XXI Ekim 2016

Page 1

Sınır-aşırı Kentsellik Yoğun göç hareketlerinin mekansal etkilerini Ezgi Tuncer Gürkaş, Fırat Genç, Merve Bedir ve Pınar Uyan Semerci ile konuştuk.

Akyazı Kültür Merkezi

Gülüş Akademisi

KEREM PİKER MİMARLIK (KPM)

SLASH ARCHITECTS

BERNARD KHOURY

BÜLEND ÖZDEN DESIGN

MULLER VAN SEVEREN

YAZILARIYLA

XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 153 < EKİM 2016 < BÜLEND ÖZDEN DESIGN < KHOURY < KIENTRUC O < KPM < MULLER VAN SEVEREN < SLASH < YING CHANG < GÖÇ KRİZİ

Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 153 E K İ M 2 0 16 13

AVŞAR GÜRP INAR ERAY ÇAYLI KORHAN GÜMÜŞ LEV ENT ŞENTÜRK

KIENTRUC O

YING CHANG


Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve genel yayın yönetmeni yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş

GÖÇLE GELEN YENI OLANAKLAR

editörler Deniz Çınar Dirim Dinçer Ezgi Tezcan reklam sorumlusu Tuğba Demirci Bilgin tugba@xxi.com.tr dijital reklam Buğra Çelik bugra@xxi.com.tr italya reklam işbirliği Sandra A. Arizabalo, Studio Chopinet okuyucu ilişkileri Damla Yiğit damla@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu kapak Andrii Stepaniuk / Shutterstock sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Turgay Tuğsuz basım yeri Uniprint Basım San. Tic. A.Ş Ömerli Mah. Hadımköy - İstanbul Cad. No: 159, Arnavutköy, İstanbul Sertifika No: 12196 yönetim yeri Puna Yayın Asmalımescit Mah., Oteller Sok. 6/4 Beyoğlu, İstanbul 34430 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr www.xxi.com.tr genel dağıtım Dünya Süper Veb Ofset A.Ş. Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz.

Beş yıldır sürmekte olan ve yakın vadede de sona ereceğine dair pek fazla umut taşımadığımız Suriye Savaşı, büyük kitleler halinde nüfus hareketini de beraberinde getirdi. Bu durum kentlerin çehresine şimdilik bazı semtlerdeki dükkan ve lokanta tabelalarıyla yansımış görünse de uzun süredir sandığımız gibi bu göçle gelen nüfusun geçici olmayacağını artık biliyoruz. Halihazırda mekansal ayrışma nedeniyle sakinlerinin bile belirli sınırlar içinde yaşadığı kentler bu yeni dinamikle nasıl şekillenecek? Göç mekansal ayrışmanın çözülümüne mi, derinleşmesine mi neden olacak? Bu soruların yanıtını mimarlık ya da kent planlaması disiplinleri içerisinden yanıtlamaya çalışmak hem beyhude hem de yetersiz olacaktır. Öte yandan bu disiplinleri tamamen işlevsiz ya da mevcut iktidar biçimlerinin tezahürü hatta aracı olarak görmek ve onlara hiçbir rol atfetmemek de düpedüz kolaycılık.

Bu durumda göç meselesini kendi içerisinden tartışmaktansa göç edenler ile yereller arasında bir ayrım gözetmeksizin bir kentsel mekan tasavvurunda bulunamaz mıyız? Kimsenin yasal tanımlar ya da ekonomik koşullar nedeniyle bir diğerinden farklı olmadığı ortak bir zeminde birlikte yaşamanın kodlarını üretmede mimarlık, tasarım, planlama gibi yaratıcı mesleklerin üstlenebileceği roller olsa gerek. Bu sayıdaki dosyada da hem bu olasılığı hem nasıl genişletilebileceğini sosyal bilimciler ve mimarlarla konuştuk. Ezgi Tuncer Gürkaş, Fırat Genç, Merve Bedir ve Pınar Uyan Semerci ile birlikte yaptığımız yuvarlak masa toplantısında, sınır kavrayışından mekansal ayrışmaya, öz örgütlenmeden kent hakkına uzanan bir perspektifte göçün mekansal etkilerini konuştuk. Umarız ki bu tartışma başka yeni perspektiflerin üretimine de katkıda bulunur… XXI


GÜNCEL 8 BEYOĞLU'NUN BEYNİNE KAN GİTMEYİNCE NE OLDU?

Korhan Gümüş / Soru İşareti

28 BAĞLAMI YENİDEN DÜŞÜNMEK

Geçtiğimiz Temmuz ayında Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’nın düzenlediği yaz okulu atölyelerinde yürütücülük yapan mimar Bernard Khoury ile Beyrut’u, değişen paradigmalara karşı geliştirdiği eleştirel tutumunu ve bunu yansıtan işlerini konuştuk.

12 CENGİZ BEKTAŞ ARŞİVİ: ÇOKLU OKUMALAR

36 KAMUSALLIĞIN DOĞASI

Salt Araştırma’nın Mimarlık ve Tasarım Arşivi'ne, mimarlık ortamının güçlü ve çok yönlü aktörlerinden Cengiz Bektaş’ın işleri ekleniyor. Arşiv Programı etkinliklerinin ilki 6-8 Ekim tarihlerinde Denizli’de gerçekleşecek. Salt Araştırma’dan Meriç Öner ve proje araştırmacıları Burak Altınışık ve Işıl Uçman Altınışık ile arşivi ve niyetlerini konuştuk.

Eray Çaylı / Zincirleme Reaksiyonlar

40 HER ŞEY ZATEN TASARLANDI (MI?)

Gülşah Güleç tüketim alışkanlıkları, politik gerçeklikler ve gündelik yaşamla iç içe geçmiş tasarım alanındaki güncel tartışmaları ele alan Otto von Busch’un “Tasarlanacak Ne Kaldı?” kitabını ve bahsi geçen tasarım kavramlarını kaleme aldı.

DOSYA 46 SINIR-AŞIRI KENTSELLIK

Yoğun göç hareketlerinin mekansal etkilerini Ezgi Tuncer Gürkaş, Fırat Genç, Merve Bedir ve Pınar Uyan Semerci ile konuştuk.

18 APPLE’DAN MEKTUP VAR

Avşar Gürpınar / Hafıza Kaybı

20 BETON MUKARNAS

Cemal Emden / Fotoaltı

İÇİNDEKİLER

22 NESNELERİ BİÇİMLENDİRMEK

Muller van Severen’in mobilyaları, malzeme ve detaylarıyla mümkün olan en basite zarafetle ulaşıyor. Aslı Çiçek’in, projenin yaratıcıları Fien Muller ve Hannes van Severen ile XXI için yaptığı söyleşi fotoğrafçı ve heykeltıraş ikilinin, mekanı yorumlamaya imkan verme ilkesiyle sürdürdükleri nesne tasarım ve üretim yöntemlerini ortaya koyuyor.

PROJE 58 OYUN PEYZAJI

EKİM 2016 - XXI 2

26 KONUMLANMALAR: "ZÜMRÜDÜANKA PROJESİ"

Levent Şentürk / Dönme Dolap

Kullanıcılarının yaşama çevresi tahayyüllerinden ilham alan anaokulu, çocukların kendilerini ve çevrelerini keşfetmelerine zemin olacak esnek mekanlar kuruyor.



64 KAVAK DİZİLERİ İÇİNDE

78 GÜNDELİK IZGARALAR

XV. Ulusal Mimarlık Ödülleri'nde Proje Dalı Başarı Ödülü'ne layık görülen Sakarya Akyazı Kültür Merkezi, kavak ağaçları dizisi içinde konumlanan ahşap strüktürü ve mekan kurgusuyla konvansiyonel kültür merkezi tipolojisinin dışına taşıyor.

Ying Chang’ın tasarımı, nesnelerin sıradanlaşmış kullanımlarına karşı, kullanıcı ihtiyacı doğrultusunda alternatifler üretmeye imkan veriyor.

68 TEKNOLOJİ KUBBESİ

Eski bir üretim atölyesinden çalışma alanına dönüşen mekan, işlevine uygun atmosferi teknoloji ve grafik tasarımla kazanıyor.

SEKTÖR 80 SEKTÖR HABERLERİ

EKİM 2016 - XXI 4

İÇİNDEKİLER

88 İLKLERİ MUHAFAZA ETMEK

Paris'te atıl durumdaki bir yüzme havuzunun, otel de içeren bir kompleks olarak yeniden inşa edilmesine Jansen'in çelik profil sistemleri katkı sağladı.

72 CEPHEDEN TAŞAN

İki katlı geniş bir boşluğa yerleşen diş polikliniğinde mekanlar çelik strüktür ve kutularla tanımlanıyor.

90 REFERANS DOSYASI - AYDINLATMA

96 AJANDA

Durlum Philips





Beyoğlu'nun Beynine Kan Gitmeyince Ne Oldu? Cercle d'Orient ve Emek Sineması ile ilgili gayrimenkul yatırım şirketinin basın bültenleri dikkatimi çekmişti. Burası (Grand Pera) “yeni nesil” kültür, sanat ve performans merkezi olacaktı. Ama nasıl olacaktı? Yatırımcısı olan şirketin böyle bir deneyimi mi vardı? Öyle olsaydı, inşaattan önce sinemayı kendisi işletirdi. Bu kültür ve sanat soslu gayrimenkul yatırım projesi sanki bir PR şirketinin yönetebileceği bir işmiş gibi planlandı. Nitekim olamadı. Olması da mümkün değildi. Buna karşılık, şehrin en iyi sanat alanlarından biri olan Salt Beyoğlu kapandı. Kapanması şaşırtıcıydı. Ama açıklanmayan kapanma gerekçesi daha da şaşırtıcıydı: “İzni olmadığı için!”

EKİM 2016 - XXI 8

SORU İŞARETİ

Demirören gibi bir rüküşlük abidesi, zaten mevcutta bir kültür işlevi olan Emek gibi tarihi bir sinemanın yıkımı, Beyoğlu'nda eşi bulunmayan Narmanlı Hanı gibi bir anıt yapıyı cephe süsüne indirgeyen mimari projeler kolayca izin alıyor. Beyoğlu’ndaki tipik bir tarihi yapıyı, bir apartmanı, şehrin en iyi yönetilen sanat alanlarından birine dönüştüren bir mimari proje izin alamıyor. Olacak şey mi? Oysa kamuda işleyen mantık çok basit. İlke olarak ne olması gerekiyorsa, tersinin yapılması. Eğer şehirde sanata yer açmaya çalışıyorsanız, kamu sizden uzak duruyor, hoşlanmıyor hatta engellemeye çalışıyor. Ama piyasaya yer açıyorsanız, kamu sizinle sonuna kadar birlikte! Eğer bugün Beyoğlu’nda bir kriz yaşanıyorsa, büyük mağazalar birbiri ardına kapanıyorsa, esnaf iş yapamıyorsa, bunun nedeni semtteki dönüşümün, mimarlığın, sanatın piyasaya teslim edilmiş olması. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Yaratıcılık, bağımlı bir işlev olarak gerçekleşebilir mi? Beyoğlu büyük sermayeye

