kaldıran gerekçeleri belirler. Bu, o döneme kadarki İslam devletindeki geçirilen aşamaların yorumu olarak karşımıza çıkar. Bu yine miladi 11, hicri 5. asra kadar İslam yönetim mekanizmasının bir belgesidir. Bundan sonraki yöneticilere yön verecek esasların kaynağıdır. Yönetim sistemine renk verecek olan belirleyicilik özelliğine sahiptir.

Yine ayetlerin zahiri manaları yerine batıni manalarını esas alan ve bunu da ancak imam bilir inancına sahip Batıniler fırkası ümmetin imanını bozmaya çalıştı. Ümmeti yönetimde, itikatta, amelde fesada uğratma gayretleri ulema ve umera arasındaki dayanışma ile aşılabildi.

Maverdi Basra’daki medresede fıkıh ve hukuk müderrisi olarak görev yaptı. Halife tarafından Kadi’ül Kudat (Hakimlerin Hakimi) nasb edilmiş, kendisine bir şeref payesi olarak Akda’l Gudat yani Yüksek Hakim ünvanı verilmiştir. Fakat o bu ünvanı kendisinden daha ziyade layık olabilecek kimseler olduğunu ileri sürerek reddetmiştir. Bu derece alçak gönüllü olan Maverdi eserlerini hayatında neşretmedi. Dostu, kitaplarını niçin sakladığı sorduğu zaman kendisini onları yazmaya sevkeden sebeplerin arzu edildiği kadar halis olduğuna emin olmadığını ve bu ilmi armağanların Kadiri Mutlak olan Allah (c.c.) katında makbul olup olmadığını bilmediğinden böyle yaptığını söyledi. Bu şartlar altında dostlarından birine öleceği zaman yanında bulunmasını ve son nefesini vermeden evvel elini tutmasını söyledi. Eğer O, elini sıkı sıkı tutacak olursa bu Cenabı Hakk’ın eserini kabul etmediğine delalet sayılacaktı. Eğer dostunun elini sıkı tutmazsa Cenabı Hakkın eserini kabul ettiğine

SELÇUKLULAR Bu bağlamda aynı dönemlerde yaşamış üç insandan bahsetmek gerekecektir. Bunlar Maverdi, Gazali ve Nizamül Mülk’tür. Maverdi, yönetimin hukuki temeli ile ilgili Ahkam-ül Sultaniye’yi yazdı. Bir yöneticiye tabi olmanın hem aklen, hem de dinen vacip olduğunu, siyasi bir birlik olmadan kötülükten, zulümden kurtulma ve düşmanların ortadan kaldırılması ve uzlaşmanın sağlanması düşünülemez. Bunun sağlanması kanunlar aracılığıyla olur. O’na göre akıl, insanın kötülükleri yapmasını önler ve sosyal birlikteliğin sağlanmasına aracılık eder ama bunları takip edebilecek bir

Mart 2013 / 308

11


suretle reddetti. El, etek öpmekten uzak vakar ve cesaret sahibi bir alimdi.

Gazali, kaleme aldığı Fedaihu’l Batınıyye isimli eseri ve Bağdat Nizamiye medresesindeki dersleri ve irşat vaazlarıyla itikaden ve siyaseten karışıklıkların içindeki bir ülkenin kılıcın sükut ettiği bir dönemde sulha ve sükuna ulaşmasını sağladı.

işaret olacaktı. Nasıl olduysa ölmek üzereyken kendi elini tutan eli tutamadı. Böylece vasiyeti gereğince eserleri neşredildi. Onun içtenliğine delil olan bu olaydan başka doğru sözlülüğünü, ilmindeki dirayeti ve cesaretini gösterir. Subkin’in Tabekatü’ş Şafiyyesi’nde şöyle anlatılmaktadır: Celalüd Devle, Maverdi ve dostlarıyla birlikte otururlarken kendisine Melikül’ Mülk(mülkün sahibi) ünvanın verilmesini istediği zaman Maverdi, bu ünvana müstehak olanın yalnız ve bizzat Cenabı Hakkın ve bizzat Kadiri Mutlak Allah (c.c.) olduğunu, bir başkasına verilemeyeceğini söyleyerek bu teklifin lehinde karar verilemeyeceğini söyleyerek kati

12

İkincisine gelince; El-İmam-ı Celil (Büyük Lider), Hüccetü’l İslam (İslamın Hücceti), Zeynüddin (Dinin Ziyneti) lakabı ile tanınan 55 kameri senelik ömrünü ilmi tefekkürüyle yüzlerce eseri hediye eden Gazali’dir. Gazali dönemi en karışık dönemlerdendir. Hilafet babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmüş ve üzerinde Selçuklu egemenliği ve Batıni, İslami hareketlerin etkisinde kaldı. Hükümdarlar hilafet makamının Emevi ve Abbasiler dönemine göre etkinliğini kaybetmesine rağmen Müslüman toplum üzerindeki dini otoritesinden siyasi maksatlı istifade edebilmek için hilafeti ortadan kaldırmak gibi bir teşebbüse girişilmese de bir asrı aşan süre içerisinde maddi otoritelerini yitirdikleri ve bu yüzden siyasi manevralarla varlıklarını devam ettirdikleri görülmektedir. Halifenin otoritesi güçlü Selçuklu Sultanları döneminde doğal olarak sembolik bir hal aldı. Hatta Melikşah’ın hanımı Teke Hatun veliaht olmayan 5 yaşındaki oğlu Mahmut için halifeye baskı yaparak sultanlığını ilan ettirdi ve adına hutbe okuttu. 15 yaşındaki Berküyaruk 1094 yılında kendi adına Bağdat’ta hutbe okuttu. Bir taraftan bu siyasi karışıklıklar ve Batınilerin itikadın ifsad etme faaliyetleri İslam diyarı hercümerc etti. Yönetimleri aciz bıraktı. Hasan Sabah’ın bir fedaisi tarafından dönemin ünlü veziri Nizamü’l Mülk hançerlenerek şehit edildi. Melikşah’ın yatağına Hasan Sabah’ın cariye fedaisi tarafından hançer saplanarak sultanın dahi tehdidine varan neticeler doğurdu. İşte Gazali bir böyle bir dönemin alimidir. Kaleme aldığı Fedaihu’l Batınıyye isimli eseri ve Bağdat Nizamiye medresesindeki dersleri ve irşat vaazlarıyla itikaden ve siyaseten karışıklıkların içindeki bir ülkenin kılıcın sükut ettiği bir


dönemde sulha ve sükuna ulaşmasını sağladı. Bu akımların bir kısmı da Mutezile mezhebinin etkisinde Darül Hikme’de okutulan felsefenin de izlerini taşımaktaydı. Felsefecilerin tenkidini içeren Tehafütül Felasife isimli eserinde onların aşırılıklarını törpüledi. Yazılacak daha çok yönleri var ama konu daha çok mecraından uzaklaşacağı için burada kesmek gerekir. Maverdi hukuki temelin inşasında görev yürütürken; Gazali devlet başkanının tespitinde ve sapık itikatların izalesinde kendisini gösterir. Bu sacayağının diğer bir bacağı ise yönetimin mimarı Nizam’ül Mülk’tür. Nizam’ül Mülk bilindiği gibi kendi ismi ile anılan Nizamiye medreselerinin kurucusudur ve Siyasetname isimli meşhur eserin yazarıdır. Bu medreseler Bağdat, Belh, Nişabür, Hirat, İsfehan, Basra, Musul gibi önemli yerleşim yerlerindeydi. İslam medeniyeti içerisinde kurulan dönemin üniversiteleriydi. Yukarıdaki anlatmaya çalıştığımız siyasi, itikadi ve fikri çıkmazların ancak alimlerle ve eğitimle aşılacağı şuuruna sahip değerli bir idareciydi. Siyasetname’sinden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Ancak onunla ilgili iki anekdot nakledeceğim. O, alçak gönüllü ve yardımsever ve halk ile içiçe idi. Kardeşi fıkıh alimi olan Ebu Kasım anlatıyor. Bir gün birlikte yemek yiyorduk. Yanında yardımcısı ile sağ eli kesilmiş bir fakir vardı. Fakir yanında sol elle yemek yediği için utanıyordu. Bunu fark eden Nizam’ül Mülk onu rahat yemek yiyebileceği boş bir odaya gönderdi. Kendisine bir gün “neden tasavvuf büyükleri ve alimleri ile sohbet ediyor, onlara ihsanlarda bulunuyorsunuz?” diye sorulunca; “Bazı emirlerin hizmetinde bulunduğum zaman, tasavvuf büyüklerinden biri gelerek bana nasihatta bulundu ve hizmetinin sana fayda verecek kimselerle yap. Yarın köpeklerin yiyeceği Mart 2013 / 308

kimseye hizmet etme” dedi. Ertesi gün valinin evinden yalnız başına çıkarken köpekleri tarafından parçalandığını işittik. Bu yüzden alimlere hizmet etmeye niyet ettim.” cevabını verdi. Alim dostu Nizam’ül Mülk onları her durumda kendisini bile tehlikeye atabilecek kadar cesurane davranarak himaye etti. Melikşah Anadolu kapılarını açan Alparslan’ın oğludur. Melikşah’ın ve veziri Nizam’ül Mülkün başarısını çekemeyenler onu gözden düşürmek için sultana gammazladılar. Zira Nizamül Mülk, öğrenciler ve hocalarının kalması için yurtlar ve evler yaptırıyordu. Sultanın hazinesinden 600 bin dinar gibi bir meblağı harcamasından bahisle oradan yetişenlerle tahtına göz diktiğini şikayet ettiler. Bu aslında Nizam’ül Mülk’ün eğitim ve hayırseverliği ile cömertliğinin sonucuydu. Melikşah “baba” diye hitap ettiği vezini çağırarak bunun hesabını sormuştur. Nizam’ül Mülk’ün cesurane bir şekilde cihan hakimiyetine verdiği cevap çok manidardır: “Bey bey! Ben yaşı ilerlemiş biriyim. Beni köle pazarında satlığa çıkarsalar 5 dinardan fazla etmem. Sen de kuvvetli bir Türk gencisin. En fazla 100 altın edersin. Senin askerlerinin okları en fazla 30 arşın mesafeye giderken bu talebe ve alimlerin duaları göğün yedinci tabakasına varır. Onların hokkası ve dividi olmasa sen hiçbir şey yapamazsın” der ve sultan ağlar. İşte bu alim ve yönetici beraberliğidir ki ülkeleri ve kıtaları Allah’ın izniyle mü’minlerin önüne sermiştir. Yedi düvele hükmetmenin anahtarı buradadır.

OSMANLILAR Osmanlılar, takip ettikleri ince siyasetin gereği olarak Devletin teşekkülünde yeri geldiğinde diplomasiden de yararlanma yoluna başvurmuşlardır. Gerek Osmanlılar ve gerekse diğer beylikler ulemadan faydalanmayı tercih 13


etmişlerdir. Kimi zaman vezir veya kadı kimi zaman da vaiz yahut katip sıfatıyla görevlendirilen, ancak ulema üst kimliğinde birleşen bu zümre beylikler arasındaki siyasi meselelerin diplomatik kanallarla çözümünde aktif rol oynamışlardır. Mesela Kadı Mursel’in Karamanoğlu ile Osmanlılar arasında uzlaştırma gayretleri sonuçsuz kalmakla daha sonra fetva konusundaki dirayeti ile tanınan Mevlana Hamza Karamanoğlulları tarafından Osmanlılara murahhas olarak görevlendirilmesi ile bu iki beylik arasında cedelleşmenin önlendiği tarihi kayıtlar arasında yer almaktadır. Mevlana Hamza’ya karşılık Osmanlılar tarafından Behcet’ül Tevarih yazarı Şükrüllah Karamanoğullarına elçi göndererek iki beylik arasında barış sağlandı. Yine ünlü alim Alaeddin Ali es-Semerkandi yine iki beylik arasında barışın sağlanması yönünde bir tutum sergilemiştir. Osmanlılarla Karamanlılar arasında vuku bulan savaş sırasında Şeyh Yahya (Katip Yahya b. Muhammed), Mevlana Şemseddin ve Mevlana Nizameddin gibi öne gelen şahsiyetlerin başını çektiği, üçyüz kadar ulema, müftü ve vaizden oluşan bir heyet, Germiyan ve Dulkadiroğulları ileri gelenlerini de önlerine alarak Sultan II. Murat ile Karamanoğlu II. İbrahim Beyi barıştırdılar. Yine ulemadan Molla Veli’nin bir başka zaman uzlaşma için gönderildiği de varittir. Fatih Sultan Mehmed döneminde ulemadan Sarı Yakuboğlu Ahmet Çelebi’nin Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in ölümünden sonra iç karışıklıkların önlenmesi için Osmanlıya gönderilen bir başka görevlidir. Osmanlı-Gerimyanoğulları arasındaki dünürlük konusunda tanınmış ulemadan Ishak Fakih görev yüklenir. Umur Bey devlet adamlığının yanısıra alim kişiliği ile de bilinenlerden idi. Germiyanoğlu Yakup Bey’e gönderilen elçilerden biriydi. Ulemadan Vaiz Mehmet Çelebi Canikoğulları ve Osmanlılar arasında elçilik görevi alanlardan bir diğeridir. 14

Saymakla bitmez. Nizamiye medresesi mü’minlerin önüne koyduğu ilim, irfan, gönül önderleri ile umeranın birlikteliği Arabistan yarımadasından Orta Asya bozkırlarına, Avrupa Kıtasına kadar yedi düvelde hükümran olan Osmanlı İmparatorluğunun açığa çıkmasında temel görevini yüklenmişlerdir. Bir örnek vermeden edemeyeceğim. Bu anlatacağımız hiçbir kasta mebni değildir. Şahı Nakşibend Hazretleri evlenme çağına geldiği zaman dedesi onu zamanın mürşidi Muhammed Baba Şemasi hazretlerine, evlerinin bereketlenmesi için gönderir. O şöyle anlatıyor: “O gece, dinlemiş olduğum sohbetin feyziyle bende bir hal meydana geldi. Kalkıp mescide gittim, iki rekat namaz kılıp, başımı secdeye koydum. Huşu içinde Allah’a yalvardım. O an dilimden şu dua çıkıverdi: İlahi! Bela yükünü çekmek, sıkıntılara katlanma ve muhabbetin mihnetine tahammül etmek için bana güç-kuvvet ihsan eyle” diye dua ettim. Sabah olunca Semasi hazretlerinin hizmetine vardım. Şöyle buyurdular: “Evladım, duada şöyle söylemek lazımdır: İlahi! Bu zayıf kulunu fazl-u kereminle razı olduğun işlere muvvaffak eyle. Eğer Hak Teala, bir dostuna bela gönderirse ona gereken kuvveti de lütuf ve inayetiyle ihsan eder, hikmetini ona açıklar. İnsanın bela istemesi doğru değildir. Edep ve hürmette kusur etmemek gerekir.” Zaman beddua dönemi değildir. İslam’da bir de “edep ya hu” vardır. Bu gemide ulemalar, umeralar vardır. İçinde İslam ümmeti vardır. Önünde açık denizler, ummanlar vardır. Hep birlikte dalgaları aşmak için ya Rabb sana sığınıyoruz. Bizlerden yardımını esirgeme...


KAPAK

GÜNÜMÜZE GÜNDÜZÜMÜZE “Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekin zamanını bilen çiftçi başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da… Yeter ki toprağın tavda olduğunu bilebilsin.”

“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.” Hiç şüphesiz ki “Nefsini bilen Rabbini bilir.”

