Dinamik Gazete 6. Sayı

Page 1

Kasım 2012 Yıl: 24 Sayı: 68

dinamik@buik.net

Beyazperdede Eşcinsellik

@DinamikGazete

gazete

10

Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir.

Boğaziçi

Tıklım Tıklım

YÖK’ün aldığı kararla üniversitelerde uygulanan kontenjan artışı, Boğaziçi Üniversitesi’ni de olumsuz etkiliyor. Artış en çok ortak alanlarda karşılaşılan sorunlarda kendini gösteriyor. FURKAN ALİ CAN ÇELENLİOĞLU ve MUSTAFA İRFAN İÇLİ’nin haberi sayfa 14’te

Bir Tam Bir Remedial Geçtiğimiz haftalarda üniversite yönetiminden gelen açıklamayla harekete geçen remedial öğrenciler, 17 Ekim Çarşamba günü eylem düzenleyerek taleplerini okul yönetimine ilettiler.

Anadilde Eğitim ve Savunma Anadilde eğitim ve savunma hakkı hapishanelerde başlatılan açlık grevleriyle Türkiye gündeminin merkezine oturdu. ALPER TARIK GÜRSOY ve NAZLI AZERGÜN’ün haberi sayfa 2’de

Yeni YÖK Tasarısı

TUĞRUL ACAR’ın haberi sayfa 8’de

07

Kadıköy Rehberi

#bogazicindegordum 19

16

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ İŞLETME VE EKONOMİ KULÜBÜ


02 siyaset

Anadilde Eğitim Hakkı

Genel Yayın Yönetmeni

AKP’nin son kongresinde açıkladığı hedefler listesi, anadilde savunma hakkı ve kamu hizmeti vadetmesiyle birçok kesimin ilgisini çekti. Geleceğe dair hedeflerin sayıldığı kongrede anadilde savunma hakkından ve kamu hizmetinden bahsedilmesi akıllara “Türkiye’de anadilde eğitim mümkün olabilir mi?” sorusunu getiriyor.

AKIN TOKSAN

akin.toksan@buik.net

Boğaziçi Ruhu

NAZLI AZERGÜN nazli.azergun@boun.edu.tr Anadilde eğitim uygulamalarında dünyada iki sistem benimseniyor. İlkinde eğitimin ilk yılları anadilde görüldükten sonra tamamen çoğunluğun diline geçilirken, diğerinde anadil ve çoğunluğun dili birlikte öğretiliyor. Belçika, Hollanda, İngiltere, İspanya, Avustralya, Çin, Hong Kong, Hindistan, Ürdün, Suriye gibi ülkelerde vatandaşların anadilde eğitim talebi karşılanmakta; Bolivya, Peru, Ekvador, Japonya ve Vietnam’da bu hususta pilot uygulamalar devam etmektedir. Anadilde eğitimi savunanlar, bu uygulamaya geçildiği takdirde, azınlık dilini kullananların okula devam etme oranının artacağı görüşünde. Okulda geçirdiği süre dışında çoğunluğun dilini kullanmayan çocuklar okula yabancılaşıyor ve bu dilde

www . b u i k . b o u n . e d u . t r

Merhabalar. Sınavların başlaması ile, kampüsteki yeni dönem heyecanı yerini farklı kaygılara bıraktı. Stres dolu ve bilene her şeyin kolay olduğu bu dönemde; bilenlerin gönül rahatlığıyla okuması, bilmeyenlerin ise masa başında sabahlarken arada göz atması için yeni sayımızla karşınızdayız. 16 sayfa olarak çıkardığımız geçen sayının kendimizi ifade edebilmek ve sizlere içerik sağlayabilmek açısından pek de yeterli olmadığını anladığımız için bu sayıdan itibaren planlamamızı 20 sayfa üzerinden yapıyor olacağız. Tasarımsal anlamda bir iki küçük değişikliğe gittiğimiz yeni sayımızın önceki sayıdan bir diğer farkı ise, haber içeriklerinin alt kurul üyelerimiz tarafından sağlanmış olması. Aralık sayımız için yazı ekibimizde yer almak isterseniz henüz geç kalmadığınızı belirtmek isterim. *** Günlük hayatta birçok engelle karşılaşıyoruz, bunlardan bazıları öğretici olsa da bazıları da olabildiğine gereksiz oluyor. Bu sayıyı çıkarırken biz de bir takım engellere takıldık. Bizi belki de en çok üzen, diğer kulüplerden yeteri kadar destek göremememiz oldu. Ötekileştirmenin ve insanları kalıplara sokmanın doğal bir ihtiyaç haline geldiği günümüzde, Boğaziçi Üniversitesi çatısı altında birleşemememiz oldukça düşündürücü. Etkinlik tanıtımlarında yardımcı olmak için kulüplerin kapısını çaldığımızda bazılarının bu konuda hevesli olmamasına ve bazılarınınsa “bize ihtiyaçları olmadığını” özellikle vurgulamasına pek anlam veremedik. Bu tutum, kulüpçülük geleneğiyle öne çıkan ve her fırsatta bununla övünen Boğaziçi Üniversitesi’nin ruhunu ne derece yaşatabildiğimizi de sorgulatır nitelikte. Bir anket sorumuza gelen eleştiri ile birlikteyse, Boğaziçili olmaya ne kadar fazla anlam yüklediğimizi, kampüste göstermelik bir hoşgörünün mevcut olduğunu, karşınızdaki insanla aynı “ideoloji”ye sahipseniz düşüncelerinizi söylemekte -tabii ki- özgür olduğunuzu, aksi takdirde haksız ve cahil kabul edildiğinizi bir kez daha anlamış oldum. Farklılıkları ve her türlü düşünceye gösterdiği saygı ile var olan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir kulüp tarafından çıkartılan bu gazete, ekibinde farklı görüşlere sahip öğrencileri barındırmakla beraber, herhangi bir ideolojiyi yayma gibi bir misyona sahip değildir. Herhangi bir Boğaziçili, tüm okula hitap etmek istediğini her fırsatta belirten bir gazeteyi, -henüz okumadan- edindiği ön yargı doğrultusunda değerlendirebiliyorsa burada cidden sorgulamamız gereken bir şeyler var. *** Son olarak, editörüm Cemre Akdemir’e, yazı ve reklam işleri sorumlularım Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu ve Serap Çelik’e, ayrıca haberlerin içeriğinde katkısı bulunan tüm Basın - Yayın Alt Kurulu üyelerimize teşekkür ediyorum. Sonraki sayıda görüşmek üzere.

Sahibi Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü Adına Tolgacan Ceylan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tolgacan Ceylan Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan Editör Cemre Akdemir Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik Yazı Kurulu Alper Tarık Gürsoy, Ayla Serin, Baran Karaca, Ece Gülşan, Elif Turhan, Furkan Ali Can Çelenlioğlu, Hasan Aydın, Melike Duygu, Murat Yüce, Mustafa İrfan İçli, Miray Palaz, Naz Vardar, Nazlı Azergün, Nur Büyükgüzel, Oğuz Kaan Çağatay Kılınç, Rezan İbişhükçü, Sabri Hakan Sakallıoğlu, Şule Türkmen, Tuğrul Acar, Zehra Soysal Görsel Danışman Sertaç Bala Matbaa Müka Matbaacılık Reklamcılık Yayıncılık San. Ve Tic. Ltd. Şti. Tel : 0212 54968 24 www.muka.com.tr

Yayın Kurulu Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın Toksan, Berkant Aşar, İlkgül Özçamur, Mehmet Sarıgül Bu gazete süreli yerel yayındır.

yetkin olmadıkları için okula devam oranları düşüyor. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin de aynı problemle karşılaştığı göz önüne alınırsa anadilde eğitim bu sorunun çözümü olabilir. Bu hizmetin verilmesine karşı çıkanlar ise Kürtçe ders verebilecek öğretmen eksikliğini öne sürüyor. Bu kısır döngünün bir parçası olarak eğitimlerini yarıda bırakan Kürtler yükseköğrenime devam edemiyor ve dolayısıyla kendi dillerinde ders verme yetkinliğine de sahip olamıyor. Ciddi bir kesim ise gerekli altyapı ve öğretmen yetiştirme çalışmaları yapıldığında bu eksiklerin tamamlanmasının güç olmadığı görüşünde. Anadilde eğitim ülkemizde yıllardır talep ediliyor. Bu talebi bu kadar problemli bir konu haline getiren ise aslında toplum olarak yaşadığımız çatışmalar. Kimi çevrelere göre anadilde eğitim toplumun tamamını etkileyen Kürt sorununda bizi çözüme yaklaştıran bir adım sayılıyor. Aslında temel hak ve özgürlüklere dayanan isteklerini elde eden halkların, anadilde eğitim taleplerinin karşılanmasıyla şiddetten uzaklaşacağı savunuluyor. Anadilde eğitime karşı olanların başlıca çekinceleri ise bu talebin karşılanmasının devleti tavizkar bir tutum içine sokması ve üniter devlet ilkelerinden ödün verilmesi. Ancak anadilde eğitimi uygulayan İsveç, İtalya, İsviçre gibi ülkelerde bu durumlarla karşılaşılmaması bu çekincelerin çok da gerçekçi olmadığını gösterir nitelikte. Önceden, okul yakma, öğretmen kaçırma gibi toplumsal huzura ve talebin meşruluğuna zarar veren eylemler yapılırken son zamanlarda anadilde eğitim alanında somut adımlar atılmaya başlandı. Ekim ayı başlarında Diyarbakır Sosyal ve Siyasal Araştırmalar Enstitüsü tarafından toplanan panel bu sorunun çözüme ulaşabileceği konusunda umut veren etkinliklerden bir tanesi. Panelde açıklanan raporda Kürt öğrencilerin anadilde eğitim almasına yönelik modeller ve çözüm önerileri yer alıyor. Panele AKP vekili Galip Ensarioğlu’nun da katılması iktidarın anadilde eğitime bakışını değiştireceğinin göstergesi sayılabilir. Anadilde eğitim hizmeti verilmesi için herkesi memnun edecek bir yol bulunması zor olsa da son gelişmeler bunun imkansız olmadığını gösteriyor.


siyaset

03

* εδώ είμαι (Rumca), Ez livirim (Kürtçe), Marı sışıt (Çerkezce), Hak vore (Lazca), Hos em (Ermenice)

Anadilde Savunma Hakkı Anadilde savunma ve eğitim talepleriyle açlık grevine başlayan 700 tutuklu artık kritik noktadalar, çözümsüzlük sürüyor. Siyasiler topu birbirlerine atmakla meşgul, uzmanlarsa toplu ölümlerin başlamasından korkuyor. ALPER TARIK GÜRSOY tarik.gursoy@boun.edu.tr Anadilde savunma ve eğitim talepleriyle açlık grevine başlayan PKK/PJAK, KCK davası tutukluları 16 Kasım itibariyle 66. Günü doldurdular. Aralarında Haziran 2011’de BDP desteğiyle Şırnak’tan milletvekili seçilmiş Selma Irmak’ın da bulunduğu 680 civarı tutuklu 58 cezaevinde eylemlerini ölüm orucu olarak sürdürüyor. Eylemcilerin talepleri arasında anadilde savunma ve eğitim hakkı önde gelse de kritik bir diğer madde Öcalan’a tutukluluk haklarının geri verilmesi. Son koşul, Kürt sorununun çözümünde Kürtler için öncelik teşkil ettiğinden hükümetin eylemcilere taviz vermesi mümkün gözükmüyor, ancak eylem belli bir kamuoyu yaratmış durumda. BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, TBMM Başkanlığı’na, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişiklik yapılmasına

dair kanun teklifini eylemin 34. Günü olan 15 Ekim’de sundu. Sürecin 65. gününde ise TBMM İnsan Hakları Komisyonu tutuklulara anadilde savunma hakkı tanıyan yasa tasarısının meclis gündemine alınmasını onayladı. Hükümet cephesinde ise Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in cezaevi ziyareti dışında bu konuda net bir adım atılmış değil. Ergin’in eylemcilere yaptığı vazgeçme çağrısı Bakanlar Kurulu’nda gündeme alınma vaadine rağmen reddedildi. Halbuki 30 Eylül’de yapılan AKP kongresi, 2023 hedefleri doğrultusunda atılımlar yapmayı planlayan hükümetin gövde gösterisi niteliğindeydi. Ancak basına dağıtılan 63 maddelik listedeki hedeflerin arasında yer alan anadilde savunma ve kamu hizmeti gibi cesur hamleler daha sonra herhangi bir hükümet mensubu tarafından gündeme getirilmedi. Başbakan Erdoğan bu konuya 2023 hedefleri hakkındaki konuşmalarında da değinmedi. Görünen o ki kamuoyu da bu fikri bir anda benimsemeye ha-

zır değil. İstanbul barosu seçimlerini ‘’Anadilde savunma, kesinlikle kabul etmiyorum!’’ cümlesiyle dikkat çeken Ümit Kocasakal’ın açık ara kazanması bunun bir göstergesi durumunda. Lozan antlaşmasında azınlıkların anadilde savunma haklarını güvence altına alan, bu konuda yardımcı olma taahhütünde bulunan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası bir antlaşmada dile getirdiği bu hakkı yıllarca kurucu unsur olarak gösterilen Kürtlerden bu hizmeti vermekten kaçınmasını yadırgayan bir kamuoyu da halihazırda mevcut. Somut adımların atılmasını hızlandırmak hedefiyle yapılan eylemlerin artacağı ortadayken, KCK davasından tutuklanan Öcalan’ın avukatlarının yoklamada “Ez il virim” (buradayım) demeleri anadilde savunma konusunun sıcak kalacağının kanıtı oldu. AKP, Avrupa Birliği uyum düzenlemeleri ve demokratikleşme hedefleri doğrultusunda ele almaya karar verdiği anadilde savunma ve kamu hizmeti projelerini, toplumun tepkisini çekmemek adına ufak adımlarla çözmek istiyor ancak bazı taleplerle Öcalan’ın olayın merkezine konmak istenmesi süreci tıkamış durumda. * *16.11.12 itibariyle son durum

G RÜŞLER İsmini vermek istemeyen öğrenci - Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler - 1.sınıf Tartışmanın iki tanım kümesi var. Birincisi, hak taleplerinin kapsamı. (Kürtçe eğitim ve savunma hakkı mı, anadilde eğitim ve savunma hakkı mı?) Bana göre bu düzenleme yapılacaksa tüm etnik yapılar gözetilmeli, en azından uzun vadede açık kapı bırakılmalı. İkincisi, bu taleplerin hangi ölçüde karşılanacağı. (Anadilde eğitim mi, anadilin öğretilmesi mi?) Yine bana göre anadilin öğretilmesi çok yaşamsal ve doğal bir uygulama. Bu coğrafyadaki tüm kültürlerin nefes almasını sağlayacaktır. Ancak anadilde eğitimin toplumu ayrıştıracağını ve birlikte yaşama güdüsünü buharlaştıracağını düşünüyorum.

ANKET SONUÇLARI Çok dilli bir eğitim sisteminin ve anadilde kamu hizmetinin Kürt sorunun çözümüne katkısı nasıl olur? % 10.5 % 22 Fikrim Yok Olumlu, uzun vadede barışçıl bir ortam yaratır. % 33 Olumsuz, gelecek için toplumsal ayrışma riski taşıyor. % 34.5 Kısa vadede olumlu ancak sorunların temeline inmiyor.


