XXI Subat 14

Page 1

XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 126 < ŞUBAT 2014 < AVCI < BRASIL ARQUITETURA < GUIXE < HALÜKAR MİMARLIK < HELEN & HARD < İGLO MİMARLIK < TAN & ÜLKÜ < KAMUYA İŞ YAPMAK

Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 12 6 Ş U B AT 2 0 14 1 1 ( KIB R IS 1 2 )

Bürokrasi Bulutunda Yönünü Bulmak Can Çinici, Nilüfer Kozikoğlu, Ömer Selçuk Baz ve Pınar Gökbayrak ile artı ve eksileriyle kamuya iş yapmak üzerine konuştuk. TMB Genel Merkez Binası

Moda Sahnesi

AVCI ARCHITECTS

HALÜKAR MİMARLIK

BRASIL ARQUITETURA

HELEN & HARD

İGLO MİMARLIK

YAZILARIYLA

KORHAN GÜMÜŞ LEVENT ŞENTÜRK OTTO VON BUSCH

MARTI GUIXE

YALIN TAN & JEYAN ÜLKÜ



Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve genel yayın yönetmeni yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş hulya@xxi.com.tr

BÜROKRASI BULUTUNUN OLASILIKLARI

editör Beste Sabır beste@xxi.com.tr yardımcı editör Şule Kurşuncu sektör editörü & reklam sorumlusu Tuğba Demirci tugba@xxi.com.tr okuyucu ilişkileri Duygu Erdem duygu@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu kapak fotoğrafı TMB Genel Merkez Binası, Ankara © Yunus Özkazanç

sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Anıl Dönmez Turgay Tuğsuz basım yeri Ege Basım Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir, İstanbul yönetim yeri Puna Yayın Serencebey Yokuşu 16/4 Beşiktaş, İstanbul 34349 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr genel dağıtım DPP Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz.

facebook.com/xxidergisi twitter.com/xxi_dergisi

Türkçe’de "kamu" kelimesi taşıdığı ikili anlamla zihin bulandırır. Aynı anda hem devleti (halk hizmeti gören devlet organlarının tümü) hem de halkı (bir ülkedeki halkın bütünü, amme) işaret eder. Kamuya iş yapmak dendiğindeyse bu ikilinin sarmallaşmış hali karşımıza çıkıyor, devletin işveren olduğu bir projeyi halkın kullanımı için yapmak. Mimarların bu alanda da çalıştıklarını tabi ki biliyoruz ancak şimdiye dek yapılmış örnekler üzerinden bakınca kamu yararının sınırlarının pek kısıtlı olduğu da aşikar. Tasarımı önceleyen, nicelik yerine niteliği dert edinen mimarların kamuya iş yapma pratikleri sınırlıdır çünkü. Bunun örnekleriyle pek karşılaşmıyorduk ancak bu durum değişecek gibi duruyor. Zira son birkaç yılda mimarlık camiasında bilinen mimarların devletle iş yapma oranları artış göstermekte. Bunun nedenlerini son yılların yarışma furyasının kamu kurumlarıyla mimarlar arasında bir köprü görmesinde de devlet eliyle yapılan projelerin sayısının artmasında da bulabiliriz. Sonuçta bu eğilimin devam etmesi, mimarların sadece özel sektörde iş yapıyor oldukları durumda bir kırılma yaşanacağını gösteriyor. Uzun yıllardır özel sektörle de çalışan mimarlık ofislerinden duyageldiğimiz şey, kamuyla çalışmanın zorlukları, işlerin

istedikleri gibi nihayetlenmediği, anlaşılmadıkları yönündedir. Oysa bu şikayete dayalı tavrın yapıcı çözümlere yol açması pek olası görünmüyordu. Bugünse görece genç mimarlık ofislerinin kamuya iş yapma cesaretini göstermeleri yeni bir dönemi işaretliyor. Anlaşılmamanın karşılıklı olduğunun farkındalığı ve güçlüklerin diyalogla aşılabileceğine olan inançla farklı devlet kurumlarıyla işbirliği yürüten ofislerden kendi deneyimlerini aktarmalarını rica ettik. Bu amaçla bir araya geldiğimiz Can Çinici, Nilüfer Kozikoğlu, Ömer Selçuk Baz ve Pınar Gökbayrak ile kamuya iş yapmanın zorluklarının yanı sıra verdiği mesleki tatmini de konuştuk. Özel sektörden çok farklı parametrelerle hayata geçirilen yapıların mimarın kamusal varoluşunu temsil etmesinin verdiği sorumluluk hissinin yanı sıra kamunun farklı yüzlerinde mimarların karşılarındaki muhatapların bulanıklığı da söz konusu. Sonuçta durumu tarifleyen Ömer Selçuk Baz’ın bürokrasi bulutu tanımı oldu. Ve bu bulut içinde yönünü bulmak, dışarıdan çok zor görünse de imkansız değil.

XXI


GÜNCEL

DOSYA

6 GÜNCEL

32 BÜROKRASI BULUTUNDA YÖNÜNÜ BULMAK

Kamuya iş yapmanın özel sektörden çok farklı olduğunu tahmin etmek zor değil. Peki, devlet için projeler yapılırken benimsenmesi gereken roller neler olabilir? Mimarın kamu yararına çalışması, tasarım sürecini nasıl etkiler? Bu ve benzer soruların yanıtlarını Can Çinici, Nilüfer Kozikoğlu, Ömer Selçuk Baz ve Pınar Gökbayrak ile birlikte aradık.

İÇİNDEKİLER

PROJE 44 RASYONEL MEKAN

ŞUBAT 2014 - XXI 2

10 SORU IŞARETI / LEVENT ŞENTÜRK

Eski Şehir + Yeni Şehir = İki Ayrı Mardin, Aynı Kentsel Açmaz

18 KÜÇÜK MÜDAHALELER / OTTO VON BUSCH

Tasarım Arafı

24 SORU IŞARETI / KORHAN GÜMÜŞ

Tahayyül, tekabül ve tahakküm

Sao Paulo’da bulunan ev, Brasil Arquitetura’nın yalın ve işlevsel yaklaşımı ile zıtlıkların gücünü öne çıkarıyor.



48 MEKANA YAYILAN TAŞIYICI

62 İŞLERI BASITLEŞTIRMENIN ZORLUĞU

Norveç Vennesla’da konumlanan Helen & Hard tasarımı kütüphane; kafe, yönetim, eğitim ve toplanma alanlarını içinde barındırırken var olan sosyal merkez binasıyla mekansal bir bağ kuruyor.

Yenileme projesinin tasarımı Halükar Mimarlık tarafından gerçekleştirilen Moda Sahnesi; çok boyutlu, çok katmanlı ve sürekli oluş halinde bir proje.

66 DINAMIK ÇEŞITLILIK

Proje tasarım ve uygulaması Yalıntanjeyanülkü tarafından gerçekleştirilen Lowe Ofisi, çalışanlar arasında fiziksel bariyer yaratmadan şeffaf bir kurguyu benimsiyor.

52 ENTEGRE TASARIM

Avcı Architects tasarımı Türkiye Müteahhitler Birliği Genel Merkez Binası üzerine Selçuk Avcı ve yapının sürdürülebilirlik danışmanı Patrick Bellew ile sohbet ettik.

İÇİNDEKİLER

SEKTÖR

ŞUBAT 2014 - XXI 4

58 ÇOĞUNLUKTAN SIYRILMAK

Davetli bir yarışma için hazırladıkları animasyon film ile yarışmayı kazanan İglo Mimarlık, sunum tekniklerindeki yaklaşım tarzlarını proje çözümlerinde de sürdürüyor.

70 SEKTÖR HABERLERI 82 YALIN DETAYLAR

84 AJANDA

Mimarlar ve Han Tümertekin tarafından yenilenen Çimtaş Çelik Yönetim Binası için Koleksiyon Mobilya’nın sunduğu çözümleri Koray Malhan anlattı.



Sahici İstanbul İSTANBUL’U KENDI GERÇEKLIĞIYLE SUNAN FOTOĞRAFLAR VE ONLARA EŞLIK EDEN YAZILARDAN OLUŞUYOR MILYONLUK MANZARA. BIR KITABA VE 12-30 TEMMUZ’DA DEPO’DA BIR SERGIYE DÖNÜŞEN MILYONLUK MANZARA HAKKINDA PROJEYI BAŞLATAN NAR PHOTOS KOLEKTIFINDEN MEHMET KAÇMAZ ILE KONUŞTUK.

ŞUBAT 2014 - XXI 6

GÜNCEL

fotoğraflar: Nar Photos

Ali Taptık: Milyonluk Manzara projesi nasıl başladı ve kitap nasıl ortaya çıktı? Sergi salonundaki konuşmanızda işin kökeninin arşivinizdeki bazı eksikliklerin gözünüze çarptığına dayandığını söylemiştiniz. Mehmet Kaçmaz: Evet, yapılan yeni iş, aslında Nar Photos’un eski İstanbul arşivinin bir özeleştirisiyle başladı. Arşivde yer alan İstanbul fotoğraflarının kentin gerçek ruhunu yansıtmadığının, en azından yüzeysel olduğunun farkındaydık. Değişen İstanbul’u fotoğraflama fikri kolektif için eski bir fikir olsa da Milyonluk Manzara’ya kadar bu işin “nasıl”ına dair bir yöntem geliştirememiştik. Fakat başlangıçta bu çalışmanın bir kitap mı yoksa bir sergi mi olacağına dair bir fikrimiz yoktu. Bu, biraz yapımız gereği böyle; biraz da politik anlamda sponsorlu, planlı-programlı işlerden uzak duruşumuzla alakalı. Dolayısıyla başlarken hiçbir plan yapmamıştık ama projenin çekim çalışmasının ortalarına doğru Tanıl Bora ile görüştük. Tanıl’la Birikim dergisinden bir tanışıklığımız vardı ve İletişim Yayınevi’nin böyle bir fikirle ilgilenip ilgilenmeyeceği üzerine konuştuk.

İletişim’in bugüne dek yayınladığı kitaplardan farklı olarak fotoğrafların da yer alacağı bir iş olması nedeniyle ilgilenip ilgilenmeyeceklerinden pek de emin değildik. Ancak yazışmalarla, onlara gönderdiğimiz bir dizi fotoğrafla derdimizi aktardık. Temel fikir olarak İstanbul’daki taşrayı ve kentin merkezden uzak, genişleyen-değişip dönüşen yüzünü göstermeyi istediğimizi, İstiklal Caddesi, Eminönü gibi sembolik yerler dışında kalan İstanbul’u fotoğrafik olarak merak ettiğimizi anlattık. Ve yayın kurulunda bu fikrin kitaplaşması heyecanla karşılandı. Bu da bize doğru yolda olduğumuzu gösterdi bir şekilde. Çalışmanın temel fikri kent imgesinin iki farklı araçla -görüntüler ve kelimelerbirbirinin içine geçecek şekilde yeni ve daha büyük bir ortak imgeye dönüşmesiydi. Böylelikle Milyonluk Manzara kitabı fotoğrafçıların ve yazarların kendi İstanbul imgelerini ortak bir imgeye kattığı bir kolektif çalışmaya dönüştü. Biz yazarların bu fotoğraflara angaje metinler yazmalarını değil, kendi İstanbul

imgeleri üzerinden kendi hikayelerini üretmelerini istedik. Böylece her bir yazıda başka bir İstanbul imgesi oluşturacak, metinlerle fotoğraflar birbirlerini destekleyerek başka, büyük bir imgeye dönüşecekti. Bu yüzden yazarlar fotoğrafları görmediler çünkü gördüklerinde o imge üzerinden metinler üretip fotoğraflara yazılar yazmış olacaklardı ki bu, hiç istemediğimiz bir durumdu. Zaten ilginçtir ki fotoğrafları görmek isteyen de olmadı. İstanbul üzerine yazılmış kitaplar, öyküler, kent araştırmaları, sosyoloji metinleri içeren okumalar sonrasında çalışılacak kişileri belirlemek adına listeler oluşturduk ve bir baktık ki bu liste Tanıl’ın önerileri ile %40-50 oranında örtüşüyor. O bizi bazı yazarlar konusunda ikna etti, biz de onu. Ve sonunda kitaptaki yazarların listesi ortaya çıkmış oldu. at: Gerek yapım süreci gerekse son üründe bana ilginç gelen ve bu kitabı özel ve güzel kılan, alışıldık kuramsal bir derleme kitabı ya da bir fotoğraf kitabı formatında olmayışı. Mesela bir editörün

adı da geçmiyor kitapta ve fotoğraflar yazıların arasına giriyor... mk: Yazmıyor çünkü fotoğraf editörü dahil, herhangi bir editörü yok kitabın. Bu kitap uzun uzadıya editöryel bir çalışmayla bir araya gelmiş bir iş değil, her şeye çok hızlı karar verildi. Aklımızda bir maket/plan vardı ve bu da taraflarca benimsenmişti. Sürecin sorunsuz devam etmesinde Tanıl’ın derleyici rolüyle bağlantıları sağlaması, yazarlarla iş güdümünü yürütmesi, teslim tarihlerini belirlemesi oldukça önemliydi. Ama asıl önemli olan bu işe inanmış olmasıydı tabii. Bir de müthiş sunuş yazısı... at: Günümüzde özellikle bireysel ya da kolektif inisiyatifle yola çıkılan böylesi üretimlerde işler kendi haline bırakılınca daha güzel şeyler ortaya çıkıyor. Planlı, üstte kararlar veren ya da belli dengeleri gözeten bir editöryel tavır yerine kendi kendine işleyen ve şekillenen bir süreç mk: Biraz öyle, ama bunun da tesadüf olmadığını düşünüyoruz. Tanıl ile daha öncesinden tanışıklığımızın olması, beraber iş yapmış olmamız tesadüf değil. Keza, İletişim Yayınevi birçoğumuzun hayatında önemlidir, takip ettiğimiz


karşı sayfada en solda: Başıbüyük, Maltepe; fotoğraf: Eren Aytuğ solda: Ayazma, İkitelli; fotoğraf: Mehmet Kaçmaz bu sayfada altta: Kayaşehir; fotoğraf: Kerem Uzel arka sayfada Kayaşehir; fotoğraf: Saner Şen

GÜNCEL 7 XXI - ŞUBAT 2014

kitapların çoğu o yayınevinden çıkar. Dolayısıyla birtakım şeyleri ajans olarak planlayamasak, büyük resme o anda hakim olamasak ve bazı acemiliklerimiz olsa da şunu hep bir ilke olarak edindik: Biz işimizi yapalım ve sabırla devam edelim, işin kendisi mutlaka bir gün doğru mecrasıyla, kanalıyla, kişisiyle tanışacaktır. Kitabın var olma serüveni özetle böyleydi. at: Açılıştaki konuşmanızda bir noktada durup İstanbul’a bakan bir 20. yüzyıl fotoğrafçısının eksikliğini fark etiğinizi söylemiştiniz. mk: İki yönlü bir hayat var bizim için. Sonuçta Nar Photos bir ajans ve editöryel fotoğraf hizmeti veriyoruz. Çünkü ajansın bileşenleri, o bileşenlerin çalıştığı dergiler, o dergilerin tanımlanmış bir imge beklentisi var. Yani editörler birtakım ilkeler belirliyorlar, fotoğrafın yatay ya da dikey olmasına varıncaya kadar. Arşivin bir kısmı böyle işlerden oluşuyor: İçinde olmadığımız, birinin adımıza karar verdiği, bizim ise sadece işin operasyonunu yaptığımız sipariş görüntüler. Bir kısmı ise İstanbul fotoğrafı dendiğinde üzerine çok

düşünmezsen, kafa yormazsan seni doğrudan Eminönü’ne götüren, 19. yüzyıldan kalma sahneleri tekrarladığın işler. İstanbul bir şekilde fotoğraf çekenlerin antrenman sahası haline geldi, her ne kadar eleştirel gözle baksan da bildiğimiz saçma fotoğraf terminolojisine bir şekilde sen de hapsoluyorsun. Bu da aslında bizim algıladığımız İstanbul değil; böyle bir İstanbul’da yaşamıyoruz. Bu, klişe bir İstanbul, kentin vitrini. at: Bazıları sizin fotoğraflarınıza da konu olan Tozkoparan, Şirinevler gibi yerler 1970'lerden 1990'lara dek İstanbul’un genişlediği alanlar. Buraların bunca yaşanmışlıklarına rağmen fotoğrafçıların dikkatini çekmemesi konusunda ne düşünüyorsunuz? mk: Bunun nedeninin fotoğrafın kendisine içkin bir şey olduğunu zannediyorum. Özellikle 1980'lerden 2000'li yılların başlarına dek Türkiye'de fotoğrafı, onun estetiği ve içeriğini belirleyen şey derneklerin bakışıydı. Her şeyi aynı potada eriten, yani amatörü, profesyoneli, gazeteciyi ve akademisyeni tuhaf bir şekilde yan yana getiren tekil bir kurumdu ve geçerli olan, fotoğrafın salt

kendisiyle ilgilenilmesiydi. Dolayısıyla o çerçevenin içinde, ne olup bittiği konuşulmuyordu. Bir yandan da şöyle mitler vardı: Ara Güler ve onun belirlediği bir çıta, onun gibi çekmeye çalışmak, o görüntülerin aranması gibi bir gerçek vardı. Geçmişe duyulan o tuhaf, yapay özlemle Zeyrek birçok fotoğrafçının antrenman sahası haline geldi, Eminönü’nün kalabalıklığı fotoğraflarla bir şekilde canlandırılmaya çalışıldı. Ve Şirinevler bu anlayışla fotoğraflanacak bir yer değildi. Güzelliğe hapsedilmiş bir algı olduğu için Şirinevler’de görülecek bir şey de yoktu. İstanbul’u güzelleştirmek, arabalardan arındırmak, bir daha olmayacak istisnai görüntüleri yakalamak öncelikliydi. Örneğin ara sıra karpuz arabası geçer İstiklal Caddesi’nden ve bu pek çok fotoğrafçı için belgelenmesi gereken bir andır. Oysa birçoğumuz için sadece şaşırıp bakılacak istisnai durumdur ve fotoğrafik bir gerçeklik olarak sunulamaz. Dolayısıyla Şirinevler, Ataköy, Yeşilköy gibi alanlar bu 30 yıllık süreçte fotoğrafın kendi kendisiyle ilgilenmesi dolayısıyla gidilip görülmeyen, merak edilmeyen, zaten fotoğrafik olmayan, gitsen de “bir şey çıkmayacak”

yerler olarak görüldü. Bu yüzden Zeyrek'e gidildi, bu yüzden Tarihi Yarımada’nın eski görüntülerinin peşine düşüldü. Hülya Ertaş: Tuhaf ya da bildiğimiz anlamda fotoğrafik olmayan bir şeyi fotoğraf nesnesine çevirme kararı aldığınız yerde nasıl davranıyorsunuz? En nihayetinde yaratıcı bir eylem olarak fotoğraf, durumu güzel gösteren bir eyleme dönüşmek zorunda kalmıyor mu? mk: Bahsettiğin çelişkili durumlarla pek çok kez karşılaştık. Aslında klişe anlamda başkasının gözünde fotoğrafik olarak algılanacak, daha çarpıcı gelecek birçok şeyi, istisnai bir durum olduğu için çekmemişizdir örneğin... Sadece çıplak gözle seyretmeyi yeğledik. Aslında İstanbul hikayesini çekerken temel olarak hepimizi ahlaki ve içerik olarak engelleyen soru şuydu: Biz istisnai şeylerin peşinde miyiz, yoksa bir kuralı mı arıyoruz? Bugünün İstanbul’unda gerçek olan, sahici olan, kural olan nedir? Bu büyük beton blokların üst üste gelmesi, büyük geniş sahalar, bu büyük boşlukların içinde başka büyük binalar, onların altında ezilen insanlar ve onların imgeleri bizim için kıymetliydi. Biz tekrar eden,


GÜNCEL ŞUBAT 2014 - XXI 8

döngüsel olan şeyi aradık ve ortak bir dil kurma biçimimiz de bununla ilgiliydi. Bir noktada buluşmak yaklaşık iki-üç ayımızı aldı. Sonuçta hepimiz farklı insanlarız fakat ortaklaşa bir iş yapıyoruz ve bu çalışma aynı şeyden bahsediyor olmalı, bir sistemin parçaları gibi işlemeliydi. Bunun için yaptığımız da sahiciliğe, gerçekliğe saygı duymaktı. at: Bazı fotoğraflar bana o tanımsız boşluklarda oturup içen beyefendileri, Banu Cennetoğlu ve Osman Bozkurt’un çalışmalarını hatırlattı. mk: Bu, bir gerçeklik. Oralara gitmemişsen, görmemişsen sana istisnai gelebilir ama aslen gerçektir. Türkiye’de kentler insanlar için tasarlanmadığından bu insanların otoban kenarlarında bira içmeleri bir acayiplik olarak görülse de aslen bu kentin gerçekliğidir. at: Öte taraftan bu işi yurtdışında gösterdiğinizde nasıl tepkiler aldınız? Örneğin ben artık yurtdışında, özellikle Batı’da fotoğraf gösterirken çok sıkıntılı anlar yaşıyorum. Sen ne yaparsan yap, onlar kafasındaki dönüşümlerden geçmiş bir oryantalist bakış açısıyla yaklaşıp, yapılandan bir şey almak yerine kendi zihnindekini temellendirmek için onu kullanmaktan geri durmuyorlar.

mk: Kentin imgesini oluşturan Der Spiegel’in ya da Newsweek’in yolladığı fotoğrafçılar değildi. Biz bir algı yarattıysak bizim eserimizdi, yani ortada oryantalist bir algı varsa bu İstanbul’da yaşayan fotoğrafçıların yarattığı bir mevzuydu. Yıllarca Kültür Bakanlığı’na takvimler yapıp, Anadolu’yu dolaşıp Türkiye tanıtımları için çekilen fotoğrafların bir sonucu bugünkü durum. at: Hala da geçerli olan bir konuya değindin aslında. Dernekler ve son dörtbeş yılda açılan bir-iki müze dışında hiçbir fotoğraf kurumu, küratöryel anlamda bir tavrı olan yapılaşma olmadı burada. mk: Birçok insan Nar Photos’ta kendini foto muhabiri olarak tanımlıyor, bizim yaptığımız iş belgesel fotoğrafçılık ile kısmen sıcak haber fotoğrafçılığının karışımı. Hangi kurum foto muhabiri yetiştiriyor? Güzel sanatlar fakültesi mi, hayır. Oradan mezun olanların çoğu endüstriyel fotoğrafçılık yapıyor. İletişim fakülteleri mi? Hayır, ben oradan mezun olduğum için biliyorum. Dolayısıyla fotoğrafın sanat ve mimariyle ilişkisinin, mesleki uygulamalarının eğitiminin nereden alınacağı sorusunun yanıtı yok. Fotoğrafçılığın ne öğrendiğin, kendini nasıl törpüleyip geliştirdiğin ve

gerçekten kendini bin bir çabanın içine sevk etmenle alakalı. he: Bunu projeyi bir belgeleme, arşivleme çalışması olarak gördüğünüze göre bunun geleceği için planlarınız neler? mk: Şimdilerde biraz kaşınmaya başladık. Yapılan toplantılarda İstanbul mevzusu hep vardı, özellikle Gezi Direnişi’nden sonra. Şimdi ne yapılması gerektiğini planlamaya çalışıyoruz. Bundan kastım bir proje bulmak değil. Yeni bir durumla karşı karşıyayız ve bu hem kendi varoluşu için hem de bu kentte yaşayan çoğu fotoğrafçı için soru işareti olarak devam ediyor. Bir dönüşümün ortasındayız, bunun nereye gidebileceği az çok tahmin edilebiliyor, ama aslolan süreç boyunca oluşan yeni duraklarda kendimizi nasıl konumlandıracağımız. Bizim çektiğimiz aşama, kentin yeniden dönüşmesinin bir an’ıydı sadece. Çok kısa bir andan, bir yıllık bir döngüden bahsediyoruz. Ve ne yaparsak yapalım, bir proje, herhangi bir durumun tamamını kapsayamaz, onun her yönünü anlatamazdı. Gezi zamanında sıcak haberciliğe yöneldik, çünkü bazen bazı şeyler seni çağırır ve o çağrıya uyarsın, öyle ki bizim hiçbirimizin çatışma fotoğrafı çekmek gibi bir deneyimi yoktu. Dışarıdan bakan birçok

insan, bizi savaş fotoğrafçılarına has maceraperest insanlar olarak algılarken biz ise her sokağa çıktığımızda bir an önce bitmesini istiyorduk. Cesur gibi algılansak da tedirginlik altında, sorumluluk bilinciyle yaptık her şeyi. Bir şeyler oluyordu ve bizim de orada olmamız gerektiğini hissettik. Yakın zamanda sokağın ısınması aslında bir yıl öncesinden Emek Sineması, İnci Pastanesi gibi olaylarla başlamıştı. Bir kısım işler de bizden kente doğru giden şeylerdi. Örneğin Milyonluk Manzara öyle bir şeydi. Düşünsel bir mesain olmalı, hayatla, kentle ilgilenmelisin ki buradan bir şeyler çıksın. Konu denen şey, kara kara düşünerek birden ortaya çıkacak bir şey değil. Sokakta olup olmadığında, mevzuları bilmeyip ilgilenmediğinde, okumadığında, gazeteleri takip etmediğinde gelip sen görmeden yanından geçen konular bunlar. Yani iki yönlü bir durum var: Sokakta neler oluyor ve biz onu nasıl göstereceğiz? Ve bütün bu aksiyon aslında hangi büyük manzaranın parçası? Olaylar ve olgular da diyebiliriz bu ikili duruma. Gezi Direnişi fotoğrafları sokağın dinamiğini yansıtırken Milyonluk Manzara bu yönüyle Gezi’nin işaret ettiği büyük manzaraya/olguya bakan bir işti.



Eski Şehir + Yeni Şehir = İki Ayrı Mardin, Aynı Kentsel Açmaz

-Zeynep Işıklar için-

DÖNME DOLAP

Neredeyse on beş yıl önce, üniversitedeki asistanlığımın ilk yılında, mimarlık bölümünün düzenlediği geziyle Mardin’e “Batılı bir turist” olarak gitmiştim. On beş yılda Güneydoğu’yu kökten değiştiren siyasal ve ekonomik gelişmeler oldu. Bu yazıda, yakın tarihe değil bugüne bakmayı deneyeceğim.

ŞUBAT 2014 - XXI 10

2014’e girerken, Mardin’e gelen bir arkadaşım, burasının “Güneydoğu’nun kötü işletilen sayfiyesi” olduğunu tespit etmekte gecikmedi. Kentin “Batılı yabancıların” gözündeki imgesi bu alaycılıkla sadece kısmen örtüşür. Mardin Güneydoğu’nun “sayfiyesi” sayılabilir. Denize değilse de Mezopotamya ovasına bakar. Eski Mardin, bir “gerdanlıktır”; “gerdanlığa dizili” butik otellerde, “tadına doyulmaz manzaranın” keyfi sürülebilir, vs. Bu turistik imajda, Güneydoğu’ya ilişkin sancılı Kürt tarihini ve mücadelesini hiçe sayan bir turist vurdumduymazlığı yattığı belki fazla ağır kaçar. Bu imaja Türkiye sağının taktik olarak sahip çıktığı bir gerçektir. Güneydoğu Anadolu, Kürtlüğünün yaralarını sararken, eski Mardin’in Kürtlere kapalı olduğu; Araplığının ve coğrafyanın sefasını sürdüğü, gamsız bir sayfiye olduğu, kuru iftira olmasa gerek. Vizyonsuzluk ve siyasal oportünizm, “kötü işletme”nin özellikleridir.

LEVENT ŞENTÜRK

Oryantalist kent imgesinin tehlikesi, o kentin yaşayışını, verili bir anlama hapsetmesinde ve etrafını bu imgenin esnek ama kopmayan bağıyla kuşatmasındadır. Mardin pek çok Batılının gözünde estetik bir ortaçağ kentidir; son kertede fotojenik bir

yabanıllığı vardır, labirentimsi ve katman katman yükselip alçalan taştan sokaklarında kaybolmak gibisi yoktur, vb. Bu statik imgede insanlar sanki duvarlardan geçen hayaletlerdir, yani yokturlar. Mardinliler, kendilerini bu imgeye göre estetize etmeli, öyle davranıp öyle yaşamalıdır. Mardinli olmak, Süryaniler, Araplar, Kürtler ve Türklerden oluşan ırksal, dinsel ve kültürel “mozaiğin” parçası olmak, içlerine tarih sinmiş labirentlerinde yaşamaktır –fiziken olmazsa kalben. Sözgelimi kentteki bir özel müze, Mardin’e yönelik oryantalizmi konu edinen sergiler getirmeye özen gösterir. Ne de olsa Batılılar, Mardin’e “Mardin” görmeye gelmiştir; canları Gustav Klimt çekerse, kendi müzelerine gidebilirler. Bu imge, kenti Batılı’nın, yabancının, beyazın, muktedirin, Beyaz Türk’ün gözünden tanımlar ve madun’luğu üretir. Bu, Amerika’ya veya Avrupa’ya lisansüstü çalışma yapmaya giden bir Türkiye vatandaşının, Türklük, doğululuk veya Müslümanlık üzerine çalışmaya özendirilmesine benzer: “Kendi”+“öz” +“kimliğini”+“yansıtan”= “akademik” çalışmalar yapmalıdır. Batılı-olmayanlar, Batılı-olmamanın dışına çıkmamalıdır; “doğal” yeteneklerini, Doğu kültürünü ve dinini, üretimlerinde temel almalıdır. Çünkü Doğulu, kendi bakışını ve anlamını üretemez; yalnızca “genlerinde kodlu” bilgiyi (Doğululuğunun bilgisini) dışsallaştırabilir, başkalarının üreteceği anlamlara muhtaçtır. “İki Mardin var...” diyerek, bir oryantalist kent hayali de ben üretmeyeceğim. Bahsetmek istediğim iki Mardin, “yeni” ve “eski” şehir; yani kentin fiziksel gerçekliği. Eski Şehir, oldukça korunaklı bir coğrafi konumda. Yeni Şehir ise, bu tarihsel çevrenin kabaca Kuzeyinde kalır. Eski Mardin’in Güneyini, Güneydoğusunu ve Güneybatısını kuşatan düzlüklerin kırk kilometre ötesinde Suriye sınırı uzanır. Eski Mardin, ovada hızla büyüyen ve dev bir şantiyeye dönüşen yeni Kürt kenti Kızıltepe’ye tepeden bakar: Hem gerçek anlamda, hem de mecazi anlamda. Turistik Mardin ile Kürdistan’ı temsil eden Kızıltepe arasında, sadece buraya özgü topografyanın eşsiz kayalıkları yoktur; iki kent arasında ideolojik bir bariyer de vardır. Bu bariyerin Mart ayındaki yerel seçimde Büyükşehir Belediyesi’ni BDP’nin kazanmasıyla yıkılacağı düşünülür. Avrupa Birliği destekli yenileme/koruma projesi kapsamında, Eski Şehir’i kat eden Birinci Cadde’nin altyapı, taş kaplama kaldırım ve kilit taşlı tek yön araç yolu inşaatı 2013 güzünde tamamlanır. Cadde, yayaların ve araçların kullanımına açılır ama araç sahipleri, arabalarını kaldırımda hiç yer bırakmayacak şekilde park eder. Bu işgal, inançla ve ısrarla sürer; kentin yaya ve araç trafiğinin sürdüğü dar yol, fiziksel kalitesine kıyasla, çok kalitesizce kullanılır. Trafik polisinin cezai önlemlerle yolu açık tutması kolay olmaz. Her sabah bu caddeyi arabayla kat ederken, öğle saatlerinde yaya olarak dolaşırken, bu işgalden herkes gibi nasibimi almaktayım. Buna “mutenalaşmaya direnç” diye bakılabilir mi? Yapılanların gentrifikasyon olduğunu düşünenler “direnmekte” midir? Elbette hayır. Yüzlerce yapıda kısmi veya komple yıkımlar, cephe değişiklikleri, dükkân yenilemeleri sürmektedir; ortada bir itiraz havası da yoktur.


karşı sayfada ve bu sayfada Eski Mardin arka sayfada Yeni Mardin

DÖNME DOLAP

Dünya mirası listesindeki Mardin, 90.000 gibi minyatür bir nüfusa rağmen, basit bir kentsel hak meselesini nasıl çözemez? Polisle veya belediyenin ücretli park yeri uygulamasıyla çözülebilecekken, kaldırımlara tebelleş olup iki günde tüm yatırımı mahveden zevata niye kimse dokunmaz? Mardin kentsel problemleri çözmez, çünkü kentsel problemleri tanımlamamıştır. Eski Şehir’de kentin fizikselliği, modern hizmetlerin götürülmesini zorlaştırır. Bu nedenle dar, merdivenli, abbaralı çıkmaz sokaklarla örülü labirentimsi ortaçağ dokusunda, taşımacılık için hâlâ eşekler kullanılır. Bu ilişkide, insanların durumunda bir iyileşme varsa bile, eşeklerin durumunda bir iyileşme yoktur. Filosundaki her araca bakım yapmak durumunda olan belediyenin, eşeklerin yaşamı, sağlığı ve mutluluğu için bir bakım bütçesi oluşturduğunu düşünmek saflık olur. Eski Şehir ne kadar anlamlıysa, Yeni Şehir de o kadar anlamlı. Eski Şehir’e biçilen oryantalist imge ne kadar boş ve içeriksizse, Yeni Şehir de o kadar boş ve içeriksiz. Eski Şehir’in o pek kıymetli kentsel nitelikleri, Yeni Şehir’de o kadar yok ki, inşa faaliyetinin aleladeliğine bakarak, buranın neresi olduğu ayırt edilemez: Tekirdağ mı, Adana mı, Ankara mı, Kayseri mi, Muğla mı? Varlığıyla pek övünülen tarihsel kentin hemen eteklerinde, pervasız bir inşaat azmanlığı almış başını gider. Hızla büyüyen bu fiziksel çevre, gemi azıya almış, Eski Şehir’den hiç nasibini almadan, son sürat yapılanır. Eski Şehir’de eşekler insani muamele göremez; Yeni Şehir’de de insanlar eşek muamelesi görür. Kentin her yanındaki arazilerde, yüze yakın betonarme blok inşaatı yükselir. Bunlar birbirinin çok benzeri plana, cepheselliğe ve gabariye sahiptir; hepsi de tek bir müellifin değilse bile, aynı anlayışın eseridir. Neredeyse tümü on kat ile on beş kat arasındadır. Hiçbirinin yolu yoktur. Çorak kayalıkların üzerinde yükselirler. Yapıların konumlarına karar veren bir kentsel planın varlığı ya kuşkuludur ya da bu plan fiiliyatta tümden

devre dışıdır. Blokların arasındaki mesafeyi veya başka temel geometrik ilişkileri tayin eden bir ölçüt yoktur. Yapılaşmanın üst sınırını, imar izni ve sahip olunan parselin büyüklüğü dışında belirleyebilecek tek şey, Yeni Şehir’e egemen olan kayalık zeminin çıkaracağı kazı masrafıdır. Yapılar bu nedenle maksimum yükselme, minimum kazı esasına göre inşa edilir. Yapıların boyutları, birbiri arasındaki en düşük mesafenin belirleyicisi değildir. Bir yapının bir arsa üzerinde hangi yöne bakacağına, mimari veya iklimsel gerekçeler dayanak oluşturmaz. Mardin’de yaz aylarında sıcaklık elli dereceye kadar çıkabilir ve Yeni Şehir’de en ilkel anlamda güneş önlemleri dahi alınmaz. Bu, iki defa çevre katliamı anlamına gelir: Binalar yapılırken harcanan aşırı enerjiye, binalar kullanılırken harcanacak aşırı enerji eklenecektir. Kısacası, inşa hızını maksimize ederken asgari kentsel geleceği hesap etmeyen, edemeyen, bu konuda önünde hiçbir engel de bulunmayan saldırgan bir erillik, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi, burada da iş başındadır. İnşaatçıların cenneti olan Yeni Şehir’de

önümüzdeki on yılın planları çoktan yapılmıştır: Nüfus, Mardin Büyükşehir olunca birkaç kat artacaktır. Bu artıştan kârlı çıkanlar, on, yirmi, elli, hatta yüzlerce daireye sahip yeni zenginlerdir. Ama gelecek on yılda bu kentte insanlar neyle yaşayacaktır, hangi kentsel imkâna sahip olacaklardır; örneğin kaldırımları olacak mıdır, soruları cevapsız kalır. Kent hayatı, apartman hayatından ibarettir. Bu yüzden, apartmanlarda daireler son derece geniştir. Apartman hayatı, kadın sosyalliğinin başlıca mekânıdır. Patriarkal düzen devam ettirildiğinden, daireler haremlik ve selamlık biçiminde kullanılan iki eşit büyüklükte salona sahiptir. Kadının yeri mutlak biçimde evidir. Bunun en şaşırtıcı kanıtı, ne sokaklarda kadınların çok düşük yüzdeyle görünmeleri, ne başı açık kadınların oranının gözle görünür derecede düşük oluşudur. Kadınların çalışma hayatındaki varlıklarının sıfıra yakın oluşu bile değildir. Kadının yeri evidir formülünün sıkı sıkıya işlediğinin en çarpıcı kanıtı, Kızıltepe ile Mardin’in ortaklaşa kullandığı iki kamusal mekândan biri olan alışveriş merkezidir.