KORHAN GÜMÜŞ

açıldığında beklendiği gibi gelişemedi. Ekonomik krizlere karşı daha kırılganlaştı. Beyoğlu’nun krizlere karşı çok daha kırılgan, ekonomik açıdan çok daha dirençsiz hale geldiği görüldü. Bu sonucun ortaya çıkmasında bence birkaç neden var: Yönetimin ve kültür kuruluşlarının bu süreçte ellerindeki fırsatları çok hassas bir şekilde değerlendirmesi gerekiyordu. Onun yerine emlak spekülasyonu yapılması gelişme olarak görüldü. Bu tür yatırımcılar yalnızca kar sağlamak için oyuna girer ve çıkarlar. Tıpkı borsadaki yatırımcılar gibi. Bu yüzden büyük sermaye sahiplerinin semtlerle bir gönül bağı yoktur. Tıpkı varlıkları başka bir değere dönüştüren yatırımcılar gibidirler. En ufak bir krizde, sarsıntıda hemen alanı terk eder, başka yere yönelirler. Oysa kamunun semte daha kalıcı bir şekilde tutunmuş, çapa atmış olan kurumları koruması gerekirdi. Onların gidecek başka yerleri yoktu ve gelecekleri semtin kaderine bağlıydı. Örneğin Beyoğlu'nda bir zamanlar binden fazla terzi vardı. Bunların küçük moda merkezlerine dönüşme potansiyeli vardı. Çok mağazalı hazır giyimcilerin ise elbette ki semtle alakaları yoktu. Piyasaya teslim olmak, piyasayı da çökertiyor. Çünkü şehrin beynine kan gitmiyor. Şark Aynalı Pasajı'nı ele alalım. Bu yapının kullanım biçimi Beyoğlu'na ne kazandırdı? Şimdi Narmanlı Hanı da aynı durumda. Bu anıt yapıyı kozmetik ve turizm alanında çalışan bir yatırımcı ele alıp dönüştüreceğine diyelim ki burası Avrupa'da belediyelerin yaptığı gibi uluslararası sanatçılara, sergilemelere açık bir sanat alanına dönüşseydi ya da burada çare bulunamadığı için bir Rus Kültür Merkezi falan açılsaydı nasıl olurdu? Kamu işleyişinin beyni besleyecek damarları açması bekleniyor. Oysa burada kamu tersini yaptı. Tepebaşı’na ne demeli? Şehrin en değerli meydanı yıllardır otopark olarak kullanıyor. Sonuç ortada: Taksim Projesi, Beyoğlu'na değer kaybettirdi. Beyoğlu sıradan bir şehir parçasına dönüştü. Oysa Taksim, ne kadar beğenmesek de Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli, rakipsiz bir simgesel değere sahip şehir alanıydı. Bu gidişin bence iki önemli belirleyicisi oldu: Bunlardan birincisi meydanın artık meydan olmayan hali. Taksim son müdahalelerle Eminönü Meydanı'nın durumuna benzedi. Tüneller ve tanımsız beton çevresindeki

grand pera tanıtım görseli



EKİM 2016 - XXI 10

SORU İŞARETİ

salt beyoğlu

dokuyu tahrip etti. İkincisi AKM. Bu mekan, kötü de yönetilse potansiyelleriyle şehrin kültürel yükünü sırtında taşıyan bir simgeydi. Festivallerin ana mekanının yok oluşu, sistemin baş aktörünü devre dışı bıraktı. ŞEHİR MESELELERİ TARAF OLMAYI FAZLASIYLA AŞAR

Taksim meselesinde görüldüğü gibi şehir politikası yalnızca taraf olmak üzerine kuruldu. Mekan sınıfsal çelişkinin yer değiştirmiş haliyle, iktidarların bir temsil alanı halini aldı. Bildiğimiz popülist, milli, siyasal temsil bütünlüğü iddiası tarafından. Oysa buradaki çelişkiye dokunmak ve mekanı canlandırmak için önce bu bütünlük algısı sorgulanmalıydı. Mekanda, şehirde yaşanan bütün çelişkilere rağmen mekan, her iki taraftaki bütünlük iddiasını temsil eden ayrıcalıklı güç sahipleri tarafından milli zemine taşındı. Unutulan şey ise şehre hayat verecek ilişkiler oldu. Bunun böyle olması da olağandı. Çünkü devlet yaratıcılığı içine alarak değil, dışlayarak işliyor. Bu işleyişi en net gösterecek konulardan biri, AKM'nin başına gelenlerdir. Görünüşte iki taraf vardı: Bir tarafta yıkılmasını isteyenler, diğer tarafta yıkılmasını istemeyenler. Asıl mesele bu karşıtlık arkasına gizlendi.

Bu durumda tarafların görünür iç bütünlüğünden çok, karşıtlığı üreten mekanizmaların bütünlüğünden söz etmek mümkün. Oysa AKM için beklenmedik olan şey, bağımsız bir gönüllü grubun ortaya çıkıp, kamunun ihale ile asla elde edemeyeceği bir yaratıcı çalışmayı, müelliflik hizmetlerini ortaya koymasıydı. Bu inisiyatif her başlıkta, mimari restorasyon, yapı statiği, elektromekanik sahne sistemleri, enerjinin etkin kullanımı, proje yönetimi gibi konularda bir kamu yapısı için şimdiye kadar gerçekleşmiş belki de en mükemmel restorasyon çalışmasını ortaya koydu. Binayı yıkmak isteyen ve bunun için her türlü proje hizmeti ayrıcalığı verme konusunda baştan çıkarıcı teklifler sunan dönemin iktidarına şaşırtıcı ve hiç beklemediği bir karşılık verdi. Proje yüzlerce toplantı düzenlenerek gerçekleşti ve dönemin Başbakanı sonunda yıkmak istediği binanın restorasyonuna bütçe ayırmak zorunda kaldı. Ancak başka bir şey oldu. Bu çalışma, eskiden kalmış ve Bakanlık yönetiminde hazırlanmış, üzerinde restoran olan 1:200 bir projenin mahkeme kararıyla iptal edilmesi sonucu bilerek sabote edildi. Böylece dönemin Başbakanı’nın üzerindeki baskı kalktı. “Madem istemiyorlar, öyleyse yaptırmayın” talimatını verdi. Böylece eski rejime geri dönüldü. Bağımsız mimari fikir alanı kapatılarak taraflar temsil bütünlüğü hayalini tekrar inşa ettiler.

Gerektiğinde şiddet kullanarak anonim bir bütünlük algısını inşa etmeye çalıştılar. Bu yüzden çatışmacı olmayan, kamusal alanı şehre kazandırmayı hedefleyen bağımsız girişimler hedef gösterildi. Oysa sorunu yaratanlar, başka deyişle failler, kendileriydi. Böyle bir durumda çelişkileri örten, bütünlük algısını yaratan şiddet sahiplerinin kendi konumlarını koruması ve sorgulamadan uzak tutulması gerekir. “Şehirle ilgili süreklilik gösteren sorunları tartışalım, katılım olmadan bu iş çözülmez, başka türlü bu iş çözülebilir” diyenleri dışlayan bir kamu işleyişine sahne oldu. Bu yüzden temsil yanılsamasını çözecek tek şey yalnızca arada sırada durmuş bir saat gibi sorunları dile getirmek değil, demokratik bir kamusal işleyiş talep etmektir. Otoriter topluluklarda sorunları dile getirenlerin, sorunların faillerinden çok daha büyük bir sorun olarak algılanması olağandır. Semptomatik bir şekilde, bütünlük iddiasını temsil eden protofaşist topluluklarda asıl mesele değil, meselenin sorgulanması problem teşkil eder. Tarihte ne yazık ki çok örneği var. Sonuç: Yaşadığımız bu süreci iyi analiz etmek zorundayız. Taraf olmanın yetmediği, taraf olmayı aşan bir sorunla karşı karşıyayız. Şehir meseleleri taraf olmayı fazlasıyla aşar.



Cengiz Bektaş Arşivi: Çoklu Okumalar

EKİM 2016 - XXI 12

GÜNCEL

fotoğraflar: Salt Araştırma Cengiz Bektaş Arşivi

SALT ARAŞTIRMA’NIN MİMARLIK VE TASARIM ARŞİVİ'NE, MİMARLIK ORTAMININ ÇOK YÖNLÜ AKTÖRLERİNDEN CENGİZ BEKTAŞ’IN İŞLERİ EKLENİYOR. ARŞIV ETKİNLİKLERININ İLKİ 6-8 EKİM TARİHLERİNDE DENİZLİ’DE GERÇEKLEŞECEK. PROJE ARAŞTIRMACILARI BURAK ALTINIŞIK VE IŞIL UÇMAN ALTINIŞIK İLE ARŞİVİ VE NİYETLERİNİ KONUŞTUK, SALT ARAŞTIRMA’DAN MERİÇ ÖNER'DE YAKLAŞIMLARINI PAYLAŞTI. Dirim Dinçer: Cengiz Bektaş, mimar olmasının yanı sıra kendi tanımıyla mühendis, ozan ve yazar da aynı zamanda. Salt’a devredilmiş olan arşivin içeriği de bu diğer üretim alanlarını kapsıyor mu, yoksa sadece mimarlığına mı odaklanıyor? Bu doğrultuda siz araştırmacılar Bektaş’ın kişisel nitelikleriyle arşiv kurgusu arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Işıl Uçman Altınışık: Cengiz Bektaş Mimarlık İşliği’nde gördüğüm ve her yıl için ayrı ayrı tutulmuş ve kayıt altına alınmış olduğunu bildiğim A5 boyutundaki takvim defterlerden bahsetmek isterim öncelikle. El yazısıyla Cengiz Bektaş tarafından tutulan bu defterler, özel yaşamı ile mesleki uygulamalarına ilişkin notlardan oluşuyor. Bu defterlerde Türkiye mimarlık ortamına, toplum, siyaset ve kültür yaşamına dair pek çok gözlem yer alıyor. Bazen bu anlatılara dünya mimarlık sahnesi de eklemlenebiliyor. Söz konusu kayıtlar Cengiz Bektaş’ın mimarlık bürosunun, kendi deyimiyle “işliğinin” tarihini yazma iradesi olarak da okunabilir. Dolayısıyla yaşadığı çağa tanıklık eden, etkileyen, etkilenen bir mimarın gündelik notlarından yaşadığı çağın toplumsal, mimari, kültürel dinamiklerinin çalışmaları üzerindeki etkileri bakımından Cengiz Bektaş’ın üretimleri mikro ve makro tarihyazımsal bir perspektifle ele alınabilir. Sorunuza dönecek olursam, formatı çok belli bir defter incelendiğinde dahi, içerdiği çok boyutluluk bakımından mimari olan ve olmayan gibi değerlendirmeyle kolayca sınıflandırılamayacağı açık. Bu nedenle biz bu süreci böylesine sınıflandırma çalışmasından çok, bir arşivi farklı düzlem ve açılardan okumaya çalışma süreci olarak görüyoruz. Dolayısıyla süreç boyunca yapılacak paylaşımların rolü burada çok önemli. Burada amaçlanan hep birlikte bu görüntülerin ve yorumların çoğaltılabilmesi… Burak Altınışık: Bildiğimiz kadarıyla Bektaş arşivinin toplamı, belirli ilgi ve bağlantılara göre çeşitli kurumlar arasında paylaştırılma sürecinde. Sanırım mimarlık ile ilgili bölümün hepsi ya da büyük bir kısmı Salt Araştırma Mimarlık ve Tasarım Arşivi’ne aktarılıyor. Bu süreç halen sürüyor. Yani, henüz arşivin toplamı bir araya getirilmiş değil. Ancak halihazırda herkesin erişimine açık olan dijital arşivdeki malzemenin bir kısmı puslu bir görüntü içinde de olsa bazı konularda fikir eskizleri yapmaya, not almaya imkan veriyor. Örneğin, Cengiz Bektaş başından beri kendi üretimlerini yayınlamaya, görünür kılmaya önem vermiş. Bunu da sadece yerel sınırlar içinde değil, yurtdışı çevrelerde de dolaşıma sokmaya özen göstermiş. Özellikle, Süha Özkan’ın da etkin olduğu dönemlerde Ağa Han destekli “Mimar” dergisiyle sürekli denebilecek bir ilişkisi var gibi. Bu sayede yayına