04 ekonomi

Ekonomik Kriz İnşaat Piyasasını

Teğet Geçmedi Son yıllarda Türk ekonomisinin yükselen yıldızı olan inşaat sektörü, yurtiçinde ve yurtdışında çıtayı oldukça yükseltti. Ancak 2008 krizinde ağır kayıplar veren inşaat piyasası yaralarını tam olarak sarabilmiş değil. HASAN AYDIN hasan.aydin2@boun.edu.tr Türkiye’de inşaat sektörü, sahip olduğu hacimsel derinlik ve özellikle son 10 yılda kazandığı ivme ile Türk ekonomisinin adeta şah damarı haline geldi. Türk müteahhitlerinin 1972 yılından bugüne kadar başta Irak, Rusya, Türk Cumhuriyetleri ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere 94 ülkede 213 milyar dolar değerinde 6 bin 535 proje üstlenmesi ve bu projelerin yüzde 80’inin sadece son 10 yılda gerçekleştirilmesi bu sektörün ülke ekonomisindeki yerini ve son yıllarda kaydetmiş olduğu gelişmeyi gözler önüne seriyor. Yurtiçinde ise bu gelişme şirketler arasındaki rekabeti arttırıyor. TOKİ, gerek aldığı araziler üzerinde istediği imar planını yapma ve uygulama konusunda gerek sahip olduğu devlet güvencesi ile konut piyasasının hâkimi konumunda. Diğer firmalar ise bu haksız rekabet karşısında yeni konut projeleri geliştirip, bunları basılı ve görsel medyada en iyi şekilde pazarlayarak pastadaki payını korumaya çalışıyor. Aslında, yapılan konutların tarzı ve yaratılan yeni yaşam alanları, insanların ha-

SON 13 YILDAKİ BÜYÜME ORANLARI Yıllar GSYİH İnşaat 1999 -3,4 -3,1 2000 6,8 4,9 2001 -5,7 -17,4 2002 6,2 13,9 2003 5,3 7,8 2004 9,4 14,1 2005 8,4 9,3 2006 6,9 18,5 2007 4,7 5,7 2008 0,7 -8,1 2009 -4,7 -16,3 2010 9 17,1 2011 8,5 11,3 2012(6ay) 3,1 1,5

yatını bir site içerisine sıkıştırmakla kalmıyor; aynı zamanda bu yaşam tarzı, reklamlar sayesinde lüks, refah ve albenisi yüksek olarak gösteriliyor. İnşaat çabuk tepki veriyor TUİK verilerine göre 1999 ve 2001 krizlerinde ülke ekonomisine paralel olarak büyük bir çöküş yaşayan inşaat sektörü 2008 krizinden de nasibini almış durumda. Son olarak 2012 yılının ilk 6 ayında Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) yüzde 3.1 büyürken, inşaat sektörü de aynı dönemde yüzde 1.5 büyüdü. Son 6 ayda büyüme hızının azalmasının altında ekonomik krizin getirdiği kara bulutların henüz dağılmaması, tüm dünyadaki yavaşlama ve ekonomiyi soğutma politikası yatıyor. Dönüşüm projesi iyi bir fırsat Ülke genelinde yaklaşık 14,5 milyon konutun elden geçeceği, bunların 6,5 milyonunun ise yeniden inşa edileceği kentsel dönüşüm projesinde geçen haftalarda 35 ilde eş zamanlı olarak düğmeye basıldı. Proje kapsamında İstanbul gibi 1. derece deprem kuşağında olan bölgelere öncelik verilecek. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar yaptığı açıklamada kentsel dönüşümle özellikle şehirlerin altyapı sorunlarının büyük ölçüde giderileceğini savundu. Ayrıca, yıkımları Türk firmalarının üstlendiği projede binlerce kişiye de iş imkânı sağlanarak hem işsizlik oranında azalma hem de son dönemde ivme kaybeden inşaat piyasasında hareketlilik hedefleniyor. Diğer yandan ‘sıfır atık’ projesiyle yıkım sonucu ortaya çıkacak moloz yığınlarının ekonomiye geri kazandırılması ve çevrenin zarar görmemesi konusunda çalışmalar sürdürülüyor. Sonuç olarak sektör her ne kadar son dönemde ekonomiyi soğutma politikasının etkisiyle bir sarsıntı yaşamış olsa da kentsel dönüşüm projesi başarılı bir şekilde hayata geçirilirse konut sektörünün eski gücüne kavuşup Türk ekonomisine pozitif anlamda yön vermesi bekleniyor.


ekonomi

Türkiye’de İşsizlik

05

Editör

Gerçekten Düşüşte mi? Türkiye’de, iş arayan birisine “Ne iş yaparsın?” diye sorulduğunda, genellikle “Ne iş olsa yaparım” yanıtıyla karşılaşırız. Peki, işsizliğin sürekli düştüğü iddia edilen bu ülkede insan nasıl işsiz kalır?

CEMRE AKDEMİR

cemre.akdemir@buik.net

Nerde O Eski Bayramlar

ZEHRA SOYSAL zehra.soysal@boun.edu.tr En genel anlamıyla işsiz, iş aradığı halde bulamayan kişidir. Ama makroekonomik açıdan bakarsak daha karmaşık bir tanımla karşılaşabiliriz. 16 yaş ve üzeri çalışabilir nüfus arasında olan, çalışmaya engel bir özrü bulunmayan ve çalışma arzusuna sahip kişiler işsiz kategorisinde anılır. İşlerin asıl karmaşıklaştığı nokta ise işsizlik oranının hesaplanması. Günümüzde de bu hesaplamanın nasıl yapıldığı ve tam olarak hangi kriterlerin kullanıldığı merak uyandıran meselelerden biri. TÜİK’in Başarısı Türkiye İstatistik Enstitüsü(TÜİK), Temmuz 2012 itibariyle resmi işsiz sayısını 2 milyon 323 bin, işsizlik oranını ise % 8,4 olarak açıkladı. Bu veriler doğrultusunda geçen yılın aynı dönemine göre işsizlik oranında ciddi bir düşüş yaşandığı görülüyor. Acaba işler gerçekten de göründüğü gibi mi? TÜİK, işsizlik oranını hesaplarken Uluslararası Emek Örgütünün (ILO) standart yöntemlerini kullanıyor. Bu standartlara göre, son 3 ayda iş arayan ve 15 gün içinde işe başlayabilecek olan kişiler işsizler grubuna dahil ediliyor ve daha sonra oran hesaplanıyor. Peki, Türkiye’de iş arayan insanlar başvurularını 3 aylık bir süreç içinde yeniliyorlar mı? İşte bu noktada, kafamızda bazı soru işaretleri oluşuyor. Ne yazık ki şüphe uyandıran bir başka olguya daha rastlıyoruz. “İş gücüne dahil olmayanlar” kategorisinde iş aramayıp çalışmaya hazır 1 milyon 900 bin kişi, iş bulma ümidini yitirmiş 600 bin kişi ve diğer kategorisinde yer alan 1 milyon 293 bin kişi var.

Fakat sayıları 3 milyon 793 bini bulan ve iş bulsa anında işbaşı yapacak bu insanlar, işsiz kategorisine dâhil edilmiyor. Dolayısıyla işsizlik oranı, benimsenen belli tanımlardan dolayı daha az hesaplanmış oluyor. Diplomalı İşsizler 2000 yılında üniversite mezunlarının işsizlik oranı % 9 iken, bugün 2012 yılında bu oranın %16’lara gelmiş olması ise başka bir düşündürücü nokta. Türkiye, bu istatistiklerle OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) üyeleri arasında en kötü verilere sahip ülke durumunda. Bu istatistikleri biraz daha derinlemesine inceleyince her 5 işsizden birinin üniversite diploması taşıdığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Mezun olan öğrencilerin revaçta olan belli çalışma alanlarına yönelmeleri, beklentilerini tatmin etmeyen işlere burun kıvırmaları ve taleplerine uygun yeterli istihdam alanınn oluşturulamaması dünyadaki en güç iş olan, ‘işsiz gezme’yi uzun bir süre daha gündemde tutacağa benziyor. Diğer bir yandan, son yıllarda meslek liselerinin giderek işlevini kaybetmelerine tanıklık ediyoruz. Öğrenciler, meslek liselerini tercih etmeyip 2 yıllık da olsa özel veya devlete ait bir yüksekokuldan mezun olmak istiyorlar. Meslek liselerinin zamanla önemini yitirmesi, “ara eleman açığını” da ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda öğrencilerin bu doğrultudaki tercihleri sonucu açılan özel üniversite ve yüksekokulların sayılarında büyük bir artış gözleniyor. Bu da yeni yetişen nesiller için 2 veya 4 yıl daha okuyarak işsizlik sorununun ertelenmesi olarak yorumlanıyor.

Bugün işsizlik sorununu çözmek bir hayli zor olsa da hem işsizlik oranlarını gerçek anlamda düşürecek, hem de istihdamı ve işçi ücretlerini arttıracak çözüm yollarının en kısa zamanda bulunması gerekiyor. Her yıl işsizlik kuyruğuna yaklaşık 800-900 bin kişi eklenirken, bizlere de yeni ve etkili ekonomi politikalarının yolunu gözlemek düşüyor.

G RÜŞLER Mezun olduktan sonra kendi bölümünüzle mi ilgili bir iş yapmayı düşünüyorsunuz ve işsizlik kaygınız var mı? Hamide Çağdır - Sosyoloji 3.sınıf Kesinlikle kendi alanımda ilerlemek istiyorum. Şu an için hedefim belli: akademik kariyer. Eğer bu fikir mezuniyetim geldiğinde çekiciliğini yitirirse kendime başka alternatifler aramaya baslarım. İşsizlik konusunda çok bir kaygım yok, buradan aldığımız eğitimin her daim benimle olacağına inanıyorum. Sümeyra Yıldız - Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 3.sınıf Okuduğum bölüm insanın koluna altın bir bilezik takmıyor maalesef. Yani mezun olduktan sonra bir doktor bir mühendis olarak elinize mesleğinizi alıp gönül rahatlığı ile ayrılmıyorsunuz. İşsiz kalma korkusu değil bu ama bu belirsizliğin yaratmış olduğu bir kaygı hissediyorum. Bölümümü okurken keyif alıyorum ve ileride kendi alanımda çalışmak istiyorum.

Geçmişe duyulan özlemin yanı sıra toplumu bir araya getiren en önemli unsurlardan birini kaybetme kaygısıyla çokça söylendi bu söz. Biz de yıllar boyu Ramazan ve Kurban Bayramı için bunu duymaya bir şekilde alıştık. Ama şu günlerde “Nerde o eski bayramlar…” diye hayıflanacağımız daha fazla bayramımız oldu. Çünkü, yaklaşık 90 yıldır ülkemizde coşkuyla kutlanan milli bayramlarımız, son birkaç senedir iptal edilen kutlamalar, yürüyüşler ve resepsiyonlarla gündeme gelmeye başladı. Tüm bu milli bayramları halka armağan eden Atatürk’ün hastalığı süresince hiçbir kutlama iptal edilmezken bu sene Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün rahatsızlığı sebebiyle Zafer Bayramı resepsiyonu iptal edildi. Bir önceki sene de terör saldırısı nedeniyle iptal edilen Zafer Bayramı kutlamaları, 2. Dünya Savaşı ve Kıbrıs Savaşı boyunca bile düzenli olarak devam etmişti. Yine bir önceki sene, Van Depremi sonrasında Başbakan’ın yaptığı açıklamayla Cumhuriyet Bayramı törensiz geçti. Böylesine bir felaketi bir diğeriyle kıyaslamak hoş olmasa da 18.373 insanımızın hayatını kaybettiği Marmara Depremi sonrasında Cumhuriyet Bayramı iptal edilmeyip, törenler sade bir şekilde yapılmıştı. Geçmişe baktığımızda pek de kabul edilebilir durumlarla karşı karşıya değiliz. Yine de felaketler ve toplumumuzun ortak acısı söz konusu olduğunda anlamak bir nebze mümkün. Ama ne yazık ki iptaller sadece hastalıklarla, saldırılarla, felaketlerle sınırlı değil. Sessiz sedasız geçen Cumhuriyet ve Zafer Bayramlarını “soğuk havalarda çocuklar hasta olmasın” diye tören yapılmaması uygun bulunan 23 Nisan ve “uzun hazırlık süreciyle öğrenciler derslere olan ilgisini kaybediyor” diye kutlamaları iptal edilen 19 Mayıs izledi. İptal edilemediği noktalarda ise kutlamalara birtakım sınırlamalar getirildiğini de bu 29 Ekim’deki yürüyüş yasaklarında ve hayli abartılı müdahalelerde görmüş olduk. Engellere karşı halk her ne kadar bayramlarına sahip çıkmaya çalışıyor olsa da olaylardan birkaç gün sonra hepsini unutuveriyor. Böylece kutlanmamış bayramlara her sene birkaç tanesi daha ekleniyor. Bunun üzerine insan, önümüzdeki 23 Nisan’da nasıl yaratıcı bir bahane ve iptalle karşı karşıya kalacağız diye düşünmeden edemiyor. Bu gidişat fark edilip tepki gösterilmediği sürece ileride çocuklarımıza “Nerde o eski bayramlar…” diyerek 29 Ekimleri, 30 Ağustosları anlatacağımız günler çok da uzakta değil bence.


06 dünya

Dört Yıl Daha

Sadece Amerika’yı değil bütün dünyayı kasıp kavuran ABD’deki başkanlık yarışı, 6 Kasım’da yapılan seçimle sona erdi. Demokratlar ve cumhuriyetçiler arasındaki yarışı 100 delegelik farkla Barack Obama kazandı. ECE GÜLŞAN ece.gulsan@boun.edu.tr

“Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı.”