11 XXI - ŞUBAT 2014

fotoğraflar: Levent Şentürk


DÖNME DOLAP ŞUBAT 2014 - XXI 12

AVM ilk bakışta, açık ve erişimli haliyle Batı’daki emsallerini mekân kullanımıyla aştığını düşündürür. Dükkân dağılımıyla, büyük çoğunluğu erkeklere hizmet eden homososyal içeriğiyle, AVM’lere dair yerleşik düşünceyi altüst eder. Türkiye’de kamusal mekân jargonu, AVM’lerin kadınsılaştırılmasına ve kadınların kentte steril mekânlarda sosyalleşmelerine itiraz argümanıyla şekillenir. Hal böyleyken, Mardin’deki AVM erkeklerce damgalanmış durumdadır. Dahası, siyaseten birbirinin hasmı olan Kızıltepe ve Mardin, “inşaatçılık” söz konusu olunca, aynı ataerkil yasada birleşir ve aralarındaki sözümona çatışma ortadan kalkar; bu konuda olsa olsa ekonomik çıkar çatışması ayırt edilebilir. Bu da, Güneydoğu’daki homososyal eril çevrenin sürekliliğindeki dinamikler açısından “çok öğretici”dir. Eski Şehir’deki basit park probleminin neden çözülmediği böylece netleşir: Kadınların ezici çoğunluğunun çalışmadığı, neredeyse apartman dairesinin mutlak konforu dışında hiçbir kentsel mekâna çıkamadıkları bir eril hegemonya içinde, trafik görülmedik derecede aşırı hıza ve rekabete, saldırganlığa dayalı bir rejime dönüşmüştür. Ağır vasıtaların hegemonyası her yandadır; bundan başka, gerçek bir trafik terörü hüküm sürer. Trafikte sıradan tacizci davranışları, toplumsal hayattaki eril cinsel tacizin, aile içi şiddetin, ensestin ve başka cinsiyetçi tabuların sessiz ama somut bir tezahürü olup çıkar. Erilliğin temel itaat kuralı gereği, kimsenin kimseden şikayetçi olmadığı bu tehlikeli trafik tiyatrosunda erkekler birbirine ağzının payını vermek üzere direksiyon başına geçerek adrenalin salgılamaya çalışır. Trafik polisi denetiminin yok denecek kadar az olduğu bu tiyatroda sol şerit, kimsenin başkasına kaptırmadığı, yar etmediği, simgesel bir eril tabudur. Sol şeritten kaptırmış gelen araçlar, yüzlerce metre geriden başlayarak devamlı selektör yapar ve “yol ister”. Sağda seyredenler de bu tacizin hedefidir. Trafiğin bütün işaret dili selektör yapmaya indirgenmiştir; sinyal, vb. verilmez veya kırmızı ışık kavşaklarda ille de durulacağı anlamına gelmez.

Yüksek hızda aşırı yakın taciz takibi çok yaygın bir davranıştır. Normal hayatlarında hiçbir biçimde aceleci veya saygısız olmayan bu insanların, sıradan şehir içi seferlerindeki aşırı telaşlı ve saldırgan halleri üzerine sosyal çözümlemeler yapılabilir. Aynı cevval şoförler, gerçek trafik sıkışıklığında, seri ve karmaşık kararlar vermeyi gerektiren manevra durumlarında dumura uğrayıp hareketsizleşir; sosyal ve reel zekâ düzeyleri sıfırlanır. Komşu kent Diyarbakır’daki trafikte manzara, Mardin’dekinin aksine, gayet saygılı ve normaldir. Üstelik burada bir milyondan fazla insan yaşar.

gözü önünde yakılarak imha edilir. “Yerinden yönetim” bu olsa gerektir: Hiçbir şey yerinden kımıldatılmaz ve sorumlu hiç kimse, bir şey yapmak için yerinden kıpırdamaz.

Yeni Şehir’de sokaklarda kadınların veya erkeklerin bebek arabalarıyla kaldırımlarda yol alması olanaksızdır çünkü kaldırım diye bir olgu henüz ortaya çıkmamıştır. Kent merkezindeki parklar, plansızlıktan dolayı, yağmurdan sonra haftalarca çamur içindedir. Yeni Şehir’in merkezindeki kent parkı, yayaların erişimine yarı yarıya kapalıdır: Parkın ana bulvara ve arkasındaki paralel caddeye cephe veren uzun kenarları boyunca giriş yoktur. Kamusal mekân, ev gibi düşünülmeye devam eder. Aslında şehir merkezindeki ara yolların hiçbirinde henüz asfalt yoktur; sokaklar beton kilit taşıyla kaplıdır.

Mardin’de üniversitenin varlığı, hem Eski Şehir’i hem de Yeni Şehir’i dönüştürmek durumundadır. Üniversite’nin rektörünün hedefi, Eski Şehir’e nüfuz eden, parçalı, ana kampüsü bulunmayan bir sosyal bilimler üniversitesini kurumsallaştırmaktır. Ancak, kent dışındaki kampüsle üniversite, iki zıt mekân stratejisini birden uygulamaya geçirmek durumunda kalmıştır. Eski Şehir’de sürekli ve kalıcı bir kültür hayatına kaynaklık edebilecek şey, mekânları hızla tüketen uluslararası seyr-ü sefa turizmi değil, üniversite ve onunla bağlantılı kurumların üretkenliğidir. Üniversite, Eski Şehir’i barınma, hizmet, kamusallık, kültür ve eğlence anlamında dönüştürüp, başka kurumsallıkların da burada doğup serpilmesine sebep olduğunda, oteller, esnaf ve halk bundan payını alacaktır. Turizm, akut Suriye probleminin olduğu bölgede, fazlasıyla kırılgan durumdadır; kalıcı bir kentsel etki doğurması beklenemez.

Mardin’de, ne Yeni Şehir’de ne Eski Şehir’de, kent hayatında doğayla mücadele edilir. Gündelik problemlerin “çözülmesi” değil, “geçmesi” temeldir. İki gün yoğun kar mı yağdı, hayat iki hafta felç olur. Devlet tarafından uzun süre ihmal edilmiş ve ilgisiz bırakılmış olmak, öyle bir içselleştirilmiştir ki, öğrenilmiş çaresizliğe dönüşmüştür. Demek ki bu bakımdan pek bir şey değişmemiştir. Meteorolojik veriler önceden bilinir ama hiçbir önlem alınmaz, hayat durur. Kent merkezinde tek kritik rampanın sonundaki kavşaktan tüm ağır vasıtalar geçer; bir tutam tuz atılmadığı için, kışın yağışta yüzlerce tır, kamyon, otomobil, birbirine girmemeye çalışır. Devletin varlığının ve hizmetlerinin gerektiği yerlerde, özellikle de pratik hayatta, kentsel hizmetler çoğu kere gecikir veya hiç gelmez. Sözgelimi Yeni Şehir’de, kar yağdığında çöpler toplanmak yerine, biriktikleri yerde, hem de şehrin ortasındaki lüks sitelerin

Yeni Şehir’e gelince: Bir gün, belki otuz yıl sonra, şimdi olduğu gibi, sil baştan inşa edilmesi gerekecektir. Bu iklimde okaliptüsten palmiyeye, zeytinden kavağa bütün ağaçlar, tıpkı Akdeniz’de olduğu gibi yetişebilir; buna rağmen kentte ağaç yetiştirmeye yönelik bir kültür yoktur. Eski Mardin için bu anlaşılabilir çünkü terasmanlı taş yerleşimde ağaç kökleri yapıları tehlikeye atar. Mardin’de her yandaki kayalar, mineral oluşum öylesine benzersizdir ve öylesine saygı ve hayranlık uyandırıcıdır ki, büyük bölümünün doğal sit olarak koruma altına alınması ve kentsel parkların bu kayalıklara zarar vermeden planlanması gerekirdi. Mezopotamya’nın kıyısında güneş de, havanın temizliği de, gecelerin dinginliği ve sessizliği de, gökyüzü de sonsuzken, bundan otuz yıl sonra, yüzyılın ortasına gelindiğinde, Yeni Mardin’de bunlardan geriye ne kalacaktır, bilinmez.



Manifestoları Yeniden Düşünmek

ŞUBAT 2014 - XXI 14

GÜNCEL

18 EKIM - 24 ARALIK 2014 ARASINDA GERÇEKLEŞTIRILECEK OLAN 2. İSTANBUL TASARIM BIENALI’NIN TEMASI “GELECEK ARTIK ESKISI GIBI DEĞIL” ÜZERINE KÜRATÖRÜ ZOE RYAN ILE BIR SÖYLEŞI GERÇEKLEŞTIRDIK. Hülya Ertaş: Yaptığınız "Konuş Bizimle" serileri üzerine konuşarak başlayalım istiyorum. Hala devam ediyorlar, bu serilerden ne öğrendiniz? Zoe Ryan: Yaptığımız konuşma serileriyle Türkiye’deki mimarlık ve tasarım ortamı hakkında bilgi edinme şansımız oldu. Bienal İstanbul’da yapılacağı için fikirler, dünyanın başka yerlerinden çok buradan geliyor olmalı. Evet, bu uluslararası bir bienal, dışarıdan gelen bilgi çok önemli ama aynı zamanda buradaki ortamın dünyaya ne sunduğunu göstermek de çok önemli. "Konuş Bizimle" (Talk To Us) serisinin bir diğer önemli özelliği İstanbul’a ilk geldiğimde başlamış olmamız. Mimarlar ve tasarımcılarla bire bir toplantılarla ilerlemek zamanlama açısından kolay olmayacaktı. Ayrıca bire bir konuşmalardansa topluca tartışmalar gerçekleştirmenin çok daha değerli olduğunu fark ettik. Böylelikle iki salonda bu konuşmalara devam ederek buradaki tasarım ve mimarlık topluluğuyla gerçekten uyumlanıp uyumlanmadığımızı test etme şansımız oldu. Enformel olan bu toplantıların temel amacı, tasarım ve mimarlık topluluğuna ulaşmak ve onların da bizlere ulaşmasını sağlamaktı. Bu, bir yandan da zor bir iş çünkü birbirine yabancı olan insanlarla birliktesiniz. Onlar bizim kim olduğumuzu bilmiyor, biz de aynı şekilde onların. Ama insanların bu kadar açık ve güven verici olması çok etkileyiciydi. Bu toplantılar, gerçekten de kentin mimarlığı ve tasarıma dair düşünmek için ilginç bir zaman dilimi sunmuş oldu. Ayrıca temanın burada bir karşılık bulacağını bize göstermiş oldu. he: Yani bu konuşma serilerini yaparken tema aklınızda şekillenmiş miydi? zr: Aklımda kabataslak bir başlık vardı, evet. Manifestolar ve onlar üzerine düşünmek benim için önemliydi. Mimar ve tasarımcılarla görüşmelerimiz devam ederken böylelikle aklımdakilerin doğru konsept olup olmadığını görme şansım oldu. O süreç tam olarak bir

MR çekmek gibiydi, ilginç bulduğumuz birçok fikirle karşılaştık. Böylelikle başa dönüp yeniden düşündük, bire bir görüşmeler yaptık. Bir anlamda enformel bir danışman grubu oluşturmuş olduk, böylelikle hem biz onlardan danışmanlık alıyor, biz de aynı şekilde danışmanlık verebiliyoruz. Açık bir şekilde belirli konularda katkı sağlayacaklar, bu birer proje şeklinde olabilir ya da program önerisiyle, metinle. Bu gerçekten bize çok yardımcı olan bir yöntemdi. he: Bu, bienalin İstanbul kısmı. Peki bienaldeki uluslararası katılımı nasıl sağlayacaksınız? zr: Biz tabi ki de uluslararası bir iş yapıyoruz ve uluslararası bir tabanımız var. Ana başlığı geliştirmemizin ardından insanlara e-posta gönderimine başlayacağız. Resmi ve daha uluslararası diyebileceğimiz bir danışma kurulumuz var. Bizimle ilişkili olan bölgelere, ülkelere ulaşma konusunda bizlere yardımcı olacaklar. he: Bugünün dünyasında bir manifestonun anlamı nedir? Uzun

süredir manifestoları unutmuşken, bugün neden yeniden hatırlamamız ve onlar üzerine düşünmemiz gerekiyor? zr: Bu, tam olarak sormak istediğimiz soru. Ve buna bir cevabım olduğunu sanmıyorum. İlginç bir şekilde, manifestolara dönüp baktığımızda onların belirli dönemler için güçlü belirteçler olduklarını görüyoruz. Manifestolar, sadece zamanın ruhunu değil, aynı zamanda insanların gelecek hakkında neler arzu ettiğini görmemize de olanak sağlıyorlar. Bienalin başlığı “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil” geleceği hayal etmenin ötesinde, bugünü hatırlayıp hayal etmemize olanak sağlıyor. Eğer dünyanın farklı yerlerindeyseniz ya da farklı yaş gruplarına dahilseniz geleceğiniz hakkında farklı şeyler hayal edersiniz. Bu aynı zamanda tarih içinde yolculuk ederek önemli dönüm noktalarını, özellikle 20. yüzyılın başlangıcını gözden geçirmemize olanak sağlıyor. Fütürist Manifesto ya da Supernormal Manifesto gibi önemli manifestolara göz atarsanız onların çok katmanlı metinler olduklarını fark edersiniz. Onlar çoklu manifestolar ve

çok çeşitli düşünce tiplerinden bahsediyorlar. Öte yandan her zaman bir turnusol deneyi gibi neler olabileceğini işaret edebilme gücüne sahipler. Manifestoların ivedilik durumları ve tarih içinde hep belirli dönemler için belirli koşullar paralelinde yazıldıklarını ve kısa yaşam süreleri olduğunu biliyoruz. Örneğin Archigram’ın manifestosuna baktığınızda çok naif, nostaljik olduğunu gözlemliyorsunuz. Biliyoruz ki yıllar geçmesine karşın hayal edilmiş fikirlerin hiçbirini gerçekleştiremedik, ama bahsedilen çoğu fikir sürekli başa dönerek yeniden önem kazanıyor. Ve siz tekrar onlara bakma ihtiyacı duyuyorsunuz. Bu da geçmişe yönelik birtakım bağlar kurulmasına yardımcı oluyor. Zira şimdiki neslin hayata çapa attığı, tutunduğu noktalar; tartışabilecekleri, gelecek hakkında düşünebilecekleri platformlar eksik. 20. yüzyılın çoğu manifestosu sert, şiddetli ve yıkıcı; yan etkileri düşünülmeden söylenmişler. Archigram’a geri dönecek olursak çevreye karşı duyarlı olmadıklarını,



ŞUBAT 2014 - XXI 16

GÜNCEL

Galata Rum Okulu; fotoğraflar: Refik Anadol

insan sağlığını düşünmediklerini, bugünden bakınca çağı geçmiş bir demokrasi hayalinden bahsettiklerini fark ediyoruz. Bundan ne öğrenebiliriz? Bu manifestoları nasıl bir adım ileri taşıyabiliriz? Çünkü hala onlara geri dönüp bakıyoruz ama hiçbir zaman üzerlerine yeniden düşünüp onları nasıl geliştirebileceğimizi hayal etmiyoruz. he: Manifestoları modernist bir duruş ve günümüz koşullarında birinin manifesto yazması bu nedenle de bana imkansız geliyor. Manifestolara baktığımızda hep çok kısalar ve ne söylemek istedikleri hakkında çok netler. Oysa bugün her şey çok muğlak. Hiç kimse çıkıp da manifesto keskinliğinde bir beyanda bulunmaya yeltenmiyor. Sözcükler, söylemler, fikirler yumuşatılmış bir halde aktarılıyor bugünlerde. zr: Bunu olumsuz bir durum olarak görmüyorum. Bu daha yumuşak, dürüst, çok katmanlı şekilde daha keskin bir bakış açısı bulmamıza yardımcı olabilir. Manifestolarda olduğu gibi değil tabi, elinizde muğlak

bir tanım olduğunda kesin ve net bir bakış açınız olamaz. Neyi değiştirmek istediğinizden emin olabilirsiniz ama nasıl bir değişim olabileceğine dair bir gerçeklik görüsüne sahip olmak da önemli. Evet 20. yüzyıl manifestolarıyla ilgileniyoruz özellikle geniş kapsamlı, net ve yüksek sesli olanları nedeniyle. Çünkü şeyler büyük bir hızla değişiyor ve her gün yeni bir şeye alışmak zorunda kalıyoruz. Küçük şeylerin günlük hayatımızdaki ilişkilerimiz ve etkileşimlerimiz üzerinde radikal etkileri mevcut. Daha çok bu kişisel ve ilişkisel detaylarla ilgileniyorum çünkü bunlar bizi biz yapan şeyler, aynı zamanda çoğunlukla mücadele edip belki de baskı altına aldığımız şeyler. he: Bienal sürecinde sizin de kendi manifestonuzu yazmak gibi bir niyetiniz var mı? zr: Kendi içinde zorlukları olsa da yapmaya çalıştığım bir şey. Ürün, iletişim, hizmet ya da yapı ne olursa olsun manifestosunu yazacağım şey gerçeklerle sınadığımız ve yeniden yapılandırdığımız sonuç üzerine olacaktır. İlginç olan bunu insanların

aklına nasıl getirdiğiniz, katalog gibi ya da farklı bakış açıları sunup sunmadığınız. Gündem oluşturacak, neyin neden önemli olduğuna dair konuşmaları devam ettirmek istiyoruz ki diğer farklı fikirlerle bu konuşmalar belli ürünlere dönüşsün. Burada bize görev düşüyor; tasarlanmış şeyler ve yaratıcıları ile halkı buluşturacak ortamı oluşturmamız, aralarında bağ kurmamız gerekiyor. he: Aslında 1. İstanbul Tasarım Bienali’nde, tasarım ve mimarlık arasında bir gerilim vardı, bu da iki farklı sergiyle iki disiplinin temsil edilmesiyle sonlandı. Bu iki disiplini ele alma konusunda sizin planınız ne? zr: Ben bir mimarlık ve tasarım küratörüyüm. Ama bu bir tasarım bienali. Çoğunlukla bu konu yanlış anlaşılıyor, insanların çoğu hala tasarımın güzelleştirmek üzerine kurulu olduğunu düşünüyor. Bence bu bienalin tabi ki de tasarım hakkında olması gerekiyor ama aynı zamanda birçok farklı ölçekten projeye de yer vermek istiyoruz. Mimarlar ve tasarımcılar arasında bir işbirliği

hedefliyoruz ve dengenin nerede ve nasıl yakalanacağını biz de merak ediyoruz. he: Mekanları nasıl kullanmayı planlıyorsunuz? zr: Her bienalin kendine has bileşenleri vardır. Bundan önceki bienalin ziyaretçilerine iki sergi, ekstra atölyeler ve etkinlikler sunması, programa hakim olma ve bağlantıları okuma anlamında içinde zorluklar barındırıyordu. Biz de bunun üzerine gidip şeyler arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmaya, kuvvetlendirmeye çalıştık. Ayrıca kamusal alanla bağlantılı etkinlikleri güçlendirdik. Daha az ama yoğun bir program öngörüyoruz. Galata Rum Okulu’nu kullanıyor olacağız yine, orada olmanın en iyi yanı bir müzede olmamak. Müzede çalışmak istemezdim açıkçası, ben de bunun üzerine gitmeye karar verdim. belki de okul olmasından dolayı oyuncu bir yol seçerek gelenleri şaşırtacak, mekanın öncesini unutturacak bir program oluşturmak istedim. Kendi içinde zorluklar barındırsa da kurumsal sınırlamaları zorlamayı seviyorum.



Tasarım Arafı Ünlü grafik tasarımcı Milton Glaser bir keresinde tasarımcıların etiğini sorgulamak için The Road to Hell (Cehennem Yolu) isimli bir tasarım testi oluşturmuştu. Test Dante’nin İlahi Komedya’sındaki Araf için bir tasarım üzerinde çalışırken aklına gelmişti ve bunun bugünün dünyasında tasarım seçimlerindeki etik bir ayna gibi işlev göreceğini düşünmüştü. Kasten suç işleyenler için bir cezalandırma yeri olan cehennem sonsuza dek sürerken araf, umursamazlıklarından kötü eylemlere sebep olmuş olanlar için hoş olmayan bir arınma yeridir. Araf, günahkarların umursamazlıklarından ötürü geldiği ve günahlarının karşılığını ödedikleri bir yerdir. Araf üzerine yapılmış çalışmalar, Glaser’a testi yüksek etik standartlarından cehennemin kapılarına uzanan bir derinlikte tasarlama ilhamı vermiş. Glaser’ın testi buradan hareketle size şu soruları soruyor:

ŞUBAT 2014 - XXI 18

KÜÇÜK MÜDAHALELER

1. Rafta daha büyük görünmesi için bir ambalaj tasarlar mıydınız? 2. Ağır hareket eden, sıkıcı bir filmi neşeli bir komedi gibi gösterebilmek için bir reklam tasarlar mıydınız? 3. Yeni bir üzüm bağı için sanki uzun zamandır faaliyettelermişcesine bir arma tasarlar mıydınız? 4. Cinsel içeriğini kişisel olarak itici bulduğunuz bir kitap için kapak tasarlar mıydınız? 5. Geçmişinde işe alımlarda ayrımcılık yaptığı bilinen bir şirket için bir reklam kampanyası tasarlar mıydınız? 6. Düşük besin değerli ve yüksek şeker içerikli bir mısır gevreği için çocukları hedefleyen bir ambalaj tasarımı yapar mıydınız? 7. Çocuk işsi çalıştıran bir üretici için bir t-shirt koleksiyonu tasarlar mıydınız? 8. İşe yaramadığını bildiğin bir diyet ürünü için tanıtım tasarlar mıydınız? 9. Politikalarının topluma zararlı olacağına inandığınız bir siyasi aday için bir kampanya tasarlar mıydınız? 10. Acil durumlara ortalamadan daha sıkça ters dönen ve 150 insanın ölümüne sebep olan bir SUV için broşür tasarlar mıydınız? 11. Sürekli kullanımı kullananın ölümüne sebep olabilecek bir ürün için reklam tasarlar mıydınız? Glaser testinde bu işlere bulaşmanın değişken ölçeğine ve hatta etiğin bozulmasının grafik tasarım gibi tipik bir tasarımın pratiğini kapsadığına dikkat çekiyor. Tasarım bir ikna aracıdır ve bu sayede kullanıcıyı belirli bir tarafa yönlendirir, peki ya bu, iyi bir yön mü?

OTTO VON BUSCH TASARIMCI

Hepimiz biliyoruz ki tasarım sistemlerin,enerjilerin ve maddelerin manipüle edilmiş halidir. Glaser’in örneğinde olduğu gibi bu grafiğin manipülasyonu olabileceği gibi aynı zamanda dikkat, anı, iş

gücü, sağlık ve en nihayetinde yaşam ve ölümün manipülasyonu da olabilir. Her tasarım eylemi bir şekilde varolan düzene ya bir şey ekler ya da onu değiştirir. Bizim sorgulamamız gereken ise şu: Eğer “iyi” tasarım olabiliyorsa, elbette “kötü” tasarım da olsa gerek. Gündelik yaşantımızda kullandığımız tasarımlar, bu araf tasarımının gri skalasında nereye yerleşiyor, tipik tasarım örnekleri nerede duruyor? Kendisi ucuz, mürekkep kartuşları pahalı olan yazıcı tasarımlarına ne demeli? Sadece ideal vücutlara oturan kıyafetlere? Nihayetinde başka bir bağımlılığı satan web uygulamasına? Yerel halkın yerinden olmasına neden olacak derecede emlak fiyatlarını artıran toplum bahçelerine ne demeli? Tasarımcılar öyle ya da böyle ekonomik büyüme yaratmak için işe alınırlar ve biz bunu cihazları, medyayı ya da hizmetleri manipüle ederek ve insanların alışkanlıklarını müşterimizin amacı doğrultusunda yönlendirerek yapıyoruz. İyi kalpli olabiliriz ve marjinalize edilmiş olanlar ve yoksullar için tasarım yapabiliriz, tasarım süreçlerinde yardım edebiliriz, süreçlerde olanak sağlayabiliriz veya sosyal koşullarını değiştirmek için gösterdikleri çabaya destek olacak aracılıklar geliştirebiliriz. Yine de yeni bir bağlılık ya da bağımlılık üretmeksizin bu büyük, sömürüye dayalı ve adaletsiz sisteminin kurbanlarıyla çalışmak genellikle zordur. Tasarlanmış güçsüzleştirilmeye dayalı bir tüketici kültürü altında ezilenlerle ilişkilenirken yeni bir boyun eğme katmanı üretmemenin yollarını bulmak, tasarımda dengeyi korumamızı sağlayabilir. Tıpkı tasarımcıların daha fazla tasarım bağlılığı üretebileceği gibi, “iyi” bir tasarımcı da kolaylaştırmaya ve imkanlara daha fazla bağımlılık üretebilir. Şunun farkında olmalıyız ki sosyal tasarımla hala sistemleri manipüle ediyoruz ama bu kez bu “malzeme” sadakat ve sosyal hayatın kendisi. Eğer Glaser haklıysa şu anda Araf’tayız ve cehenneme giden iyi döşenmiş bir yola başka bir “iyi niyet” taşı koymadan önce yaptıklarımızı eleştirel olarak sorgulama imkanımız var. Peki, sizin ofisiniz Araf’ın hangi tarafında yer alıyor?



Araştırma ve Keşif

ŞUBAT 2014 - XXI 20

GÜNCEL

15 GENÇ TASARIMCIDAN, ÇANAKKALE - İZMİR YOLUNUN KENARINDAKİ LARİSA (BURUNCUK) ANTİK KENTİNİN ZİYARET TASARIMI İÇİN KAÇ FARKLI FİKİR ÇIKAR?

Cenk Dereli Türkiye tarihin “katman katman” görünür olduğu bir coğrafya. Sınırları içinde tarihin derinliklerindeki bir ana dair kalıntılar bulunmayan kent neredeyse yok gibi. Bu sayısız yerleşimin keşfedilmesi, kazılması, belgelenmesi kadar, ziyaretine karar verilmiş alanların hangi rotalar üzerinden, hangi etkileşim biçimleri ile gezileceğine karar vermek de önemli. Zamanın kopardığı bağlar ile "sadece bir taş" olarak algılanan yapısal elemanların belleği, onların oluşturduğu bütünü anlatan yapısal çevrenin hikayesi ve geçmiş zamandaki yaşantı; ziyaret sırasında gezene nasıl aktarılır? 9-10 Kasım tarihlerinde, iki gün boyunca Buruncuk (Larisa) ve İzmir’de devam eden tasarım atölyesi, İzmir Arkeoloji Müzesi’nin gözetiminde, müze müdürü Mehmet Tuna’nın katılımıyla başladı; Larisa yüzey araştırması başkanı Turgut Saner’in (İTÜ) ve Hasan Cenk Dereli’nin (Nobon) organizasyonu ve yürütücülüğünde gerçekleşti.

LARISA_

Larisa, İzmir kent merkezine İZBAN (İzmir Banliyö Hattı) ile metro hızıyla ve sık seferlerle bağlı. Bu yönüyle, mesafe bakımından merkeze uzak olsa da, ulaşım bağlantıları sayesinde bir kent içi antik yerleşimi. Eski ve Yeni Foça’ya giden karayolunun hemen üstünde, deniz turizmi rotasında. Bu yol bir yandan hem Nemrut Limanı Gemi söküm alanına hem ağır çelik sanayi fabrikaları, hem de Aliağa petrol rafinerisi yüzünden ağır sanayinin kurduğu peyzaja bir bağlantı. Larisa’nın çevresini saran dağlar coğrafyanın rüzgarlı karakterini gözlerde pekiştiren rüzgar tribünleri ile dolu. Buruncuk köyündeki antik kent, Gediz ovasının neredeyse tamamına hakim bir akropole sahip. Bu tepenin eteklerindeki küçük köy, 1940’lı yıllarda güney yamaçtan kuzey yamaca taşınmış. Prof. Dr. Turgut Saner Larisa’yı şöyle özetliyor: “Larisa’daki yerleşimin tarih öncesi dönemlere gittiği biliniyor; ancak bugün görülen kalıntılar antik Yunan çağı ile sınırlı. Mimari kalıntılar ile müzelerde (İstanbul, İzmir,

Stockholm) bulunan eserler ağırlıklı olarak İÖ 6.-4. yüzyıllar arasına tarihleniyor. Larisa İÖ 3. yüzyılın başlarında istilalar sonucu tahrip ediliyor ve yerleşim kesiliyor. Roma ve Bizans yerleşimi bulunmuyor. Kazılmış alan mutlak bir yöneticinin (bir aristokrat/tiran/bey) yaşam çevresini gösteriyor; konutları içeren kent alanı henüz kazılmamış. Başlıca görülecek yapılar: Surlar, saraylar, tapınak, nekropol alanı (ayrıca eski köy evleri ve yel değirmenleri). 1902 ve 1932-34 yıllarında İsveç ve Alman arkeologlar tarafından kazılar yapılıyor; alan sonrasında günümüze kadar bakımsız kalıyor. 2010’dan bu yana İTÜ tarafından TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle mimari belgeleme ağırlıklı bilimsel bir çalışma yürütülüyor.” 9-10 Kasım tarihlerinde gerçekleşen tasarım atölyesinde cevap aranan sorular ise şunlar: İzmir Arkeoloji Müzesi’nin

gözetiminde alanın ziyaret için yeniden tanımlanması sürecinde; arkeolojik alana ziyaretçi hangi yollarla ulaşacak? Alanda öncelikle hangi yapıları görecek? Nasıl bilgi edinecek? Alan arkeolojik peyzaj estetiği açısından nasıl ele alınacak, ziyaretçiye nasıl sunulacak? Kalıntıların özgün durumları nasıl (hangi görsel araçlarla) gösterilecek? Larisa, yakın doğal çevresinin özellikleri (Gediz ırmağı ve ovası, dağlar ve uzakta görülen deniz) de dikkate alınarak nasıl gezilecek? Buruncuk köyü ile nasıl ilişki kurulacak? ATÖLYE_

İki günlük atölyenin ilk gününde Larisa, Turgut Saner ve araştırma ekibinden Ertunç Denktaş ile gezildi ve tasarımcıların alanı bizzat deneyimleyerek yerinde bilgi almalarını sağlandı. İkinci gün İzmir, Alsancak’ta Nobon’un Vardo Tasarım ekibi ile beraber yarattığı, ortak çalışma-atölye ve etkinlik alanında, katılımcılar 6 saat gibi kısa bir sürede Larisa’ya dair tasarım fikirleri geliştirdiler. Atölye


GÜNCEL 21 XXI - ŞUBAT 2014

kapsamında, yukarıdaki sorular maddeler halinde çalışma konularına indirgendi ve tasarımcılardan, alanın gezi rotasını, gezi yolunun karakterini, alana yerleştirilecek tabelaları ve işaretleri, dinlenme noktalarını ve alana gelen ziyaretçilerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak, içinde Larisa’ya ait buluntuların örneklerini bulabilecekleri, kent hakkında ön bilgiye ulaşacakları bir ziyaretçi evini tasarlamaları istendi. YÖNTEM_

Atölye katılımcıları, Larisa’daki ziyaret deneyimlerini, kendilerinden talep edilen beş ana konu hakkındaki fikirlerini, alanın ve ziyaretin çağrıştırdıklarını ortak bir zemine çizerek/yazarak yığdılar. Tartışmalardan sonra, her bir katılımcı ana konular hakkında yorum, fikir, his ve tasarımlarını yapışkanlı kağıtlara yaza/çize birbirleri ile paylaştı. Bunlar daha sonra içeriklerine göre başlıklar altında toplandı ve birbirleri ile ilişkileri açısından sınıflandırıldı. Daha sonra her bir grup kendi

fikirlerini özetleyecek şekilde, referans örnekler ve konuya dair araştırma bağlantılarını bir araya toplayarak teslim etti. Böylece beş ön tasarım çalışması dosyası oluşturulmuş oldu. Bahar Yılmaz, Ece Pürtaş, Dilan Erdoğan, Mertkan Gülcü, Buket Dülger, İmge Esmer, Handan Turgut, Nupelda Sibel Acat, Selin Turaç, Ali Can Paç, Buşra Üney, Pelin Kocabıyık, Ayşe Hilal Toprak, Yasemin Şentürk’ün katıldığı atölye çalışması, konu hakkındaki araştırmaların ön tasarım çalışma dosyaları çerçevesinde ilerletilmesi, ara tasarım geliştirme toplantıları ile tasarımların olgunlaştırılması, fikirlerin İzmir Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü’nün görüşüne sunulması ve uygulamaya yönelik projenin oluşturulması aşamalarını takip ederek devam edecek. NEDEN_

Tasarım bilgisi, tasarlama deneyimi ve heyecanına sahip genç tasarımcıların, gündelik hayatın farklı alanındaki problem ya da konulara dair pro-aktif fikir üretme motivasyonları geliştirilerek, gündelik hayatın

deneyimini değiştirecek yaratıcı çözümlere ulaşmak mümkün olur mu? Tasarım eğitiminin yanında alternatif organizasyon şemalarına sahip, yaşama, gerçek durumlara dair çözümler üretmeye çalışmak, yatay bir hiyerarşide fikir üretmek ve bunları uygulama imkanlarını zorlamak için nasıl bir ortamda hangi yöntemlerle çalışmak gerekir? Bu sorularla yola çıkan Nobon Tasarım Araştırmaları Laboratuarı arkeolojik alanların korunması ve ziyarete açılmasını, Anadolu coğrafyasındaki yaygınlıkları düşünüldüğünde araştırma ve keşiflerle dolu bir potansiyel çalışma alanı olarak önemli buluyor.

ve yönetim konularında iyi işleyen yeni modellerin geliştirilmesinin yolunu açacak. Çok paydaşlı bu tasarım alanına dair, kamu kurumları ve özel sektör ile bağlantılar kuran bir tasarım süreci, iyi planlanmış, detayları iyi çözülmüş, nitelikli ara yüzlerle deneyimlenen, gezme ve bilgilenme anlamında nitelikli arkeolojik ziyaret alanlarının oluşmasını sağlayacak.

