Poyraz Edebiyat Sayı 12

Page 1

Sivas Postası Gazetesinin Ücretsiz Ekidir

Sivas Postası Gazetesi Şiir Yarışması Sonuçlandı Yarışma Birincisi Emrah Yolcu Yarışma İkincisi Mehmet Şamil Baş Yarışma Üçüncüsü Bilal Karaman 1. Mansiyon Medine İnanç 2. Mansiyon Necmettin Toprak 3. Mansiyon Mehmet Oğuz

BU SAYIDA Emrah YOLCU • Mehmet Şamil BAŞ Bilal KARAMAN • M.Nihat MALKOÇ Şule KAZAK • Can ŞEN Elif NURAY • Aziz ŞEKER Mustafa BALEL • Mücella PAKDEMİR Nazlı YILDIRIM

Ebru çalışmaları ile

Müşerref Özdaş

Mayıs 2010 YAŞAR BEDRİ ile Görsel ima, şiir ve MorTaka üzerine Konusmaktan yorulan insanın icadıydı yazı...

Sayı

12


Sayfa

2

Poyraz Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Sivas Postası Gazetesinin Ücretsiz Ekidir

EDİTÖRDEN

Sahibi

Sivas Postası Gazetesi Şiir yarışması şiir dünyasına hoş bir ses bıraktı. Poyraz ülkenin dört bir yanındaki şair yüreklere ulaşarak, şiir polenlerini topladı…

Sivas Postası Gazetesi Adına

Murat KALENDER

Editör Yusuf BAL Sanat Sayfası Editörü Serdal YERLİ Yayın Kurulu İlkay COŞKUN Orhan KARAHAN Osman ÇELİK Aziz ŞEKER Tasarım Zirve Yayıncılık

Baskı Zirve Matbaacılık Ata San. Taştanlar Sit. No:51 SİVAS

Yazışma- İletişim İnönü Mahallesi 6. Sk Halil Bey Apt. B Blk 10/3 SİVAS 505 689 60 67 546 498 47 62

Ücretsiz E-dergi Aboneliği ve Yazı Gönderi Adresi dergipoyraz@hotmail.com İki haftada bir, Salı günleri yayınlanır. Kaynak göstererek alıntı yapılabilir. Dergide yayınlanan eserlere telif ücreti ödenmez. Yazıların sorumluluğu yazarın kendisine aittir.

Sivas Postası Gazetesi Abonelik 0346-2251650

Yeni şiir yazılmasını teşvik etmek amacı ile yarışma sürecini uzun tuttuk. 31 Mart 2010 tarihine kadar şairlerimizin şiir gönderebildiği yarışmamıza Türkiye genelinden ve Ülkemiz sınırları dışarısından 1300 ün üzerinde şiir geldi. Birçok şairimizin yeni şiir yazmasına vesile olduğumuza inanıyoruz. Ön elemeyi geçen 100 şiirin içersinde yer aldığı şiir kitabımız şu an basılmaktadır. Hiçbir şiiri atlamamak için, jürideki arkadaşlarımız titizlikle çalıştılar. Yarışma sonucunda 6 şairimiz ödüllendirildi. Ayrıca bu 6 şaire ilaveten, sürpriz yapalım istedik ve yarışmamıza şiir gönderen en genç kardeşimizi tespit ederek ödüllendirmeyi uygun bulduk. Bu yarışmanın tüm maddi külfetini üstlenerek yarışmayı düzenleyen ve seçilen şiirleri kitaplaştıran Sivas Postası Gazetesine teşekkür ederiz. 12 sayıda dereceye giren 3 şiirimizi yayınlıyoruz. Mansiyonları ise 13. sayıda okuyabilirsiniz. Yine bu sayımızda Mortaka gibi ezber bozan bir dergiyi çıkaran edebiyat dünyasının saygın isimlerinden olan Yaşar Bedri Özdemir ile söyleşimiz var. Keyifle okuyacağınıza eminim. Sanat sayfasında ise sıra dışı ebruları ile Müşerref Özdaş konuğumuz. 05 Haziran 2010 Cumartesi günü, Saat 19:00'da Sivas Buruciye Medresesi'nde yapılacak ödül töreni ve dinletiye tüm şiir severleri davet ediyoruz. “Sivas Postası –Şiirler” kitabı programa katılan konuklarımıza armağan edilecektir İyi okumalar diliyorum.


Sayfa

3

BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ Koma -hüzün'e değişiyor yüzler; kelimeler, eksik kalıyor anlamlarından; ölesiye sabitken, değişiyor işte! an, sessizliği vuruyor durmadan; yürek patlatan bir gürültüyle; boom! kimseler duymuyor, sadece ben; ölüyorum içimden. aslında böyle uzun değil ölmek; yani bir pimin sonunda; acısu sızdıysa dudaktan; her yeni, eski ölümdür, histe anılan. ben değilim; ayna, bana gerçekten benzeyen; arkasından sır, sığlaşan hatıralardan vurulur; odalardan akan şeffaf sima; gürültü. yangını tanıyorum çatırtısından; tüm kağıtları tutuşturuyor güneş; hayal, kızıl bakıştan esiyor; fahişe âma, noktadır; sopasını vurduğu durağansız, kaderimin sayfalarında. geç değil, hayır değil; yüreğimin kancasına takılan çocuk, sadece ilah için, üç kere öksür ardı ardına… sen, ben, sonsuz! baldıranlarla geliyorlar üzerime; değil; ayna, düşten daha gerçek değil. düşkar; bıçaklaşan sesi içine patlar: düşler de ihanet eder! ve bazen tek düşmandır ayn a. görüngü, sadık bir ifade olmayabilir… ve bir harf; anlamsızken; bizi tamamlayabilir. ah, atlarım sulara; at kuşanıp atlarım da; atladığım yer olur, düştüğüm yer. kendime varana dek, sonsuz bir çırpınma… çım, eşikten atladı atlayalı, ne görürse hüzün; yüzün, mayınlı toprak anne; her duygum doğu. ah, odalarda böyle iç içe, kemirilen tecvit, dokunulmamalı, hilye gizlenen sufi'nin hüznüne! yarım; ah sulara atlarım; İlahi: koy beni de bir kutsalına, anlamımı yalnız kendine gizle; elif, lam, ra; acı; şüphesiz, apaçık bir imge! yanaklarım, altın tezhiple işlenen nar. kızıl akan gözyaşı görülmemiştir; çünkü, kişinin kendi hüznü doğar, kendi içine. sonsuz; sadece ilah için, üç kere öksür ardı ardına; sen; evet sen; sonsuz! ıslık çalan sensin boşlukta. lâlelerle, tasavvur edilen rüya; yüzün, oysa bir aşk olmalıydı sonunda. hüzün eşiğini geçtiğimden kelli; doğu oyalı eşarplar işlenir boynuma, elleri kınalı kızlar, gözleri, dağ sürmelenen dizi; hüzün ki; sülün koynunda, son peygamber! ah, yüreğimize dokunan harita; her söz arası sen, sevgili; çivit turuncu göğünle, kırmızı turna; bir gerçeği fısıldar bize; aynadan kuklanan bir taklidiz; kendimizi oynarız kendimize.

Emrah YOLCU

20.08.1987 Bingöl doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul'da; üniversite öğrenimini Kütahya'da işletme bölümü üzerine tamamlamıştır; halen İstanbul'da yaşamaktadır. Edebiyat dünyasında "Ayhan Emir YOLCU" müstearını kullanmaktadır. Dokuz yaşında bir öğretmenler gününde, şiir yazmaya başlamış ve o günden beri şiirden kopamamıştır. "Şiir, bir kaçış ülkesidir; kaçılanların da, kaçanın yanında götürüldüğü bir ülke..." der şiir için. Karakalem, Evvel, Türk Edebiyatı, Poyraz gibi dergilerde şiirleri yayınlanmaktadır.


