Bu Ülke Gazetesi Sayı:2

Page 16

Orhan Erdoğan “…Sen onlara bu kıssayı (tarihsel olayı) anlat, belki üzerinde düşünürler.”(Araf 176) arih deyince aklımıza hep geçmiş gelir, oysa bizim tarihi okumamızın sebeplerinden biri, belki de en önemlisi bugünü anlamak ve geleceğimizi kurgulamaktır. Bugünü anlamanın ve geleceği kurgulamanın yolu ise tarihi anlamaktan geçmektedir. Kuran-ı Kerim’de bu kadar tarihi olayın (hikayenin değil) anlatılmasının hikmetlerinden biri de budur belki. Naima’nın tarih tanımı bu açıdan açıklayıcıdır. Naima diyor ki: “Tarih, faydası herkese şamil olan bir ilimdir. Ulemanın zekasını artırır, akıllı kimseleri uyararak basiret gözlerini açar. Avamı eski haberlere, havası da gizli sırlara vakıf eder. Bu hudutsuz denizin derinliklerine vakıf olan kimseler her türlü hakikatleri ve devirlerin değişmesi ile değişen hususların esrarını öğrenirler. Böylece eski milletlerde ne gibi değişiklikler olduğunu, bunların hangi sebeplerle parçalanıp mahvolduklarını öğrenirler. Bu suretle de vukuatı mukayese ve tahlil ederek, mücerret sözlere kani olmayıp, muğalata ve hurafelerin zebunu olmaz. Gaibi şahitten kıyas ve olmayanı mevcuttan iktibas ederek pek çok tecrübe ve uzun alıştırmalarla bir işin başlangıcından sonunun ne olacağını idrak ederler.” Geleceğimize dair planlarımız, politikalarımız, düşüncelerimiz varsa; en geniş mânâsı ile dinimiz varsa işte o zaman, içinde yaşadığımız dünyayı iyi tanımaya, anlamaya ve tahlil etmeye ihtiyacımız var demektir. Bugünü anlamak için de tarih gerekecektir. Tarih bilinci gelişmemiş insanlar ve toplumların ise güçlü ülkelerin ve eğilimlerin dayatmacılığına maruz kalmaları ve direnme imkanı bulamamaları da söz konusudur. Aynı hikayedeki kartal gibi: Bir zamanlar, büyük bir dağda kartallar yuva yaparlarmış. Bir kartal da 4 tane yumurtası ile bu dağda yaşıyormuş. Bir gün bir deprem olmuş. Ve yumurtalardan bir tanesi dağdan yuvarlana yuvarlana, vadide yer alan bir çiftliğe kadar düşmüş. Bu çiftlik bir tavuk çiftliğiymiş. Çiftlikteki tavuklar, bu değişik ve normalden büyük yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Bir gün, küçük kartal doğmuş. Çevresinde tavukları görmüş ve kendini bir tavuk zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmışlar. Ailesini de çok seviyormuş. Bir gün çiftlikte oyun oynarlarken, yukarı baktığında bir grup kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. “Aman Allah'ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Bende onlar gibi uçmayı çok isterdim.” demiş. Tavuklar: “Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamazlar.” demişler. Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş. Hayal kurmaktan vazgeçmiş ve hayatını bir tavuk olarak yaşamaya karar vermiş. Hayatının sonu geldiğinde de bir tavuk olarak ölmüş. Kıssadan hisse: “Aslanlar tarihini yazıncaya kadar avcıların tarihini okuyacağız.” abityasaroglu@buulkegazetesi.com

T

smanlı Devleti’nde savaşa hazır olunması için spora da önem verilirdi. Bu ise 400 yıl sürecek bir rekabeti doğurmuştu: Lâhanacılar- Bamyacılar... Aralarındaki rekabet; düzenlenişi, izlenişi, taraftarları, gördüğü ilgi ve uyandırdığı heyecan bakımından günümüzün maçlarından farkı olmayan müsabakalardı… Lâhanacı-Bamyacı isminin nereden geldiğini merak edenler için kısa bir anektot: Sultan Çelebi Mehmed Amasya’dayken Suluova’da düzenlenen at yarışı ve cirit oyununda, lâhanasıyla ünlü Merzifon’dan, bamyasıyla ünlü Amasya’dan ikişer yüz süvariyi karşılaştırarak kıyasıya cirit oynatmışlar, izleyen halk yığınları da: “Ha Lâhanacılar!” ve “Ha Bamyacılar!” diye bağırmış. Bundan sonra taraflara Lâhanacı-Bamyacı denilmiştir. I.Mehmet hükümdar olunca bu rekabet saraya taşınmıştır. Lâhanacıların ve Bamyacıların taraftar grubunda padişahlar da vardı. Örnek verecek olursak; II.Mahmud’un Bamyacı taraftarı olduğu, III.Selim’ in Lâhanacı taraftarı olduğu bilinmektedir. Osmanlı Sarayında spor müsabakalarının doruk yılları; kendisi de cündi, okçu, gürzcü ve kılıç çalıcısı olan Sultan IV. Murad'ın saltanatıdır. Abdurrahman Şeref Bey, Topkapı Sarayı'nı tanıtan uzun makalelerinin birinde, sarayın Otluk Kapısı'ndan içeride, Bostancı Ocağı'na bağlı bir Bamyacılar Ocağı'nın bulunduğunu, ayrıca Cebehane Meydanı'nda da eski iki kuleden birinin Bamya Ocağı'nı, diğerinin de Lahana Ocağı'nı temsil ettiğini, eski âdetleri bilen saray emektarlarından dinlediğini yazmaktadır. Aynı yerde bugün de ayakta duran, III. Selim ve II. Mahmud'un saltanatlarında dikilmiş iki nişan taşından ilkinin tepesinde bariz biçimde bir lahana, diğerinde de bir bamya başı figürü vardır.