Nobon Tasarım Araştırmaları Laboratuarı atölyelerini, farklı birikime sahip, öğrenci ya da mezun, tasarım alanından ya da dışından katılımcıların, gündelik hayatın farklı katmanlarına ait durumlara ya da hayal gücünü kışkırtıcı, bugünün ötesindeki düşünsel ve yapısal alana

Bu alan arkeoloji, mimarlık, endüstriyel tasarım, grafik tasarım, etkileşim tasarımı, peyzaj mimarlığı, işletme, iletişim, aydınlatma tasarımı gibi profesyonel alanları bir araya getiren bir pratik tanımlıyor. Farklı disiplinlerden paydaşlar ile beraber ele alınan bu alanlar tasarım, finansman

dair kolektif tasarım bilgisi üretme ortamları olarak kurgular. Yaratıcı bir tasarım ortamının oluşması için yalnızca tasarlamanın yetmediğini, onun var olması için, onu yaratacak koşulların da örgütlenmesi gerektiğini düşünür; bu amaçla farklı nitelikte tasarım buluşmaları düzenler.


Yeme Ritüeli YEMEK TASARIMININ ANTROPOLOJİ, BESLENME, GELENEKLER, SANAT VE TASARIM GİBİ KONULARLA KURDUĞU BAĞIN ALTINI ÇİZEN MARTI GUIXE, TASARIMLARINI YENİ YEME ALIŞKANLIKLARIMIZ PARALELİNDE KURGULUYOR VE GELECEKTE KÜÇÜK MARKALARIN KAZANACAĞI ÖNEMDEN BAHSEDİYOR. Beste Sabır: Bildiğim kadarıyla yiyecek tasarımı (food design) aşçılık, gelenekler ve gastronomi arasında duruyor. İlişki kurduğu diğer disiplinler neler? Martí Guıxé: Bence yiyecek tasarımı; yenilebilir şeylerin tasarlanması ve tasarım süreci boyunca yemeği inşa etme yani pişirme, içindekilerin arasındaki geleneksel kurgu, ritüeller ve gastronomi gibi parametreler göz önünde bulundurulur. Ayrıca yemek tasarımı sürecindeki diğer önemli noktalar: İşlevsellik, kullanılabilirlik, antropoloji, sanat ve bilim.

bs: Özellikle büyük kentlerde endüstrileşme, yemek sektörünü şekillendiriyor. Fakat bir diğer yandan kentsel tarım ve organik ürünler de kentlerdeki beslenme alışkanlıklarını etkilemeye başlıyor. Yeme endüstrisinin geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz? Ayrıca teknoloji

yemek tasarımını nasıl şekillendirip geliştirebilir? mg: Mühendis bakış açısı ile tasarlanmış olan, son kullanıcıyı dışlayan, en yüksek ekonomik kazanca odaklanan ve sağlık konusuna hiç değinmeyen “endüstriyel yemek” terimine inanmıyorum. Bence o dönem kapandı. Tüketici artık çok daha zeki, aldığı ürünlere ve markalara artık çok daha özen gösteriyor. Yemek tasarımı ancak mikro bir endüstri ya da yeni ihtiyaçların ve yaşam tarzlarının farkında olan küçük markalar ile mümkün. Teknoloji ve enformasyon teknolojileri, bu küçük ekonomiler için bir çok olasılığı mümkün kılıyor. Bu süreçte kullanıcı odaklı olmak çok önemli. Teknoloji küçük firmalarla, yeme farkındalığıyla, yeni medya ve eski endüstriyel alışkanlıkların değişen kalıplarıyla ilişki kurabilir. bs: Berlin ve Barselona'da yaşıyorsunuz, bu iki şehrin yeme kültürü işlerinizi nasıl etkiliyor? mg: Kentler çalışmalarıma fazlasıyla

yansıyor. Yaşamımın %33,3’ü Berlin’de, %33,3’ü Barselona’da geçiyor, geri kalan zamanlarda ise seyahat ediyorum. Yeni, bazen iyi bazen de kötü trendler görüyorum. Yemek bir obje ve bir iş modeli olarak gittikçe daha çok önem kazanıyor. Artık sadece insanları besleyen bir şey değil. bs: Gastronomi ve yiyecek tasarımını sınırlayan 23 elementi konu alan son projeniz “Geçiş Menüsü”nden (Transition Menu) bahseder misiniz? mg: Geçiş Menüsü hem bir proje hem de bir kitap. Bir çeşit düş-roman. Kapanmak üzere olan üç yıldızlı bir restoran şefinin düşüncelerine odaklanıyor. Kapanıyor çünkü şef, yeni şekillenen damak tatları için mevcut gastronominin yetersiz olduğunu düşünüyor, yemek tasarımı üzerinde daha çağdaş parametrelerle ve aydınlık bir vizyonla çalışmak istiyor. Restoranı kapatmadan önce yaptığı son menü olan Geçiş Menüsü; eski ve lüks gastronomiyi, şüphelerini, paradigmalarını ve tabi şefin yemek tasarımına olan yeni vizyonunu yansıtıyor.

ŞUBAT 2014 - XXI 22

GÜNCEL

bs: Kitlesel tüketimin yemek yeme ritüelleri ve yiyecek tasarımı ile olan ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? mg: Kitlesel üretim ve tüketimle her zaman ilgiliydim ancak yeme işinin ciddiyetini ve ölçeğinin büyüklüğünü 90’ların ortasında yiyeceklerle çalışmaya başladıktan sonra anladım. Yemeği, yenebilen bir şey olmanın ötesinde bir obje olarak görüp ele almaya başladım ve yenilebilir objelerle belli tasarım parametreleri dahilinde bağ kuruyorum.

bs: Yiyecek tasarımı interaktif ve deneysel bir çalışma alanı. Teknoloji, ergonomi, sistem tasarımı gibi konulara değiniyor. Tasarım kriterlerinizi ve tasarım sürecinizi nasıl kurguluyorsunuz? mg: Olabildiğince çok kriter kullanmaya özen gösteriyorum. Projeye bağlı olarak öncelikle bir ekip oluşturuyorum, bunun içindeki işbirlikçiler; sanatçılar, antropologlar, doktorlar, bilim insanları, stilistler, beslenme uzmanlarının yanı sıra mimarlar ve tasarımcılar oluyor. Birlikte çağdaş parametreler, gerekli şartlar ve aynı zamanda tasarım, dünya, kültür ve bilgi hakkındaki kişisel görüşlerimiz çevresinde şekillenen yenebilir obje tasarımı üzerinde çalışıyoruz.

Spamt und Techno

fotoğraflar: Knölke / Imagekontainer



Tahayyül, Tekabül ve Tahakküm Zaha Hadid’in Kartal-Maltepe projesini hatırlayan var mı? Bu süre içinde İstanbul’da binlerce bina inşa edildi. Yoksa projeden vaz mı geçildi? Şehrimizin yöneticileri “senin dünyadan haberin yok, inşaat devam ediyor, bitince görürsün” mealinde bir cevap verebilirler, öyleyse hiç şaşırmam. Gene de bir İstanbullu olarak projenin akibetini, hangi aşamada olduğunu merak ediyorum. Proje bir mimari bir üretim olarak görülürse, tartışılır. Ona yalnızca bir gayrimenkul yatırımı olarak muamele yapılırsa, o zaman susulur. Bu koşulda mimari üretim rahatsızlık veren, hatta kurtulunması gereken bir unsura dönüşür. Bu yüzden izlenmesi, gelişmelerin tartışılması istenmez. Büyük bir hevesle bu projeyi tanıtırken, arkasındaki birikimi, yüklü bagajı, tartışmaları dikkate almadan, sanki kısa zamanda nihayetlenecek bir süreçten söz ediyor gibi davranan yöneticilerin bugün neden sustuğunu anlıyorum. İleri safhalarda onu gerçekçi bulmadıklarını düşünenlerin onu unutturmaya ve bir şekilde gerçeğe tahvil etmeye, kendi bildikleri alana çekmeye çalıştıklarını tahmin etmek zor değil. GÖSTERI SÜRERKEN ŞUNLARI SÖYLEMIŞTIM:

SORU İŞARETİ

Projenin en iyi tarafı kenti bir mimar tarafından tasarlanabilecek bir nesne gibi ele alan modernist düşüncenin arkasındaki sorunu ele vermesi, gizlememesi.

ŞUBAT 2014 - XXI 24

Kentin bugün fragmante olmasını sağlayan da bu. Bütünsel tasarım düşleri ile piyasanın bir malzeme deposunu andıran ayrıksı mimarlık ürünleri görünüşte bir karşıtlık içindeymiş gibi olsalar da, türdeş olmaları. Kentsel hareketliliği temsil edemeyen, asgari akılcılaştırma fırsatları sağlamayan bütünsel tasarım iddiaları ile piyasa ürünleri aynı mantık çerçevesinde biçimleniyor. Hadid’i bu gerçeklik bağlamından koparan ve entelektüel üretime başlangıçta kapı aralayan koşullar onun bir mimar olarak belki de ününü korumaya yardımcı olmuştur. Sonra da büyük bir ihtimalle “gerisiyle ben uğraşamam, bu kadarı bana yeter” deyip gitmiştir. (Elbette parasını da almayı unutmadan.) Ne olduğunu açıkçası bilmiyorum ve merak da etmiyorum. Denizden baktığımda karşımda bir “Junk Space” (Koolhaas) görüyorum. Hadid’inki gibi bu mekana bütünsel bir biçim verme düşünün yalnızca geçici bir uğrak, bu gerçekliği sorgulamaya enerjisi yetmeyecek olan bir metafor olduğunu tahmin ediyorum. O zaman zaten bu metaforu gerçeğe dönüştürmeye çalışmanın yalan söylemekten, halkın gözünü boyamaktan farklı bir şey olmadığını düşünüyorum.

KORHAN GÜMÜŞ

Bu durumda malzeme deposunu andıran kapitalist şehir düzenine karşı çıkıyormuş gibi gözüken entelektüel ürünler neoliberal sisteme karşı bir kritik düşünce, mücadele alanı oluşturmaz. Tam tersine onu tamamlar, kamusal alanı onunla paylaşır. Bunu

Türkiye’nin iktidar alanında görmek mümkün. Oligarşik yapının yeniden üretimi, kamusal alanın bu iki kutup arasında paylaşılmasına dayanır. Bir şehrin halkı için en büyük tehlike, kamusal alanın kendi kamu yararını, çıkarını bilim adına temsil edenler ile kendi taleplerini temsil eder gibi gözüken yönetimlerin oluşturduğu popülist seçkinler arasında bölüşülmesidir. Bu yarık, şehir halkı için depremlerden, savaşlardan daha büyük bir tehlike oluşturur. En tehlikeli olan kapitalizmin yarattığı sınıfsal asimetrinin, modernleşmenin yerel değerleri kazıyarak ortaya koyduğu çelişkinin bu tür bir karşıtlıkla, şiddetle gizlenmesidir. Şehirler, yerel topluluklar kendilerini sinsice ele geçiren, değişimi inşaatla, yatırımla özdeşleştiren bir gelişme modeli ile tahakküm altına alınır. O zaman insanlar çaresiz kalır, itiraz etmelerine bile imkan tanınmaz. DIL ÜSTÜNDE KAYDIRMACA

Tam bunları düşünürken Radikal kitap ekinde bir tanıtım yazısı dikkatimi çekti. Sulukule projesinin mimarı Selim Velioğlu "insan odaklı tasarım" savıyla gerçekleştirdiği projeleri bir kitaba dönüştürmüş. Kitabın adı “Bir Açılış Olarak Mekan”. Bu kitap "kültürel, doğal ve insani değerlere duyarlı bir tasarım" anlayışını tanıtan bir rehber niteliğindeymiş. Üşenmeyip, 264 sayfalık bu kitabı alıp okumaya çalıştım. Bir aldatılma duygusu yaşamadan bunu yapmanın ne kadar zor olduğunu bilerek… Tekrarlayayım: Kitabın adı: “Bir Açılış Olarak Mekan.” Bu lafı duyunca aklınıza kim bilir neler gelecek? Örneğin “açılış” kavramı örneğin Hadid’in yaptığının, bütünsel tasarım metaforunun tersinden okursak, “insani bir durumun arkasında gene insani bir durum olabilir, mekan temsil statüsünün şiddet uygulanarak hiyerarşize edildiği kapitalist, piyasa bağımlısı mimarlığın açtığı parantezin dışında algılanabilir” gibi bir şeyler çağrıştırıyor, değil mi? Hayır, bu başlık havalı olsun diye konmuş olmalı. Mimar burada kendisini merkeze koyan bir yaklaşım içinde ve gerçeğin peşinde. Mekanı sanki kendi elleriyle hamur gibi biçimlendirilebilecek bir materyel gibi tanımlarken, bir taraftan da doğa, kültür, insan gibi kavramları sıralıyor. Ama dikkatinizi çekerim, bırakalım doğayı, kültürü, mekan ve insan ilişkilerinden söz ederken, bunları insani durumlar olarak ele almayı değil, gene kendisini merkeze koyan bir hiyerarşi içinde, kalıcı bir temsil edilenler olarak bastırmayı öneriyor. VE YALDIZLAR DÖKÜLÜR

Sembolik faaliyetleri kendi iktidarları için kullanan şeçkinler ne amaçladıklarını, ne önerdiklerini öyle uluorta söylemekten pek hoşlanmazlar. Onun yerine kendi inşa ettikleri gerçekleri koyarlar. İşlerini karanlıkta gördükten sonra, PR faaliyetleri, tanıtım gibi zorunlu ihtiyaçlar için böyle sihirli sözcükler kullanır, böylece kendilerine bir “yıldız mimar” havası vermeye çalışırlar. Ama Sulukule’de gördüğümüz gibi en ufak bir sarsıntıda üzerlerindeki yaldızlar dökülür. Gerçekler bir anda ortaya çıkar. Bu tip mimarlar yöneticilerin, siyasetçilerin, sermaye sahiplerinin arkalarından ayrılmazlar. Çünkü önce oldubittilerle hareket ederler, insanlar üzerinde bir şiddet uygulamakla işe başlar. Ya işi bir kamu kuruluşunun adını, ilişkilerini


KENDI KENDINE TAPINMA HALI

Zenginlik göz kamaştırıcıdır. Hiç merak etmeyin en etik dışı işleri de yapsanız, kimse size karışmaz. Bu yüzden hem zengin olun. Arkasından ün de gelir, yaptığınız işler berbat da olsa, mimarlıktan hiç anlamasanız da bir süre sonra nasıl olsa size “tanınmış mimar” etiketi yapıştırırlar. İstanbul’da cinayet manasına gelen bir dolu restorasyon, ihya, imar işi var, bakın bunları yapanlara bir şey diyorlar mı? Tam tersine sayfa sayfa röportajlar yapıyorlar. Yeşil alanları mimar açmıyor ki imara? Ha onu da yapanlar var. İmar sorunu olan yerlerde, kurul ve belediye ile ilişkilerde nasıl aracılık yaptıklarını, içinde bulundukları kurumları nasıl kullandıkları ile övündüklerini hatırlıyorum. “Ne olacak canım mimarlıktan anlamasanız da bilgisizliğinizi gösterişle telafi edersiniz. Hiç fark etmez. Yanınıza kar kalır. Hiç korkmayın, çekingen olmayın. Eğer öyle olursanız size aptal derler. Çeşme akarken kovanızı doldurmaya bakın.” PATLAYAN BALON

Yaptıklarına gelince ufacık bir kamu faaliyetine katılması balonun patlamasına neden olur.

25 XXI - ŞUBAT 2014

Hangisi daha büyük bir yalan? Hem açgözlülük yüzünden giderek daha fazla piyasa ilişkilerine batmak, hem de bu ilişkilerden elde ettiği güçle, kendisini merkeze alarak yaptığını dayatmak. Bu güruh bizim de onu kutsamamızı bekler. Böylece kendi yaptığını başkalarına da özenilecek bir işmiş gibi sunar. Kendi kendine tapınma hali: “Sen de bu yolu seç, bak ben ne kadar kendi kendimle övünülecek bir durumdayım. Yoksa avucunu yalarsın.” Bu ahlaksız teklif birçok kişiyi baştan çıkarırmış gibi gözükür. Bizim de susup bu belden aşağı vuruşları kabullenmemizi bekler. En yapmadığı şeyi öne çıkararak, “insan odaklı” olduğunu söylemek, en adaletsiz bir biçimde, şiddet kullanarak, sanki yapmış gibi tanıtmak… Ahkam keserken şu söylediklerine bir bakın: “Sulukule projesi de, oradaki sosyal yaşantıyı ön plana çıkaran, mütevazi, az katlı yapılardan, bahçelerden oluşan sosyal bir projedir. İnsanların yerlerinden edilmesine değil, sosyokültürel devamlılık, mekansal devamlılık ve oradaki çözülmesi gereken problemleri çözmeye yönelik çalışan bir projedir bu. Tamamiyle yerel ve kullanıcı alışkanlıklarına bağlı kalınarak bir proje oluşturuldu. Amaç mağduriyeti engellemek…”

Sulukule projesini nasıl almış? Başka öneriler getirenler yok muymuş? Onlar neler önermiş? London College Üniversitesi (LCU) hocaları ve öğrencileri Sulukule'de yaşayan insanlar ne istiyorlar, nasıl yaşıyorlar, ne işlerde çalışıyorlar, imkanları neler diye araştırırken, onların yaşam çevrelerine tepeden inme bir biçimde müdahale etmeden neler yapılabilir diye düşünüp, çabalarken, uğraşırken kendisi, aynı tarihte, üstelik de "üniversite adına" aldıkları proje için bir kerecik olsun Sulukule'de yaşayan insanları dikkate aldı mı? Onların çalışmasını bile sanki kendi yaptığına hizmet eden bir ayrıntıymış gibi kullanıyor. Bu kadar insan farklı bir gelişme sağlamak için orada çaba sarfederken kendisi Belediye Başkanı Mustafa Demir'in kuyruğundan ayrılmadı. Onun bu işi yapmasına destek verdi. Ne yaptığını herkes yakından gördü. Acaba bu kitap acaba yaptıklarını unutturmak için mi hazırlanmış? Yoksa bu bir şaka mı? Hem Sulukule gibi bir projeyi yapıp "insan odaklı tasarım"dan söz etmek ne anlama geliyor? Sorumlu olduğu kişiler, kendi proje ortakları orada yaşayan insanlar hakkında ırkçı sözler sarf ederken acaba ne yaptı? Bu kitabı Sulukule'yi terk etmeye zorlanan, hayatları altüst olan insanlara yapılan bir haksızlık olarak gördüğüm için bunu soruyorum. w

SORU İŞARETİ

kullanarak almışlardır, ya da işlerini sermaye ile birlikte örgütlemişlerdir. Asimetrik bir durum söz konusudur. Bir tarafta kazanç hırsıyla örgütlenmiş, en olmadık yerleri kamu erkini kullanarak imara açan, insanları yaşadıkları mahallelerden kazıyan çıkar gruplarının temsilciliği, diğer tarafta kamu imkanlarını kullanan kurumlar adına bu işleri yapan, raporlar hazırlayan güruh da bu şiddeti meşrulaştırır. Sulukule’deki gibi, onların projelerine konu olan topluluklar ise kendi kaynakları, emekleri oluşturduğu kamusal gücün, halkı temsil etme iddiasından alınan meşruiyetle birden bire üzerine abandığını görür. Bu az buz bir şiddet değildir. Kamusal gücün ele geçirilmesi ve halka karşı kullanılmasıdır.


Modern Flâneur İSTANBUL’UN TEHDİTKAR DÖNÜŞÜMÜNÜ KARADENİZ İLE MARMARA DENİZLERİ ARASINDA YÜRÜYEREK DENEYİMLEME İMKANI SUNAN “İKİ DENİZ ARASI”, İSTANBUL’UN ÇEPERİNDE DÖRT GÜNLÜK BİR YÜRÜYÜŞ ROTASI. SERKAN TAYCAN’LA PROJE ÜZERİNE SOHBET ETTİK.

ŞUBAT 2014 - XXI 26

GÜNCEL

fotoğraflar: Murat Germen, Serkan Taycan

Şehrin en dışından merkezine katman katman ilerleyen rota orman ve kırsal alanlardan, su havzalarından geçerek şehrin merkezine varıyor. Toplam uzunluğu 60 km. ve her biri ortalama 15 km.’lik dört parçadan oluşan rota, dört farklı günde de yürünebiliyor. Güzergah, İstanbul’un son yıllardaki ekolojik ve sosyal dengeleri gözetmeyen pervasız dönüşümünün gözlenebileceği linyit ocakları, yeni havalimanı bölgesi, üçüncü köprü yolu, hafriyat atık alanları, sanayi ve toplu konut alanları gibi noktaların yanı sıra İstanbul’un en eski yerleşimi Yarımburgaz Mağarası ve kent içi bostanlar vb. gibi kültürel ve tarihi dokuları barındıran yerlerden geçiyor. “İki Deniz Arası” bir önerme ve bir davet. Yürümenin dünyayı duyumsamaya yol açan ritmini kutsayan bir eylem. Ve bu eylem Karadeniz ile Marmara arasında bir “yol” açacak belki de en hayırlı “proje”. Beste Sabır: Proje nasıl ortaya çıktı? Ön araştırma ve hazırlık sürecinden bahsedebilir misin?

Serkan Taycan: İki Deniz Arası’nın önceli, 2011 yılında üzerinde çalışmaya başladığım Kabuk projesi. Bu proje, kentin çevresindeki dönüşümün ekolojik ve toplumsal etkilerini -sadece kent çevresindeki toplu konut alanları ya da inşaat faaliyetlerinin olduğu alanları değil, aynı zamanda tüm bu ekolojik dönüşümün sebeplerini ve sonuçlarını- inceliyordu. İstanbul çevresindeki inşaat faaliyetlerinin çokluğu ve abartılı hali benim için incelenmeye değer veriler. Kabuk meselesi temelde bununla ilgileniyordu ancak bütün bu inşaatların bir de görünmeyen yüzü var; ciddi bir hafriyat meselesi. Kent bağlamında düşününce anormal bir hacim. O kadar büyük ki, sanki kent bir yerden başka bir yere parça parça hareket ediyor. Kabuk çalışması için işte bu hafriyat alanlarına, taş ocaklarına gittim. Eski taş ocakları, Karadeniz kıyısındaki linyit yatakları bu hafriyatlarla dolduruluyor. Bu

yataklar ise kentin bir dönemki enerji ihtiyacını karşılayan yerler. Kenti oluşturmak için gerekli enerji buralardan kazanılmış, şimdi bu çukurlara kentin dört bir tarafından gelen hafriyat dökülüyor -tıpkı höyük gibi. Çevrenden yüzlerce kamyon geçiyor. İstanbul’un her tarafında gördüğümüz bu sarı kamyonların nihayetlendiği yer, işte bu iki üç nokta. Araştırmayı yaparken ve fotoğraf çekimleri sırasında buralarda bulunma hali yoğun bir deneyim yaratıyor. Kabuk sergisinin ardından bu deneyimi daha fazla nasıl paylaşırım diye düşünüyordum. Çünkü bunlar şu andaki politik atmosferle de yakından ilgili olgular; toplu konutlar, tüm bu ekolojik dönüşüm... Bu meselelerin insanlar tarafından yakından bilindiği ama deneyimlenme şansı olmadığını düşünmeye başladım. Nasıl bu deneyimi çoğaltabilirim dedim -Gezi de bu deneyimin sıkıştırılmış haliydi aslında, insanların algıladıkları, duydukları,

gördükleri şeylerin sıkıştırılmış hali ve sonucuydu. Sonra Kanal İstanbul haberleri geldi. Benim erişilebilir hale getirmek ve deneyimletmek istediğim yerlerin, aslında tam da Kanal İstanbul’un hattının üzerine denk geldiğini fark ettim. Burayı bir yürüyüş rotasına dönüştürme fikri ortaya çıktı. Bununla kastım arabayla gidip görüp geri döndüğünüz bir gezi değil, Likya yolunda yürümek gibi, bir deneyimleme hali -empati kurulabilen, insanın en varoluşsal doğal haliyle yapılan bir yolculuk. bs: Birlikte yürümek ayrı bir bilinç durumu ortaya çıkarıyor sanki? Yürüyerek deneyimlemek ne gibi bir ayrıcalık, farklılık ve farkındalık katıyor (hem rotaya, hem de katılımcılara)? st: Yürümek yavaş bir eylem. Yanından geçmek ve izlemek, bir yere gidip bakıp geri dönmek gibi de değil. Başka türlü deneyimleme hallerinden bahsediyorum; yürümek, orayı deneyimlemek, oranın içinden geçmek, bedensel olarak orada bulunmak...


GÜNCEL 27 XXI - ŞUBAT 2014

bs: Bahsettiğin çevreyi deneyimleme hali flâneur kavramını hatırlatıyor bana. st: Evet, kenti tesadüflerle deneyimleme hali, flâneur’lük veya psiko-coğrafya haritaları var altında. Tabi yürüyüşün başka referansları da var, yürümek bir çeşit direniş hali, insanlar toplu eylemlerde yürürler. Yürüyüş insanın dünyaya geldikten sonra, konuşmadan önce yaptığı ilk eylem, yani onun varoluşsal ilk eylemi aslında. Ayrıca Gandi’nin tuz yürüyüşü, Mao’nun büyük yürüyüşü gibi tarihsel anlamda yürüyüşe referans veren olaylar, yavaş şekilde deneyimleme haline vurgu yapan önemli çağrışımlar var. Bir de benim fotoğraf üretme pratiğimde yürüyüşün çok önemli bir yeri var. Dolayısıyla bir sanat üretme formu / mekanizması olarak önemli olduğunu düşünüyorum. bs: Rotanın hikayelerinden, güzergahından ve yaptığınız geziler boyunca dikkatini çekenlerden bahsedebilir misin?

st: Toplamda dört gün süren rotayı tek seferde ya da çok seferde parçalayarak yürünebilir. Ve her rotanın kendine ait bir teması var. Birinci gün; Karadeniz sahilindeki Yeniköy’den başlıyor. Artık faal olmayan linyit ocaklarının delik deşik olmuş, kurak ve engebeli arazisinden geçiliyor. Kentin bu kadar yakınında ama bu kadar farklı bir coğrafya parçasını deneyimlemek insanlar için ilginç, bu bölgedeki göllerin kuruması, köprü yolunun buradan geçmesi üzerinde durulması gerekli meseleler. Bu bölge ayrıca ilginç bir şekilde Türkiye’deki manda popülasyonunun en çok olduğu yer. Rotanın başladığı yer; Haydarpaşa limanının taşınmasını düşündükleri bölge ayrıca üçüncü köprünün devam yolu buradan geçiyor ve aynı zamanda üçüncü havalimanı bölgesi. Ardından Terkos Gölü’ne varılıyor. Durusu Köyü’ndeki ekosistemleri görüyoruz ve Baklalı Köyü’nde birinci gün rotası tamamlanıyor. İlk bölümü

madenlerden, ikinci bölümüyse pastoral bir alandan geçen bir rota bu. İkinci gün; kuzeyden güneye inerek Küçükçekmece Gölü havzasına kadar akan ve üzerinde Sazlıdere Barajı’nı bulunduran Sazlıdere’de başlıyor. Kanalın burada yapılmasının muhtemel sebebi de aslında bu, çünkü halihazırda bir vadi, su yolu var. 60 km’lik yolun yaklaşık 30 km’si zaten su. Buradaki su havzaları ne olacak bu büyük bir soru işareti. Sazlıdere Barajı 80’lerin sonunda yapılmış, İstanbul’un önemli su kaynaklarından biri, kuş göçleri açısından da önemli, ayrıca civarında arkeolojik alanlar da var. İkinci gün rotası en pastoral olanı diyebilirim. Baklalı’dan Sazlıdere vadisine girilip meralardan, ayçiçeği tarlalarından geçerek en sonunda Sazlıbosna Köyü’ne varılıyor. Üç ayrı köyden geçiliyor, onların nüfusu, tarımla ilişkisi, kent kıyısındaki hayatlarının değişimi, oradaki arazilerin el değiştirmesi sonucu ekonomik olarak etkilenişi de gözlemleniyor.