Abraham Lincoln

Son yıllarda Türkiye’de de tartışmaya açılan başkanlık sisteminin dünyadaki en bilinen örneği kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleri. Hem başkomutan hem de federal hükümetin üst düzey yöneticisi olan başkan, başkan yardımcısıyla birlikte 4 yıllık bir süre için halk tarafından seçiliyor. Hükümet toplantılarında da son sözün sahibi yine başkan oluyor. Abraham Lincoln’ün bir hükümet toplantısında kendisine karşı oy kullanan bakanlarına söylediği söz, başkanlık sisteminde başkanın ne denli yetkisi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu yılki seçimler her zaman olduğu gibi yine tüm dünyanın gündemindeydi. Süreç boyunca isminden en çok bahsettiren adaylar Demokratik Parti’den Barack Obama ve Cumhuriyetçi Parti’den Mitt Romney oldu. Eski Massachusetts Eyalet Valisi Romney, özellikle geçmişte Obama’ya oy veren ve bundan pişmanlık duyan seçmenlere ulaşmayı hedeflemişti. Son dönemece girene kadar rekabetin başa baş gittiği seçim sürecinde belirleyici unsur ülke ekonomisiydi. Obama’nın sağlık reformunun devlete fazla yük bindirdiğini dile getiren Romney, yeşil enerjiye yapılan 90 milyar dolar civarındaki yatırımın da gereksiz olduğu görüşündeydi. Cumhuriyetçi aday, 4 yılda 12 milyon kişiye istihdam yaratma, 2020 yılına kadar da Amerika’yı enerji bağımlılığından kurtarma sözü verdi. . Münazaralarda mevcut ekonomik tablodan başkanı sorumlu tuttuğunu dile getiren Romney, Amerikalı vatandaşların işe ihtiyacı olduğunu vurgularken Obama’nın ekonomi politikalarını başarısız bulduğunun ve ülkenin hızlı büyümesini engellediğinin

2012

de altını çizmiş oluyordu. Fakat ABD Ticaret Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlar ekonominin önceki dönemden daha iyi olduğunu ortaya koyuyor, Obama’yı temize çıkarıyordu. Öte yandan Barack Obama, seçimlere 12 gün kala eşcinsel evliliklerine sıcak baktığını söyleyerek radikal bir adım atmış oldu. Başkanlık geçmişinde her kesimin refahına büyük önem veren demokrat aday, en büyük başarısızlığının kapsamlı bir göçmen reformunu hayata geçirememek olduğunu açıkladı. Seçim Koleji ABD’de uygulanan sistem gereğince her eyalet seçim sonrası oluşturulan kurula nüfuslarıyla orantılı sayıda üye gönderiyor, başkan da bu üyelerin oylarıyla belirleniyor. Nüfus dağılımının değişmesi, cumhuriyetçilerin arayı kapatmasına yardımcı olurken seçim sonuçlarının Ohio gibi kararsız eyaletlere bel bağlamasına sebebiyet verdi. Dünya Obama’yı Seçti Yapılan araştırmalar Türk halkının %94’ünün Obama’yı desteklediğini ortaya koymuş, global anketlerde de yine açık ara farkla demokratlar önde olmuştu. Münazaraların geneline bakıldığında Obama’nın bir adım daha önde olduğu görülüyordu. Seçim sonuçlarında da beklenen oldu ve demokratlar 303 delegeyle galip geldi. Obama’nın ikinci kez başkan olarak tercih edilmesinin altında, çoğunluğu oluşturan orta sınıfın sorunlarına değinmesi yatıyor. Özellikle kadınlar için eşit sağlık, iş ve ücret hakları vaadinde bulunması arkasındaki kadın desteğini hayli arttırıyor. ABD ile ilgili ileriye dönük planlarında işsizliği azaltmak, aile planlamalarına fon yardımında bulunmak, 2014’te Afganistan’dan çıkmak var. Dış politikada da iki aday arasında derin farklar bulunmamasına rağmen, Obama’nın başkanlığı ABD’nin ülkemiz ile ılımlı ilişkisinin devam edeceği ve Ortadoğu’nun kaderinin İsrail’e ipoteklenmesinin engelleneceği yönünde yorumlanıyor. Ancak Amerika’nın Türkiye’deki basın özgürlüğüne karşı eleştirel duruşu , iki ülke arasındaki ilişkilere zarar verir mi hep birlikte göreceğiz.


eğitim

Durmak YÖK, Yola Devam

YÖK, 1,5 yıldır hazırlıklarını sürdürdüğü ve yapısında birçok değişikliği öngören yasa tasarısını geçtiğimiz günlerde üniversitelerle paylaştı. Gelecek görüşler doğrultusunda son şeklini alacak tasarıya birçok kesimden çeşitli tepkiler geldi. MELİKE DUYGU melike.duygu@boun.edu.tr 12 Eylül sürecinde kurulmuş olan YÖK’ün varlığı her zaman tartışma konusu olmuştur. 80’li yılların şartlarında sadece 27 üniversiteye uygun olarak kurulan kurumun şu anda 103’ü devlet, 65’i vakıf olmak üzere 168 üniversiteyi yönetecek teşkilata sahip olmaması ve bugüne kadar üzerinde yapılan 50’den fazla değişikliğe rağmen 30 yıllık bir yasanın günümüz koşullarını kapsayamaması YÖK’ün işleyişine dair sorunların başında geliyor. Bu sorunları göz önünde bulunduran YÖK, yaklaşık 1,5 yıldır hazırlıklarını sürdürdüğü yasa tasarısını “Yeni Bir Yükseköğretime Doğru Giderken” başlığıyla duyurdu ve görüşlerini almak üzere tüm üniversitelere gönderdi. Gelecek görüşler doğrultusunda taslağa son şeklinin verileceği bildirildi. Üniversiteler ise taslak hakkında birbirinden farklı görüşlere sahip. Birçoğu tasarıyı kökleri çürümüş binaya makyaj yapmak olarak değerlendirirken, bazıları da bu değişime destek verdi.

İlk Tepki Boğaziçi’nden Tasarıya verilen ilk tepkilerden birisi Boğaziçi Üniversitesi’nden geldi. Üniversite senatosu “Boğaziçi Üniversitesinin Temel İlkeleri: Kamu Üniversitelerinin Yapı ve İşleyişi” başlığıyla yayınladığı bildiri ile önümüzdeki dönemde Meclis gündemine gelmesi beklenen tasarıdaki temel değişikliklere karşı çıktı. Üniversitelerin, akademik yeterliliğe sahip bireylerin erişimine açık, özgürlükçü, bilimsel olarak özgür ve bağımsız; akademik, idari ve mali anlamda özerk, katılımcı ve hesap verebilir kurumlar olması gerektiği ifade edildi. 16 Kasım’da YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın yeni tasarıyı rektörlerle görüşmek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptığı ziyaret ise öğrencilerin bir kısmı tarafından tepkiyle karşılandı. Çetinsaya, rektörlük binasında geçirdiği süre boyunca çeşitli sloganlarla ve zaman zaman atılan yumurtalarla protesto edildi. Neler Değişiyor? Tasarıda en çok dikkat çeken bölümlerden birisi olan rektör seçimindeki değişiklik büyük tepki topladı. Düzenlemeye göre üniversi-

teler yönetimleri açısından kurumsallaşmış ve kurumsallaşmakta olan üniversiteler olmak üzere ikiye ayrılacak. Yeni açılan üniversitelerin rektörleri bizzat YÖK tarafından atanırken kurumsallaşmakta olan üniversitelerin rektörü YÖK tarafından oluşturulan bir komisyonla belirlenecek. Cumhurbaşkanı sürece dahil olmayacak. Kurumsallaşmış üniversitelerin rektör atamaları ise kurulacak olan 11 üyelik Üniversite Konseyleri tarafından yapılacak. Tasarıya göre Konsey üyelerinin 5’inin üniversitenin mevcut idari kadrosundan, 2’sinin Bakanlar Kurulu’ndan, 2’sinin YÖK’ten, 1’inin üniversitenin mezunları arasından ve son üyesinin de üniversiteye en çok bağış verenler veya üniversitenin bulunduğu şehrin vergi rekortmenleri arasından belirlenmesi planlanıyor. Bunlara tepki olarak bildiride üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki veya baskısına maruz kalmaması ve siyaset aracı olarak kullanılmaması; rektör, dekan, bölüm başkanı gibi akademik yöneticilerin atamayla değil seçimle belirlenmesi gerektiği vurgulandı. Yeni yasaya göre üniversiteler yal-

07

nızca yönetim açısından farklılaşmıyor. Devlet ve vakıf üniversitelerinin yanında artık özel üniversiteler de var olabilecek. Finansman ve işleyiş açısından diğerlerinden ayrılan bu üniversitelerin rektörleri ise mütevelli heyetlerince seçilecek. Ayrıca üniversiteler ‘araştırma’ ve ‘eğitim’ ağırlıklı yüksek öğretim kurumları olarak ikiye ayrılacak. Üniversitelerde, Bilgi Lisanslama Ofisleri kurulabilecek ve bu ofisler bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirecek ve pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleyecek. Üretilen ticari değeri yüksek bilgileri ise fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alabilecek. Taslakta yer alan dikkat çekici değişikliklerden birisi de yabancı üniversitelerin Türkiye’de fakülte, enstitü ve meslek yüksekokulu açabilmeleriyle ilgili. Tasarıya göre ilgili üniversite, Türkiye’de fakülte açtığında yurtdışından öğrenci getirmekle yükümlü olacak ve haksız rekabeti önlemek adına Türk öğrenciler için %25’lik bir kontenjan ayrılacak. Eğitimcilerse, değişikliğin riskli olduğunu, yabancı üniversitelerin açtıkları kampüsü kapattıkları takdirde öğrencilerin mağdur olacağını savundu. Yeni yasa, kurumun işleyişindeki yetersizlikleri gidermeye yönelik maddeler içerse de tepkiler değişikliklerin üniversitelerin talepleri doğrultusunda düzenlenmediğini ortaya koyuyor. Bu YÖK tasarısı da öncekiler gibi; “siyasetten uzak, ekonomik anlamda özerk, tam anlamıyla bağımsız üniversite” hayalinin bu sistemle gerçekleşemeyeceğine işaret ediyor.


08 kampüsten

Bir Tam Bir Remedial Boğaziçi’nde uzun yıllardır konuşulan remedial sorunu yine gündemde. Geçtiğimiz haftalarda üniversite yönetiminden gelen açıklamayla harekete geçen remedial öğrenciler, 17 Ekim Çarşamba günü eylem düzenleyerek taleplerini okul yönetimine ilettiler. TUĞRUL ACAR tugrul.acar@boun.edu.tr Boğaziçi Üniversitesi’nde bir yıl hazırlık eğitimi aldıktan sonra Proficiency (İngilizce Yeterlilik) sınavını geçemeyen öğrenciler remedial olarak adlandırılıyor. Çoğunluğu hazırlıkta Pre-Intermediate ve Beginner öğrencisi olan remediallar; yurt, ders ve burs gibi temel öğrenci haklarını kaybediyorlar. Öğrenciler uzun zamandır bu sıkıntılarla karşı karşıya olsa da okulun remediallara ilişkin uygulamaları her yıl değişiyor. Bu yüzden her yeni öğretim dönemi bu öğrenciler için bir belirsizlikle başlıyor. Geçtiğimiz günlerde üniversite yönetiminden yapılan açıklamaya göre remedial öğrencilere ilişkin uygulama yine değişti ve remediallar düzenledikleri bir eylemle şikâyetlerini okul yönetimine ilettiler. Barınma Barınma, yani kalacak yer sıkıntısı, remedial öğrencilerin en fazla şikâyetçi oldukları konu. Önceki yıllarda dönem başladıktan birkaç ay sonra yurtlarda oluşan boşluklara remedial öğrenciler yerleştiriliyordu. Fakat son yıllarda yapılan kontenjan artışlarına paralel olarak yurtlardaki doluluk oranı da arttı. Okul yönetimi bu yıl yurtlarda remedial öğrencileri yer veremeyeceğini açıkladı. Bu durum İstanbul dışında yaşayan remedial öğrencilerin burada bir kursa yazılmak isteseler bile kalacak yerleri olmadığı anlamına geliyor. İstanbul’da yüksek ev kiraları ve ev masrafları öğrencileri eve çıkmaktan da alıkoyuyor. Diğer bir barınma seçeneği ise özel yurtlar. Fakat okulun kendi özel yurdu olan Superdorm dâhil, onların da fiyatları el yakıyor. Bu nedenle İstanbul’da kursa başlayabilen az sayıda öğrenci de ya bir akrabasının yanında ya da arkadaşlarının evinde kalıyor. Ders Talebi Üniversite yönetiminin yaptığı açıklamada YÖK tarafından belirlenmiş 1 yıllık hazırlık öğretiminin normal süresini aşmış remedial öğrenciler hazırlığı tekrar okuyamıyor ve ders hakkından yararlanamıyor. Fakat önceki yıllarda remedial öğrencilere ders açıldığı da biliniyor.

Üniversite yönetimiyle yapılan toplantıdan sonra remedial öğrencilere bu yıl kesinlikle ders açılmayacağı; ama harcını yatıran öğrencilere ‘Writing Center’ aracılığıyla haftada 1-2 saat destek verileceği belirtildi. Remedial öğrencilerin diğer talebi de IELTS notunun 7,0 dan 6,5 e düşürülmesiydi. Dünyanın önde gelen İngiliz ve Amerikan üniversitelerinde bile 6,0 ve 6,5 gibi puanlar kabul görürken, Boğaziçi’nin daha yüksek bir puan istemesi pek çok kişi tarafından eleştiriliyordu. YADYOK’ta IELTS puanın 6,5 e düşürülmesiyle ilgili çalışmaların sürdüğü ve bir değişiklik olması durumunda tüm öğrencilere duyurulacağı açıklandı. Ayrıca remedial öğrenciler, kendilerine bölüme şartlı geçiş hakkının tanınmasını istiyor. Şartlı geçişle, Proficiency’de belli bir puan alan öğrencilerin, mezun olana kadar Proficiency sınavını vermesi şartıyla bölümlerine geçmesi isteniyor. Ancak yüzde yüz İngilizce eğitim veren bir üniversitede bunun uygulanması pek mümkün görünmüyor. Öğrencilik Haklarının Yitirilmesi Harç yatırmayan remedial öğrenciler diğer öğrencilerin faydalandığı bir takım hizmetlerden mahrum kalıyor. Öğrenci belgesi alamamak ve toplu ulaşımda öğrenci indirimlerinden yararlanamamak bunların başında geliyor. Ayrıca bu öğrenciler, harç yatırmadıkları takdirde Proficiency sınavına her girişlerinde sınav ücreti ödemek zorunda kalıyor.

Eylem ve Sonrası Geçtiğimiz haftalarda remedial öğrencilerin taleplerini okul yönetimine iletmek için yaptıkları eylemin beklenen etkiyi yaratmadığını söyleyebiliriz. Katılımın azlığıyla dikkat çeken eyleme İstanbul dışında bulunan remediallar gelemezken, İstanbul’da yaşayanlar da pek ilgi göstermedi. Öğrencilerin birçok talebinin de okul yönetimince reddedildiği öğrenildi. Remedial öğrencilerin bu taleplerinin karşılanamamasının altında okuldaki kapasite sorununun yattığını söyleyebiliriz. Bu kapasite sorunu çözülemedikçe remedialların sorunu da devam edecek gibi görünüyor. Diğer Türk üniversitelerin istedikleri IELTS puanları: ODTÜ:......................................6.0 Bilkent Üniversitesi:................ 6.5 Koç Üniversitesi:...................... 6.5 İTÜ:..........................................6.0 Dünyadan bazı üniversitelerin istedikleri IELTS puanları: Cambridge Üniversitesi:.......... 7.0 Oxford Üniversitesi:................. 7.0 Imperial College London:........ 6.5 University College London:..... 6.5

G RÜŞLER İlknur Baş - Elektrik Elektronik Mühendisliği 1. Sınıf Remedial öğrenci sayısının bu derece fazla olması özellikle Beginner öğrencilerdeki motivasyon düşüklüğüne bağlı bence. Henüz yeni

başladıkları okulda bu kadar çok hazırlığı geçememiş insanla karşılaştıklarında demoralize oluyorlar. Ayrıca, remedial öğrencilerin şartlı geçiş isteğini haklı bulmuyorum. Hazırlığı geçenler bile ilk birkaç hafta dersi anlamakta, not tutmakta zorluk çekiyor. Mert Gül - Bilgisayar Öğretmenliği 1. sınıf Geçmişte, birçok hazırlık öğrencilerinin İngilizce temeli olmamasına rağmen, üstüne bir de yabancı dilin 9 ay gibi kısa bir süreye indirgenmesi ve onlardan proficiency gibi zor bir sınavı geçmeyi beklemek tuhaftır. Elbette ki, bu dönemde öğrencilerin de bir takım eksiklikleri olabilir. Ancak, verilen eğitimin bekleneni karşılamadığı alınan sonuçlardan görülebilir. Üniversite giriş sınavlarında bu kadar yüksek puanlar alarak Boğaziçi’ne girmeyi hak kazanmış insanların bu duruma düşmeleri, sistemdeki veya uygulamadaki bir hatanın var olduğunun bariz belirtisidir. Necmi Yücel - Bilgisayar Öğretmenliği/Remedial Tercih döneminde okul üniversite tercih kılavuzunda, remedial öğrenci olma ihtimalini ve öğrencilerin kaybedebileceği hakları belirtmeli. Boğaziçi’nde hazırlık zaten zor ve öğrencilerin remedial olduktan sonra öğrencilik hakları elinden alınınca hayatları alt üst oluyor. Yurtlarda doluluk var ama en azından önceki yıllarda olduğu gibi ders sağlanabilir çünkü herkesin okul dışında özel bir kursa yazılacak kadar ekonomik gücü yok.