Sayfa

4

İKİNCİLİK ÖDÜLÜ Göçmen Kuşun Vedâsı -her veda elveda değil-a. aşka doğunca veda boğar aşkı hıçkırık şiir muztarib kalır kalemim aşka kırık zamanın kollarında büyüyemeyen sürgün göçmen kuş / ayrılığın hasretime dökülür yandıkça ve yağdıkça gözüm puslu / kalb üzgün deniz kırlangıcımsın anıların bendedir bir sonbahar çiçeği gibi soldurma beni göçebeyim göçmen kuş / benim dünyam sendedir yalnızlık yola çıkıp sevdaya yandığında hasretine susamış bir yâr gibi beklerim kelebek dolu ruhum adını andığında seyyahını özlemiş diyar gibi beklerim sahrama yaprak döken hazan olma göçmen kuş bir gece ayışığı ıslattı gözlerimi güneşi bulamadım yakamoz ağlarında yanına al da ısıt titreyen sözlerimi kanat çırp sırrımızın handesiz dağlarında bir gece ayışığı ıslattı gözlerimi b. şebnem yutan şûlede heybesiyim ezginin gezgin benim içimde / ben içinde gezginin gök / yüzümün sancısı kanayan yara mısın duydum aşka inleyen nağmesini ömrümün sen ıssız sefineden görünen kara mısın sensizliğin göğünde sessizliği yaşadım uzun lafın aşkıyım ve biten aşkın lafı dokunmayın ağlarım yas tutuyor kanadım hangi bir özlem böyle seni delice bekler gözesine dilenen pınar gibi beklerim bu güneşi ağlatan gelmeyişinmiş meğer izlerinin çölünde yanar gibi beklerim ardınsıra sevgime zindan olma göçmen kuş sana ben kadar yakın / bana sen kadar uzak ardında varlığımı serseri eden yollar bulduğum her işaret ya dönemeç ya tuzak uçurumuna vardı uzayıp giden yollar sana ben kadar yakın / bana sen kadar uzak


Sayfa

5

c. derviş olsam da gece sana yıldız toplasam aşkın semaverinden sevdanı yudumlasam denize kırağılar düşmemişti ki henüz göçtün gittin sürüne yavru kırlangıç gibi kaç bahar sonra düşer can evime yönünüz yaz güneşi girince evine bir baharın binbir aşk masalında bulur muyum ben seni doğar mı hiç bir daha kanatlarında yarın acıları saklayan ayrılıklara küstüm çiçekleri büyüyen bahar gibi beklerim gittikçe boğsa beni hançeremde bir düğüm yolunu kâh gülerek kâh ar gibi beklerim dakika yudumlayan zaman olma göçmen kuş bebeler göçmen kuşu dinliyor masal diye ben seni sonbaharda serzenişle tanırım susmak bilmez bir ağıt kaldı senden geriye ay diyorum sadece dilimde ismin yarım bebeler göçmen kuşu dinliyor masal diye d. hüzün lekelerimden bir baldıran büyüdü açtı da karanfilim ellerinde üşüdü dökülen her sağnağın rafından düştü melâl kanadın çalılara takıldı göçmen kuşum hüzünbaz gençliğimi bulmuş yine hoşça kal zambaklar üşüse de kırağı yine yakar azade leyl-ü nehar iğreti yazgısında boyun bükmüş mateme ayrılığında bahar göçebeyim göçmen kuş göçebesin göçebe gölgeni yıllar yılı nigâr gibi beklerim zihnim en cüretkar sitemlerine gebe buluta pusu kuran rüzgar gibi beklerim hayallerimi alıp kaçan olma göçmen kuş düşümde bir kelebek bataklığa düşüyor tavan aralarında kayboluyor sevincim ellerimde bir kızın avuçları üşüyor ayrılık çıkmazında çırpınıyor bilincim düşümde bir kelebek bataklığa düşüyor e. içimde mısra mısra büyüyen bir dünyasın ne açılan bir kapı ne varılmaz hülyasın meçhule giden aşkı beklese de limanım sen kıyı hilalinde fenerin yıldızısın yosun tutarken taka'm can çekişir zamanım


Sayfa

hayat seninle başlar seninle biter madem rüzgar inmiş kıyıma köpük vurma ey deniz göçmen kuşun vedası derdi eylüle dedem vefa sana her sözüm feveranım ve yâdım izbesine dövünen vakar gibi beklerim susturulmaz bir dille duyulmazsa feryadım şiir olup kalbine akar gibi beklerim yine aşk dergahımda viran olma göçmen kuş ayrılığın öyküsü hicret kadar özgürdü davetimi taşırken yanık uçlu papirüs beni sevgin ağlattı / seni sevgim göçürdü hazin bir göç zamanı çöller aşka niye küs ayrılığın öyküsü hicret kadar özgürdü f. sensiz geçen zamanın kapısında bir mühür resmini taşısa da dağında öldü ömür yüreğine açılan penceremde bir sancı özgürlük mü istiyor ölüme mi koşuyor ah yutkunamıyorum hançeremde bir acı hangi bir ayılığın kapısından girmişim üç beş satır yeter mi her aşkı söndürmeye elveda türküsüyle dokunmazken ibrişim sahici duygularım tükense yavaş yavaş umudu kamçılanan ısrar gibi beklerim yine yalnızlığımı etme bana arkadaş yıllardır dönülmeyen karar gibi beklerim içimdeki dünyaya nâdân olma göçmen kuş kim anlar kim anlatır sana benim aşkımı yanarım da derdimi kimseye söyleyemem yaşamın diğer adı ayrı düşmek aşkı mı veda vurma kıyıma hüznümü gizleyemem kim anlar kim anlatır sana benim aşkımı g. ayrılık çiçeğinde damla damla vedasın gözyaşı düğünümde ne garip bir edasın elimden düştü kalem sırrı ifşada kağıt çifte minarelerde çifte hüzün saklıymış dağa çöküyor gibi kondu bağrıma ağıt neden ey yedi iklim yaz sonu üşür yüzün yorgun bir yürek gibi uçuşurken kuşların dolaştı dolaştı da eylülle geldi hüzün gözlerimden uçtuğun ayrılıkla süslenip bir martı çığlığında koşar gibi beklerim kanat sesini çalan kaldırımda tükenip

6


Sayfa

7

yaşamak hevesiyle yaşar gibi beklerim nerdesin bilmiyorum yaban olma göçmen kuş çıkmaz sokaklarımın en gezgin adamıyım bana aşk kevserinden gülüşlerimi verin gözlerimdeki ferin kanayan yaşamıyım dualarım umudum gökyüzü kadar derin çıkmaz sokaklarımın en gezgin adamıyım h. bağrım yangın büyütsün bir umut toprağında adresini bulayım her gülün yaprağında aşk seninde kapını bir gün çalacak desen mısralarda aşkın var cümlelerde hayatın kalbimde bir elveda / bir yanardağ gibi sen kaç seveni ağlar ki ardından sevgilinin mevsimler yas tutmayı hediye etti bana gözyaşı çiselendi melül mahzun nazenin bir ebem kuşağıyla süsleyeceksen beni yağmuruna susayan gülzar gibi beklerim gizemli bir elveda alsa elimden seni ölüsünü gözleyen mezar gibi beklerim masmavi gökyüzüme duman olma göçmen kuş güneşlerim silindi yangınlardan dönerken yetişemedim göçmen yetişemedim sana göçüyorken ışıyan gözlerden erken erken ağlayık yüreğimden yalnızlık kaldı bana güneşlerim silindi yangınlardan dönerken i. sana yazılan şiir hep sana okunuyor bana sadece senin gidişin dokunuyor adına ne demeli yarıda kalan düşün dallar aşkın kalbine güzden yuva yapınca göçmen kuş vedasını sevdalara not düşün ah eylülün çiçeği seni arayacağım hasret kalırsam eğer sevincinin yüzüne eylülde gittin dite susup ağlayacağım ben aşka düşen şair / dönüp dolaşıp yine şu gönlümü bin kere dağlar gibi beklerim sabrın en güzelinden güller sunup sevgine sevdiğini kaybedip ağlar gibi beklerim sen gelmeyi isteyip bîcan olma göçmen kuş doğmayacak günlerin korkusunda bul beni yüzümde figanımın yankıları olmasın bitmeyen gecelerin uykusunda bul beni düşümden arda kalan gündüzümde solmasın doğmayacak günlerin korkusunda bul beni


