Birden Fanzin - 11.Sayı - Konu:Yalnızlık

Page 1

Mart 2020 / 11. Sayı

Konu: Yalnızlık

D ü ş k a l e m - E c e n a z D Ö N M E Z F e y y a z Ç A K I R L A R - G ü l d e n K I R A L A N L e y l a T Ü R K E R İ - L e m a n Y E Ş İ L T A Ş M u s t a f a K A S A R - Ü m i t D İ Z D A R O n u r c a n S E Z E R - Z a f e r T A Ş K I R A N


Birden Aylık Kültür Sanat Fanzini Mart 2020 E-posta:

birdenfanzin@gmail.com

İnstagram: @birdenfanzin Twitter:

@birdenfanzin Editörler Mustafa KASAR Zafer TAŞKIRAN

Yazanlar Çizenler Düşkalem Gülden KIRALAN Ecenaz DÖNMEZ Mustafa KASAR Zafer TAŞKIRAN

Feyyaz ÇAKIRLAR Leyla TÜRKERİ Leman YEŞİLTAŞ Ümit DİZDAR Onurcan SEZER

Fanz ndek bazı görseller freep k.com’dan alınmıştır. www.freep k.com


Mustafa KASAR

"Yalnızlık alıp karşına kendini, öteki kendinlerle konuşmaktır.Bakışmaktır, öteki kendinlerle; zaman da öldürmektir içlerinden sana en çok benzeyeni, benzemiyor diye. Yalnızlık, öldürmektir."

dövüşmektir. Kimi

"Ama yalnızlığın kelimeleri yoktur. O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir." ‘’Dilimi sormayın , konuşamadıklarımdandı Ve kanlı bir kitap gibi yatıyordu ağzımda …’’ Hasan Ali Toptaş

Yalnızlığımız, kaybetmeye aldırmadan bulutların arasından parmağımızın ucuyla ittiğimiz bir yağmur damlası olsaydı eğer; sessizce seçeceğimiz bir renk olsaydı, içimizin maviliklerinde rahatça taşır mıydık onu?


Mustafa KASAR Korkuyor muyuz yalnızlıktan? Yoksa yaşanmamış yalnızlıklarımızı, yaşanmış olanlardan daha mı fazla seviyoruz? Korktuk, yalnızlıktan değil mi? İstediğimiz kadar kalabalık ols ak da, terk edileceğimizden, sıkılacağımızdan, başkalarını ve kendimizi üzeceğimizden, yaşa dığımızın bir gün sona erme gerçeğinden , yalnız kalabileceğimizden korktuk. Korktuk, çünkü bir oyun değil di yalnızlık. Ya da, onu oyun gibi yaşayacak bir kalbimiz yok. Bir başkasının yalnızlığını yaşar gibi yaşasaydık yaşanılır mıydı yalnızlık? Yalnızlıkla aramızda kendimiz mi duruyoruz? Binlerce yıldan beri bütün insanlar bunun için mi korkarlar ondan? Hâlbuki aşk gibi değildir yalnızlık, bir derinlik, bir çelişki, bir aykırılık aramaz kendisine ortaya çıkmak, kendini hissettirmek için. İnsanın en derininde saklı ve dokunulmaz olandır o. Herkesin en derininde durur, hepimiz biliriz onun orada durduğunu, hepimiz biliriz onun oradan nasıl çıktığını, hepimiz biliriz onun bizi nasıl çıldırttığını ve nasıl olgunlaştırıp bizi kendimizle yüzleştirdiğini . Bunları bildiğimizi hep inkâr ederiz, yalnızlığımızı reddedip tekrar tekrar kendi mizi onunla var ederiz. Bütün duygular, başka duygularla benzeş oldukları halde, başka duygulardan bir parçayı içlerinde taşıdıkları halde yalnızlık hiçbir duyguyla benzeş değildir. Yapayalnızdır yalnızlık, gelir var olur, hiçbir başka duygunun kendisine dokunmasına, yaklaşmasına izin vermez. En sarsıcı, en saf, en katışıksız, en el değmemiş olanıdır tüm duygular içinde. Ansızın gelir bilincine saplanır insanın. Ve saplandığında, arkasında yorgun bir sızı bırakıp çıkana kadar, bir süre bütün duyguları öldürür. Yapayalnızdır yalnızlık. Ona dokunmak için soyunmak, bütün duygularının avucunun içinde parçalanmasına razı olmak gerekir. . Alıp yalnızlığı karşına konuşunca, k arşılaşmaktan en çok korktuğunu, en derinindekini görürsün. Ve yalnız olduğunda, kendini sevdiğin kadar seversin yalnızlığını.


Mustafa KASAR

Acıyla kendini inşa etmeyi öğrenirsin. Ve yalnızken çırılçıplak gezersin. Yalnızca yalnızken kendini çırılçıplak görürsün, gördüğünden korkup, yalnızlığını kendini inkâr ederek, gördüğünü severek. Ve insanın içinde yapayalnız bir yalnızlıktır

‘’yalnızlık’’.

Mustafa Kasar

Solidão* Portekizce ''Yalnızlık.'' Kayıtlara göre “Dünyanın en yalnız adamı” olarak bilinen adam, diğer kabile üyelerinin öldürülmesi sonucu yalnız kalan, Brezilya'nın Amazon Ormanları'nda yaklaşık 22 yıldır tek başına yaşayan bir yerlidir.


Düşkalem

YALNIZLIĞIN TANRI ÇASI Gece şehrin üzerine saldıran bir atmaca nın gölgesi olup çökerken, tüm sıradanlıklarıyla binalar sıra sıra dizilmiş, içlerinde yaşayan insanlara yuvalık görevlerini yerine getiriyordu. Kimi daireler gözlerini yummuş halde ışıktan yoksunken, kimileriyse pörtlek gözlü pencereleriyle ışık kirliliğine cüzi de olsa bir katkı yapıyordu. Gecenin her yerini örten bulu ttan bir hicap, kasvetli kentin karanlık annesi olup nice intiharlara ve cinayetlere gebe amalgam silueti kavrayıp kucaklamış, kundaktaki bir bebek misali sarıp sarmalamıştı. İşte, o gece, o şehirde herkes evinde iş sonrasında ekran başında kendini uyuştururken, bir kişi yalnız başına utangaç sokak lambalarının altında unutulmuş zamanların şarkılarını söyleyerek yürüyordu. Bir zamanlar Byzantion derlerdi buralara, bunu en iyi o bilirdi. Nice insanlar geldi geçti o zamanlardan günümüze, nicelerinin devasa ya ngınlarda ve depremlerde t elef olduğuna şahit old u. Binlerce isyan, katliam ve darbeye şahitlik etmiş bu kentin davetkâr ve tehlikeli sokaklarında ilk zamanlarda olduğu gibi yine o geziyordu. Bir ejderin kuyruğu kadar uzun ve bakışları kadar kızıl örgülü s açları, ayın öykünüp süt beyaz kesilmesine sebep olacak beyaz teniyle gecenin zifirinde ve cılız lambaların ışığında adının hakkını veriyordu adeta. Gecenin Hanımı derlerdi ona, hem korkar hem de saygı duyardı adını işitenler. İki bin altı yüz seksen yedi yıl öncesinde ona tapanla r bu topraklarda var etmişti onu. Zamanla namı batıya yayıldı ve oralarda da aynı şekilde korkuldu kendisinden. Adı duyulur duyulmaz tüm diller mühürlendi, tüm zihinler üç suretinin en vahşisiyle doldu: Birbirine