kitap

09

kültür - sanat KİTAP

MÜZİK

SİNEMA

ETKİNLİKLER

TK kitapları

Yeni çıkanlar

Suçumuz İnsan Olmak SABRİ HAKAN SAKALLIOĞLU hakan.sakallioglu@boun.edu.tr Oktay Akbal’ın 1956 yılında kaleme aldığı eser, kolay dili ve sürükleyici üslubuyla bir solukta okunabilecek bir kitap. Türk Dil Kurumu’nun 1958 yılı Roman Ödülü’nü kazanmış yapıtın bir de filmi var. Kitap basım tarihi eski olsa bile eskimeyecek bir konuya sahip: ‘aşk sanrısı’. Nuri, küçük bir memurdur, evlidir ve iki çocuğu vardır. Tekdüzeleşmiş yaşamların birleşerek oluşturduğu sıradan evliliklerden birini yaşayan Nuri, bu renksiz ve monoton hayatında tesadüfen tanıştığı kadına aşık olur. Kadının adı Nedret’tir. O da evlidir. Kocası Hamdi gece gündüz

içen, başıboş yaşayan biridir. Kocasının duyarsızlığı yüzünden mutlu olup olmadığını bile bilemez Nedret. Muhafazakâr bir ailede büyümüş olması, daha fazlasını talep etmesine engeldir ama o, tüm beklentilerini hayale dönüştürüp kendini beslemektedir. Nuri ile Nedret’in belki kaderin bir oyunu, belki de sadece şans eseri tanışmaları, görüşmesi ve “aşk sandıkları”nı yaşaması anlatılıyor kitapta. Yasak olanın çekiciliği, toplumdaki çarpıklık ve ‘aşk sorgusu’ işleniyor. Aşk sanılanın gerçekle imtihanı ve arasındaki farkı; sevmenin ve aşkın sadece birer avuntu oluşu ve iki aşksızın, aşkı bulduklarını sandıkları hayattan aşksız hayatlarına geri dönüşü…

Oktay Akbal olaylar içerisine serpiştirdiği insan tanımları ile de okuyan kişinin insan ilişkilerine olan bakışına yeni bir perspektif katıyor. “Hiçbir şeyin sonunu düşünmemeli. Yetmez mi başlangıçlar?” sözüyle akıllara kazınıyor tüm o gidip gelmeler ve yeni bir felsefe kazanıyor okuyucu. Kitabın adına gelirsek en güzel ifade yine romanın içinden: “Ancak kişi bazı duyguların içinde bocalarsa, çıkar yol bulamazsa ne yapardı? Suçtu insanoğlu için güzel olan ne varsa. Hepsi sınırlıydı. Hareketler, istekler, düşler bile. Oysaki asıl suç, insan olmaktı. İnsan yaratılmaktı. İnsancıl güçsüzlüklere kendini kaptırmayı önleyememekti. Suç, insanoğlunun böyle yaratılmasındaydı. Suç insan olmaktı.”

TK kitapları

Yusuf Atılgan-Bütün Öyküleri MURAT YÜCE murat.yuce@boun.edu.tr Yalnızlığı masal tadında tecrübe etmek ve hepimizin zaman zaman yaşadığı, içinde bulunduğu topluma karşı psikolojik yabancılaşma kavramlarını bir ustanın perspektifinden incelemek isteyenler için doğru bir adres, Yusuf Atılgan’ın “Bütün Öyküleri”. Modern dönem edebiyatçılarımızdan Atılgan’ın farklı zamanlarda yazdığı masal ve öykülerinden oluşan kitap samimi bir dille, kısa ve net cümlelerle oluşturulmuş. Halk hikayesi ile modern anlatıyı başarılı bir şekilde harmanlayan yazar, hepimizin ruhunun derinliklerinde olanları bir bir çıkarmış ortaya. Zaman kavramına bağlı kalmayan Yusuf Atılgan, kullandığı kısa

cümlelerle olayların akıcılığını sağlamış. “Saatlerin Tıkırtısı” öyküsü ile tavan yapıp kitabın tümüne dağılan bir başka özellik ise yoğun gözlem gücü ve düş unsurları. Anlatıcıya hayaller kurdurarak öykü içinde öykülerin oluşturulması eseri çekici kılan bir diğer unsur. Geleneksel edebiyatımızın aksine, modernizmin de etkisiyle cinsellik Atılgan’ın eserlerinde daha rahat betimlenmiş. Ayrıca yazar, bir Anadolu çocuğu olmasının getirisiyle yöresel ağızları doğal bir şekilde kullanabilmiş. “Namıssız”, “cıgara” gibi tabirlere rastlamak ne kadar mümkünse modern zamanların hovarda delikanlısına rastlamak da o kadar mümkün Atılgan’ın hikâyelerinde. Bu bağlamda yazar, öykülerinde klasisizmden modernizme geçişi yansıtıyor denebilir. Birçoklarına göreyse Yusuf Atılgan, Albert

Camus’nun dilimizdeki karşılığı. Bu doğrultuda, varoluşçuluk felsefesinden çokça etkilenmesi sebebiyle Atılgan’ın, eserlerinde hayatın anlamsızlığı ve isyan kavramlarına sıkça rastlamak mümkün. Yazar, klasik öykü kurgusunun dışına çıkarak kimi yerlerde kahramanları tamamen insan dışı varlıklardan seçerek farklı bir anlatım sunuyor. Örnek verecek olursak; “Yük” adlı öyküde yazar bir kırlangıç sürüsünün göç edişini sürüdeki bir kırlangıcın gözünden anlatıyor. Edebiyatımıza kattığı farklı solukla yanı başımızdan ayırmak istemeyeceğimiz kitap, Yusuf Atılgan’ın usta anlatımıyla kendini daha da çekici kılıyor. Yağmurlu sonbahar günlerine masal diyarında küçük bir gezinti yapmak isteyenler, Yusuf Atılgan öyküleriyle bu yolculuğa çıkabilirler.

O Mektubu Yazan Bendim Mustafa Balbay Cumhuriyet Kitapları Nietzsche: Felsefede Çığır Açan Bir Dahiyi Anlamak İçin Çizgibilim Laurence Gane - Piero NTV Yayınları Neşet Ertaş Medya Antolojisi İsmet Zeren Günyüzü Yayıncılık

Dinle Küçük Adam Wilhelm Reich Araf Yayınları

Şiir ve Cinayet Salah Birsel Sel Yayıncılık

Kedi ve Ölüm Erhan Bener Ayrıntı Yayınları

Edebiyat Mutluluktur Zülfü Livaneli Doğan Kitap

Hikayem Paramparça Emrah Serbes İletişim Yayınları


10 sinema

Kuir Sineması

1- Brokeback Mountain – Ang Lee 2- Philadelphia – Jonathan Demme 3- My Own Private Idaho – Gus Vant Sant 4- Hamam – Ferzan Özpetek 5- Sunday Bloody Sunday - John Schlesinger 6- Midnight Cowboy - John Schlesinger 7- Sister My Sister- Nancy Meckler 8- A Single Man -Tom Ford 9- Prayers for Bobby – Russel Mulcahy 10- İki Genç Kız – Kutluğ Ataman

Beyazperdede Eşcinsellik GAMZE NUR BÜYÜKGÜZEL nur.buyukguzel@boun.edu.tr Kuir sinema olarak da karşımıza çıkan eşcinsel sineması, son senelerde yaygınlaşan eşcinsel temalı film festivalleriyle varlığını gösteriyor. Sadece eşcinsellerin değil, tüm sinemaseverlerin beğenisini ve alkışını alan filmler; yazılı ve görsel basının yanında alternatif ve ana akım medyada da geniş yankı uyandırıyor. Kuir sinemanın gelişimine baktığımızda ise uzun ve sancılı bir süreçle karşılaşıyoruz. Eşcinsel erkek karakterler Amerikan sinemasının ilk yıllarından itibaren beyazperdede yerlerini almışlardır. Bir Thomas Edison filmi olan ve yönet-

menliğini William Dickson’ın üstlendiği The Gay Brothers (1895) filminde iki erkek birlikte vals yaparken üçüncü bir erkek keman çalar. Sinemada eşcinsel imgelere bu kadar erken rastlamamıza rağmen, değişen değer yargıları ve toplum kuralları nedeniyle beyazperdede eşcinsellik, bazı dönemlerde yasaklanmış ve mayınlı bölge haline gelmiştir. Hollywood’da bir dönem yalnızca güldürü öğesi olmasıysa bugün hala kapalı toplumlarda karşılaşılan bir problem olarak karşımıza çıkıyor. 1980’lerde bağımsız sinemanın yükselmesiyle birlikte ilerleyen eşcinsel sineması; 1990’larda anaakımın, basmakalıp gey ve lezbiyen karakterlerin ötesine geçmeyi başarmasıyla asıl gelişimini göstermiştir. Türkiye’de ise

eşcinsel sinemasının gelişimi çok daha yavaştır. 1960 öncesinde sinemamızda eşcinsel karakterlere yer verilmemiştir. Ver Elini İstanbul’da (1962) ilk defa iki kadının öpüşmesine rastlanırken erkek eşcinselliğinin perdeye yansıması ise 1980’lerin sonunu bulur. Türk sinemasında eşcinsellik genellikle üzeri örtülü bir şekilde yansıtılmış, çoğu zaman eşcinsel karakterler komedi unsuru olarak gösterilmiştir. Son senelerde Türkiye’yi de saran bağımsız filmler ve festivallerle Zenne, Nar gibi başarılı yapıtlara imza atılmıştır. Eşcinsel sinemasına yeni bir kapı aralayan ve bu sene ocak ayında ikincisi düzenlenecek olan Kuir film festivali “Pembe Hayat KuirFest”, sinemaseverler tarafından heyecanla bekleniyor.

Benim Adım Harvey Milk, Sizi

Birleştirmek İçin Buradayım NAZ VARDAR naz.vardar@boun.edu.tr Amerika’nın homoseksüelliğini açıkça ortaya koyup seçilmiş ilk politikacısı olarak tarihe adını yazdıran Harvey Milk, 1970’lerde gey hakları için verdiği savaş ve elde ettiği kayda değer başarı ile San Fransisco’nun ve homoseksüel çevrenin ikonu haline geldi. 40 yaşındayken işini ve yaşadığı şehri terkederek San Fransisco’ya taşınmasıyla başlayan bu serüven yalnızca yaşadığı yerdeki değil, tüm ülkedeki eşcinselleri bir araya toplayıp onların politik sözcülüğüne soyunmasıyla devam eder. Kariyerinin ve gey hakları hareketinin zirvesindeyken süikasta kurban giden Milk, aynı zamanda arkasında kayda alınması ve gelecek nesillere aktarılması gereken bir hikaye bırakır. 2008’de ABD’li yönetmen Gus Van Sant bu eşsiz hikâyeyi “Milk” ile tekrar karşımıza çıkartıyor. Filmin senaristi Dustin Lance Black’in, senaryoyu Milk’in ölmeden bir süre önce kayda aldığı kasetler etrafında oluşturması ve gerçek arşiv görüntülerinden yararlanması izleyiciyi hikâyenin içine daha da çekiyor. Bu sayede Milk’in 1970-78 yılları arasında homofobik topluma karşı verdiği

zorlu savaşı, homoseksüelleri birleştirişi ve politik güç kazanışı tüm gerçekçiliği ve yoğunluğuyla beyaz perdeye aktarılmış oluyor. Sağlam oyuncu kadrosu ve Sean Penn’in eşsiz oyunculuğuyla film 2’si Oscar olmak üzere 45 ödüle ve 64 adaylığa sahip, son zamanların en iyi biyografik filmlerinden biri olarak üne kavuşuyor. Kısa ömrünün kısa bir bölümündeki çabasıyla tarihte yer etmiş olan Harvey Milk’in ele alındığı bu eser, eşcinsel sinemasında da özel bir yere sahip. Homoseksüellerin yalnızca cinsel ve duygusal açıdan ele alındığı diğer filmlerin aksine, sosyal sorunlara da değinmesi açısından “Milk” fark yaratan bir yapıt. Filmde, Harvey Milk’in duygusal ve cinsel hayatının yanında siyasi ve sosyal hayatına da yer verilmesi, eşcinsellerin daha gerçekçi boyutlarda algılanmasını sağlıyor. Gus Van Sant’ın tutumu sayesinde “Milk”te, eşcinseller farklılıklarından çok topluma entegre oluşlarıyla göz önünde. Bu yönetmenin hikâyeyi veriş tarzı da Milk’in düşüncelerine başarıyla hizmet ediyor. Milk, filmin sonunda bir suikasta kurban gitse de onun fikirleri etkisini sürdürmeye ve Gus Van Sant’ın yapıtında da olduğu gibi insanlarla buluşmaya devam edecek.


sinema

ŞULE TÜRKMEN sule.turkmen@boun.edu.tr Birbirinden çok farklı, bir araya gelmeleri olanaksız gibi görünen üç kişinin her ne kadar güzelliklere vesile olsa da sonu trajediyle biten dostluk öyküsü çarpıcı bir dille anlatılıyor Zenne’de. Yönetmenliğini Caner Alper ve Mehmet Binay’ın üstlendiği film melodram öğelerini sıklıkla kullanması, güçlü renkleri, kuvvetli dekor anlayışı ile göz dolduruyor. Doğulu, muhafazakâr bir ailenin çocuğu olan Ahmet, renklerini gizlemekten sakınmayan ve İstanbul’un dans kulüplerinde zennelik yapan Can ve Türkiye’nin değer yargılarını pek de tanımayan fotoğrafçı Daniel’in evrensel dostluk hikayesi, ‘dürüstlük bazen öldürür’ teması çerçevesinde kurgulanmış. Batı kültürünü temsil eden bir aileden gelen Can karakterinin cinsel kimliği ailesi tarafından kabul edilirken, Ahmet’in ailesi için bu bir namus meselesine dönüşüyor ve onun hayatına mal oluyor. Bu trajik son toplumun kolayca kabullenemediği bireylerin kimliklerini açıkça ortaya koymalarının doğru olup olmadığı-

11

nı sorgulatırken, farklı kültürlerin eşcinselliğe bakışlarını da yansıtıyor. Bir röportajında “Bu film çok daha sert olabilirdi ama bunu istemedik bizim hikayemizin neredeyse naif denecek bir dili var. Çünkü biz anneler çocuklarıyla birlikte bu filmi izleyebilsinler istiyoruz.” sözlerine yer veren Caner Alper, bireylerin yetiştiği sosyokültürel çevrenin cinsel tercihlerin açığa vurulması sürecinde belirleyici bir unsur olduğunu belirtirken, bir annenin eşcinsel çocuğun hayatında ne kadar önemli bir faktör olduğunun da altını çiziyor. Türkiye’de işlenen ilk eşcinsel namus cinayetinin kurbanı olan Ahmet Yıldız’ın gerçek yaşam öyküsünden yola çıkılarak çekilen Zenne, 2011 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 5 ödül, SİYAD Ulusal En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr Kasper) ödüllerini kazanarak büyük yankı uyandırdı. Filmin festivallerdeki ve gişedeki başarısı Türkiye’ de eşcinsellere bakışın büyük ölçüde değiştiğinin sembolü olarak da algılanabilir.