türk dil kurumu, ankara, 1972

hazırlanan projelerin tanıtım künyelerinden Bektaş’ın kendi yapılarına, mimarlık üretimine dair düşünceleriyle ilgili kısıtlı da olsa bazı veriler bulmak mümkün. Her proje süreci için geçerli olup olmadığını şu an söylemek zor olmakla birlikte seyir defteri notları, şantiye raporları gibi yazılı kayıtlar, Bektaş’ın kişisel nitelikleri ve İşlik’in proje yürütme biçimleri hakkında çoklu okumalara ve yorumlara imkan tanıyacaktır. dd: Arşivin ele alış biçimi için belirlediğiniz bir yöntem var mı? Kategorizasyon ya da etiketleme gibi bir yol mu

izlenecek yoksa kronolojik bir okuma mı olacak? Biriktirilen malzemenin yoğunlaştığı dönemler ya da konulardan söz etmek olası mı? ıua: Cengiz Bektaş Arşivi program niyeti için, Cengiz Bektaş’ın kısa biyografisi üzerine bizim aldığımız notlarla oluşturduğumuz bir metin ve bir zamanmekan haritası hazırladık. 8 Haziran’da gerçekleşen tanıtım toplantısında bu metin içindeki ilgili yerlere yerleştirdiğimiz sorularla bir söyleşi yaptık. Söyleşi sonunda edindiğimiz izlenim, arkasına eklemlenecek programların da benzer biçimde oluşturulması ve



EKİM 2016 - XXI 14

GÜNCEL

türk dil kurumu, ankara, 1972

datça kantogan evi, 1977

Cengiz Bektaş zaman-mekan haritasının daha etkinleştirilerek sunulması yönünde oldu. Dolayısıyla, Cengiz Bektaş biyografisi üzerinden kronolojik olarak bu süreci izlerken belirginleşen sorular ve haritada olayların yoğunlaşmasıyla belirginleşen zamanmekanlar üzerinden gitmeyi planlıyoruz. Bu anlamda şimdilik iki programın netleştiğini paylaşabiliriz. İlki Denizli’de Ekim ayında, “işveren-müellif-yüklenici etkileşimi üzerinden mimarlığı izlemek: Denizli’deki Bektaş yapıları nasıl üretildiler?” sorusunu soracak. İkincisi ise, İstanbul’da Aralık ayında “müellif-çalışan etkileşimi üzerinden mimarlığı izlemek: İstanbul Bektaş Mimarlık İşliği ve özyönetim modeli nasıl mimari yapılar ürettiler?” sorusunu soracak. Söz konusu sorunsallar üzerine birlikte düşünebilmek için herkesi bekliyoruz. ba: Cengiz Bektaş Mimarlık İşliği Arşivi’nin teknik olarak nasıl ele alınacağı, biriken malzemeye göre Salt Araştırma’nın kendi bünyesinde karar verebileceği bir konu. Bizim araştırmacı ekip olarak bu konuyla doğrudan bir ilişkimiz yok. Işıl’ın da belirttiği gibi Bektaş’ın biyografisi ve ulaşabildiğimiz yapı kayıtları üzerinden oluşturduğumuz zaman-mekan haritası kronolojik olarak işlense de, farklı algoritmalarla birlikte bükülmeler, kıvrımlar, iç içe geçmeler gibi yoğunluk ve gevşeklik bölgelerine dönüşüyor. Bu bölgeler üzerinden tipoloji, dönem, konum kategorileri dışında farklı okumalar yapmak mümkün olabilecek sanırım. dd: Bektaş’ın işlerinde mekansal ve zamansal bir ayrımdan ziyade söylemin öne çıktığı bir tutarlılık gözlemleniyor, belki bunu mimari dil olarak da adlandırabiliriz. Arşivin bu perspektiften okunması daha büyük ölçekte Türkiye mimarlık tarihine ne gibi bir katkı sunabilir?

etimesgut cami, ankara, 1965

ıua: Toplumsal ve profesyonel bir aktör olarak Cengiz Bektaş’ın bireysel ve kurumsal etkinlik ve ifade alanlarını, etkileşimde bulunduğu diğer ilişkiler aracılığıyla çözümleme ve yorumlama çabasının hem Türkiye’de mimarlık tarihinin belli bir dönemine ve kesitine ışık tutacağını düşünüyoruz hem de konuyla ilgili gelecek çalışmalar için bir zemin oluşturmasını hedefliyoruz. ba: Türkiye mimarlık tarihinin farklı aktörlerinin kavramsallaştırma, söylem, icra hatlarında ortaya

koydukları performanslarla çerçevelenerek yazılabilmesi açısından bu tür arşiv malzemelerinin çoğalması önemli. Kültleştirme, dehalaştırma, seçkinleştirme yerine farklı hikayelerin birbirine göre okunabilmesi Türkiye’deki mimarlık pratiklerini konumlandırabilmek, mimarlık ortamı dediğimiz etkileşimler sahasının düşünsel topoğrafyalarını çizebilmek, farklı keşifler yapabilmek açısından değerli. Bu açılardan düşünüldüğünde Cengiz Bektaş ve mimarlığı üzerinden Türkiye’de modernlik deneyimlerinin tartışılabilmesi bağlamında, bu arşivin dikkate değer bir kaynak olduğu



SALT ARAŞTIRMA MIMARLIK VE TASARIM ARŞIVI / CENGIZ BEKTAŞ ARŞIVI ÜZERINE Meriç Öner Salt Araştırma’da gerçekleştirilen arşiv çalışmaları, Türkiye’deki maddi kültürün araştırılmasına yönelik...

örneğin. Ya da Altuğ-Behruz Çinici Arşivi’nde yer alan ve ODTÜ’nün yapımı süresince idare ile karşılıklı

İşi yapan ekibin uzmanlığı da bu alanları kapsıyor. Arşiv iki yönlü bir yapı; bir yanda uluslararası standartlar

yapılan yazışmalar, işin gerçeklerini anlamayı sağlar. Cengiz Bektaş ile yüz yüze çalışma şansımızın olması

içerisinde tanımlamalar yapıyor ve ortak bir teknik dil içerisinde düzen yaratıyorsunuz, diğer yanda

daha önceki arşivlerin işlenmesinden bambaşka fırsatlar sunuyor. SALT Araştırma ekibi, projeleri kendisiyle

elinizdeki nesnenin sistem içerisinde özgünlüğünü ve bilgi değerini kaybetmemesini dert ediniyorsunuz.

birlikte inceliyor. Bu sohbetler esnasında içeriği geliştirecek belgelerle karşılaşıldığı takdirde onları dahil

Salt Araştırma ekibinin öncelikli görevi bu ikili gereği karşılamak. Cengiz Bektaş’ın diğer üretim alanlarının,

etmek öncelik kazanacaktır.

aynı titizlikte o alanlara hakim kurumlar tarafından işlenmesi doğru olacaktır. Bu sebeple kataloglanacak içerik maddi kültürü kapsayacak şekilde mimari yapı ve mobilya üretimlerine yönelik kayıtlardan oluşuyor.

Davetli araştırmacılar Işıl Uçman Altınışık ve Burak Altınışık, Erhan Berat Fındıklı’nın danışmanlığında, farklı sorumluluklar üstlenen üç kişilik akademisyen bir grup olarak arşivin işlenmesi paralelinde başka bir süreç

Ancak böylesi meslek kayıtlarında özellikle yazışmalar ve günlükler çok ciddi bilgi içerir, ortamı ve

yürütüyorlar. Onların yorumları bu içerikle ilk yüzleşme ortamını kuracak. Arşiv bütünüyle açıldığında çok

gelişmeleri tarif eder. Harika-Kemali Söylemezoğlu Arşivi’nden çıkan Paul Bonatz’a ait belgeler böyledir

farklı perspektiflerde yeni yorumların oluşmasını umuyoruz. Salt Araştırma’nın nihai amacı bu.

etimesgut cami, ankara, 1965

EKİM 2016 - XXI 16

GÜNCEL

söylenebilir. Biz bu hammaddenin varlığına dair bazı işaretler bırakıp olası başka çalışmalarla birlikte kurulabilecek bir zemini oluşturmaya çalışıyoruz. dd: Bu birikime, başka bir biçimde ve yeniden bakarken neler keşfettiniz bugüne dek çok ortada olmayan? Cengiz Bektaş mimarlığına dair yeni ne öğrendiniz, söylenmemiş nasıl izler buldunuz? ıua: Benim için bu soru da bir önceki soru ile doğrudan bağlanıyor; şiir, deneme, çeviri, eğitim, araştırma içeriklerinin toplandığı çok sayıda metin kaleme almış ve bunlar dışında değerlendirilmeyi bekleyen pek çok müsvedde ve özel yazışmalar var. Konut, sanayi, ticari, turizm, kamu yapıları ile çevre düzenlemeleri gibi birçok mimari projeye imza atmış bir aktör Cengiz Bektaş. Metinleri ile yapılarının ve çizimlerinin bir arada değerlendirilmesi bizim için önemli, çünkü bir söylem inşasını ve onun etkinleştiği durumları belli açılardan görünür kılmak ve paylaşıma açmak istiyoruz. Bu metinler, yapılar ve çizimler birbirlerini nasıl ve ne biçimde etkilediler, hangi aktörlerle nasıl gerçekleştiler, nasıl sonuçlar doğurdular, nasıl anlam kazandılar? Bunlar bizim sorularımız ve özgül olan da bu. ba: Almanya dönüşü sonrasında 60’ların ilk yarısında Ankara’da ürettiği ilk işlerin özel olarak incelenmesi ve yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Bektaş’ın askerlik hizmeti sırasında yapılmış Komutanlık Evleri,

komutanlık lojmanları, ankara, 1965-66

Emir Subayları Lojmanları ya da Etimesgut Camii gibi yapılar, çizim dilinden yapısal inşaya kadar dikkatle incelenmesi gereken çalışmaları gibi geliyor bana. Katı bir determinist perspektifle bunların Cengiz Bektaş mimarlığının nüveleri olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Ama ilk işler anlamında dönemin üretimleri içinde yapısal ve düşünsel anlamda belirli bir kavrayışın altı çizilebilir. Söz konusu niteliğin dönüşümlerinin giderek nasıl “Halk Yapı Sanatı” söylemine doğru yöneldiğini takip etmek açısından bir miktar daha veriye ihtiyaç var. dd: Uzun süredir mimarlığın içinde, üretim yapan bir mimar olarak, Cengiz Bektaş da bu sayede bütüncül bir şekilde, fiziksel olarak yan yana görme olanağı bulacak projelerini. Bu imkanla baktığınızda çizimlerin dili, araçları nasıl değişti? Ve bu değişim, mimarlığını nasıl etkiledi sizce? ba: Mevcut arşivin içindeki çizimler Bektaş’ın bireysel performansından ofisteki kolektif performansa yayılan bir seçki sunuyor. Çizimi, konvansiyonel teknik bir anlatı dışında grafik bir görselleştirmeye yaklaştıran belli başlı kişiselleştirmeler hemen göze çarpabiliyor. Bazı projelerde, örneğin Datça’daki Kangotan Evi’nde çizim diliyle birlikte tipografinin de bir tasarım olarak ele alındığı fark ediliyor. Analog dünyanın olanaklarıyla belirli bir farklılaşma çabası olarak görülebilir belki. Çizimlerin dili ile araçları arasında zorunlu bir