Düşkalem geçmiş uzun kan nehiri saçlar, parlak ve Ölüler Diyarı’nın renklerine boyalı ölümcül bakışlar, dehşet saçan köpek dişleri ve yasak cümlelerin döküldüğü mor dudaklar... En korkunç hali dahi Athena’nın lanetlediği Medusa’yı kıskandıracak güzellikteydi ancak iki bin yirmi yılında bunların pek bir önemi kalmamıştı ne yazık ki... Nasıralı bir Yahudi, Ortadoğu’nun göbeğinde arzı endam edip kendisi gibi olan birçok tanrının ismini yasaklamış, kendisine yetmiş iki milletten iman edenleri toplayıp sunaklarını yıktırmıştı. Ona ve kar deşlerine tapanlar artık yüz çevirmiş ve yeni hâkim tanrı olan İsa’ya tapmaya başlamışlardı. O ise, tarihin tozlu rafları arasında, başı ve kolları olmaksızın geçmişin bir hayaleti olarak kalakalmıştı. İki bin yıldır süren bu yalnızlık ve sürgün , trajik bir şekilde başlamış ve ironik bir şekilde bitmişti. Dört İncil’den birinin muharriri olan Aziz Lukas tarafından Bazilika Sarnıcı’ndaki Medusa’nın içerisine hapsedilmiş ve hüzünlü Gorgon’un başı da kutsal su ve Kızıldeniz’in tuzuyla mühürlenmişti. İki bin y ıl boyunca oraya gelenlere tüm çığlığıyla bağırsa da kimse onu duymamış, sanki orada kimse yokmuşçasına yaptıkları neyse ona devam etmişlerdi. Bir dolu kadının, çocuğun ve adamın tacizini görmüş, eli masum kanıyla lanetlenmiş katillerin döktüğü zavallıları n kanlarıyla kendini zar zor hayatta tutabilmişti. Sonuçta, doğum ve ölüm onun hükmü altındaydı. Büyüyle iş yapanlar ondan medet umar ve onun adına, Ay Tanrıçası’na adanmış bir sunakta lezzetli ve değerli kurbanlar vererek beslerdi onu. Asırlar boyunca işt e, yanı başındaki karanlık kuytularda işlenen cinayetlerle beslenmişti, içinden: -“Keşke şuradan mis gibi bir cinayet vuku bulsa da karnım doysa...” diye geçirdiğiyse çok olmuştu. Bir başına iki bin yıl ne demekti? Bunu hangi ölümlü kavrayabilirdi, bilmiy ordu. Buendialar eğer ki kendisinden haberdar olsaydılar kendi yalnızlıklarına olan utançlarından bir daha ağızlarını açamazlar ve susmayı yeğlerlerdi. Yalnızlık çünkü sessizlik demekti, hiçlik. Çığlıklarının bir zamanlar hükmettiği gökyüzünde hiçbir ilgil iye uğramadan kaybolması, senden kalan izlerin artık sana bir fayda vermemesi çok acıydı. Eskiden adını anmadan iş yapmayanların nankör torunları, ismini sadece dinler tarihi kitaplarında anıp, ikonasını sadece basit bir süs olarak kullanılması dokunuyordu. Karanlık bulutların şehirle sarmaştığı o geceden iki hafta önce, zoraki mezarından çıktıktan sonra bunları öğrenmişti Hekate. Her şey daha da anlamsızlaşmış, acısı ve öfkesi kat be kat artmıştı. Mühürün kırılmasıysa hiç beklemediği bir şekilde, sözde ona taptığını iddia eden bir grup ahmağın sayesinde olmuş, burada hapsolmasının suçlusu olan Aziz Lukas’ın başarısızlığı bir nebze de olsa hiddetini dindirmişti. Simsiyah giysiler giyip, ürkütücü makyajlarıyla kendisinin büyücü -cadı olduğuna inanan aptalların Medusa’nın alnına kırmızı ve yoğun bir sıvıyla çizdikleri ters bir septagram ve ardından ummadıkları bir dehşeti uyandıracak olan eskinin büyülü sözcükleri mahpusunun sona ermesine yetmişti. Yine yalnızdı ancak iyi haber: özgürdü. Oradaki zavallıların boy nuna sivri ve ölümcül dişlerini geçirip tüm yaşamlarını içine çekti. Damarlarında uzun zamandan beri böyle bir ateş yükselmemişti. Kızların kanlarını emerken tekrarladıkları tek bir kelime beslendiği yemeği n tadına lezzet ve ona güç katıyordu, kendi adıydı bu. Tüm yaşamlarını içlerine çekip artık tek bir hayat ışığı kalmayınca değersiz etten kabukları olduğu yerde bıraktı. Üşüyen zayıf ve çelimsiz bedenini örtmek için de kızlardan birinin giysilerini çaldı. Gecenin Hanımı tekrardan özgürdü, yalnızlığı kabul lenip onu kucaklamıştı artık. Sesini kimse duymuyordu ve onu unutmuş tu belki çoğu ama o yine de intikamını alacaktı. Sekiz yüz yıl boyunca dinlendiği Arap nağmelerinin, ondan öncesinde de zır zır susmak bilmeyen ve düşüşünün sebebi olan çan seslerinin inti kamını alacaktı. Bir zamanlar yürüdüğü sokaklardaydı yine, kendi zamanının şarkıları dudağından dünyaya yayılıyordu.


Düşkalem Gizemli ve etkileyici şarkıyı duyanlar birer birer sokağa dökülüp peşine takılmaya başlamıştı. Camdan kafasını çıkarıp onu gören kadın, erkek ve çocuk fark etmeksizin artık onu izliyorlardı. Kol kola girmiş sevgililer, arkadaşlarıyla akşam vakti saklambaç oynayan çocuklar, çocuğunu uyutmaya çalışan anneler ve elinde kumandayla şekerlemesinden yeni kalkmış babalar... Herkes bir tek onun için yürüyordu, her geçen dakika kalabalık artıyor ve nereye gittiklerini bilmeden seyahate devam ediyorlardı. Önce Aksaray’dan geçtiler. Vatan’ı ve Laleli’yi geride bırakarak Beyazıt’a vardılar. Çok süre geçmeden Gecenin Hanımı ve büyüsüne kapılan kö leleri Ayasofya’nın önündeydiler. Binlerce insan boş ve ifadesiz gözlerle sadece kulaklarına çalınan güzide şarkıyı dinliyor ve sesin kaynağını izliyordu . Hekate, tüm güzelliğini meydan okurcasına tüm insanlığa haykırırken, birden en vahşi suretiyle tiz ve yarasaları dahi korkutan çığlığıyla bağırdı. Çığlık öylesine güçlüydü ki, ta Edirne’den duyuldu. Duyan herkesin yaptığı işi bırakıp, kulaklarını kapaması bir oldu. Ayasofya Müzesi’nin girişini koruyan güvenlikler ve polisler, kulaklarından oluk gibi kan akarak oldukları yere yığıldılar, canlarını oracık ta teslim ettiler. İsevilik ve Müslümanlığın harmanlandığı bu mabede önde sahibe arkada köleleri olduğu halde girdiler. Tanrıça, ince işçilikle yapılmış olan mihrabın önüne gelene kadar ilerledi ve naif har eketlerle duraksadı. Adımları durduğunda söylediği şarkı da sustu ve gecenin tekinsizliğinde kayboldu. Oraya nasıl ve neden geldiğini hatırlamayan insanlar şaşkınca etraflarına bakındılar. Tüm kayıtsızlığı ve çekiciliğiyle önlerinde duran kırmızı saçlı ka dın, yüzünü onlara döndü ve bir ninni kadar hafif, bir kaya kadar da sert sesiyle konuşmaya başladı: -“Neredeyse iki bin beş yüz yıldır kırık bir heykel başının içinde mahsur kalmıştım ama artık özgürüm. Bunca yıldır açlık çektim, esareti tattım ancak her şeyden önce hatırladığım tek bir duygu var: - ‘’Yalnızlık... ‘’ Bir başıma, kimse adımı anmadan, benden yardım istemeden geçti gitti bu süre. Bir zamanlar bana tapanlar gibiydim. Yardıma muhtaçtım, gücümü kullanamıyordum ve gelip birisinin bana yardım etmesini umuyordum. Siz nankörlerden, bir kısmı sözde onları kutsamam için oraya geldiler ve mührü kırdılar. Artık yeniden ait olduğum yerdeyim ve intikamımı almadan da buradan gitmek yok!” Dediklerine anlam veremeyen şaşkın güruh, kadının deli olduğunu düşünd ü ve bağıra çağıra küfürler ederek oradan uzaklaşmaya yeltendiler. Tam da o sırada, müze den dışarıya açılan bütün kapılar gürültüyle kapandı. Deli kadının yüzü, git gide korkunçlaştı ve bir canavara dönüştü. Öfkeli çığlıklar atarak büyülü kelimeler söyledi ve buradan kaçmaya çalışanların her biri ansızın katliama başladı. Bebeklerinin kafasını hırsla ezen anneler, birbirlerini nefretle gırtlaklayan sevgililer ve çocuklarını öldüresiye döven babalarla doluştu Ayasofya’nın içi. Ne kadar insan varsa birbirini öldürmeye ant içmiş gibi cebelleşiyor ve birini öldürmeye başaran kişiler, diğer ine doğru yöneliyordu. Hekate, derinden ve haz dolu bir kahkaha patlattı, tüm zemini kaplayanla kızıl kanla yıkanıp tazelendi ve beslendi. Kendisi için litrelerce kan döken bu zavallıların yanında yalnızlığı unutmuştu anlık ancak hepsini tekrardan kaybediyordu. Gerçi hoş, kendi yaptığı büyüyle ona tapanlar yalnızlığı ne kadar silebilirdi ki hafızasından? Bütün gece boyunca Ayasofya’dan gelen çığlıklar kesilmedi. Kapıları koçbaşıyla açmaya çalışan polis ve askerler her denemede başarısız oldular.