İyi, Kötü, Ticari Türkiye sinemasının son yıllarda büyük gelişim gösterdiği aşikar. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenlerin filmleri uluslararası festivallerde prestijli ödülleri toplarken beklenti, bu filmleri gösteren sinemaların dolup taşması yönünde. Fakat söz konusu sinemaların kalbi olan Beyoğlu’nda işler hiç de umulduğu gibi gitmiyor. BARAN KARACA baran.karaca@boun.edu.tr

2000’li yıllar itibariyle adı yalnızca eğlence sektörüyle anılmaya başlanan Beyoğlu’nun, geçmişten bugüne taşıdığı başka değerleri de var. Türkiye’nin çağdaş kültürünün oluşmasına yardımcı olan sinema ve tiyatrolar bu değerlerin başında geliyor. Ancak Beyoğlu’nun özellikle sinemaları, son yıllarda -üstlendikleri görevin ağırlığından olsa gerek- çok ciddi problemlerle karşı karşıya. Kapatılan Emek, Saray, Yeni Melek sinemaları yaşanılan problemin en yakın örneklerinden.

Yeşilçam ve Beyoğlu sinemalarının da kısa zamanda aynı akıbeti paylaşması beklenirken Sinepop da bu yazı baskıya girdiği tarihte muhtemelen perdelerini kapatmış olacak. Peki bu seri kapanmaların sebebi ne? Devletin aldığı ağır vergiler ve civar bölgelerde yapılan inşaatlar sırasında oluşan hasarlar sinema yetkililerince yakınılan konulardan bazıları ancak; en büyük sorun sinema salonlarının boş kalması. Korsan satışlar ve ilginin sanat filmlerinden ticari filmlere kayması, seyirci sayısındaki düşüşü açıklıyor. 2010 yılında kapanan Alkazar Sineması yöneticilerinden Adalet Dinamit’in veda mektubunda yer alan şu cümle durumu özetler nitelikte:

“Büyük alışveriş merkezlerindeki son derece yüksek yatırımlarla yapılan, teknolojik olanaklarla donatılmış ve popüler, ticari filmleri izleyiciye sunan 8-10 perdeli sinema salonlarına karşı adeta kahraman bakkallar gibi küçük, iddiasız sanat sineması olmayı sürdürecek gücümüz ne yazık ki kalmadı.” Bu sinemaların varlıklarını sürdürebilmesi için ne yapılabilir? Yeşilçam ve Beyoğlu sinemaları yöneticileri Kültür ve Turizm bakanlığına destek çağrısında bulunuyor ve ekliyor: “Yoksa bu filmleri gösterecek sinema bulunamayacak.” Bu ciddi tehlikeyi fark eden bazı çevreler de harekete geçmiş durumda. Cumhuriyet Gazetesi kültür-sanat muhabiri Ceren

Çıplak konunun önemli takipçilerinden. Ayrıca Radikal gazetesi, Beyoğlu Sineması’nın hazırladığı festival tadındaki film seçkisi için okurlarına ücretsiz bilet sağlıyor. Bir süredir devam eden bu seçkide “Ben ve Sen”, “Gözetleme Kulesi”, “Simurg” ve “Tepenin Ardı” hala izlenebilecek filmler. Sinema yılın kapanışını ise “Amor” adlı filmle yapacak. Beyoğlu sinemalarına destek olmak amaçlı girişimleri çoğaltmak mümkün fakat yıllara dayanan bu kültürü yaşatmak sonuç olarak seyircinin elinde. Temenniler perdelerin kapanmaması yönünde birleşirken konuya devlet müdahalesinin olup olmayacağı ise hala merak konusu.


12 etkinlikler

Yeterince Basın Özgürlüğü Var! Bu ülkede, duydukça kanıksadığımız fakat hala içini dolduramadığımız kavramlar var. Demokrasi ve özgürlük en çok duyduklarımız ama en az sahip olabildiklerimizden, yaşayarak değil konuşarak eskittikleKIVILCIM rimizden. DemokraDEĞİRMENCİOĞLU tikleşmeyi konuşurken kivilcim.degirmencioglu@buik.net anti-demokratikleşiyor, özgürlüklerden bahsekıldı. Medyanın eleştirel derken onların elimizden yayınlar yapmasından alınışına seyirci kalıyorahatsız olan iktidar, ruz. Düşünce özgürlüelindeki ekonomik gücü ğünden dem vururken kullanmaktan da çekinmedyanın ekonomik ve medi. Raporda Doğan siyasi ilişkilerle yönlenHolding’e verilen vergi dirilişine şahit oluyoruz. cezasının siyasi olduğuna İleri demokrasimizin kanaat getirilerek hükügazetecileri düşüncelerini metin medya üzerindeki söylemekten alıkoyuekonomik gücü bir medya şunu, susturamadıklapatronun sözleriyle rını da içeri koyuşunu doğrulanmıştı: “Daha izliyoruz. fazla eleştiri yok. Paramı Biz durumun vahimkaybetmek istemiyorum.” liğini hala tam olarak CPJ geçen yılki anlayamamış, olan raporunda, 8 gazetecibitene yeterince tepki nin davasını ele almış gösterememiş olsak da, ve bunların mesleki Gazetecileri Koruma Kofaaliyetlerinden ötürü mitesi (The Committee to tutuklandığını açıklamışProtect Journalist–CPJ tı. Komite basın özgür) geçtiğimiz ayki rapolüğüne ciddi eleştiriler runda olanları “basına getirmelerine rağmen, karşı açılmış en amansız sayının hükümet tarafınsavaşlardan biri” olarak dan “8 gazeteci tutuklu” tanımladı. Raporda şeklinde kullanılmasını hükümet, basını sindireleştirmişti. mek ve gazetecileri devlet Bu durum üzerine, bu düşmanı ilan etmekle yıl daha kapsamlı hale suçlanıyordu. Yakın gegetirilen rapor tutuklu lecekte tanık olduğumuz gazeteci sayısını 76 olarak Ergenekon ve OdaTv açıkladı ve bu sayının davaları kapsamındaki İran, Eritre, Çin gibi düngazeteci tutuklamaları yanın en baskıcı ülkelebu çok basit ve güzel rinden kat be kat fazla olişleyen sindirme planıduğunu vurguladı. Fakat nın ilk aşamasıydı. Önce iktidar tüm bu eleştiriler muhalif gazeteciler içeri karşısında sessizliğini alınarak susturuldu, böykorumayı sürdürüyor. lece dışarıdaki gazeteciler Bu durum bir kez daha de uzun süren tutukluluk gösteriyor ki, ileri demokhalleriyle korkutularak rasi sadece işine gelen olası muhalefet başlamafikirleri duymak istiyor, dan bitirilmiş oldu. işine gelmeyenleri ise ya Basına karşı açılmış bu susturuyor ya da yokmuş savaş tutuklamalarla da gibi davranmaya devam sınırlı kalmadı. Tüm basediyor. Bir de inkar etme kı ve korkutmalara rağdurumu var ki, o da hala men doğru bildiğini dile başlıkla yazıyı ilişkilengetiren Bekir Coşkun, Ece dirememiş olanlar için Temelkuran, Banu Güven Bülent Arınç’tan geliyor: “ ve daha pek çok gazeteci Türkiye’de yeterince basın çalıştıkları kurumdan özgürlüğü var.” ayrılmak zorunda bıra-

Konser Mor ve Ötesi Güneşi Beklerken İlk Konser 16 Kasım 22:30 Ghetto Sting 26 Kasım 21:00 Ataköy Atletizm Arena Floransa Maggio Musicale Orkestrası 07 Aralık 2012 20:00 Haliç Kongre Merkezi, İstanbul MFÖ 01 Aralık 22:00 Jolly Joker İstanbul Chick Corea Trio 27 Kasım 20:00 CRR Konser Salonu

Sergi Özel Tasarım Bienali 12 Aralık 10:00 İstanbul Tasarım Bienali Özel Tasarım NASA: A Human Adventure 01 Kasım - 30 Kasım Marmara Forum, Expo Center

Tiyatro Cam 29 Kasım Trump Towers Mall Pragma 25 Aralık 20:30 garajistanbul Limonata 26 Kasım 20:30 İkinci Kat Bezirgan 26 Kasım 20:30 Yunus Emre Kültür Merkezi Herkes Mi Aldatır 27 Kasım 20:30 Metin Zakoğlu Cafe Theatre

Bale Rus Bale Yıldızları 5 Aralık 20:00 CRR Konser Salonu İstanbul Devlet Opera ve Balesi Wolfrang ve Lorenzo 18 Aralık 20:30 Enka İbrahim Betil Oditoryumu Stand Up Vedat Özdemiroğlu-80 Dakkada Cümle Alem 27 Kasım 21:00 Dada

Diğer Tasarım Yürüyüşleri İstanbul 16 Kasım - 30 Kasım İstanbul

Oyun Eleştirisi

Tulumbacılar Yetişin! ELİF TURHAN elif.turhan@boun.edu.tr Türkiye’de tiyatro dendiğinde akla gelen isimlerden olan Güngör Dilmen Kalyoncu 1930 yılında Tekirdağ’da doğdu. İlk şiirini Yücel dergisinde 1956 yılında yayımlayarak sanat hayatına atıldı ve 1959 Sinema-Tiyatro dergisinin açtığı yarışmada ilk ödülünü aldı. Dilmen, yazarlığının yanı sıra çeşitli üniversitelerde eğitim verdi, Boğaziçi Üniversitesi de bunlardan biriydi. Türk tiyatrosuna “Midas’ın Kulakları”, “Kurban”, “Deli Dumrul” ve “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” gibi birçok unutulmaz eser kazandıran oyun yazarı ve dramaturg Güngör Dilmen’in birçok ödülü bulunuyor. Şinasi Efendi Tiyatro Ödülü, İlhan İskender Armağanı, Yunus Nadi Armağanı, Türk Dil Kurumu Ödülü, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülü, İş Bankası Tiyatro Büyük Ödülü, Kültür Bakanlığı Ödülü bunlardan bazıları. Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını oyunu ile 1988’de İş Bankası Tiyatro Büyük Ödülü ve 1990 İsmet Küntay Ödülü’ne layık görülen sanatçı 8 Temmuz 2012’de hayata veda etti. Güngör Dilmen, geçmişi ve bugünü değerlendirmek, bilinen olayların altında yatan asıl gerçekleri sorgulamak için tarihten yararlandı. 1980lerde Aksaray’da çıkan yangının altında yatan sebebi konu aldığı “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” oyunu, Faik Ertener’in yorumu ile 26 Ekim’de prömiyer yaparak Devlet Tiyatroları’nda sahne almaya başladı. Daha önce Adana ve Ankara’da sahne alan oyun, şan

ve dans eğitimi almış 35 kişilik kalabalık oyuncu kadrosuyla ve orkestrasıyla müzikli oyun adı altında İstanbul seyircisiyle buluştu ve büyük ilgi gördü. Perdeler açılınca cumbalı evleriyle bir Fatih sokağı karşılıyor seyirciyi ve Tulumbacı Abidin ana karakterleri tanıtarak izleyiciyi oyuna dahil ediyor. Mahitap Hanım’ın saraydan çırağ edilerek eski bir konağa yerleşmek için mahalleye gelmesiyle başlıyor her şey. Siyasal, sosyal ve kültürel olayların üzerine düşünen, batıyı takip eden bir aydın olan Firuz Bey; sanatçı olan Artin’in parlak bir geleceğe sahip olması için Mahitap Hanım’la Artin’in arasında olmayan bir aşkı var etmeye çalışır. Artin, Firuz Bey’in çabalarının karşısında bocalasa da kendi kanından aşk mektupları yazarken, Mahitap Hanım’a serenat yaparken bulur kendisini. Bu romantizme kapılan Mahitap Hanım, Artin’e karşı büyük bir aşk beslemeye başlar ve sonunda işler evlenmeye kadar gelir. Lakin bu aşk tulumbacıların reisi tarafından kıskanılınca her şey bir anda karışır. Bir gün Mahitap Hanım kendi sonunu özenle hazırlar evindeki kömürler ve gazlarla. Tıpkı planladığı gibi Artin eve gelince kapıyı kitler. Aşk odununda yanmak için kendini aşk ateşinin içine atar ve hep bir ağızdan şarkı söylenerek perde kapanır. Oyunda Güngör Dilmen’in kaleminden çıkan metinden farklı olarak Artin’in durumuna değinilmeyerek son, izleyiciye bırakılıyor. Ayrıca seyircinin ilgisini yüksek tutmak amacıyla oyun; piyano, yan flüt tınılarıyla süslenip şarkılarla zenginleştiriliyor.


kampüsten

Ölü Vicdanlar Yaşadığımız topraklar hoşgörünün beşiği olarak anılır. Resmi tarih bizlere, her dinden ve her ırktan insanın mutlu mesut yaşadığını öğretir bu topraklarda, derinliklerine gömdüğümüz tüm nefrete rağmen… Geçmişimizden bizlere kalan en büyük yara olan “tek tipleştirme”, günlük hayatın her anında karşımıza ırkçılık, ötekileştirme ve nefret söylemleri ile çıkıyor. Gazeteler, köşe yazarları ve aslında toplumun hemen her kesimi; kendi egemen yapısına ait olmayan tüm “öteki”lere karşı nefretini kusuyor ve bu, ırkçılık da olsa maalesef normal karşılanıyor. Örneğin; Ermeni olmak, Akit gazetesi tarafından Ali Bayramoğlu’na karşı veya CHP milletvekili Canan Arıtman tarafından cumhurbaşkanına karşı olumsuz bir ifade veya bir “suçlama” olarak kullanılabiliyor. Tam da darbelerin ve resmi ideolojinin “kart-kurt sesi” faşizanlığından kurtulduğumuzu sanarken, Ergenekon davası sanıklarından bir emekli kurmay albay ile arkadaşının arasındaki konuşmada “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” denildiği ortaya çıkabiliyor. Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi Yasin Hayal, Dink’i tanımadığını fakat okuduğu gazetelerden Türk düşmanı olduğunu öğrendiğini söylemişti. O süreçte Yeni Çağ “Ermeni’ye bak”, Ortadoğu “Ya sev ya terk et” manşetlerini attı. Birçok yazar Dink’i ve Ermeniliği aşağılayan yazılar yazdı. Sonuç olarak Dink’in Türklüğe hakaret etmekle suçlanan yazısını anlama zahmetine bile girmeyen medya, nefret söylemleriyle ırkçı kalemlerinden kan damlatarak bir insanın ölümüne sebep oldu. Irkçılıkla mücadele için “Hepimiz Ermeniyiz” diyenlerse, “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartlarıyla yine ırkçı bir saldırıya maruz kalmıştı. Aynı şovenist düşünce yapısı, alkışlarla sahneye çıktığı bir ödül töreninde sadece “Kürtçe bir şarkı yapacağını” söyleyen Ahmet Kaya’yı “Kürt diye bir şey yok” bağırışlarıyla çatal bıçak fırlatarak sahneden indirmiş, bir süre sonra da linç kampanyasıyla ülkeden sürgün etmişti. Hürriyet, Ertuğrul Özkök’ün imzasıyla o dönemde yine yalan bir ifadeyi Kaya’nın ağzından vererek “Vay Şerefsiz” manşetiyle çıkmış, tüm basın günlerce Ahmet Kaya’yı vatan haini, terörist ilan ederek yalan ithamlar ve fotoğraflarla linç etmişti.