nedensellik ilişkisi yok gibi geliyor bana, en azından Bektaş arşivi çerçevesinde. Proje içeriklerine bağlı olarak pratik gerekçeler, ofis içi ve ofis dışı ilişkiler gibi şu an için daha öznel tercihlerle yürüdüğünü düşündüğüm bir değişim bu. Behruz Çinici Arşivi programındaki sunumlar sırasında dikkatimi çeken bir konuydu bu çizim meselesi. Ofis bünyelerinde bulunmuş teknik ressamların, çizimlerin dönem dönem farklılaşmasında, grafik görselleştirmelerde etkin rolleri oldu mu acaba gibi bir soru zihnimde dolaşıyor bir süredir. ıua: Salt Araştırma’da şu an paylaşımda olan çizimler arka arkaya incelendiğinde, Bektaş Mimarlık İşliği’nin mimari çizimlere yaptığı yatırımı görmek mümkün; üzerindeki taramalar, figürler, notlar ve bunların pafta üzerindeki düzenlemeleri, vurguları belli bir grafik görselleştirme işi ürünü. Bu yönleriyle de çizili metinler bir anlamda, Bektaş Mimarlık İşliği’nin söylem inşasının bir başka ayağını oluşturuyorlar. Örneğin işliğin sadece altı yıllık bir dönemini kapsayan Bektaş’ın kendi tanımıyla “özyönetim modeli” süresince üretilen çizimler, kendi içlerinde bir değişimi ya da bir oluşumu ifade eder nitelikte. Salt Araştırma Mimarlık ve Tasarım Arşivi Cengiz Bektaş etkinlik programları boyunca üzerine hep birlikte düşünmeye niyetlendiğimiz konular bunlar ve paylaşmak için bizleri bekliyor.



Apple’dan Mektup Var mütevazılığı ve akılcılığı, özel olarak üzerindeki kaydırma tekerleği de (scrollwheel) işlevselliği ile tam bize göreydi. Tüm bu donanım ve tasarım hamlelerinin yanı sıra bir de yazılım taktiğine ihtiyacımız vardı. Nev-i nesnesine münhasır bu alet tüm diğer müzik çalarların kullandığı mp3 formatını ve Winamp Player’ı kullanamazdı elbet. Bu nedenle dışkaynakladığımız yeni müzik formatı ve oynatıcı ile birlikte iPod ekosistemini tamamladık. Burada şunu belirtmem lazım ki bunun planlı ve hesaplı bir strateji olması onu illa ki kötücül yapmıyor. Sadece tasarımın ürünü çevreleyen ve onun içini dolduran servis ve hizmetlerle bir bütün olarak düşünülmesi gerekliliğini diğerlerinden bir kademe daha erken fark ettiğimiz söylenebilir.

Merhaba ikinci vahşi kapitalizm döneminin sadık ve sabırsız kullanıcıları, Bugün size belki de birçoğunuzun uzun zamandır farkında olduğu bir gerçekten bahsedeceğim: Apple firması olarak konvansiyonel anlamda tasarım ile olan bağlarımızı tamamen kopardığımızı sizlere bildirmek isterim.

Bugün bir Apple ürünü almak demek sadece bir Apple ürününe sahip olmak demek değil, fakat burada ürünün kendisinden daha fazlası olmasını kastetmiyorum. Her ürünümüz, sizi aslında var olmayan bir statü aurası ile sarıp sarmalasa da asıl önemli olan, bugün bir Apple ürünü aldığınızda kendinizi bizim ağlarını ördüğümüz sorunsuz, yumuşacık bir ürün, yazılım, donanım ekosisteminin içinde buluvermenizdir. Eğer bu sistem içerisinde mutlu mesut yaşamayı arzu ediyorsanız az önce satın almış olduğunuz iPhone 7’nin yanında bir adet Macbook Air, bir iPad, bir iPod, bir Apple TV, çok elzem olmasa da bir iMac ve bir de Apple Watch alabilirsiniz. Birbiri ile sürekli konuşan, anlaşan, eşleşen ürünlerimiz sayesinde iTunes-Apple Music-App StoreiCloud zincirinin bir parçası olabilirsiniz. Aksi takdirde aletleriniz arasındaki uyum ve geçiş süreçleri içerisinde aklınızı ve kendinizi kaybetmeniz çok olası.

Bundan sonra çıkardığımız iPhone 3 ve 4’te telefonun ergonomisi ve haptik özellikleri konusundaki tavrımız daha netti. 2007’den 2012’ye kadar telefonlarımızın boyutları değişmedi. Zaten iyi bir cep telefonu kendisini, teknolojik aşkınlığı ve/veya boyut üstünlüğü üzerinden göstermemeliydi. Önemli olan etkileşimdeki yumuşaklık ve kullanım kolaylığıydı. Gerçekten bu telefonlar bir teknoloji çaylağının bile anlayıp, bir kere alıştıktan sonra kolayca kullanabileceği şekilde tasarlanmıştı. Bizi çok uzun süre boyunca zirvede tutan da bu oldu. Hiçbir zaman işlemci hızlarından ve ekran boyutundan bahsetmedik. Ta ki iPhone 5’i piyasaya sürene dek. O günden itibaren kendimizi cep telefonlarının daha büyük, daha hızlı, daha yüksek çözünürlüklü dünyasının içinde bulduk. Önceleri “tek elle kullanılamayan cep telefonu iyi değildir” şiarı ile hareket ederken sonunda sizi ekranın köşesine uzanmak için plastik başparmak uzatıcıları1 almaya mecbur bıraktık. “Daha büyük bir iPad yapmayacağız” dedikten sadece birkaç sene sonra, neredeyse ilk dizüstü bilgisayarımızın ekran boyutunda iPad’ler2 sürdük piyasaya.

Bunun kasıtsız bir durum olduğunu da sanmayın, biz daha ilk iPod’dan beri zaten bunun için çalışıyoruz. Çok iyi hatırlıyorum, Toshiba bize ilk Flash Drive’ı gösterdiğinde bunun kişisel müzik çalarlar için devrim niteliğinde bir buluş olabileceğini konuşmuştuk. Zira diskli mp3 oynatıcılarda en ufak titremede kesilen müzik, kullanıcılar için büyük bir konforsuzluk oluşturuyordu. Tabi ki sadece bununla yetinemezdik, eğer öldürücü bir ürün geliştireceksek bunun arayüzünün de rakiplerinden belirgin bir biçimde ayrılması gerekiyordu. Bunun için ne mi yaptık? 1960’lardan bize göz kırpan Braun ürünlerine baktık. T3 transistörlü radyonun kabuk tasarımı sadeliği,

Artık biz de birkaç ufak detay dışında Uzakdoğu’nun teknolojik ve boyut odaklı ürün savaşının bir parçasıyız. Ezeli rakibimizden üç kat daha az telefon satıyor olsak bile her sene piyasaya yeni bir cep telefonu sürmek zorundayız. Her modelde daha yüksek çözünürlüklü kameralar, daha büyük ekranlar -De Quervain sendromunuzu3 geliştirmeye hazır mısınız?-, daha fazla sayıda ve daha güçlü işlemciler, sezgisel olarak keşfedebileceğinizden çok daha kompleks haller almış dokunuş jestleri olmadan var olamaz hale geldik. Sizinse bir yanınız Apple’ın hala eskisi gibi olduğuna inanırken, bir yanınız neden böyle bir yola girdiğimizi

EKİM 2016 - XXI 18

HAFIZA KAYBI

“Neler söylüyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim ama maalesef durum böyle. Gelin bizi biraz yakından inceleyelim:

AVŞAR GÜRPINAR

2001-2007 yılları arasını, zaten iyi olduğumuz kişisel bilgisayarlar ve gittikçe daha mükemmel, daha baskın hale getirdiğimiz kişisel müzik çalarlara yoğunlaşarak geçirirken, asıl büyük projemiz mutfakta pişmekteydi. Sizler 2006 yılında Nokia modelleri ile haşır neşir olurken biz iPhone’u piyasaya sürdük. Bu tuşsuz telefon, oyunun kurallarını neredeyse tamamen değiştirdi ve tüm diğer modelleri kendi yapısına doğru evrilmek mecburiyetinde bıraktı.


Şöyle açıklayayım: Eskiden bir Apple ürünü aldığınızda, onda öyle yenilikler, incelikler ve detaylar görüyordunuz ki onun verdiğiniz -muadilleri ile karşılaştırıldığında biraz daha yüksek- paraya değdiğini düşünüyordunuz. Dokunmatik ekran, kaydırma tekerleği, alüminyum bitirişler, CD/ DVD-ROM tepsisini elimine etmek ve nihayetinde tamamen ortadan kaldırmak gibi özellikler bir gecede geliştirilmedi elbet. Tüm bunlar uzun süren tasarım ve mühendislik süreçlerinin sonucuydu. Bugün ise aralıklar daraldıkça üzerimizdeki baskı artıyor, baskı arttıkça da aralarında aslında çok da belirgin farklar olmayan, teknik ya da yazılımsal sorunları henüz tam olarak çözülmemiş modelleri6 piyasaya sürmek zorunda kalıyoruz.7 Ya da ürününüzün aksesuarlarını, size ayrıca satmaya çalışıyoruz. Eskiden telefonunuzun yanında -çok kaliteli olmasa da- size onunla kullanabileceğiniz kulaklıkları da veriyorduk, şimdi ise aynı kulaklıkların kablosuz -ve

Biliyoruz ki halen 3. ve 4. kuşak iPod’ların en iyi iPod modelleri olduğunu, bir alt modeli ile arasında en ciddi farkı barındıran ve ergonomik açıdan optimum olan telefonun iPhone 4s olduğunu düşünüyorsunuz. Belki de hala ısrarla aynı modeli kullanıyor ve bir üst modele geçmeyi reddediyorsunuz. Peki, bunu ne kadar sürdürebilirsiniz? Eskiden olsa “ürününüz planlanan işeyaramazlık8 sınırına ulaşana kadar” cevabını verebilirdik. Fakat bugün bir Apple ürününün planlanmış işeyaramazlık sınırını bilmemiz pek mümkün değil zira teknolojik ve algılanan işeyaramazlık, diğerinden çok daha önce gelip sizi elinizdekini değiştirmeye zorluyor. Yani şunu demek istiyorum: Elinizdeki telefon, müzik çalar, bilgisayar, tablet çalışmaz hale gelmezden evvel, ya yeni çıkardığımız işletim sistemini desteklemez hale gelecek ya da modası geçecek. Siz de, aslında ürününüz kendisinden beklenen işlemleri (bu bir cep telefonu ise: telefon açmak, fotoğraf çekmek, internete girmek) gerçekleştiriyor olmaya devam etse de, uygulamalarını güncelleyemediğiniz için, yavaşladığı için ya da sadece gözünüze artık eskisi kadar güzel gözükmediği için onu değiştireceksiniz. Ve günün sonunda ürününüz bozulmuş olmadığı için bizim marka kimliğimize de ciddi bir zarar gelmeyecek. Eskiden sizi iyi olduğumuza inandırmak gibi bir misyon ve çabamız vardı. Bugünse sizin fanatik bağımlılığınız bizim altı oyulmuş saygınlığımızın devamının en önemli garantisi.