Düşkalem Günün ilk ışıkları, İstanbul’un üzerine parla dığında tüm sesler kesilmiş, sessizlik havaya bir sarkaç gibi asılı kalmıştı. Gün doğuşuyla açılan kapılar vahşeti tüm çıplaklığıyla göz ler önüne sermiş, içeri girenler in kimisi şaşkınlıktan olduğu yere yığılırken kimisi de mezbahadan farksız manzaraya dayanamayıp kusmaya gitmişlerdi. Gördükleri şeyse; neredeyse kubbeye değen kurumuş kan ve iç organlarıyla bezeli binlerce cesedin oluşturduğu üç yüzlü bir kadının ürkütücü heykeliydi... SON

Düşkalem


Feyyaz ÇAKIRLAR

Çağrılmayan Düşükgöz Her zamanki yerin de, gözleri yarı açık, kulakları te tikte uzanmış yatıyordu. Evin gürültüyle açılan, açıldığından daha da gürültüyle kapanan demir den kapısı, bahçenin paslı ve yağsız sürgülü kapısı, av malzemelerinin bulunduğu atölyenin asma kilitinin açılışı ve arabanın hiç bir zama n tek seferde basmayan marşı... Ava çıkılacağının muhtemel işaretleri olan bu seslerin her birine, eşit mesafede yatıyor ve derin gündüz uykularına dalmamak için kendini zorluyordu . Çünkü he r an, bir hareketlilik olabilirdi. Ağır bir uykuya dalmış olsa bile, zar zor duyduğu seslerden herhangi biri sine uyanıp, sersem sepet yerinden fırlar, sendeleyerek sesin geldiği yere doğru hareketlenir ve izlerdi. Patron, nihayetinde, arabanın arkasında ta kılı olan kutunun kapısını açıp, içine girmesini işaret edebilirdi . Ancak iki av dönemi geçmiş ve kutuya hiç çağırılmamıştı . Önceleri, ava gidilip de dönüldükten sonra patron, günlük istikhakını önüne koyar, tıka basa karnını doyuruşunu izler ve kafasından bir iki okşar, giderdi. Bazen de tam uykuya dalacakken, o nadiren duyduğu sevecen ses tonuyla seslenerek geri gelir ve önüne bir parça kemik bırakırdı. Bu, av saatlerinin güzel ve verimli geçtiğini işaret eden bir ödüldü. Çoğunlukla da daha bitiremeden , kendisini gece bekçiliği olan ikinci işine hazır edecek uykusuna dalardı. Ama o günler çok uzaklarda kalmıştı. Artık sadece, günlük istikhakını yeyip yarı uyur pozisyonda, sesleri ve hareketleri kolladığı , birbirinin tekrarı olan günleri yaşıyordu. O sabahın, bu tekrarların son bulacağı gü nün başlangıcı olduğundan habersiz , evin kapısının gürültülü kapanışıyla birlikte, evden çıkan patronu gördü ve yattığı yerden güçlükle doğruldu. Tüm gece uyumadan bahçe kapısı nın önünde nöbete durup , gelen geçene, belli belirsiz seslere havla yıp,


Feyyaz ÇAKIRLAR türlü tehditler savurduğundan, bir hayli yorgun düşüp uykusuz kaldığı için, kapının kapandığındakinden daha az gürültülü açılışını duy amamıştı bile. Patron belki, günlük rutin işlerini bitirip de atölyeye girer, tüfeği ve fişekliği sırtlanıp da boynunda düdükle çıkar diye uzaktan izlemeye koyuldu. Depoya girip elinde bir teneke buğdayla çık tı. Tavuklardan boşalan tenekeyi kümesin yanına, neyseki yine ağzı yukarı bakacak şekilde koymuştu ki; kalıntı buğday taneleri ne gelen bir iki serçe veya sakaya ferma yapa yapa yaklaşabilecek, gözlerinin ve bacaklarının pasını az da olsa atabilecekti. Bir başınalığındaki tek eğlencesi buydu artık. Tavukların suyunu da tazeledikten sonra kendisini izleyen gözlerin farkında ama hiç de oralı olmadan, onun kabına da su doldurd u. Sıra büyük başların bakımına gelmişti ki, patron eve doğru seslendi ve atölyeye doğru yöneldi. İş te bu sesleniş, en sevdiği ve aylardır beklediği tek şeydi. Ava gidilecek günlerde patron ineklerin bakım ve sağ ım işlerini karısına yıkar, atölyeye girer hazırlıklarını yapardı. Evden çıkarken, anlamadığı bir dilden olsa da, çıkardığı seslerin tonundan ve yüzündeki gerginlikten mutsuzluğu aşikar olan kadını görür görmez, artık kulakları kadar iyi işlemeyen çarpık bacaklarıyla yerinden fırladı ve sendeleyerek atölyenin önünde asma kilidi açmaya çalışan patronun etrafında dört dönmeye başladı. Hareketleri adeta çıldırmış gibiydi. Uzun zamandır sessiz ve kimseye zararı olmadan yaşadığı, içini yaşlılığından dah a beter ve hızla çürüten yalnızlaştırıldığı günlerin acısını çıkartıyor gibiydi. K ırbaça dönmüş kuyruğuyla patronu , değme dansözlere taş çıkartırcasına, kalçasıyla çarptığı duvar ve atölye nin kapısıyla da kendi kendisini dövüyordu. Hiç beklemediği anda, p atrondan gelen sert bir tekmeyle kaçıp uzaklaştığı yerde, bu kez de havayı patakladığı mutluluk dansın ı, kendi etrafında döne döne sürdürdü. Bu saçma sapan görünen hareketlere, bir de artık iyice yıpranmış ses telleri yüzünden , arada tizleşen sesiyle çığırdığı çirkin bir türkü eklenmişti . Kulak tırmalayan bu gürültüye , patron daha da sinirlendi ve kapıdan söktüğü asma kiliti, dayanamayıp ona doğru fırlattı. Kafasına isabet eden bu sert darbe ile b ir anda gözleri kararır gibi oldu. Tutt urduğu mutluluk türküsü , yerini acı bir cıyaklamaya bırakıp, her zamanki yerine dönüp patronun hareketlerini büyük bir şaşkınlık ve hüzün içerisinde izlemeye koyuldu . Bir gariplik vardı. Son zamanlarda patrondan ilgi ve sevgi görmediği bir gerçekti ama tekmelenmesine, hele ki kendisine bir şey fırlatılmasına hiç de alışık değildi . En fazla, avdayken, neden olduğunu da anlamadan, kafasına sertçe bir iki tokat yediği olurdu. Patron bunu, ya kendisinden çok fazla uzaklaşarak yürüdüğü için ya da vurulmuş kuşu getirirken ağzında çok fazla sıktığı için yapardı ama o, kafasına inen o tokatları hiç bir zaman anlayamamıştı. Tıpkı şimdi de anlayamadığı gibi. Tek sezebildiği, yediği tekmeyle birlikte bir anda tüm vücuduna yayılan o gariplikti. Daha önce patrondan hiç bu kadar gerginlik ve mutsuzluk dolu bir duygu almamıştı. Söylene söylene, o soğuk ve sert demiri yerden alışını, kirişteki çengele takışını seyretti. İçeri girmişti. Belki de sadece bir alet edevat alıp çıkacaktı ama, yanlış anlamış olamazdı; h avadaki ışık miktarı, hissettiği sıcaklık, o suratsız kadının evden hayvanlara bakmak için çıkışı, atölyenin aç ılan kilidi...Bunların hepsi, kendisinin öncelikli vazifesi olan av köpekliğini tekrar yerine getirmesi için sunulmuş bir fırsat olacaktı. Belki de dönüşte, yine ödül kemiğini somağına yastık yapıp, hem gecenin hem de av koşturmacasının tüm yorgunluğunu atabileceği, özlemini duyduğu o derin uykusuna dalabilecekti. Beklediği tam da buydu işte. Patron av kıyafetlerini giyinmiş, omuzunda kılıfındaki tüfeği, belinde fişekliği, boynunda da adeta bir madalya gibi asılı duran fosforlu düdüğüyle atölyenin kapısında belirivermişti. Az önce yediği tekmeyi ve kiliti unutup bir ok gibi fırlayıverdi oturduğu yerden. Ancak hala bir terslik vardı. Patronun hareketlerinde, en azından da olsa yüzünde bir heyecan