Mükremin Çelik

C

kapak@ilkadimdergisi.net

enab-ı Hak halık sıfatının tecellisi olarak birçok tür yaratmıştır. Yarattıklarını dahi, kudret sıfatındaki güzelliğe bakın ki, çeşit çeşit yaratmış. Mesela çoğumuzun her şeyiyle aynı olduğunu zannettiğimiz kar tanelerindeki çeşitlilik gibi. Tamamı altıgen olmasına rağmen hiçbir kar tanesinin birbirine benzememesi muazzam bir kudret akışıdır. Yukarıdan ve yandan iki karışı geçmediği halde, insan yüzleri birbirine hiç benzemez. Kaşların, gözlerin, burnun, ağzın, kulakların yerleri hep aynı olduğu halde herkesin yüzü birbirin-

Mart 2013 / 308

den farklıdır. Herkesin karakteri de birbirinden farklıdır. Bu kadar farklılığın olduğu bir insan topluluğunun hiyerarşisi de elbette kolay olmaz. Bunun için insan terbiyecileri hükmünde olan Peygamberler gönderilerek, Yönetim, insanlar arası ilişkiler, insan hayvan ve insan bitki, hatta insan ve cemadat ilişkisinin nasıl olması gerektiği gösterilmiştir. Özellikle tarihimizden alınacak ibretlik sahnelerin çokluğu, ibret alacaklar için bir hazine niteliği taşımaktadır. Mesela altı asır dünyaya

15


hükmetmiş olan Osmanlının kurucusu Osman Bey’e büyük fikir adamı Şeyh Edebali’nin nasihatleri müthiştir. İdareciye hayır dua çok mühimdir Şöyle ki: “Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah (Celle Celaluhu) yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.” Biz burada dua görüyoruz. Devlet başkanının hayrı için dua edilmelidir. İnsan toplulukları bir arada yaşamaya ve bir hiyerarşiye mecburdur. Yöneticinin işlerini yapabilmesi için itaat mefhumu önemli bir yer tutar. Rabbimiz Nisa Suresi’nde: “Şüphesiz Allah, size işleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emretmektedir. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt vermektedir! Muhakkak Allah, çok iyi işitir, çok iyi görür. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan yöneticilere itaat edin. Bir konuda görüş ayrılığına düştüğünüz zaman, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve rasulüne arz edin. Bu daha hayırlı ve sonuç itibarıyla daha güzeldir.”(58-59) buyurur. Bu ayet-i kerimelerde işin ehline verilmesine dikkat çekiliyor. İş ehlinin gayrısına verildiğinde kıyameti gözetle nebevi uyarısı çok mühimdir. Hangi işi icra ediyorsak edelim işin ehline dikkat edilmelidir. İşi ehline vermek işin sağlıklı yapılması için elzemdir. Adaletle hükmetmek ise olmazsa olmaz bir nitelik taşır. Fakat adalet herkese eşit davranmak demek değildir. Hak edene hak ettiğini vermektir adalet. Adaletli olayım derken, tembellik yapanla çalışanı aynı kefeye koymak asla doğru olmaz. Yanlış işler yapanlarla güzel, faydalı işler yapanlar da aynı kefeye konulmaz. Konursa bu

16

adalet olmaz. Allah (celle celaluhu)’ın öğütlerini tutmak gerekir. Allah (celle celaluhu) çok iyi işitiyor ve çok iyi görüyor. Toplu halde yaşayan bütün canlılarda olduğu gibi insanlarda da yönetici vardır. Sizden olan yöneticiye itaat etmek Allah ve Peygamberine itaatten hemen sonra geliyor. Sıralama çok mühim. Bir konuda görüş ayrılığına düşmek tabii bir durumdur. Çünkü çeşit çok. Çeşidin çok olduğu yerde görüş de çok olur. Görüş ayrılığına düşüldüğünde ne yapılması gerektiğini Kuran bize şöyle söylüyor: “Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve rasulüne arz edin. Bu daha hayırlı ve sonuç itibarıyla daha güzeldir.” Demek ki yapılacak iş Allah’a ve rasulüne arz etmek. Burada “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmazsınız. Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnet-i seniyyemdir.” Hitabı çok mühimdir. Buhari ve Müslim kaynaklı olarak rivayet edilen hadis-i Şerifte şöyle buyrulur: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) bizden bazı şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde apaçık küfür alametleri görmeden onlara karşı gelmememizdi. O zaman Allah huzurunda geçerli bir nedene sahip olabiliriz. (Tefhimul Kuran cilt1 s.372.) Altmışıncı ayetteki uyarılar çok dehşetlidir. “Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ettiklerini söyleyenlere bakmaz mısın? Onlar tağut, o azgın şeytan önünde yargılanmak istiyorlar, oysa onlar, onu inkar etmekle emrolunmuşlardı. O şeytan onları bir daha dönemeyecekleri kadar uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.” Edebali nasihatlerine şöyle devam ediyor: “Sen ve arkadaşların kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce fikir ve dualarla bize va’d edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı


temizlemeliyiz.” Demek ki herkes kendi işiyle meşgul olmalıdır. Kimse kimsenin işine karışmamalıdır. Herkes kendi sahasında çalışmalıdır. Mehmet Akif bir Avrupa seyahati sonrası, kendisine sorulan bir soruya Avrupa’yı önü açık bizimkini ise kapalı görüyorum der. Sebep olarak ise Orada herkes kendi işini yapıyor. Biz de ise üstüne vazife olmayanlar birbirlerinin işlerine karışıyor der. “Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.” O halde insan ne söylediğine, kime söylediğine ve ne zaman söylediğine dikkat etmelidir. İcraatında ise ne yaptığına ne zaman yaptığına ve kime yaptığına dikkat etmelidir. Millet kendi irfanı içinde yaşar. Toplumu yöneten de diri tutan da bu irfandır. İrfan örneklerinden bir cümleyle örnek verelim. Meşhur halk ozanımız Neşet Ertaş’ın babası Muharrem Ertaş oğluna nasihat ederken “Aşkınan çalışan yorulmaz.” diyor. İşte irfan budur. Bir şeye aşıksan yorulmadan çalışırsın. Yorulmak nedir bilmezsin.

“Y

ükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah (Celle Celaluhu) yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.”

“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.” Hiç şüphesiz ki “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Aslında Firavun da Musa da sendedir. Yönetmek bisiklet sürmek gibidir. Pedal çevirmeyi bırakıp biraz dinleneyim denemez. Pedal çevirmeyi bırakmak demek bisiklet süren için Allah esirgesin düşmek demektir. Bu doğrultuda Edebali Hazretleri şöyle söylemiştir: “İnsan bir kere oturdu mu yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da

Mart 2013 / 308

17


gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman canavar kesilir…” Maalesef gıybet bataklığına saplanan herkes bugün bu konumdadır. Gıybet bataklığı dostları düşman yapıyor, düşmanları ise canavara dönüştürüyor. “Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.” Hadis-i şerifte buyrulur: “İnsan öldüğü zaman üç şey hariç ameli kesilir; Sadaka yı cariye, kendisinden faydalanılan ilim, kendisini hayırla yad ettiren salih evlat.” (Müslim) Sadakayı cariyeden maksat; cami, medrese, kervansaray, bağ, bahçe, tarla, çeşme gibi umumun menfaatine vakıflar tesis etmektir. Kendisinden faydalanılan ilim; okutulan, yazılan, insanlığın faydasına arz edilen ilimdir. Salih evlat; salih ameller işleyen, İslam’ın ve insanlığın yararına işler yapan ve bu sebeple anne ve babasını hayırla yad ettiren hayırlı evlat demektir. Öte tarafa giden bir kişi yukarıda bahsedilenlerden birini geride bırakmamışsa onun ardından ağlamalıdır. Bırakmışsa ne mutlu bırakana… Edebali devam eder: “Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü zaman yok, süre az…” İşimiz vaktimizden çoksa dinlenmeye hakkımız yoktur. “Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekin zamanını bilen çiftçi başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da… Yeter ki toprağın tavda

18

olduğunu bilebilsin.” Allah ile beraber olan niye korksun? O artık maiyyet sırrına ermiştir. Yavuz Sultan Selim Han vefatına dakikalar kala “ne haldir Hasan Can?” der. Hasan Can: “Cenab-ı Hak ile beraber olma zamanıdır sultanım” deyince müthiş cümlesini söyler: “Sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin?” İşte bu şuurda olan idareci yalnız da kalsa, asla korkmaz. Kendisiyle hiç kimse baş edemez. Çünkü o artık maiyyet şuuruna sahiptir. Nerede olursa olsun Allah (celle celaluhu) ‘ın kendisiyle beraber olduğunu bilir. Böyle yaşar, böyle karar alır. “Sevgi da’vanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez, görünerek de sevilmez. Geçmişini bilmeyen geleceğini de bilemez. Osman, geçmişini iyi bil ki geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…” Bu cümlelerden de anlaşılıyor ki bir idarecinin tarih bilgisinden yoksun kalması düşünülemez. Milletlerin tarihleri aynı zamanda onların hafızalarıdır. Hafızasını kaybeden bir insan nasıl ki dostunu düşmanını karıştırırsa milletler için de aynı durum söz konusudur. Bazıları “devletlerin dostu olmaz, çıkarları olur” derler. Fakat biz kendi tarihimize baktığımızda dünyaya adalet dağıtmış bir ecdadı görüyoruz. Böyle bir ecdadın torunları olarak nerede bir mazlum varsa, yanında durmak da bizim şiarımızdır. Genlerimize işlemiş bir mazluma koruyuculuk vazifesi söz konusudur. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Kim var !” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert” Ben varım!”cevabını vermek söz konusudur. “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlakını parıldatıcılık


söz konusudur. Evet, tankın karşısına tabancayla çıkmak belki tuhaftır ama Allah’ın beraberinde olduğunu bilen kişi, tabancaya bile ihtiyaç duymaz. Bizim genlerimizde bu da vardır. Merhum şairin ifadesine bakınız: “Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o kadar nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik…” Muhammed İkbal: “Ey alemlere gençlik getiren Hz. Muhammed” diyor. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve selem) öyle bir nesil yetiştirdi ki bu nesil yaşlansa da ihtiyarlamıyor. Doksan küsur yaşında at sırtında İstanbul’u fethetmeye geliyor şehit oluyor. Seksen küsur yaşlarındaki Hala Hatun ise Kıbrıs’ın fethine giden İslam askerleriyle aynı gemiye binip fethe iştirak ediyor. Oraya defnediliyor. Onlar bu gençlik iksirini nereden alıyordu iyi anlamak gerek. O iksirden yudum yudum kanmak gerek. “Zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik” gerek… “ …güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik…” Merhum şairimiz yalancı, sahte kurtuluş reçetelerine de dokunur. Onlara hak olanı şöyle izah eder. Bu izah bir nevi Hak yola davet sadedindedir. Şöyle ki: “Emekçiye “ Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamazsın! KaMart 2013 / 308

pitaliste ise “Allah’ın buyruğunu ve Rasul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını yapar. Ve onları doğruya Hak olana sevk eder: Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…” Asım’ın Nesli’nin, İmam Hatip neslinin, dindar neslin yapması gereken ya da diğer bir tabirle kendilerinden beklenen: “Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığını, Türkün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik…” İslam’ı yanlış anlayıp yanlış yaşayanlara İslam’ın hayatbahş ikliminden seslenecek bir yönetici gençlik arzusuyla şairimiz şöyle sesleniyor: “ Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi.!” Diyecek. Allah Rasulü’nden başka hiçbir dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlik… (NFK BİR GENÇLİK…) Bu ifadeler bize: Allah onları sever onlar da Allah’ı ayetinin devamındaki şartları hatırlatıyor. Şöyle ki: “Onlar birbirlerine karşı zillet kâfirlere karşı izzetlidir. Kınayıcının kınamasından korkmazlar ve yaptıklarını sadece Allah için yaparlar.” (Maide, 54) Cenab-ı Hak hepimize lutfetsin, âmin. 19


Şeyh EDEBALİ’nin Osman Gazi’ye Nasihatı Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her Ey Oğul! zaman duy varlığını. Toplumu yöneYükün ağır, işin çetin, gücün kıla ten de, diri tutan da bu irfandır. bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. İnsanlar vardır, şafak vaktinde Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzak- doğar, akşam ezanında ölürler. Dünlara iletsin. Sana yükünü taşıyacak ya, senin gözlerinin gördüğü gibi bügüç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve yük değildir. Bütün fethedilmemiş kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kı- gizlilikler, bilinmeyenler, ancak selıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, nin fazilet ve adaletinle gün ışığına fikir ve dualarla bize vaat edilenin çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizle- bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yemeliyiz.


şilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca

da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!.. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü,zaman yok, süre az!.. Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.


Egitim egitim@ilkadimdergisi.net

. Doç. Dr. RüstüYESIL . .

Eğitimde Amaç ve Amaçlılık Sorunu

Y

aratılmışlar içerisinde bilinç sahibi olan varlıklar, insanlar ve cinlerdir. En genel anlamda bilinç, farkındalık halini ifade etmektedir. Yaptıkları herhangi bir işi ya da sarf ettiği herhangi bir sözü farkındalık hali içerisinde yerine getirmesi, insanı insan yapan önemli vasıflardan biridir. Bitki ve hayvanlar eylemlerini güdü ya da ilhamlar doğrultusunda yaparlarken insanlar, en azından davranışlarından bir kısmını bilerek ve farkındalık içerisinde yapabilmektedir. İnsanların bilinçleri dışında yaptıkları davranışların birçoğu ise (refleks, organların otomatik olan davranışları vb.) hayvan ya da bitkiler tarafından da gösterilebilmektedir. O halde insanı diğer canlı varlıklardan ayıran önemli özelliklerinden birinin, davranışlarını bilinç içerisinde yapabilmeleri olduğu söylenebilir. Bilinç ve farkındalık hali ile yakın ilişki içerisinde olan kavramlardan biri, amaçlılıktır. Eğlenmek, dinlenmek, çalışmak vb. faaliyet alanlarında olduğu gibi, insanların eğitim faaliyetlerinde de amaçlı davranmaları önemlidir. Başka bir ifade ile insana yakışan, eğitim faaliyetlerinde de amaçlı olmasıdır. Böylelikle insan, tabiri caiz ise, hayvanilik ya da bitkisellikten farklılaşabilir. Bununla birlikte, insan yaşamındaki her eğitim olgusunun amaçlı olduğu söylenemez. Zaman zaman insan yaşamının belirli dönemlerinde amaçsız ve gelişigüzel eğitim uygulamalarının bulunduğu da belirtilmelidir. Literatürde bu durum, eğitimin “planlı” ya da “plansız”; “formal” ya da “informal” eğitim kavramları ile birbirinden ayrıştırılarak ifade edilmektedir. Bununla birlikte her iki tür de eğitim kavramı içerisinde değerlendirilmekte olup biri diğerini etkilemektedir. Bir öğretmen ya da anne-baba, öğrencisi ya da çocuğuna bilerek ve isteyerek bir bilgi ya da beceriyi öğretebildiği gibi, zaman zaman da istemeden ya da bilinçsiz olarak iyi ya da kötü bazı davranışları