Üçüncü gün ise; Sazlıbosna Yarımburgaz Mağarası arasında geçiyor. Sazlıbosna köyünden başlıyor, rotanın başını ve sonunun görülebildiği Kocabayır isminde bir tepeye çıkarak Şamlar köyüne varılıyor. Devamında Sazlıdere barajını geçtikten sonra Resneli Niyazi Paşa’nın çiftliğinin bulunduğu vadiden geçerek şehre giriliyor. Burası aynı zamanda Bio City projesinin arazisi. Ayrıca Kayabaşı, Olimpiyat Stadı, Kayaşehir, Altınşehir de rotanın bu bölümünde konumlanıyor. Burası önemli bir kent saçağı bölgesi ve kentsel açıdan problemli bir alan, mahallelerden çıkan kanalizasyon Sazlıdere’nin Küçükçekmece Gölü’ne açılan kısmına akıyor. Altınşehir’in ilerisindeyse Azatlı Baruthanesi var - Şamlar köyü yakınındaki bu baruthaneye su getirmek için yapılmış bir de Osmanlı bendi var, maalesef çok kötü durumda. Ve ardından da Yarımburgaz Mağarası geliyor -o da çok kötü durumda. Benim için burası kentin geçmişini bu güne taşıyan nokta. Öyle ki biraz ileride yer


ŞUBAT 2014 - XXI 28

GÜNCEL

alan Bosphorus City ve MÖ 8000’e kadar giden mağara yan yana. Son bölümde Yarımburgaz Mağara’sından ilerleyip TEM’in altından geçiyoruz. Burası da bambaşka bir bağlam: İstanbul’un kentsel sorunlarının artmasına yol açmış bir yol. Ardından daha farklı bir tarihsel bağlamla demiryoluna giriyoruz. Türkiye’de modernizmin sembolü olan demiryolu, Marmaray’ın da devamı. Daha sonra Küçükçekmece Gölü kıyısındaki bostanların içinden geçiliyor. Bir kaç aile burada Küçükçekmece Gölü’nden elde ettikleri suyla kent bostancılığı yapıyor, ama göl kötü durumda -sanayi tesislerinden gelen kirli su nedeniyle. Ve sonrasında Halkalı çöplüğü. Burada çok garip bir geçiş var: Kent bostanlarından 800 metre sonra Halkalı çöplüğü ve Bosphorus City’ye geliyorsun. 3 km geride Yarımburgaz ve orada yeni yapılan toplu konut alanları yani kentin geçmişi, şimdisi ve geleceği bir arada. Sonrasında Halkalı gümrüğünde de

kentin farklı yüzünü görüyorsun, burası kentin ekonomisine ait birçok bilgi veriyor. Bazen 5 km’lik tır dizileri oluyor. Bütün kentin ürettiği emtianın ölçeğini düşünürsen buradaki sirkülasyonu da anlayabilirsin, bu ise kentin bambaşka bir tarafını görmek demek. Küçükçekmece Gölü kıyısındaki parktan yürüyerek kentin içine giriyorsun. Menekşe plajına doğru lagün üzerindeki küçük adalar ve tarihi köprünün üzerinden geçiyoruz. Ve rota Türkiye’nin en eski plajı olan Menekşe plajıyla sonlanıyor. bs: Proje bedenle mekanı deneyimlemekle de ilişki kuruyor. Birlikte yürümenin anlamını sorguluyorsun. st: Aslında iki deniz arasında yürümek “romantik” bir eylem aynı zamanda. İnsana varoluşsal olarak garip bir haz veriyor. O en varoluşsal eylemi yapıp bir denizden diğer denize yürüme hali, kentte yaşayan bizlerin mekanla kurduğu algıyı kırıyor. Çünkü biz mesafeleri hep araçlarla kat edip

ölçerken yürüyerek bir denizden bir denize ulaşma ihtimali o algıyla oynuyor. bs: Projeden beklentin neler? Nasıl devam etsin istiyorsun? st: Bu proje benim için bienalle başlamış ve bienalle bitmiş bir proje değil. İnsanların bu hattı kendi başlarına gidip yürümelerini istiyorum -bana bağlı kalmadan. Yani asıl derdim bunu benden bağımsız olarak yapmaları. Yürüyüş yolu işaretlendi ve rehber haritadaki bilgiler yardımıyla kolaylıkla yürünebilir. Ayrıca mimarlık, sosyoloji, antropoloji, ekoloji, botanik vb. gibi farklı disiplinlerin üzerinde çalışmalar geliştirmesini, bu disiplinler arasında ortak bir çalışma yapılmasını arzuluyorum. Dolayısıyla bütün üniversitelerde bu konu hakkında konuşmaya hazırım ve öğrencilerin rotada yürümesini beraber işler üretilmesini çok isterim. bs: Projenin ulaşılabilirliği için neler yaptın? Sence proje ve beraberindeki

rehber, yaratabileceği potansiyel farkındalık ile bölgedeki olası dönüşümün karşısında durabilir mi? st: Rotaların kolayca deneyimlenebilmesi için tüm başlangıç ve bitiş noktaları toplu taşıma ağları ile kesişiyor. Rehber de bu bilgileri ulaşım bilgilerini veriyor, aşama aşama rotayı nasıl yürüyeceğini anlatıyor. Aslında projenin esas mantığı tamamen bu rotayı çizip bırakmak ve yürüyenleri kendi başlarına deneyimleme haliyle baş başa bırakmak. Kanal yapılırsa rota gidiyor. Bu yüzden rotada yürümek şiirsel bir anlam barındırıyor. Sen bir şeyi ne kadar iyi bilirsen onun değişmemesi için daha fazla bilgiye ve dirence sahip olursun. Bu paralelde rehber harita ne kadar dolaşıma girerse o kadar insan görür ve algı, deneyim ve farkındalık o kadar artar. Harita aslında bir davetiye. Arkasındaki rehber her şeyi içeriyor, bütün bilgiler hazır, tarihsel bağlamda bilgilere sahip. Yani bunu alıp cebine koyunca senin bu rotayı deneyimleme ihtimalini yaratmış oluyor.



Eğitim Mekanları VİTRA VE TÜRK SERBEST MİMARLAR DERNEĞİ’NİN ÜÇ YIL ÖNCE BAŞLATTIĞI “VİTRA ÇAĞDAŞ MİMARLIK DİZİSİ” KAPSAMINDA HAZIRLANAN “EĞİTİM YAPILARI” YAYINLANDI.

ŞUBAT 2014 - XXI 30

GÜNCEL

Türkiye’deki farklı eğitim tekniklerinin yapılarla birlikte incelendiği kitap, eğitim yapıları için tasarlanmış mimari projelerin dikkat çeken örneklerini bir araya getiriyor. Projelerin; İlk ve Ortaöğretim Yapıları (K-12), Üniversite Yapıları, Destek Yapılar ve Ar-Ge Yapıları olarak dört ana kategoride gruplandığı kitap, eğitimci, mimar ve akademisyen bakış açısından çağdaş eğitim ilkelerini ve mekanlarını inceleyen değerlendirme yazıları ile başlıyor. 49 eğitim yapısının ele alındığı bu kitap okuyucuya tekrar tekrar okuma, inceleme ve kitabı bir kaynak olarak kullanma imkanı sunacak şekilde tasarlandı. Kitap, tasarımı gereği pek çok farklı okuma şekline imkan veriyor. Kitabı baştan sona Türkçe ve İngilizce olarak kesintisiz her iki dilde de okumak mümkün. Eğitim yapılarını kendi kategorileri içinde incelemek ve

karşılaştırmak mümkün. Projelerin künye bilgileri büyük görsellerle birleşince tüm kitabı baştan sona görsel olarak okumak mümkün. Bir taraftan da her bina için kendi mimarının yorumunu ve tüm projelere değerlendirme yazan Müge Cengizkan'ın metinlerini okuyarak da kitabı tamamlamak mümkün. Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan çalışmaya dijital olarak da ulaşılabiliyor.

editör: Banu Binat, Neslihan Şık
 eleştirmen: N. Müge Cengizkan
 sanat yönetmeni: Erkan Nazlı
 Tasarım: Zekiye Nazlı
 grafik uygulama: Kenan Öztürk
 düzelti: Bahar Siber
 çeviri: Didem Özdel
 çeviri düzelti: Garrett Hubing proje ortakları: VitrA, Türk Serbest Mimarlar Derneği
 seçici kurul: Banu Binat, N.Müge Cengizkan, Haydar Karabey danışma grubu: Banu Binat, Celal Abdi Güzer, Erkut Şahinbaş, Sinan Köksoy, Yeşim Hatırlı

Tasarım Sokakta TEMMUZ AYINDA YAPILAN AÇIK ÇAĞRIYLA BAŞLAYAN “SİMİT ARABALARINI TASARLIYORUZ” ETKİNLİĞİ PARALELİNDE ÜRÜN TASARIMCISI CAN GÜVENİR’İN TASARIMI SEÇİLDİ VE UYGULANDI. Kadıköy’ün kimliğine uyumlu tasarımlar için yapılan açık çağrı paralelinde simit arabaları tasarım sürecinde iki çalıştay gerçekleştirildi. Katılımcıların araştırmalarının yönlendirdiği süreçte, genel seyyar satıcı tasarım kriterleri, mevcut simit arabalarının eksikleri, simitçilerin beklentileri ve Kadıköy kimliği göz önünde bulundurularak şekillendi. Katılımcılar, tasarımlarını biçimlendirirken ortak paylaşım ortamında belirlenen tasarım ilkelerine göre tasarladılar. TAK tasarımcılarından, ürün tasarımcısı Can Güvenir’in, Kadıköy’deki tarihi

petek fırınından esinlenerek yola çıktığı tasarımı, uygulanmak üzere seçildi. Ocak ayında Kadıköy İskele Meydanı’nda yeni simit arabaları Kadıköylülerin beğenisine sunuldu. Prototip olarak yapılan 12 simit arabası simitçilere dağıtıldı. Bu sürecin devamında Kadıköy’ün diğer simit arabalarının da zamanla yeni tasarımlarına kavuşması bekleniyor. Kadıköy’ün yeni kestane ve mısır arabaları ile oyuncak ve kitap kumbaralarının sırada olduğu sürece katılarak projelerini hayata geçirmek isteyen tasarımcılar TAK'a başvurabilir.


Yenilikçi Kavramlar D3 UNBUILT VISIONS 2013 SERGİSİ ANKARA TSMD MİMARLIK MERKEZİ’NDE AÇILDI. 22 OCAK’TAN BERİ İSE ODTÜ MİMARLIK FAKÜLTESİ’NDE SERGİLENMEYE DEVAM EDİYOR. Bu sene Amerika dışında ilk defa Türkiye'de yapılan sergi d3 ve Creative Initiative'in ortak çalışması. Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin desteğiyle Türkiye'de izleyicileri ile buluşan sergideki projeler arasında uluslararası bir yarışma ile elde edilen 30 farklı ülkeden çalışmalar yer alıyor. İçlerinde Türkiye'den genç mimarların projelerinin de bulunduğu serginin küratörlüğünü Creative Initiative kurucularından Onat Öktem ve d3'den Gregory Marinic üstleniyor. Küratörler yarışmanın ve serginin amacını; uygulanmamış yenilikçi fikirlerin mimarların tozlu raflarından çıkartılarak, kendi eleştirel ortamını yaratması olarak ifade ediyorlar. PROTA, Ural Mühendislik, AGT ve

Radyo ODTÜ sponsorluğunda gerçekleşen sergi 22 Ocak'tan itibaren ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nde sergilenmeye devam edecek. 2008 yılında New York’da kurulan d3, tüm dünyadaki sanatçı, mimar, tasarımcı ve öğrencilere ortak bir çevre sunarak sanat, mimari ve tasarımda yaratıcı pozisyonların gelişmesini hedefleyen bir organizasyon. Sergiler, etkinlikler, yarışmalar ve yayınlardan oluşan geniş kapsamlı programı ile sanat ve yapılı çevrede coğrafi, ideolojik ve mimari disiplinin sınırlarını geniş bir diyalog ve ortak çalışma üzerinden geliştirmeye odaklanıyor. d3, yenilikçi kavramları farklı ölçeklerde form, mekan ve malzeme üzerinden araştırıyor.


ŞUBAT 2014 - XXI 32

KAMUYA İŞ YAPMAK

Bürokrasi Bulutunda Yönünü Bulmak Kamuya iş yapmanın kaçınılması gereken bir çıkmaz sokak olduğu görüşü uzun zamandır hakim mimarlık camiasında. Gerçekten öyleyse genç mimarlık ofisleri bunu nasıl başarıyor? Kamuya proje yapmakla özel sektöre proje yapmak arasındaki farklılıklar neler? Mimarın "kamu yararı" kaygısı bu projelerde nasıl devreye giriyor? Can Çinici, Nilüfer Kozikoğlu, Ömer Selçuk Baz ve Pınar Gökbayrak ile bunları konuşmayı planlayarak bir araya geldik. İşin mimara geliş şeklinden tasarımına, uygulama için çıkılan ihale dosyasının hazırlanmasına ve yapının inşa edilmesine dek yaşanan süreçlerdeki zorlukları, bazen de beklenmedik kolaylıkları artısı ve eksileriyle konuştuk. Bu bürokrasi bulutunun içinde mimarın kendi yolunu çizebilme ve kamusal varoluşunu biçimlendirme fırsatını yakalaması mümkün. Belki de mimarların kamuya iş yapma meselesiyle barışmalarının zamanı gelmiştir. Hazırlayan: Hülya Ertaş


Nilüfer Kozikoğlu: Kamu dediğiniz, acayip dallanıp budaklanan bir şey, ölçeği de bir ağaçtan bir ormana kadar farklılaşabiliyor. Kamu dediğinizde belediyeyi mi, devlet su işlerini mi, sağlık bakanlığını mı kastediyorsunuz? Birbirinden çok farklı kurumların hepsini kamu olarak adlandırmak konusunda huzursuzluk hissediyorum. Öncelikle şu soru benim aklımı kurcalıyor: Kamu proje yaptırsın mı? Burada kamudan kasıt, devlet mi, hükümet mi? Yoksa aslen o projeyi talep eden makam ya da merci mi? Şu ana kadar kendi tecrübelerimden kamunun proje yaptırmasıyla ilgili beni sorgulamaya iten, işletmecisi ya da kullanıcısı olmadığı, risklerini tam olarak algılamadığı şeyleri insanların nasıl projelendirebileceği. Doğru tasarım kriterleri nasıl yazılır, hangi aracılarla bunların yazılması gerekir? Ya da devletin yarışmalarla yaptığı işlerle, doğrudan kendisinin sipariş ettiği işler arasında ne gibi farklar var? Ömer Selçuk Baz: Bu konuyu sadece Türkiye içerisinden okumak o kadar kolay olmayabilir. Biraz daha dışarıdan bakınca devletin kendisinin bizzat mimarlara iş tanımladığı dünyada başka örneklerin nasıl çalıştığını incelemek iyi olabilir. Mesela bu sistemi Almanya’da, Fransa’da, Avusturya’da devletin organlarının farklı şekilde işletebildiğini biliyoruz. Galiba buradaki endişe biraz da karşımızdaki muhatabın işle, işin yürütülüşüyle, işin sonunda geleceği noktayla ilgili sahip olduğu bilinç düzeyinden kaynaklanıyor. Devletin o dallanıp budaklanan organizasyonunun sonunda karşımıza çıkan, muhatap olduğumuz kişiler de, durumlar da çok farklı olabiliyor. O yüzden bu, çok doğal bir sorgulama. Çünkü gerçekten şu kesin ki kamuya iş yapmakla özel sektöre iş

yapmak arasında çok büyük bir fark var. Bu fark da en baştan, ne yapılacağına nasıl karar verildiği an ile başlıyor. Devlet ya da kamu projelerini doğrudan ikiye ayırabiliriz. Bir yanda aslında özel sektörde de yapabileceğiniz büyüklüklerde tekil durumlar var, diğer yandaysa başka tür politikaların yansıması olarak karşımıza çıkan çok daha büyük projeler var ki onlar aslında özel sektörde asla karşılaşamayacağınız, aslında devletin yapmak zorunda olduğu ama kararların nasıl alındığını neredeyse hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiniz durumlara işaret ediyor. Özel sektör de bir müze, sağlık yapısı, kütüphane yapabilir; bunları devlet de yapabilir. Ama özel sektör bir köprü yapmaz, Çamlıca’ya cami yapmaz, yeni bir şehir kurmaz. Aradaki en önemli farklardan biri de işin mimara geliş şekli. Özel sektör çoğu zaman kişisel ilişkileri üzerinden, mimarlarla birebir bir temas kurarak proje geliştirirken devletin ne Türkiye’de ne de dünyada herhangi başka bir ülkede tam olarak böyle bir şansı olmaz. Çünkü devlet aslında mümkün olduğu kadar nötr olmak durumundadır. Türkiye’deki durumu ele alacak olursak ya ihale mevzuatı içerisinden herkese eşit mesafede, en düşük bedeli önerene bir proje hizmetini veriyor ya da yarışmayla proje elde ediyor ve karşısındaki mimarı muhatabı olarak tanımıyor. Daha doğrudan söylersek, aslında hiç tanımamak üzerine gerçekleştirdiği bir arayüzü var. Yani devlet aslında seni mimardan bağımsız, yarışmaysa proje odaklı, ihaleyse bedel odaklı bir seçim yaptığını düşünüyor. Can Çinici: Ben kamu kuruluşlarıyla iki-iki buçuk senedir çalışıyorum. Fark ettim ki kamuya çalışmak özellikle mimarların akıl sağlığının önemli bir tarafını oluşturuyormuş. Bana bir tür mutluluk, iyi bir his verdi hakikaten. İnsan psikolojisi bir denge istiyor. "İş yapıyorum, karşılığında para alıyorum ve ortaya bir şey çıkarıyorum" döngüsündeki ‘aldım-verdim’ den daha başka bir şeylere gereksinim duyuyorsunuz. Zihninin bir tarafı da aslında kamuya bir şeyler yapmak istiyor, en temelde kamusal varoluşumuz diye bir şey var. Eğer siz mesleğiniz yoluyla o kamusal varoluşunuzu ortaya çıkaramıyor iseniz, eksik bir durum oluşuyor. Bu açıdan kamuya iş yapmanın bana içsel bir denge kazandırdığını düşünüyorum. Bu işin iyimser tarafı. Öte yandan çok temel bir mimarlık-işveren ilişkisi burada da yaşanıyor. Yine de bu kamu kuruluşlarında o büyük bürokratik çarkı es geçen gerçekten birikimli bazı proje yöneticileri ile de karşılaşabiliyorsunuz. Ve onlar aslında çok büyük bir iş yapıyorlar ve bizim bu işlerde olmamızın başlıca sebebi oluyorlar. O bürokratik çarkın en tepesindeki

33 XXI - ŞUBAT20 14

fotoğraflar: Yalım Kartal

KAMUYA İŞ YAPMAK

Hülya Ertaş: Kamuya iş yapma konusunda şimdilerde bir kırılma sezdiğim için bir araya gelelim istedim. Şu anda kamuyla iş yapmış, Ankaralı değil de İstanbullu ofislerden mimarlarla bir masada toplanıyor olmak bile yeni bir duruma işaret ediyor. Daha geniş çerçeveden bakacak olursak da Türkiye ekonomisi son beş-altı yıldır neredeyse cumhuriyetin ilk yıllarındakine benzer şekilde devletçi politikalarla yürütülüyor, yani devletin hayata geçirdiği çok fazla proje var. Bu durumun sürmesi halinde devletin asıl işveren olduğu projelerin sayısı da artacak ve mimarların işlerinin bir kısmı da kamuya yaptıkları projeler olacak öngörüsündeyim. Mimarlık ofislerinin işverenleri, özel sektörün yanı sıra, devlet de olacak. Her birinizin kamusal projelerde yer aldığını biliyoruz, o nedenle öncelikle özel sektörle çalışmakla kamuyla çalışmak arasındaki ana farkları konuşalım. Buna da iki açıdan yaklaşmak mümkün: Birincisi pratik açıdan proje süreçlerinin ilerlemesi gibi konularda; ikincisiyse mimarın iş yapma reflekslerinde, tasarım sürecinde belirlediği içgüdüsel tavırlarda ne gibi farklılıklar var?


“Canlı bir şey bina. Bina yapmak bebek doğurmak gibi. Bina tamamlandığında neye sahip olacağının, onun dünyasının çok az insan farkında.”nilüfer kozikoğlu epey sancılı oluyor ister istemez. Üstelik işveren mimarı tanımıyor, mimar da işvereni. Önce bir tanışma, uzlaşma süreci yaşanıyor, yani az önce bahsedilen tanımamazlık, nötr kalmak üzerinden başlayan bir ilişki de ister istemez uzlaşma üzerinden ilerliyor. Bu süreçte ne mimar egosunu parlatabiliyor ne de işveren sınırlarını korumak üzerinden pozisyonunu belirleyebiliyor. İster istemez birbirlerine adım atmak ve uzlaşmak, uzlaşarak tanışmak, uzlaşarak çalışmak durumunda kalıyorlar ve bence bu, mimar için de iyi bir pratik. Bunun mimarın egosundan sıyrılması için de iyi bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Ve çoğul bir işverenle çalışmayı öğreniyorsunuz. Biz mesela üniversitelerdeki fakülte binalarını projelendirirken, ihtiyaç programı dahi belli olmadığı için sadece bölüm başkanlarıyla değil, bütün öğretim üyeleriyle de ihtiyaçlarını belirleyebilmek, karşımızdaki yapıyı tanıyabilmek için teker teker bir araya geliyoruz. Evet, bu süreci çok uzatıyor belki ama sonucunun çoğu kez işveren tarafından daha çok benimsenmesini sağladığını ve daha iyi olduğunu düşünüyorum.

ŞUBAT 2014 - XXI 34

KAMUYA İŞ YAPMAK

insanlar da o proje yöneticilerinden etkilenebiliyorlar. Gerçi o en tepedeki insanın etkilenebilecek esneklikte ve aydınlıkta biri olması da ayrıca önemli tabii. Bence konu bu insanlarda düğümleniyor, o nedenle banko bir ümitsizlik görmüyorum. Ve aslında seneler geçtikçe devletten ya da kamu kuruluşlarından daha çok davet aldığımızı da söyleyebilirim. Pınar Gökbayrak: Bence kamu kuruluşları bugüne kadar mimarlarla çalışmak için alternatif yöntemleri çok da keşfedemedikleri için biraz çekimser kalmış durumdalar. 1970’ler ve 80’lerde bir dönem çok yoğun bir yarışma furyası olmuş ve kamu yapıları yarışmalar sonucunda uygulanmış. Şimdi neden kamunun yarışmalardan çekildiğini ayrıca tartışmak, geriye dönük olarak neden bir kırılma olduğunu sorgulamak gerekebilir. Yarışmalar adedi az olmakla birlikte hala yapılmasına rağmen, sonuç ürünlerin uygulanmaması, uygulama pratiğinin yarışma pratiğinden ayrışması, yarışma süreçlerinin çok da içinde olmadığım için fazla söz söyleyebileceğim bir konu değil, bunu ayrıca tartışmak gerek ama bugünkü genel koşullara dönecek olursak kamu da aslında mevcut ihale sisteminden memnun değil, ne müteahhitlerle çalıştığı sonuçlardan ne de süreçten memnun. Dolayısıyla onlar da aslında mimarlarla farklı bir yöntemle çalışmaya çok açıklar, ben öyle görüyorum. Bize hep çok pozitif şekilde yaklaşıyor ve önümüzü açmak üzere yöntemler geliştiriyorlar. Biz hiçbir zaman kapalı bir duvarla karşılaşmadık çalışmaya başladığımızda. Uygulanmış projelerimizden edindiğimiz deneyimimiz hep üniversite yapıları üzerinden, belki bu da bir faktör olabilir bu görüşlerimin oluşmasında. Eğitim yapıları gibi çok belirli bir alanda çalışıyoruz. Onun dışındaki kamu alanları için söylediklerim belki boşa çıkabilir. Kamuyla çalışırken fark ediyorsunuz ki karşınızda tek bir işveren yok; eğitim yapıları özelinde belki son onayı rektörden alıyorsunuz ama yine de onun öncesinde çoğul bir işverenle görüşüyorsunuz ve bu da projenin oluşmasında çok önemli bir etken. Yapının ihtiyaç programının belirlenmesinde kamu ne kadar işin içine giriyor, ne kadar doğru karar veriyor? Açıkçası bu anlamda ciddi tanımsızlıklar yaşanabiliyor. Burada birbirinin adına karar vermek istemeyen, bir başka idarecinin sorumluluk alanına girmekten imtina etmek adına çekimser kalan bir bürokrat tipi de var. Pek çok noktada aslında mimardan sürecin kurgusunda ve ihtiyaç programı oluşturulmasında destek almak durumunda kalıyorlar. Ve biz de bunu severek yapıyoruz ancak bu süreç biraz uzun ve bol bol gelgitli dolayısıyla kimi zaman

Nilüfer Kozikoğlu: Yurtdışında herhangi bir kamu kurumuyla çalışmış değilim ama ortak çalıştığım bir mimarın böylesi bir deneyimi vardı. İngiliz danışmanımız oradaki sağlık bakanlığına önce doğrudan danışmanlık yapıp örnek projeler üretmiş sonradan da kendisi özel sektörde ve Kanada, Avustralya gibi ülkelerde çeşitli devlet hastanelerine sağlık binası projeleri üretmiş bunların onaylanma süreçlerinden geçmiş. Biliyorsunuz hem ihtiyaç programının hem de tasarım kriterlerinin projelerin değerlendirilmesinde önemi büyük. Çünkü size projeyi yaptıran kurumun kullanıcı ve/veya işletmeci beklentilerini ölçebilmesi için bu konuda bilgi sahibi olması gerekir. Şu ana kadar benim tecrübem gösteriyor ki nadiren gerçekten konuyu iyi bilen insanlar benden proje talep eder pozisyondaydılar. Kamu diye adlandırabileceğimiz o büyük ağın farklı uçlarında karşılaştığım bu insanlar da sıkça görev değiştirdiler. Bu süreçlerde iki tane çok iyi deneyimim, iki tane çok kötü deneyimim arada da bir vasat deneyimim oldu diyebilirim. O çok iyi deneyimlerimde bu işe gerçekten sarılan, iyi bilen, projeleri örnekleriyle birlikte karşılaştırmak isteyen, benimle birlikte saatlerce toplantı yapan kişilerle çalıştım. Tasarım kriterlerini birlikte oluşturduk. Kötü deneyimlerim umuru bile olmayan yani sadece iş yerini bulsun diye düşünen, onun olası sonuçlarını göz önünde bulundurmayan, projeyi sadece rakamlarla değerlendiren yöneticilerle oldu. Yurtdışındaki örneklere dönecek olursak orada çok ciddi bir standartlar dosyası, örnek proje dosyasıyla programda mutlaka olması gerekenleri ve birtakım doğruları ortaya koyarlar. Bu sayede yapının erişilebilirliğinden gerek terapi alacak kişiyi, gerekse orada sekiz- on iki saat boyunca çalışarak orayı ofisi olarak kullanacak sağlık görevlilerini de göz önünde bulunduran bazı yönlendirmeler yapılır. Mesela İngiltere’deki standart dosyalarında "Bu sadece İngiltere’de kullanılmak için düzenlenmiştir" yazar ve ayrıca son dönemde şu anlayışı benimsemişler: "Bu standartlar bir kontrol listesi niteliğindedir, söz konusu işletme kendi çalışma prensiplerine göre standartdışı proje geliştirebilir” Yani kliniğinin başındaki doktorun aklında standartların tariflediğinden farklı bir model olabilir ve o modeli kendisi arkasında durarak mimarla birlikte hayata geçirebilir. Orası bir devlet kurumu olabilir ama başındaki o yapıyı işletecek kişi o riski alıyor, arkasında duruyor. Bu da devlet kurumunun gelişmeden ve rekabetten uzak kalmamasını sağlıyor. Buradaysa siz mimar olarak binayı yaparsınız, eğer öngördüğünüz senaryolar içerisinde çalışmazlarsa hemen değiştirirler, gelen kişi odaları değiştirir, duvarları yıkar. O zaman onlarca saat proje üzerinde çalışmamın ne esprisi var? Ben şu anda mesela üzerinde çalıştığım projelerde


“Bazen işi inanılmaz kolaylaştıran, bazen tuhaf bariyerler koyan, bazen aynı konu için seni onlarca insanla muhatap eden ağır, bazen de gereksiz hafif bir bürokrasi bulutu...”ömer selçuk baz KAMUYA İŞ YAPMAK

elimden geldiğince adapte olabilirlik üstünden ilerliyorum çünkü yapı tamamlandığında onu koruyacak biri yok karşımda. Yapıyı şu anda ısmarlayanla gelecekte kullanacak olanlar aynı kişiler değil. İstiyorum ki gelen onu değiştirirse, ona değiştirme izleri sunabileyim; en üst düzeyde adapte olabilirliğe, esnekliğe olanak vermeye çalışıyorum.

Öte yandan az evvel, devletin yaptırdığı projeleri kategorize ederken konutu bunun tamamen dışında bırakmıştım. Bu durumu bence çok düşündürücü bir nokta olarak kayıtlara almamız gerekiyor. Çünkü aslında Türkiye’deki mimari üretimlerin %85-90’ı konut. Avusturya’daki beş yıllık iş tecrübemde ofiste ürettiğimiz projelerin %90’ı konuttu ve sadece devlete yapıyorduk bu işleri; sosyal konut yapıyorduk ve de gerçek anlamda mimarlık yapılıyordu. Buradaysa mesela biz yarışmayla kazandığımız Kayabaşı projesi için TOKİ’yle de çalıştık ve oradan bir mimarlık çıkarmanın neredeyse imkansız olduğunu fark ettik. Bizim için aslen devlete iş yapmanın sunduğu en büyük fırsat, onun içinden kamu yararı çıkarabilmekte. Yine de öyle ya da böyle devlete ne iş yaparsanız yapın içinde bir miktar kamu yararı fırsatının olduğunu düşünüyorum; bu fırsat bazılarında çok daha fazla, bazılarındaysa daha az olabilir. Bu da aslında devlete hiç çalışmamış bir mimarın karşılaştığı zaman çok garipseyeceği bir durum. Çünkü özel sektördeki matematiğin ve onun tanımladığı dünyanın içerisinden gelip böyle bir durumun içine düşmek, niçin mimarlık yaptığınızı tekrar hatırlamak için bir fırsat olabiliyor. Nilüfer Kozikoğlu: Sizin ne demek istediğinizi çok iyi anlamakla birlikte özel sektördeki metrekare peşindeki yırtıcılıkla devletle çalışırken de karşılaştım. Ağır beklentili özel sektör yöneticisi kadar irade sahibi ve hızlı karar veren kamudaki proje yöneticileriyle de karşılaştım. O nedenle de kamunun tanımını tek bir profilde yapmak bana çok zor geliyor. Genelleme yerine tekil projelerden, tekil sahnelerden bahsedebiliriz. Daha geniş kitlelere hitap edeceğini, büyük ihtimalle de daha fazla ömrü olacağını bildiğiniz bir işe kafa yoruyor olmak mimar olarak da birey olarak da epey rahatlama sağlıyor. Ömer Selçuk Baz: Ama yine de özel sektördeki agresifliğe sahip olan devletle karşılaşma oranın çok daha düşük olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen bu masa etrafında oturanların hepsi, devletin başka arayüzleriyle karşılaşmışlardır. Nilüfer Kozikoğlu: Devletle çalışılan arayüzün tekil mimarlar olması durumundan daha kurumlaşmış proje üreten ekipler olma hali arasında büyük fark var. Burada bence tasarım farkı var. Hızlı bir şekilde daha bir makinadan çıkar gibi bir projelendirme sürecine nazaran, her noktasında hassas bir projelendirme süreci yürütmek arasındaki fark bu.

35 XXI - ŞUBAT 2014

Ömer Selçuk Baz: Bence Can’ın söylediği akıl sağlığı meselesi çok ilginç bir konu; böyle hiç düşünmemiştim ama %100 katılıyorum. Kesinlikle bir rahatlama oluyor. Özel sektörle çalıştığımız zaman doğal olarak çok faydacı bir durum var, işiniz belirli bir arsadan en çok değeri üretmek üzerine kurulu, çoğu zaman aslında bir metrekare cambazı olarak görev yapıyorsunuz. Oysa kamuyla çalıştığınızda böyle bir durum hiçbir zaman hasıl olmuyor. Kamunun aslında sadece bir problemi var. O da o binayı yapmak, orada tanımlanmış olan arsanın büyüklüğünün belki yarısını, belki onda birini kullanabilir, bunu hiç dert etmiyor. Ve bu da aslında bizim hep konuştuğumuz, kamu yararı dediğimiz mevzunun tam olarak başladığı nokta. Mesela bugünün dünyasında özel sektöre bir konut projesi yapıyorsanız, kapalı site yerleşimi olmayan bir sistemi önermek, onu hayata geçirmek neredeyse imkansızken devletin böyle bir şeyi yapma gücü var. Bu güç çok önemli bence. Ömer Selçuk Baz: Devletin yaptırdığı işlerin toplam değerinin, kalitesinin, incelme durumunu bu masada oturmuş bizler ve bizim gibi gerçekten tasarımı önceleyen mimarlar tarafından üretilmiş işlerle kesiştirdiğiniz zaman neyi bulduğunuz sorusunun cevabı zaten çok aşikar. Belki Hülya’nın en başta söylediği bunun zaman içerisinde artacak olması ve bu tip üretimler artınca değerinin devlet tarafından okunmaya başlanması ve bunun yapılan işe çok fazla katma değer katması çok iyimser bir okuma olabilir çünkü karşımızdaki muhataplar da sürekli değişiyor ve bu okumayı da neredeyse bir noktadan sonra imkansız kılıyorlar. Mesela bizim yaptığımız projelerden biri inşa edildi, sonra idareciler değişti ve nihayetinde beş yıl önce o işi yaptığımız 30 kişilik kadrodan neredeyse hiç kimse kalmadı. Şu anda idare kullandıkları binayı kimin yaptığını bilmiyor. Yani bir yandan devletin sürekliliği diye bir kavram var, öte yandan da feci bir hafıza kaybı. Nilüfer Kozikoğlu: Mimarlarla devleti bir araya getiren mekanizma Mimarlar Odası değil ne yazık ki, oysa olabilir. Mesela İngiltere’de RIBA böyle bir mekanizmadır ama bizde değil. RIBA projelerin kalitelerini birbirleriyle kıyaslamak değil de çakıştırır, onu masanın üzerinde organize edip dolaşıma, konuşuma, tartışmaya sokandır. Bizde de Mimarlar Odası’nın bu tip tavırları olmuştu, hiç yokmuş gibi konuşmam çok hatalı olur. Tasarım kriterlerinin, yarışmaların oluşmasında 1980’lerdeki tavır büyük ihtimalle onların üzerinden ilerlemiştir ancak bugün bunlar eksilmiş halde. İlişkilerin doğrudan doğruya mimar ve devlet kurumu arasında oluşmasında biraz sakıncalı noktalar var; bu süreçlerin iyi sonuçlanması için karşılıklı iyi niyet yeterli değil bana sorarsanız. Bu ilişki korunaklı bir yapı sunmuyor, rahat olmanız pek mümkün değil. Hülya Ertaş: Selçuk’un sözünü ettiği kategorizasyona yani devletin yaptırdığı işler içinden özel sektörün de yaptırabileceği türden olanlarla sadece devletin yaptırabilecekleri arasındaki ayrıma geri dönmek istiyorum. Bu ikinci türden işlerde, yani Kanal İstanbul, Haliç Köprüsü, Üçüncü Havalimanı türünden devasa ölçekli işlerde mimarlık ve iktidar gerilimi ortaya çıkıyor. Bu noktada mimar kendini nasıl konumlandırabilir, bireysel ya da toplu olarak? Can Çinici: O konular zaten bizim önümüze gelmiyor hiçbir zaman, bu durumda pozisyon almaya da gerek kalmıyor tabi ki. Kamuyla çalışmak desek de iş sonuçta bir mimarlık meselesine geliyor. Burada kamu kuruluşlarının aslında


“Kamuya çalışmak mimarların akıl sağlığının önemli bir tarafını oluşturuyor. Bana bir tür mutluluk, iyi bir his verdi hakikaten.”can çinici Öte yandan anonim iyi mimariyi hangi unsurların oluşturduğu da ilginç bir alan. İlla ki ismi bilinen bir mimar olmak zorunda değil. Kurtuluş’taki güzel binaları düşünün, mimarın adı binada belki yazılı, belki değil ama o binalar iyi insanlar tarafından sipariş edilmiş, iyi mimarlar yapmış, iyi insanlar oturmuş diyebiliyoruz baktığımızda. Önemli olan o binanın iyi olması, iyi kullanılması, iyi yönetilmesi. Canlı bir şey bina. Bina yapmak bebek doğurmak gibi. Bina tamamlandığında neye sahip olacağının, onun dünyasının çok az insan farkında. Hülya Ertaş: Bu konuda bir farkındalık olsa dahi yapının uygulaması aşamasında kaybedilen değerler de olabiliyor.