Feyyaz ÇAKIRLAR aradı, hissedemedi. Ne ona doğru bakıyor ne de adını sesleniyordu. Arabanın arkasında takılı olan, içinde taşındığı kutunun kapısını da açmadı . Doğrudan bahçenin kapısına yöneldi. Her zamankinden daha da yorulacaktı şimdi. Y ürüyerek gideceklerdi demek. Hiç gözü görmeden p atronun araladığı boşluktan tam sıvışıyordu ki, birden kuyruk sokumunda alev alan bir acıyla duraladı. Patron kuyruğundan yakalamış, bir yandan da bağrıntıyla bahçeyi gösteriyordu. İşaret edildiği gibi içeri girerken, bir tekme daha yedi. Yeniden döndüğü o bekleme durağında olanları anlamaya çalıştı . Nihayetinde, onca tavuk ve inek arasında, hatta ka rısı olacak o sevimsiz kadını da eklersek, tüm bu kalabalığın içinde, patronun tek gözdesiydi. Çünkü onları, hiç ava götürmüyordu. Patron da yaşlanıyordu artık, işlerin sırasını karıştırıyor olmalıydı. Kutunun kapısını şimdi açar ve yine eskiden olduğu gibi heyecanla içine girmesini işaret ederdi muhakkak. Ama olmadı. Patron bahçe kapısını sonuna kadar sürdü, geriye dönüp arabaya doğru yürüdü . Kutuyu geçip, kendi kapısına doğru giderken birden ona döndü ve tek anladığı, o en sevmediği komutu verdi. İşaret parmağını kaldırmış, o tanıdık, duymaya alışık olduğu o keskin tonuyla, o bildik kelimeyi söylemişti. “Bekle!”, demişti patron. Başta, sağa sola küçük küçük hareketlerle olanı biteni anlamaya çalışarak devinen başı ve dikkat kesilmiş dikelen kulakları itaatkar bir şekilde durumu kabullend i. Patronun öylece arabaya binişini seyretti. Yine ilk seferde çalışmamıştı araba. Bahçeden çıktı. Arabadan indi. Bahçe kapısının geri kapanışının gürültüsü hiç bu kadar tır malamamıştı kulaklarını. Tizden sesiyle bir iki uludu sesi bastırmak için. Patronun attığı taş nerdeyse kafasına geliyordu yine. Oracıkta yığılıp kaldı. Onsuz ne yapacaktı ki avda? Havayı, yerleri kendisi mi koklayacaktı ? Daha yeterli mesafeye yaklaşamadan kuşlar görürdü de onu. Patronun boyu gündöndü boylarını aşacak kadar uzundu, üstelik biraz kalın cüssesiyle de sopaları yamulta yamulta yürürdü Düşükgöz’ün ardından. Bu ismi son yıllarda takmıştı ona. İyice yaşlanmasından dolayı, göz kapakları düşmüştü gerçekten. Baygın baygın bakan gözlerinin beyazları ve düşük göz kapaklarından görünen kırmızılar, keskin bir biçimde ayrılıyorlardı birbirinden. Av günlerinde birbirinden hiç ayrılmayan ikilinin, tıpkı bugün ilk kez ayrıldıkları gibi. Yalnız başına nasıl bulacaktı ki vurduğu kuşları? Hem onun kadar hızlı da koşamazdı. Arka bacakları da çarpıklaşmıştı artık. Bu çarpıklık yetmiyormuş gibi bir de, bacaklarının üstüne doğru olan tüylerdeki topaklaşmalar birbirine kaynaşmış , bacaklarının açılmasını iyice güçleştiriyordu. Ama yine de patrondan hızlı koşardı. Üstelik de sessiz. Ne yapacaktı ki onsuz? Nasıl bulacaktı kuşları? Ne de çoklardır şimdi hâlbuki... Nasıl da yağlı, toparlak... Tüfek patladı! Fırla! Koş Düşükgöz.... Daldığı tavşan uykusundan, bahçeye yaklaş an araba sesiyle uyandı. Kulakları dikkat kesildi sese. Yan komşunun arabasıydı. Patronla aynı marka arabayı kullanıyordu. Bahçeye yaklaşan meyilli yolda ikisi de vitesi boşa atar, ancak o anda anlardı kimin geldiğini Düşükgöz. Patronun arabasında rölanti ayarı oldukça düşüktü; bu da bahçe ka pısına fırlayıp fırlamayacağını belirleyen işaret olurdu onun için. Hava kararmaya başlayacaktı birazdan. Birlikte gittikleri zamanlarda bu kadar sürmezdi geri dönmeleri. Tam uykuya dalacaktı ki duyduğu sesle fırladı ba hçe kapısına, karşılama törenine. Patron kapının önünde durdu. Arabadan inerken o sevmediği komutu duyurdu yine Düşükgöz’e. Bir eliyle kapıyı sürerken, diğerinin işaret parmağını da yine havaya dikmişti bile. Bir iki adım geri attı Düşükgöz. Kuyruğu fıldır fıldır, kavuşmanın sevincini bağırıyordu ama patronun pek ilgilendiği yoktu. Araba yı içeri aldı. Bahçe kapısını geri sürdü. Bir çağrı bekledi Düşükgöz, göremedi. Patron, arabanın arkasındaki kutuya yöneldi. İçeri mi çağıracaktı onu? Ava mı gideceklerdi? K ulakları dikkat kesilmiş,