22

öğretebilmektedir. Örneğin çocuklar bazen, anne ve babalarından şükretmeyi, dua etme şekillerini, birtakım gelenek ve görenekleri vb. ya da yalan söylemeyi, gıybet etmeyi, küfretmeyi plansız ve amaçsız olarak öğrenebilmektedir. Aile, işyeri, cadde ve sokaklarda meydana gelen eğitim durumlarına plansız ya da informal eğitim adı verilmekte; okul gibi eğitim amaçlı oluşturulmuş mekânlarda yapılan eğitim uygulamaları ise planlı ya da formal eğitim kapsamında değerlendirilmektedir. Planlı eğitimi plansız olandan, formal eğitimi informal eğitimden ayıran en belirgin özellik, amaçlı ya da amaçsız olmasıdır. Amaçlılık hali, belirtildiği üzere bir kasıtlılık durumunu ifade eder. Bilinç ve farkındalık halini yansıtır. Eğiticinin, bile isteye eğitilenle iletişime geçmesi ve onda birtakım davranışların değişmesi için çaba harcamasını gerektirir. Her ne kadar eğitim, bilinçli ya da bilinçsiz; isteyerek ya da farkında olmadan gerçekleşebileceği genel kabul görse de, eğitim bilimleri alanında önemli isimlerden biri olan Prof.Dr. Selahattin Ertürk, eğitimi, “bireyin kendi yaşantıları yoluyla istenilen yönde ve kasıtlı olarak davranışlarında değişiklik oluşturma süreci” olarak tanımlamaktadır. Ertürk tarafından yapılan bu tanımda, “istenilen yönde ve kasıtlı olarak” betimlemesi dikkati çekmektedir. Bu tanıma göre, davranış değişmesi ile sonuçlanan etkinliğin eğitim olarak adlandırılabilmesi için, istenilen yönde ve kasıtlı olarak davranış değiştirmeye odaklanması gerekmektedir. Bir başka ifade ile kasıtlı ve istenilen yönde davranış değiştirmeye odaklanmayan etkinlikler eğitim kavramı içersinde değerlendirilmemelidir. Ertürk tarafından yapılan bu sınırlandırıcı tanımlama gayretinin, onun, eğitim kavramına bilimsel bir muhteva kazandırma ve bilinçli olan insanın, her eyleminde olduğu gibi eğitme eyleminde de bilinçli, kasıtlı ve amaçlı olması gerektiğini vurgulama amacını güttüğü şeklinde yorumlanabilir. Gerçekten de insan tarafından yapılan eğitme işinin, amaçlı ve bilinçli olmasının doğru bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Başka bir ifade ile insana, her işinde olduğu gibi eğitim işinde de bilinçli ve amaçlı davranması yakışmaktadır. Amaçlı olmak, verimli olmanın önemli önkoşullarından biridir. Eğitim faaliyetlerinde emek ve


zaman kaybı yaşamadan sonuç alabilmek, amaçlı olmakla doğrudan ilişkilidir. Sonuç üzerinde etkili olacak etkenleri belirlemek, koordine etmek ve seferber etmek, amaçlı davranmanın en önemli kazanımlarından biridir. Öğreten, öğrenen, içerik, araç ve gereç, ortam, atmosfer gibi değişkenlerden etkin yararlanabilmek, bu ögelerin amaçlar konusunda etkin koordine olmasına, birlikte ve aynı yönde hareket edebilmelerine bağlıdır. Faaliyetlere yön veren ve değişkenler arasında birliktelik kurmada, koordine olmada belirleyici olan şey, amaçlardır. Amaç, faaliyetler sonunda ulaşılmak istenen noktayı ya da özellikleri ifade etmektedir. Eğitim açısından amaçların neyi ifade ettiğini doğru anlayabilmek için iki farklı açıdan bakmak yararlı olabilir. Bu bakış açılarından biri, eğitimin bir sistem olması ile ilgilidir. Bilindiği üzere sistem; girdi, işlem, çıktı ve geribildirim ögelerinden oluşur. Bir sistem olarak ele alındığında eğitim sistemi açısından amaçlar, belirli işlemlerden geçtikten sonra sisteme girdi olarak dâhil olan varlıklara çıktı olarak kazandırılmak istenilen özellikleri kapsar. Bir başka ifade ile amaçlar, sistemin varlık nedenini yansıtır. Sistemler, arzulanan özelliklere sahip bir ürün ortaya çıkarmak için vardırlar. Bu ürünü ortaya çıkarabildikleri sürece var olmaya devam eder, aksi durumda çöküş yaşarlar. Sistemde yer alan her şey (kişi, eşya, nesne vb.), belirlenen özelliklerin (amaçlar) ürüne (çıktıya) kazandırılması için seferber edilir. Örneğin öğretmen yetiştirme sistemi olarak eğitim fakülteleri, üniversite sınavından yeterli puanı alan ve uygun tercihte bulunan öğrencileri girdi olarak alır; dört yıl boyunca bir takım eğitim uygulamalarından geçirir ve sonuçta, belirli bir öğretim kademesinde öğretmen olarak görev yapabilecek aday bir öğretmen olarak mezun eder. Eğitim fakültesi sürecinde her şey (eğitim ortamları, öğretim elemanları, materyaller, sosyal alanlar, yönetmelikler vb.) arzulanan bir öğretmen adayı yetiştirmek için sefer olurlar. Şayet mezun olan öğretmen adayları arzulanan özelliklere sahipse ve yeterli kalitede ise problem olmaz ve sistem varlığını sürdürür. Buna karşılık mezun olan öğretmen adayları arzulanan özelliklere sahip değillerse, piyasada beğenilmiyor ya da iş bulamıyorsa sistem bu hali ile devam etmesi durumunda girdi bulamadığı için çökmeye yüz tutacaktır. Eğitime bakış ile ilgili açı oluşturabilecek ikin-

Mart 2013 / 308

ci yön ise, onun bir süreci ifade etmesi ile ilgilidir. Süreç, belirli bir zaman aralığında yapılan eylemler bütününü ifade etmektedir. Eğitim ise, en genel anlamda davranış değiştirme süreci olarak tanımlanmaktadır. Amaçlı bir süreç kast edilerek eğitime bakıldığında amaçlar, süreç sonunda öğrenenlere kazandırılmak istenen davranışsal özellikleri kapsar. Bu özellikler hem eğitim sürecine yol ve yön gösterir hem de sürecin verimliliğin değerlendirmek için ölçütler sunar. Süreç sonunda istenilen davranışlar eğitilen kişiye kazandırılmışsa süreç verimli olarak değerlendirilirken sorunlar varsa sürecin hangi aşamasına ne şekilde müdahale edilmesi gerektiği ile ilgili bilgiler sunar. Kısaca, ister sistem isterse süreç olarak bakılsın, eğitim açısından amaçlar çok önemli bir öge niteliği taşır. Amaçların bu önemi faaliyete yön ve yol göstermesinden, verimliliğe katkı sunmasından, eğitileni ve eğiteni bilinçlendirmesinden, gelecekte atılacak adımları daha ne olarak belirlemek için ölçüt olarak kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Hepsinden önemlisi, amaçlar ya da eğitim faaliyetlerinin amaçlı olması, insanın düşünen ve öngörü kabiliyetine sahip bir varlık olmasının doğal bir sonucudur; bir gerekliliktir. Bu nedenle, özellikle bilinç sahibi varlık olan insanların eğitim olgusuna da bilinçli yaklaşması; belirli amaçlar çerçevesinde faaliyetlerini düzenlemesi önem arz eder. Bu aşamada sorulması gereken birkaç soru akla gelmektedir: • Eğitimde amaç ne olmalıdır? • Eğitsel amaçların kapsamında hangi boyutlar yer almalıdır? • Eğitimde amaç nasıl belirlenmelidir? • Amaçlar nereye kadar belirlenebilir? • Amaçlar belirlenirken hangi değişkenler dikkate alınmalıdır? • Amaçları kimler belirler/belirlemelidir? • Birey, toplum, devlet, kurum ya da kuruluşlar eğitsel amaçların belirlenmesinde nasıl rol alır/ almalıdır ya da almalı mıdır? Bu sorulara ilişkin verilebilecek genel cevaplar bir sonraki yazımızın konusunu oluşturmaktadır. O yazımızda, eğitimle amaçlanan insan ve toplum yapısının çerçevesi çizilmeye; bu süreçte hangi kaynaklardan yararlanılması gerektiği belirlenmeye çalışılacaktır. Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, Selam ve dua ile…

23


Hizmet Adabi nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

Nureddin Soyak

İyilik ve Takvayı Konuşun

M

ü’min, iyi niyetlidir, iyi düşünür, iyi bilir, iyi söyler, iyi yapar. Mü’min iyilikleri bir karşılık bekleyerek yapmaz, çünkü bu iyilikleri çok ucuza satmaktır. Mü’min iyilik yapana iyilik yaptığı gibi, iyilik yapmayana da iyilik yapar. Mü’min, iyiliğin güzel ahlak olduğunu bildiği için her an ahlakını güzelleştirmeye çalışır, çünkü güzel ahlak amelleri de güzelleştirir. Ahlaksızca yapılan iyiliklerin, ne yapana ne de yapılana bir faydası olmaz. Rabbimiz buyurdu ki: “O hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için.” (Leyl, 19-20) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki: “İyilik, güzel ahlaktır.” (Müslim-Tirmizi) “Her nerede olursan ol, Allah’tan ittika et ve kötülüğün arkasından iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara iyi ahlakla muamele et.” (Tirmizi) Hizmet ehli Müslüman Allah’dan korkmalı, bir kötülük yaptığında derhal tevbe edip yoğun bir şekilde iyiliklere yönelmelidir. Hizmete talip olan mü’min, güzel ahlakı kendisine şiar edinmelidir. Güzel ahlakla süslenmeyen hizmetler bereketli olamaz. O hizmetlerden hayır da elde edilemez. Başa kakılan sadakalar, başa kakılan iyilikler sanki yapılmamış gibidir. Kırılan kalpler de işin cabasıdır. Şimdi yapılan iyilikler, hizmetler neye yaradı? Hizmetlerin sıhhat, selameti ve devamı için, 24

yapılan hatalardan vazgeçip, hemen özür dilenmelidir. Hizmetler hiç kimsenin şahsi arzularını tatmin yeri değildir. Allah’ın dinine yardım edelim derken zarar verenler bunun vebalinden nasıl kurtulabilirler? Hizmete talip olanlar yanlış yapacağım diye titremelidirler. Hizmetlerin hakkıyla ifası ne kadar büyük bir kazançsa, hizmette yanlışlıklar da o kadar büyük bir vebaldir. Rabbimiz buyurdu ki: “Eğer Allah’ı, Rasulünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 29) İyiliklerin neler olduğunu Rabbimiz ve Rasulu bize haber vermiştir: “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 69) Allah’ın mülkünde, Allah’ın hükmünü hâkim kılmak için yapılan her türlü gayret ve çaba cihattır ve Allah’ın dinine en büyük hizmettir. “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (Al-i İmran, 134) İnfak, iyiliktir. Öfkeleri yenmek, iyiliktir. İnsanları affetmek iyiliktir. Allah rızası için yapılan iyiliklerin hiçbiri asla zayi olmaz. “Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz.” (Bakara, 110)


“Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Her türlü iyilik, aslında kendine dönmektedir. İyilik yapanlar, yaptıkları iyiliklerin fazlasıyla Başınıza bir kötülük gelirse, ona sevinirler. Eğer kendine döneceği şuurunda olursa, yaptıkları siz sabırlı olur, Allah’a karşı gelmekten sakınıriyiliklerden dolayı kimseyi töhmet altında bırak- sanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. mazlar. İyiliklerine riya bulaştırmazlar. Dünyevi Çükü Allah onların işlediklerini kuşatmıştır.” (Al-i İmran, 120) kazançlarını sır gibi saklayanlar, her nedense uhrevi kaHizmet ehli Müslümanzançlarını ifşa etmekten hoşların düşmanları çoktur. lanırlar. Yaptığı iyiliklerle de Kâfirler, münafıklar hatta dünyevi kazanç elde etmek bazı hasta Müslümanlar, isteyenler ebedi kazançtan Dedikodular, gıybetler, hizmet ehli Müslümanların mahrum olurlar. yalanlar ve iftiralar başarısızlıklarına sevinir, ba“Kim iyilik yaparsa ona on katı vardır.” (En’am, 160) Rabbimiz buyurdu ki: “Ey iman edenler! Siz başbaşa gizli konuştuğunuz zaman, günah, düşmanlık ve peygambere isyanı konuşmayın. İyilik ve takvayı konuşun ve huzuruna toplanacağınız Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Mücadele, 9)

hizmetleri sekteye uğratan hatta yok eden kötü ahlaklardır. Hizmet ehli mü’minler bunlardan uzak durmalıdır. Bunlar hizmet ortamlarındaki, güveni, huzuru, ihlâs ve samimiyeti zedeler.İslam düşmanları, tüm gayretleri ile Allah’ın dinine hizmeti akamete uğratmaya çalışırken, mü’minlerin de onların ekmeğine yağ sürmeleri anlaşılması mümkün olmayan bir durumdur.

Mü’min, konuştuğunda ya hayır konuşur ya da susar. Hizmetlere zarar veren en önemli hususlardan bazıları da boş lakırdılar, dedikodular, zanlar, gizli konuşmalar, düşmanlıklar ve itaatsizliklerdir. Hizmet edenler birbirleri hakkında mümkün olduğunca bu gibi durumlardan sakınmalıdır. Bu durumlar münafıklık alametlerindendir. Çünkü bu durumlar güveni ortadan kaldırarak hizmet ortamlarına zarar verir. Hizmet ehli mü’minler birbirlerine gayet açık ve net olmalı, kardeşlerinin hata ve kusurlarının dedikodusunu yapmamalıdır. Bu dedikodular hiçbir yarar sağlamadığı gibi pek çok zarar meydana getirir.

Mart 2013 / 308

şarılarından rahatsız olurlar. Bunlar asla hizmet ehli mü’minleri ümitsizliğe sevk etmemelidir. Bütün engellemelere aldırış etmeden, hizmete devam etmelidir. Allah’a güvenip dayanan, ihlâsla hizmet edenlere hiç kimse zarar veremez. “Sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.” (Hud, 115) Dedikodular, gıybetler, yalanlar ve iftiralar hizmetleri sekteye uğratan hatta yok eden kötü ahlaklardır. Hizmet ehli mü’minler bunlardan uzak durmalıdır. Bunlar hizmet ortamlarındaki, güveni, huzuru, ihlâs ve samimiyeti zedeler.

İslam düşmanları, tüm gayretleri ile Allah’ın dinine hizmeti akamete uğratmaya çalışırken, mü’minlerin de onların ekmeğine yağ sürmeleri anlaşılması mümkün olmayan bir durumdur. “Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77) 25


. Kur’an Iklimi Selim Armagan selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim güzel davranışlarda bulunursa, işte onlar cennete gireceklerdir. Onlar zerre kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa,124)

Özgürlük ve Kölelik Arasında

H

KADIN

er inanç ve hukuk sisteminde güzelliklerin, çirkinliklerin ve özgürlüklerin sınırı ve tanımı vardır. Rabbimiz yüce kitabımızda biz inananlara da tanımlar yapmış ve sınırlar koymuştur.

“İşte bütün bu hükümler, hududullahtır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu da ebedî kalacağı cehennem ateşine koyar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” (Nisa, 13-14) buyurur. Yüce kitabımızda cinsiyet ayrımı, ırk ayrımı gibi bütün ayrımcılıklar ve ötekileştirmeler reddedilmiştir. Hiçbir peygamber ne kendi ümmetinden bir kısmını; ne de dini literatürümüzde kâfir ya da müşrik diye tanımladığımız muhaliflerini ötekileştirmemiştir. Tebliğlerini sunmaya başlarken hep “Benim ve sizin rabbiniz…”diye hitap etmişler, karşısındaki gurubun aslında kendilerinden çok farklı birileri olmadığını aynı Rabbin kulları ve aynı anne babanın çocukları oldukları gerçeğinden yola çıkmışlardır.