Sayfa

8

j. aşka doğunca veda boğar aşkı hıçkırık şiir muztarip kalır kalemim aşka kırık şebnem yutan şûlede heybesiyim ezginin gezgin benim içimde / ben içinde gezginin derviş olsam da gece sana yıldız toplasam aşkın semaverinden sevdanı yudumlasam hüzün lekelerimden bir baldıran büyüdü açtı da karanfilim ellerinde üşüdü içimde mısra mısra büyüyen bir dünyasın ne açılan bir kapı ne varılmaz hülyasın sensiz geçen zamanın kapısında bir mühür resmini taşısa da dağında öldü ömür ayrılık çiçeğinde damla damla vedasın gözyaşı düğünümde ne garip bir edasın bağrım yangın büyütsün bir umut toprağında adresini bulayım her gülün yaprağında sana yazılan şiir hep sana okunuyor bana sadece senin gidişin dokunuyor

Mehmet ŞAMİL

24 Ekim 1977 yılında Trabzon'da doğdu. KTÜ Rize İlahiyat fakültesinden mezun oldu. Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalında akademisyen olan şair Yüksek Lisansını Aşkî Mustafa Efendinin Vahdetnâme Mesnevîsi üzerine tamamladı (DEÜ-2007). Doktora çalışması Ömer Hulûsî ve Divanı üzerine hazırlamıştır. Karadeniz Yazarlar Birliği, İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. Evli ve Necmeddin Abdullah'ın babasıdır. İlk şiirleri Gönülden Gelen Seda (1995) adıyla çıktı. Emanet ve Kertenkele dergilerinin seyrinde önemli rol üstlendi. Karadeniz Olay Gazetesinde sanat sayfası hazırladı (1997). Trabzon Bayrak Fm'de 5 yıl şiir programı hazırlayıp sundu (19972002). Pek çok şiiri ödüle layık görüldü. Mektup türündeki “Posta Kodu AŞK” yazarın ikinci kitabıdır (Yediharf Yayınları, 2008). Yedi İklim, Kırağı, Şehrengiz, Düş Çınarı, Kırklar, Kırknar, Sühan, Ardıç, Kertenkele, Lika, Kum Yazıları, Okuntu, Tekne, Hayal, Tasfiye, İstanbul Bir Nokta, Gerçek Hayat, Cümle, Sonsuzluk ve Birgün, Aralık, Mağrib, Kafdağı, Taşra Edebiyat, Reyhan, Yol Düşleri, Lacivert Sanat, Ay Vakti, Zemheri Edebiyat, Ada, Dil ve Edebiyat, Aşkın e-Hali, Tasavvur, Buruciye Edebiyat, Az Edebiyat, Yolcu, ve Mor Taka gibi dergilerde çalışmaları yayınlandı. www.mehmetsamil.com


Sayfa

9


Sayfa

ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ Eylül Gözlerim

10


Sayfa

11


Sayfa

Sevdalısı olduğum kızıl şafaklar sönmeden Elbette, karıncalar alacak öçlerini En acıyı güvendiklerimden aldım Ebabillerin taşıdıklarından Öğrendim bilmedikleri

12

Utangaç katiller gibi En çokta sevdiklerim vurmuştu beni Gidiyorum… Tek gerçek ölümken

Müptela makamında ihtilal kaçınılmazdı Korkuyla keskinleşti hançerler Tanındıkça küçüldü devler Kapris sahibini kundakladı Sırat günahla inşa edildi Kaf, kurşuni bir sevdaydı

Yalan olan bir dünya Bendim ya hani…

Bilal KARAMAN

Çalın söyleyin eğlenin Kurtuluşum var ziyan olmadan ömrüm Ey… Rahmeti doyuran söz Şahadet benim ilk hakkım Rükûdan başkaya eğilmez başım Önündeyim nura giden kapının Kavruk semtlerin kuşun kokulu sokakları yok artık Kırk gözeden arındım Avuçlarımda Zemheriden kalma güneş kırıntısı

1960 yılında Sivas a bağlı merkez Apa köyünde doğdu bir işçi çocuğu olan Bilal KARAMAN yedi kardeşin en büyüğüdür tahsil hayatını Sivas ta yaptı lise mezunu olan şair halen Sivas ta yaşamaktadır Küçük yaştan beri şiir yazan Bilal KARAMAN'ın ilk kitabı “Sevgi Şiirleri - Baharları Verin Bana” adlı eserle 2004 yılında yayınladı. İkinci kitabı “Gitme Gözlerimden” 2006 ve 3.Kitabı ''Sevgini Ört Üstüme'' 2008 yılında yayınlandı.

Nasibini bekliyorum Gün doğumlarının Ben hiç kendime ağlamadım Yuvayı terk eden güvercindi gözyaşlarım Yüzümde sonbahar Eylül gözlerim Arşa yükseliyor sefil yakarışlarım Katar, katar âminler dileniyorum İzini sürmedim derin vadilerin Eyvahlar sur oluyor Tövbeler örüyorken ukdelerim

Biliyorum Ölü bir kentte en çok ben öldüm

Fotoğraf :

Nicedir, Yüreğim aşk biriktiriyor Asuman duygularım sebil Bereketini istiyor sevgilerim