Feyyaz ÇAKIRLAR kafası devinimde olacakları bekledi. Kutuyu açtığı gibi iki tane kopay yavrusu fırladı kutudan. Bu kadar geç gelmesinin sebebi de buydu. Yan komşu sadece domuz avına gidiyordu . Patronu da götürmüştü yanında ilk kez. Patron kuş avc ılığından sıkılmıştı artık. Değişiklik istiyordu. Komşusu, bir arkadaşından iki tane de yavru getirmesini istemişti gelirken. Patron bu iki yavruyu yetiştirecekti komşusunun tecrübeli kopayının yanında. Kutudan inen heyecanlı ve meraklı yavrular Düşükgöz’ü n etrafını sardılar. Dört bir yanını kokladılar, kuyruğunu, kulaklarını çekiştirdiler, cırtlak sesleriyle havlayarak oyun ve ilgi istediler. Düşükgöz adeta bir heykel gibi duruyor, düşükgözlerinin ucuyla izlemekle yetiniyordu temkinle. Karısı da kapının eş iğinden olan biteni izliyordu. Eliyle, “H adi!” der gibisinden bir işaret etti adama. Patron kutunun kapısını açtı ve Düşükgöz’e, “Ateş! Hadi, gidiyoruz!” diye seslendi. Uzun zaman olmuştu b u şekilde seslenilmeyeli kendisine. Fırlayacaktı ki, kuyruğundan dişlemiş iki yavruya dönüp, artık sivriliği kalmamış dişlerini göstererek hırladı. Yavrular ince ince bağırarak birbirlerine sokuldular. Düşükgöz, ateş kızılı tüylerini havada savura savura, hayatının en hızlı koşu sunu yaptı o çarpık bacaklarıy la. Bir çırpıda giriverdi düşlerinin içine. Kutunun içinden patronun gözlerinin içine bakıyordu. Patronun, kendisine hiç bakmadan yavaş hareketlerle kutunun kapısını kapatışını seyretti. Patilerinin altında dökülmüş yaprakların çıtırdamalarını, burnundan ç ıkan fıs fıs seslerini, pır pır birbirinin ardı sıra kalkan kuşların kanat seslerini, patlayan tüfeğin sesini, patronun, “Hadi oğlum!”, “Aferin!”, diye bağırışını duyar gibiydi şimdiden. Ağzında taşıdığı o tüy yumaklarını, kafasından sevilişini...Ne kadar da hasret kalmıştı. Belki de dönüşte yine, kemiğiyle uyuyakalacaktı. Tabi ki de öyle olacaktı. Çok koşacak, çok çalışacaktı. Ağzında hiç sıkmadan, yumuşacık taşıyacaktı kuşları patrona. Döndüklerinde de en büyük ödüllerini alacaktı. İstikhakını yerken patr on, kafasından okşayıp, bir “Aferin.”diyecekti , evden kemik getirecekti. “Birinden kurtuluyoruz, iki tane birden geliyor!” diye söylenerek içeri girdi kadın. “Sen işine bak kadın!” diye söylenerek bahçe kapısına doğru gidecekken, yavruları hatırladı adam. Aldı onları, atölyeye kapadı. Bahçe kapısını gürültüyle açtı. Evet, sonunda olmuştu. Gidiyordu. Patronun yakınında olsa bile aylardır içinde olduğu yalnızlıktan, daha büyük bir yalnızlığa doğru...

Feyyaz Çakırlar


Ecenaz DÖNMEZ


Gülden KIRALAN

TESLİMİYET ‘’Her insan i çin sıradan, son derece olağan sayılabilecek duyguları b ütünüyle yitirmiş olmak, hayata uyum imk ânımın neredeyse tamamen elimden kayıp gitmiş olması demek ve ger çekten çok üzülüyorum. Uyumsuz bir kadınım ben. Uyumsuz bir kadınım ben. Uyumsuz. Bir kere daha s öyleyecek gücüm yok. Bazen tekrar ettik çe acısından kurtulurum zannediyorum.’’ TARIK TUFAN Yıllarca yağmurunu boşaltamamış y üklü bulutlar kadar kara bakışlarının izleri yansıyordu penceresine. Gözleri ne sağa ne sola ha reket ediyor, kendi dışında herkese saklı olan gizemli bir varlığın hesabını dürer gibi öfkeyle tek bir noktaya bakıyordu. Pencerenin diğer tarafında, asırlardır t üm ebeveynler tarafından aşırı yaramaz denilerek s ürekli uyutulan çocuk misali uyuyan sokağa ürküten koyu bir sessizlik hakimdi. Onun tarafı ise tam tersi insanı tepeden tırnağa felce uğratacak kadar tehlikeli, dayanılmaz ve gürültülüydü. Bu evde nefes alabildiği alanlar giderek daralıyordu. Çıkış noktası mutfak olan bu g ürültünün müsebbibi annesiydi. Annesinin o sonu gelmeyen bağırtıları... Uzunca bir s üre sessizlik i çinde dinlemesi , yüce bir sabrın göstergesi miydi ? Yoksa fırtına öncesi sessizliği mi yaşatıyordu bu eve? Her an hareket edecekmiş hissi uyandıran o kusursuz heykeller g ibi pencere önünde dikilmeye


Gülden KIRALAN devam ediyordu. Kimin sanatıydı O? Kim, damarlarında kan dolaşan bu varlığın i çinden ruhunu çekip alıyordu? "O" Tanrı değilse... Önünde iki seçenek vardı.

Annesinin söylediği her şeyi duymak ya da bir daha hi çbirini duymak zorunda kalmadan yaşamaya devam etmek.

İstediği hep bu değil miydi?

Fakat biliyordu ki kulaklarını tıkamak çözüm değildi onun için. Her birini güçlükle kulağından alıyor, zehir bedenine yayılmadan hepsini eritip yok ediyordu.

Güçlü olmak yok etmekten ge çmiyor muydu zaten?

Demin insanlığına şüpheyle baktığımız heykel şimdi mezarından dirilip gelen gen ç ve oldukça canlı bir bedene bürünüp hareket etmeye başlamıştı.

Odasının kapısına geldi ve durdu. Kuvvetli bir nefesle pencereyi aşan rüzgârı doldurdu içine. Eli kara bir pençe gibi kapı kolunu kavrayıp sert rüzgârıyla beraber hışımla açtı. Adımları ağır, yavaş ama kararlı... Tüm yaşamını ayaklar altına sermişlik hissi onu ele geçiriyor, utandırıyor ve bu utançla daha da hırslanıyordu adımları. Mutfağa y öneldi. Arkasından selam duran perde; ateş emriyle taarruza geçen bir asker gibi teslimiyetle dalgalandı ölüme doğru... Orada bir düşman var mıydı?

Mutfağı ele geçiren kavrulmuş soğan kokusu anneyi de ele ge çirmişti. Elindeki salçalı kaşıkla ileri doğru atılıyor ve ağzında biriken öfkeyi yemeğine bulaştırmadan kızına doğru p üskürtüyordu.