26

Sosyal tabakalaşmadan ekonomik farklılığa, ırk ayrımından asalete kadar birçok konuda İslam ötekileştirmeyi reddetmiş ve ayrımcılıkla mücadele etmiştir. Tüm farklılıklarına rağmen insanları kardeş ilan eden Rabbimiz, aramızdaki problemlerinin çözüm yeri olarak kitabını ve Hz. Muhammed (s.a.v.)i adres göstermiştir. Bu durum tevhid dini olan İslam’ın ilk peygamberinden itibaren de böyle idi. Nuh Peygamber kast sistemini savunan kibirli zenginlerin “etrafındaki fakirleri ve köleleri kovarsan sana inanırız” tekliflerine: “ Ey kavmim, ben onları etrafımdan kovacak olursam, Allah’tan beni kim kurtarabilir? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Hud, 30) cevabını vermiştir. Peygamberimize de Mekkeli müşriklerden aynı teklifler yapılmış; “Ey Muhammed, etrafındaki fakirleri, köleleri ve aşağı adamları kovarsan biz sana iman ederiz. Onlarla biz aynı mekânı paylaşamayız.” diyenlere karşı Rabbül âlemin tarafından, “Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab’lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovdu-


ğun takdirde zalimlerden olursun.” (Enam, 52) ayeti ile uyarılmıştır. Yüce kitabımız kadın erkek ayrımı yapmadan herkesi Allah’ın kuralları çerçevesinde eşit özgürler saymış ve Peygamberimizi insanlığa örnek göstermiştir. İnsanlardan bazıları hep kendilerini yükseklerde görmeye ve diğerlerini kendine hizmet ettirmeye çalışacaktır. Bu rezil ve hasta düşüncelerin panzehiri İslam’dır. İslam sosyal hayata zekât emrini, sadaka emrini, yetimlere yardım emrini… getirerek fiili köleliği de statü köleliğini de kaldırmayı hedeflemiştir. Şahsi ibadetlerde yapılan hatalarda, yerine getirilmeyen yeminlerin kefaretinde de köle azad etmeyi hep ilk şart yapmıştır. Günümüzde köle yoksa bunda İslam’ın dünyaya getirdiği adilce insanca ve özgürce yaşama vadinin ve uygulamalarının etkisinin büyüklüğü tartışılmazdır. Geçmişten devraldığı problem olan kölelikle mücadele eden, kölesine köle diye hitap etmeyi yasaklayan, kızım ya da kardeşim diye hitap etmeyi öğütleyen, yediğinden yediren, içtiğinden içiren, onu sofrasına kabul eden ekmeğini paylaşan İslam ve mensupları kendi toplumunu köleleştirebilir mi? Kendi içinden kadını ya da erkeği ötekileştirebilir mi? Asla. Atalarımız köleliğin en vahşice uygulandığı dönemlerde de kaldırılması dönemlerinde de asla gayrimüslimler gibi olmadılar. Onların köle katledilen arenaları ve gladyatörleri hiç olmadı. En yakın şahidi olduğumuz Osmanlı devletinde Müslüman ecdadımız padişahtan sonra ikinci adamlığa kadar kadın ve erkek kölelere yükselme fırsatı verdiler. Onlarla evlendiler, onlardan olan çocuklarına tahtı teslim ettiler. Eğitimleri ile ilgilendiler, devrin en ileri okullarını Enderun okullarını hem kızlar için hem de erkekler için ayrı ayrı kurdular. En kaliteli eğitimleri alma imkânları sağladılar. Tıpkı peygamberimizin Medine-i Münevvere de kurduğu Suffe okulları ve mahalle mektepleri gibi. Bu günlerde Müslüman kadınların köleleştirildiğini iddia edenler ne İslam’ı anlamıştır Mart 2013 / 308

ne Kur’an’ı anlamıştır ne de Peygamberî hayatı anlamıştır. O Allah’ın ve Rasulünün tanımladığı İslamî hayatı öğrenip bütün özgürlüğü ile mutlu yaşayacağına; özgürlük çığlıkları altında insanlara sılayı rahimi terk ettirerek mutlu ve dertli günlerinde; anne, baba ve akrabalardan uzak boynu bükük anti sosyal bir hayat kuruyorlar. Evlenmek yerine başıboşluğu ve kökleri olmayan nesilleri teşvik ediyorlar. Çalışmak deyince köleye dahi teklif edilemeyecek ücret ve şartlarda başkalarına iş yapmayı önerip evleri ihmali öneriyorlar. İslam onların cahilce iddia ettikleri gibi kadın ve erkeği ne dünyada ne de ahirette ayırmaz. Birini zorba birini mazlum yapmaz. Onları suçta, cezada, sorumlulukta ve mükâfatta eşit saymıştır. Cenneti de cehennemi de ikisine de vaat etmiştir. İslam; kadın ve erkeğin cinselliğini de kısıtlamamıştır. Ergenlik çağından itibaren kişinin özgür iradesi ile istediği ile evlenme hakkını tanımıştır. Sayısız kere evlenip boşanmayı ilkesel olarak doğru bulmasa da hukuken yasaklamamıştır. Gelecek nesillerin onur hakkı için; cinsel istismarı, tacizi ve zinayı şiddetle yasaklamış hatta zinayı ve onu çağrıştıran sözleri, bakışları ve davranışları kadın ve erkek için ortak suç saymıştır. Onurlu bir düzen getirmiştir. “Rasulüm: Mümin erkeklere, gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle… Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler…” (Nur, 30-31) Eşlerine ev işleri dâhil her konuda yardım eden Efendimiz, hayatta görev taksimini kadın ve erkeğin özgür iradeleri ile yapacakları tercihe bırakmıştır. Bu gün Müslüman kadınlar kendi İslami hayatlarını kurmalılar. Etraflarındaki İslam dışı ahlaka sahip olanlara imrenip köle gibiyim diyemezler. Fasıklar onların öğretmeni de değildir. Zira “Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder, iyilikten de sakındırırlar...” (Tevbe, 67) 27


. Hadis IklimiAhmet Agmanvermez a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net

-

“Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı.” (Sahih-i Müslim 7/226)

İmanın İkinci Şartı

Meleklere İman-1

M

elek; adeta ışık hızıyla hareket edebilen, nurdan yaratılmış, erkeklik, dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan, doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah’ın emirlerine itaat eden varlıklardır. “Melek” Arapçada, “Elûk” veya “Elûke” kökünden gelir. Elûk, “götüren”, elûke ise “haber götüren” manâsınadır. Çoğulu “melâike” dir. Rağib el-İsfahânî ise melek kelimesinin,”kuvvet ve iktidar sahibi” anlamında “melk” veya “mülk” kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla melek kelimesi lügat bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf manalarına gelmektedir. Melekler; Allah Teâlâ’ya ibadet ve taatle meşgul olan, ruhanî, nuranî, lâtif varlıklardır. Allah’ın kendilerine verdiği her emri hemen yerine getiren ve asla itaatsizlik etmeyen varlıklardır. (Tahrîm, 6) Melekler, “emanet” sıfatıyla muttasıfdır28

lar. Meleklere iman, her Müslüman’a farzdır. Kur’an ve Sünnet ile sabit olan meleklerden bir veya bir kaçına inanmayan kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ, “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nahl, 2) buyurmuştur. Dolayısıyla, melekleri inkâr etmek, hem Kur’an’ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır. Bakara Sûresi’nde, “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Kur’an’a) inandı, mü’minler de inandılar. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı...” (285) buyurulur. Her Müslüman’ın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması gerekmektedir: 1. Melekler, Allah’ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. (Enbiyâ, 26-27; Mümin, 7). 2. Meleklerin, mahiyetlerini bilmediğimiz (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Bu


husus, Kur’an ayetleriyle sabittir. (Fatır, 1). 3. Kur’ân’a ve Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış varlıklardır. “Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı.” (Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.)) buyrulmuştur. Normal hallerde maddî olan insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif varlıkları görebilecek vasıfta yaratılmamıştır. Melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama Peygamberlere, Kur’an’da ismi geçen Hz. Meryem ve bazı şahıslara ve savaşlarda görünmüşlerdir. Peygamberimiz (sallahu aleyhi ve sellem), insan şeklinde görünen vahiy meleği Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine “iman, islam, ihsan, kıyametin vakti ve alametleri hakında sorular sormuş, Hazreti Peygamber (sallahu aleyhi ve sellem)de sahabenin huzurunda cevaplar vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupda toplamak mümkündür: A) “İlliyyûn, Mukarrebûn” diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahuteâlâ’yı tenzih ve tehlil ile O’na ibadet ve taatla meşguldürler. B) “Müdebbirât” diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve intizamını temin etmekle görevlidirler C) Peygamberlere vahyi ulaştırmakla görevli olan melekler

Melekler, İnsanlardan Üstün müdür? Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, bütün peygamberler, dört büyük melekten Allah katında Mart 2013 / 308

daha faziletlidir. Meleklerin rasulleri ise, bütün insanlardan daha faziletlidir. İnsanlardan takva sahibi müminler de, dört büyük melek (meleklerin resulleri hâriç) tamamından daha faziletlidirler. Çünkü melekler yaradılış bakımından irade sahibi olmadıkları için günah işleyemezler. Allah’a itaat ve ibadet onlar için zorunludur. Halbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün nefsi ve şeytani engelleri aşar, Allah’a itaatli, takva sahibi bir kul olursa, elbette diğer meleklerden daha üstün olur. Melekler, Allah’ın ikram olunan kulları; kendisi ile rasulleri arasında Allah’ın elçileridir. Melekler, gökler ve yerin müvekkili, âlemde gerçekleşen her hareketi yerine getiren Allah’ın vazifeli kullarıdır. Onlar yaratılış ve ahlak bakımından değerli; zat ve sıfat bakımından pak ve temiz, fiil bakımından itaatkâr, nurdan yaratılmış varlıklardır. Allah-u Teâlâ melekleri kendisine kulluk için yaratmıştır. Bazı müşriklerin iddia ettiği gibi melekler, Allah’ın kızları, çocukları ve ortakları değildir. Bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Rahmân çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır, (Rahmân’ın çocukları sandıkları melekler, O’nun) değerli kullarıdır. O meleklerden her kim: ‘Ben O’ndan gayrı bir ilahım’ derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.” (Enbiyâ, 26-29) “Yoksa (Allah) yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi seçti? Rahmân’a nisbet edilen kız onlardan birine müjdelendiği vakit onun yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup durur. Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışına mı şahit oldular (ki böyle söylüyorlar)? Şahitlikleri yazılacak ve bundan sorguya çekilecekler.” (Zuhruf, 16-17-19) Meleklere iman konusuna bir sonraki sayıda devam etmek üzere Allah’a emanet olunuz. 29


mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Mehmet Sentürk .

Gıybet

S

on zamanlarda ümmetin en önemli meselelerinden birisi olan gıybet, gösterilmesi gereken hassasiyeti maalesef gösteremediğimiz için ahirette hesabını vermekte en çok güçlük çekeceğimiz hususlardandır. Gıybet, kişinin din kardeşini onun hoşuna gitmeyecek şekilde anması, ayıplamasıdır. Müslümanlar birbirlerinin velisidirler. Kardeşi ve yardımcısıdırlar. Birbirlerinin hata ve kusurlarını dedikodu yaparak değil, münasip bir tarzda karşılıklı olarak, bir araya gelip konuşarak telafi etmeye çalışmalıdırlar. Gıybet sadece sözle olmaz, yazarak veya göz, kaş, el işaretleri yaparak da gıybet yapılır ki, bunların hepsi haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Sizden bazınız bazınızı gıybet etmesin. Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurât, 12) Ayet-i kerimede gıybet yapmanın, ölü eti yemek kadar tiksindirici olduğu ifade edilerek, Müslümanların bu kötü ahlâktan uzak durmaları istenmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

30

Bir mecliste bir Müslümanın gıybeti yapıldığında o Müslüman müdafaa edilmelidir. Onun hakkında yalan yanlış söz edilmesine, şahsiyetine hakâret edilmesine asla fırsat verilmemelidir.

“Rabbime çıkarıldığım zaman (Miraç’da) yüzlerini bakırdan tırnaklarıyla tırmalayan insanlara uğradım. Dedim ki: Ey Cibril! Bunlar kimdir? Şöyle dedi: Bunlar (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarına sataşan, şahsiyetlerini zedeleyen insanlardır.” (Ebu Davud) Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle rivayet etti: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Gıybet nedir, bilir misiniz?’ Dediler ki: ‘Allah ve Rasûlü bilir.’ Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Birinizin kardeşini hoşlanmadığı şey ile anmasıdır.’ Birisi: ‘Ya Rasûlallah, ya anlattıklarım o kardeşimde bulunursa?’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Anlattıkların o kardeşinde bulunursa, onun gıybetini yapmış olursun. Anlattıkların onda yoksa o zaman ona iftira etmiş olursun,’ buyurdu.” (Ebu Davud) Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet etti: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: ‘Ya Rasûlallah! Safiyye’nin kısa oluşu sana yeter,’ dedim. Şöyle buyurdu: ‘Öyle bir kelime söyledin ki, eğer o kelime denize karışsa, denizi bulandırır.” Gıybet edeni dinlemek de, gıybet etmek gibi günahtır. Gıybet edilen bir yerde, o gıybeti dur-


durmaya muktedir birisi varsa, onu durdurmalıdır. Muktedir olduğu halde durdurmuyorsa, o da gıybet eden gibidir. Günaha ortaktır. Gıybeti durdurmaya gücü yetmeyen, gıybet mahallinden ayrılmalıdır. Buna da güç yetiremiyorsa oradan ayrılma imkânı yoksa yapılanlardan razı olmamalı, kalben reddetmelidir. Bir mecliste bir Müslümanın gıybeti yapıldığında o Müslüman müdafaa edilmelidir. Onun hakkında yalan yanlış söz edilmesine, şahsiyetine hakâret edilmesine asla fırsat verilmemelidir. Rasûlullah sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Kimin yanında bir mü’min gıybet edilir de ona yardım ederse (gıybete mani olursa) Allah o kimseyi dünyada da, ahirette de hayırla mükâfatlandırır. Kimin yanında da bir mü’min gıybet edilir de, ona yardım etmezse (gıybete mani olmazsa) Allah o kimseye dünyada da, ahirette de şer işlemiş cezası verir. Hiç kimse bir mü’mini gıybet etmekten daha fena bir lokma yutmamıştır. Eğer bir mü’minin arkasından bildiği bir gerçeği söylerse, o Mü’mini gıybet etmiş olur. Eğer bilmeyerekten söylerse, mü’mine bühtan (iftira) etmiş olur.” (Edebül Müfred, Buhari) Gıybetin Sebepleri 1. İntikam duygusunu tatmin, 2. Arkadaşlara muvafakat, 3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme, 4. Kıskançlık, 5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi, 6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin) Gıybet Olmayan Şeyler 1- Herhangi bir kimse açıktan kötülük yapıyor, yaptığı kötülükleri gizlemiyorsa, onun yaptıklarını söylemek, konuşmak gıybet olmaz. Meselâ:

Mart 2013 / 308

Açık saçık bir kadına, açık geziyor demek, içkiyi açıktan içen bir kişiye içki içiyor demek ve benzerleri gıybet olmaz. 2- Kötü ahlâklı, Müslümanlar için zararlı olduğu bilinen bir kişinin, durumunu, temas kurduğu, arkadaşlık tesis ettiği kişilere bildirmek, böylece zarar vermesini önlemeye çalışmak gıybet değildir. 3- Zulme uğrayan bir kişinin, kendisine haksızlık yapan kimsenin yaptığı kötülükleri hâkime anlatması gıybet değildir. 4- Herhangi bir kimsenin herkesçe bilinen bir lakabı varsa, o kişiyi tanıtmak için o lakabı zikretmekte bir beis yoktur. Meselâ: Çolak Hasan, Kambur Ali gibi. 5- İslam düşmanlığı yapan, Müslümanlar arasında fitne ve tefrika çıkarmaya çalışan fasıkların kötü hallerini, sinsi planlarını Müslümanlara anlatmak, onları teşhir edip tanıtmak gıybet değildir. 6- Evlenmek isteyen kişilerin birbirlerini araştırıp soruşturması, kendilerine sorulan kişilerin de, erkek ve kadın hakkında bildiklerini, iyi ve kötü vasıflarını söylemeleri gıybet değildir. 7- İslam’a aykırı işler yapan, günaha dadanan kişilerin, bu kötülüklerden kurtulması için o kişinin üzerinde etkili olacak, kötülüklerine mâni olacak kişi ya da kişilere durumunu anlatmak da gıybet olmaz. 8- İslamî hizmetlerin selameti için, hizmetin içinde bulunan veya dışarıdan kişilerin hizmetleri köstekleyici veya hizmetlere zarar verici söz ve davranışlarına muttali olan bir kişinin, durumu yetkili kişilere anlatması gıybet değildir. “Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder” (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya).