ALPER SEZER

alper.sezer@buik.net Medyanın vukuatları bunlarla da bitmiyor tabi ki. Star Gazetesi, 2000 yılında 2 İngiliz taraftarının öldürülmesini “TWO SİZE” başlığıyla duyurup “Leedsli holiganlara Taksim’de kafasına vura vura toprağı öptürdüler. Holiganların sokakta da, sahada da ağzını burnunu kırdık. Biz Türkler … sizi, suratınıza TÜKÜREREK gönderiyoruz!” diye anlatmıştı. Yine Star, geçmişte “Kerkürt Valisi” (Eşek Kürt) gibi bir başlık atmıştı. Üstelik bunlar “çok sevilen” gazeteci Yılmaz Özdil’in yazı işleri müdürlüğü döneminde oldu. Özdil, Leeds taraftarları hakkındaki haberi “Halk bundan hoşlanıyor” diye savunmuştu. Nefret söylemleri karnesi kabarık olan Özdil, Star’daki haberlerin yanı sıra Hürriyet’te, Uludere’de hayatını kaybedenler için katır, eşek gibi benzetmeler yapmış ve olanları meşrulaştırmaya çalışmış; yalan bir ifade üzerinden açıkça Ermeni düşmanlığını körükleyen “Benim neslim” isimli bir yazı yazmıştı. Tüm bunlar maalesef günlük hayata da fazlasıyla yansıyor. Van’da yaşanan deprem sonrası klavyelerden dökülen nefret, enkazın altında kalanın vicdanlarımız olduğunu gösterdi. “Allah Diyarbakır’a da nasip etsin”, “Hakkari ve Şırnak toprağın altına gömülmüştür umarım” gibi yorumlarda bulunanlar ve “Kürt”, “Ermeni” veya “Yunan” olmayı; vatan hainliği, işbirlikçilik, bölücülük vs. ile bir görüp bir hakaret olarak algılayanlar aramızda dolaşıyor. Araplara bakışımızdaki aşağılama, Penguen gibi politik duruşunu ırkçılığa karşı olarak konumlandıran bir derginin kapağında bile yer bulabiliyor. Kısaca, kinle beslediğimiz bu topraklarda, bizden olmayana nefretimizi her fırsatta kusarken vicdanımızı da toprağa gömüyoruz; hem de her gün ırkçılığı daha da sıradanlaştırıyor, laf arasına sıkıştırıveriyoruz. Eee, ne de olsa Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur ama değil mi…

13

Tekerleği Yeniden İcat Ediyoruz #miacaba Birbirinden etkileyici konuları, önemli konuşmacıları ve ünlü twitter fenomenleri ile ADhere Reklamcılık Günleri 30 Kasım, 1-2 Aralık tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’te. #miacaba hashtag’iyle katılımcıların interaktivitesinin sağlanacağı seminerlerin konuşmacıları arasında OMD Müdür Yardımcısı Nüzhet Algüneş, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Kaan Varnalı, ArcadeMonk CEO’su Ömer Bilge Ersoy ve Youth Republic CEO’su Serhat Gürcü bulunuyor. “Bir Reklamın Hikayesi – Doritos Akademi”, “Yandex” ve Erhan Adsan’ın moderatörlüğünde “Twitter Fenomenleri ile Sosyal Medya”s gibi göze çarpan konularıyla ADhere, katılımcılarını ağırlamaya hazır. Başvurular için www.buik.boun.edu.tr

Ekümenopolis Gösterimi ve Yönetmeni İle Söyleşi “UCU OLMAYAN ŞEHİR” şehir mottosuyla karşımıza çıkan Ekümenopolis, akıllara şu soruyu getiriyor: “İstanbul’daki ekolojik eşikleri aştınız. Nüfus eşiklerini aştınız. Ekonomik eşikleri aştınız. Peki, nereye gidecek bunun sonu?” Her gösteriminde katılımcıların yer bulamadığı yoğun istek üzerine tekrar sinemalarda

gösterime giren bu eşsiz belgesel, yönetmeni İmre Azem’in keyifli sohbetiyle Boğaziçi Çevre Kulübü tarafından 28 Kasım Çarşamba günü saat 18.00’da İbrahim Bodur Salonu’nda (Natuk Birkan Binası) gösterilecektir. Çaylarımız ve kahvelerimizle bu keyifli sohbete katılmaya sizi de bekliyoruz.

BuGusto: Boğaziçi’nin Tadı Damağı Boğaziçi Üniversitesi’nin en yeni kulüplerinden Gastronomi ve Degüstasyon Kulübü, BuGusto, dört komitesiyle ve taze üyeleriyle döneme bol etkinlikli bir giriş yaptı. Degüstasyon komitesi 30 Kasım Cuma günü saat 11.00’de Kurukahveci Mehmet Efendi’ye tesis ve tadım gezisi düzenliyor. Fabrika gezisi ile başlayacak olan etkinlik, bilgilendirme sunumu, öğle yemeği ve kahve tadımı ile devam edecek. Etkinlik ulaşım hariç ücretsiz olacak. Atölyelerini tüm hızıyla sürdüren BuGusto Aşçılık, önümüzdeki günlerde İtalyan ve Osmanlı mutfakları ve

“Yemekte miyiz?” yarışması üzerine eğilecek. Daha önce Gürcü ve Lübnan mutfaklarını tadan BuGusto Gastronomi, bir sonraki duraklarını balık ve İskandinav mutfağı olarak belirledi. BuGusto Degüstasyon önümüzdeki günlerde şarap tadım eğitimleri, kokteyl ve şerbet tadımı yapacak. Bir diğer komite olan BuGusto Eklektik’in etkinlik planlarında ise radyo ve online TV programları, film gösterimleri, gurmeler ve beslenme uzmanları ile söyleşiler var. Yukarıda sözü edilen etkinlikleri takip etmek için www.bugusto.com adresini ziyaret edebilirsiniz.


14 kampüsten

Boğaziçi Üniversitesi

Tıklım Tıklım YÖK’ün aldığı kararla üniversitelerde uygulanan kontenjan artışı, Boğaziçi Üniversitesi’ni de olumsuz etkiliyor. Artış en çok ortak alanlarda karşılaşılan sorunlarda kendini gösteriyor. FURKAN ALİ CAN ÇELENLİOĞLU ali.celenlioglu@boun.edu.tr

MUSTAFA İRFAN İÇLİ mustafairfan.icli@boun.edu.tr Yüksek Öğretim Kurumu, geçtiğimiz sene aldığı bir kararla, toplam üniversite kontenjanlarını %20 oranında arttırırken bu durum Boğaziçi Üniversitesi’ne %8 oranında yansıdı. Bu kontenjan artışı, istediği bölüme yerleşen öğrencileri sevindirse de, okul kapasitesi uzun süredir öğrenci sayısındaki artışı karşılamakta güçlük çekiyor. Kapasite sorunu dönemin başından sonuna dek her aşamada hissediliyor. Seçmeli ders kotalarının azlığı sebebiyle istediği dersi seçemeyen çoğu öğrenci istemediği bir başka dersi almak zorunda kalıyor. Fiziki yetersizliğin yanı sıra öğretim kadrosunun artan öğrenci sayısını karşılayamaması, öğrencinin derse katılımını ve hocayla etkileşimini de olumsuz etkiliyor. Yazılı sınavların zaman içinde çoktan seçmeli teste dönüşmesinin sebebi olarak da, öğrenci sayısındaki artış gösteriliyor. Asıl görevi bilgi üretmek olan üniversitelerin çoktan seçmeli testle bu misyonu ne kadar gerçekleştirebildiği de geniş bir kesim tarafından sorgulanıyor. Yemekhane ve kantin kapasitesi de öğrencilere hizmet vermekte yetersiz kalıyor, yemekhanelerde uzun kuyruklar oluşuyor. Öğretim üyelerinin öğrencilerle yemek istememeleri sebebiyle okuldaki bir diğer alternatif New Hall Çatı’dan öğrenciler, 13:30’a kadar yararlanamıyor. Zaten az olan alternatiflere eklenen bu durum, öğrencileri zor durumda bırakıyor. Kuyruklar yemekhane ve kantinlerle de sınırlı değil, shuttle önlerindeki sıra görüntüleri de oldukça tanıdık. Kapasite yetersizliğinden en ciddi boyutta etkilenenler kuşku-

suz hazırlığı geçemeyen remedial öğrenciler. Remedial’ların öncelikli talepleri olan hazırlık derslerine katılma ve yurtta kalma, dersliklerin ve yurtların yetersizliği gerekçe gösterilerek karşılanamıyor. Aslında, öğrencilerin Proficiency sınavını geçemeyerek remedial olmasında da okulun öğrenci sayısındaki artışın payı var. Özellikle temeli olmaksızın yeni bir dil öğrenen hazırlık öğrencileri için oldukça önemli olan sınıf içi etkileşim ve öğretim elemanları ile birebir iletişim kalabalık sınıflarda çok daha zorlaşıyor. 2000 yılında hazırlık sınıflarında her öğretim elemanına 12,9 öğrenci düşerken, günümüzde bu sayının neredeyse ikiye katlanarak 25’e çıkmış olması durumu daha iyi özetliyor. Sene sonunda Yeterlilik Sınavı’nı geçemeyen hazırlık öğrencilerinin sayısındaki artış ise, sınıftaki öğrenci sayısının İngilizce öğrenimini etkilediğini doğrular nitelikte. Benzer sorunlar Sarıtepe Kampüsü’nde de yaşanıyor. Yemekhane, kantin gibi rutin bekleme yerlerinin yanı sıra, 8 kişiye tek banyo ve tuvalet esasına göre planlanmış yurt odalarındaki kalabalık öğrencileri olumsuz ekiliyor. Kilyos sakinlerinin tek ulaşım aracı olan 59RK, sefer sayısının azlığı ve yer bulabilmek adına bir saat öncesinden oluşmaya başlayan kuyruklarıyla sorunun en canlı yaşandığı yerlerden biri. Neden Bu Sorunlarla Karşılaşıyoruz? Daimi kontenjan artışlarının yanında, okulun fiziki yetersizlikleri de bu sorunların daha çok hissedilmesine yol açıyor. Örnek verecek olursak, ODTÜ 23.000 öğrenciyi yaklaşık 45,76 km2 (orman alanı hariç) alanda barındırıyorken, Boğaziçi Üniversitesi 12.315 öğrenciyi yaklaşık 1,70 km2 alanda barındırabiliyor. Yani Boğaziçi’ndeki öğrenci sayısı ODTÜ’dekinin yarısı

kadar olmasına rağmen, okulumuzun arazisi ODTÜ’nün arazisinin % 3,7’si kadar.Bu yüzden kapasite sorununa üretilen çözümler de - var olan alanla sınırlı kalındığındankalıcı ve sorunları tamamen ortadan kaldırabilecek düzeyde olamıyor.

G RÜŞLER Ömer Faruk Tayfur, Bilgisayar Mühendisliği – Hazırlık Sınıfı Kilyos’ta kalıyorum. Yemekhane, otobüs, kantin, tuvalet derken günümüz beklemekle geçiyor. Özellikle öğle yemeğinde kuyruk merdivenlerden çıkıp binayı turlayabiliyor. Çözüm sınıfların ders çıkış saatlerinin tekrar düzenlenmesi veya ek gişe açılmasında.

59RK otobüsü taşıyabileceği yolcu kapasitesinin üzerinde yüklenip olası bir kazaya davetiye çıkarıyor. İETT’nin otobüs seferlerini sıklaştırması gerekiyor. Berat Ayça Turgut, Elektrik Elektronik Mühendisliği - 1. Sınıf YÖK’ün uyguladığı kontenjan artışları sonucu, okulun kapasitesi yetersiz kalmaya başladı. Özellikle kütüphane, yemekhane ve tuvaletler gibi ortak kullanım alanlarındaki kapasite sorunu birçok arkadaşım gibi beni de rahatsız ediyor. Rektörlüğün bu konuda çabaları olmasına rağmen, yetersiz kalındığı da bir gerçek. Rektörlüğün çalışmaları artmalı fakat asıl çözüm YÖK’te aranmalı.


kampüsten

15

DUYGU SÖYLER

duygu.soyler@buik.net

YÖK’ten Önce YÖK’ten Sonra

Kapasite sorunuyla ilgili merak edeceğinizi düşündüklerimizi Öğrenci İşleri Dekanımız Sayın

Doç. Dr. Biray Kolluoğlu’na sorduk: Kontenjan artışları üniversitemizce nasıl karşılanıyor? Üniversite idari kadrosu olarak kontenjan artışından şikayetçiyiz. Yetkili mercilere (YÖK) kapasite sorunlarını bildirsek de artışlar devam ediyor. Kadro artışı talebimiz ise görmezden geliniyor. Öğretim üyelerinin yazılı sınavlarndan “çok seçmeli”ye yöneldiği doğru mu? Sosyoloji dersleri veriyorum. Ben de eskiden yazılı sınav yapardım. Bu sınavların zamanla kısa cevaba ve çoktan seçmeliye döndüğü doğru. Ama bu şart, çünkü essayleri okurken yorulan öğretim üyelerinin puanları gittikçe kıtlaşıyor. Yine de asıl yapılması gereken yazılı sınav sonrasında öğrenciye geri dönüş yapmak.

Kampüslerdeki yapıların ve derslik sayılarının arttırılması mümkün mü? Güney ve Kuzey Kampüs’te kullanılabilecek alan kalmadı. Kilyos’un etkili kullanılamamasının da temel sebebi imar izinleri. Rektörümüz ise diplomatik yollarla bu sorunu aşmaya çalışıyor. Bazı bölümlerin Kilyos’a taşınması planlandığı iddiaları var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Kilyos’a bölüm taşımak düşünülemez. Boğaziçi gücünü “multidisipliner” yapısından alıyor. Bu yapı bozulmamalı. Bazı araştırma enstitülerinin taşınması düşünebilir ama bu bile sakıncalı olabilir. Shuttle sorununun çözülmesi için neler yapılabilir? Sorunun çözümü için araç sayısı arttırıldı. Kuzey Kapı - Güney Meydan arasında ring opsiyonu üzerinde duruluyor. Bu sayede sefer sayısı da artacak. YADYOK’ta yaşanan sıkıntıların önüne nasıl geçilebilir? YADYOK’ta kadro artışı istiyoruz fakat bu kadro arttırılmıyor. Bu nedenle iki sene eğitim vermemiz de imkansız. Yoksa bizim de isteğimiz iki yıl eğitim verilmesi. YADYOK’un tamamen Kilyos’a taşınarak Kilyos’un dil köyü haline getirilmesi düşünülebilir ama gerçekleşme olasılığı düşük.