Gülden KIRALAN Bu haliyle kırmızı etekli, gelişiminin son evresinde ki çılgın bir ejderhayı andırıyordu kadın. Kızının mutfağa gelmesiyle biraz olsun sakinleşmiş gibiydi. Birbirlerinin karşısında iki can değil de iki d üşman gibi dikiliyorlar, y üzyllardır var olan o bağı gelecekte dahi onarılamayacak bi çimde koparacaklarının farkında, saklamaya gerek g örmedikleri derin bir hüzünle bakışıyorlardı. Gözlerin söyleyebildiklerini söylemekte, dil yetersiz ve acizdi. Söleyecek şeyi kalmamıştı kadının. Bir ka ç saattir içinde biriken ne varsa hepsini bir akıl s üzgecinden geçirmeye dahi gerek g örmeden söylemiş ve kurtarmıştı kafasının i çini kemirilmekten... Sırf sesssizliği bozmak adına -" Beni hiçe sayamazsın." dedi. Kızı gözlerinin ılık akşam karanlığına baktı ve devam etti; -Beni hayattan koparıp can dalımdan uzağa savurduğunda ve ölen ruhumu görmezlikten geldiğinde gerçekte hiç var olmamış hayali birine d önüştüm ben. Hayali varlıkların dahi insan zihninde değerli bir yeri vardır. -‘’Benim yerim nerede anne? ’’ -‘’Senin iyiliğini istemekse benim g ünahım, peki, ben g ünahkarım ve bedelini ödemeyi kabul ediyorum. Senin beni anlamanı bekleyemem tabi. ’’ (Bir süre kısık kahkahalarla alaylı bir tonla g üldü.) Anne olmak başka bir şey olmalıydı. Sen bunun hep abartıldığını d üşünürsün bilirim. Nedense senin anne olacağına inanmıyorum. Sen annelikle başa çıkamazsın. Bilmediğin bir konu hakkında ise bu kadar acımasız davranman doğru değil! Beni yok sayarak kendine kurduğun o yalan d ünyada, seni dayanılmaz sancılarla ger çek dünyaya getireni inkâr edip reddetmen doğru değil. Buna artık dayanabileceğimi sanmıyor um. Gücüm yok. Anlıyor musun Helen? -Beni, dayanılmaz dediğin o sancılarla d ünyaya getirdiğinde herkes o bebeği usulca kollarına aldı, kokladı, öptü, sevdi... Ben ise en çok seni sevdim. Süt kokusuna karışan kokunu i çime çeke çeke büyürken dünyanın ne kadar büyük bir yer olduğunu, insanların ne kadar çok ve zalim olduğunu görebiliyor ama bundan korkmuyordum. Derin bir nefes al ve kokuyu burnuna hapset. Burnunu sızlatmasına izin ver. Neye d önüştüğümüzün, büyüdükçe çirkinleşen kokumuzun farkına var a nne! Bu ev tam bir hiçlik gibi kokuyor! Biliyor musun anne? Ben bu hiçliğin içinde debelenerek büyürken sen gerçek olduğuna inandığın yalan yanlış hayat hikâyeleriyle doldurdun kafanın i çini. Kulağına fısıldanan ve kendilerini tanrı gibi g ören insanların hikâyeleri senin aileni öldüren masum suratlı bir silahtı.


Gülden KIRALAN İnsan için olmayan ne varsa onları insana uyarlamaya , yakıştırmaya çalıştınız. Sana güzel günler vaad edip, yollarının, sınırlarının belirlendiği bir harita tutuşturdular eline ve hadi, şimdi yoluna dediler. Diğerleri gibi. Sen haritada ki yollardan bir milim dahi sapmadan y ürüdün. Kendinle gurur duyuyordun. Güzel günler ne de olsa... Fena mertebesine doğru y ükseliyordun. O yollar seni, beni ve bu evi çürüttü. Çürümüşlük benim içime işledi Anne. Ellerimde ve ayaklarımda iyileşmeyen yaralar var. Yürümek acıtıyor. Bu ellerle g ün geçtikçe daha da anlamsızlaşan yaşama tutunmak çok zor atık. Bedenim acırken ruhum nasıl huzura ve neşeye yuva olabilir ki? ... Kızı buğulu bakışlarını mutfağın zemininde süründürüp, gri yağlı duvarlara tırmandırıyordu. Oradan kurtarıp yabancı birine bakar gibi yeniden annesine bakıyordu. Sevmek ve sevilmek bu kadar zor olmamalıydı! Onu doğuran onu anlamaya muktedir değilse, kendisini, yaşadıklarını sanan diğer ruhların anlayışı ya da sevgisi i çin beklentiye sokmayacaktı. D üşüncelerini durdurdu. S öze dökmekten, tekrar hatırlamaktan korktuğu her şeyi toplayıp yeniden tıktı akıl kafesine. Sorumlu olduğu onca kilit ve anahtar... Bu konuyu burada kapatmaya karar verdi. Zincirler , kilitler, anahtarlar, sınırlar, kalıplar, duvarlar, kalemler.... Annesinin solgun sabah g üneşini andıran soğumuş gözlerine baktı ve düşüncelerinden sıyrılarak konuşmaya devam etti; -Hayatımın bundan sonraki evresinde yalnız olmak istiyorum. İyileşmeyen y aralarımla yaşamayı öğrendim. Yürümeyeceğim. Hiçbir şeye ve kimseye tutunmayacağım. Nefesimin sıcak kanatlarıyla soluk pembe havada s üzüleceğim ve çocukken mavi kanatlarına aşık olduğum o k üçük kuşa dönüşeceğim. İnsan zamanla nelere d önüşmüyor ki anne? " Annesine baktı ve d üşündü; Ejderha? -Gerçekten burnumu tıkamak istiyorum. Bu evin kokusuyla hi ç iz bırakmadan cinayet işleyebiliriz biliyor musun? Bizi ise lanet olsun ki öldürmüyor çünkü bu zehri biz var ettik. Hikâyeleriniz, yol göstericileriniz, iyi yaşam kılavuzlarınız sadece size hizmet etsin! Anne yorgundu. Üzgündü. Kendi savaşını veriyordu. -Helen! Gözlerini çekme gözlerimden. Sürekli "Siz" diyerek konuşuyorsun. Benden başka kimse yok senin hayatında. Siz dediğin kim Helen? Ben varım sadece, ben!" -Senin yanılgıların hep burada başlıyor. Yalnız olduğunu sanıyorsun. Dışarı çık anne! Gerçekten etrafına bak bu sefer, g özlerini zorla! En yakından başla ve en uzağa varana dek g örebilmesi için bir kez olsun zorla. Ve kulaklarını sonuna kada r aç! Duydukların gördüklerinden çok daha fazlasını anlatacak sana... Ben, benim olana d önüyorum. Benimle olana. Beni hırpalamadan kucaklayana... Bİliyorsun senden çok bir şey istemem ben. Beni, ölülerle dolu bir morgun ortasında kurduğun sofraya,


Gülden KIRALAN sana eşlik etmem i çin çağırma yeter!

Helen kızarmış g özlerini annesinden çekip boşluğun g özlerine çevirdi. Bir s üre hiç kımıldamadan sadece baktı. Uzun uzun... Sert bir şey g ürültüyle yere düşerek anneyi korkuttu. Hatta beni bile. Bana bakıyordu. Nasıl yapıyordu anlamak m ümkün değil! Gözleriyle sınırları kaldırıyor, her şeye ve herkese hükmeden bir tanrı edasıyla sessizce emirler yağdırıyordu. G özlerindeki esir r üzgarları zincirlerinden koparıp üzerime salıyor ve elimdeki kalemi yere d üşürebiliyordu. Sevgili okuyucu bu beni gitgide korkutmaya başlıyor. Yazmak istediğimden daha fazlasını barındırıyordu bu ev. Anlatmak i çin önce yaşamam gerektiğini kulağıma fısıldırıyordu Helen. Hiç kımıldamadan onu izlemeye devam ettim. Mutfağın lavabosund a ellerini yıkadı. Islak ellerinden damlayan sular yere resimler çiziyor, ayakları o resimlere basmadan acı i çinde ve saygıyla odasına ilerliyordu. Kapısını a çıp yeniden beni buldu boşluğu kurcalayan g özleriyle. Hala orada olduğumu g örmek hiç hoşuna gitmed i. Elimde buruşan kalemle kalakalmıştım. Fakat ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Helen kapısını kapattığı an bu öykü burada bitecekti! Özür dilerim sevgili okuyucu... Bitmeliydi! Ne odasının sınırlarını aşabilecek kadar keskin bir zihin ne de onun d ünyasını size anlatacak kadar dayanıklı bir kalem vardı bende. Bu benim kendi yarattığıma ilk teslim oluşumdu...