ŞUBAT 2014 - XXI 36

KAMUYA İŞ YAPMAK

Can Çinici: Bu noktada bir inancımı paylaşmak istiyorum: İyi mimarlığı her şeye rağmen bozamazsınız, ölçütün bu olabilir aslında. İyi bina kirlense bile her zaman gücünü koruyor.

çok dikkatli olması gereken bir nokta var; o da mimarlığın ‘neoliberal’ kullanımı... özel sektörü şekillendiren neoliberalist teamüller aynı şekilde kamuya da sirayet ediyor ister istemez ve mimarlık bunun meşrulaştırma aracı oluyor. Kapitalist düzende mimarlık, bunun kılıfını, hoş gözüken ‘zarfını’ oluşturup sunuyor aslında. Bazı durumlarda kamuyla iş yapıyorum coşkusunu kenara bırakıp bir soru işareti koymanın zamanı ve yeri olduğunu düşünüyorum. Mesela bugünlerde çokça tartışılan ve gündemde olan eğitim kampüsleri projeleri elde etme süreçlerinde olanlar ve bundan bir iki sene önce jüride görev almak üzere çağırıldığım Bayburt Üniversitesi yarışmasının hazırlık sürecinde karşılaştıklarım birer örnektir. Bayburt Üniversitesi kampus yarışması hazırlık sürecinden özür dileyerek çekilmek durumunda kaldık, Nevzat (Sayın) ve ben, çünkü en olmayacak biçimde mimarlık, üstelik yarışmalar aracılığıyla olmayacak bir arazide talep oluşturmanın aracı olarak kullanılıyordu. Şehrin epey dışında, en olmayacak yerde bir kampüs planlanıyordu, şehrin kurtuluşunun tek umudu eğitimken... arazinin değiştirilmesi ve şehir içinde biryerlerde olması konusunda epeyce talepkar olmamıza rağmen başarılı olamayınca bizler de böyle bir yanlış içerisinde yer almak istemedik. Oysa bakacak olursanız yarışma yoluyla yapıyı elde etmek gibi ‘iyi gözüken’ bir niyetleri vardı ama mimarlığın etkilediği bazı çok önemli kentsel ve bölgesel dinamikleri yok sayarak mimarlık yapmamak veya yaptırmamak gerekir. Nilüfer Kozikoğlu: Dünya örneğinde çok net görüyoruz ki yol, viyadük mimar tarafından tasarlanmaz diye bir şey yok. Ve giderek ölçek, tekil binadan altyapı yani ağyapı tasarımına doğru gidiyor. Bunlar ister yol olsun, ister bütünleşik yapılar olsun bir sistemler düzeni kuruluyor, ölçek değişiyor. Bu ölçeğe hakimiyetiniz pratikte elinizdeki teknolojilerle aynıdır, bana sorarsanız. Şimdi elinizdeki teknolojilerle bir örüntü tasarlıyorsanız, onun hangi ölçekte gerçekleşeceği çok önemli değildir. Mimar bütün ölçeklerde tasarım yapar; bu benim inancım. Ben mimarın ölçekler üstü bir tasarımcı olduğuna inanırım; tabi ki bazı konularda uzmanlık geliştirebilir, daha hassas bir şekilde hakimiyeti programa bağlı olabilir vs. Eğer Haliç Köprüsü’nün üzerine bir mimarın ismi yazılıyorsa daha çok farklı tasarımda da mimar adı geçebilir. Büyük ölçekli işlerin bir mimar tarafından yapılmasında bence sorun yok, devletin bu tip tasarımlarda mimarla ilişki kurmasının günü gelmiş olsa gerek ki işte Haliç Köprüsü’nde bu oldu. Mesela İsviçre’de mimarlar tarafından tasarlanmış bir sürü tünel, viyadük, yol, köprü örnekleriyle karşılaşıyorsunuz, burada neden olmasın?

Pınar Gökbayrak: Ben devletteki denetim mekanizmasının doğru işlemediğine inanıyorum. Önlerindeki çeşitli yönetmelikler nedeniyle bir yandan bürokratların elleri kolları bağlı ve çizilmiş şablonların dışına çıkmamak adına çok temkinli davranıyorlar. Dolayısıyla bazı anlamlarda çok az risk alıyorlar, mimarı da çok kısıtlıyorlar ama diğer yandan da bazı konularda çok büyük riskler alabiliyorlar. Mesela ellerindeki tasarım kriterinde belki 10 metrekarede yapılacak şey için 50 metrekarelik bir tarif veriliyor ve kimse onu sorgulamıyor, bu açıdan inanılmaz bir savurganlık var. Ve bunun karşısında bu savurganlığı denetleyecek kişi mimar olmak durumunda kalıyor ki aslında bu mimarın görevi değil. Kamu yararı orada devreye giriyor. Bir yandan tasarım yaparken bir yandan da verilen tasarım kriterlerinin doğruluğunu, işverenin konuya hakimiyetini, binayı yönetme kapasitesini düşünüp ona göre bir proje geliştirmek durumunda kalıyoruz. Elbette ki mimarlar da buna kafa yormalı ama kamunun aldığı tüm bu kararları denetlemek üzere mimarla işveren arasında duran bir kurum yok. Mesela Bayburt Üniversitesi’nin kentin çok uzağına yerleştirilmesinin hesabını kamuda kimse kimseye sormuyor. Yani çok temelde bir denetim mekanizması eksikliği var. Bir yandan yaptığı işin hesabını Sayıştay’a nasıl vereceğini düşünerek küçücük hesapların peşinde koşan ve kendilerini sıkıştırılmış hisseden bürokratlar var. Diğer yanda da özelikle karar verici mercilerde akıl almaz bir savurganlık, kontrolsüzlük… Bence İngiltere’deki örnek o açıdan çok ilginç, eğer riskini alıyorsanız, bu yönetmeliğe uymadan alternatif geliştirebilirsiniz, deniyor. Türkiye’de böyle riskin altına imza atacak bürokrat sayısı çok azdır diye düşünüyorum; onun ötesinde öyle yönetmelikler var ki zaten belirli bir sınırın dışına çıkmana çok da izin vermiyor. Mevcut mekanizmada bazı ayakların eksik olduğunu düşünüyorum. Ömer Selçuk Baz: Söylediğin konuyu çok iyi anlıyorum çünkü ekip olarak çok sık başımıza geliyor. Projede öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, önünüzü sınırsızca açtıkları için aslında hiç almamanız gereken sorumlulukları üstlendiğinizi fark ediyorsunuz. Bir yandan da kaç tane bina yaptım ki ben bana bu kadar özgürlük tanımlıyor, diye düşünüyorsunuz. Programı, malzemeyi vs sana bırakıyor. Seni sınırsız bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Böylesi serbesti de çok korkunç bir şey, tasarımcının mutlaka altına girmek zorunda olduğu bir yük mü bu? Bunun için uzmanlığından faydalanabileceğiniz danışmanları ekibe dahil etmek istediğinizdeyse garip karşılanabiliyor. Mesela Troya Müzesi’nin yarışmasında bir program tanımlanmıştı, süreç içinde programı tekrar elden geçirdiler. Müthiş bir uygarlık için bir müze yapıyorsunuz, onun programı yazmak benim işim olmamalı ama sonuçta yapıyorsunuz ve almamanız gereken bir sorumluluğu yükleniyorsunuz. Öte yandan başka bir mecrada da sizin


“Kamu kuruluşları bugüne kadar mimarlarla çalışmak için alternatif yöntemleri çok da keşfedemedikleri için biraz çekimser kalmış durumdalar.”pınar gökbayrak KAMUYA İŞ YAPMAK

vermeniz gereken kararlara da sonuna kadar müdahale edip mesela süpürgelik detayına karışıyor.

Hülya Ertaş: Konuya biraz daha soyut bakacak olursak sorunların kaynağı mimarın zamanıyla devletin zamanının örtüşmemesi olabilir mi? Nilüfer Kozikoğlu: Evet, buna katılıyorum. Bakırköy’de çok kötü durumda bir tutuklu binası var, noktasal yönetim onun iyileştirilmesini talep ediyor çünkü insanlık dışı bir ortam var ve dışarıdan gelen denetçiler de sürekli olarak kötü not vermiş. Mekanın iyileştirilmesi için alandaki yönetim talep etti, projeyi çizdik, uygulama projesini, ihale dosyasını hazırladık. Uğraşıldı, fiyatlar alındı, karşılıklı görüşmeler yapıldı vs ama sonuçta bu proje yapılamadı. İldeki ve Ankara’daki idare projeyi onaylıyor ancak daha sonra durdurdular sebep olarak burasının gelecekte tamamen yeniden inşa edileceğini, alan için master plan çalışmaları olduğunu gösterdiler ve bu iyileştirme projesi için şimdi para harcanmasının devletin parasını çarçur etmek olduğunu belirttiler. Bu tam da senin söylediğin gibi yerel zamanla geniş zamanın birbirini tutmaması konusu. Fakat ben burada bir düşünce eksikliği görüyorum, beş sene boyunca o insanlık dışı mekanda insanların kalmasına sebebiyet verecek bu kararı almaya da kimsenin yetkisi yok. Milletin parasından tasarruf ediyorum, kendi erkimi koruyorum, derken o iyileştirme projesini yapmıyorsan bir cürüm işliyorsun demek, onun arkasında nasıl duracaksın? Zamanların tutmadığına kesinlikle katılıyorum. Can Çinici: Özel sektörde de zorluklar yok mu? Bence temel mimar-işveren dinamikleri devletle çalışırken de devrede. Bu ilişkilerden ürkmemek gerek. Eskiden ben de hiçbir şey yolunda gitmiyor, kimse görevini yapmıyor diye çok rahatsız olurdum. Sonra fark ettim ki dünya böyle aslında. O zaman bizlere bu durumu kabul etmek, işinin bir parçası olarak görmek düşüyor. Orada ne gerekiyorsa yapabileceğinin en iyisini yapmak, gerekiyorsa plancı rolü, politikacı rolü vs oynamaktan çekinmemek. Tarihe vakıf oldukça da görüyorum ki iyi mimarlar her zaman hep bunu yapmışlar. Demokratik mekanın kurulmasına pekala mimarlar da önayak olabilir. Mesela eğitim yapıları oluşum süreçlerini yakından takip ettiğimiz Danimarka’da, Finlandiya’da senelerdir olagelen bu. Bakanlık yetkilileriyle mimarlar karşılıklı oturup sadece mekanı değil eğitim sistemini de tartışıyorlar. Bu önemli bir olgunluk göstergesi, hiçbir mimar da bunun kendi işi olmadığını düşünmüyor. Mimar olarak bulunduğunuz yerden diyaloğa açık bir şekilde ödünsüz konuşmanın en çarpıcı örneklerinden biri.

37 XXI - ŞUBAT 2014

Devlete iş yapmanın ilk parametresi onun mimarla buluştuğu an. İşte o, sihirli bir an. Özel sektörde nasıl oluyor bu buluşma? Bir yerden biliyor sizi, daha önce çalışmış olabilirsiniz, önceki işlerinizden biliyor ya da davetli yarışmayla birkaç seçenek arasından eleyerek size o işi yaptırıyor. Ama devlet, yasal metotlarla hareket ettiği durumda bunu yapamıyor. Yasal metotlarla size değme anı, işin bundan sonra nasıl yürüyeceğiyle ilgili parametreyi büyük ölçüde belirliyor. Size değme anında devletin şöyle bir kriteri var: O mimarı tanımayacaksın; o, bir kişi değil. Bir yarışmaysa, yaptığı tasarım üzerinden anonim bir kodla mimarı değerlendireceksin. Eğer bir ihaleyse verilen teklifin en düşük olduğu ya da teknik gereklilikleri en iyi karşılayan seçiliyor. Dolayısıyla zaten mimarı seçme metodu zaten bambaşka. Dahası, bu seçme metodunun arkasında duran bir bürokrasi bulutuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bazen işi inanılmaz kolaylaştıran, bazen tuhaf bariyerler koyan, bazen aynı konu için seni onlarca insanla muhatap eden ağır, bazen de gereksiz hafif bir bürokrasi bulutu... İşte devlete iş yapmak bu iki durum birleştiği zaman ortaya çıkan şey. Ömer Selçuk Baz: Nevzat Sayın’ın camilerle ilgili söylediği bir şey vardı: "Türkiye’de Müslümanlar mimar değil, mimarlar Müslüman değil." Devletle ilgili de benzer bir durum var. Mimarlar devletten haberdar değil, devlet de aslında mimarları pek umursamıyor. En başta Nilüfer’in söylediği konu gerçekten çok dramatik: "Devlete proje yapılmalı mı ya da devlet proje yaptırmalı mı?" Bence yaptırmalı, zaten devletin yaptırdığı şeyler aslında kamusal durumları oluşturuyor. Ama bu öznelerle, bu enstrümanlarla mı yaptırmalı? Karşımızdaki mekanizma Kafka’nın Dava romanındaki gibi çılgın bir işleyiş; bazı yerleri daha ince, bazı yerleri daha kemikleşmiş. Bu mekanizmayla iletişim kurmak, onunla masanın etrafında oturmak kolay değil. Bizim bürokrasiyi anlamamız, öte yandan onun bizim dünyamızı anlaması için bugüne kadar ne kadar mesai harcadığımız üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bir şekilde bu diyaloglara girmek gerekiyor. Bu diyaloglar bazen çok yıkıcı da olabilir, çok kötü anılar da biriktirebilir. Yine de bundan kaçmanın sonuçları daha kötü olur. Devlette birlikte çalıştığımız insanların çoğu gerçekten nasıl iş yapılacağını, mimarların nasıl iş yaptığını bilmiyorlar. Biz de devletin iş yapma mekanizmalarına hakim değiliz. Hülya’nın söz ettiği mimarın zamanı, devletin zamanı meselesini şöyle okuyorum. Mesela TOKİ’nin çalışma mekanizması, avan proje üzerinden ihaleye çıkıp yapı yapmak üzerine kurulu. Bunu bizim meslek disiplinimiz içinde kimsenin anlaması mümkün değil. Ama TOKİ öyle çalışıyor, çünkü onun için mimarlık, yapı bizim anladığımızdan başka bir şey. Bu algının değişmesi de mimarlar tarafından diyalogla mümkün. Birçok durumda karşınızdaki kurum bu işin nasıl yapılacağını bilmediği için öyle yapıyor olabilir. Tasarımı önceleyen mimarlar olarak bizim devletle diyalog kurmayı reddettiğimiz durumların sonunda kamu, yine ihaleyle iş yapıyor oluyor. Can Çinici: Bütün bir proje ve inşaat süreci boyunca çalışıyorsun, çabalıyorsun, sözler üretiyorsun, mücadele ediyorsun ve nihayetinde bir obje çıkıyor ortaya. O obje çıktığı andan itibaren bütün geride kalanlar unutuluyor. Kadrolar gidiyor, bütün o bürokrasi de ortadan kalkıyor, belki yönetmelikler değişiyor, hafıza çöpe gidiyor ama ortada ‘iş’ kalmaya devam ediyor. Bu bence çok önemli bir durum çünkü bitmiş işin kendisi orada yayına devam ediyor. O kendi ışık dalgalarını yaymaya, mekanı ve insanları etkilemeye devam ediyor. O binalar yapıldıktan sonra, arkalarındaki sözler, fikirler, mimarların kaç para aldığı, mesleki etik vs.


ŞUBAT 2014 - XXI 38

KAMUYA İŞ YAPMAK

gibi bütün tartışmalar dahi unutuluyor, bunlar toplum hafızasında çoğunlukla kalıcı yer etmiyorlar. Nilüfer Kozikoğlu: Kamuda bir tip proje geleneği var, ben fikren “yeni tip” üretimine karşı değilim özellikle tipi tanımlayan bir çerçevenin üretilmesine karşı değilim ama başka bir noktadan konuya yaklaşmak istiyorum. Mesela bir okulun gerekliliği yerel olarak dile getirilecek mi Türkiye’de? Bir mahalledekilerin oradaki okulla, okulun haliyle, biçimiyle dertlenmesi bir projenin başlatıcısı olabilecek mi? Devletin proje yapmaya devam edeceğini öngörüyoruz ama özelleştirmenin bütün maksadı demokrasiyi güçlendirmek değil miydi? Devlet ne kadar sıska kalırsa demokrasi o kadar rahatlamış demek değil mi? Devlet proje yapmaya devam ettikçe daha çok enerji ve para çekecek ve gücün olduğu yer haline gelecek. Aslında bu gücün halka geçmesi gerekmiyor muydu? Pınar Gökbayrak: Yerel halkın mahallesindeki okulun yenilenmesi gerekliliğini hissetmesi için ona karşı bir aidiyet hissetmesi lazım. Kamusal belleği oluşturan yapıların çoğu da aslında kamunun yaptığı yapılar. Bunlar bütün halkın çok rahat erişebildiği yapılar, özel sektörün böyle bir gücü yok. Kamusal ve mimari belleğimizin yapı taşlarını aslen kamu oluşturuyor. Can Çinici: Çağdaş camiler üzerine katıldığım bir toplantıda şöyle bir argüman ortaya atılmıştı: “Bu kadar cami yapılıyor, cemaat yok.” Boş kalan cami fikri bütün ıssızlığına rağmen ilgimi çekmişti. Onların kullanılmıyor olması kamusallıklarından bir şey yitirtmiyor binalara. Bu bir içsel denge, yapının kendisi boşluğu ile kamuyu, kamusallığı sembolize ediyor, her an doldurulabilir olarak duruyor. Kamu yapıları bu anlamda kendi kullanımlarının üstünde bir sembolizme sahipler. Hafızaya, hafızadaki mekana etki eden bir durum bu. Kamu dediğiniz zaman mimarların politik varoluşu ister istemez giriyor işin içine. Mekanı kuran, sizin politik ya da ideolojik tutumunuz oluyor. Mesela şimdi Arnavutköy’ün merkezinde ihale sürecinde daha önceleri ‘Kültür ve Spor Merkezi’ olarak tariflenmiş olan bir yapıyı projelendiriyoruz; iki önemli değişiklik önerdik ve bu karşılıklı ikna ve geliştirme süreci ile Belediye yetkilileri tarafından kabul edildi. İlki, yapının yer alacağı mahallenin dar gelirlilerden oluştuğu ve az gelişmişliği düşünülerek söz konusu yapının işlevini bir ‘Sosyal Merkez’e çevirdik. Yerel yönetimle böyle bir diyaloğa girip etkili olabileceğimizi gördük ve onlardan bu konuda önemli yardımlar aldık. İkinci önemli durum ise giriş kapıları dolayısıyla ortaya çıkmıştı; İlk başlarda binada çok camlı kapı olduğu belirtilip, denetleme

zorluğu doğacağı dile getirilmişti. Bizler de binanın etrafından içeriye ve içinden dışarıya ‘bakışların devamlılığı’nı savunup bir sosyal merkezin geçirgen ve davet edici bir mekansal yapıda olması gerektiğini savunduk. Kapılar açılmak istenmediği zaman kilitlenebilirdi ama geçirgenlikten vazgeçilmemesi gerektiği inancımızı söyledik, bu da benimsendi. Hülya Ertaş: Devletle iş yapmak için mevcut sistemin sınırları içinde gerçek anlamda mimarlık ofislerinin rekabet edebilmesi, nihayetinde de kaliteli iş üretebilmesi mümkün mü? Nilüfer Kozikoğlu: Bize uygulama projesi çiziminde destek veren ekipten bir arkadaş ile konuşurken onun belediyenin ihalesine girdiğini öğrendim, dedi ki "Dokümanları hemen hazırlayıveriyoruz, ihaleye girip işi yapıveriyoruz." Tamamen kağıtla organize olan, benim yapamayacağım bir dosya hazırlığı var o ihalenin arkasında. Onun nasıl organize edildiğini biz pek de anlamıyoruz. O düzeni Kamu İhale Kanunu kuruyor. Gayri resmi değil, resmi bir işleyiş ama meşruluğunu tartışabiliriz. Bunlar arasından kaliteli iş çıkar mı? Bence hayır. Ama hızlı işliyor mu? Evet, işliyor. Bu tip üretimleri ben, gecekondu üretiminin devlet eliyle yapılan hali olarak görüyorum. Ömer Selçuk Baz: İhale sisteminin işleyişi şöyle: Problem tanımlanıyor, ihale ilanı çıkıyor ve sonra mimarlar asla meşgul olmak istemeyeceğimiz bir grup evrakla, nitelik önemsenmeksizin, sadece nicelik üzerinden, ne kadar fiyatlandırdığın üzerinden değerlendiriliyor. Bu sistemle doğru düzgün bir iş çıkmaz gibi kesin yargıda bulunmayım ama önceliğin sadece bedel olduğu bu koşulda, devletin iyi mimarlığı hedeflemediğini hızlıca söyleyebiliriz. Sadece üretmek istiyor. Can Çinici: İyi mimarlık için patronaj gerektiğine her zaman inanmışımdır. Bu açıdan bürokrasi kesinlikle bir düşman gibi görülebilir çünkü prensip olarak ürün elde etmekle değil, yöntemle ilgileniyor. Bürokrasi kendi çarkları döndürmeye elde edeceği sonuçtan daha fazla önem veriyor. Oysa patron her zaman diyalog halinde olabileceğiniz bir aracı, yöntem sorunu baştan oluşmuyor. Devlette de özelde olduğu gibi patronlar bulabiliyorsunuz. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Ankara’daki ODTÜ Merkez Kampüsünün oluşma süreci ve kurucu Rektör Kemal Kurdaş’ın rolü. Ömer Selçuk Baz: Karşınızda belirli bir muhatap olması lazım. Devlette çok rastlanan durum, o muhatabın bulanıklığıdır.


Can Çinici: Muhatap ve koruyucu, patrondan kastım o. Yani sizi destekleyecek, güç sağlayacak, gerektiğinde yerecek ve işin kolektif yönünü toparlayıp size değerlendirecek biri.

Can Çinici: Kafkavari bir durumdan söz ediyorsun. Ama ümitsiz olmamak lazım. Pozlar konusunda bizim de çok acemi davrandığımızı söyleyebilirim ama kamu çalışanlarına ne yapmak istediğinizi iyi anlattığınızda gerekli her türlü yardımı da alabiliyorsunuz onlardan, en azından biz böyle tecrübeler yaşıyoruz, endişeye kapılmamak gerekiyor. Nilüfer Kozikoğlu: Güvensizlik ve korku içimizde sabit zaten, öyle doğduk. Can Çinici: O korkuya kapılmamak lazım. Korkunca olayın merkezi elden kaçıyor. Sen mimar olarak fikrini koymuyor musun ortaya, derdin belli değil mi? Onu anlayan birileri kamuda da bulunabiliyor gözlemlediğim kadarıyla. Hülya Ertaş: Bence karşılaşılan durumların çokluğu ve azlığından da kaynaklanıyor. O bürokrat hayatında bir kez bina yaptırıyor, sense meslek hayatında belki otuz tane bina yapıyorsun. Can Çinici: Ve ondan farklı olarak, işin merkezinde yer alıyorsun, yani mekanı sen kuruyorsun.

Hülya Ertaş: Sürekli varılmaya çalışılan ama hiç ulaşılamayan devlet yargısının biraz kırıldığını düşünüyorum. Burada görece genç bir ekip olarak bunu tartışıyor olmamız bile bunun göstergesi. Bir olanaklar dünyası olduğu izlenimi veriyor bu bile. Mevcut mekanizmayı nasıl iyileştirebiliriz? Nilüfer Kozikoğlu: En güzel şeyi bence siz yapıyorsunuz, burada iletişim, çok sayıda örneğin görülmesi, çok projenin konuşulması, tartışılması, mimarların birbirine desteği önemli. Yanlış biliyorsam düzeltin ama 10-15 sene önce birbirini daha çok karalayan bir mimari dil vardı, şimdilerde birbirinin projesini daha ön plana çıkaran bir mimarlık ortamı var. Ben bunu çok önemsiyorum çünkü o, mesleğimizin itibarını yükselten bir şey. Mesleğin gerekliliğini, niçin var olduğunu, ne işe yaradığını, neyi değiştirdiğini, niçin bu sürecin içinden geçmemiz gerektiğini ortaya koyan bu itibar. Yoksa ben bir kamu yöneticisinin "Çıkarım ben en yüksek binaya, nereye neyin yapılacağını söylerim" dediği durumla da karşılaştım. Çok geniş bir skala tabi ki mimarlık. "En iyisi şöyledir" demek doğru değil ama farklılıklarıyla tartışmak, projelere bakmak, inceliklerini görmek, ne getirip ne götürdüğünü tartmak, projelerin üzerine kaliteleriyle gitmek gerekiyor. Can Çinici: Ama mesleği her zaman ezbere bir şekilde yüceltmek de bana çok sahte geliyor. Mimar var, mimar var. Beğenip sevdiğim, takip ettiğim mimar meslektaşlarım var ama öte yandan "Acaba niye mimarlık yapıyorlar, keşke yapmasalar" dediğim mimarlık pratiklerinin de olduğunu söylemeliyim. Otomatik olarak ‘tüm mimarları’ desteklemek bana tuhaf geliyor. Çünkü sisteme hiçbir direnci ve eleştirel tutumu olmayan, farkında olarak veya olmayarak mimarlığı sadece kapitali meşrulaştırma aracı olarak icra eden bir çok kariyer de var. Bizim konuştuğumuz tüm inceliklerin dışında olan kariyerler bunlar.

39 XXI - ŞUBAT20 14

Ömer Selçuk Baz: Ben devletle çalışırken başka başka konumlarda bulundum; yarışmayla kazandım, devletle bir diyalog kurup ihaleyle olanını yaptım. Devletle iş yapmak ile özelle iş yapmak arasındaki fark şu: Başka bir dili konuşuyorsun. Senin bildiğin dil tamamen değişiyor. Daha en başta ortada hiçbir şey yokken, sadece programı tartışırken o dil değişiyor, sonra sen tasarımı yapıp onu anlattığın zamanki dil değişiyor. Sonra o tasarım üzerinden ihaleye çıkılıyor ve içinde hiçbir hata olmaması gereken, geri dönüşü olmayan bir doküman ortaya çıkarılıyor. Hiç bilmediğin birine, tasarladığın yapıyı yapması için bir tarif yapıyorsun, bu tamamen simultane satranç oynamak gibi. O kadar iyi yapman gerekiyor ki bu işi, bir ruhsal bozukluk içinde buluyorsun kendini. Ofiste çalışırken arkadaşlarına "Karşımıza çok kötü niyetli bir adam çıkacak birazdan ve çizdiğin her şeyi manipüle etmeye çalışacak." diyorsun. Ve senin görevin, bütün bu çerçeveyi çok iyi tanımlamak, oysa hepimiz biliyoruz ki projelendirme sürecinde böyle bir şey yapmak imkansız. Bunu çok kıstırman gerekiyor ama o zaman da aslında kendini de kıstırmış oluyorsun. Çünkü aslında mimarın o yapım sürecini kontrol ettiği durumlarda yapabileceği bir kısım manevralar var ve sen kendi elinle o manevralardan çok büyük oranda mahrum kalıyorsun. Bu, özel sektöre proje yaptığından çok daha farklı bir durum. Özel sektörde sen projeyi yaparken çoğu zaman inşaat çoktan başlamış oluyor ve üretenle konuşabildiğin bir durumla süreç ilerliyor. Tabi bu da bambaşka bir sorun. Devlete iş yapmakla özel sektöre çalışmak arasında çok geniş uçlarda farklılık var. Sonrasında yapım ihalesi tamamlanıyor ve yüklenici geçip karşına oturuyor ya o dilin başkalığı orada da devam ediyor. O bayındırlık fiyatları üzerinden düşünen, başka bir dünyadan bir insan. Özel sektörde asla iş yapmıyor o, sadece devlete çalışıyor. Devletin ihalelerini kovalıyor, poz numaralarını inanılmaz bir zeka yüküyle sana mecbur kılabiliyor ama senin projenden bihaber, projeyi hiç açıp bakmamış. Ve sen onunla başka türlü bir dünyanın içerisinde o binayı yapmaya çalışıyorsun. Bence gerçekten her şeyiyle başka bir dilden bahsediyoruz.

Nilüfer Kozikoğlu: Bir anımı anlatacağım. Psikiyatri binalarının nasıl olmaları gerektiğini hepsi psikiyatr olan bir gruba anlatmamı istediler. O günlerde daha henüz bu konuda tecrübem, bilgim, görmüşlüğüm, gezmişliğim bugünkü kadar derin değil. Ben o toplantıya gittim, konuşmacı olarak dört kişiydik. Benden önceki konuşmacı bir başhekimdi ve Autocad’i açıp tasarladıkları projenin içerisinde dolaştı. Autocad’de çizim yapmayı öğrenmiş, belli ki bir proje ona hazır gelmiş, içinde birkaç bir şey değiştirmiş, mimar da buna ses etmemiş, o da çizimin içerisinde dolaşarak projesini anlatıyordu. Bense çıkıp bir mimari proje sürecinin içinde neler olduğunu anlattım. Çünkü o grubun içinde mimarlık projesi sürecinden geçmiş hiç kimsenin olmadığından emindim. Bizde kendine ev yaptıran insan sayısı çok azdır, mimarlık sürecinden geçmiş kişi sayılıdır. "Bana proje yapar mısın, benim için düşünür müsün, benim için hayal eder misin, bana tasarım yapar mısın?" diyen kaç insan vardır? Ama inşaat çok yapılmıştır.

KAMUYA İŞ YAPMAK

Pınar Gökbayrak: Evet, bu KİK meselesinin problemlerinden biri sadece niceliği kontrol ediyor olması, niteliği es geçmesi. Öte yandan sürecin süreksizliği de bir problem. Diyelim ki ihaleyle değil de başka yöntemlerle mimari projeyi elde etti, ardından müteahhit için yapım ihalesine çıkıyor. Bu sefer de mimarın projesinde hiçbir söz hakkı kalmıyor, kamunun uygulama kontrolörlüğüyle ilgili hiçbir bilgisi yok. Dolayısıyla proje üretim ve imalat sürecinde kesintiler olduğu sürece, son ürün hem mimar hem de kamu/ işveren açısından istendiği gibi çıkmıyor. KİK’in bence temel sorunlardan biri süreci kesintilere uğratması ve aktörler arası ilişkileri koparması, bunun da yapı kalitesine yansıması.

Ömer Selçuk Baz: Sen ona öğretmek, anlatmak zorundasın.