“Az çoktur” dedik, bu şiarı tasarım stratejilerinin başat şiarı haline getiren tasarımcı ve firmaların izinden yürüdük. “Az yeterlidir” gibi davrandık, göz alıcı ve süslü portreler yerine mütevazı ve alçakgönüllü bir duruş sergiledik. Ama her geçen gün kendi yarattığımız minimalist azmanın kölesi haline geldik ve bugün geldiğimiz noktada sizlerin derinde yatan o güç istencine, sadelik takıntısına,9 bilgi ve iletişim bolluğunun sebep olduğu deneyim yoksulluğuna10 hitap eder ve onun için tasarlar olduk. Çevremize verdiğimiz kalıcı rahatsızlık için hepinizden özür dileriz. NOTLAR 1 iPhone 6 Plus’ın köşegen uzunluğu 14 cm. Ortalama bir başparmak ise erkeklerde yaklaşık 7, kadınlarda ise 6,5 cm. 2 Son modelimiz 12.9 inç’lik bir ekrana sahip. 3 BlackBerry, PlayStation, mesaj ya da akıllı telefon sendromu olarak da bilinen bu rahatsızlık, el bileği ve ön kolun başparmak kökü arasında gelişen bir tür tendon iltihabıdır. 4 Kötünün iyisi. 5 Ama unutmayın ki bir bataklık da en az bir yatak kadar rahattır. 6 Geri çağırdığımız iPod nano’yu, avucunuzun değdiği yerleri teninizdeki yağdan dolayı bir süre sonra sararmaya başlayan ve hiçbir şekilde temizlenemeyen MacBook’ları, kapanınca dümdüz görünsün diye kenarlarını bir bıçak kadar keskin yaptığımız alüminyum kasa MacBook Pro’ları hatırlıyor musunuz? 7 iPhone 7 ile birlikte telefonlardaki kulaklık girişini de kaldırdık. Bunun iyi bir fikir olup olmadığını ise bize zaman gösterecek. 8 Bkz. Gürpınar, A., 2016. “Planlı İşeyaramazlık Çağında Tasarım”, XXI Mimarlık ve Tasarım Dergisi, 150, İstanbul. 9 “… asketik pratik nasıl yaşadığımıza büyük önem verir. Bir asketik olmak demek; sürekli kendi kontrolünde olmak, zihninin ve bedeninin farkında olmak ve bunları, kendi ilkeleri doğrultusunda yaşama

Siz bizi “daha”larımız için sevmediniz, siz bizim adi rekabete girmeyen tarzımızı, teknolojiyi kıymeti kendinden menkul bir amaç değil, insani tasarım özelliklerinin geliştirilmesi için bir araç olarak kullanmamızı; bunun ürünlerimiz üzerinde, içerisinde fark edilebilir olmasını ve diğerlerinden temel tasarım prensipleri bağlamında ayrışmasını sevdiniz.

gayesiyle, sürekli eğitmek demektir. Jobs’un asketizmi, bu bağlamda sahte bir asketizmdir. İlk akla gelen nedenden, çok para kazandığından dolayı değil; ortaya çıkmasına ve üretilmesine önayak olduklarının işaret ettiği yaşam biçiminin kendi yaşamıyla hiç alakası olmamasından dolayı.” (Pier Vittorio Aureli, 2015. Az Yeterlidir: Mimarlık ve Asketizm Üzerine, s. 49-50, Lemis Yayın, İstanbul.) 10 Walter Benjamin, 2005. “Experience and Poverty”, Walter Benjamin: Selected Writings içinde, cilt bölüm 2, 1931-4, s. 732, Belknap Press. karşı sayfada solda: Plastik başparmak uzatıcısı sağda: Braun t3 transistörlü radyo bu sayfada solda: Steve Jobs Los Gatos'taki oturma odasında 1982, Time/Diana Walker sağda: iPod

19 XXI - EKİM 2016

Tüm bunların yanında belki şunu da fark etmişsinizdir: Yıllar önce, geliştirdiğimiz ürünler üzerinden oluşan ve tam da bu nedenle, belki çok da önem arz etmeyen marka kimliği artık ne yeni ürünlerle besleniyor ne de onları tam anlamıyla karşılayabiliyor.

kolayca kaybedebileceğiniz- versiyonlarını size 160 dolara satıyoruz.

HAFIZA KAYBI

anlamaya çalışmakla meşgul. Ne olursa olsun bizi tercih etmeye devam ediyorsunuz. Belki ehven-i şer4 olduğumuzu düşündüğünüz, belki de tasarım, donanım ve yazılım ile ördüğümüz bu ekosistem yatağından5 kalkmaya cesaret edemediğiniz için. Her halükarda bu ekosistem meselesi siz kullanıcılar için hem bir rahatlık hem de aslında fazladan bir maliyet. Zira her zaman size o ekosistem içerisinde pürüzsüz geçişler sağlamıyoruz. Diyelim ki bir MacBook alıyorsunuz, bakıyorsunuz ekran girişi değişmiş, şarj girişi değişmiş, gidiyorsunuz adaptörünü alıyorsunuz. Zamanında iPhone'unuz ya da iPad’iniz için projektöre bağlantı kablosu almıştınız ama biz yeni modelde onu değiştirdik; yeni şarjlar, yeni bağlantılar, hepsini yeni baştan edinmelisiniz. Yani eğer sadık bir kullanıcı iseniz ve böyle kalmak gibi bir niyetiniz var ise bu bitimsiz akışın bir parçası olmak zorundasınız.


EKİM 2016 - XXI 20

FOTO-ALTI

Beton Mukarnas

Tuz buz, bir moloz yığını artık bu fotoğraftaki bina. Altuğ ve Behruz Çinici’nin tasarımıyla 1980’de inşa edildiği günden daha düne dek TBMM Halkla İlişkiler Binası’na taçlanmış bu beton mukarnas şimdi bir enkaz. Bu ne ilk ne de son yıkım. Değer atfettiğimiz tüm şeylerin yok edilişine tanıklık etmekmiş bizim çağın da kaderi. Tuhaf bir sabırla bekliyoruz daha başımıza gelecekleri. Cemal Süreya’nın dediği gibi “Biz kırıldık daha da kırılırız.” fotoğraf: Cemal Emden yazı: Hülya Ertaş



Nesneleri Biçimlendirmek MULLER VAN SEVEREN’İN MOBİLYALARI, MALZEME VE DETAYLARIYLA MÜMKÜN OLAN EN BASİTE ZARAFETLE ULAŞIYOR. ASLI ÇİÇEK’İN, PROJENİN YARATICILARI FIEN MULLER VE HANNES VAN SEVEREN İLE XXI İÇİN YAPTIĞI SÖYLEŞİ FOTOĞRAFÇI VE HEYKELTIRAŞ İKİLİNİN, MEKANI YORUMLAMAYA İMKAN VERME İLKESİYLE SÜRDÜRDÜKLERİ NESNE TASARIM VE ÜRETİM YÖNTEMLERİNİ ORTAYA KOYUYOR.

EKİM 2016 - XXI 22

GÜNCEL

2015 bahreyn pavyonu için tasarlanan sandalye serisi, ilk sandalye

Aslı Çiçek: Muller Van Severen ortaya çıkmadan önce her ikiniz de kendi kişisel yollarınızı takip ediyordunuz. Bu işbirliği öncesinde hiç bir arada çalışmış mıydınız? Fıen Muller: Ortak projemiz olan Muller Van Severen 2011’de başladı ancak birbirimizi çok daha uzun zaman öncesinden, Belçika’daki Kraliyet Akademisi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden tanıyoruz. Bu süre boyunca birbirimizin çalışmalarını yakından takip ettik. Mobilya projemize dek birlikte çalışmadık belki ama o anki şimdi ve sonrası için birlikte düşünüyorduk. Eğitimimiz ve deneyimlerimizden ilham alan sanatsal işlerimiz, benzerlikler taşımalarına rağmen oldukça kişisel. aç: Geçmiş deneyimleriniz ve eğitiminiz, tasarımlarınızı ve işbirliğinizi nasıl etkiledi? fm: Ben fotoğraf ve heykel okudum, sonraları fotoğrafçılığa daha fazla yoğunlaştım. Sanat üretimlerim çoğunlukla buluntu nesneler ile yaptığım kompozisyonlardan oluşuyor. Fotoğraflarımda, bu nesneleri kullanarak mekana dair bir fikri tetikleyebilecek belirli bir atmosfer yaratmayı hedefliyorum ancak sanat eğitimim şeyler, nesneler, projeler vs. üretmek üzerineydi. Bu tutumu fotoğraflarımdaki kompozisyona taşıdım. Buluntu nesneler ile kompozisyonlar üretmek, var olan dünyanın fotoğraflarından daha çok ilgilendiriyor beni.

Hannes Van Severen: Ben heykeltıraşlık eğitimi aldım ve bu alana bağlı kaldım. Yontma-biçim verme, çizimin üçüncü boyuta doğrudan dönüşümü olduğu gibi, benim de sanatımın esasını oluşturuyor. Bununla birlikte, Fein’in kendi işine ilişkin ilgilerinin çoğunu da paylaştım; buluntu nesneleri -kimi zaman mimari çağrışımlarla- yeni heykellere dönüştürdüm. Bunun yanı sıra, mevcut mekanlarda düzenlediğim heykeller de yaptım. Bu, bizim en çok buluştuğumuz alandı: var olan mekana müdahale etmeye, seyircinin dikkatini mekanın belirli bir öğesine, zemin, tavan ya da sadece bir köşesine çekmeye karşı derin ilgi. Fien’in fotoğrafları da, çerçeveleme ve öğelerin kompozisyonu açısından bakıldığında aynı amacı taşıyordu. Öte yandan nesneler üretme konusundaki ilgimde, yetişme şeklimin de payının olduğunu düşünüyorum. Ailemde üretim, herkesin işinin bir parçasıydı ve sanat ve mimarlık sadece kavramsal terimler olarak görülmezdi. Çevrenizdeki nesnelerin özel olarak üretilmiş ya da özenle, duyarlılıkla seçilmiş olduğu bir yerde büyümüşseniz, aynı tavrı kendi işinize de yansıtıyorsunuz. fm: Kişisel geçmişlerimizin işlerimize hakikaten bir etkisi var. Ben Hannes’tan farklı olarak, antik dünyaya derin ilgi duyan bir aileden geliyorum. Nesneleri

dikkatle biriktirmek, onları gözlemlemek ve niteliklerini tanımlamak da bu bağlamın bir parçası… Barok tarafım da buradan geliyor: Seyircinin dikkatini belirli bir ana yönlendirebileceğim bir kompozisyona duyduğum ilgi. Geçmişimizin, işlerimizde kendini göstermesi konusunda soyut konuşuyor gibi görünebilirim; belki yaptığımız mermer kutu bunun iyi bir örneği olabilir. Görsel saflık, minimalizm ya da estetik ile ilgilenmedik. Burada, mermer örüntünün zenginliği rafa şekil verirken keskin köşeleri ve basit formu onu, mekanda bir varlığı olan belli bir nesne yapıyor. aç: Bu, Antwerp’teki Valerie Traan Galerisi’nde sergilenen işlerinizden biri mi? fm: Evet. Bu parçayı, birlikte proje yapmamız için bizi bir araya getiren galeri sahibi Veerle Wenes’in isteği üzerine yaptık. Veerle bizden mutlak bir mobilya ya da işlevi olan bir nesne üretmemizi istemedi; bizi kendisine ilham veren sanatçılarla çalışmaya davet etti. Bu bizim için iyi bir fırsattı çünkü birlikte bir şeyler düşünmemiz için alan sağladı. Bu süreç, bitişiğinde atölye olan yeni evimize taşındığımız zamana denk geldi. Yapıyı yenilemek zorundaydık, evde elektriğimiz yoktu ve başımızın üstüne bir lamba gerekiyordu. Böylece, lamba iliştirilmiş masa fikri


davranmamıza, nesneleri doğrudan üretmemize, kağıt üzerinden çıkıp atölyeye girmemize yardımcı oldu. Bilgisayar çizimlerinde, üç boyutlu modeller üretmekte çok güçlü değiliz ama fikirlerimizin iyi, işe yarar sonuçlarına ulaşmayı hedefliyoruz. Var olan profil ve standart malzemeleri kullanmak, kişisel işlerimizdeki gibi bir atmosfer yaratmak için en iyi yöntemdi. Yine de şu an konuştuğumuz gibi bilinçli değildi bu kararlar o zaman. Süreç, bizim çalışma anlayışımızın evriminin bir kanıtı gibiydi daha çok.