Şifa Sarıçam

Kölesi olduğum sahibim Elbet ki açacak pencerelerini gök kubbenin


Sayfa

13

M.Nihat MALKOÇ

Karanlığın Boşluğunda İçe Akan Gözyaşları Uykulara gömdüm gözyaşlarımı... Gecenin kepçe kulaklarına fısıldadım en gizli sırlarımı... Umutların yalçın kayalıklarında kanattım yaralı bilincimi… Göklerden boşalan yağmurlar gönül heybemde sakladığım hatıralarımı azgın seline katıp götürdü. Yol yolcuya, yolcu yola küstü. Hedefe kilitlenen adımlar düş kramplarıyla öylece kalakaldılar. Ölüme giden ince ve kıvrımlı yollarda kılavuzunu kaybeden yolcu misali, sırat köprüsünün ayaklarına yapıştıysak da kaydı ayaklarımız sabun köpüğü gibi kaygan mermer taşlarından. 'Yolcu yolunda gerek' deyip düştük yollara. Yol yolcuya küserse yollar uzadıkça uzar, gidişler mahzun olur. Beyhude yere tutunur adımlar. Cevaplar kaçar soruların kapsama alanından. Akıl ve irade yangın yerine dönüşür. Ayaklar bir kez tökezlemeye dursun uçurumların eteklerinde; yerçekiminin ağırlığında hafif bir kuşkanadı gibi salınırsınız toprağın göğsünde. Korkular açılara kol kanat gerer. Biten bir öykünün umarsız kahramanı gibi açık denizlere ve acılara yelken açar gönül gemisinin rotasını kaybeden acemi kaptan... Bilinen yanlarımız bilinmeyen yanlarımıza yenilir hatıraların ebemkuşağının altında. Şeytan üçgeninin iç açılarının toplamı 180 derece eder mi sandın? Şeytanın etki kuşağından kurtulmadıkça gönüllerdeki huzur ve emniyet, temennilerden öteye gitmez elbette. Kimliğini iblisin kirli teknesinde yoğuranlar, hamuruna ateş katarlar su yerine. O ateş yakar bir ömrü… Cam kırıklarında dolaşıp da kandan azade olmayı bekleyenlerin düşünceleri kan denizlerinde görünmez olur. Dilekler yüreklere düştüğünde bileklerin gücüne galebe çalarlar. İçimize atığımız her ukde gönül sularımızı taşırmak için fazladan bir damla hükmündedir. Sevgide geç kalanların bütün mazeretleri geçersiz sayılır. Aşkın gözyaşlarında arınmayanların tövbesi kabul olur mu? Gözden akan bir sıcak damlacık gökten akan binlerce damlaya bedeldir elbet. Bir damla sıcak gözyaşı boğar bütün kirli nazarları. O bir damla ki okyanusları taşıran son iri damla hükmündedir. Gönlün barajları, yaşlarla dolarsa o şiddetli suyu hangi baraj kapısı tutabilir ki!... Kırılgan bakışların ağırlığını hangi gönül taşıyabilir? Yürek kalelerini güçlü müfrezelerle korusanız da bir aşk lafzı bütün kapıları ardına kadar açmaya muktedirdir. Aşk anaforunda kimler rotasını kaybetmiş bir gülüşe kayıtsız kalabilir? Geç kalanlar, sevda treninin son vagonuna erişseler şükür secdesine dururlar. Hiçbir mazeret aşkta geç kalmışlığın acısını küllendirmeye yetmeyecektir. Karanlığın boşluğunda gözlerimizi kapatarak o zulmeti yok edemeyeceğimiz gibi “miş gibi” yaparak sevgisizlik bulutlarını değiştiremezsiniz. Hayatın ışığa açılan kapıları olan gözler acı gerçeklerden uzak durmaya çalışsa da yürek menziline düşen acı hissiyat gözleri yalancı çıkarır. Ten arzularına prangalar vuranlar, hakikatin sert kayalarına çarparak başını gözünü kırıp parçalarlar. Bir bakışın nelere bedel olduğunu bilmeden sevda yollarına düşenler gün ortasında şehrin işlek caddelerinde bile kaybolurlar. Kendi içinde kaybolan bir daha bulunmaz kolayca. Aşktır şehvetin kollarına destursuzca kelepçeler takan… Sevgisizlik anıtlarının mermer taşlarının gölgesinde ten arzularını titreten, yürek yüzünü güldüren, hüzün gözyaşlarına set çeken bir tatlı gülüş ve öpüştür. Ayrılık hocası bize neler öğretir kalplerin hicrete karar verdiği demlerde. Bir derin bakışın nelere bedel olduğunu, sermayesi gönül olmayanlar nerden bilebilsin ki? Kim demiş aşkın zaman hududu kelebeğim ömrü kadardır. Bir mum alevinin titremesi bile kalpteki aşk titreşimini galeyana getirmeye muktedirdir. Aşklar hep berabere biten müsabakalar gibidir. Yüksek ihtiraslar bile durulur sevda iklimlerinde. Sevdalar ayrılıkların örsünde dövüldükçe daha bir güçlenirler, direniş mukavemetleri o derece artar besbelli. Kavuşmalar yürek bağlarını gevşetir kanımca. Acı ve gözyaşı sunan aşklar en akil bir öğretmenden daha çok şey öğretirler bize. Onların rahle-i tedrisatından geçerek yangınlarda diri kalmayı öğreniriz. Tazelik güzelliği, güzellik tazeliği besler. Doyumsuz arzuların batağında çırpınanlar, düşmanın insafına güvenenler kadar irade fakirleridir. Oysa sevgi ve aşk, bizi hayata bağlayan hücrelerin yenilenmesidir.


Sayfa

14

YAŞAR BEDRİ İLE GÖRSEL İMÂ, ŞİİR VE MOR TAKA ÜZERİNE Konuşan: Şule Kazak

Yaşar Bedri de mi o şiirin peşinde? -Her şair adayı onun peşinde olmak zorundadır diye düşünüyorum. Şiir nedir? Nasıl olmalıdır? Şiirin bir izahı var mıdır? -Şiir sana göre olandır, neyi algılıyorsun şiir sana onu vermekle yükümlüdür. Oradaki musiki, ritim, söylenen şey senin belleğinde, senin bilincinde bir imge, bir ima oluşturuyorsa o kadardır şiir. Yalnızca seninle onun aranda ki diyalog. Alımlanan, yapay bir izlek sunulurken, anlam okuyana göredir. Hayır, öyle değil böyledir demeye kimsenin yetkisi yok. Ben bunu anlatmak istedim ve öyledir diyemem. Yanlış düşünüyorsun diyemem. Şiirin bize ne vermesi lazım? Kafamızı çok yoruyor bu, olsun. Şiirde anlam dayatması olmazsa olmazım değildir. Şair bu şiirinde ne demek istediği bağlamı, benim şiirle en son iletişim noktamdır. Şair burada nasıl sözcük dizini kurmuştur, üretilen metnin estetik boyutu, algılanan ima nedir? Estetik ama mantık dışı bir form da kurulsa bana keyif verir. Çünkü şiirin çok fazla sloganik, çok fazla mesaj veren bir dayatmasını kabul etmiyorum. Böyle bir dayatma şiirin haytalığına da uymaz zaten. Ha, bu öne sürüşle şiirde anlamsızlık vazgeçilmezdir savunmasını yapmıyorum. Önce şiir formlarıyla inşa edilmesi, elbette zanaatın kuralları, estetiği içinde söz dizini elit olabilmelidir. Ya da bunların hiç biri! Şiirlerde kullandığınız kelimeler semboller birer şifremi yoksa estetik açıdan mı ele alıyorsunuz? -Elbette dil anlam yüklenmeleriyle kodlanır, semboller, simgeler olarak söz dizininde yerini alır. Diyelim ki 'gül'ün çağrışım yüklenmesi vardır: gül, hadis ilmidir, peygamber şimalidir, arınmadır ve zarafetin sembolüdür. Gül, dosttur; sevgilidir; büyük sevgilidir. Yüklemiş olduğumuz bir pas, bir zımpara bu semboller bizim hayatımızdaki güzel şeyleri; aşkımsı, sevgimsi, öfkemsi olanlar, paylaşma heyecanı taşıdıklarımız falan… Şiirlerinize baktığım zaman şiirlerinizde Alman edebiyatının etkilerini görüyorum. Batı ve doğu edebiyatına bakışınız nasıldır?


Sayfa

15

-Alman felsefesini, uzak Asya ile eklemlenen mistisizmini, Alman edebiyatının mistik açılımını seviyorum. Bize çok benzer. Kuru değildir, ete kemiğe bürünüp hikemi bir ruh barındırır. İngiliz edebiyatı bana çok kurgusal ve soğuk gelir, pek sevmem. Sert, dayatan bir romantizm yaşatır, kutup soğuğu sarar ortalığı. İtalyan savruk ve bıçkın, Latin ve Ortadoğu edebiyatının nahifliği anlayabileceğimiz bir dildir. Doğu metinleri, Arap ve fars metinleri gizemlidir, size göre olan hayat iklimini vaat eder. Bizim kültürümüzle beraber oradan bir ilik teması kuruyoruz. Günümüz Türk devletlerindeki çok fazla tekrar eden, takur tukur söz dizinlerini sıralayan hamasi edebiyatı itici buluyorum. Her ruh, kültürleri paylaşmak için, doğal olarak alanındaki ikizini arar, benzerini arar. Giremediğin bir metnin içinde kaybolursun ya da onu oyun dışına atarsın, çok fazla önemsemezsiniz. Kültürler arası kurulacak diyalogdur. Şiirin tarihine baktığımız zaman usta-çırak ilişkisi olduğu görülmüştür. Ustasından öğrendiklerini yansıtmış ve kendi farklı şeyler katmıştır. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin ustanız veya çırağınız var mı? -Zanaat ve sanat, usta-çırak ilişkisi ile var olan uğraşlardır. Rahle-i tedrisin sürecinde el almak, el vermek bu elzem olan kavramlardı. Son asır yabancılaşmanın, bireyciliğin çok fazla öne çıktığı süreçti. Belki bu geleneğe tâbi olanlardan biriyim. Benim ustam olmadı, keşke olsaydı. Zaman değişti. Bireysel şiir şimdilerde etkili, modern zamanlar başka türlü olmasına da müsaade etmez zaten. Usta-çırak ilişkisi geleneği bitmiştir. Savruk ve çok sesli bir şiir diyalogu kuruyoruz. Bu da şiiri çok sesli ve daha özgür kılıyor. Edep ve saygı. Bu iki kavram üzerinde çok düşünülmesi gerekiyor. Önce insan! Görsel imge projesinin üzerinde uzun yıllardır çalıştığınızı biliyorum. Bu sizde ne zaman ve nasıl uyandı? Görsel imge (deneysel şiir) sizde nasıl oluştu? Görsel imge'de sizi tetikleyen neler oldu? -Vakti zamanında yazdığım şiirlerde deneysel şiir çalışmalarım olmuştu. Resim ve fotoğraf altyapımızdan, gelen resim bilgisi ve resim tutkusu vardı. Bu projemde çizme eylemi, şiirle