ŞUBAT 2014 - XXI 40

KAMUYA İŞ YAPMAK

Nilüfer Kozikoğlu: Topluma karşı mimarlık olarak da gördüğün oluyor mu, peki? Ben mesleğin kıymetinin çok okunaklı olduğunu düşünmüyorum bu topraklarda. Ömer Selçuk Baz: Ama o da üretime paralel bir süreç. Eğer bir serzenişse bu, bunda karşımızdakilerin ne kadar payı varsa, bizim de o kadar payımız var. Bunun kolektif bir durum olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen Hülya da devlete iş yapmak üzerine bir dosya yapayım dediğinde, kimleri çağırsam diye düşündüğünde aklına buraya çağırılabilecek çok sayıda kişi gelmemiştir. Hal böyleyken öyle bir saygınlığın oluşmaması da doğal. O saygının özel sektörde ürettiklerimiz üzerinden oluşması da çok yüksek olasılık gibi gelmiyor. Can Çinici: Bu, çok önemli bir nokta. Benim bu kamu işlerine davet edilmemin esas sebeplerinden birinin işlerim olduğu kadar, üniversitelerde zaman zaman sürdürmüş olduğum öğretici kimliğim olduğunu da gözlemliyorum. Ömer Selçuk Baz: Kamunun bizimle diyalog kurma pratiği ve bizim onlarla diyalog kurma pratiğimiz üzerinden gelişmiş bir ortam var. Kamu ne üretiyorsa bunun üzerinde üretiyor. Ben şuna inanıyorum, mimarlar gerçekten bunun için daha çok mesai harcasalar çok farklı açılımlar üretebilirler. Bu mecrada hafif bir "devletle uğraşılmaz" fikri vardır, çünkü bürokrasisi ağırdır, oradan kaçılması gerekir. Bu fikir hakim olunca, sonuç da işte böyle oluyor. Pınar Gökbayrak: Ama devletin de nicelik yerine niteliği ön plana koyması lazım. Onun nasıl öğretilebileceğini bilmiyorum. Daha iki gün önce iki yüz küsur toplu açılış yapılıyordu. O zihniyetten nasıl çıkaracağız? Nilüfer Kozikoğlu: Bir şekilde bazı mecralarda mimarlığın daha çok iyi noktasal örnekleriyle görünür olması gerekiyor. Bütün mimarları iyi olarak addetmenin sakıncalarını çok iyi anladım ama ben maalesef orada durmak zorunda hissediyorum kendimi çünkü ben hakikaten bu mesleğin gerekliliğinin toplumda tam olarak algılanmadığı izlenimindeyim. Mimarlığın, örnekleriyle, binalar ve mekanlar üzerinden konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Bizde henüz mekanın getirebileceği canlandırma, katıştırma potansiyelleri konuşulmuyor. Toplumda bir ayrışmadan söz ediliyor, oysa insanları en iyi mekan katıştırır. İnsanları bir araya getirecek olan ya afetlerdir, ya futbol maçlarıdır ya da mekandır. Can Çinici: Gene benzer bir konuya döneceğim ama bu kadar ödünsüz, tek taraftan mimarlığın konuşuluyor olması da aslında bir problem. Seneler evvelki

Tafuri okumalarımdan aklımda kalan bir eleştiriyi çok önemsiyorum, 60’lı yıllarda söyledikleri hala geçerli. Mimarlık kapitalist sistemde çoğu zaman bir kılıf olarak işlev görüyor ve bir şeyleri gizliyor. Yaşadığımız su zamanlarda ise bu görüşün tekrardan hatırlanması gerektiğini önemsiyorum. Dünyada kapitalist sisteme eklemlenmiş her yerde şu veya bu şekilde kovalanmakta olan ‘ikonik mimarlık’ların ya da ‘Bilbao etkisi’nin çalışma prensibi bu. Dikkat ederseniz Türkiye’deki bütün büyük çaplı işlerde de, kamusal açıdan problemli olabilecek işlerde çokça bilinen mimarlık ofislerinin isimleri var. Pınar Gökbayrak: Sadece kamu değil ki, özel sektör de mimarlığı araçsallaştırıyor. Mimarın adıyla özel konut projeleri pazarlanıyor. Bu anlamda kamunun özelden farkı yok. Can Çinici: Aslen araçsallaştırılmakla da derdim yok. Araçsal olacaksınız ki yaşayabilesiniz ve sözünüzü duyurabilesiniz. Marx’ın kapitalist sistemde en kötü şeyin sömürü olduğunu söyledikten sonra ondan daha da kötüsünün ‘sömürülmemek’ olduğunu söylediğini okumuştum. Önemli olan sonunda o işten ne gibi ‘yeni değerler’ açığa çıkardığımız mimar olarak. Ömer Selçuk Baz: Bence yine de günün sonunda iyimser olmakta fayda var. Diğer yandan mimarın gücünün, etkisinin de belli bir düzeyde olduğunu kabul etmek lazım. Kendimizi bambaşka bir pozisyona koyup dünyayı değiştirebileceğimizi hayal etmemiz mantıklı değil, bence yapabileceğimiz, değiştirebileceğimiz şeylere odaklanmamız gerekiyor. Diyalog çerçevesinde yapabileceğinin en iyisini yapmak, bir gün onun başka bir etki yaratabileceğini bilmek, birilerinin bunu görebileceğini düşünmek ve onların başka manevralarla bu işleri farklı şekilde elde etmenin artı bir değer katacağını anlayacaklarını ümit etmek, bu ümidin sonunda başka açılımların olabileceğini inanmak... Ve ben böyle bir şeyin gerçekten olabileceğini düşünüyorum, olduğunu da görüyorum, mimarın böyle bir etkisi var. Biz birlikte çalıştığımız idarelerde aynı insanların başka şekilde proje elde ettikleri durumlara da şahit olduk. Bizimle bu şekilde proje üretmenin gerçekten farklı bir etkisi olduğunu görebildiklerini fark ettik. Başka idarelerle başka ekiplerinde benzer tecrübeleri olduğunu biliyorum. İdarecilerin aklında aslında bu şekilde üretmeye devam etmek var ama bürokratik engeller, böyle çalışmalarına engel oluyor. Bunun içinde çok büyük bir ümit var. En kötüsü o kadar uğraş, emek sonunda aslında yaptığın şeyin hiçbir şekilde bir yere konamaması, etkisinin olmaması, yok sayılması da olabilir. Öyle bir durumun da pek fazla olduğunu sanmıyorum. Yapılan işlerin değerini bir şekilde bulduğunu düşünüyorum.



VELUX TERAS ÇATI PENCERELERI, IÇ MEKANLARIN GÜN IŞIĞI VE TEMIZ HAVADAN EN ÜST DÜZEYDE FAYDALANMASINI SAĞLIYOR. 70 yılı aşkın bir süredir VELUX iç mekanlara konfor taşıyan, kaliteli ve güvenilir bir isim olmayı dünya çapında sürdürmeyi başardı. VELUX, müşterilerine en iyi teknoloji, en modern tasarım ve uzun ömürlü çözümler sunmayı kendisine amaç edinmiştir.

ŞUBAT 2014 - XXI 42

ADVERTORYAL

Projelerin Tercihi VELUX Teras Çatı Pencereleri

omega deniz plaza girne mah. girne cad. no:117/121 d:9 maltepe/istanbul t 0216 302 5410 www.velux.com.tr

Teras çatıya sahip birçok yapıda düşey pencerelerden uzakta, bina çekirdeğine yakın ya da peyzaj altında kalan ve yaşam alanına dönüştürülen mekanlar gün ışığından yoksun kalırlar. Teras çatı pencereleri ile karanlıkta kalan okul koridorlarını, sınıfları, yemekhaneleri, ofisleri, hastane odalarını veya evlerin karanlıkta kalan tüm alanlarını gün ışığı ve temiz hava ile dolu alanlara dönüştürmek mümkün.

VELUX teras çatı pencereleri, maksimum %28 (0-15 derece) arası düz veya düşük eğimli çatı ve teraslara ya da peyzaj altında karanlıkta kalan alanlara gün ışığı ve temiz hava almak amacıyla kullanılıyor. Sistem iki modelden oluşuyor: Radyo frekansı ile çalışan ve dünyada sadece VELUX pencerelerinde bulunan io-homecontrol® sistemine sahip uzaktan kumanda ile açılıp kapanabilen akıllı versiyon (CVP) ile sadece doğal aydınlık almanın yeterli olacağı mekanlar için açılıp kapanmayan sabit versiyon (CFP). Teras çatı pencerelerinin duman tahliyesi ve çatıya çıkış sağlayan modelleri de mevcuttur. NEDEN GÜN IŞIĞI? - Elektrik kullanımını azaltarak enerji tasarrufu sağlar.

- Doğa dostudur. - Çalışma ortamlarında verim artışı sağlar. - Öğrenim performansını artırır. - İnsan psikolojisi ve sağlığı için gereklidir. - LEED ve BREEAM gibi belgelerin alınmasında puan desteği sağlar. TEKNIK ÖZELLIKLER Sistem, uzun ömürlü beyaz PVC profile sahip, lamine edilmiş yalıtımlı çift camdan oluşan çatı penceresi ve pencere boyutuna bağlı olarak 3-5 mm kalınlığında akrilik koruyucu kubbeden meydana geliyor. Her iki model de, 60x60 cm’den 150x150 cm’e kadar dokuz farklı boyutta bulunuyor. Sadece VELUX teras çatı pencereleriyle kullanılan özel karartma perde ve gölgelik seçenekleri de bulunuyor. Düşük U-değeri (1.1) sayesinde enerji verimliliğini artırıyor.


ADVERTORYAL 43 XXI - ŞUBAT 2014

REFERANSLAR

• Meteksan Matbaacılık Binası, Ankara • Koç Allianz Sigorta Altunizade, İstanbul • Ç.Ş.B. Kentsel Dönüşüm Fikirtepe Ofis, İstanbul • Rings İstanbul Kapalı Yüzme Havuzu, İstanbul • Sev Koleji, İstanbul • Şişecam Ar-Ge Binası Gebze, İstanbul • Teknopark, İstanbul • Sinpaş Ottomare, İstanbul • Beylikdüzü Fatih Koleji Spor Salonu, İstanbul • Highway Outlet AVM, Bolu • APS Tekstil Bostancı Showroom, İstanbul • APS Tekstil A.Ş. Merkez Bina, İstanbul • APS Tekstil A.Ş Fabrika, Merzifon • Ilıca Otel Çeşme, İzmir • Bakırköy Kültür Merkezi Binası, İstanbul • Lüleburgaz Belediyesi Spor Kompleksi, Kırklareli • Hacettepe Üniversitesi Öğrenci İşleri Binası, Ankara • Afganistan Nato Binası • Azerbaycan Kayak Merkezi • Manisa Organize Sanayi Bölgesi Sağlık Merkezi • Agora AVM, İzmir


YAPI - KONUT - SÃO PAULO ŞUBAT 2014 - XXI 44

fotoğraflar: Nelson Kon

Rasyonel Mekan SAO PAULO’DA BULUNAN EV, BRASIL ARQUITETURA’NIN YALIN VE İŞLEVSEL YAKLAŞIMI İLE ZITLIKLARIN GÜCÜNÜ ÖNE ÇIKARIYOR. Projenin mimarlarından Marcelo Ferraz, bir koleksiyoner olan oğlu için tasarladığı evi; sanatın kendisi olarak tanımlıyor. Rasyonel mekan organizasyonu ile karakterize edilen projenin yapısal merkezinde; servis hacimlerini ve sosyal mekanları birbirinden ayıran beton duvar bulunuyor. Çerçevesiz bırakılan pencere ve kapıların korten çelik ile camdan oluştuğu iç mekanda, ön cepheden algılanan korten bir merdiven bulunuyor. Terasa uzanan bu merdiven, metropolün kentsel peyzajına açılıyor. Zıtlıkların gücünü öne çıkaran yapının ön cephesi binanın sokaktaki görünürlüğünü artırıyor.

PEPIGUARI EVI

brasıl arquıtetura

Kullanıcı beklentilerinin karşılandığı yapının giriş katında dikdörtgen, yüksek tavanlı salon ile bağlantılı tablo, gravür ve diğer sanat işlerinin yer aldığı oturma

odası konumlanıyor. Ham betonarme duvarlar ve ahşap zemin döşeme, yaratılmak istenen atmosferin esas parçaları. Plan çözümünde tek bir duvarı ele alarak ilerleyen tasarımcılar, açık mekan ve mekanlar arası herhangi bir hiyerarşik yaklaşımından uzak durarak ferah bir salon ve mutfak gibi, rahat ve kolay ulaşılabilir iç mekanlar elde ettiklerini vurguluyor. Servis ve sosyal alanları birbirinden ayıran beton duvarlar, strüktürel amaçlardan olan üst katın kuvvetlendirilmesini sağlarken ve terasın taşıyıcılığına da yardımcı oluyor. İçinde bulunduğu arazinin eğimli topografyasına ve mandalina ağacına karşı saygıyla tasarlanan projenin, 40 yıllık mandalina ağacının konumu paralelinde tasarımı yeniden şekilleniyor ve böylelikle girişteki merdivenin L şekli ortaya çıkıyor. Bahçede zemin kotunun bir buçuk metre altında yer alan küçük cam barınak ise, sakin okumalar için tam bir kitap sığınağı.


YAPI - KONUT - SÃO PAULO 45 XXI - ŞUBAT 2014

karşı sayfada Yapının sokak cephesinden algılanışı bu sayfada en üstte solda: Tasarımı şekillendiren mandalina ağacı, yapı ve bahçe ilişkisi en üstte sağda: İç ve dış mekan ilişkisi üstte solda: Geçirgen cephe üstte: Ön cepheden algılanan korten merdiven ve iç mekan - beton malzeme ilişkisi solda: Terastan metropol manzarası


YAPI - KONUT - SÃO PAULO ŞUBAT 2014 - XXI 46

bu sayfada en üstte solda: Mutfak ve yaşam alanı en üstte sağda: Korten merdiven ve betonarme yüzeyler üstte: İç mekandaki açık hacimler üstte sağda: Korten merdiven detayı sağda: İç ve dış mekan etkileşimi


zemin kat planı

1. kat planı

teras kat planı maket

kesitler

47 XXI - ŞUBAT 2014

proje adı: Pepiguari Evi proje konumu: São Paulo, Brezilya mimari tasarım: Brasil Arquitetura; Francisco Fanucci, Marcelo Ferraz
 mimari tasarım ekibi: Anne Dieterich, Anselmo Turazzi, Beatriz Marques, Cícero Ferraz Cruz, Fabiana Fernandes, Felipe Zene, Gabriel Grinspum, Gabriel Mendonça, Luciana Dornellas, Pedro Del Guerra, Victor Gurgel
 yardımcı tasarım ekibi: André Carvalho, Julio Tarragó, Laura Ferraz, Willian Campos yapısal danışmanlık: FT Oyamada aydınlatma danışmanlığı: Reka Lighting, Ricardo Heder proje alanı: 392 m2 inşaat alanı: 295 m2 proje tasarım tarihi: 2002 proje bitiş tarihi: 2006

YAPI - KONUT - SÃO PAULO

brasıl arquıtetura Marcelo Carvalho Ferraz 1978 yılında; Francisco de Paiva Fanucci ise 1977 yılında FAU USP mimarlıktan mezun oldu. İkili Brasil Arquitetura ofisini kurarak profesyonel hayatlarında The Gelbes Viertel Intervention (Almanya), Villa Isabella, (Finlandiya) gibi ödüllü projeleri gerçekleştirdi. 2005 yılında Cosac Naify tarafından "Francisco Fanucci & Marcelo Ferraz - Brazil Architecture" adlı yayınları basıldı. Çalışmaları; Tokyo Art Museum (2008), University Center Maria Antonia (2009), Andersen Museum (2009), Casartac (2010) gibi mekanlarda sergilendi.


YAPI - KÜTÜPHANE - VENNESLA ŞUBAT 2014 - XXI 48

fotoğraflar: Emile Ashley

Mekana Yayılan Taşıyıcı NORVEÇ VENNESLA’DA KONUMLANAN HELEN & HARD TASARIMI KÜTÜPHANE, KAFE, YÖNETİM, EĞİTİM VE TOPLANMA ALANLARINI İÇİNDE BARINDIRIRKEN VAR OLAN SOSYAL MERKEZ BİNASIYLA MEKANSAL BİR BAĞ KURUYOR. Davetkar bir kamusal alan fikrini destekleyen yapının açık alan tasarımındaki tüm kamusal işlevler tek bir geniş mekanda toplanıyor. Kentsel mobilyalar, mekanın mobilyaları ve ara yüzler hem iç hem de dış mekandan algılanır şekilde konumlanıyor.

VENNESLA KÜTÜPHANESI VE KÜLTÜR EVI

helen & hard

Proje tasarım kriterleri paralelinde; kent, kütüphaneye entegre bir şekilde ele alınıyor. Tasarım sürecinin ilk aşamasından itibaren yapı olabildiğince açık ve ana kamusal mekanla bağlantılı olacak şekilde kentsel dokuyla bütünleşiyor. Tüm bunlar ise; geniş bir cam cephe ve avlu ile sağlanıyor ve bu mekan, dışarıda korunaklı oturma alanlarını da ortaya çıkarıyor.

Projenin temelinde yer alan kaburga konseptiyle kullanılabilir melez strüktürler yaratılarak ahşap yapı, teknik alanlar ve iç mekan kurgusuyla bütünleşiyor. Ana tasarımın taşıyıcı elemanlar etrafında temellendiği kütüphane; 27 adet ahşap tutkallı lamine prefabrik kaburga ve CNC kesimle üretilmiş kontrplak panodan meydana geliyor. Bu kaburgalar çatının geometrisini ortaya koyarken geniş bir açık mekan yaratmaya el veriyor. Bu paralelde bireysel çalışma alanları ortaya çıkıyor. Her kaburga tutkalla lamine edilmiş ahşap kiriş ve kolonlardan, akustik emici maddelerden, havalandırma kanallarından ve cam levhalardan oluşuyor. Cam levhalar ise aydınlatmaya yardımcı olurken malzeme ve mekanla entegre olan okuma nişlerini ve rafları meydana getiriyor.


karşı sayfada Kütüphanenin avlu cephesinden girişi ve açık alanla kurulan ilişki

arka sayfada üstte: Tasarım aşaması gelişim sürecini anlatan modeller solda ortada ve sağda ortada: İç mekandan kareler altta: Taşıyıcı ahşap yekpare kaburgaların iç mekan mobilyaları ile bütünleşerek raf ve masa olarak kullanımı

YAPI - KÜTÜPHANE - VENNESLA

bu sayfada solda: İki binanın arasında konumlanan kütüphanenin yaya sirkülasyonu ve diğer binalarla kurduğu ilişki altta solda: İç mekan ve taşıyıcı sistem ilişkisi altta: Binanın cephe detayı en altta: Taşıyıcı sistemin bütünselliği

49 XXI - ŞUBAT 2014

Ana girişte kaburgalar ana avluyu oluşturuyor ve tüm mekanın eni boyunca yayılıyor. Sokak cephesi boyunca ilerleyen güney batı cephesi, düşey güneş kırıcı elemanlara sahip. Bu gölgeleme elemanları aynı zamanda bitişikteki iki bina arasında, kütlenin bir bütün şeklinde algılanmasına yardımcı oluyor. Ana amaç, bu üç bina için gerekli olan enerji harcamalarını aza indirmek ve yüksek standartlı enerji koruma çözümlerini projenin her detayında kullanmak olmuş. Düşük enerjili bir bina olan kütüphanede en yüksek seviyede ahşap kullanımı amaçlanıyor. Yapıdaki tüm kaburgalarda, iç ve dış duvarlar, asansör şaftları ve çatının bazı bölümlerinde toplamda 450 m3 tutkallanmış lamine ahşap kullanılmış. Yapısal elemanlar, teknik altyapı, mobilyalar ve mimari elemanların simbiyotik ilişkisi güçlü bir mekansal kimlik ortaya koyarken proje, işverenin ana amacını yani kent için bir kültür merkezi ortaya koymayı başarıyor.


ŞUBAT 2014 - XXI 50

YAPI - KÜTÜPHANE - VENNESLA


51 XXI - ŞUBAT 2014

kat planı

vaziyet planı

kesitler

yapısal diyagramlar

YAPI - KÜTÜPHANE - VENNESLA

helen & hard 1996 yılında Norveçli mimar Siv Helene Stangeland ve Avusturyalı mimar Reinhard Kropf tarafından kurulan ofis, sürdürülebilirlik üzerine odaklanıyor. Bu paralelde sadece mekanların tasarımıyla değil tasarım süreci, inşaat ve üretim süreçlerinde de sürdürülebilirlik ilişkisini araştırıyor. Siv Helene Stangeland 1986-1993 yılları arasında AHO Oslo-Norveç ve ETSAB Barcelona-İspanya’da mimarlık eğitimi aldı. Reinhard Kropf ise 19861994 yılları arasında TU Graz-Avusturya ve AHO Oslo-Norveç’te eğitimini tamamladı. Ofisin sahip olduğu başlıca ödüller arasında Treprisen 2013, WAN 21 2012, Mies van der Rohe Ödülü 2013 adaylığı bulunuyor.

proje adı: Vennesla Kütüphanesi ve Kültür Evi konum: Vennesla, Norveç mimari tasarım: Helen & Hard mimari tasarım ekibi: Reinhard Kropf, Siv Helene Stangeland, Håkon Minnesjord Solheim, Caleb Reed, Randi Augenstein işveren: Vennesla Kommune danışmanlar: Rambøll, Sinus, VEF, HMI yarışma tarihi: 2009 inşaat bitiş tarihi: 2012 proje alanı: 1938 m2


Entegre Tasarım AVCI ARCHITECTS TASARIMI TÜRKİYE MÜTEAHHİTLER BİRLİĞİ GENEL MERKEZ BİNASI ÜZERİNE SELÇUK AVCI VE YAPININ SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK DANIŞMANI PATRICK BELLEW İLE SOHBET ETTİK.

ŞUBAT 2014 - XXI 52

YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA

fotoğraflar: Yunus Özkazanç

Yapı, Türkiye Müteahhitler Birliği'nin, Ankara Çankaya’daki yeni binası için düzenlediği davetli proje yarışmasında, birinci seçilerek inşa edildi. Mimari programda, tipik bir ofis binasının gereksinimlerinin en optimize şekilde karşılanmasının yanı sıra, bir dernek binasının özel ihtiyaçlarına da cevap verecek şekilde farklı fonksiyonlar yer alıyor. Kütle kompozisyonu bu farklı fonksiyonları dışavurumcu bir anlayışla organize ederken, mahremiyetin sokak seviyesinden üst katlara çıkıldıkça dereceli olarak kontrol edilmesini de sağlıyor.

TÜRKIYE MÜTEAHHITLER BIRLIĞI GENEL MERKEZ BINASI

avcıarchıtects

Binanın tasarımında TMB'nin kurumsal şeffaflık ilkesinin yapıda okunurluğu hedeflendi ve bu doğrultuda iç ve dış mekanlarda hem kurgusal hem de yapısal bir araç olarak geçirgenlik esas alındı. Bu bağlamda, yapının zemin kotunda kent dokusu ile ilişki sağlayan fonksiyonlar aracılığı ile kamusal alanın

devamlılığı sağlanırken, yapının ana kurgusunu sağlayan atrium da, bina içinde katlar arasındaki görsel ilişkiyi giriş katından ofis alanlarına taşıyor. Daha yukarı çıkıldıkça yönetim katı ve ‘salon’ alanı gibi özel mahallerin mahremiyetini de gözeterek cam bir çatı ile sonlanıyor. Proje ayrıca pasif ısıtma ve soğutma teknikleri açısından Türkiye’de ilk kez kullanılan sistemleri bünyesinde barındırıyor. Ankara’nın tipik iklim özelliği olan gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farkı kullanılarak ısıtma ve soğutmadaki enerji sarfiyatını minimize etmek üzere, bodrum katlardaki otoparkların altına bir betonarme labirent tasarlandı. Bu labirent yaz aylarında gece ısısını depolayarak gündüz havasını pasif olarak soğutmaya yardımcı olan bir batarya işlevi görüyor. Kışın ise toprak altının öz ısısını kullanıp gündüz havasını pasif olarak şartlandırıyor. Türkiye'de ilk kez kullanılan chilled beam’ler ise, ortam koşullarına göre konforun sağlanması için gerektiğinde kontrol edilerek son ısıtma soğutmada yardımcı oluyor.


bu sayfada solda: Binanın ana girişi, aydınlatma tasarımı, iç mekan ve cephe tasarım ilişkisi altta solda: Doğal aydınlatma ihtiyacını karşılayan mesh cephe altta: Ana fuayeden dışarıya bakış. arka sayfada üstte solda: Avlu ve iç mekan ilişkisi altta solda ve sağda: İç mekan yatay ve düşey sirkülasyon alanları

YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA

karşı sayfada Binanın gece genel görünüşü

53 XXI - ŞUBAT 2014

Binanın cephesinde ise cephe kabuğu iki katmandan oluşuyor. Yapıyı saran ilk katman klasik bir cam cama birleşimli panel sistem, ikinci katman ise gölgelendirme ve güneş kontrolünü sağlayan paslanmaz çelik ağdır (mesh). Hassasiyetle tasarlanan bu katmanın yoğunluğu bina sakinlerinin dışarısı ile ilişki kurmalarına engel olmadan, yönelimlere göre açıklıkları optimize ederek güneşten kaynaklı ısı kazanımının önüne geçmek üzere hesaplandı. LEED Platinum sertifikasına aday proje, tüm disiplinlerin mimar liderliğinde en ince ayrıntısına kadar koordine edildiği, deneyimlerin, etütlerin, AR-GE çalışmalarının yapılarak Türkiye’deki inşaat ve malzeme sektörünün gelişimine katkıda bulunan ve yerel malzemelerin kullanımını teşvik eden, bir ‘entegre tasarım’ ürünüdür. Beste Sabır: Entegre tasarım anlayışıyla gerçekleşen projenin geçirdiği süreçlerden başlayalım istiyorum. Enerji etkinliği, doğal havalandırma ve iklimlendirme gibi konulara vurgu yapan binanın tasarım sürecinde farklı meslek gruplarıyla yaptığınız işbirliğinden bahsedebilir misiniz?

Selçuk Avcı: TMB proje yarışmasına davet edildiğimiz gün, her projede olduğu gibi bu proje için de kaygımız en ideal ekibi oluşturabilmekti. İşverenin iddialı programı, ekolojik tasarım kriterlerine verilen ağırlık ve işverenin bazı geçmiş projelerimizin spesifik özelliklerine yaptığı referanslar, bu projede en azından iddialı bir çevre mühendisliği ekibi olmasının gerekliliğini açıkça öne çıkarıyordu. Tabi ki biz bu arayışa öncelikle Türkiye içerisinde giriştik, çünkü ürünümüzün lokal olmasını en çok biz istedik. Fakat ne yazık ki o sıralar eko duyarlı binalar konusunda uzmanlık sahibi ve bütünleşik tasarım mantığıyla çalışan potansiyeli yüksek ve deneyimi ispatlanmış ekipler azdı veya yoktu. Ayni zamanda Londra kuruluşlu bir ofis oluşumuz dolayısıyla araştırmamızı oraya da taşıdık ve Atelier Ten’den Patrick Bellew ile çalışmaya karar verdik. Diğer bir önemli konu da statik mühendisliğiydi, çünkü entegre tasarımın çekirdeğini oluşturan bu üç disiplindir ve bu yaklaşımda üçünün de ayni zamanda masaya oturması gerekir. Fakat binanın boyutları ve yaklaşımlarımızın statik açıdan çok zorlayıcı

olmayacağını hissetmemizden dolayı aslında statik mühendisimiz yarışma sırasında daha masada değildi. bs: Bu paralelde, entegre tasarım anlayışı nasıl / hangi metotlarla ele alındı? Mimari tasarım süreci başlamadan önce hangi ön analizler ve hesaplamalar gerçekleşti? sa: Mimari veya herhangi bir tasarım süreci başlamadan önce bir çok ön analiz yapılır, bizim bakış açımız konuyu sadece ekolojik parametreler dahilinde incelemekten ziyade, sürdürülebilirliğin geniş kapsamı dahilinde ele almaktır , yani ekolojik, etik ve ekonomik faktörleri göz önünde bulunduran 3E prensiplerini esas alarak. Bunu her zaman tekrar ederiz. Fakat bu projede insanların en çok ilgisini çeken projenin ekolojik yönü oluyor. Her yeni proje başlangıcında projenin bulunduğu bölgenin ve arazinin iklimsel karakteri sorgulanıyor ve ortaya çıkan faktörler entegre / bütünleşik tasarım kararlarımızı yönlendiriyor. Bir yerin iklimsel karakterini belirleyen faktörler arasında mevsimsel sıcaklıklar, yoğuşma oranları, rüzgar, yağmur, güneş ışığı ve bulut orantısı, tozuma ve yerel


YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA ŞUBAT 2014 - XXI 54

ses / gürültü oranlarını sayabiliriz. Bu değerler ölçümlenerek birer veri olarak önümüze gelir ve buradan yola çıkarız. TMB projesinde bu ilk aşamada en çok öne çıkan rakamsal faktör, gündüz ile gece arasındaki sıcaklık farkıydı. Ankara’ya özel iklim koşullarından dolayı yazın bu fark aşağı yukarı 15-16 dereceye kadar yükseliyordu. Delta T dediğimiz değer bu tip bir ofis binası için çok önemli bir enerji kaynağı potansiyeli taşıyordu ve faydalanılması gereken bir özellikti. İlk aklımıza gelen soru bu farkı nasıl kullanabileceğimizin yollarını aramak etrafında oluştu. Toprak altı labirent fikri de buradan ortaya çıktı. Çünkü bir ofis binasında bilhassa yazın, dış sıcaklığın 35-38 dereceye vardığı bir iklimde soğutma en önemli sorunlardan birisidir. Gece sıcaklığını labirent yapısından geçirerek gece soğukluğunu gündüz kullanmak üzere depolama fikri bu şartlar altında en erken varılan kararlardan biriydi. Entegre tasarım anlayışının ana fikri bu kavramsal atlayışların mimar ve mühendisler tarafından erken

bir safhada, daha tasarım şekillenmeden masaya oturup beraber çalışmalarıyla ortaya çıkmasıdır. Bunun metodolojisi de çok basitçe farklı ekiplerin projenin ilk aşamalarından itibaren sık sık bir araya gelip çalıştaylar düzenlemesinden ve ekiplerin birbirini fikir üretimi aşamasında hiç bir şekilde kısıtlamamasından geçer. Bu süreçte mimar bir orkestra şefi olarak durur. bs: Bu disiplinler arası süreçler mimari tasarım aşamasına ne gibi geri dönüşler verdi? Tasarımı / formu / kütle organizasyonunu nasıl şekillendirdi? sa: Bu süreçlerde eskiz kağıdı ve kalemi hem biz mimarların, hem de mühendislerin elindeydi. Geleneksel olarak mimar, ekip masasına bir külhan beyi olarak oturur ve mühendisler de kendisine bu yakıştırmayı yaşatır. Yani onu sorgulamaktan çekinir. Bize kalırsa yapıcı bir şekilde hayır diyen ya da süreci / tasarımı sorgulayan, yapıcı alternatiflerle geri sıçrayan ve kalemi ele alıp bir şeye nasıl yaklaşılabileceğini görsel olarak dile getirebilen mühendis en ideal mühendistir. Dolaysıyla bizim çalışma sürecimizde, daha konsept oluşmadan, avan

projeye geçmeden bir çok tasarım çalıştayı yapılır. Herkes her istediğini söyler ve katılımda bulunmakta serbesttir. TMB'nin çalıştaylarında da süreçler aynen böyle yaşandığı için, bazen bir fikrin mimardan mi, yada mühendisten mi çıktığını hatırlayamayabiliriz. TMB binasında kütlelerin formu bazı baz kriterler üzerine kurulmuştu. Mesela kütlelerin kayarak fonksiyonları okunur hale getirmesi, nefes alma alanları açması ve bu kütlelerin etrafının güneşin yoğun olduğu taraflarda bir çelik ağ (mesh) ile kaplanması kararı bir taraftan okunurluğun önemini vurgularken, diğer bir taraftan da güneşe karşı bir müdahalenin gerekliliğinden oluşan bir form diyebiliriz. Öte yandan alt katlarda ağı kullanmamak istemememizin nedeni gün içinde bu katlardaki kamusal alanların sokaktan de okunabilir olmasını sağlamak arzusu, bize o katlardaki cam niteliğini tanımlamış oluyordu. bs: Ana tasarım kararlarınız neler oldu? Estetik ve fonksiyonellik dışında ne gibi amaç ve öngörülerle tasarım sürecinde kararlar aldınız?


Beste Sabır: Projedeki işbirliğinizden, bütüncül proje anlayışınızdan ve

sunumda labirent konseptini; doğadaki kanatlı karınca yuvaları ve doğayı

kılıfı olan projeler inşa etmek, enerji verimli sistemler tasarlamak ve yeşil,

proje gelişim sürecinden bahsedebilir misiniz?

taklit (biyo-mimicry) metaforu ile ilişkilendirdik.

yenilenebilir teknolojileri eklemek önemli.

bir mimar olarak projelerinde pasif tasarım stratejileri üzerine odaklanır,

Mühendislik modellemeleri ve performans değerlendirmeleri

bs: Entegre tasarım hakkındaki görüşleriniz neler?

mimarinin iç ve dış sistemler arasında bir aracı olmasını sağlarken enerji

çalışmalarını sürdürerek konsept tasarım fikirlerini sistemlere

pb: Yukarıda bahsettiklerime ek olarak entegre tasarım, geleneksel sürece

gereksinimlerinin düşürülüp yeniden ele alındığı aktif bina sistemleri

doğru taşıdık. Termal ve sıvı akışı sistemlerine uzanan modelleme

oranla daha çok tekrar üzerine kurulu. Tasarım çalışmalarının labirent

üzerinde çalışır. Selçuk ile proje üzerinde çalışmaya eskizler ve Skype

çalışmalarımızda hava akışlarının CFD modellemesinden ve gün ışığı

performansı, solar control ya da CFD hava akımı modellere sistemleri gibi

konuşmaları ile başladık. Çalışma sürecimiz her zaman iklim ve hava

analizlerinden yararlandık.

konularla ilişki kurması tasarım sürecine daha çok veri girdisi sağlıyor

verilerinin belli konum üzerindeki sonuçlarını toplayarak başlar. Binanın

Bizim katkı sağladığımız alan şematik tasarım sürecinden başlıyor ve

ve tüm bu bulguları tasarıma entegre etme açısından yoğun tekrarı

konumlandığı Ankara, bir bina çevre tasarımcısı için ilginç iklimsel

tasarım geliştirmesi aşamasına kadar (azalarak) süregeliyor. Bu çapta

gerektiriyor.

örüntülere sahip: Yaz aylarında gündüz oluşan sıcaklık değişimleri (termal

yüksek performanslı bir binanın geliştirilmesi, projenin başlangıç

kütlelerin tüketilme olasılığını ve gece serinliğini sağlıyor) ve çok soğuk

aşamadınsa mimarlar ve diğer işbirlikçiler arasında yüksek seviyede bir

bs: Türkiye’deki enerji verimli bina tasarım ve uygulama sürecini nasıl

dönemlere sahip olan kış ayları mevcut fakat genellikle açık bir gökyüzü

teknik bütünlük gerektiriyor. Aynı zamanda çalışma tipleri performansları

yorumluyorsunuz?

ve pasif güneş kazanımı mevcut.

kanıtlarken bu çalışmalara erken aşamalarda başlanmış olması gerekiyor.

pb: Bence anahtar rolü oynayan profesyonellerin birlikteliği önemli

Düşünceye, tasarıma, modellemeye, analize yapılan yatırımlar binanın

bir konu. (Özellikle süreçte sürdürülebilir yapılar konusunda uzman

Başlangıçta bu iklimsel veriler paralelinde, oldukça şeffaf bir bina kılıfı

verimliliğini sağlıyor. Dünyanın başka yerlerindeki çalışmalardan

bir mimar olmadığı zaman.) İzlediğim kadarıyla Türkiye’de mimarlar

etrafında çeşitli yaklaşımlar geliştirmeye başladık. Bu kılıfın gün ışığını

kazanılan deneyimler de önemli. Böylelikle zamandan kazanılıyor ve

bütünsel bir süreç henüz başlamadan tasarım aşamasını sonlandırıyorlar,

tamamiyle içeri alırken yazın solar kazanımı kontrol etmesini fakat kış için

bütünsel bir anlayış sunabiliyor. Verimli sistemleri ve yenilenebilir enerjiyi

bu durum verimliliğin ve üretkenliğin önünü keser durumda.

de pasif solar kazanımını sağlamasını amaçlıyorduk.

binalara tasarım aşamasının ardından eklemek bazen gerçekleşebiliyor

Ardından fikrimiz termal kütle çevresinde şekillenerek ilerlemeye

ama bu her zaman için olabilecek bir durum değil. Bence projeye iyi

Atelier Ten’de; entelektüel anlamda eforumuzun büyük bir kısmını

başladı. Labirent konsepti paralelinde enerji depolayacak olan ikinci

bir bina yapma amacıyla başlamak ve verimlilik katmanlarını tasarım

tasarımın erken aşamalarında sarf ediyoruz. Fakat gördüğüm kadarıyla

bodrum kat, yaza dair mekanik soğutma giderlerini azaltacak ve soğuk

paralelinde birlikte düşünmek gerekiyor.