tel örgü şezlonglar,wıre serisi

ortaya çıktı. Saf işlevsellik ilgilendirmiyordu bizi; ilk prototipi yaptığımızda, bu kadar basit bir öğenin mekandaki varlığından etkilendik. aç: İlk prototipi gerçekleştirmeden önce çizim de ürettiniz mi? hvs: İşlevleri tek bir parça içinde bütünleme fikri üzerine çizimler yaptık ve hızlı bir şekilde gerçek ölçekte denemeye giriştik. Az önce de belirttiğimiz gibi, nesnelerin iki boyutlu halden üç boyutluya dönüşmeleri bizim için elzem. Valerie Traan’daki ilk sergideki gibi çizimlerimize bakarsanız, ilk taslak ile sonuç nesnesi arasında fazla bir fark olmadığını görebilirsiniz. Yerleştirmemizi tariflemek için bir lamba eskizi yaptık ve ardından bu, çalışmalarımızın en ikonik imgelerinden biri haline geldi. aç: Bence nesnelerinizin maddeselliği, bu çizimlerin zarafetini korumaya yardımcı oluyor… hvs: “Üretim”in önemi, keşfettiğimiz ve seçtiğimiz malzemeler, örneğin pirinç ya da polietilen gibi, aracılığıyla destekleniyor gerçekten. Özellikle polietilen çok merakımızı uyandırdı; yiyecek endüstrisinden bir malzeme olarak, 14 standart rengi ile kendine ait bir mantığı var. Malzemenin, yiyecek sektörünün kullanışlılığıyla ilgili sembolizmini ve hijyen

bağlamındaki işlevselliğini sevdik. Renklerin sembolik gerekçeleri var: balık doğramak için doygun mavi, et için kırmızı, bunları hazırlamak için sarı vs. Polietilen, topluca renklendirilen ve bir masaüstü gibi, az zorlu işlevler için bir yüzey olarak kullanılabilen dürüst bir malzeme. Renkleri, raf-masamızın basit formunda bir araya getirebileceğimizi ve karmaşık olmayan ama neşeli bir şey üretebileceğimizi fark ettik. Pirinç de kuvvetli, standartları olan, onunla çalışmanın karşılığını alabildiğin bir malzeme. Bu iki malzemeyi ilk nesnemiz olan raf-masayı üretmek için kullandık. Fien’in fotoğraflarındaki farklı öğelerle yaptığı düzenleme anlayışının burada oldukça etkisi oldu ya da benim o zamana dek heykeller ile ürettiğim peyzajvari kompozisyonlarımın. aç: Piyasada bulunabilen standart malzemelerle mi çalışmayı tercih ediyorsunuz yoksa yeni malzemeler de geliştiriyor musunuz? fm: Açıkçası bu sergiyi, her zaman var olan ve buluntu nesnelerle çalışma prensibimizin olduğu, önceki kişisel işlerimizin bir araya gelmesi olarak gördük. Mekanı hızlı bir biçimde değiştirebilecek basit müdahaleler yapmak için piyasada bulabileceğimiz standart profiller aradık. Bu strateji belki de yöntem tasarrufunu da içeriyor ve aynı zamanda hızlı

aç: Hangi nesnelerin sizin tarafınızdan üretileceğine ve hangilerini uygulanmak üzere başka ustalara vereceğinize nasıl karar veriyorsunuz?

23 XXI - EKİM 2016

tel örgü şezlonglar,wıre serisi

aç: İşlevselliğin bir ölçüt olmadığı plastik ve görsel sanatlardan gelen iki sanatçı olarak mobilyanın işlevselliğini hesaba katma zorunluluğu yüzünden korktunuz mu ya da sınırlanmış hissetiniz mi? fm: Aslına bakarsanız, mobilyanın işlevselliği bizi özgürleştirdi. Bu sınırın varlığı aksine bizi rahatlattı. Bizim işlerimizde bir mesele değil ama mobilya yapma iddiasına girince, işlevselliği göz ardı edemezsiniz. Ürünlerimiz çağdaş ya da indirgenmiş bir estetiğe hitap ediyor gibi görünebilir ama işlevleri de oldukça düşünülmüştür. Atölyemizde bu ürünleri, kullanılacak bir nesne olarak potansiyellerini ve oranları da test edebiliyorduk, onlarla doğrudan ilişkiye sahiptik. Örneğin masa-lambada, havadaki lambadan, kare gibi daha kesin bir geometriye sahip masaya kadar oranların çok önemli olması gibi, ışığın tam olarak masanın ortasına düşmesi de önemliydi. Üretim süreci de çok kişisel, hatta özeldi. Onları biz, kendimiz yaptık; kaynaklama, kesme, cilalama… Aslında kendi çevremiz içinde onlara “şekil verme”. Nesneleri her zaman elimizde tutmasak da yaptığımız işle ilgili önemli bir nitelik aynen kalıyor. Şunu demek istiyorum: Bazı parçaları, izlenecek kurallar basit olduğundan, başka ustaların üretmesine izin veriyoruz. Lambalar bunun iyi bir örneğidir mesela. Bir de diğer nesneler var, herhangi birinin yapabileceği kadar basit görünen ancak bizim başıboş bırakmayacağımız.

GÜNCEL

ikili koltuk - lamba

hvs: Yani örneğin, lamba için 16 milimetrelik metal boruyu aldık ve sergi mekanı için kafamızda olan, eskize döktüğümüz imgeye ulaşabilmek için onu bükmenin yollarını aradık. Fien, kamerasının önünde kuracağı kompozisyonun eskizini mutlaka önceden çizer. Ben, doğrultudan bağımsız olmaya, mekanın tüm köşelerine dokunmaya çalışırım ve lambaların mekanda dağılmasıyla bu yaklaşım geri döndü. Bu prensiplere uyduk ve eskizdeki imgede bir değişiklik yapmadan lambayı gerçekleştirmenin yollarını aradık. Sonuçta, tabiri caizse mekanda bir eskiz yaptık. Ancak basit bir çizimi gerçeğe dönüştürürken aynı zamanda, çizimin dürüstlüğüne zarar vermeyecek, onun kuyusunu kazmayacak detayların arayışına da giriyorsunuz. Lambayı duvara sabitleyen detay, imgeyi korumak için çok önemli; bu yüzden yine basit öğe arayışına girdik ve radyatör boruları için kullanılan kelepçeleri seçtik. Özel parçalar tasarlamak, onları döküm ya da kalıpla üretmek ile de meşgul olabilirdik ama tüm bunlar çalışma yöntemlerimizle çelişirdi.


EKİM 2016 - XXI 24

GÜNCEL

eskizi tasarımcıların ikonu haline gelen lamba - masa

hvs: Değişiyor. Ayna, son ana kadar hala kontrol ettiğimiz bir parçaydı. Müthiş basit görünür ilk bakışta: kıvrılmış bir metal parçası. Ama kafamızdakine, nesnenin bu basitliğine, ulaşmak için uzun bir süre araştırma yaptık. Önce paslanmaz çelikten üretmeyi düşündük ancak kıvırma onda iyi çalışmıyordu. Pirinç levha üzerinde nikel kaplamak gibi çok iyi olduğunu sonradan kanıtlayan bir yöntem tavsiyesi aldık. Bu ürün, sonunda adeta görünmez olan çok fazla zanaatkarlık barındırıyor. Bu kadar ince bir nesneyi duvara asmak da ayrı bir zorluktu; asla hiçbir vida görmek-göstermek istemiyorduk. Sonunda ürünün prensibini bozmayacak iyi bir sistem bulduk. Başta söylediğim buluntu nesneler ya da standart öğelerle çalışma biçimine ters düşüyormuş gibi görünebilir ama aynada, standart bir malzemeden yola çıktık, nikel kaplama gibi standart bir prosedür uyguladık ve son rötuşlarına çok fazla dikkat ettik. Öte yandan az önce hakkında konuştuğumuz lambalar, çapları ölçüsünde bükülmesi gereken borulardı ve üreticiye verdik, elbette oranlarını kontrol ettik ama kendimiz yapmadık artık onları. fm: Ama hala nesneleri kendi atölyemizde üretirken pek çok şeyi tanımlıyoruz. Raf-masalarda mesela, pirinç profillerin birleşim yerlerini, görsel basitliğe ulaşmak için ihtiyacımız olan mükemmelliğe ulaşana kadar zımparaladık. İlk ürettiğimiz sandalyelerin derileri, elle dikildi ve birinin bunu görebilme ihtimalinden memnunuz. Seri üretimin üstesinden gelmeye yardımcı olabilir düşüncesiyle bir şirket ile çalışmayı denediğimiz bir süre de oldu. Ancak çok geçmeden fark ettik ki bu, bizim ilgimizi çeken şey değil. Biz, ürünleri yaparken en iyi çözümleri, fikirleri arıyoruz ama bizim için esas olanlardan, başkalarına alakasız da gelse, taviz vermek istemiyoruz. Bu bir kontrol mekanizması ama aynı zamanda işi kendi tarafımızda tutmak için bir tercih. aç: Nesnelerinizin seri üretimine karşı mısınız? fm: Hayır, seri üretime karşı değiliz ama biz bilindik anlamda bir ürün tasarımcısı ya da mobilya