Gülden KIRALAN


Leman YEŞİLTAŞ

“YaLnış YaNlızlıklar” Yalnızlık üzerine ne yazılsa hep bir şeyler eksik ve yanlış kalacak sanki kelimenin kökü sebepli. Ve hep bir harf değişik olacak “yanlış” ile “yalnız” arasında yine. Yanlışları hala bazıları –yaLnış-, yalnızları ise –yaNlız- yazacak inatla… Tek harfin ne önemi var diye düşünenlere inat ben yine düzelteceğim hata yapanları kelimenin aslına ve içeriğine olan saygımdan. “Yalnızlık” … Söylerken bile ne kadar soğuk geliyor değil mi “ bazılarına göre! ” Oysa yalın olmak kelimesinden türeyen yalnızlık göründüğü kadar da yalın değil bence. Öyle ki yalnızlık, içinde aslında gereksiz kalabalıkları barındıran en güçlü ve çoğu zamanda prospektüsünde hiçbir antiviral etkisi yazmayan iyileştirici özelliğe sahip özel bir durum bence. -“Giderek yalnızlaşıyoruz”


Leman YEŞİLTAŞ “Kimse kimseyi duymuyor” ya da buna benzer tüm cümlelerin etkisini yok edecek kadar da bir dolu aslında. Bazen bir süreç sürükleyip kelimeyi “Yalnızlaştı” eylemine dönüştürürken, bazen sürece ihtiyaç duymaz yalnızlık ve bu eylemin başkahramanları. Süreçle seçimini bu yönde yapanlar için, önce isyanla başlar genelde yalınlaşma eylemi; düzene, çoğu zaman düzensizliğe, sindiremediklerine, sol yanına ağır gelenler sebepli ve de açılan iç savaş başarısız olduysa sessizlik yalınlaşırken kişi ise yalnızlaşır. Yalnızlaşır mı yalnızlaştırılır mı o da tartışılır. İnzivada tüm sesli harfler sessizler ile bütünleşme(me)de önce kelime olmayı reddeder, sonra cümle. Anlamlı bir paragraf mı dedi biri neredee hak getire… Gitgide artan sessizliktir müsebbibi belki de giderek yükselen yalnızlığın. Ki içten içe alışmaktır en fenası bazısına hele ki hiç istemiyor ise yalınlaşmayı. İlk başta iyi gelen bu alışma hissi yaralar önce sonra acıtmaz uyuştuğundan belki. Sürece gerek duymayıp zaten yalnızlığı seçenler mi? Eğer orta halli bile olsa iyi bir iletişim kurabilen (ki fazlası varsa daha zor) ve hayata sıkı sıkıya sarılanlardan değilseler yalandır söyledikleri; çünkü hiçbir yalnızlık kapıyı çalmadan gelmez, -hele bu profildekilere asla-! Tıpkı kapıda nöbette tutmayacağı gerçeğinin bilinmesi gibidir. Bazen tüm bu durumun getirisi olan; plakta takılı kalmış ve hep aynı şarkıyı çalan bir pikap gibi hissetsen de kendini, nereye koyacağını bilemediğinde koskoca yerlerde iki el on parmağını hatırla kalabalıklarını… Haklısındır, haklıdır, haklılar; herkes haklı ve aksi gibi haksızda aslında… Yine de sebeplerine sıkı sıkıya tutunarak kendini iyi hissettirsin diye bulduğu yüklemlere dikkat etmeli insan. Kendi üstüne kilitlediğini de fark etmeli sıkı sıkıya kapattığı kapılarının, rüzgârın usulca fısıldayacağı kadar boşluk dahi bırakmadan perdeleri ile presleyerek örttüğü pencerelerini izlemeli. İhtiyaç duyduğunda sığınılacak bir liman olma özelliğini yitirmeden, sadece seçilmiş kalabalıkları alarak hayatına ve anlaşılamadıklarını anlatmayı bırakarak dozu ayarlanırsa yalınlaşma yalnızlaşmaya dönüşmeden yanlışlıklar önlenebilir mi acaba? Hep sen adım atamazsın ki sana inancını yitirenler uğruna… Şimdi hafifçe arala sende perdelerini, kapıyı açmasan da kilitleme hadi!! Sadece evrene teslim et sebeplerini isyanlarını ve içindekileri. Bir gün sana, ona, buna ya da kime gidecekse gidecek zaten anlamlar hem de hayatın kendi öğretisi olan büyük kılavuzunda. Yaşadığında anlayacak herkes yaşattığını nasılsa. Empati yapmanın önemini ve de. Özneler bir gün yüklemi anladığında anlaşılacak özü yani kırgınlıkların belki geç olsa da… Ne diyordu Cemal Süreyya: -‘’ Hadi gel merhem yap yalnızlığına -“Biz kırıldık, daha da kırılırız ama kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza” Leman Yeşiltaş


Leyla TÜRKERİ

Öte Yalnızlık; kuduz ısırığı Tek başınalığı insan olmanın trajedisini yaşarken... Yoksa sevgisizliğin sevinçsizliğin kalabalığı mı? Ne var şehirlerarası terminallerde sıkı sıkı sarılanlara bakarken. Yolculuğun tekilliği mi? Cam kenarı arada ışıklarla belli belirsiz kesilen içreğin şekilsiz karanlığı mı? Çocuğun saçındaki bit mi? Biti makaslayan eller de mi? Dışına itilmişin yaşamın ve sığınılan buzul duvarlarda mı? Kendi olmanın elbet bedeli aranılan şey ‘den vazgeçilen çöl... Aşkın, arzunun, biriktirilen insanların, yetinmezliklerin, avuntuların, şarkıların hissettirdiklerinin doldurmaya yetmediği kül rengi bir çöl. Bir gazete manşetinde ; "ölü bulundu " bulundu çünkü ölürken gören kimse yoktu. Nerval'in sokak lambasında. "Bir konu bile olamayan yalnızlıktan " şairde... Kalabalık caddelerden mahle aralarına girince evlerin yılgın kapı eşiklerinde... Kadınların birbirine kavuşmuş -neyi, kimi beklediği belirsiz - üveyik kollarında... Yusuf'un düştüğü kuyuda, Yokuş çıkarken hızlıca aldığın nefesi duyarken yukarı bakıp bıkkınca bırakılan gövdede... Akşamdan sabaha yanan bir yakımlık kibrit çöpünde...


Leyla TÜRKERİ Bir gülün umarsız sürdüğü kırmızı rujda... Anlamadığında, anlatamadığında, aynı dili konuşurken çeviriye ihtiyaç duyulan " aslında "diye başlanılan her cümlenin sonunda Görülmeyen göz ışığında, karanlık sokakları dönerken ürkerek söylenilen şarkının duyulmamasında... Anahtarı çevirirken açtığın kapının ardında dağınıklığın, kirli bardakların, açılıp şöyle bir bakılmış dergilerin renkli resimlerinde... Cevabı bilinen soruların cevap alma umuduyla değil de kendini umutsuzluğa ikna etme isteğiyle sorulup yanıtsız kalmasında. İsli ellerinde kâğıt toplayanların, aralıksız makine başında benliğinden umarsız dünyayı düşünmeye dahi vakti bulamayan işçinin omuzlarında... Yarada, yaramızda; çocukken herkese gösterilen sonra kendinden bile saklanan yarada. Okunulanlar , dinlenilenler, seyre dalınanlarda izine rastlamak istenilen yarada. Ötesinde kalınan öykülerin, dışında kalınan çekil en fotoğrafların, ezginin "sen “siz çalan nakaratında... Ötesinde ve dışındasın nehrin. Su'yun bir sandalye uzak boşluğunda… Boşluğun uzaklıkla ölçülen birimindesin. "Bir sevinçlik" kuşların göç yollarının dışındasın. Bir ağacın bir yerde neden durduğunu unutacak denli ötesinde duruyorsun belleğin... Bir mola yerinde bırakılan çocuk korkusuyla bakınırken yola devam edenlerin çay içimlik vaktinin ötesindesin.