Türkiye’de bu süreç çok spekülatif bir şekilde gelişiyor. Dünyadaki diğer

Patrıck Bellew: Bath Üniversitesi’nde birlikte okuduğum Selçuk Avcı

Eğilim: Anlam: Yeşil (Lean: Mean: Green) Londra kent planının

uzmanı tasarım sürecinin içinde, önemli bir parçası ve ön tasarım

şey yapması fikrine alışkınlar. Avci Associates ile birlikte hazırladığımız

mantrasıdır. Diğer değişkenlerin optimizasyonundan sonra enerji verimli

süreçlerine dahil oluyor.

sa: Kayan kütleler en önemli tasarım kararlarından birisiydi. İkincisi ise o kütlelerin planda olabildiğince ince tutulması kararı idi. Bu sayede iç mekanlarda gün boyunca suni aydınlatmaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde, gün ışığından faydalanılması sağlandı. Bu kütlelerin çekirdeğinde yer alan atrium ise bir yandan “3E” kurallarımızın Etik prensibine atıfta bulunarak bina içinde geçirgenliği ve kamusallığı vurgularken, öte yandan ekolojik açıdan hem binanın derinliğine gün ışığının girmesine izin veriyor hem de ortak alanlarda yazın yükselen ısınmış havanın atriumun üst kapaklarından atılmasını sağlıyor.

salınımı olur. Ayrıca tabi ki malzemenin imalatı da karbon salınımı etkileyen bir unsur. Mesela bir malzemenin imalatında kullanılan enerji miktarı, ve onun imalatında kullanılan enerji türü de o malzemenin sürdürülebilirliğini etkiler. Eğer o malzeme dönüşümden geçerek yapılmış bir malzeme ise en idealidir. Bu yüzden mesela çelik ile betonu karşılaştırdığımızda, çelik daha sürdürülebilir bir malzemedir çünkü yapısal olarak kolayca geri dönüştürülebilir, ama beton yüzde yüz geri dönüştürülemez.

birinci katta ise ana salon yer alırken, ikinci katta genel ofis alanları, ki bu alanlara dışarıdan ziyaretler fazla olmasa da yine de olabilecek bir alan. Üçüncü kattaysa yönetim kurulu toplantı salonu, başkan ve genel sekreter ve yardımcıları yer alıyor. En üst kattaysa TMB'nin en mahrem bölgesi olan “lounge” ve dinlenme alanları bulunuyor.

bs: Malzeme ve sürdürülebilirlik ilişkisinden bahsedebilir misiniz? sa: Malzeme seçimlerinde ve sürdürülebilir tasarımda en önemli kriter, karbon salınımının minimize edilmesidir. Aslında bunu sadece malzemenin seçiminde değil, malzemenin nerden geldiğiyle de tarif ederiz. Malzeme sahaya gelinceye kadar ne kadar yol kat ederse, yani ne kadar çok yakıt harcayarak bize ulaşırsa o kadar fazla karbon

bs: Ofis aktivitelerinin yanı sıra birçok farklı işlevi içinde barındıran binanın ana gereksinimleri ve bu paralelde attığınız adımlardan bahsedebilir misiniz? Farklı işlevler binada nasıl yer seçiyor, nasıl bir kurgu hakim? sa: Çok basitçe işlevler en alt katta en kamusaldan, en üst katta en mahrem alanlara doğru bir düzende yerleştirildi. Kütlelerin yerleşimi ise bu prensibi destekler biçimde mahremiyetin sokak seviyesinden üst katlara çıkıldıkça dereceli olarak kontrol edilmesini de sağlamaktadır. Dolayısıyla giriş katında sergi, VIP girişi, ve toplantı / seminer odaları ve

bs: Mahremiyet, çevre ilişkileri gibi konuların bina formuna, yerleşmesine ve malzeme seçimlerine olan etkileri neler oldu? sa: Saha yerleşiminde attığımız en önemli adım tabii ki çevreye karşı kamusal bir bakışla davranarak binayı olabildiğince geri çekerek önünde kamusal alanı arttırmak ve çevre ile ilişkisini açmaktı. Binanın tasarımı, TMB'nin bir dernek olarak şeffaf olmak ve açık olmak isteğiyle olabildiğince geçirgen bir şekil aldı. Fakat bunun yanında iç yerleşiminde yukarıda bahsettiğim mahremiyet kuralları farklı işlevlerin yapı içindeki konumunu belirledi. bs: Aydınlatmanın enerji etkin sisteminden bahsedebilir misiniz?

55 XXI - ŞUBAT 2014

kadarıyla Ankara’da binanın çok şey yapması fikrini, sistemlerin daha az

YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA

örneklere baktığımızda çevresel tasarım danışmanı / sürdürülebilirlik

kış günlerinde de taze havanın ısınmasına yardım edecekti. Anladığım


önceki sayfada solda: Beton içi havalandırma boruları ortada: Chilled Beam ve havalandırma kirişlerinin beton strüktür ile entegrasyonu sağda: Labirentteki havayı katlara yayan Chilled Beam sistemi

ŞUBAT 2014 - XXI 56

YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA

bu sayfada altta: Ofis alanları altta sağda: Labirent

1. Dış ortamdaki sıcak hava bacalardan labirente giriyor. 2. Sıcak hava labirentte yol katettikçe doğal olarak soğuyor. 3. Sıcaklığını yitiren hava klima santrallerine ulaşıyor, koşullara göre gerekiyorsa daha da soğutuluyor. 4. Betonarme döşemeler içine gömülü kanallardan geçen hava beton kütleyi de soğutarak soğuk kirişlere ulaşıyor. 5. Soğuk kiriş ortamdaki ihtiyaca bağlı olarak havayı daha da soğutarak iç ortama bırakıyor. 6. Makineler ve insanların etkisiyle ısınan hava, havalandırma kanallarında toplanarak ısı geri kazanım ünitelerine taşınıyor. 7. Binanın kalbinde yer alan atrium da baca etkisiyle tüm ısınan havayı en üst kotta toplayarak yine kanallar aracılığıyla ısı geri kazanım antrallerine taşıyor. 8. Binanın dış kabuğunu oluşturan mesh ve gölgeleme elemanları sayesinde ısı kazanımı minimize ediliyor. 9. Çatıda ayrıca sıcak su boruları ve fotovoltaik paneller yer alıyor.

sa: Aydınlatma tasarımında en önemli kararlardan birisi gün ışığından olabildiğince yararlanabilmek üzere bina çeperinin geçirgenliğinin hesaplanması oldu. Bir yandan güneş ışınlarından aşırı ısı kazanımını azaltmak bir ideal olmakla beraber doğal aydınlatma ihtiyacını da karşıladığımızdan emin olmak için çok detaylı ölçümler yapıldı. Bu yüzden cephede kullanılan meshin tipi ve açıklık orantısı bu ihtiyaçları dengeleyecek özellikte seçilmiştir. Aynı zamanda binada kullanılan yapay aydınlatma kademeli olarak gün ışığına göre ayarlanmıştır; yani eğer gün ışığı yeterliyse ışıklar otomasyon ile söner. bs: Genellikle sürdürülebilirliğe dair çalışmalar, binanın tasarım süreci bittikten sonra bir köşesine iliştiriliveriliyor. Projenizde başlangıç aşamasından projenin bitişine, disiplinler arası işbirliğini destekleyen çalışmanın izleri mevcut. Binaya sürdürülebilir bir sistemler bütünü olarak yaklaşmanın zorlayıcı noktaları ve olumlu geri dönüşleri neler? sa: Bence son birkaç yıl içeresinde önemli adımlar atıldı bu konuda. Şu anda şaşırtıcı derecede nitelikli

eko kesit

iyi binalar tasarlanmakta Türkiye’de ve zannederim bizim bakış açımızdan tasarlanmış binaların oranı hızla artacak. Türkiye hızla iyi bir yöne doğru gidiyor fakat toplam yapılaşma stokuna bakarsak bu tip nitelikli yüksek performanslı binaların genele oranı yine de çok düşük. Yani önümüzde daha çok uzun bir yol var. Bence asıl sorun bu düşünce tarzının ve çalışma yönteminin eğitim sisteminin bir parçası olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü ne kadar mevcut mimarlarımıza seslensek de arkadan yetişen gelecek neslin mimarları entegre tasarım disiplini ile okuyup, bu tip bir çalışma yöntemini tecrübe etmedikçe bu kavramın bir düşünce biçimi olarak yer etmesi güçleşiyor. Eğer okullarımızda bütünleşik tasarımın ne olduğunu hem mimarlarımıza hem de mühendislerimize erken bir noktada aşılayıp bunu iş hayatında yürütebilecek ortamlar yaratmazsak, dediğiniz gibi her zaman "köşesine iliştirilmiş" bir şey olarak kalacaktır. Entegre tasarım süreci, bu seviyede eğitilmiş bir ekip için değil zorlayıcı bir gereksindirme, bir ihtiyaç meselesi haline geliyor. Ben ve benim gibi entegre

tasarım ilkelerinin içinde eğitilmiş mimarlar ve mühendisler artık bu şekilde düşünmekten kaçınamıyor oluyorlar ve bu doğal bir düşünce tarzı haline geliyor. Tam aksine bu çalışma şekli bizim işimizi zorlaştırmaktan ziyade kolaylaştırıyor. Tabi ki bunun başka bir yönü daha var. Leonardo Da Vinci’nin zamanında birer "Universal" Adam olmak o kadar zor değildi. Entegre bir şekilde düşünmek tek bir kişinin işiydi çünkü orantısal olarak işin kapsamı, mimarisi, mühendisliği, sanatı tek bir insanın bünyesinde tutulacak bir nitelikteydi, ve o sıralar entegre tasarım diye bir konu tartışılmıyordu. Çünkü çoğu ürün tek bir elden çıkabiliyordu, ve bu üretim biçimi yirminci yüzyılın başlarına kadar bu şekilde sürdürülebildi. Fakat bu gün artık yapı o kadar kompleks bir mesele ki, her faktörü tümüyle tek bir beyin içerisinde kontrol altında tutmak mümkün değil. Bunu yapmaya çalışmak da yersiz bir uğraş. Bu yüzden entegre tasarım bütünleşik bir ürünün ortaya çıkabilmesi için kaçınılmaz bir ihtiyaç meselesi ve bir lüks olarak görülmemesi gereken bir yaklaşım.


patrıck bellew Birleşik Krallık'ın Kraliyet tasarımcıların biri ve yüksek performanslı binaların ve sistemlerin tasarımında otuz yıldan fazla deneyimi olan tescilli bir bina servisi mühendisi olan Patrick'in kurucu direktörü olduğu Atelier Ten, yapılı çevre tasarımında uzmanlaşıyor. Patrick, sıklıkla daha sürdürülebilir yapılı çevre oluşturma ile ilgili konular hakkında derler veriyor. 2012 - 15 yılları arasında RIBA Ödülleri'nin panelinde ve 2012- 13 Dünya Mimarlık Festivali (WAF) Ödülleri'nin jürisinde yer aldı. 2013'de CIBSE Gümüş Madalyası ile ödüllendirildi.

proje adı: Türkiye Müteahhitler Birliği Genel Merkez Binası işveren: Türkiye Müteahhitler Birliği mimari tasarım: Avcı Architects yarışma süreci tasarım ekibi: Selçuk Avcı, Burak Ünder, Büşra Al, Markus Lehto mimari uygulama projesi tasarım ekibi: Selçuk Avcı, Burak Ünder, Tayfun Aksoy, Büşra Al, Begüm Tırpancı, Ufuk Berberoğlu, Cem Fırat Bayır, Berkin Lale, Berkan Çelik, Atılım Yılmaz inşaat süreci mimari kontrollük ekibi: Selçuk Avcı, Burak Ünder, Deniz Nar, Begüm Tırpancı, Büşra Al, Tuğba Öztürk, Hürsel Sarıdağ yüklenici firma: Mesa Mesken Sanayi proje yönetimi ve inşaat kontrollüğü: IMS Mühendislik Danışmanlık sürdürülebilirlik danışmanı: Atelier Ten iç mekan tasarımı: Avcı Architects peyzaj tasarımı: Arzu Nuhoğlu Peyzaj Tasarım statik proje: Ural Mühendislik mekanik proje: Atelier Ten, Okutan Mühendislik akustik projeleri: Mezzo Tasarım leed danışmanı: Duygu Erten, Turkeco İnşaat proje başlangıç-bitiş tarihi: 2011-2013 arsa alanı: 1.295 m2 inşaat alanı: 6.900 m2

1. kat planı

kesitler

57 XXI - ŞUBAT 2014

giriş kat planı

YAPI - YÖNETİM BİNASI - ANKARA

selçuk avcı 1961 yılında doğan Avcı, İngiltere Bath Üniversitesinden 1984’de mezun oldu. Architectural Association’da (AA) unit master, London University Bartlett’da kritik üzerine, Bath University, Delft TU, Ljubljana Üniversitesi’nde ve son olarak da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde eko-duyarlı tasarım üzerine dersler verdi. Feilden Clegg Bradley Design, Energy Conscious Design ve ARUP Associates’de edindiği tecrübenin ardından Londra’da Avcı Architects'i, 2006'da Markus Lehto ile Londra ve İstanbul merkezli danışmanlık ve gayrimenkul girişimcilik firması Urbanista’yı kurdu.


Çoğunluktan Sıyrılmak DAVETLİ BİR YARIŞMA İÇİN HAZIRLADIKLARI ANİMASYON FİLM İLE YARIŞMAYI KAZANAN İGLO MİMARLIK, SUNUM TEKNİKLERİNDEKİ YAKLAŞIM TARZLARINI PROJE ÇÖZÜMLERİNDE DE SÜRDÜRÜYOR.

ŞUBAT 2014 - XXI 58

YAPI - OFİS - İSTANBUL

fotoğraflar: Fethi İzan

Arazinin eğimiyle dikkat çeken proje alanı Orhanlı, Tuzla’da konumlanıyor. 45 metre gibi ciddi kot farkı çözülmesi gerekli bir problem olarak algılansa da, mimarlar tarafından tasarımın temel ilkesi haline getiriliyor. Bu paralelde yapılar, eğim yönüne doğru çapraz olarak, setlere oturacak şekilde konumlanıyor. Yapıların çapraz yerleştirilmesiyle bloklarla yollar arasında elde edilen geniş meydanlar, büyük kütlelerin yollar üzerinde görsel ağırlık oluşturmasını engelliyor. Yerleşimdeki farklılaşma sayesinde yapı blokları, arazi içinde uyumlu bir birliktelik yakalarken körfez manzarasından da eşit şekilde faydalanıyor. Sekiz bloğun her biri arazinin iki yanından geçen iki farklı imar yoluna da aynı rahatlıkta erişebiliyor.

LOGIPARK LOJISTIK TESISLERI

iglo mimarlık

Tasarımcıların alternatif çözüm üretme alışkanlıkları, süreç boyunca yaptıkları çeşitli üniversite ve danışmanlarla gerçekleşen ortak çalışmalar, trafik

simülasyonları ise yapı teknolojisine yansıyor. Ofisler yüksek standartlarda tasarlanırken, lojistik depo birimleri de uluslararası yangın ve sigorta teknik şartnamelerine uygun şekilde planlanıyor. Yapının tasarım öğeleri olarak sayılabilecek unsurlar; iç bahçe galerileri, ses ve ısı yalıtım tekniği, örgü cephe uygulamaları, setlerde geotekstil kullanarak emsali fazla olmayan geoslope uygulamalarıyla elde edilen yeşil duvarlar. Tasarımdaki detay çözümleriyle dikkat çeken proje, Türkiye'nin ilk lojistik park unvanını koruyor.

proje adı: Logipark Lojistik Tesisleri konum: Tuzla, İstanbul mimari tasarım: Zafer Karoğlu mimari tasarım ekibi: Yıldırım Gigi, Sedat Bayrak, Bülent Ercan, Fatih Yosma işveren: Access Capital Turkey danışman: Selco Danışmanlık elektrik projesi: Eltes Mühendislik mekanik projesi: Rota Mühendislik aydınlatma projesi: Eltes Mühendislik, Artı Mühendislik proje başlangıç tarihi: 2007 inşaat bitiş tarihi: 2012 proje alanı: 237.000 m2 proje inşaat alanı: 130.000 m2


59 XXI - ŞUBAT 2014

bu sayfada solda: A, B, C ve D blok ofislerinin cephe detayları en solda: Ofis mekanlarının olduğu bölümün kütle hareketi altta solda: Genel görünüm altta: Projenin konumlandığı alan ve ulaşım, çevre ilişkileri en altta: Yapı bloklarının ilişkileri

YAPI - OFİS - İSTANBUL

karşı sayfada F ve G bolkların dış cepheden algılanışı


zafer karoğlu 1986 yılında Kabataş Lisesi'nden, 1991 yılında YTÜ Mimarlık Fakültesi'nden mezun oldu. Çalışma hayatına öğrenciyken başladı. 1989-1994 yılları arasında MTM Mimarlık'ta, sonrasında 2000'e kadar Ada Mimarlık'ta proje yöneticisi ve tasarımcı mimar olarak çalıştı. 2001 senesinde Esen Akyar ile birlikte Iglo Architects’i kurdu.

kat planı

ŞUBAT 2014 - XXI 60

YAPI - OFİS - İSTANBUL

kesit

vaziyet planı



YENİLEME – TİYATRO - İSTANBUL ŞUBAT 2014 - XXI 62

fotoğraflar: Depikt

İşleri Basitleştirmenin Zorluğu YENİLEME PROJESİNİN TASARIMI HALÜKAR MİMARLIK TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN MODA SAHNESİ; ÇOK BOYUTLU, ÇOK KATMANLI VE SÜREKLİ OLUŞ HALİNDE BİR PROJE. Şebnem Şoher

MODA SAHNESI

halükar mimarlık

Moda Sahnesi, bir çok alanın kesiştiği bir noktada duruyor ve bu nedenle farklı gündemlerde kendine sıkça yer buluyor, çeşitli tartışmalara konu oluyor. Ele alınış biçimine göre önce bir, sonra bir diğer disiplinin nesnesi haline gelen, öyküsünün yayıldığı zaman aralığının genişliği, belleklerde edinmiş olduğu yer, üstlendiği yeni roller, koyduğu hedefler, gerçekleştirdiği hayaller ve verdiği umutlarla tek bir tarife indirgenmesi oldukça zor. Bu çok boyutluluk, çok katmanlılığın yanısıra -ve belki daha da önemlisihem temsil ettiği düşünceler hem de fiziksel gerçekliğiyle sürekli oluş halinde bir proje. Bu proje üzerine yazılan bu metin de, aslında devam etmekte olan bir süreci mümkün olduğunca anlayabilmek ve aktarabilmek adına, mekanın farklı hallerinin (şantiye, açılışın hemen sonrası, oyun oynanmayan bir gündüz vakti, kalabalık bir haftasonu akşamı...) farklı

pozisyonlardan (girişteki kafede arkadaşlarıyla buluşan biri olarak, projenin mimarları tarafından eşlik edilerek, fuayede Sahne'nin kurucularından görüş alarak, bir oyun izleyicisi olarak...) deneyimlenmesiyle ortaya çıktı. Yenileme projesinin tasarımı Gamze İşcan ve Bilge Kalfa'nın 2012 yılında kurduğu Halükar Mimarlık'a ait. İşveren ise yönetmen Kemal Aydoğan, tiyatro yöneticisi Selçuk Aydoğan, sahne tasarımcısı Bengi Günay, ışık tasarımcısı İrfan Varlı, oyuncular Onur Ünsal, Mert Fırat, İnan Ulaş Torun, Timur Acar, sahne amiri Erdal Çiftçi, fuaye sorumlusu Orhan Tozkoparan, gişe sorumlusu Barış Yaman ve yönetmen İlksen Başarır’dan oluşan Moda Sahnesi ekibi. Michael Nielsen ise projenin akustik danışmanı. Aslında 1969 yılında Kafkas Sineması olarak kurulan ve 1984'te Moda Sineması adını alan bu mekan, yukarıda yer alan isimlerin bir araya gelişiyle bugün Kadıköy'ün kültürel yaşamında şimdiden önemli bir yer edinmiş olan çok amaçlı kültür merkezine dönüştü.


karşı sayfada Fuayenin genel görünüşü bu sayfada solda: Fuayeye inen merdiven altta: Toplantı masası en altta: Kafe

YAPI – TİYATRO SAHNESİ - İSTANBUL

arka sayfada Büyük salon

63 XXI - ŞUBAT 2014

Moda Sahnesi'ni anlatmaya 2013 yazı boyunca devam eden şantiye durumundan başlamak sanırım uygun olacaktır, çünkü Moda Sineması'ndan bugüne uzanan öyküsünün kırılma noktası, dönüşümün başlangıcı o süreçte yatıyor. Sahnenin tasarımını ve uygulamasını yapan Halükar Mimarlık ve Moda Sahnesi ekibini birleştiren anahtar kelime “azaltmak” ve azaltmak, mevcut mekanın kabuklarının, katmanlarının soyulması, fiziksel öğeleri azaltırken burada gerçekleştirilmesi planlanan tüm eylemler için alan açılması anlamına geliyor. Halükar Mimarlık'ın iki kurucusundan biri olan Bilge Kalfa, yaptığımız görüşmede azaltmak ve üzerine olması gerektiğinden fazla bir şey eklememenin projenin ana fikri olduğundan söz ediyor. Moda Sahnesi'nden Onur Ünsal da sözü şöyle tamamlıyor: “Bizim için önemli olan farklı farklı, tonla şeyi yapabileceğimiz alanlar açmaktı ve bunu başarmış gibi görünüyoruz." Şantiyenin bir başka önemi de mimarlar kadar işverenlerin de bu süreçte fiili olarak yer almış

olmaları. Ekibin azaltma fikriyle gelmesi ve hemen ardından fiziksel mekanın soyulmaya başlanması yalnızca entelektüel bir katılımcı tasarlama faaliyeti olarak değil, tüm ekibin kollarını sıvayarak fiziksel olarak kabukları soyması ve hatta şantiyeden moloz taşıması biçiminde gerçekleşmiş. Halükar Mimarlik, çok genç bir ofis olmalarına karşın, bugüne kadarki deneyimlerine dayanarak süreci "Genelde mimari projeler üretilir, uygulama projeleri çizilir, o detaylar için yükleniciler, alt yükleniciler bulunur, işin bütçesi çıkarılır, takvim yapılır ve mimar kontrolden sorumlu olur. Moda Sahnesi’nde işveren, yüklenici, alt yüklenici, kullanıcı, mekanın sahipleri hepsi aynı kişileri işaret ediyordu, ve hatta biz işe başladığımızda bu '12 kişi + sevenleri' tulumlarını giymiş ve moloz kardeşliği ekiplerini kurmuşlardı." diye anlatıyorlar. Bu noktada, klasik pozisyon ayrımlarının bulanıklaştığı, poiesis-vari bir mekan üretiminden söz ediyoruz. Sonuçta ortaya çıkan yalın boşluk kadar, kaplamaların altında buldukları brüt beton da bugün faaliyette olan Moda Sahnesi'nin kimliğinin önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Sıvaları kazınmış beton duvarların mütevaziliği, doygun renkli çinilerle, onların sıcaklığı 25 mm'lik doğramaların taşıdığı açılıp kapanan cam bölücülerle, düşeyde ayıran bu elemanların hafifliği fuayedeki masif ahşap -tam 12 kişilik- toplantı masasının ağırlığıyla kırılıyor. Bütün bu çeşitliliğin hem iç içe hem de bu denli okunaklı oluşu, her malzemenin kendisi olmasına, başka bir şeymiş gibi davranmamasına özen gösterilmiş olmasından kaynaklanıyor. Moda Sahnesi'nin ana sahnesi, basamakları birbirinin içine girerek katlanabilen teleskopik tribün açıldığında 295 koltuklu bir salona dönüşebiliyor. Basamaklar kapandığında tümüyle düz ve boş kalan alanın kapasitesi ise yaklaşık 750 kişi. Sinema salonu 50 kişiyi ağırlayabiliyor. Alt fuaye ise masa/tabure ayrımı kullanıcıya bırakılmış küpleriyle esnek sayıda misafire ev sahipliği yapabiliyor. Sahnenin toplam alanı 1830 m2. Salonlara doğru ilerlerken hem hala sokaktasınız hem de özel bir mekana giriyorsunuz. Kafe, Moda Sineması ve sahafların oradaki çaycının belleklerdeki yerini boş


YAPI – TİYATRO SAHNESİ - İSTANBUL ŞUBAT 2014 - XXI 64

bırakmıyor. Fuaye ise büyük salon, prova atölyesi, sinema salonu gibi mekanların arasında dönüşebilir bir arayüz oluşturuyor. Yukarıda bahsedildiği gibi, hemen girişte ekibin toplantı masası yer alırken, dairesel merdivenler ve çevrelediği orta alan kendisi bir sahne gibi çalışıyor ve 3x3 metre büyüklüğündeki yekpare bir camla ayrıldığı prova salonunun izlendiği bir salon haline geliyor. Hem Gamze İşcan ve Bilge Kalfa, hem de sahne üzerine yaptığımız söyleşiye katılan Timur Acar ve Onur Ünsal mekan organizasyonunun tümüyle bu farklı izlenen-izleyici hallerine olanak sağlamak üzere kurulduğunda hemfikirler. Örneğin Shakespeare oyunlarının geçtiği çok çeşitli mekanlar; salonlar, ormanlar ve kimi sanrısal mekanları hayata geçirmek için ortadaki yuvarlak mekan ve kolonlarını ilham verici buluyorlar. Mekan elbette en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış ancak tasarımın hedefi henüz tanımlanmamış durumları mümkün kılmak ve bu olası yeni durumlarda kendini tekrar tekrar var edebilmek. Birbirinden ayrılması zor bütün bu tasarım ve uygulama sürecinde, yalnızca birlikte çalışmaya istekli olmaları değil, iki ekibin kendi disiplinlerine yaklaşımlarındaki mevcut paralelliklerin katkısından da söz etmek gerekiyor. Onları birleştiren en önemli nokta işleri basitleştirmenin zorluğu gibi anlaşılıyor. Söyleşide Moda Sahnesi ekibi adına Onur Ünsal, tiyatro illüzyonundan sıyrılmaya olanak sağlayan, kapısız, perdesiz, kulissiz, seyirci ve oyuncuya ait alanların birbirinden keskin sınırlarla ayrılmadığı bir oyun oynama biçimini tercih ettiklerini anlatırken, Timur Acar oyuncunun izleyiciye, izleyicinin mekana ve oyuna dokunabildiği, hiç bir şeyin kutsallaştırılmadığı bir sahne hayal ettiklerini ekliyor. Halükar Mimarlık ekibi de aslında yaptıklarının boşluğu tasarlamak olduğunu yineliyorlar. Bu boşlukta hiç bir öğe tümüyle bitmiş, steril ya da dokunulmaz değil. Dış kapının üzerine, takılır takılmaz sprey boyayla yazı yazılması ya da bir zamanlar bu mekanın parçası olmuş mermer kaplamaların artık burada olmayışı da yalnızca bugüne ve bu ana ait durumlar. Her biri kendisi olan ve burada bu anda bir arada olan mekansal bileşenler artık kendi hayatlarını sürdürmeye başladılar ve birlikte dönüşmek üzere kullanıcılarla belirlenecek yeni ihtimalleri bekliyorlar.


YAPI – TİYATRO SAHNESİ - İSTANBUL

bilge kalfa 2006 yılında İTÜ Mimarlık fakültesinden mezun oldu. İTÜ Mimari Tasarım Programında Yüksek lisans eğitimini 2008'de tamamladı. 2007 yılıında Evren Uzer ve Okay Karadayılar ile imkanmekanı kurdu. 2005-2008 yılları arasında Mimarlar Tasarım'da Han Tümertekin ile çalıştı. 2012’de Gamze İşcan ile Halükar Mimarlık’ı kurdu.

gamze işcan 2004 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Okul süresince Nevzat Sayın Mimarlık Hizmetleri, Emre Arolat Mimarlık ve Arkitera’da staj yaptı. 2004-2006 yılları arasında Brigitte Weber Architects’te, 2006-2009 yılları arasında Geomim’de, 2009-2011 yılları arasında ise Kocacıklıoğlu Mimarlık’ta çalıştı. Bir sure işlerini serbest yürüttükten sonra 2012 yılında Bilge Kalfa ile Halükar Mimarlık’ı kurdu.

65 XXI - ŞUBAT 2014

plan

kesit proje adı: Moda Sahnesi işveren: Moda Sahnesi Ortakları proje teri: Kadıköy, İstanbul yenileme ve mimari tasarım: Halükar Mimarlık mimari tasarım ekibi: Bilge Kalfa, Gamze İşcan akustik danışman: Michael Nielsen toplam inşaat alan: 1.830 m2 proje başlangıç ve bitiş tarihi: Ocak - Ekim 2013 söyleşi fotoğrafları: Murat Durusoy


İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL ŞUBAT 2014 - XXI 66

fotoğraflar: Kenan Özcan

Dinamik Çeşitlilik PROJE TASARIM VE UYGULAMASI YALINTANJEYANÜLKÜ TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN LOWE OFİSİ, ÇALIŞANLAR ARASINDA FİZİKSEL BARİYER YARATMADAN ŞEFFAF BİR KURGUYU BENİMSİYOR.

LOWE OFISI

yalıntanjeyanülkü

Lowe ekibinin kültürel vizyonu doğrultusunda, yaratıcılıkları ve teknik güçlerini göz önünde bulundurarak tasarımını kurgulandığımız mekan; renkli, sürprizli ve dinamik çözümlerle buluşuyor. Sadece estetik ve fonksiyonel bir mekan yaratmanın dışında, tasarımın hümanist yaklaşımları içeren, hayata bağlı, insan odaklı, çok amaçlı ve dinamik olmasını hedefledik. Çalışma ekiplerinin birbirleri ile olan yakın çalışmalarını verimli kılmak için çalışma platformu diye adlandırabileceğimiz Ronan&Erwan Bouroullec tasarımı masa serisini kullandık. Esneklik ve çok işlevliliği barındıran bu ürün ile birlikte mekanda yaratılmak istenen kurgu bütünleşmiş oldu. Ofis içinde yaratılan oturma bölümleri, çalışanlara masa başındaki işlerini farklı mekanlarda da

yürütebilme esnekliğini sağlarken çalışana verilen değerin performansı artıracağı bilincinin, proje genelinde kendini hissettirmesini amaçladık. Mekanda kullandığımız farklı oturma alternatifleri ise hem bireysel hem de grup çalışmasına olanak tanıyor. Hiyerarşinin olmadığı bir çalışma ortamının ve çalışanlar arasında fiziksel bariyer yaratmayan şeffaf kurgunun tüm mekanlarda devam etmesine özen gösterdik. Kat planının yaratıcı düşüncelerin üretildiği bir “fikir odası” olması bizler için önemliydi. Duvarların çok amaçlı kullanımı için yazılabilir folyolar, kumaş kaplı pin-up alanları ve sunum tahtalarının asılabileceği alanlar oluşturduk. Müşteri ilişkileri ve tasarım ekibi aynı kat planında yer alıyor. Resepsiyon ve karşılama bölümü ile beraber sizi yürüdükçe renkli dünyası içine alan koridor aracılığı ile kullanım alanları net bir biçimde bölünüyor, her iki ekibin mobilya ve tasarım kurgularının birbirinden ayrıştırılması ile ortaya iki farklı mekan çıkıyor.


İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL

bu sayfada solda ve altta solda: Farklı oturma birimlerinin bulunduğu açık çalışma alanları altta: Toplantı odası en altta solda: Giriş ve koridor en altta sağda: Çalışma mekanları

67 XXI - ŞUBAT 2014

karşı sayfada Girişten ofise genel bir bakış


ŞUBAT 2014 - XXI 68

İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL

bu sayfada sağda: Ofis mekanı ve sirkülasyon alanı altta ve altta sağda: Çalışma alanları en altta: Farklı çalışma birimleri

Projede net bir dil kullanırken malzeme seçimlerinde eskiye göndermeler yaptık. Yeni ile eski arasındaki zıtlığı yansıtan oyma üst tablası bizleri karşılarken diğer taraftan daha teknolojik olan cam üzeri metalik folyo kaplama gibi çağdaş malzemeler de mekanda bir arada yer alıyor. Gerek aydınlatma sistemi gerekse çalışma alanlarında kullanılan tasarım fikri çağdaş çözümlerden yola çıkıyor, mekanın önünde durmadan ve yeteri kadar duyguyu ön plana çıkaracak şekilde çözümler sunuyor. Malzemeleri en rafine haliyle kullandığımız proje genelinde aynı zamanda fikirdeki yalınlığı ön plana çıkarmayı amaçladık. Zeminde kullanılan keçe halı yekpare bir görüntü sağlayarak yaratılmak istenen kurguya fon oluşturuyor, diğer yandan akustik özellikleri de beraberinde getiriyor. Akustik delikli alçıpan tavan, hem açık ofislerde hem kapalı odalarda oluşan ses emilimini dengeleyerek estetik görüntüsü ile dinamik bir yüzey oluşturuyor.


jeyan ülkü 1969 yılında Ankara’da doğdu. 1992’de Bilkent Üniversitesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı bölümünden mezun oldu. 2000 yılına kadar çeşitli bireysel ve ortaklı çalışmalarını sürdüren Ülkü aynı sene Yalın Tan ile iç mimari tasarım ve uygulama üzerine uzmanlaşan firmalarını kurarak yurtiçi ve yurtdışında çalışmalarını ağırlıklı perakende/ ofis projeleri yönetimi ve uygulaması üzerine yoğunlaştırdı.

proje adı: Lowe Ofisi proje konumu: Maçka Residences, İstanbul mimari tasarım: yalıntanjeyanülkü mimari tasarım ekibi: Yalın Tan, Beliz Sarıyer, Mehmet Yasin Altındağ, Gonca İpek Günaydın, Betül Tuğrul uygulama ekibi: Jeyan Ülkü, Çağlar Gezen, Özkan Yaman, Kaan Maraş proje alanı: 1500 m2

kat planı

kesitler

yalın tan 1969 yılında İzmir’ de doğdu. Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı bölümünden mezun olduktan sonra 2000 yılına kadar çeşitli bireysel ve ortaklı çalışmalarını sürdüren Tan, 2000 yılında Jeyan Ülkü ile kendi adlarını taşıyan firmalarını kurdu. Tan, 2011 yılında Interior Design dergisi tarafından düzenlenen Best Of Year / Showroom kategorisinde tasarlamış olduğu proje ile onur ödülüne layık görüldü, yine aynı proje ile BoxinaboxIdea ile 2013 iF iletişim tasarım ödülünü aldı.