31


Tasavvuf cemil.usta@ilkadimdergisi.net

Cemil Usta

Zikrullah Allah’ı çok zikredin.” (Ahzab,41) Rasul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Rabbini zikredenle etmeyenin hali diri ile ölünün hali gibidir. Rabbini zikreden kimse diridir, zikretmeyen kimse ise ölüdür.” (Buhari) Bu hadis ehl-i zikir için pek büyük bir tebşirdir. Zikrullahın nevileri çoktur. Mesela Lafza-i Celal, Kelime-i Tevhid ve sair Esma ü Hüsna ile zikir olduğu gibi Kur’an tilaveti, Hadisi Şerif kıratı, din ilimleri öğrenmek dahi hep zikrullahtan maduttur. Zira hayatta olan kimsenin zahiri nur-i hayatın parlamasıyla ve batını nur-i ilim ve idrakiyle süslendiği gibi zikrullah eden zatın dahi zahiri amel-i salih ve taat nuruyla mü’min-i kamillerin hayatı güzelleşir. Peygamber aleyhisselam: “Ya Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullah olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allah’ın zikrini çok yap, işte bu kalbi diriltir.” buyurmuşlardır. Yine Efendimiz: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman meyvelerinden istifade ediniz” buyurdular. Yanındakiler cennet bahçelerinin ne olduğunu sorunca da: “Allah’ı zikretmek için teşekkül eden halkalardır.” buyurdular. (Tirmizi) “Kıyamet günü Allah’ın yanında en faziletli olan kullar Cenab-ı Hakkı çok zikredenlerdir.” (Suyuti) “Muhakkak her şeye cila verecek bir alet vardır. Kalbin cilası ise Allah’ı zikretmektir.” “Allah’ı çok zikreden kimseyi Allah da sever.” (Suyuti) “Cenab-ı Allah’ı sevmenin alameti Allah’ı zikretmeyi sevmektir.” (Beyhaki) “Eğer bir mecliste Allah Teâlâ’nın ismi anılmaz ve Peygamber üzerine salavatı Şerife geti-

32

rilmezse kıyamet günü o mecliste bulunanlar bunun hasret ve nedametini çekerler.” (Tirmizi, Ebu Hureyre’den) Davud aleyhisselam münacatında şöyle buyuruyor: “İlahi! Seni hatırlatıp zikredenlerin meclisinden geçip gafillerin meclislerine gitmekte olduğumu gördüğün vakit oraya varmadan ayaklarımı kır. Zira Senin böyle yapman benim için bir lütuftur.” Ebu Hureyre (RA) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu nakleder: “Yer halkının gökteki yıldızları parlak olarak gördükleri gibi gök halkı da yeryüzünde içinde zikrullah olan evleri böyle parlak olarak görürler.” Rasul-ü Ekrem: “Ruh-ül Kudüs kalbime şöyle ilka etti: ‘Allah’tan başka kimi seversen sev, mutlaka ondan ayrılacaksın.” Rasulullah burada dünya ile alakalı şeyleri kasdetmiştir. Çünkü bunlar ölüm ile birlikte yok olur giderler. Her şey fani baki olan ancak Allah’tır. (Gazali, İhya) Ömür geçicidir ve bize emanettir. Bir kereye mahsus kullanılmak üzere Rabbimiz tarafından verilmiştir. İkinci hakkımız yoktur. O halde ömrümüzü israf ederek, boşa geçirerek zayi etmeyelim. Namazımız, niyazımız, tefekkürümüz, zikrimiz, Kur’an okuyuşlarımız, salâvatı Şerifelerimiz ve seherde istiğfarımız ömrümüzün ayrılmaz hali olmalıdır. Öyle bir hal ki “Allah onlardan onlar da Allah’dan razı, Allah onları onlar da Allah’ı sever” diye Kur’an’da övülen bahtiyarlar arasına inşallah yazılırız. Allah’ım bizleri sevdiğin ve razı olduğun kullarından eyle. Âmin…


. selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

M. Selçuk Özdogan

Teşkilat & Hanedan - Selman Kayabaşı

K

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay sizlerle Selman KAYABAŞI’nın Teşkilat ve Hanedan isimli kitaplarını inceleyeceğiz. Selman KAYABAŞI yazdığı kitapları hikâye olarak değerlendirse de katıldığı bir programdan aslında hikâye diye yazdıklarının gerçekler üzerine bina edildiğini öğreniyoruz. “Gerçekten Devlet-i Ebed Müddet fikrini devam ettirmeye çalışan bir Teşkilat var mı?” sorusuna geçmişte yaşanan olayları mantıklı bir şekilde değerlendirdiğimizde cevap olarak “var” diyebiliyoruz.

çek tarihimiz arasında çoğu zaman zıtlıklar ortaya çıkıyor. Şunu biliyoruz ki şu an bizlere öğretilen tarih birilerinin istediği şekilde kurgulanmış, birilerinin istediği kişileri iyi, birilerinin istediği kişiyi kötü göstermek veya sahte kahramanlar çıkartmak için uydurulmuş tarihtir. Teşkilat’ta Teşkilat’a ait gizli bir sancak bulunuyor ve bu sancak Oğuz Kağan’la başlayan emanet silsilesinde önemi duraklardan bir olarak Nizamülmülk karşımıza çıkıyor ve bu emanet silsilesi Hanedan isimli kitapla günümüze kadar getiriliyor. Bir bakıyoruz işin içine Osman Bey giriyor, bir bakıyoruz Fatih Sultan Mehmet giriyor. Fatih, Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet ediyor ve özel bir harita çizdiriyor. (Teşkilat’ın şeması olduğunu iddia ettiği harita). Bir bakıyoruz Sultan Abdülhamid karşımıza çıkıyor, Vahdettin’le karşılaşıyoruz. Türkiye’nin kuruluşuyla ilgili şahsiyetlerin özelliklerine vakıf oluyoruz. Teşkilat yoğun bir şekilde çalışırken Teşkilat’ın varlığını bilen düşmanlar boş durmuyor ve Teşkilat’la ilgisini tespit ettikleri kişileri suikastlarla ortadan kaldırıyorlar.

Teşkilat, Muhafız isimli kitabın devamı. Hanedan da Teşkilat isimli kitabın devamı niteliğinde. Teşkilat isimli kitapta yazarımız Türklerin kurduğu devletlerin kuruluşunda Teşkilat isimli yapının birinci derecede rolü olduğunu belirtiyor. Anadolu’nun İslamlaşmasında, Anadolu’da kurulan beyliklerde, Mili Mücadele döneminde Milli Mücadele’nin başlatıldığı illerde, Milli Mücadeleyi başlatan isimlerde Teşkilat isimli yapının önemli bir rolü var. Tabi bunlar yazarın bir tezi. Tarihi olayları, tarihi belgeler ışığında, tarihte rol oynamış önemli şahsiyetler değerlendirilerek ortaya bir tez atıyor Selman KAYABAŞI. Olaylar ve kişilerin tarihteki rolleri bu tez doğrultusunda değerlendirildiğinde doğruluk payı çok yüksek bir tez olarak karşımıza çıkıyor. Burada tarih okurken düz bir şekilde değil de Teşkilat ve Hanedan isimli olaylar ve kişiler arsındaki kitapların ortak özelliği birbirinden bağlara dikkat ederek okubağımsız gibi gözüken bölümlerin duğumuzda farklı bir tarih aslında birbiriyle bağlantılı olduğunun karşımıza çıkıyor. Aslında burada tarihimizin yenin- ortaya çıkmasıdır. İki kitabı da okurken olayların ve kişilerin birbiriyle hiç den yazılması gerektiği alakası yokmuş gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Çünkü bizoluşuyor. lere öğretilen tarihle ger-

Mart 2013 / 307

Teşkilat ve Hanedan isimli kitapların ortak özelliği birbirinden bağımsız gibi gözüken bölümlerin aslında birbiriyle bağlantılı olduğunun ortaya çıkmasıdır. İki kitabı da okurken olayların ve kişilerin birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi bir izlenim oluşuyor. Kitapların ikisini de sabırla okumak gerekiyor. Bir de tabi bu tür kitapları okumak için bu tür konulara ilgili olmak gerekiyor. Yakın Plan Yayınları

33


Tarihe Yön Verenler ahmet.belada@ilkadimdergisi.net

Ahmet Belada

SELANİK

20

-21 Şubat 2014 tarihinde yapacağımız II. Abdülhamit sempozyumu için, 10-12 Aralık 2013 tarihinde, Prof. Dr. Levent Kayapınar’la Selanik’e geldik. Selanik’in Türkler/ Türkiyeliler için istisna bir yeri vardır. Bundan dolayıdır ki, birçok Türkiyeli bir şekilde buraya gelmek ister. Doğrusu ben de gelmeyi çok arzu ediyordum. Yukarda ifade ettiğim sebepten dolayı o merakımı giderdim. Batılı bir tarihçinin “Balkanlardaki Osmanlı eserlerinin %99’unu yok ettiler ama kalan %1 bir bile Osmanlının büyüklüğünü ve medeniyetini anlamak için yeter ve artar bile” dediği gibi, Selanik Osmanlı egemenliğine ilk geçen şehirlerden biridir. (1359) Osmanlının gittiği yeri nasıl imar ettiğini düşünecek olursak buraya ne kadar eser yapıldığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Kanuni zamanında yapılan ve “Beyaz Kule” diye adlandırılan, şehrin sembolü kabul edilen güzel kule, buraya gelen turistlerin uğrak yeri olmuş. Buraya gelenlerin fotoğraf çektirmeden gitmedikleri bir anıt halini almış. Yunanistan’ın Atina’dan sonraki en büyük şehri olan koskoca Selanik’te toru topu üç tane cami ayakta kalmış. Kalmış kalmasına ama onlarda ibadete açık değil. Bunlardan biri olan Yeni Cami diye adlandırılan ama ‘dönmeler ’in kullandığı, Abdülhamit’in Yıldız’daki caminin hemen aynısı olan camiyi gezdim. Müze yapmışlar. Bereket versin cami, üzerinde birçok oynamalar yapılmış 0lsa da cami olma formatını kaybetmemiş. Girişteki kitabeyi kaldırmışlar. İçerdeki Allah, Muhammed ve Car-ı Yar-i Güzîn Efendilerimizin isimlerini yok etmişler ama yerleri hala duruyor. Cami’nin haziresine de muhtelif yerlerden getirdikleri mergat kapakları ve muhtelif taşlar koymuşlar.

34

Şunu da ifade etmeliyim ki, burası Roma; Bizans ve Osmanlı’ya ev sahipliği yapmış önemli merkezlerdendir. Abdülhamit’in yorulan atların dinlenip su içmeleri için yaptırdığı çeşme (öyle bir şaheser ki, çeşme demeye bin şahit gerekir) hem hayvanlara verilen önemi, hem de yapılan işe verilen ehemmiyeti göstermektedir. Yıkılmamış. İşlek bir yolun ortasında duruyor. Üstelik suyu da akmaktadır. Abdülhamit’in İttihatçılar tarafından zorunlu ikamete gönderdikleri Alatin Köşkü’ne gittik. Şu anda Hükümet binası (Valilik) olarak kullanılmaktadır. Bereket versin bina kendini muhafaza ediyor. Bilindiği üzere tarih geri getirilemez ama insan buraları görünce İttihatçılara kızmaması mümkün değil. Niye yaptılar ki diyesi geliyor… Yukarda zikrettiğim gibi, kökenlerinin eskilere daha eskilere dayandığını ispat sadedinde antik Yunan kalıntılarını bulmak için Roma, Bizans ve hatta Osmanlı eserlerini yerine göre ikinci plana itmektedirler. Yaptıkları kazı çalışmalarında bunu görmek mümkün. Bilindiği üzere en hastalıklı anlayışlardan biri de insanın mefahir notasında kendini birçok yönüyle üstün görmesidir. Yunanlılarda bunu görmek mümkün.


Görüntü itibariyle şehir bizim şehirlerimize çok benziyor. Fakat daha derli toplu olduğunu söylemeliyim. Binalar enginli yüksekli olmadığı gibi yollar da düz, düzgün ve geniş. Diğer Avrupa ülkelerine nispeten Yunan halkı daha dindar. Hafta sonu Kiliselere gelen çok sayı da insan var. Birçok alanda dini motifleri kullanıyorlar. Bilindiği üzere Yunanistan AB (Avrupa Birliği) üyesidir. Bazı yönleriyle bunu hissedebilirsiniz ama hiçbir zaman Hollanda, Almanya, Avusturya veya diğer Batı Avrupa ülkeleri gibi hayal edemeyiz. Bir arkadaşın deyimiyle “Almanya’nın Hitlerle yapamadığını (silahla) ekonomik olarak yapmaktadır.” İstedikleri kadar kredi vermişler. Bunlarda nasıl olsa öderiz düşüncesiyle ev, araba vb işlere yatırım yapmışlar. Ev ve arabası olmayan hemen hemen kimse kalmamış. Şimdi de ödeme zorluğu çekmektedirler. AB’de verdikleri kredileri geri alabilmek için Yunan hükümetini sıkıştırmaktadır. Hatta “Kemal Derviş atayarak paralarını tahsile çalışmaktadırlar” kısaca Yunanlılar zor durumda. Kapanan dükkânlar, sıkıntıya düşen insanlar, kaybettiklerini almaya çalışan insanların grevleri… Diğer taraftan zevkinden ödün vermeyen insanlar… Buraya gelmişken sizi bir aileye götüreyim. Çarşamba akşam saat 21’30 da evine gittiğimiz Prof. Dr. Vasilis, Yunanistan’ın ünlü Osmanlı tarihçisidir. Yaşlı ama hafızası mükemmel. İyi bir arşivci. Kendinin değerli kitapları var. Bir aksilik olmazsa Türk Tarih Kurumundan kitapları çıkacak. Gerekli konuşma ve hatta anlaşma sağladık. Bu güzel havadis kadar önemli olan bir husus da hanımının hali. “Mübadele” döneminde gelmişler. Kendisi geldikten sonra doğmuş ama anne ve ablasının gizli gizli konuşmalarından hareketle çok azda olsa Türkçe bilmekte. Kayseri’nin Hacılar ilçesinden gelmişler. Bende Nevşehir’den (Kapadokya bölgesi) olduğumu, oraya komşuluğumuzun bulunduğunu ifade edince aman Mart 2013 / 308

nasıl heyecanlandı. Bizler kocasıyla kitaplar hakkında konuşurken o ikide bir bana bir şeyler soruyor veya bir şeyler gösteriyor, özellikle de fotoğraflar… bir ara Üniversite de tiyatro Hocalığı yapan oğlu ve kocası yapma dercesine bir şeyler söylediler ama o duracak gibi değil. Tam bu esnada Hoca bilgisayarından kitabıyla alakalı bazı hususları göstermeye kalkınca oda bana işaret ederek diğer odaya çağırdı. Hemen bilgisayarını açarak oradaki fotoğrafları, yani Kayseri’deki virane ve yıkılmış evlerini gösterdi. Kısaca kadıncağız çok ama çok mutlu oldu. Ben de kendilerini Türkiye’ye (Kayseri) davet ettim. Fakat çok yaşlandığını gelemeyeceğini ifade etti. Fotoğrafını çekmek istedim kabul etmedi. Bir hususu daha ifade edeyim. Güzel pastalar hazırlamış. Bir de çay demlemiş. Buralarda böyle işler ancak Anadolu’dan gelenler tarafından yapılırmış. İttihatçılar ve Abdülhamit. Görülenlerin insanlar, görülmeyenlerin Allah tarafından değerlendirileceğini hepimiz biliriz. Niyetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz ama İttihatçıların Osmanlıya özellikle de Abdülhamit’e çok olumsuz işler yaptıklarını biliyoruz. Özellikle Arap kökenli Mahmut Şevket, Enver, Talat ve Cemal Paşalar’ın yaptıkları… Bu hamurun çok su götüreceğini birazcık tarih bilgisi olanlar bilir. Ben detayına girmeyeceğim ama iktidara geldikten sonra Abdülhamit’i Selanik’e zorunlu ikamete zorladıkları Aletin Köşkünü gezdim. Şu anda Valilik olarak kullanılan saray, o zaman için denizden gelinen ve şehrin dışında kalan bir binaymış. Kaçma ve kaçırılma ihtimali göz önüne alınarak, oldukça korunaklı yapılmış. Biraz mutlu biraz umutlu hepsinden de öte içinde refah ve mutlu bir şekilde yaşadığımız Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal’in doğduğu bir şehir Selanik’ten ayrıldık. Mevcut hali kabul etmek sanırım en doğru olanıdır. Tarihte yaşamanın bir anlamı olmadı gibi tarihsiz yaşamakta mümkün değildir. 35


. Ihsan Penceresi fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

Fatih Yilmaz

Takva Hayatı Allah’tan korkan kul, midesine haram lokma sokmaz. Çünkü haram lokma ağır günahlardandır. Bu şekilde yapılan ibadetler kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Yaptığı amellerin boşa gitmesine sebep olur. Duası kabul olmadığı gibi işleri de yolunda gitmez. Ayrıca kıyamet günü hesabı da çok zor olur.

Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve O’na itaat ediniz ve herkes yarın için (kıyamet gününe ne amel işlediğine) baksın (yani sadaka verin ve Allah’ın emirlerine uygun ameller işleyin) ki kıyamet günü sevabını bulasınız. Allah’tan korkunuz, çünkü O, (iyilik olsun, kötülük olsun) yaptığınız her hareketten haberdardır.” (Haşr,18) Kıyamet günü Melekler, gökler, yeryüzü, gökyüzü, gece ve gündüz -iyilik olsun kötülük olsuninsanoğlunun işlediği her şeye şahitlik edeceklerdir. Sadece bunlar değil vücudun azaları da şahitlik yapacaklardır. Yeryüzü günah işlemekten sakınarak iyiliğe koşan (Zahid) ve mü’min kulun lehine şahitlik ederek: “Bu adam benim üzerimde namaz kıldı, oruç tuttu, hacca gitti, Senin yolunda senin davanı yaymak için çaba sarf etti.” diyecektir. Mü’min bu duruma çok sevinecek. Kâfir ve günahkâr için ise: “Benim üzerimde senin yasakladığın her türlü fiili yaptı.” diyecek ve günahkâr çok üzülecek. Mü’min her haliyle ve tüm azaları ile Allah’tan hakkıyla korkandır. Nitekim büyük ahlak ve fıkıh âlimi Ebu Leys es-Semerkandi der ki: “Allah korku36

sunun yedi alameti vardır.” Kişinin dilinde ortaya çıkan Allah korkusu. İçinde Allah korkusu taşıyan kul dilini yalandan, dedikodudan, iftiradan, koğuculuktan ve her türlü boş konuşmaktan alıkor. Bunlar yerini onu Allah’ı zikirle, Kur’an okumakla ve ilmi konuşmalarla meşgul eder. Zaten büyükler; ağza girene ve ağızdan çıkana çok dikkat etmek lazım demişler. Bir diğer alamet de kalpte belirir. Allah korkusu taşıyan kul, başkalarına karşı kalbinde düşmanlık, hasetlik ve kıskançlık taşıyamaz. Çünkü bu hasletler kazanılmış iyi amelleri de yok eder. Bu hususta Efendimiz -aleyhisselatü vesselam- Hadisi şeriflerinde: “Ateş odunu nasıl yerse(yakarsa) kıskançlık da iyilikleri öyle yer.” buyurmuşlardır. Şunu çok iyi bilmek lazım ki, kıskançlık kalp hastalıklarının başlıcalarındandır. Bu hastalıklar ancak ilimle, salih amellerle ve Allah’ı çok anmakla tedavi edilebilir. Allah korkusu taşıyan kul, harama, haram yiyeceğe, haram giyeceğe kısacası haram olan hiçbir şeye bakmaz. Dünyaya aç ve muhteris bir gözle değil ibret almak amacıyla bakar. Helal olmayan şeylerden bakışlarını uzak tutar. Bu konuda Peygamber Efendimiz -aleyhisselatü vesselam-:


“Kim gözlerini haramla doldurursa Allah da onun gözünü ateşle doldurur.” buyurmuştur. Allah’tan korkan kul, midesine haram lokma sokmaz. Çünkü haram lokma ağır günahlardandır. Bu şekilde yapılan ibadetler kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Yaptığı amellerin boşa gitmesine sebep olur. Duası kabul olmadığı gibi işleri de yolunda gitmez. Ayrıca kıyamet günü hesabı da çok zor olur. Salih Mü’min, ellerini harama değil, Allah’ın rızasına uygun olan şeylere uzatır. Allah’tan korkan kişi ibadetlerini sırf Allah rızası için yapar. Riyadan ve sum’adan kaçınır. Böylelikle Allah’ın hakkında şöyle dediği kimselerden biri olur: “Günahlardan sakınanlar, hiç şüphesiz cennetlerde ve pınarlar(ının başların)dadırlar.” (Zariat,15) Başka bir ayette de şöyle buyuruluyor: “Günahlardan sakınanlar emin bir makamdadırlar.” (Duhan,51) Bu ayetlere bakılınca Yüce Allah’ın neredeyse; bu kimseler, kıyamet günü cehennemden kurtulurlar buyurduğu görülür. Şair ne güzel söylemiş: Ağlamaz mı günahıma gözlerim Anlamadım elimden gitti ömrüm. Abdullah İbni Mesud (r.a) diyor ki: “Allah katında en büyük günah, kendisine ‘Allah’tan kork’ denilen kişinin ‘sen kendine karış’ demesidir.” Günümüzde de çok yaygın değil mi; “ Sana ne? Sen ne karışırsın? Seni hiç ilgilendirmez” gibi kaba davranışlar maalesef toplumumuzda çok yaygın. Hz. Ömer (r.a) bir gün at üzerindeyken kendisine bir kişi tarafından “Allah’tan kork” denilince hemen yere inip yüzünü toprağa sürüp: “Ömer de kim oluyor” diye yüzünü yere koymuş ve nefsini yerle bir etmiştir. “Kim Allah’tan korkarsa; Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve onu ummadığı yerden rızık-

Mart 2013 / 308

landırır. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talak,2,3) Eğer biz bu ayeti kerimelere tam manasıyla uysak ve hayatımızı bu ayeti kerimeler çerçevesinde değerlendirsek, kendimize böyle bir güzergâh çizsek, bu mübarek ayetlerin ışığı Allah tealaya layıkıyla kulluk yapmak için yeter de artar bile. Allah’tan gerçek manada ittika etmek, takva üzere olmak. Kul böyle yaparsa dünyevi ve uhrevi bütün sıkıntılardan, Allah Teâlâ ona bir çıkış kapısı ihsan eder. Abdullah İbni Abbas (r.a) bu ayeti kerimeyi şöyle tefsir ediyor: “Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkmak demek, O’nun bütün emirlerini yerine getirmek demektir. Nehiylerinden sakınmak ve şüphelilerden uzak durmak demektir.” Allah’tan gerçek manada ittika budur. Yoksa Allah’a isyan ederek, emirlerini yerine getirmeyerek, men ettiği birçok kötü şeyleri yaparak yaşanan bir hayat takva hayatı olamaz. Kuru kuruya bir korkunun da kişiye hiçbir yararı olmaz. Davud (a.s)’ın bir duası ile bitirelim: “Allah’ım! Senden Seni sevmeyi, Senin sevdiğini sevmeyi dilerim. Ya Rabbi! Beni Senin sevgine ulaştıracak Salih ameller yapmayı bana nasip et!” Amin…

37


La Havle a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

Abdullah Gülcemal

Diyecek çok söz var, içimde kalır, Garipler bir ömür geçimde kalır. Kazansın, kaybetsin siyasetçinin, Aklı hep gelecek seçimde kalır…

Seçmesine Seçelim de...

3

0 Mart 2014 Pazar günü, bir daha gideceğiz sandık başına…

yoruz çevremize… Bozuk gözlükler gözden ve görüşten daha mı önemli bizim için?..

Parti amblemlerinin ve isimlerinin bulunduğu oy pusulasının üzerindeki daire içine “Evet” mührünü basıp zarfa koyduktan sonra atacağız sandığa…

Şu bozuk gözlükleri bir çıkarıp, siyaset ve politika konusunda, hikmet ehli söz ustaları ne demişler bir bakalım:

O sihirli sandık, seçen vatandaş için “SEÇİM SANDIĞI”, seçilen aday içinse “GEÇİM SANDIĞI”dır… O gün akşam saatlerinde, sandıkların açılıp oyların sayımı yapılana kadar, ne hayaller kuracak, ayakta ne düşler göreceğiz… Sonuçlar belli olunca kimileri sevinecek, kimileri üzülecektir. Kazananlar, çevresini saran malûm yağcı ve yalaka takımının tebrikleri ve şakşakları arasında ülkeler fethetmiş bir kral gibi, etrafına gurur dolu pozlar verirken; kaybedenler, bir eziklik ve mahcubiyet içerisinde, yenilginin mazeret maddelerini sayacaklardır. Seçtiklerimiz (veya seçtiğimizi zannettiklerimiz) ise 5 yıl süreyle, beldemizi, ilçemizi, şehrimizi idare edecekler, yöneteceklerdir… 150-200 yıldır yaşadığımız bir kimlik bunalımının, kavram kargaşasının içinde, bir türlü yerli yerine oturtamadığımız, ehemmiyetini kavrayamadığımız, mes’ûliyetini gereğince idrâk edemediğimiz bir hususta “SİYASET-POLİTİKA” kavramlarıdır. Göz bozukluğunu, gözlük bozukluğunu düzeltmek için gösterdiğimiz gayreti, hassasiyeti, maalesef görüş bozukluğunu düzeltmek için göstermiyoruz toplum olarak… Hep birilerinin taktığı bozuk gözlüklerle bakı-

38

“Siyaset; tarihin maddi ve manevi şartlarını hazırlamak, insanı tarih yapmaya hazırlamaktır.” (Mâlik bin Nebî). Demek ki siyaset; dünyanın bin bir hali var, diye yedi göbek sülâleni âbad edip, kendini gelecek seçimlere hazırlamak değilmiş!... “Siyaset dinden ayrılırsa öldürücü bir zehir; onun hizmetine girerse koruyucu bir ilaç olur.” (Muhammed İkbâl) Demek ki; din ayrı, dünya ayrı… Din ayrı, siyaset ayrı… Dini siyasete alet ediyor diyenler; bilerek veya bilmeyerek, çok sinsi bir şekilde, bu milletin her ferdinin hayat damarlarına her gün, her saat öldürücü zehirler zerkediyorlar… “Siyasetle ahlâkı ayıranlar ikisinden de bir şey anlamamış demektir.” (John Morley) Demek ki; siyasetle ahlâkı ayıranlar, ne siyaseti anlamışlar, ne de ahlâkı… Dolayısıyla ahlâksız birer politikacı olmuşlardır. Toplumların çektiği dertler, sıkıntılar, acılar bu ahlâksız politikacıların politikacılarıdır!... Halbuki, bizim ahlâklı siyasetçiye ihtiyacımız var… “Siyaset; ipi kopacağı yerde düğümlemektir.” (Lâ Edrî) Demek ki; siyaset ipi kopacağı yerde düğümlemekmiş, ipi koparmak değil !... İp koparken seyretmek hiç değil… Bırakın ipi, ya yuları, zinciri, halatı koparıp da renkli camda yumruk atanlara, tekme


sallayanlara ne demeli? !... “Siyasetle meşgul olmak istemeyen münevveri bekleyen korkunç bir âkibet vardır: Cahiller tarafından yönetilmek…” (Aristo) Demek ki; cahiller tarafından yönetilmek istenmeyen her münevver Müslüman, inancının çizdiği çerçeve içerisinde, ahlâki ölçülere bağlı kalarak siyasetle meşgul olmak durumundadır. Politikaya, politikacıya gelince: “Politika; zengin ve fakirleri birbirlerinden koruyacağına söz vererek fakirlerden oy, zenginlerden para koparma sanatıdır.” (Oscar Ameringer) Demek ki; politikacıların memleketi idare etmek gibi bir dertleri yok, zenginleri ve fakirleri birbirlerinden korumak gibi ulvi (!) bir görevleri varmış!.. Politikacılar, aynı zamanda fakirlerden oy, zenginlerden para koparma sanatını (!) en iyi icra eden sanatkârlarmış… Doğrusu bizdeki bu sanatkâr politikacıların eline, dünyada kimse su dökemez… Dolayısıyla hepsi de, ayrı ayrı Nobel ödülüne aday gösterilmelidir… “Politikacı; söylediklerinin tersini yaparak dengesini sağlayan bir akrobattır.” (Maurice Barres) Demek ki; vatandaş hep cambaza bakmayacak, biraz da kendine bakacak!...

Palavracı, palyaço, papağan, paranoya, paravana ve paçavra politikacıya, HAYIR!... Samimi, sabırlı, sağlam, sâdık, sebatkâr, salih, seviyeli ve secdeli siyasetçiye, EVET!... Aslında hayatın diğer alanlarında da seçtiğimiz çok şeyleri, kendi hür irademizle biz seçmiyoruz… Sistem tezgahını öyle sistemli kurmuş ki; önümüze konulan iki, üç, dört şıktan birini seçmeye mecbur bırakılıyoruz. Meselâ, şimdi seçimlerde seçtiğimizi zannettiğimiz kimseleri, biz mi seçiyoruz; yoksa parti liderleri mi? Bence “B” şıkkı… Ya sen ne diyorsun?... Susma hakkını mı kullanıyorsun? Eh… Ne diyelim… O da bir hak. Yeter ki yerinde ve zamanında hakkını kullanmasını bil… Ne hak ye… Ne de hakkını yedir… Bizim üzüldüğümüz nokta şurası: Liderlerin seçtiği, bize de seçtirdikleri adaylar, adam gibi adam olsalar içimiz yanmayacak… Seçilenler, seçim mazbatalarını aldıktan sonra, pazarlığa gidene kadar bir kere de beldelerindeki mezarlığa gidip de orada yatan belediye başkanı ve milletvekili eskilerini dinleseler, tavsiyelerini alsalar ne olur yani ?... Anayasaya mı aykırı yoksa lâikliğe mi ?...

Politikacının dengesinin bozulması, vatandaşın kendi dengesini sağlamasına bağlıdır…

Yahu hatırınız için seçmeye seçelim de…

“Politikacı insanları ikiye ayırır: Kullanılacaklar ve düşmanlar.” (Nietzche)

Yukarıda ahşap malzemeye bu kadar mı ihtiyaç var !...

Demek ki; politikacının politikasında insanları birleştirmek yoktur, ayırmak vardır. Kullanacağı insanları, düşman ilân ettiklerinin üzerine salarken, kendisi koyunun sırtından kurt için post çıkaracaktır.

Her ne ise, 30 Mart seçimleri ülkemizin geleceği açısından oldukça önemli bir seçim…

“Politikacının hayatının yarısı seçmeni, öbür yarısı birbirini aldatmaklar geçer.” (M. Twain) Mark Twain’in bu sözü, batı ülkeleri için geçerli olabilir. Benim ülkemde, politikacının hayatının tamamı seçmeni aldatmakla geçer… Bundan dolayı;

Mart 2013 / 308

Böyle seçim vallahi zorumuza gidiyor…

Kurtlar, dumanlı havayı sever… İman dolu göğüslerimizi, altı okun hedef tahtası haline getirmeyelim. Paralelliğin, yamukluğun âlemi yok… İnşallah bu seçimden de millet olarak yüzümüzün AK’ıyla çıkacağız… Sandık başına… Görev başına… Selam ve dua ile…

39


Tarih Koridoru erturanmehmet@hotmail.com

Mehmet Erturan

“Isıgı önüne al, yürü! , Gölgen arkadan ister gelsin, ister gelmesin.” Arif Nihat Asya

BAYRAK ŞAİRİ’NDEN TÜRKİYE VE DÜNYANIN KURTULUŞUNA

NEBEVÎ REÇETE

A

rif Nihat Asya (1904-1975) yedi günlükken babasını kaybetmiş ve ömrü boyunca ‘baba’ diyememişti. Annesi için de “dört yaşımdan itibaren de dilimde ‘anne!’ kelimesi yoktu. Ben de şiirlerimde annemle konuştum” diyecekti. Kendisi dört yaşına geldiğinde annesi Osmanlı ordusunda görevli Filistinli bir subayla evlenerek o zamanlar Osmanlı toprağı olan Akka’ya gitmişti. Dış işlerine yapılan bir müracaat sonrası kırk yıllık uzun bir aranın ardından annesini görebilme imkânı kazanan Arif Nihat Asya, Akka’da annesiyle buluştuğunda donup kalacaktı. Birbirlerini gördüklerinde yılların verdiği hasretle doyasıya sarılacakları ümidiyle bu tarihi buluşmaya hazırlanan şairimiz, annesinin felçli haliyle karşılaştı. Anne hasreti Arif Nihat Asya’yı yeni Türk şiirinde en çok anne şiiri yazan isim yapmıştı.