bir araya gelen sentez, bir ortaklık kurulmuş oldu. Bunun mantığını çok aramıyorsun. Sadece seviyorsun ve yapıyorsun. Apolinaire bunu yaptı, dadacılar ve fütüristler yaptı. Nazi kamplarını anlatan 'Tutanaklar'ın imge diye anlamlandırılıp yayınlanması, paradoksçuların akımını geliştiren görsel işler, bunlar benim kafamda bir şeklide evirilip görsel imgeye dönüştü. 'Görsel İmge'de beni asıl tetikleyen graffiti sanatıdır. Dünya yalnızlıkları, ideolojileri resimsel anarşiye evrilir. Görsel imge muhtırasının diğer bir adı olan 'sözün soğutulma pratikleri' teorisini nasıl ve ne şekilde ortaya attınız? -Okumaya çok fazla katlanamayan insanın bir şekilde arayışı gibi biz onu betimledik. Sözün bittiği yer. Bir de şey var tabi zihin artık görsel malzeme üzerine yoğunlaşıyor, gördüğüne, görselliğe gidiyor. Ama söz önemli. Bir yerde söze dayanıyor işin sonu. Bizim yaptığımız, yeniden bir üretim değil, mevcut sanatların evirilme, yeniden dönüştür(ül)me sürecidir. Sözün soğutulma pratikleri adlı manifestik çalışmanızda 'ışık, biraz daha ışık istiyoruz!..' deyişiniz neyi ifade ediyor? -Görselliğin, resim elemanın vurgulanması… Çizginin, resmin, hayatın en önemli unsuru ışıktır. Görsel imge muhtıranızın tanı- bölümünün ikici maddesinde; 'modern zamanların savurganlığına, tüketim çılgınlığına yasak levhası koyup; ikonları ve totemleri devirmek geleceğimizin teminatıdır' derken bunların olacağına inanıyor musunuz? Şiirde yeni bir ekol oluşturmak istediğinizi bu söyleminizden çıkarabilir miyiz? -Dilerim… Biraz ona zorluyorum. Bakalım ne kadar olur?.. Küreselleşmeye karşı bir tepki olarak,


Sayfa

tüketim çılgınlığına tepki olarak koyulan bu yasak levhaları insana yaşanılır bir dünyanın ipuçlarını vaat eder. Burada İdealizmi savunuyor. Totemleri devirmeyi, putları kırmayı öneriyorum.

Tanı- bölümünün üçüncü maddesinde ise 'farkındalığa, donanıma ve niceliğe eklemlenip; aklı zorlayan, nitelikli levhaların yapılması zorunludur.' derken bu manifestonun hangi yönlerini ele aldınız? Bu kavramları tek tek ele alabilir miyiz? -Donanım elbette. Farkındalığı, plastik sanatlar disiplini eğitimi ve üst bilgiyi gerektiriyor.

16

-Bunu herkes bilir. İmgenin illa bir söz sanatı olması gerekmez. Bir şarkı da olabilir, resim de olabilir, bir heykelde bize yanıt verebilir. Bu daha çok disiplinlerüstü, disiplinlerötesi bir çalışma. Yani mesajını verebiliyorsun, ironini verebiliyorsun, repliğini verebiliyorsun, karikatürize edebiliyorsun, anlamsızlığı savunabiliyorsun, eleştiri yapabiliyorsun. Hurufatlarla, şekillerle, desenlerle ve müzikle de yapabilirsin. Bu tamamen algı, ima, tarz sorunsalıdır. Bir insanın sindirebilmiş olduğu şeylerin kendi bilincindeki kurgusal dönüşümü, dayatmasıdır.

'Şey' kelimesi görsel imgenin bir ürünü müdür? 'şey' kelimesi size neyi çağrıştırıyor? - “şey” müthiş bir sözcük. O kadar zengin çağrışım ve örtüşme yapabilen başka sözcük var mıdır?

'Sanat; iletkendir ve dönüştürülebilir.' diyorsunuz. Atıklara estetik görünüm kazandırmayı yeğliyorsunuz. Bir nevi heba olmalara karşı yeni şeyler elde etme peşindesiniz. Peki biz buna iktisat yapma diyebilir miyiz? - Her şeyi ekonomi üzerine kurduk; medya, insanlar sadece ondan bahsediyor. Para etik bir meta'ya dönüştürüldü. Tüketim çılgınlığı olan bir zaman da benim yapmış olduğum görsel imgeler, tümüyle kimseye ait değil. Daha önceki sanatkarların yahut atılan, yırtılan objelerin, nesnelerin yeni bir menkıbe oluşturma süreciyle karşı duruyorum bu tahakküme. Zaten yaptığım benim değil ki diğeri de benim olsun. Atılan şeyler, heba olacak şeylerden yeni şeyler üreterek; tasarrufu ve dönüştürmeyi savlıyorum.

Görsel imge oluşur?

bir

rastlantı

sonucumu

Görsel imgenin bugünü ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? -İstediğim karşılığı bulmadı.. Fakat ben ona isim babalığı yaptım. Bunlar dolaylı olarak grafiti, afiş sanatında da var. Ancak onlar bir imaj üzerine gidiyor. Belki orda ayrılıyoruz birbirimizden. Onların anlatacakları bir şey var veya marka oluşturma heyecanı. Görsel imgenin bizde nasıl cevap vereceğini çok fazla bilemiyorum. Çünkü bu konu pek fazla konuşulmadı, bir şey denmedi. Bu şeye benziyor: Marquez: “Bir şiir kitabı yayınlamak derin bir uçuruma bir gül yaprağı atıp, gelecek sesi beklemektir.” Ya n i ç o k ş e y l e r z a m a n ı n d a anlaşılamayabilir. Çünkü burada olarak iki ayrı dilim var: birisi resim, birisi şiir dili. İkisinde de üst dil kullanılıyor. Bu iki üst dili ne kadar kavrayabiliyor muhatabı. Kültür disiplinine bağlıyorum.

Görsel şiir, şiirde yeni bir imkân mı? -Yani… Öyle bir talebimiz var. Bakalım ne olacak?...

-Bunlar tesadüfî değil. Bunlar bilinçle yapılıyor. Dünyada hiçbir şey tesadüfî değildir. Görsel imge hafızayı geliştirme kollarından biri midir? Görsel imge ürünlerdir?

kime

veya

kimlere

ait

-Sanat ilham edenin tasarrufudur. Kimseye ait değildir. İlham ezelden edilmiştir. Onun için ben diye bir nesneyi çok fazla işin başına

-Görsel imge, zihni bir şekil olarak, bir form olarak insanın belleğine, bilincine oturuyor. Beni sana kırk kere anlatsalar, gözünse beni canlandıramazsın; ama bir kere beni gördüğün zaman bir şekil bir ayrıcalık ve bir öncelik olur. Bu yüzden görsellik


Sayfa

17

kurduğu önemli, o şiir sözünün orijinalliği, yeniliği önemli, ayrıcalığı önemli. Onu kurabilmeli bir şair. Onu kurabiliyorsa, ne söylediğinin pek peşinde olmam. Önce estetik. Şiir yapıyorsak, şiir sanatını; resim yapıyorsak, resim sanatını; bakırcılık yapıyorsak, bakırcılık sanatını, yanı sıra; zanaatını iyi kavramalıyız. Zanaat önemli önce zanaatı iyi yapmalı. Bir kuaföre bakarım. Farklı mı? Katalogdan farklı ne katıyor kendisinden? Benim yaptığım görsel şiir değil! Görsel imge, görsel ima!