Türkiye’de reformun en sık uygulandığı alan belki de eğitim. Yalnızca liselere ve üniversitelere yerleşmeden önce girdiğimiz sınavlar üzerinde yapılan değişikliklerin bile çetelesini tutmak zor. Yıllardır sistemin bir yerini yamayayım derken öteki yanını yırta yırta güven duygumuzu bütünüyle sarsmış olan ÖSYM’yi bir yana bırakırsak; YÖK, 30 yıldır eğitime dair eleştirilerin merkezinde. Öyle ki, kurulduğu günden bu yana üzerinde 50’den fazla reform yapılmasına rağmen her yıl kuruluşunun yıl dönümünde protestolarla anılmaktan kurtulamadı. YÖK’ten öncesi, hakkında pek az şey bildiğimiz bir dönem bizim nesil için. Gerçekten hasretini çektiğimiz anlamıyla var olsaydı üniversiteler, kökleşebilselerdi; YÖK dayatılabilir, üstelik varlığını 30 yıl boyunca sürdürebilir miydi? Ben cevaplayamıyorum mesela. 1980’lerin baskıcı tutumu ve dönemin siyasi koşulları elbette göz ardı edilemez ama o günlerde akademisyenlerin, özellikle rektörlerin ciddi bir kesiminin YÖK yasasına alkış tuttuğunu görüyoruz. Devrin önde gelen üniversitelerinin üst düzey öğretim görevlileri arasında YÖK’ün üniversitelerde huzur ortamı yaratacağını, eşitliği sağlayacağını, üniversitelere işlerlik kazandıracağını, bilimselliğin ve kalitenin artacağını, hatta özerkliğe hiçbir zarar vermeyeceğini iddia edenler olmuş. Böyle yazmış gazeteler o günlerde. İnanmakta zorlanıyorum. YÖK’ten sonrası ise şimdilik sadece bir hayal. Devletin elini hayatının her köşesinde hissetmeye alışmış, demokratik ve özgürlükçü kurumlara pek aşina olmayan yaşıtlarımız arasında zaman zaman “Tamam YÖK kaldırılsın diyoruz da, yerine ne koyulsun?” diye sorabilecek kadar kaybolanlar olsa da, meselenin özüne biraz yaklaşabilen herkes bir noktada uzlaşıyor: YÖK, reformlarla yaşatılması kabul edilebilir bir kurum değil. Bunca yıldır süregelen “YÖK kaldırılsın!” söylemi ve altındaki haklı nedenler açıkça ortada. Peki ne çıktı yasadan? AKP’nin –ya da Türkiye’de iktidara gelmesi muhtemel herhangi bir partinin- kendi eliyle, bile isteye üniversiteler üzerindeki gücünden vazgeçmesini ummak fazla iyimser bir tavırdı ancak bu kadarını sanıyorum pek azımız tahmin edebilmişti. Her yıl “özgür, eşit, bilimsel eğitim” sloganlarıyla yollara dökülen binlerce öğrenciye verdikleri cevap daha fazla siyasi irade, daha fazla ticarileşme, piyasalaşma oldu. Onca sayfanın arasına yüze gülen tek bir değişiklik koymamayı başardılar. Yeni adet böyle sanırım artık. Şikayet mi var? Değiştir adını, daha da beter et, boyayıver azıcık, at önlerine. Ne yapmalı, susalım mı?


16 mekan

KADIKÖY AYLA SERİN ayla.serin@boun.edu.tr REZAN İBİŞHÜKÇÜ rezan.ibishukcu@boun.edu.tr

ALİ USTA Moda’da dondurma denince ilk akla gelen yer, şüphesiz Moda caddesinde 30 yıldan fazladır hizmet veren Ali Usta’dır. Her daim dolu oluşu ve özellikle yaz aylarında önünde oluşan kuyruklar da bu tatlı dondurmacının ününe işaret. Dondurmayı gerçek meyveler kullanarak yapmasıyla, her gün 40’a yakın dondurma çeşidini tezgahında bulundurmasıyla bu ünü hak ediyor. Hepsi birbirinden güzel olan, bir topu 2,5 TL’ye sunulan ve sayıları 70’e kadar çıkan çeşitleri arasında özellikle Türk kahveli, bademli, naneli ve sadece Ali Usta’ya özgü Santa Maria’yı denemelisiniz. Elinizde dondurmanız Moda sahilinde iskeleye doğru kısa bir yürüyüş de keyifli olacaktır. VİKTOR LEVİ Üzüm toptancısı Viktor Levi’nin 1914’te açtığı ve şaraplarının kalitesiyle pek çok övgü topladığı Kadife Sokak paralelindeki şarap evi, Kadıköy’ün en nezih mekanlarından biri. Beyaz bir köşkte hizmet veren şarap evinin, tarihi ve rahat ambiyansına ek olarak geniş bahçesi de oldukça rağbet görüyor. Kavaklıdere tarafından üretilen şarapları içinden No:59 ve vişne şarabını yanında eşlik etmesi için alınacak ithal veya yerli peynir tabağıyla mutlaka denemelisiniz. Kişi başı ortalama 40 TL’ye bu keyfi sağlayan mekan, arkadaşlarınızla birlikte yemeğe gittiğinizde mezeleri ve yemeklerinin de şarapları kadar kaliteli oluşuyla sizi memnun edecek. Ana yemekleri 20-35 TL arasında değişen mekanın özellikle Viktor Levi spesiyal, 3 peynirli steak ve bianca etlisi damağınızda güzel bir tat bırakacak. ÇİYA Adından sadece ülke sınırlarında değil dünyaca bilinen The New Yorker, Financial Times ve The New York Times gibi yayınlarda da övgüyle bahsedilen, ev yemekleri ve kebap yapan, balıkçılar çarşısının ilerisinde yer alan bir mekan. Anadolu mutfağının unutulan tariflerini araştıran sahipleri sayesinde 100’e yakın kebap çeşidi barındıran geniş bir menüye sahip. Lahm-i kiraz, ayvalı taraklı, şiveydiz yemekleri ve domates, patlıcan tatlıları muhtemelen ilk kez burada deniyor olacağınız tatlardan sadece birkaçı. Vejetaryen lahmacun ve kebap seçimi de mevcut. Klasiklerinden Hatay usulü tahinli kabak tatlısını da es geçmeyin. Fiyatları 10-30 TL arası değişen birbirinden lezzetli çorbaları, etli ve etsiz yemekleri, kebapları ve tatlılarıyla; farklı tatlar denemek isteyenlere kesinlikle önerilir.

ALKIM KİTABEVİ İyi bir okuyucu için gittiği yerlerde kitapçılara uğramak olmazsa olmazlardandır. Kadıköy bu bakımdan zenginliğiyle kitapseverlerin ilgisini çeker. Damga Sokak’taki İNG bankasının hemen yanında bulunan Alkım Kitabevi ise gerek kitapların güncelliği ve çeşitliliği, gerekse yazarlara göre ayrı raf düzenleri ile okuyucular için kitapların bulunmasını çok kolay ve zevkli bir hale getiriyor. Bir kitap bakmak için girerken, saatlerce burada vakit geçirip başka kitapları da sepetinize eklediğinizi fark ediyorsunuz. Ayrıca içinde Kahve Dünyası olması Alkım Kitabevini diğer yerlerden ayırıyor, kitabınızı alıp orada okuyabilme imkanı sunuyor. En üst katta Cafe Victor Hugo bulunuyor. Burada etrafınıza baktığınızda Türk, yabancı şair ve yazarların sözlerini, mısralarını görüyorsunuz. Manzarası da burayı çekici yapan özelliklerden. OLD ENGLISH PUB Bağdat Caddesi’nin kalbinde denilebilecek bir konumda, Şaşkınbakkal’da, olan Old English Pub 1.katta olması sebebiyle caddeye oldukça hakim. Bu sayede cam kenarında oturanlar cadde manzarası eşliğinde keyifli vakit geçirebilir. İsminde geçen PUB içeriğini tam karşılamıyor ancak mekana İngiliz konsepti hakim. Özellikle gün içerisinde soğuk bir şeyler içmek isteyenler ve hafif yemeklerden hoşlananlar için güzel bir seçim olacaktır. Özellikle ana yemek olarak Chicken London ve ızgara somon salata, tatlı olarak da fondüsü tavsiye edilen Old English Pub’da yemek fiyatları 12.5 TL’den başlıyor. Ayrıca Boğaziçi öğrencilerine özel indirim yapmaları ve fiyat olarak caddenin diğer mekanlarına kıyasla uygun olması, buranın artılarından. Tüm koşuşturmacaya ve karmaşaya aldırmadan bunlara sadece tanık olabileceğiniz ve bu esnada lezzetli yemekler ile kokteyllerin tadını çıkarabileceğiniz şık bir yer için Old English Pub’ı tercih edebilirsiniz. BAHARİYE Birkaç yıl önce trafiğe kapatılan Bahariye şu sıralar Anadolu Yakasında oturanlar tarafından Kadıköy’ün Beyoğlu‘su şeklinde anılıyor. Boğa heykelinin yukarısında kalan cadde, birçok sanat aktivitesini de içinde barındırıyor. Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve Kadıköy’deki iki kiliseden biri olan Ermeni Katolik Kilisesi de burada bulunuyor. Sahaflar Çarşısı da gidilmesi gereken yerlerden. Sinemaları bakımından da oldukça zengin olan Bahariye gerçekten de İstiklal Caddesinin kısa versiyonu gibi. Uygun fiyatları ve çeşitli mağazalarıyla alışveriş için de çoğu kişi tarafından tercih ediliyor. Hafta sonları gündüz vakitlerindeki kalabalık insanı sıkabilir ancak Bahariye diğer zamanlarda Kadıköy’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.

Kadıköy’de keyifli bir gün geçirmek için alternatif mekan önerileri

Bahariye

Old English Pub


gurbet* *

17

Exchange yazı dizisi

Paris İzlenimleri Erasmus’la Fransa’ya giderseniz sizi neler bekliyor? Geçen seneki deneyimlerini bizimle paylaşması için Hilal’e birkaç soru sorduk. 1 - Kendinizi tanıtır mısınız? Merhaba, Ben Hilal Öztaş. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 4. sınıf öğrencisiyim. Erasmus dönemini Fransa’nın Paris şehrindeki Institute des Etudes Politiques de Paris (SciencesPo)’de geçirdim. 2 - Fransa’ya gitmeden önce şehre ve okula dair beklentileriniz nelerdi? Benim Paris’i seçmemin sebebi bir başkent ve Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biri olmasıydı. İstanbul’da doğup büyüdüm, bu yüzden küçük bir şehre gidersem adapte olamam gibi bir endişem vardı. Tercihlerimi yaparken de buna dikkat ettim. Gittiğim okul hem Paris gibi Avrupa’nın merkezinde bir şehirdeydi hem de kendi alanım olan siyaset bilimi üzerine yoğunlaşmıştı. Yani Paris’ten beklentim, alıştığım büyük şehir hayatı; okuldan beklentim ise tek bir alan üzerine yoğunlaştığı için bana o alanda sunacağı ders çeşitliliği idi. 3 - Fransa ve Fransızlara karşı bir ön yargınız var mıydı? Varsa gittikten sonra bunlar değişti mi? Sanırım çok fazla ön yargım yoktu. Genel olarak herkesin bahsettiği şeylerden haberdardım. Fransızların İngilizce bildikleri halde konuşmadığı konusunda çok hikaye dinlemiştim. Ama bunların efsane olabileceği ve insanların abartmış olabileceği ihtimaline güveniyordum. Gittikten sonra çok da haksız olmadıklarını gördüm. Ancak şöyle bir ayrım yapmak gerekiyor. Fransa’nın diğer şehirleri bir yana Paris bir yana. Güney Fransa’da insanlar inanılmaz sıcak ve yardımsever. Ama Paris bunun tam tersi bir profile sahip. Parislilerin yardımseverlik konusunda büyük sıkıntıları var. Eğer onlarla konuşmak istiyorsanız onların dilini bilmeniz gerekiyor. Ancak şunu da itiraf etmek gerek Parisliler de çok haksız sayılmaz. Şehirdeki turist sayısı hiçbir şehirle kıyaslanamayacak kadar yüksek. Etrafta sürekli yüksek sesle bilmedikleri bir dilde konuşup, durmadan yol tarifi isteyen yüzlerce kişi var. Bu bir noktada bıkkınlık getirmiş olabilir. Ama hep mi böylelerdi yoksa dünyanın en çok turist çeken şehrinde yaşaya yaşaya mı bu noktaya geldiler,

onu bilemiyorum. 4 - Şehre ve okula alışma sürecinde en çok hangi konuda zorlandınız? En çok ilk ayımda zorlandım. Şehri tanımaya çalışıyordum ama hava çok soğuktu ve buna çok imkân vermiyordu. Henüz bir çevrem yoktu ve Paris halkı da hayatı çok kolaylaştırmıyordu. Beni en çok zorlayan şeyin ben alışmaya çalışırken tüm faktörlerin bunu engellemesiydi diyebilirim. 5 - Üniversiteleri eğitimleri ve sosyal ortamları açısından karşılaştırabilir misiniz? Eğitim açısından karşılaştırdığımda temel fark Boğaziçi’nin Amerikan tarzı bir sistemi varken SciencesPo’nun Fransız-Amerikan karışımı olması. Derslerde sunumlar çok önemli bir yer tutuyor. Okul öğrencilerine ‘topluluk önünde sunum yapma becerisi’ kazandırmayı amaç edinmiş. Dönem çok daha kısa sürüyor. Bu yüzden de bizimkine kıyasla çok daha yoğunlaştırılmış bir programı var. Sosyal ortam açısından karşılaştırdığımda ise gittiğim okulun siyaset okulu olmasının gerektirdiği farklılıklar olduğunu söyleyebilirim. Oradaki sosyal ortam, öğrenci birlikleri ve bunlar arasındaki siyasi mücadeleden ibaret. Öğrenci birlikleri okul seçimlerinde yarışıyor. Tabii ki müzik, spor, sinema gibi etkinlikler de mevcut ama ben Boğaziçi’nin bu açıdan çok daha fazla seçenek sunabildiğini düşünüyorum. Öğrenciler, Boğaziçi’nde daha çok yönlü ve bu da sosyal hayatın daha canlı olmasını beraberinde getiriyor. 6 - Derslerde veya günlük hayatta yabancı dil sıkıntısı yaşadınız mı? Derslerde yabancı dil konusunda okulda sıkıntı yaşamadım çünkü İngilizce dersler seçmiştim. Okulun 1/3’ü Exchange öğrencisi olduğu için okul bu açıdan yardımcı oluyordu. Ama günlük hayatımda her an bu sıkıntıyı yaşadım diyebilirim. Özellikle ilk bir ay pek çok zaman işaret diline başvurdum. Fakat zamanla günlük hayatta iletişim kurmamı sağlayacak şeyleri öğrendim. 7 - Karşı kültürde en sevdiğiniz ve en ilginç bulduğunuz şeyler nelerdir? Çok sevdiğim bir yön yok sanırım.

Ama en ilginç bulduğum yön, estetik konusundaki “aşırı” diyebileceğim hassasiyetleri. Hem kadınlar hem de erkekler görünüşlerine son derece önem veriyorlar. Sokakta gördüğünüz pek çok insan çok şık. Eşofmanla gezen, paspal insanlar görmek çok zor. Bunun yanında herkes formda. Öyle ki bu duruma kısa zamanda ben bile alıştım ve kilolu insanlar gördüğümde şaşırıyordum. Çünkü genelde insanlar çok zayıftı. Metroda makyaj yapan kadınları da ilk defa Paris’te gördüm. Kozmetik ve moda, Paris için vazgeçilmez. İlginç bulduğum bir başka özellik ise sigarayla olan ilişkileri. Paris’te neredeyse herkes sigara içiyor. Sigara deyim yerindeyse ekmek gibi su gibi. Ama bu söylediğim şeyler Fransa kültüründen çok Paris kültürü, bunu da hesaba katmak lazım. 8 - Arkadaş çevreniz daha çok “exchange” öğrencilerden mi yoksa yerel öğrencilerden mi oluşuyordu?

Genelde exchange öğrencilerle birlikteydim. Fransızcam çok iyi olmadığı için yalnızca İngilizce bilen öğrencilerle iletişim kurabiliyordum. Ayrıca okulun politikası gereği 3. Sınıflar exchange programına gidiyor, onların yerine de yabancı öğrenciler geliyordu. Bu yüzden okuldaki yerel öğrenciler 1 ya da 2. sınıftı ve ortak ders sayımız oldukça azdı. Bu sebeplerle yerel öğrencilerle çok kaynaşma fırsatım olmadı. 9 - Bir cumartesi akşamını gittiğiniz şehirde nasıl geçiriyordunuz? Genelde arkadaşlarımla dışarı çıkıyorduk. Ama hava durumuna bağlı olarak dışarıda veya kapalı mekânda takılıyorduk. Paris, kafe ve bar konusunda oldukça fazla seçenek sunabiliyor. Ama fiyatlar çok uygun sayılmaz. Bu yüzden eğer hava güzelse marketten alışveriş yapıp nehir ya da kanal kenarlarında vakit geçirmek daha cazip olabiliyordu.