Arif Nihat Asya (1904-1975) 40

Arif Nihat Asya destanlara bedel bir Fetih Marşı ve Naat yazmış olmasına rağmen ‘Bayrak Şairi’ olarak bilinir. İlerleyen yıllarda arkadaşı İbrahim Metin’e “beni Bayrak şiirinin şairi olarak tanırlar. Hâlbuki ben Yelken şiirinin


şairi olarak tanınmayı arzu ederdim” demiş olmasına rağmen bu hâlâ böyledir. Üç binden fazla şiir, binden fazla düzyazısı bulunan ve otuzdan fazla dergi-gazetede yazarlık yapan merhum şairimize göre insanlığın ve Türkiye’nin kurtuluşu Peygamber aleyhisselam sünnetine ve Veda Haccı’ndaki nasihatlerin tutulmasına bağlıdır. Peygamber demişken hemen belirtelim; Arif Nihat Asya meşhur Naat’ını kendini Peygamber aleyhisselam huzurundaymış gibi hissederek yazdığını söyler. Arif Nihat Asya kınayıcının kınamasına aldırmayan mü’mince bir tavırla “ateistler ne düşünürlerse düşünsünler” dedikten sonra Türkiye’nin nasıl dünyanın en huzurlu ve en ileri ülkesi olabileceğini izah eder. Ona göre bunun yolu sevgili Peygamberimiz’in aleyhisselam şu on nasihatini yerine getirmekle mümkündür: 1. “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın; nefret ettirmeyin, sevdirin. 2. İnsanlar arasında adaletle hükmedin. 3. İki günü birbirine eşit olan gaflettedir. Bugününüz dününüzden, yarınınız bugününüzden üstün olmalı. 4. İlim mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa oradan alır. 5. Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren en üstün olandır. 6. Bir dakikalık tefekkür yüz rekât nafile namaz kılmaktan, yüz hastayı ziyaret etmekten ve yüz cenaze taşımaktan daha hayırlıdır. 7. Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kişidir. 8. Temizlik ve vatan sevgisi imandandır. 9. İçki, bütün kötülüklerin anasıdır. 10. Aman yalandan uzak durunuz.”

Mart 2013 / 308

Tarihî Bir Alıntı Yıllarca Zavallı Bir Gölü Okyanus Diye Yutturdular Bize! “Amerika aslında süper filan değil, sadece mevcutların en iyisi. Şöyle ki; ortada su birikintileri ve sadece birkaç tane göl varsa denize giremezsin. Çünkü ortada deniz yok… Sonra sana ‘büyük su hangisidir?’ dediklerinde, sen hiç çekinmeden göle büyük su dersin. Her ne kadar da ABD, bir okyanus gibi gözükse de aslında o sadece bildiğimiz en büyük sudur. Hepsi bu! Eğer bir gün insanoğlu kendi gücünü keşfederse işte o zaman Somali bugünkü ABD olur ve o gün bizler, bugünün okyanuslarına küçük su birikintileri diye bakarız. Artık ABD’yi bir göl, diğerlerini de irili ufaklı su birikintileri diye düşünmeli ve gerçek okyanusa ulaşmayı hayal etmelisin. Sadece bu felsefeyi hayata geçirmekle bile devrim yaparsın…”

41


Dünyanin Nabzi . Ibrahim Aydemir ibrahim.aydemir@gmail.com

20. YÜZYILDA

TÜRKİYE ORTADOĞU İLİŞKİLERİ

T

ürkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini, hatta genel anlamda tüm uluslararası ilişkilerini büyük ölçüde belirleyen birkaç unsur vardır. Bunların her biri tek başına analize tabi tutulmaya değen faktörlerdir; fakat bu yazıda sadece bir bölümüne değinilerek Türkiye’nin 1980’lere kadarki Ortadoğu politikasının izlerini sürmeye çalışacağız. Tarihi bağlar ve coğrafi yakınlık, bu politikanın temel belirleyicileridir. On asırdan daha fazla bir süre, Türkler, Araplar ve Persler, ortak din bazında gelişen ortak değerleri paylaşagelmişlerdir. Bu vakıa özellikle Türk ve Arap halkları arasında bir ortak aidiyet duygusu meydana getirmiş; bu duygu, çoğu zaman soğuk “ulusal çıkarlarla” yönlendirilen ülke yönetimleri tarafından her zaman paylaşılmamasına, hatta zaman zaman saygı dahi gösterilmemesine rağmen devam etmiştir. Bu bağlar, Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıldan itibaren Batılılaşma politikası izlemeye başlamasıyla azalmış, yurt dışında eğitim alan Türk elitleri eliyle Batı kurumları her alanda bu ülkede yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu durum, 1923’de cumhuriyetin ilanıyla bariz biçimde ivme kazanmıştır. 20. Yüzyıldaki ayrılıkçı tabiatlı milliyetçi hareketler aradaki soğukluğu daha da arttırmıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında İngilizler tarafından kışkırtılarak iktidar va’dedilen bazı Arap kabilelerinin asla sömürgeci bir tutum ortaya koymayan Osmanlı’yı ahlaksızca arkadan hançerlemeleri de bu döneme rastlar. Bunların sonucu olarak, “ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” gibi ırkçı atasözleri ve benzeri negatif söylemler halk arasında yaygınlık kazanmıştır. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Türkler muhafazakar Arapların gözünde Batı politikasının, özellikle de ABD’nin bölgedeki emellerinin bir aleti haline gelmiştir. Arap milliyetçileri ve sosyalistleri ise Türkleri, kendilerini baskı altına alan emperyalistler olarak görmeye başlamışlardır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin abartılı seküler tutum ve eylem-

42

leri, bu yeni yönelimi batılılara ispat etme çabaları, Kemalist ideolojinin içerde uygulanabilmesi adına Arap dünyasını da küstürmüştür. Geçmişte din kardeşliği şeklinde ortaya çıkan dostane ilişkilerin müsbet mirası böylece önemli derecede erozyona uğramış olsa da Türkiye ile Ortadoğulu dostları arasındaki kardeşlik ve sempati ruhu halen bir ölçüde sürmektedir. Türkiye bu mirası “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan neo-emperyalist yaklaşımlardan ziyade, 21. yüzyılın uluslararası sistemine denk düşecek bir tarzda bölgesel liderlik hedefi için bir avantaja dönüştürmelidir; çeşitli yalpalamalar bir tarafa, halihazırda yapılmaya çalışılan da ana çizgi itibarıyla budur. Arap Baharı sürecinde Başbakan Erdoğan’ın diplomatik ihtiyatı bir tarafa bırakarak açıkça sokağın ve halkın yanında yer alması neticesi Arap halklarından gördüğü büyük sevgi tezahürleri bu potansiyeli açık biçimde ortaya koymaktadır. Coğrafi olarak, Türkiye Ortadoğu ülkeleriyle uzun sınırları paylaşmaktadır. Aslen Türkiye, son yüzyılda batılılaşma adına ne kadar yol alırsa alsın, coğrafi olarak bir Avrupa ülkesi olmaktan ziyade bir Ortadoğu ülkesidir. Zira bu coğrafi iç içelik durumu, Türkiye’nin ekonomisini, güvenliğini ve kültürünü kaçınılmaz olarak etkilemektedir. ABD’nin bölge politikaları karşısında Türkiye’nin tutumu, Arapların ve İranlıların Türkiye’ye ilişkin tavırları, bu coğrafi konumun sonuçlarıdır. 1948 yılında İsrail’in kurulmasından sonra, Filistin’in bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürememesi ve topraklarının İsrail tarafından aşama aşama gaspedilmesine verilen ad olan “Filistin sorunu” ve Israil ile ilişkiler, Türkiye’nin Ortadoğu politikasının ana odak noktasını teşkil edegelmiştir. Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan İslam ülkesi olmuştur. Bunda İnönü hükümetinin seküler eğilimi ve Araplara karşı soğuk tutumu bir faktör ise, İsrail’in demokratik ve kapitalist batılı değerlere sahip olan bir ülke olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti için bir tehdit oluşturma-


Ortadoğu Neresidir? Ortadoğu tabirinin doğuşu 1850’lere rastlar. Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ortaya çıkmıştır; Yakındoğu, Ortadoğu ve Uzakdoğu olmak üzere Batılılar Doğu’yu üçe ayırarak incelemişlerdir. Yakındoğu kavramı Osmanlı’nın çöküşünden sonra kullanılmaz olmuş, Ortadoğu ise gittikçe artan bir siyasal rekabet alanı olarak popülerliğini artırmıştır. Ortadoğu kavramı ile genelde Arap yarımadası ve yakın çevresi ile Türkiye kastedilirken, bir diğer tanımda Kuzey Afrika ülkeleri ile Orta Asya’da bu tanıma dahil edilmektedir ki buna “Greater Middle East” (Büyük Ortadoğu) da denir. dığı algısı daha belirleyici bir faktör olduğu öne sürülebilir. Demokrat Parti döneminden itibaren Türkiye Araplar ile İsrail arasında bir denge politikasına yakın bir tutum almaya başlamıştır. Zira Türkiye’nin İslam ülkelerindeki çıkarları izahtan varestedir; yukarıda ifade edildiği üzere tarihi ve toplumsal bağlar, ekonomik büyüme için bölge petrolüne olan ihtiyaç, komşularına karşı güvenlik ihtiyacı, Menderes hükümetinin CHP’ye bir reaksiyon olarak işbaşına getirilmiş olmasından dolayı muhafazakar Anadolu halkının İslam dünyasına olan sempatisine ters düşmeme kaygısı bunlar arasında sayılabilir. İsrail’e gelince, Türkiye, o zamanlar kalkınma ve hatta ayakta kalma için hayati önemi haiz Amerikan yardımının tehlikeye atılmaması ve küresel müttefik olan ABD’desteğini canlı tutabilmek için ABD’deki Yahudi lobisini kızdırmamak adına İsrail ile iyi ilişkiler geliştirmek, en azından nötr ilişkileri muhafaza etmek zorunda idi, halen de belli ölçüde öyledir. Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye-İsrail ilişkileri o dönemde Araplar tarafından, özellikle de milliyetçi Mısır ve Suriye yönetimleri tarafından hiç de sıcak karşılanmamıştır, çünkü bu ülkelerin tehdit algılamaları ile Türkiye’ninki arasında büyük farklar vardır. Türkiye’nin aksine, Sovyet tehdidi onlar için pek de yakın ve büyük bir tehdit değildir; daha ziyade İsrail ve Siyonizm tehdidi bir numaralı güvenlik sorunudur. 1970lerde, denge bir ölçüde Araplar lehine bozulmuştur; 1967 Savaşı’ndan sonra Demirel Hükümeti’nin İsrail’e dönük utangaç kınaması bunun sadece başlangıcı olmuştur. İslamcı Milli Selamet Partisi’nin 1973’de iktidar ortağı olması Arap/ İslam dünyası ilişkilerde bir köşe taşı teşkil eder. Erbakan’ın Siyonizm karşıtı söylemi ve diğer siyasal hareketlerin buna karşı çık/a/maması, Türk halkının İsrail’e karşı net tavır almasının tohumlarını ekmiş ve anti-siyonist bir bilinci günümüzde halen etkisi devam edecek şekilde Türk siyasal hareketine mal

Mart 2013 / 308

etmiştir. Artan petrol fiyatları, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Kıbrıs sorunu için Arap ülkelerinin uluslararası forumlardaki desteğine olan ihtiyaç, 1964 Johnson Mektubu ile ABD’nin desteğinin azaldığının su yüzüne çıkması gibi faktörler de bu denge kaymasında etkin olmuştur. Nihayet 1979 yılında FKÖ Ankara’da temsilcilik açmış, bu tarihten itibaren Türkiye Filistin’e İsrail ile aynı seviyede diplomatik temsil hakkı tanımaya başlamıştır. 1991 yılında her iki ülke ile ilişkiler büyükelçilik seviyesine yükseltilmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri bir yanda tarih, din ve coğrafya diğer yanda ise ekonomi ve güvenlik değişkenleri ile şekillenmiştir. Bir diğer genelleme olarak, İslam dünyası ile ilişkilerin ağırlıklı olarak idealist/ideolojik faktörlerle, İsrail ile olan ilişkilerin ise büyük ölçüde ulusal çıkarlara dayanan realist yaklaşımlarla şekillendiği ifade edilebilir. 1980lerden sonra Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinin de temel olarak bu ana çizgileri izlediği ifade edilebilir; fakat önemli kırılmalar da sözkonusudur. Özellikle 2000li yıllardaki Türkiye-Ortadoğu ilişkileri ayrı bir inceleme konusu olmalıdır. İlave okuma için: Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, Kaynak Yay. Andrew Mango, “Turkey in the Middle East” Journal of Contemporary History Vol. 3, No. 3, The Middle East (Jul., 1968), pp. 225-236 Mahmut Bali Aykan, “The Palestine Question in Turkish Foreign Policy from the 1950s to the 1990s”, International Journal of Middle East Studies, Vol.25 No.1 Dietrich Jung “Turkey and the Arab World: Historical Narratives and New Political Realities”, Mediterranean Politics, Vol.10 No.1 1-17 March 2005

43


Söz Meydani ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

. Ibrahim Çiftçi

II. Abdulhamid’in Tarikatı

G

enel anlamda siyasal partiler birbirinin karşısında ve ayrı dünya görüşüne sahiptirler. Dünya görüşünü benimseyenler o partiyi iktidara getirirler. O partiler de iktidara geldiklerinde bütün milletin ve ülkenin partisi, hükümeti olurlar. Filan grubun, filan anlayışın iktidarı olamazlar. Diğer partiler de iktidarın uygulamalarına bu çerçeveden değerlendirirler. İslam Devletinde de yöneticiler bir mezhebin bir tarikatın sempatizanı, bağlısı olabilir. Bu en tabi haklarıdır. Ama mezhep ve tarikat çerçevesinde yönetici bağlı olduğu mezhep ya da tarikatı “en üstün”, diğerlerini boş ver şeklinde değerlendirirse hem “tarikatçılık, hem mezhepçilik” yapmış olur. Müslüman idareci kucaklayıcı, kuşatıcı, koruyucu olmalıdır. Parçalayıcı, bölücü, zayıf düşürücü özellikte olamaz. Bunun yanında İslamî tarikat, mezhep ve cemaatler de “yönetimdeki kişi ya da kişiler bizden” diye, kendi yolunu en üstün görüp diğerlerini ezme, yok etme gibi bir anlayış benimseyemezler. İslamî tarikat, mezhep ve cemaatler, hâkimiyetin Allah’a ait ve bu hâkimiyetin yeryüzündeki temsilcisinin de Müslüman olduğu44

nu hiç unutmamak kaydıyla, İslami çalışmalarını yürütür. Yöneticinin Müslüman olması yeter. Kendinden olması sadece kendini koruması, kollaması, yönetimde sadece kendine yer ve pay vermesi düşünülemez. Eğer böyle olmazsa İslami anlayışta bir sakatlık var demektir. Bir taassup var demektir. Nitekim Emevi ve Abbasiler dönemindeki mezhep tartışmalarına halife ile yöneticilerin de katılıp taraf olmaları yönetimin kucaklayıcı, koruyucu, kuşatıcı özelliklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Aynı şekilde itikadi mezhepler ağırlıkta olmak üzere mezhep âlimlerinin ” Benim mezhebimin görüşünü halife, yönetici benimsemeli, bunu yönetiminde hissettirmeli .“anlayışı da birçok yanlış ve zararı beraberinde getirmiştir. Emevi ve Abbasi dönemleri incelendiğinde bu zarar ve yanlışların nelere mal olduğu açıkça görülür. Şimdi günümüz için bir analiz yapalım: Suudi Arabistan Selefi (Vahhabi) bir mezhep anlayışını benimsiyor. Yönetimde de bu anlayıştaki insanları tercih ediyor. İran Şii (Caferi) mezhebini benimsiyor. Yönetimde de bu anlayıştaki insanları tercih ediyor. Sonuçlarına bakalım: Çeçenistan, Bosna-Hersek direnişine Suudi Arabistan yardım yapıyor. Ne güzel değil mi?