-Hiç şüphesiz önemsiyorum. Trabzon yazının tarihi kadar eski bir kent. Söyleyecek çok şeyi var. Söylenecek çok şey var üstüne. Şiirin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? -İnsanın olmadığı yerde şiirin önemi yoktur. Önce insan. İnsan varsa şiir kendine mekan bulur.

Büyük şefe sanat bize torunlarımızdan miras kaldı diyerek nazire yapıyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? -Büyük şef diyor ki: “bu ülke. Bize torunlarımızdan miras kaldı.” Burada paradoksal bir metafor var. Yani biz torunlarımıza güzel bir şey devretmek zorundayız.

MorTaka gibi ideolojik söylemlerden uzak, edebiyatı ve görsel sanat esintilerini meczeden bir dergi çıkarıyorsunuz. Mor Taka nasıl doğdu, hedefinde neler var? -Aslında Mor Taka'nın ideolojik söylemden uzak olduğunu söyleyemeyiz. Politize olmaksa, bana çok uzak bir kavram. Hedef falan yok, çıkıyor işte. Gittiği yere kadar gidecek.

Türkiye'nin saygın bir dergisi olmasının yanı sıra Mor Taka'da şehirden izler görmekteyiz. Yerel kültürü ve taşrayı önemsiyor musunuz?

ESERLERİ Şiir Bağıracağım (1975) Azât Ettim Yürek Seni (1978) İdris (1980,1984, 1997) Adını Koyamadığım (İdris'le beraber, 1984, 1997) Bâbil'i Beş Geçe (1992, 1997) Yoksul, Derviş ve Uzakta (1994) Ölüm Dağlara Oğul Bırakınca (1996) Mu'tedil Bir Siyamlı (1999) Âh Minyatürleri (2004) Yitik Kalyon (2005) Tenha (2008) Ruşen Ali Cengi (2009) Anlatı Sızıdır Beyoğlu İbranîce Yazılsa da (1994) Hiç (2007) Ressamın Güncesi (2008) Roman Cabülka, Yolcu ile Derviş Meseli (2004) Belgesel Trabzon'96 (1996)

Albüm Fotoğraflarla Trabzon (2006)


Sayfa

18

Elif NURAY Canefza II I. Sesin bir dalganın kırığıydı Ben o kırıktan geliyordum Bir ırmağın sıkıntısına sızıyordu uyku Mona' nın ellerine bir meczup uzanıyordu Dillerimde canefza! Dillerimde canefza! II. Bu su/s sesi Gibi akşam eğrisi Gibi gül kızılı Gibi çoru kumu ayıklanmamış toprak Yine hangi günah kaçıyor ivedi, Ayaklarını avluya vurarak Tak! Trak! Trak!

Can ŞEN Arketip Milyonlarca yıl evvelki Atalarımın gözyaşlarıyla ağlıyorum. Bir havuz içinde yüzdüğüm Milyar yılların efkârı var. Ateşten korkuyor, Dikenden çekiniyorum. Ölen kedisine ağlayan Çok eski bir insanın İrkiliyorum hissettiği acı ile. Torunlarım benim ağladığım Masalarda melâli hissedecekler Neşeli bir şölen sofrasında Doyarlarken. Yıllar yıllardan farklı değil… Bir mağara dolusu insan Farklı değil benden.

III. Sesin… sesin bir dalganın kırığı Ben o kırıktan geliyorum Ne uzun susuyorsun artık O çocuk zalimliğin, ne uzun Perdeleri çekiliyor şehrin Karanlık saklanıyor vebalimin baş harfinde IV. Boşluksa, bana direnir Tedirginliğin sana ……………………bir ince zılgıt Kulağımda: Tak! Trak! Trak! İşte rûz ü şeb! İşte rûz-i ceza! U/yanarak seslenir yorgunluğum: Dillerim de canefza! Dillerim de canefza!


Sayfa

19

Aziz ŞEKER

Kitap Sevgisizliği Dünya'da kütüphane ile ilgili ilk kayıtlara tarihe bir medeniyet olarak adını yazdırmış olan Babil, Nippur, Asur, Grek gibi toplumlarda rastlanır. Tarih bilgilerimizi yokladığımızda, tarihin en görkemli kütüphanelerinin İskenderiye'de kurulduğuna, yine Roma imparatorluğunda da (İstanbul'da) kütüphanecilik konusunda ilerlemeler olduğunu görürüz… Tarihsel ilerlemeler, toplum düşüncesindeki gelişmeler insanlığın yönünü belirlemeye başladığından beri, uygarlık tarihinde çok değişik büyük olaylar meydana gelmiştir. Özellikle sekülerleşme olgusu yani ünlü aydınlanma filozofu Kant'n da deyimiyle “aklın özgürleşmesi” Rönesansın önünü açmıştır. Öte yandan Reform dönemi insanoğlunun bakış açısına ayrı bir duyarlılık getirmiştir. Toplumsal gelişme bütün gerici çabalara rağmen siyaset, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta galip gelmiştir. 17 ve 18 yüzyıllar bu etkilerin ışığında kütüphaneciliğin önemini de artırmıştır. Fransa başta olmak üzere İngiltere, Almanya gibi ülkelerde günümüz kütüphaneciliğin temeli olan gelişmeler yaşanmıştır. Ünlü romancı Victor Hugo'nun: “Kitaplık kurmak, tapınak yapmak kadar kutsaldır,” düşüncesinden yola çıkarak gelişmekte olan uluslar kitaba, kitaplıklara, kütüphaneciliğe gereken önemi vermişlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda, Mustafa Kemal'in Ankara Keçiören'deki Köşkünü bir kütüphane gibi kullandığını bir ek bilgi olarak okuyucuyla da paylaşmak isterim. Bilgi çağından çıkıp “bilginin yönetimi” çağına girdik. Elbette olgusal olarak evrensel standartlarda tanımlanmış bu bilgiyi kullanma konusunda da eşitsizlikler var. Dünyanın Batı ve Doğu yarım kürelerine gelişmiş ve azgelişmiş toplumlar açısından baktığımızda “bilgiden” kimlerin daha kolay yararlandığını, bilgiyi refahlarını artırmak için nasıl uyguladıklarına tanıklık yapmış süreçleri görebiliriz. Öyle ki internet ve iletişimin zamana ve mekâna aldırış etmeden Dünyanın dört bir yanına yayılması, kütüphaneciliği de etkilemiştir. Kütüphane hizmetleri bir yana okuma alışkanlıkları değişmiş, kimi coğrafyalarda çok zor edinen “kitap sevgisi” yerini “internet sevgisiyle” ikame etmiştir. Özellikle farklı alanlarda gelişme sancısı çeken Türkiye'de kahvehanelerin, kafelerin, internet evlerinin sayısının kütüphanelerin kat ve kat üzerinde olması açıkçası insan unsurumuz üzerinde olumlu mu olumsuz mu etki yapmakta? Bunu net gözle görebileceğimize dair birçok veri elimizde var. Dünyada kütüphaneciliğin gelişimini hatırda tutarak güzel ülkemizin şehirlerine, kasabalarına yüzümüzü döndüğümüzde görürüz ki, kütüphanecilik ve kitaba bakış açısı gerçeği dile getirmek gerekirse idealimizdekine pek de yakın durmamaktadır. Olumsuz örnekleri kritik etmeyi sürdürelim. Sigara tüketimi açısından Dünyada ön sıralarda yer alıyoruz. Bir sigara fiyatına kaç kitap geldiğini göz önüne aldığımızda şunu görmemiz gerekir. Bir sigara tiryakisi yıllık sigara gideriyle ailesi için ortalama bir kitaplık kurabilir. Çocuğuna sürekli “kitap oku, çalışkan ol,” diyen bir babanın ya da annenin elinde “kitap” göremiyorsa bir çocuk, ondan başarı beklemek, insanüstü bir çaba göstermesini gerektirmez mi? Çocuk, bir yetişkini model alarak toplum hayatıyla tanışır. Kitap sevgisi aşılamak konusunda kelimenin en dokunaklı haliyle yetişkinlere düşen vicdani sorumluluk doğru model olmaktır. Yoksa kitap sevgisizliğiyle örülü kuşaklarla yaşamak yaşamımızın bir parçası olacaktır...