tasarımcısı değiliz ve büyük şirketlerle işbirliği yapmak bizim için çok da yapıcı görünmüyor. Bununla birlikte Danimarkalı Kvadrat ve Fransız Hermes markalarıyla yaptığımız işbirliklerini de sevdik. Kvadrat için onların ürün kataloğundan keçe katmanlarıyla kapladığımız bir sedir yaptık. Çok basit bir fikirdi ve o güne dek yaptıklarımızla rekabet içine girmeyen bir nesneydi. Hermes ile olan işbirliğinde ise, moda endüstrisinin arta kalan malzemelerinden -düğmeden deriye kadargeniş bir yelpaze sunuldu önümüze. Markanın da simgesi olan, bu her ne kadar birincil önem verdiğimiz şey olmasa da, deriyi kullandık. Malzemede bir potansiyel gördük: Akışkan biçimler yaratabilecek kadar yumuşak ama raf olarak kullanabilecek kadar sağlamdı. Bu ürün 2014’te ürettiğimiz Neon lambayı selamlıyor ama bu benzerlik daha çok tesadüf. hvs: Ya da en azından Hermes rafı ve Neon lambanın aile oldukları anlamına gelmiyor ama biçimsel benzerlikleri, bizim yaklaşımımızı yansıtıyor olabilir. Biz genellikle belirgin bir bağlamı olmayan mekanlarda bir atmosfer yaratmak için nesneler ailesi yaparız, seri diyelim bunlara. Eskizlerimizden de hissedilebilir bu, nesnelerle ve onların üretebileceği aile ile ilgileniriz. Nesnenin kendi başına var olması da önemlidir. Bunu “atmosferi yaratmak için koleksiyonun tüm parçaları satın alınmalı” olarak görmüyoruz. Tam tersine, yapmayı amaçladığımız kesin bir nesne aracılığıyla herhangi bir mekanın yeniden yorumlanacağına inanıyoruz. aç: Bu mekanın yeni yorumları mimarların da ilgisini çekmiş gibi görünüyor, mimarlık pratikleriyle gittikçe daha fazla işbirliği yapıyorsunuz. hvs: Nesnelerin kendi kurallarına göre davranması başka olasılıklar getirdi zaman içinde. Hollandalı mimar Anne Holtrop, Bahreyn’de tasarladığı pavyon için bir sandalye serisi yapmamız için bize ulaştı. Bu işbirliği, “İlk Sandalye” ile sonuçlandı. Bu tasarımda kullandığımız renklerin oyunculuğu her bir parçayı tek başına var olabilecek kadar ilginç kıldı. Ama aynı

mermer kutu

zamanda, sandalyeleri pavyonun içine serpiştirdiğimizde canlı bir nesneler ailesi oldular. Daha sonra sandalyelerin daha kısa çeşitlerini ekledik ve bir tane de, Bahreyn’in ikliminden farklı iklim koşullarına da uyum sağlayabilecek, dış mekana yerleştirdiğimiz bir alüminyum sandalye ürettik. Burada sandalyelerin yarattığı dünya, lamba-masa ve raf-masa ya da Valerie Traan galerisindeki yerleştirmedeki boru lambaların eskizlerine oldukça benzer. fm: Son zamanlarda meşgul olduğumuz ve yakın zamanda biten tel örgü şezlongları, Office Kersten Geers David Van Severen’in Solo Evi’nin dışı için yaptık. Bu parça için çıkış noktamız İbiza’daki bu ev oldu. Neredeyse geçici ve hayali ama işlevleri, maddeselliği sayesinde içeride ve dışarıda iyi çalışan, hafif bir nesne... Bu nesneyi her halükarda yapmamız mümkündü belki ama mimarlar tarafından istenmesi bizi yeni fikirlerle yüzleştirdi. aç: Şirketlerle ve mimarlarla yaptığınız son işbirlikleri yönünüzü iç mekan tasarımına çevirmiş olabilir mi? fm: Bu çalışmalar ne kadar ilginç olurlarsa olsun “iç mekan tasarımcıları” olarak görülmek bizi cezp etmiyor. Önceliğimiz hala kendi nesnelerimizle mekanda yorum yapma kavramı, buna bağlı kalacağız. Çünkü son yıllarda, daha büyük ölçeklerde yarışma projeleri için de mimarlarla çalıştık ve bu projelerde pozisyonumuz diğerlerinden farklı oldu kaçınılmaz olarak. Bu işbirliklerimizin çalışmalarımızı nereye evirebileceğine ilişkin merak içindeyiz. Açık olmak istiyoruz, projemiz planlamadığımız ama iyi bir biçimde gelişiyor. Başlangıçta Valeria Traan galerisinde elde ettiğimiz fırsat gibi, mimarlar ve markalarla yeni parçalar ve seriler üzerine çalışma teklifi almak heyecan verici. Ancak bizim ana odak noktamız hala sevdiğimiz nesneleri yapmak, onları heykel gibi işlemek. Buradaki “heykel” kelimesi, gündelik nesnelerin değerini artıran seçkin bir nesne anlamına gelmiyor. Projemizin de temelini oluşturan çalışma biçimimizi işaret ediyor.



Konumlanmalar: "Zümrüdüanka Projesi"

1.konum

metnin Atfedilmiş Hariçyazımlar kodeksini oluşturmak olan hayali biliminsanlarının, sempozyumlarda bir araya gelerek, Atfedilmiş Hariçyazım Bilimi’nin inceliklerini yıllar yılı tartıştıklarını hayal edin bir. (Bu manzara, akla Borges’in Babil Kütüphanesi öyküsü kütüphanecilerinin yaşamını getiriyor.) Bu mikrop yuvalarında, felsefe kürsüleri, evren kürsüleri açıldığını hayal edin bir de: Mendeleyev’in Periyodik Tablo’suna dayalı elementçi hariçyazım kuramcılarından tutun (ki bu meczupların mottosunun, “evren bir periyodik tablo kombinezonuysa, lipogramını bulmak için simyaya dönüyoruz” olabileceğini tahmin etmek zor değil), “lipofelsefe” düşünürlerinin “düşünüyorum, öyleyse neyin lipogramıyım?” sorularına kadar, her tür habis mahlukla dolu kurumlar...

2.konum

-Babama-

DÖNME DOLAP

ESOGÜ Mimarlık Bölümü’nde, 2015 Bahar döneminin Tasarıma Giriş 2 dersinin temalarından biri, “mimari lipogram” denebilecek strüktür deneyiydi. Lipogram, ünlü gerçeküstücü edebiyat grubu Oulipo (Potansiyel Edebiyat Atölyesi) tarafından 1960’lardan beridir kullanılagelen ilham verici tekniklerinden biri: Kısıt altında yazı da denebilir. Lipogram, yazarın bile isteye, bir olanaktan kendini mahrum bırakmasına dayalı bir “teknik”. Bu, alfabenin bir harfini hiç kullanmadan yazmak türünde bir kısıt da olabilir, sözlüksel, daha kapsamlı bir kısıt da. İlkinde, metnin tümüne, o sesin yokluğu bir zorlanma olarak damgasını vururken ikincisinde, yani sözlüğe dayalı bir lipogramda, çok daha kapsamlı bir zorluk da yaratılabilir. Sözgelimi “lipolex” tekniği, sözlükteki her kelimeyi sadece bir kez kullanarak, en uzun metni yazma girişimidir. Oulipocuların tüm yazım “sistemi”ni, lipogram örüntüsü gibi yorumlamak da mümkün; yönerge hem her an gündemde olacak hem de bir kısıtlar dizisine tabi olunduğu, metinde okura hissettirilmeyecektir.

EKİM 2016 - XXI 26

Sınırlı sayıda harf değişkenine bağlı sınırsız varyasyon sistemleri olarak yazılı diller, bu bakımdan ideolojik lipogram örüntüleridir aynı zamanda; bir yazarın kaçındıkları, anlatısında dışarıda bıraktıkları, teknik düzeyde olmasa da, semantik düzeyde lipogramatik kurguyu açığa vurur. Mimarlığın oulipocu Hariçyazım (Lipogram) ile akrabalıkları üzerine kapsamlı bir gözlem yapmış değilim. Bununla beraber, her mimarın tasarım uğraşının “hariç bıraktıkları”nca da tanımlanabileceği apaçıktır.

LEVENT ŞENTÜRK

Kimi hariçyazımların, kimi metinlerde, tam da o (lipogramatik) unsurun -“zaten yok”luğu nedeniylesıfır etkili bir lipogramla sonuçlanabileceğini bilmek gerekir; hayatı boyunca hiç baykuşlardan bahsetmemiş bir yazarın külliyatının, “baykuş lipogramı” olduğunu gözlemlemeye benzer bu. Görüldüğü gibi kimi metinlere, a posteriori, lipogramatik tanım verilebilir. Dahası, her metne, o kadar fazla a posteriori lipogramlar atfedilebilir ki, geleceğin Patafizik Üniversiteleri’nde böyle tarih kürsüleri kurulsa yeridir. İşi gücü, yazılmış bir

Mimarlık açısından lipogramın egemenliği mutlaktır. Mimarlıkta lipogram tanımı genişledikçe, yani bir mimarlığın (Zumthor’un mimarlığının sözgelimi) “hariç bıraktıkları” genişledikçe, lipogramın alanından monogramın alanına geçilir. 20. yüzyıl mimarlığının lipogramatik programı üzerine de düşünülebilir: Materyalden gidersek, brüt beton mimarisi, oulipocu anlamda “monovokalizm”in eşdeğeridir: İçinde sadece “a” sesli harfi bulunan, başka sesli harf barındırmayan bir şiir ya da düzyazı metin düşünün. Semantik alan vokal alana çökerek bir katastrof oluşturur; ortaya oyuncul karadelik çıkar. Mimari monovokalizmin kültürel alanı, sözgelimi Le Corbusier’nin brüt betonculuğu tarihseldir; bununla beraber, Ouliponun böyle bir genetik kalıta dayanmadığı göz önünde bulundurulduğunda, Oulipocu monovokal metinlerin tarihyazımını yapacak yeterince örnek var mıdır bilmiyorum. Modern mimarlığın, monovokalizm hülyasına dalıp sonunda lipogramatik bir menzile vardığını, tarihyazımsal bir hakikat olarak öne sürebilirim. Hiçbir mimar(lık) yoktur ki, monogramatik bir pürizm hayal edip de, lipogramatik bir yönergeye doğru “işi sulandırmış” olmasın: Eşyanın tabiatı... (Ars Monotektonika’dan Ars Politektektonika’ya kaçınılmaz kayma...) Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki Doğu Masalı’nda lipogramatik görev, hayat ve ölüm trapezine gelip dayanır: Mimarın görevi, çeşitli renklerdeki sınırlı sayıda taşı, aynı renkte iki taş yan yana gelmeyecek biçimde bir saray inşa etmektir. Sadece bir kez aynı renkte iki taş yapıda tekrar edebilecektir; bu durum yinelenirse mimarı ölüm beklemektedir. Mimar, arzuyla korku arasında sıkışıp kalır. Deneyimize dönecek olursak: 500 tane özdeş ahşap çubuğun tamamını kullanarak, çeşitli tektonik temaları açığa vuran tasarımsal grup işleri üretilmesine yönelik strüktürel bir alıştırmaydı bu. Bir yanda, 220 cm boyunda, 5x5 cm kesitinde, yüzeylerinden 20’şer cm arayla delinmiş ahşap çubuklar; diğer yanda, “duman”, “dalga”, “sarmaşık”, “kemer”, “küre”, “medüz” gibi, eldeki


fotoğraflar: Levent Şentürk

DÖNME DOLAP

4.konum

6.konum

7.konum

27 XXI - EKİM 2016

3.konum

materyalin “verili” durumuyla tam bir tezat teşkil eden temalar. Bir yanda ortogonal dünyanın malzemeleri, diğer yanda eğrisel, ölçüye vurulmaz niceliklerin kavramları. Patafizik mülahazalara kapı aralayan bir üretim zorlaması. Burada dönem boyu ardı ardına yapılıp sökülen ve yeniden yapılan, “oluşum halindeki” bir fikrin birkaç karşılığı var sadece. Birinci konum, “dalga”ya karşılık geliyor: kabaran bir dalganın anlık bir kesiti. Ardışık çerçeveler birbirine eklemlenirken düğüm noktaları da, kesitte kullandıkları çubuk sayısı da artıyor ve uzamsallaşıyor. Yoğunlaşma, moleküler bir hal alıyor. İkinci konum, ilki söküldükten sonraki deney; enstalasyonlar haftadan haftaya aynı yerde birbirini izliyor; her biri, kendi eklemlenme mantığını ve üreme yasasını hem ortaya koyuyor hem de oluşurken yaratıyor. İkinci konum, bir tür sarmaşık ya da kök yayılımı; öncekinin sayısız ve girift, aynı oylumda çoğalmış düğüm noktalarının aksine özgül ağırlığını azaltıp uzamı kuşatıyor, tutunarak ilerliyor ve tutunma noktalarını kendi türeyişinin mafsalı olarak biteviye yineliyor. Üçüncü konum, içinden ve altından geçilebilen, amorf bir tünel olarak çerçeve dizileri halinde gelişiyor. Dördüncü konum, gridal bir çerçeve sisteminin ayakta tuttuğu, tekil düşey devinim eğrileri kurmaya yönelik.