GEBERIT DUOFRESH Geliştirdiği yeni teknolojilerle ürün gamını genişleten Geberit, DuoFresh ile farklı bir rezervuar sistemi sunuyor. DuoFresh, kumanda kapağına entegre edilmiş koku giderme sistemiyle kötü kokuları klozet içerisinden emerek banyoları arındırıyor ve ortamda temiz hava sirkülasyonu sağlıyor. Ürünün koku alma ünitesi, kumanda kapağındaki düğme ile kolayca çalıştırılıyor. Klozetin içindeki kötü hava, aktif karbon filtresinde temizleniyor ve ortama temiz hava veriliyor. 10 dakika içinde otomatik veya manuel olarak kapanabilen sistem, banyolardaki temiz hava akışını kontrollü bir şekilde dağılmasını sağlıyor. Banyoyu havalandırırken oluşacak enerji kaybını en aza indiren Geberit DuaFresh, bu sayede enerji tasarrufu da sağlıyor. www.geberit.com.tr

ŞUBAT 2014 - XXI 70

SEKTÖR HABERLERİ

VİKO HAREKET SENSÖRLERİ Açık unutulan ışıkların neden olduğu enerji israfını engellemek için geliştirilen Viko hareket sensörleri, ayarlanan süre sonrasında ışıkları kapatarak tasarruf ettiriyor. Elektrik anahtarına erişmekte güçlük yaşanan durumlarda Viko hareket sensörleri ışığın yanmasını sağlıyor. 180 derece yatay algılama açısına ve sekiz metreye kadar algılama mesafesine sahip sensörler, antre ve uzun koridorlarda dahi kullanılabiliyor. Açık kalma süresi

10 saniyeden 20 dakikaya kadar istenilen uzunlukta ayarlanabilen, gerektiğinde tamamen kapatılabilen sensörler, farklı aydınlatma tipleri ve uygulanacak mekanın tesisatına göre nötrlü ve nötrsüz seçenekleriyle sunuluyor. Hareket sensörleri Karre, Meridian, Novella ve Trenda serilerinde farklı çerçeve ve renk alternatifleriyle kombinlenebiliyor. www.viko.com.tr

NEW YORK KOLEKSİYONU İtalyan seramik markası Edilcuoghi, dünyanın tarihi ve estetik açıdan öne çıkan kentlerinin belirgin mimari özelliklerini yansıttığı seramik koleksiyonları ile dikkat çekiyor. Edilcuoghi’nin New York koleksiyonu, tipik bir Soho dairesinin zarif ve çağdaş tarzını yansıtan seramiklerden oluşuyor. Ahşap görünümlü yer karoları ve duvar seramiklerini yaşam alanlarına taşıyan marka, seramiklerinde buluşturduğu dengeli renk tonları ile mekanlara uyum sağlıyor. İleri teknoloji ürünü olan koleksiyon, ürün gamında bulunan, sadece 3 veya 5 mm kalınlığındaki,

esneyebilir duvar seramiğini de renk uyum dengesi oluşturarak yer seramiği ile buluşturuyor. İsteğe bağlı olarak kişiselleştirilebilir alanlar yaratmaya imkan tanıyan seramikleri ile Edilcuoghi, geliştirilmiş tasarımı, biçimleri ve performansı sayesinde yalnızca ihtiyacı olan kullanıcılara değil, aynı zamanda mimarlara da ilham veren seramikler üretiyor. Dünyanın seçkin şehirlerinin ardından tüm Edilcuoghi ürünleri Türkiye’de Kale showroomlarında bulunuyor. www.edilcuoghicolorboard.it



WORNWOOD Seranit’in rahat, yalın ve şeffaf bir hayat arayışıyla ortaya çıkan karoları, beton ve ahşap gibi doğal malzemelerin verdiği huzur duygusunu evlere yansıtıyor. Ahşap dokusuna sahip yeni Wooden serisinin en dikkat çeken modellerinden Wornwood, eskitme görünümüyle öne çıkıyor. Patine edilmiş ahşap görüntüsüne sahip poselen karolar, pastel renkleriyle dikkat çekiyor. Eskitme görünümüyle son dönemin dekorasyon anlayışlarından olan provence akımını gözler önüne seren Wornwood, kır evi tarzını yansıtmasının yanı sıra uzun ömürlü olması nedeniyle de tercih ediliyor. www.seranit.com.tr

ŞUBAT 2014 - XXI 72

SEKTÖR HABERLERİ

PONCEBLOC YAPILARDA ENERJİ TASARRUFU SAĞLIYOR

Başta Almanya ve Fransa olmak üzere pek çok ülkeden sonra Arkas önderliğinde Türkiye’de de üretilmeye

ZEHNDER FİNA Zehnder Group tarafından sunulan özel tasarımlara sahip radyatörlerden Fina'nın, üç farklı yükseklik ve uzunluk seçeneği bulunuyor. Kompozit malzemeden üretilen modelin 700 farklı renk seçeneği de mevcut. Hijyenik ve kolay temizlenebilen ürün, 20 mm derinliği ile bağlantı elemanlarını gizleyen alüminyum yan kapaklar ve birbirinden bağımsız ayarlanabilen bağlantılar, montaj işlemini kolaylaştırırken tercihe göre havlu askı aksesuarı ile banyolarda da kullanılabiliyor. Plus X ödüllerinde 32 ülkeden 130 jüri üyesi tarafından yüksek kalite, işlevsellik, tasarım ve yenilik dallarında ödüle layık görülen Fina, minimalist tasarımıyla ısıyı odaya eşit dağıtma özelliğine sahip. www.zehnder.com.tr

başlanan hafif yapı elemanı PonceBloc, yeni nesil teknolojisiyle kötü yapı stoğu olarak adlandırılan sağlıksız binalara kıyasla dört kata kadar daha tasarruflu binalar inşa edilmesini sağlıyor. Enerji Verimliliği Haftası’nda açıklama yapan PonceBloc Pazarlama Müdürü Özge Sipahioğlu, binalarda enerji tasarrufu için çevre dostu yapı elemanları seçilmesinin

önemine dikkat çekerken, ponza taşından doğal yöntemlerle üretilen hafif yapı elemanı PonceBloc’un avantajlarından bahsetti. “Hammaddesi olan ponza taşının ve yeni nesil özel üretim teknolojisinin sağladığı avantajla PonceBloc, doğal klima etkisi yaratarak ısı kayıplarını en aza indiriyor, böylece ısıtma ve soğutmada enerji tasarrufu sağlıyor.”

PonceBloc ile binada kullanılan kolon ve kirişler, duvarlar ve örme harçlarının tamamında ponza kullanılabildiğinden homojen bir bina meydana geldiğini söyleyen Sipahioğlu, bu sayede ısı kayıplarına neden olan ısı köprülerinin büyük ölçüde engellenebildiğini de belirtti. www.poncebloc.com.tr



NATURE SIDE

ŞUBAT 2014 - XXI 74

SEKTÖR HABERLERİ

Villeroy&Boch’un yenilenen porselen karo serisi Nature Side, otantik materyalleri ve ahşaptan aldığı ilhamla modern iç mimari trendlerle uyum sağlayan bir seri olarak öne çıkıyor. Nature Side, profesyoneller ve son tüketicilerden gelen görüşlerle iki yeni renk seçeneği ve balıksırtı dekorları ile genişletildi ve yenilendi. Seri, yeni özellikleriyle zemin

tasarımında yüksek kalitede parke görünümü yaratmaya olanak sağlıyor. Beyaz ve grinin yanı sıra seriye eklenen bej, bej-limed, gri-kahve ve kızıl-kahve renkler doğal his oluşturan mat rölyeflerle birlikte yüzeyde belirgin şekilde güçlü bir görünüm yaratıyor. 22,5x90 cm ve 11,25x90 cm dar formatlı karolarla otantik parke görünümü yaratmak

mümkün oluyor. Yeni balıksırtı desenli karolar da serinin içerdiği altı renkte sunuluyor. Serinin 30x30 cm mozaikleri zemin ve duvar dekorları yaratılmasına olanak tanıyor. Bütün bir zemin konsepti sunan Nature Side, evin her bölümü için uygun olmasının yanı sıra otel ve mağazalar gibi mekanlarda da kullanılabiliyor. Sağlam, dayanıklı ve bakımı kolay

BTICINO TASARIM YARIŞMASI DEVAM EDİYOR

TALYA KOLEKSİYONU

BTicino tarafından düzenlenen mimarlık, tasarım ve güzel sanatlar bölümlerinde okuyan lisans öğrencilerinin katılacağı “2099 Yaşam Alanlarında Enerji Kullanımı ve Yönetimi” tasarım yarışması başladı. Öğrenciler, bireysel veya ekip olarak BTicino Facebook hesabından dolduracakları form ile yarışmaya katılabiliyorlar. 28 Şubat tarihine kadar devam edecek yarışmaya katılan projeler, mimarlar, üniversite öğretim

üyeleri ve BTicino yöneticilerinden oluşan bir jüri tarafından değerlendirilecek ve sonuçlar BTicino sosyal medya hesaplarından duyuruluyor olacak. İlk üçe giren proje sahipleri 9-13 Nisan tarihleri arasında İtalya Milano'da gerçekleşecek Salone Internazionale del Mobile ve Salone Internazionale del Complemento d'Arredo fuarlarını iki günlük, İtalya Varese'de bulunan BTicino üretim tesisleri ile BTicino showroomuna ise bir günlük ziyaretten oluşan bir İtalya seyahatine katılmaya hak kazanıyorlar. www.bticino.com.tr

Ünlü tasarımcı Sara Baldwin’in Osmanlı kültürü ve mimarisinden esinlenerek Tureks Stone için özel olarak tasarladığı Talya Koleksiyonu, tarihin eskimeyen motiflerini modern bir yaklaşımla mekanlara taşıyor. Farklı renk, doku ve tasarım alternatifleriyle geçmişin izlerini taşıyan koleksiyon, 37

karo serisi Nature Side, sahip olduğu R9 kaymazlık özelliğiyle hem yaşam alanları hem de giriş ve karşılama alanları, mutfaklar ve banyolar için uygun çözümler sunuyor. R9 kaymazlık özelliğine sahip mozaikler ise iyi tasarlanmış duş alanlarında kullanılabiliyor. www.villeroy-boch.com.tr

adet karo, madalyon ve 32 adet bordürden oluşuyor. Duvar, zemin ve tezgah arkalarına uygulanabilen Talya Koleksiyonu, güvenilir ve uzun ömürlü kullanımıyla mekanlara kalıcı çözümler sunuyor. www.tureksstone.com



GROHE TAILOR-MADE SHOWERING Grohe Tailor-made showering (kişiselleştirilmiş duş) ile kişiye özel duş tasarımı için temel, konfor ve premium olmak üzere özel paketler sunuyor. Üç farklı çözümün ana konsepti, yaratıcılığı kısıtlamadan montaj ve maliyetler konusunda kesin bir planlama yapmanın mümkün olması. Paketlerden birini seçip istenen ürünler belirlenebiliyor. Kişisel tercih ve ihtiyaçlar doğrultusunda tepe duşlarından ankastre tepe duşlarına, el duşları veya şelale akışlı çıkış uçlarına kadar tüm ürünler kullanılabiliyor. Özel duşlar tasarlanırken mekanik ve dijital

su kontrollerinden biri tercih ediliyor. Sistem, en çok tercih edilen su akışı ve su sıcaklık ayarlarını da hafızasına alabiliyor. Ayrıca dışarıdaki hoparlör sayesinde iPod Touch 4G’den aktarılan şarkılar duş alanı içinde çalınabilirken, LED ışıklar duşu renkli ışıklarla aydınlatıyor. Yuvarlaktan köşeliye, klasikten moderne tüm tasarım seçeneklerinin sunulduğu kombinasyonda havluluklar, diş fırçalıkları gibi aksesuarlar da kullanılabiliyor. www.grohe.com

ZET MASAYA GOOD DESIGN ÖDÜLÜ

ŞUBAT 2014 - XXI 76

SEKTÖR HABERLERİ

The Chicago Athenaeum: Mimarlık ve Tasarım Müzesi tarafından verilen Good Design ödülü 2013 yılında, mobilya markası Birim tarafından üretilen Studio E tasarımı Zet masanın oldu. 48 ülkeden on binlerce uluslararası üreticinin başvurduğu yarışmada ürünler, tasarım, inovasyon, sürdürülebilirlik, yaratıcılık, markalaşma, ekolojik sorumluluk,

İNTERFİKS ÜRÜNLERİ HAN ÇADIRI’NDA İnterfiks Yapı Kimyasalları tarafından sunulan HYFIX Kimyasal Su Yalıtım sistemleri, birçok özelliği ve beton dökülebilen tüm hava şartlarında uygulanabilmesi ile profesyoneller tarafından tercih ediliyor. İngiliz mimar Sir Norman Foster tarafından tasarlanan, Kazakistan’ın başkenti Astana’da yer alan dünyanın en büyük çadırı olma özelliğine sahip Han Çadırı’nın su izolasyonunda da tercih edildi. Ürün, yaz ve kış mevsimleri arasındaki sıcaklık farkının çok fazla olduğu Astana’da bataklık bir arazide konumlanan Han Çadırı’nın 60000 m2’lik temel alanında ve direk hatlarının bağlandığı 40000 m2’lik perde alanında uygulandı. HYFIX Kimyasal Su Yalıtım Sistemleri, eksiz olma özelliği, yırtılmazlığı ve kırılmazlığı ile korozyona karşı da en etkin ve en garantili çözümü sunuyor. www.interfiks.com.tr

işlevsellik, malzeme ve teknoloji kullanımı gibi kriterler göz önünde bulundurularak değerlendirildi. 2011 yılında Neslihan ve Mehmet Erciyas tarafından Birim için tasarlanan Zet masa, 2012 yılında Design Turkey Ödülleri’nde Tasarım Ödülü’nün de sahibi olmuştu. www.birim.com



KALESERAMİK UNICERA’DA

Çanakkale Seramik, Kalebodur ve Kale markalarıyla seramik pazarının önemli isimlerinden Kaleseramik, 26 Şubat 2 Mart tarihleri arasında gerçekleşecek olan Unicera’da “Banyo” ve “Teknik” konseptleriyle hazırlanan 750 ve 135 metrekarelik iki ayrı stant ile yer alıyor.

PAKPEN’E KALİTE ONAY SERTİFİKASI

İtalyan mimar Maurizio Molini ve Kaleseramik Konsept Tasarım ekibinin ortak çalışmasıyla hazırlanan stantlarda oluşturulan rahat dolaşım alanları sayesinde, sergilenen en yeni ürün ve serilerin alternatif kullanım alanlarından örnekler de sunuluyor. Banyo, 3. salon 317 ve 318. stantta, Teknik ise 6. salon 619/B stantında ziyaretçileriyle buluşuyor. www.kale.com.tr

ASSA ABLOY KAPI FUARI’NDAYDI

Assa Abloy, İstanbul Fuar Merkezi’nde gerçekleştirilen Kapı Fuarı’nda Yale, Mul-t-lock, Tesa, Effeff ve Besam markalı son teknoloji ürünlerini sergiledi. En çok ilgi gören ürün grupları arasından Assa Abloy kapı kapatıcıları, Yale dijital kapı kilitleri, Mul-t-lock elektronik kapı çözümleri, Tesa kablosuz geçiş kontrol

sistemleri, Effeff elektrikli kilit karşılıkları ve Besam otomatik kapı sistemleri bulunuyor. Sektörün yakın gelecekte tamamen dijital ürünlerden oluşacağını öngörerek tüm yatırımını dijital ürünlere yapan firma, maksimum müşteri memnuniyeti yaklaşımı sonucu Türkiye ve dünya pazarını yakından izleyerek sorunları, ihtiyaçları ve beklentileri tespit ederek çözümler sunuyor. www.assaabloy.com.tr

SAMET LIGHTING SERİSİ

Leon Jakimic tarafından Çek Cumhuriyeti’nde kurulan Lasvit, 2007’den bu yana faaliyet gösteriyor. Bohemya kristali ve camını sanat eserine dönüştüren, hem tasarımcı hem de üretici olan firma, standart aydınlatma ürünleri, projeye özel aydınlatma ürünleri, camdan imal edilen aksesuarlar ve likit kristal cam paneller üretiyor. Çek Cumhuriyeti’ndeki Lasvit Atölye’de üretilen tasarımlarda, Bohemya kristali

Samet menteşe, ray ve kapak sistemlerinin yanı sıra mutfak, banyo ve yatak odasına yönelik Lighting Serisi çözümleri ile dikkat çekiyor. Dolap içlerindeki karanlık alanlar için özel olarak üretilen ve her türlü dolap içine kolayca uygulanabilen pilli modül içi aydınlatma, standart paket içindeki vidaların yanı sıra dolabı delmek istemeyenler için çift taraflı bant ile vidasız montaj imkanı sağlıyor. Altı adet LED içeren ve pille çalışan bu çözüm, kapak açıldığında yanıyor ve kapatıldığında otomatik olarak sönüyor. Çekmece içi

sağlıklı ve sürdürülebilir koşullar içinde devamını sağlamak amacı ile başlattığı çalışma kapsamında piyasadan firmanın haberi olmadan alınarak testlere tabi tutulan Pakboard EPS yalıtım levhasının verdiği beyanlara uygun olduğu sonucuna ulaşıldı. www.pakpen.com.tr

LASVIT ÜRÜNLERİ TEPTA SHOWROOMUNDA

SEKTÖR HABERLERİ ŞUBAT 2014 - XXI 78

Pakpen’in Pakboard markasıyla üretimini gerçekleştirdiği EPS ürünü İZODER tarafından “Kalite ve Teknik Altyapı Geliştirme Hareketi” kapsamında Kalite Onay Sertifikası’na layık görüldü. Pakpen geçen yıl Pakboard XPS yalıtım levhası ürününe bu sertifikayı almıştı. İZODER’in haksız rekabeti önlemek, yalıtım sektörünün büyüme ve gelişmesinin

aydınlatma ürünleri ise çekmecenin açılmasıyla yanıp kapanmasıyla sönen “sensörlü” ve ihtiyaç duyulduğunda manuel olarak açılan “butonlu” olmak üzere iki farklı seçeneğe sahip. Altı ana gruptan oluşan Samet Aydınlatma Sistemleri arasında pilli modül içi aydınlatma ve çekmece içi aydınlatma ürünlerinin yanı sıra aydınlatmalı raf sistemleri, aydınlatmalı modül tabanı, dolap içi aydınlatma ürünleri ve spot aydınlatmalar yer alıyor. www.samet.com.tr

ve cam el işçiliği dünya çapında araştırma ve geliştirmelerle birleştiriliyor. Oki Sato, Ross Lovegrove gibi tasarımcılarla çalışan firmanın ürünleri otel lobilerinden balo salonlarına kadar pek çok mekanda tercih ediliyor. Türkiye pazarına Tepta Aydınlatma ile giren Lasvit markasının ürünleri Tepta’nın Levent’teki showroomunda görülebilir. www.tepta.com



TRAKYA CAM AKADEMİSİ BİLGİLENİRİYOR

Enerjinin daha verimli kullanılması konusunda toplumun her kesimini bilinçlendirmeyi amaçlayan Trakya Cam’ın yapı sektörü profesyonelleri ve temsilcilerine yönelik hayata geçirdiği Trakya Cam Akademisi’nin ilk durağı Antalya oldu. Trakya Cam, tasarrufun önemini toplumun her kesimine

anlatmak amacıyla çeşitli kentlerde etkinlikler düzenliyor. Bu amaçla ilk kez 22 Ocak’ta Antalya'da gerçekleşen, çok sayıda otel işletmecisi, satın alma temsilcisi, mimar ve mühendislerin katılım sağladığı buluşmada, yapılarda cam seçiminin önemi, ürün çeşitliliği ve farklı işlevleriyle projelerde sağlanacak imkanlar ve camda doğru tercihlerle elde edilebilecek kazanımlar hakkında bilgiler paylaşıldı.

INTERFACE, ENECO İLE ANLAŞMA İMZALADI Interface, 1 Ocak 2014’ten itibaren Hollanda’nın Scherpenzeel kentinde yer alan üretim tesisinde %100 sürdürülebilir gaz kullanımına geçti. Karo halı üreticisi firma, gıda sektöründen alınan ve balık ürünleri imalatçısı A. van de Groep’in sağladığı sertifikalı “yeşil” atıkların kullanılması yoluyla elde edilen gazdan almak için sürdürülebilir enerji tedarikçisi Eneco ile

anlaşma imzaladı. Avrupa’daki tüm üretim tesislerinde yeşil enerji kullanan firmanın sürdürülebilir gaz kullanma kararı ise şirketin uzun vadeli “Mission Zero” adlı sürüdürülebilirlik hedefinin bir parçası. Bu anlaşma sayesinde Interface, kullandığı tüm gazı Eneco üzerinden alacak. www.interfaceturkey.com

www.trakyacam.com.tr

HANSGROHE TÜRKİYE’DE

1901’den bu yana banyo ve sıhhi tesisat sektörlerinde hizmet sunan Hansgrohe, Türkiye’deki ürün ve hizmet sunumunu distribütörlük sisteminden yerleşik kurumsal sisteme taşıdı. Hansgrohe Türkiye yapılanması sayesinde, Türkiye'nin bir nevi merkez üs konumuna gelerek çevre ülkelerle köprü

görevi görmesi ve yayılım politikasında önemli bir misyon yüklenmesi hedefleniyor. Genel müdürü Albert Emlek, yönetim kurulu üyeleri ise Udo Kraus ve Bens Ezhuthanavayalil olan İstanbul merkezli firmanın açılmasıyla birlikte Hansgrohe’nin kendine ait temsilciliklerinin bulunduğu ülke sayısı da 42’ye çıktı. www.hansgrohe.com

ŞUBAT 2014 - XXI 80

SEKTÖR HABERLERİ

LC68GB540 DAVLUMBAZ Siemens Ev Aletleri’nin sunduğu yeni LC68GB540 davlumbaz, 700 m3 emiş gücüyle mutfakların havasının ağırlaşmasına izin vermiyor. LCD ekranı, elektronik kumandayla kontrol edilebilen biri yoğun olmak üzere üç güç kademesi ile kullanım kolaylığı sağlıyor. Davlumbazın modern halojen lambaları mutfaklara estetik katarken, ocak üzerinde ideal aydınlıkta bir

çalışma ortamı elde ediliyor. Cam dekorlu ve paslanmaz çelik olan yeni Siemens LC68GB540 davlumbaz, 60 cm’lik boyutuyla özellikle küçük mutfaklara ideal bir çözüm getiriyor. Davlumbaz, estetik tasarımı ile mutfakları daha geniş alanlara dönüştürüyor. www.siemens-home.com

INSINKERATOR, YENİ ÜRÜNLERİNİ TANITTI Emerson Electric şirketinin işletme birimi olan InSinkErator, hem ev hem ticari kullanıma yönelik çöp öğütücülerinin yaratıcısı olmasının yanı sıra dünyanın en büyük öğütücü üreticisi ve küresel pazar lideri konumunda. InSinkErator Türkiye distribütörü Blanco Öztiryakiler Şirketi Genel Müdürü Dr. H. Nadir Erbil ile Ortadoğu ve Afrika Bölgesi İş Geliştirme Müdürü Mohamed Karam’ın

birlikte sunum yaptığı bir etkinlikte yeni M serisi öğütücüler ile InSinkErator ve Blanco Öztiryakiler arasındaki stratejik işbirliği anlatıldı. Yapılan araştırmalar sonucunda InSinkErator’ın ana ürün grubu olan çöp öğütücülerin yiyecek atıklarının öğütülmesinde son derece hijyenik bir yol sunduğunu ortaya koyuyor. www.blanco.com.tr



UYGULAMA - OFİS MOBİLYASI - BURSA ŞUBAT 2014 - XXI 82

dış mekan fotoğraflar: Cemal Emden, iç mekan fotoğraflar: Gürkan Akay

Yalın Detaylar MİMARLAR VE HAN TÜMERTEKİN TARAFINDAN YENİLENEN ÇİMTAŞ ÇELİK YÖNETİM BİNASI İÇİN KOLEKSİYON MOBİLYA'NIN SUNDUĞU ÇÖZÜMLERİ KORAY MALHAN ANLATTI. tuğba demirci: Çimtaş Çelik Yönetim Binası projesi içerisinde birçok işlevi barındırıyor. Farklı birimlerde kullanılacak ürünler hangi kriterlere göre belirlendi? koray malhan: 30 yılı aşkın bir süredir Bursa’da 41.000 m2’lik kapalı üretim tesislerinde faaliyet gösteren ve çelik sektörünün önemli değerlerinden biri olmayı başarmış Çimtaş Çelik’in yönetim binası, güncel ihtiyaçları karşılama amacıyla yenilenme sürecine girmişti. Mimari tasarımı gerçekleştiren Mimarlar ve Han Tümertekin ekibi doğal ile yapay peyzaj arasında bulunan yapının çevre görüşünü engellemeyen, ona aykırı durmayan bir görüntüye kavuşmasını amaçlamıştı. Projede yer alan ekiplerimiz de, çağımızın gelişen çalışma kültürüne yönelik farklı çözümleri sunabildiğimiz portföyümüzden proje tasarımcılarının tercihlerine uygun öneriler sunmayı amaçladı.

td: Koleksiyon Mobilya'nın pek çok ürünüyle katkı sağladığı bu projede hangi ürünleriniz kullanıldı? Kısaca özelliklerinden bahseder misiniz? km: Bu projede açık ofis kullanımı ile bireysel konsantrasyonu sağlayacak panel sistemi kavramlarını harmanlayan Studio Kairos tasarımı Barbari masa sistemleri kullanıldı. Toplantı masası olarak, çeşitli yönetim gruplarının ihtiyaçlarını baz alarak ele aldığım tasarımlarımdan biri olan Khan tercih edildi. Farklı grupları hedef aldığı için çok çeşitli malzeme seçenekleriyle sunulan bu masa sistemi yer aldığı bölgenin kullanım ve temsil ihtiyaçlarına göre şekillenebiliyor. Ortak alanlar için tercih edilen Guamba sehpalar ise, projeye uygun geometriler ve ölçüler doğrultusunda düzenlendi. Organizasyon ünitesi olarak da yalın çizgilere sahip Path dolaplar yerleştirildi. Gerhard Reichert ve Eckhard Hansen tarafından tasarlanan Tristan ofis koltukları ve Interstuhl Pios toplantı koltukları bir arada kullanıldı. td: Kullanım alanlarına göre, seçim aşamasında ürünlerin kullanıcıların iş

yaşantısına ne gibi katkılar sağlaması öngörüldü? km: Biraz önce belirttiğim gibi mimari tasarımda, doğal ile yapay peyzaj arasında bulunan yapının çevre görüşünü engellemeyen, ona aykırı durmayan bir görüntüye kavuşması amaçlanmıştı. Bu hedefle binanın kuzey cephesi bütünü ile saydam kurgulanırken, güney cephesi çevredeki yeşil dokuyu kucaklayacak şekilde düzenlenmişti. Aynı yaklaşımın, şeffaflığın iç mimaride de sürdürülerek çalışanların iletişiminin, verimliliğinin artırılması amaçlanmıştı. Bu yaklaşımı benimseyen ekiplerimiz portföyümüzden Barbari masa sistemleri, Guamba ortak alan sehpaları, Khan toplantı masaları, Tristan ofis koltukları ve Path depolama sistemleri gibi öneriler sundu. Gerek ürün detaylarında, gerekse malzeme kullanımlarındaki yalınlık, mimarinin dilinin iç mekanda da devamına olanak sağladı. Yerleşim planlarında ve tasarımların kullanım ve konfigüre edilme biçimleri de doğal ışığın en verimli şekilde kullanılması ve tüm çalışanların faydalanabilmesini önceliklendiren bir yaklaşımla ele alındı.


UYGULAMA - OFİS MOBİLYASI - BURSA 83 XXI - ŞUBAT 2014


ŞUBAT AJANDASI 1 - 2, 8 - 9 Şubat

“Şehrine Ses Ver” Kentsel Tasarım Atölyesi

Çeşitli disiplenlerden öğrenci ve yeni mezunların katılabileceği

Salt Galata, Karaköy, İstanbul

www.sehrinesesver.com

atölye, şehirlerdeki potansiyelleri yakalamayı ve tasarlamayı, şehrin ana kullanıcıları ile birlikte profesyonellerin kentsel alanlara dokunmasını teşvik etmeyi, kaliteli ve kimlikli kentsel alanların şehre kazandırdıklarına dikkat çekmeyi hedefliyor.

6 Şubat

12 Şubat

TAÇ Konferans Dizisi “Urartu Uygarlığı”

TAÇ Vakfı tarafından düzenlenen konferans dizisinde Prof. Dr.

TAÇ Turizm Değerlerini Koruma Vakfı, Eminönü, İstanbul

www.tacvakfi.org.tr

Oktay Belli, "Urartu Uygarlığı" başlıklı bir konuşma yapıyor.

“İstanbul’u İzlemek: Mega Projeler” Paneli

MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından

Armada Oteli, İstanbul

www.msgsu.edu.tr

Gümüşlük Akademisi, Arnavutköy, İstanbul

www.gumuslukakademisi.org

Swissotel the Bosphorus, Maçka, İstanbul

www.yesilbinalarzirvesi.org

Galata Rum Okulu, Karaköy, İstanbul

tarihvakfi@tarihvakfi.org.tr

Hilton Kongre ve Sergi Merkezi, İstanbul

www.alldesignistanbul.com

Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi, Büyükçekmece, İstanbul

www.unicera.com

www.tacvakfi.org.tr

yapıyor.

TAÇ Turizm Değerlerini Koruma Vakfı, Eminönü, İstanbul

Bu sene 8.’si düzenlenen Yapıdecoor Ankara 6-9 Mart tarihleri

Congresium, Ankara

www.cyffuar.com.tr

Studio X İstanbul, Salıpazarı, İstanbul

studioxistanbul@columbia.edu

Salt Galata, Karaköy, İstanbul

www.saltonline.org

düzenlenen panelde son otuz yıldır sert ve hızlı bir dönüşüm süreci yaşayan İstanbul’un “Mega Projeleri”nin yarattığı mekansal, toplumsal ve ekonomik etkileri tartışılıyor.

16 Şubat - 23 Mart

Çocuk ve Mimarlık Atölyesi

Simla Sunay’ın yürüteceği atölyede 8 yaş üstü çocuklar için 6 farklı program bulunuyor.

20 - 21 Şubat

3. Uluslararası Yeşil Binalar Zirvesi

ÇEDBİK tarafından yapı sektörünün yeşil dönüşümüne liderlik etmek amacıyla düzenlenen zirveye birçok ünlü mimar, tasarımcı ve akademisyen de katılıyor.

... - 22 Şubat

Yine, Yeni: Dünya Kenti İstanbul

Tarih Vakfı tarafından “Yine, Yeni: Dünya Kenti İstanbul” adıyla 18 yıl sonra yeniden açılan “Dünya Kenti İstanbul” sergisi ziyaretçilerini ağırlıyor.

21 - 22 Şubat

Alldesign İstanbul

Dünyaca ünlü pek çok yabancı ve yerli tasarımcıyı ağırlayan Alldesign 2014 tasarım dünyasını üçüncü kez bir araya getiriyor.

26 Şubat - 2 Mart

Unicera Seramik, Banyo ve Mutfak Fuarı

TÜYAP tarafından Türkiye Seramik Federasyonu ve Tesisat İnşaat Malzemecileri Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilen fuar, seramik, banyo ve mutfak sektörlerini 26. kez bir araya getiriyor.

ŞUBAT 2014 - XXI 84

AJANDA

27 Şubat

6 - 9 Mart

TAÇ Konferans Dizisi “Türk Fotoğraf Tarihi”

Yapı Decoor

TAÇ Vakfı tarafından düzenlenen konferans dizisinde "Türk Fotoğraf Tarihi" başlıklı konusu ile Gültekin Çizgen konuşma

arasında ziyaretçilerini bekliyor.

... - 28 Mart

Mimarlar Mezarlığı

Studio-X Istanbul, Tayfun Serttaş'ın "Mimarlar Mezarlığı" sergisi ve "Issız Kent Üçlemesi" isimli kitabının tanıtımına ev sahipliği yapıyor.

... - 23 Mart

Arşivi Parçalamak: Bir Osmanlı Ailesinde Temsil, Kimlik, Hafıza

Sergi, karmaşık bir geçiş sürecinde bir ailenin kendisini yazı, fotoğraf, anlatı, müzik ve nesnelerle nasıl ifade ve temsil ettiğini anlamaya çalışır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.