Sayfa

20

Mustafa BALEL

Medreseye Bakan Evde Son Kurban Aradan onca yıl geçmesine rağmen, anneannem ne zaman aklına düşse yaprağından meyvesine kadar mosmor olan o nadide armutları kestirdiği için büyükbabamın arkasından söylenir dururdu. Bir keresinde de Tumancıyanların Pırlanta Teyzenin yanında yapmıştı bunu. Kendimi bildim bileli kıvır kıvır ak saçlarına daha bir vurgu katan siyahtan başka elbise giydiğine tanık olmadığım yaşlı komşu Pırlanta Hanım (bazen de neden bilmem, birdenbire Madam Briyant'a dönüşüverirdi) hemen araya girmişti o zaman: “Köylüler!... Mor armutların da, gül gibi Sivas'ımızın da katili onlar!...” Anneannemin arada bir tanık olduğum sızlanmalarından aklımda kaldığı kadarıyla Sivas'ın yerlileri tüccar ya da esnaf iseler ellerine biraz para geçer geçmez hemen İstanbul'a yerleşiyor; okuyanlarsa üniversiteyi bitirdikten sonra bir daha buranın yüzüne bakmıyorlardı. (Anneannemin bunu söylerken o sırada yanında bulunan çocuklarına şöyle anlamlı ve sitemli bir bakış fırlatışı aklımdan hâlâ çıkmaz). Doğal olarak Sivas'ın yerlileri İstanbul'a yerleşirken bu arada kasaba ve köylerden de kente göçenler oluyordu. Tam olarak bileşik kaplar örneği… Çarpık kentleşme, işsizlik ve yaşam koşullarındaki zorluğun ivme kattığı bu yoğun göç sonucu kentte köylüleşme başlıyordu. Aslında aşağı yukarı Türkiye'nin birçok kentinde görülen bu göç olayı orada biraz daha yoğun yaşanmaktaydı, hepsi bu. Beleşçi Eniştenin kafasının iyi olduğu bir sırada yaptığı bu çözümleme herkesin beyninde birtakım şekillenmelere yol açarken, anneannem bildiğinden şaşmıyordu. Belki de Beleşçi Enişteye bir tepki olarak yineleyip duruyordu: “Ben onu bunu bilmem… Şu ya da bu nedenle olması önemli mi?… Kent köylüleşmiş mi, köylüleşmemiş mi? Ben ona bakarım…” İğde çiçekleri işte böylece girmiş oluyordu ailenin yaşamına. Anneannem, kendisi de hoşlanmıyordu bu yabanıl kokudan. Kestirip yaz başlarında gelen konukların bu keskin kokudan sızlanmalarına gerekçe bulma külfetinden kurtulmayı o da çok istiyordu. Ancak iğdelerin kesilmesiyle koku sorunu belki çözülmüş olacaktı ama duvardaki gedikler öylece kalacaktı. Yerlerine başka şeyler dikilmesi ya da duvarın elden

geçirilmesi gerekiyordu, onu da göze alamıyordu. İğde çiçekleri açtığında aralığın kokusu olmazdı zaten. Taşlığa açılan kapı neredeyse gün ağarırken açılıp ortalık kararıncaya dek açık kalır, böylece içeride kokudan eser kalmazdı. O mevsimde kilerde uzun süre saklanan meyveler olmadığından meyve kokusu da olmazdı zaten. Anneannemin kışın havasızlık kokusunu bastırsın diye merdiven korkuluğundaki dikmelere ve aralıktaki taşıyıcı ahşap direklerin uygun yerlerine yerleştirdiği vazolara, heybelere doldurduğu lavanta demetlerine de gerek kalmazdı. Havuz kenarında kışın kurdele çiçekleri arasına sıkışıp gözden yiten o sıska ıtırlar bile gün boyu açık bırakılan kapıdan yeterince güneş alarak gürleşmeye, hatta küçük küçük eflatunumsu çiçekler açmaya başlardı. Yalnızca ıtırlar değil, anneannemin içindeki çiçekler de öyle… Bunu bizlerin fark etmesi pek mümkün değildi tabii. Anneannemin neşeden uçar hali bize doğal geliyordu. Her zaman böyle cıvıl cıvıl sanıyorduk. Bizlerin gelişinin ona kattığı neşenin dozunu ancak onun biz orada değilken ne halde olduğunu bilenler değerlendirebilirdi. Sağ olsun, konu komşu ve bayram ziyaretine gelenler bunu yapıyorlardı zaten: “Gözün aydın Mehveş Hanım, yüzünde güller açıyor… Torunlarına kavuştun tabii…” diyorlardı. Hatta aygazı değiştirmeye gelen tüpçü, sabah ve ikindi vakti olmak üzere günde iki vakit kapı önlerini süpürürken bir yandan da tiz bir düdük sesiyle birazdan gelecek olan çöp kamyonunu haber veren emektar çöpçü… Köşe başındaki bakkal hanım… Anneannemin bizleri gördüğünde yaşadığı mutluluk gerçekten görülmeye değerdi. Bizlerin orada bulunduğumuz o birkaç gün anneannem için yalnızca bir kurban bayramı olmaktan çıkıp hayatına yeni bayramların eklendiği dolu dolu yaşanmış birkaç gün oluverirdi. Bir yıl boyunca örülmüş hırkalar, kazaklar, şallar verilir, alınmış oyuncaklar dağıtılır, her birimizin sevdiği yemekler hazırlanıp tıka basa yedirilirdi. Ailenin tam kadro toplamasının tamamlandığı akşam anneannem kızlı erkekli tüm çocukların avuçlarına kına yakardı. Kızlarınki süslü, erkeklerinki daha çok birtakım ufacık simgesel


Sayfa

21

bahanelerle bir kurban bayramında rahmetli büyükbabama deve kurban ettirmenin yolunu bulduğu bile söylenmekteydi), kırkayak… resimleri yapardı. Kınalar yakılırken öyle bir heyecanla bekleyişimiz vardı ki görülecek şeydi! Soluğumuz kısılı, heyecanla bu sahneleri incelerdik... Hele de kızlar!... Anneannem ötekinin avucuna kınayı daha fazla mı koydu? Onunkinin deseniyle daha çok mu uğraşacak, yoksa avucuna bir parmak kına koyduktan sonra eski bir yorgan yüzünden yırtarak bu iş için hazırladığı bezlerden birini mi sarıverecek?... Bunu anlamaya bakıyordu herkes. Kazara herhangi bir nedenle kaçırıvermişse, daha sonra ilk işi sahneyi izlemiş olanlardan bilgi almak olurdu. Olur a, bakarsın tam o anda elinde içi nar suyu bardaklarıyla dolu kocaman tepsi, salon kapısında görünen annesini ya da teyzesini bekletmemek için kalkıp camlı kapının ikinci kanadını açayım derken anneannemin bir ritüeli yerine getirmenin coşkusu içinde gerçekleştirdiği bu kına sahnesini kaçıranlar olabilirdi pekâlâ. Özellikle akşam yemeğinden sonra, yatmadan kısa bir süre önce yaşanan bu kına sahnesinin asıl önemli kısmı kınalar yakıldıktan sonraki bekleyiş olurdu. Sabah kalktığınızda karşılaşacağınız manzara görülecek şeydi! Kiminin avucunda çok güzel buğday başakları, kar taneleri olurken ya da avuç içine kıstırılmış metal paranın kalıbı olduğu gibi çıkarken kimininki bir şeye benzemezdi. Bu yüzden de kınalı elimiz pansuman odasından çıkan bir kazazede gibi sargılara bürünmüşse bütün gece, inanır mısınız, meraktan gözümüze uyku girmezdi. Bunu yaşayan yalnızca ben değildim. Kına yaktırsın yaktırmasın tüm çocuklar için geçerliydi bu dediğim. Geniş bir bahçe içinde, dört ailenin cümbür cemaat toplandığı bu iki katlı ahşap binanın üst katında dört odanın açıldığı, bir taraftan avluya, bir taraftan Gökmedrese'ye bakan kocaman salonunda bunu anlamak hiç de zor değildi. Yedi sekiz kişi ikişerli üçerli üç yatağa dağılarak orada yatıyor ve birbirimizin kıkırdayışını, nefes alışını, burun çekişini bile duyuyorduk. Hatta yellenişini… Bazen uyanıklık edip anneannemin ağzından laf almaya çalışırdık. O curcunanın arasında kimin eline ne yaptığını unuttuğundan mıdır, yoksa merakımızı kamçılamak için mi bilinmez, ser verir sır vermezdi. “Sabreden derviş, muradına ermiş” sözünü anneannemin bir tür oyuna dönüştürdüğü bu kına