Leyla Türkeri


Ayın Çevirisi - Onurcan SEZER

TALKING IN BED Talking in bed ought to be easiest, Lying together there goes back so far, An emblem of two people being honest. Yet more and more me passes silently.

Outside, the wind's incomplete unrest Builds and disperses clouds in the sky, And dark towns heap up on the horizon. None of this cares for us. Nothing shows why

At this unique distance from isola on It becomes s ll more difficult to find Words at once true and kind, Or not untrue and not unkind.


Ayın Çevirisi - Onurcan SEZER

YATAKTA KONUŞMAK

Yatakta konuşm ak en kolayı olmalı, Beraber uzanmak çok eskiden beridir, Anla r birbirine karşı dürüst iki insanı. Yine de daha, daha fazla zaman geçer sessizce.

Dışarıda rüzgarın yarım kalmış çalkan sı, Toplar ve dağı r gökyüzündeki bulutları, Ve kara şehirler kümelenir ufukta. Hiçbirisi umursamaz bizi. Anlatmaz nedenini

Ve yalnızlıktan uzak bu eşsiz noktada Daha da, daha da zor gelir bulmak, Doğru ve nazik kelimeleri bir anda, Yalanları ve kabalığı unutmak ya da.

Şair/ Ph l p Arthur Lark n Çeviren/Onurcan Sezer


Ayın Çevirisi - Onurcan SEZER Philip Arthur Larkin Kimdir ? Philip Arthur Larkin (9 Ağustos 1922 – 2 Aralık 1985) İngiliz şair ve yazardır. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Coventry'te d oğan Dahl, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yazdığı roman ve şiirlerle 2008 yılında The Times tarafından savaş sonrası Büyük Britanya'sının en önemli yazarı olarak gösterilmiştir 1922'te Coventry'te doğdu. 1943'te Oxford Üniversitesi'ni bitirdikten sonra, çeşitl i üniversitelerde kütüphaneci olarak görev yaptı. 1955 yılındaysa 30 yıl süreyle görev yapacağı Hull Üniversitesi'nin kütüphanesindeki görevine başladı. İlk şiirlerini ve yazılarını, henüz çocuk sayılacak yaşlarda yazmaya başlayan Larkin 1946 yılında ilk romanı Jill'i yayınladı . Ertesi yıl da A Girl in Winter yayımlandı.1955 yılında kendisine bir şair olarak ün kazandıracak kitabı The Less Deceived'i yayımladı. Şiirlerinin yazımında W. B. Yeats, W. H. Auden ve T. S. Eliot etkilenen Larkin döneminin en etki leyici şiirlerinden bir kısmına imza attı. 1984 yılında yakalandığı kanser sonucu iyileşemeyerek 2 Aralık 1985 yılında hayatını kaybetti. Ölümünden sonra yazılan biyografi ve anılarda ırkçı görüşleri ve pornografiye olan merakının ortaya konması Larkin'in saygınlığını sarsmış olsa da halen 20. yüzyıl İngiltere'sinin en önemli şairlerinden biri olarak değerlendirilmektedir.[1] Kitapları Şiirleri 1945: The North Ship 1951: XX Poems 1955: The Less Deceived 1964: The Whitsun Weddings 1974: High Windows Romanları[ 1946: Jill 1957: A Girl in Winter


Ümit DİZDAR


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar Birden Fanzin olarak sizler e ‘’Yalnızlık’’ sayısı için seçtiğimiz illüstrasyonları derledik . Birden Fanzin olarak sizlere ''Yalnızlık'' sayısı için seç ğimiz illüstrasyonları derledik. Keyifli düşünmeler Keyifli düşünmeler olsun. olsun .


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar


Yalnızlık Üzerine İllüstrasyonlar

Çizerler Amy-Rose Lynch Naya İsmael- Kwon- Lamiaa Ameen- Caroline Stankiewicz- Alessandro Go ardo- Giulia-Rosa Yayına Hazırlayan : Mustafa Kasar


Ayın Filmi

Birden Fanzin olarak sizler için ayın filminde ‘ ’ Aşk-Her’’ filmini seçtik. Aşk-Her Film Konusu Filmin Künyesi Theodore Twombly hayatını, yakın gelecekte nadir bulunan bir şeye dönüşmüş olan el yazımı mektupları yazarak kazanmaktadır. Ve bu yıllarda insanların işlerini artık bilgisayar programları yerine getirmektedir. Theodore, karısından boşandıktan sonra bir apartman dairesinde tek başına yaşamaya başlar ve bir gün karşılaştığı bir teknoloji reklamıyla birlikte hayatı değişir. Kusursuz bir yapay zeka programı sunan yeni bir işletim sistemi, onu son derece çekici bir kadın olan Samantha ile tanıştırır. Sanal bir varlık olan ve sa dece bir sesten ibaret olan Samantha, Theodore'u dünya ve hayat üzerine sorduğu sorularla birlikte bambaşka bir gerçeklikle tanıştırır. Ağır bir depresyonun içerisinde olan Theodore, yavaş yavaş hayatın keyifli yanlarını fark etmeye başlarken yapay zeka pr ogramıyla arasındaki ilişki de gitgide tuhaflaşır. 1999'da Being John Malkovich filmiyle Oscar adaylığı kazanan çok yönlü sinemacı Spike Jonze'un son uzun metrajlı filmi, yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazarın dram ve komediyle yoğrulan öyküs ünü beyazperdeye taşıyor. Filmin başrolünde Joaquin Phoenix yer alırken, Scarlett Johansson da gizemli bilgisayar uygulamasına sesiyle hayat veriyor. Orijinal İsmi: Her Vizyon Tarihi: 14 Şubat 2014 Süre: 126dkTür: Dram , Romantik Yönetmen: Spike Jonze Senarist: Spike Jonze Yapımı: 2013 - ABD Yayına Hazırlayan: Mustafa Kasar


Ayın Kitabı

Birden Fanzin olarak ayın kitabında

Hasan Al Toptaş -Yalnızlıklar k tabını uygun gördük keyifli okumalar dileriz.

‘’Met nler n varoluş ve yokoluş üzer ne kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, sade d l nden yükselen müz kle g derek hayatı yazıya, yazıyı se büyülü b r hayata benzeten b r yazar... Yazma serüven n “hayatı kel me kel me gen şletmek” olarak adlandıran Hasan Al To ptaş, met nler n b rer senfon ye de dönüştürerek, dışarıyla çer n n, görünenle ç dünyanın, gerçekl kle rüyaların, somutla soyutun çarpışmasından doğan tek ns z b r atmosfere çağırıyor okurunu. Tam b r yazı ustalığıyla, Türkçen n mkânlarını sonuna kadar zorlayarak, edeb yatın büyülü dünyasına kapılar açarak... ‘’ve ben m gözler m gördükler mden yaratılmıştı o yıllarda, eller m dokunduklarımdan. D l m sormayın, konuşamadıklarımdandı ve kanlı b r k tap g b yatıyordu ağzımda.’’ “Hasan Al Toptaş, aklım ızın ve d l m z n yerleş k egemen mantığına karşı ruhumuzun sözünü geçerl kılıyor.” Necm ye Alpay Yayın Tar h ISBN Baskı Sayısı Dl Sayfa Sayısı C lt T p

2015-06-01 9750506741 6. Baskı TÜRKÇE 113 Karton Kapak

Yayına Hazırlayana: Mustafa KASAR


Ayın Sözü

Unutulmuş g b y m ben. Ve nsan b r bakıma unutulmuş g b d r. B lmem k nasıl anlatmalı? Yalnız b le değ l m. Ed p Cansever


Ayın Sözü

‘İnsanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık.’’ Edip Cansever


Ayın Repliği


Zafer TAŞKIRAN


SON B r sonrak sayıda görüşmek üzere.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.