Ama diyor ki benim gibi inanacaksın, benim mezhep anlayışımı benimseyeceksin. Afganistan, Mali, Nijerya hep aynı anlayışının sonucu Müslüman öldüren Müslümanları türetmiştir. Ölen de öldürülen de Allahu Ekber diyor. İran, Bosna Hersek’e yardım etti. Türkiye’den İran’a (1980 sonrası) sığınanları kabul etti. Türkiye’deki bazı gruplara yardım etti. Ama bir şartla. “Ya İran’a itaat et. Ya değilse, müşrik, kâfir rejimlerde katliamlarda öl “. Şimdi bu anlayışlar hangi Müslümana hangi İslamî anlayışa hizmet ediyor? Kim kazanıyor? Bu savaşların galibi hiç Müslümanlar oldu mu? Mısır’da İhvan’a karşı Selefilere destek (Selefiler de darbecileri destekliyor) veren bir devlet hangi İslamî kuşatıcılıktan bahsedebilir? Irak, Yemen, Bahreyn, Suriye ve Afrika ülkeleri bunun acılarını yaşıyor. Sorumlulukları, Müslümanca değil mezhep taassubuyla bakan yöneticilere aittir. Abdülhamid kaç tarikata bağlıydı? Şazeli ve Kadiriye’ye kesin intisaplı; Nakşî, Rifaî ve Halvetîlerle seviyeli ilişkileri var. Mevlevî şeyhi Osman Selahaddin Dede’den istifade etmiş (Karşılıklı ziyaretleri var). Mevlevi ve Bektaşilerle jön Türk ve masonlarla ilişkileri sebebiyle mesafeli olduğu söylenebilir. Peki, Abdülhamid gerek tarikat gerekse mezhep noktasında yönetimde tercihler yapar mıydı? Hayır. Yapmadığı için İslam birliğinin en büyük sembolü olmuştur. Yapmadığı için Batı emperyalizminin hedefi olmuştur. Yapmadığı için mezhep, ırk, tarikat taassuplarının hedefi olmuştur. Döneminde Asya’dan Balkanlar’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar tüm Müslümanlar ona destek vermiştir. Onun için Açe’den Zengibar’a; Sibirya’dan Balkanlara hala hut-

beler adına okutuluyor. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik bir devlet. Halkının çoğunluğu Müslüman ve demokrat. Bu ülkede siyasi partiler belli dünya görüşlerine sahiptir. Bu dünya görüşleri iktidar yapıldığında tüm Türkiye’nin partisi, iktidarı, hükümeti olurlar. Bir grubun, bir anlayışın, bir tarikatın, mezhebin, cemaatin hükümeti olamazlar. Ehliyet, liyakat ve beraber çalışma özelliklerine göre yönetimi atamalarıyla paylaşırlar. Yönetici olaya böyle bakarak ve kuşatıcı, koruyucu kollayıcı özelliğini tüm milletin bireylerine göstermelidir. Aynı şekilde velev ki bir tarikat, mezhep, cemiyet, cemaat o partinin iktidar olmasına destek vermişse, iktidarın kendine torpil yapmasını, koruma, kollama işini sadece kendileri için gerektiğini söyleyemez. Bu durumda mezhep, meşrep tarikat taassubu devreye girer ve mezhepçi, meşrepçi, tarikatçı, cemaatçi anlayış ve yapılanmalar İslamî anlayışın önüne geçer. Günümüzdeki sıkıntıların temelinde bu taassubun yattığını herkesin fark etmesi gerekir. Kimse, hiçbir camia en büyük olamaz. Ondan ve onlardan büyük Allah var. Hiç kimse ve camia kendi hesaplarını en büyük demesin. Allah’ın da hesabı var. Yönetici herkesin yöneticisidir. KUŞATICI, KOLLAYICI, KORUYUCU’luğu herkesedir. Mezhep, meşrep, tarikat ve cemaat gibi oluşumlarda yöneticilerden herkesin koruması, kollaması, kuşatması beklemelidir. Şeyh müritlerini, imam bağlılarını korur; idareci ise bütün tebayı korur. Son din İslam bunu gerektirir. Son din İslam’ın müntesipleri de dininin gereğini yapar. Aklımızı kaybetmeyelim. DÜZELTME: Şubat sayımızda “Gökhan Özsoy’a ait “Direklerden Dileklere” başlıklı okuyucu yazısı gönderici adıyla karıştırılarak M.Mustafa Karataş adıyla çıkmıştır. Düzeltir ve yeni yazılarını bekleriz.

Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Mart 2013 / 308

45


. Imbik

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

U

Nuri Ercan

Umreye Gideceklere İNCE NASİHATLER

nutma ki, umre, ihram giyip, tavaf ve sa’y etmekten ibarettir. İhramla tavaf yapmak yüzde yüz doğallığı ifade eder. İnsanın Kâbe ile bütünleşmesi dünyayı ifna eder. Dünya dönüyor, siz dönüyorsunuz... Lakin siz tek bir merkeze odaklanarak dünyayı unutup, dönmeye devam edeceksiniz. Güneşin etrafında yörüngesinden sapmadan dönen gezegen gibisiniz. Bu resim ruhunuza aksetmeli. Ruhunuzun görsellerinde her daim canlı yayın yapacağınız manevi bir dosya oluşmaktadır. Umre yapan mü’min ne kadar suni bir hayat yaşadığını ancak ve ancak Haceru’l Esved’i selamlamaya başladığında hissediyor. Bismillahi Allahu Ekber...Tavaf için Hacrü’l Esved’in hizasından besmele ve tekbirle start verdikten sonra, zihniniz dünyaya veda ediyor.Masivayı unutma başlıyorsunuz...Tek varlığınız ve tek sahibinizle başbaşasınız .Bağlılığın voltajı yüksek... Feyz, aktıkça akıyor kalbe. Aman dikkat etrafınızdaki seslere kulağınızı tıkayınız.

Misafirlikte doğallık mümkün mü? Biraz çekingenlik doğallığı bozsa da tabi ki evet. Dahası kime misafir olduğunuza bağlı. Ev sahibi Efendiniz; ama aynı zamanda dostunuz ise neden olmasın! Sizin dostunuz, yaranınız sizin eksiklerinizle mi uğraşır? Dosta rol yapmaya gerek var mı? Farklı gözükmek, göründüğü gibi olmamak dosta hainlik olmaz mı? Dost karşısında kendini ispat etmek için gösteri yapmanın bir manası olur mu? O dost, sıradan bir dost mudur ki sizin yaptığınız samimiyetsizlikleri anlamayarak, sizin oynadığınız oyuna “aferin” desin? Oyuna ne gerek var! Ev sahibi buyur ettikten sonra doğallık

46

elbisesi ile süslenmekten daha doğal ne olabilir? İçinizden geldiği gibi davranmalısınız. Ama aynı zamanda nasıl olsa ev sahibi cömerttir diye, ev sahibinin hoş görmeyeceği yöntemlerle ikramlar elde etmeye kalkışmamalısınız. Şımarmanın âlemi yok! Herkes haddini bilmeli. Unutmamalı misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Hâsılı kelam, misafir olduğunuz evi dilek ağacına çevirmemelisiniz. Allah’ın evine girerken ağırlıkları atmak gerek. Lüzumsuz, envai çeşit, nice yük yüklemişiz sırtımıza. Bunu Kâbe’ye nazar ederken fark ederiz. Peşi sıra Rukn-i Yemani’de hayret ederiz: Bizden ne istenmiş, bizler neler almışız yanımıza...! Aldıklarımız keşke bir yanımızda, bir çantada kalsa! O fazlalıklar kalp mahzenimizin ta derinliklerinde istiflenmiş durumda. Ne kadar kin, haset, bencillik ve haram cürufatı varsa depo etmişiz. Zihin belimizi bükmüş, ağırlıklar. İman çeşmesinden yeterince beslenemeyen yürekler elbette bu sıkleti kaldıramaz. (Keşke Kâbe’ye gelmeden tövbe edip hafiflese insan.) Atmak gerek, kalp kabesinin kapısının sahibine açılmasını engelleyecek yükleri, ağırlıkları, günah tortularını. Neyse, Kabenin yanındasınız. Yine de günahları itirafın ve tövbenin tam sırasıdır. Ev sahibine isyan etmişsiniz. Evle iletişimi koparttığınız anlar olmuş. Daha neler neler... İsyan halini unutup mütemadiyen bir şeyler istemenin ilk şartı özür dilemek değil midir? Oysa siz özür dilemeyip kötü amellerinizin üzerine sünger çekmekle kalmıyor, bir de ülkenizden elinize tutuşturulmuş listelerdeki kişiler için aracılık yapmaya kalkışıyorsunuz. Sahi o kişilerin Rahmanla hiç irtibatları yok mudur? Bulundukları yerden seslerini işittirecek kadar duy-


gu ve isteme yüzüne sahip değiller midir? Neden size isim yazdırmışlar? Sizin ne ayrıcalığınız var! Bırakın aracılık yapmayı önce kendinize bakınız. Dost sizi kabul edecek mi, onu tefekkür ederek tavaf anını iyi değerlendiriniz. Çabanız öncelikle bu olmalı. Acziyetinizi unutmadan, edebinizi koruyarak misafirliğiniz iyi değerlendiriniz. Ev sahibi sizi kabul ederse zaten kardeşlerinizi unutmanız O’nun gücüne gider. Tavaf anında insan, sadece insansınız. Cinselliğinizi unuttuğunuz anlar olur. Hiç bir şey size cinselliği hatırlatmaz. Çünkü ev sahibinin böyle istediği aklınızdadır. Bu arada yedi şavttan hiç birisinde manevi elektrik kesilmemeli. Kimi zaman yanınızdan dua ederek geçmekte olan bir gurup rehberinin “İyi bağırın arkadaşlar, Türk olduğumuz belli olsun” sesi veya “ kız kaçıncıyı dönüyoruz...”diye tavaf hesabı yapan bir Türk hanım efendinin cırtlak hitabı frekansınıza parazit olsa da, kopmamalısınız. Kâbe etrafında yaptığınız bağlantılar, insanlığınızı terfi ettirecek tek araçtan ibarettir. Sözlü ya da duygusal, hangi bağlantıyı yaparsanız yapın, içten olmak kaçınılmaz. Evin etrafında, bir tür hızlı kulluk yapmaya gayret ediyorsunuz. Zaman dar. Bir de, siz kişilerin yanlışları ile uğraşmaya mı geldiniz! O ana kadar tam olarak ifa edemediğiniz kulluğunuzu hatırlayarak, geç kalmışlıklarınızı, aldatılmışlıklarınızı hatırlayınız. Ömrünüzün kalan kısımlarında hatalarınızın tekerrür etmemesi için dua edip, irade beyan buyurmalısınız. Tavafınızı bitirince, kaybolma endişesi ile gruplar halinde ve eller omuz hizasında birbirine kenetlenmiş bir halde tavaf yapan bizim umrecileri yarıp bir kenara çıkabilirseniz, etrafınıza

Mart 2013 / 308

şöyle bir bakabilirsiniz. Mensup olduğunuz dinin ne denli evrensel olduğunu göreceksiniz. Hemen önünüzden geçen 2.10 cm boyundaki Nijeryalının yüzüne, başınızı yukarıya doğru çevirmeye gayret ettiğinizde, boynunuz ağrıyacaktır. Daha şaşkınlığınız uçup gitmeden başınızı öne eğersiniz ve boyları oldukça kısa Endonezya-Malezyalı kadınların zarafetine hayran kalırsınız. A aa... Kimi göbekli, kimi zayıf, şalvarlı analarımız, feraceli bacılarımız, Anadolu’nun saf çocukları... Tüm doğallıkları ile oradalar. Arkasından bir rüzgâr gibi hızlı, ama bir deri bir kemik kalmış, tavafına devam etmekte olan Hintli bir dedeye şahit olabilirsiniz. Aman Allah’ım, hiçbir din, hiç bir ideoloji bu kadar çeşitli insanı bir araya getiremez. İslâm’ın evrenselliği ile gurur duyacaksınız. Ülkenize döndüğünüzde milli duygularınıza bu manzarayı ekleyerek düşünce üretmeye çalışmalısınız. Safa ve Merve arsındaki koşturmalarınız bir gelenek içindir. Bu gelenek uğruna ayak yalın, mermer zemin üzerinde hervele yapacaksınız. Hem de bir kadından gelen bir geleneği tevarüs etmiş olarak sa’y etmiş olacaksınız. Yani Hacer anamızın koşuşturmalarını taklit edeceksiniz. Bir gayret, bir arama çabası, bir endişe kaplamalı ruhunuzu. Aradığınızı bulamazsanız neler kaybedeceksiniz, onu düşünmelisiniz. Hervelenizle şirke, zulme ve kötülüklere meydan okuyarak. O zaman Hacer validemiz, belki de Efendimizin nesli için koşturmuştu Safa-Merve arasında. Zemzem için. İsmail’in ve ondan türeyecek nesillerin kanacağı su için. Siz ise geçmişi yâd edip, sevenlerin değerini bilmek için. Vefa borcunuzu ödeme gayreti ile sa’yinizi tamamlayacaksınız.

47


Düsünce Ufkumuz. Atilla Degirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net

SORUYORUM!.. ALLAH TEÂLÂ KAÇ TANE DİN GÖNDERMİŞTİR? “Allah Teâlâ ilk yaratılandan son yaratılana, toplumsal statüsü en üst olandan en alt olana kadar insanların hepsine -huzura erebilmeleri içinaynı kuralları belirlemiştir. İbadetlerin şekilleri, miktarları ve toplumsal yasaklar zamanla değişmiştir fakat Allah Teâlâ’yı hayatın her safhasında ‘bir ve tek’ tanıma ve kulluk esasları asla değişmemiştir.”

İ

nsan, yaşadığı hayat boyunca etrafındakilere muhtaç olan bir varlıktır. Yiyeceğini, içeceğini ve giyeceğini etrafındaki diğer varlıklardan karşılarken sevinç, üzüntü vb. duygularını da kendi cinsinden olanlarla karşılar. Yalnız yaşama insanın yapısına konulmamıştır. Bazen yalnızlaşabilir fakat hayatını yalnız devam ettiremez. Etrafındakilerden kaynaklansa bile sorunlarını ve dertlerini yine etrafındakilerle çözmek durumundadır. Yaşayacağı hayat boyunca insanın bizzat kendi iç dünyasıyla ve etrafındaki varlıklarla -gerek kendi cinsinden olsun gerekse de diğer varlıklar- ilişkisini düzenleyen kurallar vardır. Bu kuralların belirleyicisi ya yaratıcı olarak iman ettiğimiz Allah Teâlâ ya da insanın kendi cinsinden kimselerdir. İnsanın hem kendisiyle hem de etrafındakilerle ilişkisini düzenleyen kurallara din diyecek olursak -ki din zaten budur- dinin kurallarını belirleyen ya Allah Teâlâ ya

48

da insanlardır. Bu ifademize göre dinler iki kısma ayrılmış olur: - Allah Teâlâ kaynaklı İlahî din - İnsan kaynaklı beşeri dinler Beşeri dinler’in sayısı haktan sapmayı âdet edinmiş, nefsini ilah edinen, hayatını menfaatinin üzerine bina etmiş insan sayısı kadar fazladır. Her dönemde huzur/mutluluk söylemiyle yeni bir imajla insanların karşısına çıkar. Hedefleri dünya hayatında insanı huzura/mutluluğa ulaştırmaktır. Ancak ortaya çıktığı ilk andan itibaren insanları sömürmeye ve belli bir grubun kölesi haline getirmeye odaklanır. İnsanların ihtiyaçlarını gideremediği için kısa sürede sönüverir. Tarih sahnesindeki yerini aldıktan sonra yeni imajlarla ortaya çıkar ve kaldığı yerden sömürüye devam eder. İlahî din; Allah Teâlâ’dan gelen insanları hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa götüren kurallardır. İlahî din’in kuralları bizzat yaratıcıdan geldiği için insanların tüm bireysel ve toplumsal dertlerine çözüm sunar. Çözümün temel mantığı insanın ahsen-i takvim olmasıdır. Yani sorunlar insan odaklı çözümlenir. İlahî din, belli bir dönemdeki değil kıyamete kadar gelecek insanlar için aynı sağlam temeller üzerine bina edilmiştir. İlahî din’in insanı değerlendirme kriteri ise insanın hayatı boyunca elde ettiği kazançlar/statüler değil insanın hayattaki kulluk mücadelesi ve mücadele ederken gösterdiği gayretleridir. Peki, geçmişten günümüze farklı toplumlar ve farklı dönemler için Allah Teâlâ kaç tane din göndermiştir? Elbette bir tane. Allah Teâlâ ilk yaratılandan son yaratılana, toplumsal statüsü en üst olandan en alt olana kadar insanların hepsine -huzura erebilmeleri için- aynı kuralları belirlemiştir. İbadetlerin şekilleri, miktarları ve toplumsal yasaklar zamanla değişmiştir fakat Allah Teâlâ’yı hayatın her safhasında ‘bir ve tek’ tanıma ve kulluk esasları asla değişmemiştir. Allah Teâlâ, insanın her iki âlem için kurtuluşa ermesini değiştirecek de değildir. İşte, bu İlahî din’in adı İslam’dır. Yahudilik ve Hıristiyanlık, İslam’ın tahrif edilmesiyle ortaya çıkan beşeri dinlerdir.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.