olayı sırasında öğrenmiştim. Anneannemi sorguya çekmek için en uygun zaman, daha çok, uyku saati gelip de yataklarımıza çekildiğimizde, az sonra gelip içimizden birinin yanına sokulduğu an olurdu. Ne yapsın kadıncağız, odası elinden gidince yatmak için elinde iki seçenek kalırdı: Ya salondaki divanlardan birine kıvrılacak ya da aşağı inip aralıktaki kerevette yatacaktı. İnsanın içini kasvetle dolduran o koskoca aralıkta tek başına yatsın da cinlerle yoldaşlık mı etsin? Elbette salonda bizimle yatmayı tercih ederdi. Üç kişilik koltuğa kıvrılır ya da kıramayıp yatağına davet edenler arasında en çok ısrar edenin koynuna sığınırdı. Bir yatakta ayaklı başlı iki kişi yattığımızdan birinin ısrar etmesi ister istemez ötekini de ısrarcılardan biri haline getirirdi tabii ve hemen yastığını alıp onlardan yana taşınırdı. Böylece anneannem de aramıza katılmış olurdu. Ama nasıl bir kimlikle? Etrafı iki ısrarcı torun tarafından sarılmış bir anneanne olarak mı? Yoksa bizlerden biri olarak mı? Bunu anlamak zordu biraz. Çünkü en küçük torununun boyunda ve kilosunda bu yaşlı hanım kimi zaman kendisini öyle bir kaptırırdı ki bizlerden tek farkı kalırdı: İkide bir “Anneanne şu İlkin'e bir şey söyler misin…” diye kendisine dirsek vuran yatak komşusunu şikâyet etmeyişi… Gerçekte onu da yapabilirdi ama kimi kime şikâyet edecekti ki? Bizim sızlanacak bir anneannemiz vardı. Onun kimi vardı? Koskoca kadın “Çağla şu İlkin'e bir şey de…” mi desin? Anneannemin ağzından laf almak için bu şamata anlarının en uygun vakit olduğunu düşünür ve fırsat bu fırsat deyip öteki torunlarının avucuna kondurduğu şekillerin ne olduğunu öğrenmek için hemen sıkıştırmaya başlardık kadıncağızı. Ama ne mümkün, bu konuda ağzı İngiliz kınnabıyla dikiliverirdi adeta: “Siz anneannenizi bir tuşuna dokunduğunuzda her şeyi söyleyebilen bilgisayar mı sanıyorsunuz? Sabredin biraz canım… Sabahleyin nasıl olsa göreceksiniz…”


Sayfa

22

Nazlı YILDIRIM

İnkar Köhnemiş dudaklarında Kıvrımlı yolların bitişik ikizinde Emdiğim gecenin memelerinden akıyor gümüşi ay

Mücella PAKDEMİR

Hey Garson Hey garson! Bana bir huzur… Yanında kızarmış yüzler istemem Ön şartlar ve bahaneler Malum! Beynime dokunur İçine limon sıktım sıkalı Sözümün fiyakası ekşidi Eksik kalsın, olsa da hayrat Racon kesen hayta naralarımı İyice bir ayıklat Ortaya şöyle irisinden Haysiyet doğrat Gereği yok çatalın, kaşığın Hele bıçkın delikanlı gibi arz-ı endam eden Eti benden önce tadacak bıçağın Pençelerimde kaldı nice hayat, kalbi deşilmiş Bilemezsin saf sevdasını çaldığımı Kaç aşığın… Sabittir dosyamda iflah olmazlığım Balistikte “canidir” notum düşülmüş Kan dondurur aymazlığım Dumanı tüten şükür çorbanı Kepçe kepçe hamd ile Servis eder misin? Keşkelerden pişmiş tövbeler Ağzıma yakışır mı dersin? Kemiksiz, yağsız, sinirsiz Hümanist bastılarınız da var mı? Ayağınızı çekince üstlerinden Ağlarlar mı? Nedir bu şişe şişe dizilmişler İçlerine ihanet konulmuş Ciğer yakan baharatlar mı? Mümkünse sessiz ölüm Çoktan yakınmaya başlayan Tatlıma zehrini sürsün Yaprağını maktulüne bağışlayan Ruhumun hayat gülü Bırak da ecelini görsün Ne o? Şaşkın garson Yoksa bahşiş mi bekliyorsun? Haydi, öyle olsun!

Terimi çalarken,ısırganın Yasak gözlerinin ihanetine Yolunan saçların,yitirdiği an parlaklığını Bir beden daha,bir beden daha boy atmak,geçmişin tuzunda Sevişen yıldızların ak sütünde gezinen namus belası Sapladığın boğazıma izmaritleri,söndürürken yanık kokusunu Kiraladığın yatağında Önüne düşen izdivaçlar Çığlık çığlığa bağırırken mıhlanmış öpüşler Dar yolun tokmağından yükselir gıcırtılar Çaldığın her seferinde Protesto eder Yasak inkarın hakimine Parmak uçlarımdan düşen ıslakla yıkanıyorum yorgan altında korktuğum,kayganlıktan düşen umudun yasaklarına...


Sanat Sayfası Sayfa

23

Serdal YERLİ ile

Haftanın Konuğu Müşerref ÖZDAŞ 1961 doğumlu olan sanatçı E.Ü.Fen Fak. Biyoloji bölümü 1982 mezunudur. Çeşitli özel kurumlarda öğretmenlik yapmıştır.1978'li yıllardan beri resim, şiir ve edebiyat ile ilgilenmektedir.7 yıldır Geleneksel Türk El Sanatlarından EBRU ve KAAT'I (Kâğıt ve deri üzerine ince oyma sanatı) ile uğraşmaktadır. Halen özel bir kurumda Biyoloji öğretmenliğine ve Ev-Atölye ortamında sanat çalışmalarına devam etmektedir.1992- 93 yıllarında resim sergisi, 2008'de Ebru sergisi, 2008- 2010 yılları arasında çoğu İstanbul'da olmak üzere Gaziantep ve Manisa'da karma resim sergilerine katılmıştır

Ebru Nasıl Bir Sanattır? Ebru zor ve yoğun çaba isteyen, uzun soluklu olması gereken bir sanat dalıdır. Su üzerinde bir eser oluşturabilmek heyecan ve doyum vericidir. Zamanın nasıl geçtiğini tekne başında anlamazsınız. Ebru yaparken sadece o an vardır sizin için. Fırçadan dökülen boyanın şekillendirilmesi size bağlı olduğu kadar bağlı olmayan bir yanı da vardır. Zaman akıp gider yani. Ve ortaya çıkan ürün benzersizdir. Bir eşini tekrar yapma şansınız yoktur. Ve hataları düzeltme şansınız da yoktur.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.