Gülhane bahçesindeki lahana bezemeli nişantaşı, 1790 tarihinde Sultan III. Selim’in 400 adımdan bir yumurtayı vurması anısına dikilmiştir. Târih-i Enderun'un yazarı Tayyarzâde Atâ Bey, Lahana Ocağı'na mensup bostancıların, saray bahçelerinde lahana yetiştirdiklerini yazmaktadır. Bu iki takımın kıyasıya rekabet içinde oynadığı oyunlar hangileridir diye sorulursa oyunların başında lobut ve cirit geliyordu. Son derece usta biniciler olup bu yetenek-

lerinden dolayı ‘cündi’ denen oyuncular, müsabaka türüne göre cirit veya sıkı ağaçlardan yapılma, kısa-kalın lobutları fırlatarak adeta bir ‘yakın muharebe’ sahnesi sergilerlerdi. Lobutların yatay ya da dikey fırlatılması, iki farklı oyun tekniğiydi. Salt bir yarışma oyunu olan dikey fırlatmalarda lobutlar, ulu servi ağaçlarının tepelerinden aşırılır, önceki rekorlar kırılmaya çalışılırdı. Tomak oyunu da bir takım oyunudur. Ciride benzer, ancak değnek yerine tomak denilen üstü meşin, içi keçe ve uzunluğuna kesilip kadın saçı gibi örülmüş, tutulacak yeri uzun, vurulacak ucu yassı, kamçı gibi bir spor aracıyla oynanırdı. Altmışar kişilik iki takımla oynanırdı. Eldeki tomak ile hasmın sırtına vurulmaya çalışılırdı. Saldırıları

stanbul’un Megaralılar tarafından kuruluşu efsanelere dayandığı için kuruluş tarihi tam olarak bilinemez. Ancak İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapan Konstantin’in şehri büyülterek yeniden kurduğu tarih bilinmektedir. 324 tarihinde başlayan şehri genişletme çalışmaları 330 yılında bitmiş ve şehir resmen 11 Mayıs 330 yılında açılmıştır.

atlatmak için çok seri hareket etmek gerekirdi. Tomakbaz oyuncular, son derece can yakan bu kamçıyla rakiplerinin sırtlarına vurabilirlerdi. Tomak yiyen elenirdi. Hentbola benzeyen top oyunu da yaya oynanırdı. Yüz-iki yüz oyunculu taraflar, ellerindeki küçük top güllelerini ya da ağaç topaçları rakiplerini hedef alarak fırlatırlardı. Bu oyunda kural; top yememek, topu havada yakalamaktı. Top yiyen elenirdi. Matrak oyunu, iki rakip arasında, dans eder gibi uyumlu adımlar atarak oynanırdı. Günümüzün eskrim sporuna benzer; ancak kılıç yerine sağ elde tahta bir değnek, sol elde ise kalkan yerine yuvarlak bir yastık bulunurdu. Kökeninin Avrupa’daki eski bir dans türünden geldiği sanılmaktadır. Böyle bir matrak oyunu sahnesini, 1582 yılında yapılan bir şenliği gösteren minyatürde buluyoruz. Matrak oyununun ayrı bir türünde ise, kalkan yerine iki kılıç kullanılırdı. Lâhanacılar-Bamyacıların kaldırılması tam 400 sene Osmanlı’ya hizmet eden LâhanacılarBamyacılar (cündilik) II. Mahmut’un gelişen savaş tekniği karşısında bu tür eğitimin artık yararlı olamayacağı öngörülerek 1828 yılında kaldırılmıştır. Yazımızı III.Selim’ in Lâhanacılara yazdığı şiir ile bitirelim: “Kış mevsiminde çıkar ortaya lahana, Gerçi biçimce Keykavus’un topuzuna benzer. Can verir insana, çünkü taze gül yaprağı gibidir lahana, Dizilmez yüz bin, bir ipliğe bamya gibi. Arslandır o, arabayla gezer sanki lahana Hiçbir zevk ve mutluluk olmazmış onsuz Olur mu helva söyleşileri, olmazsa eğer lahana. Layıktır, ona İlhami, ne türlü övgüler yazsa, Lahanacığım, lahanacığım, lahanacığım, lahana.”

162 yılında Sultan II.Kılıçaslan Manuel ile bir barış anlaşması imzaladıktan sonra İstanbul’a üç ay süren bir seyahat yaptı. İlk olarak bir müslüman hükümdar, İstanbul’a imparatora müsavi -eşit biri olarak- ayak basıyordu.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.