18 sosyal

140 Karakterde Kısa Paslaşmalar

SERAP ÇELİK

serap.celik@buik.net Yazımı uzaktan görenler Yılmaz Özdil’e özendiğimi düşünebilir ama kesinlikle değil. Doğrusunu söylemek gerekirse çılgın bir Twitter fanıyım. *** Bu yüzden Twitter’la ilgili yazımı “tivit”(asla tweet demem) atar gibi en fazla 140 karakterlik parçalar halinde yazmak istedim. *** He güzelim he çok iyi düşünmüşsün diye alay edenleri duyar gibiyim. Sizin canınız sağ olsun. *** YASAL OLMAYAN UYARI: Lütfen Twitter hakkındaki önyargılarınızı bir kenara bırakın ve öyle okuyun yazıyı. *** Tivit nedir? Neden atılır? şeklinde bir yazı değil tabii ki bu. Sadece Twitter’da görmezden gelemeyeceğim kadar çoklukta olan bir grup insana *** dikkat çekmek istiyorum. Öncelikle sevgilisinden yeni ayrılmış kız lafım sana: Oldukça duygusal anlar yaşıyorsun farkındayız. *** Acın, acımız o da tamam. Ama sen oraya dinlediğin Demet Akalın şarkılarından gaza gelerek laf sokmalı tivit atınca o kişi senin yazdığını *** %83 ihtimalle görmüyor ve olan bize oluyor. Ayıp olmasın diye unfollowlayamadığımız arkadaş kategorisindensin diye niye bu kadar fütursuzca *** tivit atıyorsun güzel kız? Bu şekilde tivit atarak eski sevgilisiyle yeniden devam edenlerin oranının %3.7 olduğunu mu söyleyelim illa sana?

*** Bunu mu istiyorsun bilmiyorum ama artık lütfen vazgeç ve en azından bir süre Twitter hayatına sadece “günaydııın :)” veya *** “off canım çok sıkılıyooo” yazarak devam etmeyi dene. Bu seni oldukça rahatlatacaktır. (RAHATLATMADI) *** Gelelim fanatik erkeklerimize. Biliyor musun sevgili amigo sen Twitter’a gelmeden önce Facebook’tan takımınla ilgili yorum yaparken *** biraz daha çekilebilirdin. En azından tek paylaşımla bütün içindekileri dökebiliyor, bizi çok yormuyordun. Şimdi bu 140 karakterlik alana *** içindeki coşkun denizleri aktarırken ne kadar zorlandığını biz de görüyoruz. Mesela takımının maçı varmış ve yenilmişsiniz, üzgünsün. *** Ama neden 8 tivit üst üste teknik direktörünüze veya isabetli şutu olmamasına rağmen oyundan çıkarılmayan futbolcunuza küfür ediyorsun acaba? *** Gerçekten bir çeşit rahatlama yöntemiyse eğer küfür etmek ve sen annen baban yüzünden evinde bağıramıyorsan, niye bir Word dosyası açıp *** oraya içinden geçenleri yazmayı hiç aklından geçirmiyorsun? Sonra bunları kaydeder sıkıldıkça okursun. Bence denemeye değer. *** Gönül isterdi ki” Selinsu’yla bilmem ne keyfii ;))” yazanlara da verip veriştireyim ama bana ayrılan kısmın sonuna geldim maalesef. *** Hatta hazır yazının sonuna gelmişken de izninizle kendime “Serapolis Chelikilos the best Greek columnist ever” demek istiyorum. *** Kendi kendine ayar veren tek köşe yazarı da olabilirim bu arada. *** AEO

Fazıl Say

Bir Sosyal Medya Sanığı Fazıl Say’ın Twitter üzerinden yaptığı paylaşımlar nedeniyle açılan dava; sosyal medyanın günlük hayatımızdaki etkilerinin gün geçtikçe artmasıyla, sosyal medyada özgürlük ve sansür tartışmalarının daha da alevleneceğinin bir habercisi. OĞUZ KAAN ÇAĞATAY KILINÇ oguz.kilinc@boun.edu.tr Fazıl Say’ın Twitter üzerinden yaptığı paylaşımlar nedeniyle “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 9 aydan 1,5 yıla kadar hapis istemiyle hakkında dava açıldı. Bir anda sadece sosyal medyanın değil Türkiye’nin de gündemine oturan dava yurtdışında da büyük yankı uyandırdı. “Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cennet-i âla meyhane midir? Her müminine iki huri vereceğim diyorsun, cennet-i âla kerhane midir?” ve “Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu. Prestissimmo con fuco!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?” ifadeleri başta olmak üzere attığı birkaç tweet nedeniyle Fazıl Say’ı dava eden Yüksek İnşaat Mühendisi Ali Emre Bukağılı’nın iddiaları şu şekilde; “Sanık Twitter’da çok fazla olarak dini değerlere sövgü ve hakaretlerde bulunmuştur. Kendisinin ilgili platformda 30 bin takipçisi var, herkes yazdıklarına ulaşabiliyor. Bu davranışları alışkanlık haline getirdi, bunları kasıtlı mı yapıyor bilmiyorum. Oysaki sanık, sözlerinin toplumsal kamplaşmaya neden olacağını bilebilecek, eğitimli bir kişi.” Ali Emre Bukağılı’nın açtığı bu davaya tepkili olup sanatçıya destek verenler, Fazıl

Say’ın da düşüncelerini herkes gibi özgür bir biçimde ifade edebileceğini savunuyor. Bu kesim sansürün her türlüsüne tepkili, çünkü onlar için sansür bir çözümden ziyade bir çözümsüzlük. Ayrıca aynı kesim, dünya çapında tanınan Fazıl Say gibi değerli bir sanatçının başarılarının bu tür bir dava ile gölgelenmesinin doğru olmadığını düşünüyor. İslamiyet’in aşağılanmasından hoşnut olmadıkları için sanatçıya tepki gösterenler ise, “Bir özgürlüğün başladığı yerde, diğer özgürlük biter.” savı ile davayı destekliyorlar. Onların düşüncesine göre, özgürlükler genel toplum huzurunun sağlanması adına belli oranda kısıtlanabilir. Aynı zamanda, “Öyleyse bu da benim ifade özgürlüğüm.” diyerek Fazıl Say’a çok ağır hakaretlerde dahi bulunanlar mevcut. Aslına bakarsanız, bu dava sosyal medyadaki ilk örnek değil. Daha önce, Adnan Oktar da sosyal medyada kendisi hakkındaki iddialara karşı çeşitli davalar açtı ve çoğunu kazandı. Geçtiğimiz eylül ayında ise, emekli işçi Ali Cemal Ağırman, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir sosyal paylaşım sitesi üzerinden hakaret ettiği öne sürülerek 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. Sonuç olarak; sosyal medyanın günlük hayatımızdaki etkilerinin artması, bu gibi davaların artacağının ve sosyal medyada özgürlük ve sansür tartışmalarının daha da alevleneceğinin de bir habercisi aslında.


sosyal

Kıvanç, Neredesin? MİRAY PALAZ miray.palaz@boun.edu.tr Takvimler 16 Ekim 2012’yi gösteriyordu. O sabah dersler, sohbetler, kısaca okul her zamanki gibiydi. Ama duvarlardaki afişlere bakmayı ihmal etmeyenler o gün yeni bir afiş fark etti: Renkli bir kâğıda basılmış, mütevazı bir duyuru, “Kıvanç Tatlıtuğ Söyleşisi”. Hem de 16 Ekim diyordu! Saat 15.00’te, ÖFB’de. ”Nasıl oldu da duymadık?” dedi şaşkın sesler. “Herhalde son anda kesinleşti. Kim organize ediyor ki?” dedi birisi, ama ne önemi vardı, “Kıvanç” geliyordu ya! Haber ışık hızıyla yayıldı. Kampüste fısıldanan tek bir isim vardı: Kıvanç. Duyulduğu yerde bomba etkisi yaratıyordu, “Kaçtaymış”lar, “Nerde”ler havada uçuşuyordu. Kalabalık olacaktı muhakkak, yer bulmak lazımdı. Boş vakti olan, dersinden feragat eden Güney Kampüs’e akın etti. ÖFB’de çoğu kız olmak üzere, onlarca kişi toplandı. Herkes tek yürekti, tek düşüncede birleşmişti: Kıvanç Tatlıtuğ. Vakit tamamdı, işte biri geliyordu! Salondan sorumlu abi değil mi o? “Neyi bekliyorsunuz burada?” diye sordu. “Kıvanç Tatlıtuğ gelecek dendi” dedi bir sürü endişeli ses. Abi güldü, “Yok öyle

bir şey” dedi. Salondan itirazlar yükseldi. “İsterseniz perdenin arkasına da bakayım” dedi abi. Üzüntülü gülüşmeler oldu. Netice belliydi. ”Kandırmışlar sizi.” Salon hayal kırıklığı içinde boşaltıldı. Katılımcılar eğlendiklerini fakat söyleşi gerçek olsa daha mutlu olacaklarını belirttiler. Şakayı hazırlayanlar ise gizli kalmayı tercih ettiler. Niyetleri belki bolca kahkahaydı, ama bilerek ya da gayrı ihtiyari, hepimize bir ayna tuttular. Kampüste sürekli çeşitli konferanslar düzenleniyor, bazı akademisyenler ağırlanıyor. Tüm bu etkinlikler erkenden duyurulmasına karşın katılımcı

bulmak kimi zaman güçleşiyor. Öte yandan medyatik bir ismi ortaya atarak, ufacık bir afiş ile yarım günde bu kadar insanı toplayabilmenin mümkün olduğuna şahit olduk. Bu durum biz Boğaziçililer adına çokça düşündürücü, belki de biraz utandırıcı oldu. Günün sonunda ise yüzlerde biraz gülümseme ve akıllarda ise soru işaretleri bıraktı.

Umumi*

Adalet ve Pencere Ah şu zalim Boğaz! göre şekillenen dünyamızKimi şiir kabileyeti atda, gözün bayramı bütün feder senin zerafetine, vücudun sefaletinden daha kimisi çay bardağında değerliydi, değil mi? Çok rakı keyfiyle efkar! pardon. Bense, açamıyorum Bir de temiz havayı ciHASAN GÖKAY AYTEKİN ğerlerime çekmek istemiyopencereleri. Bakamıgokay.aytekin@hotmail.com yorum Boğaz’ın eşsiz rum. Boğaz’ın biz İstanbul güzelliğine. Saatlerce ahalisine bahşettiği o pencerenin kenarında oturuyorum. tertemiz oksijen huzmesi ağır geliyor beDışarıda neler oluyor kim bilir? Hangi denime. Hak ettim mi acep sorgulaması pazarcı çürük domates satıyor, hangi zihnimi işgal ediyor. Acaba sadece kira öğrenci ilim öğrensin diye şahsına bedeli ödenerek boğazın güzelliği hak tahsis edilmiş sırada uyukluyor, hangi edilebilir mi diye düşünmekten kendimi simitçi çocuk gecenin bir yarısı eve para alamıyorum. Haliyle çarpıyor beni temiz götürmek için soğuğu iliklerine çekiyor, hava, başım dönüyor. Eve hapsolmuş sihangi fahişe ne idüğü belirsiz adamlara gara dumanı tam benlik! Esarete boyun namusunu satıyor? Bilmiyorum. eğmemiş, bir yol bulsa, beklemeyecek. Ancak bildiğim bir şey var. Pencereyi Çıkacak, gidecek uzak diyarlara. açamıyorum. Boğaz’ın esintisinden, Pencere! Evet, pencere! Hem benim, üşümekten korkuyorum. Neden gözlehem de sigara dumanının kurtuluş rim bayram edecek diye vücuduma ezireçetesi! yet edeceğim ki? Sizce de adaletsiz değil Tamam, sonunda cesaretimi toplami? Ha pardon. Arz-talep dengesine dım, pencereyi açacağım. Varsın buz

kessin vücudum, ama gözlerim bana lazım. Arz-talep dengesini umursadığımdan değil, sadece dışarıda olup biteni görmek istiyorum. Gözlerime o zarafet yüklü eşsiz boğaz manzarasını hediye ederken, halkımın halini de görmesini istiyorum. Çünkü hak etmesi gerek! O sahtekar pazarcıyı görsün istiyorum. Dürüstlüğün nasıl 3 kuruşa takas edildiğine şahit olsun. O tembel çocuğu görsün. İlmin nasıl 1 saatlik keyfe tercih edildiğine tanıklık etsin. O masum simitçi çocuğu da görsün. Kendisi için bütün vücudun üşümesini talep eden gözlerim, ailesi için kendisinden vazgeçmenin fiyakasını fark etsin. Ha bir de, o fahişeyi görsün. Hayatta kalmak adına, namus denilen kavramın hiçe sayıldığının şahidi olsun. Görsün, her şeyi, her pisliği görsün. Görsün ki, boğazı seyreylemenin lüks olduğunu anlasın. Ve nihayet! Büyümekte olan bir bebeğin ebeveynini yorduğu gibi, vücudumu ve bütün hücrelerimi yoran zihnim,

19

Boğaziçi

Tweet @oktemim #bogazicidedigin ABİ CONSENT YAZDIM HSS İÇİN APPROVAL KESİN DİYODUM REJECT YEDİM DÜŞÜNEBİLİYO MUSUN ADVISORA GİDİYORUM ŞİMDİ SHUTTLEDAYIM @nagehanpt #bogazicidedigin aynı anda hem etiler hem bebek hem rumelihisarüstünde olabilmektir :) @nzmsnsr Shuttle’lar iyice koy minibuslerine dondu, yok doldu almam, yok dolmadan kalkmam. Oyun mu oynuyoruz? @travellerturtle #bogazicindemidterm studydide can vermektir, otur otur tepsi popo olmaktır, phonetic kusmaktır kısacası #bogazicindemidterm pişmanlıktır @Sinemicten #bogazicindemidterm böyleyse ben finallerde yoğum arkadaşlar @kayihannedim Sene olmuş 2012, lise altıyı okuyorum ve ödev yapmadım diye dersten atıldım. With 10 others... @alpereneken1 Cay iyi ki var, mantolamaya benziyor. Sicakta hararetini aliyor, sogukta ise isitiyor. Bizi takip edin: @DinamikGazete

Boğaziçililerin, #bogazicindegordum hashtag’i ile atacağı tweet’lerden; 30 Kasım saat 23.59’a kadar en çok RT alan ilk 3 arasından seçilecek tweet’e sürpriz bir hediyemiz var! kollarıma pencerenin kulpunu çevirme emrini verdi. Gördüm, hepsini gördüm. Sahtekar pazarcıyı, tembel öğrenciyi, simitçi çocuğu, namussuz fahişeyi… Hepsini bir bir gördüm. Artık gözlerim boğazın eşsiz zarafetini hak etmişti. Kafamı sağa, boğaza doğru çevirebilirdim. Ama bir saniye! Bir yanlışlık var. Hani o methedilen boğaz? Her yer karanlık… Hiçbir şey göremiyorum, kör oldum. En bencil gibi görünen gözlerim bile, nihayet arz-talep dengesinin hışmına uğradı: Adaletsizlik! Ah pencere yaktın beni. Hem gözlerim terk eyledi beni, hem de vücudum buz tuttu. Sigaramın dumanını da kaybettim. Hay arz-talep dengesinin de, boğazın da, pencerenin de üzerine köpekler işesin! Ben bencil gözlerimi, sıcak odamı ve sigara dumanımı geri istiyorum. Ve haykırıyorum: Adalet! Ekim,2012 *Köşemizde sizin yazılarınıza yer veriyoruz.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.