Beşinci konum, sadece düşey eklemlenme kısıtıyla kurulmuş, merkezcil bir eğriler nişi. Son konum, mimarlık bölümünün atriumundan taşarak dışarıdaki alana yayılıyor. Burada da bir dizi kemer bir araya geliyor. Kemerler, açıklık ve yükseklik değişkenine göre, sıkı bir inşai kurala dayanıyor. Açıklık ve yükseklik artıkça, kullanılan çubuk sayısıyla beraber, strüktürel katmanlaşma da artıyor, böylece bir eklemleme dili oluşmaya başlıyor. Strüktüralizm, öteden beri, fazlalıkların atılması saplantısını yedeğinde tutmuştu. Bu deneyleri maksimalist bir strüktüralizm anlayışıyla açıklamak daha akla yatkın. Her deney, bir sonrakine kapı aralar: Çubuk sayısını çoğaltmak, ikinci bir çubuk türünü dahil etmek ya da yüzey üreten, düzlemsel birimler kullanmak başka yerlere götürebilir. Temaları, 20. yüzyılın kimi binalarının biçimsel yenilikleriyle etkileşimli zihinsel bir ara-işlemden sonra, “görünmez” bir tasarımsal etkileşimin ürünü kılmak da bir yol. Karanlıklara itilmiş düş gücünün volkanını uyandırmak, dile getirilmemişin dilini keşfetmek, olasılık dışındakinin, biçimsizin repertuarını oluşturmak; kısacası yaratıcı olabilmek için cesareti körüklemek, mimarlık kovanına yeni bilgi zerreleri taşımanın bir yolu. Küllerinden doğan yeni konumlar bulmak için çok daha fazla çalışmak gerek elbette.

5.konum


Bağlamı Yeniden Düşünmek

EKİM 2016 - XXI 28

GÜNCEL

GEÇTİĞİMİZ TEMMUZ AYINDA BİLGİ ÜNİVERSİTESİ MİMARİ TASARIM YÜKSEK LİSANS PROGRAMI’NIN DÜZENLEDİĞİ YAZ OKULU ATÖLYELERİNDE YÜRÜTÜCÜLÜK YAPAN MİMAR BERNARD KHOURY İLE BEYRUT’U, DEĞİŞEN PARADİGMALARA KARŞI GELİŞTİRDİĞİ ELEŞTİREL TUTUMUNU VE BUNU YANSITAN İŞLERİNİ KONUŞTUK.

Hülya Ertaş: Mimari tartışmalarda, bağlam genellikle kentsel doku, topoğrafya vs. ile ilişkilendirilir ancak Bilgi Üniversitesi’nde yaptığınız sunumda fark ettim ki bağlam sizin için daha ötesini ifade ediyor. Bankacılar, işverenler gibi hak sahipleriyle de ilişkilendirdiniz ki ben mimarlığın bilinenden fazla sır barındırdığını düşünmüşümdür her zaman. Sizce bu bakış, mimarlık mesleğine biraz daha dürüstlük getirir mi? Bernard Khoury: Bunun dürüstlükle ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu çoğunlukla, merakını doğru ya da yanlış yere yöneltmekle ilgili. Sunumumun birinci kısmında, özellikle en temel kavramlar üzerine ortak alan tanımları üreten sabit çevrelerde, mimarların bağlama ve genel anlamda tarihe karşı ilgili olma sorumluluklarından bahsettim. Örneğin Fransa’da sizi kamu yapısı için görevlendiren cumhuriyetin temel değerlerini anlamazsanız, devlet için proje üretemezsiniz. Benim geldiğim yerde ise bunların hiçbiri yok. Beyrut’ta, bütünüyle düzensiz ve farklı bir çevreden gelen çok çeşitli durumlara maruz kalırsınız. Bu, Batı dünyası ya da daha istikrarlı çevreler müthiş düzenlenmiş olduğu için değil. Şehirlerin özel sektör tarafından yönetildiğini hemen her yerde görüyoruz ama benim geldiğim yerde bu, karikatürize bir orana ulaşmış durumda. Devlet kesinlikle yok, artık kentsel dokuyu oluşturan oyunculardan biri değil. Bu yüzden de kimi zaman birbiriyle oldukça çelişen gerçekliklere çarpmanız kesin. Ve şunu kabul etmelisiniz ki bazen çok benzer programlara cevaben ve oldukça yakın coğrafyalarda,

belki de sokağın iki köşesi arasında bile, biri diğerinden bütünüyle farklılaşan tanımlar üretebilirsiniz. Özel olanı, sıradan olmayanı inşa etme merakım yüzünden kendimle hiç şüphe duymadan çeliştim. Açıkçası genel bir kesinlik ifade etmeyen şeyler bunlar; durumun kendisine yönelik, özel takıntılarla verilmiş özel karşılıklar. Durumun kendisi çok nadir olarak projeyi gerçekleştiren tarafından yönlendirilir. Kimi zaman birbiriyle çelişen ilgileri ve gündemleri vardır ki bence bu, bağlama çok daha ilginç bir yaklaşım. Başta bu tür bir Ortodoks sorumluluğuna tabi tutmayan, zaman içinde, çok özel bir anda, çok özel bir coğrafik konumda, çok özel bir durumun derinlerine inmene izin veren bir bağlam… he: Peki devlet olmadığında kamu hakkını kim savunuyor? Kamusal alan nasıl oluşturuluyor? bk: Beyrut’ta, terimin geleneksel tanımında bir kamusal alan yok. Hatta kent içinde görünür kamusal yapılar da yok. Beyrut’ta yolunuzu gaz istasyonlarına, alışveriş merkezlerine göre bulursunuz; müzelere, operalara ya da kamusal parklara göre değil. he: Bu sistemde mimar nasıl çalışıyor? bk: Belirli bir bağışıklık geliştirmeye çalışıyoruz. Konuşmamda öngörülemeyen olayların tehlikelerini açıkça ortaya koyan örnekler gösterdim. Bu yerler, kelimenin tam anlamıyla sizin arazinizin eşiğinde

olabilir çünkü hiçbir alan herhangi bir düzenleme sistemi ya da ana planlamaya tabi değil. Oldukça karmaşık, sıradan ve bir o kadar da artık modası geçmiş kanunlara tabi. Maksimum yükseklik vb. birtakım düzenlemelerimiz var ama her şehirde olduğu gibi belirli bölgeleri ya da mahalleleri ele alan ciddi bir kentsel planlama yok. Kent dokusunu değerlendiren hiçbir ciddi çalışma yok. Dokunun, kentin kendisinin, çevrenin etkisi üzerine adam akıllı çalışmalar yapmadan sömürü çarpanlarını artırıyorlar. Biz de bu koşullardan türeyen katastrofik dokuyu seyrediyoruz. Bu sebeple mimarlar, her bir alan için bir savunma mekanizması geliştirmek zorunda. Her bir proje, sonunda bağlamı kuracak belirli, özel bir strateji gerektirir. he: Beyrut’ta çalışan yabancı mimarlar hakkında ne düşünüyorsunuz? bk: Berbat ettiler. Pek çoğu, sözüm ona kilit alanlarda anlamlı projeler üretmekte başarısız oldular, özellikle şehir merkezinin yeniden inşası projesi olan Solidere’de. Uluslararası mimarlar listesi vardı, bir noktada yirmi kişi oldular; kentin kilit noktalarında, birbiri ardına yaptıkları geçit törenlerini izledik ama işleri berbat ettiler. Çünkü çok basit, yüzeysel bağlam ve tarih anlayışlarıyla genelleyici kesinlikler ürettiler. Çevresine karşı merak duyması beklenenler bile ayakuçlarına basarak yürüdüler ve çok kısır, anlamsız projeler yaptılar. Bunlar bazen de



GÜNCEL EKİM 2016 - XXI 30

zaten var olan tariflerin ikinci ya da üçüncü kalitede pişirilmesiyle ortaya çıkan farklı ürünler gibi oldu. Tüm bunlar Çin’de, Hong Kong’da, Dubai’de ya da Houston’da işledikleri küresel kesinliklerden geldi ve Beyrut’u da işlediler. Meraklı olması beklenenden kendine güven duyması beklenene kadar hepsi anlamsız, yerle alakalı bir bağ kurmayan, üretildikleri zamanı yansıtmayan projeler ortaya çıkardı. he: Peki ticari olarak? Bu açıdan başardılar mı? bk: Hayır, sanmıyorum. Bence, her katmanda sınıfta kaldılar. Steven Holl’un Marina Projesi’nden, Norman Foster’ın yakınlarda tamamlanan konut kulesine, Herzog & de Meuron’un Beyrut Terasları’na kadar. Bu sonuncusu, kendi çevresi içinde biraz ilginç bir kütle gibi görünüyor ama felaket bir şeye dönüştü. Planlar, dışarıdan görünenle çelişerek oldukça derin döşemeler üretiyor ve aslında dışarıyla etkileşimi okumasının çok yüzeysel olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Cephede yansıtılan iç ve dış arasındaki ilişki oldukça sembolikken, planda oldukça derin bir döşeme görüyoruz. Bu çok uluslararası bina, üretildiği yer ve zamandan bütünüyle kopuk. he: İstanbul’da, üçüncü havaalanı ya da Galataport gibi oldukça tartışmalı büyük projeler yapım aşamasında. Ve bunların çoğu, yerel mimarların projelerle ilgili bilgi sızdırma riski yüzünden yabancı mimarlar tarafından tasarlanıyor.

bk: Evet, üçüncü dünyanın çapraşıklığı… Ben yerele yürekten inanıyorum. Çünkü yerel yürüdüğü sokağı bilir ve sahiplenir. Kötü çocukları, artıları, eksileri, hileleri bilir. Yerli, kendine ait olanları bilir. Sizi arabanın arkasına atabilir, boğazınızı kesebilir, kendi saçmalıklarını bilirler. Yerel kendini/kendi şeylerini bilir. Meraklı yabancıların bilemeyeceğini düşündüğüm şeyleri, kentin görünmeyen katmanlarında ne olduğunu bilirler. Bu bilgiler, kalın kitaplardan toplanıp şirin grafiklere dönüşen verilerle elde edilemez. 500 sayfalık genel bilgilerin ardından bağlamı anlamak değil bu. Bu tavır, bölgeyle ilgili karar verilmiş tanımlar üretir; çok karmaşık olan tarihi yalınlaştırır. Mimarlık alanının karmaşıklığı, mimarın hakkında hiçbir şey bilmediği bağlama karşı yükümlülüğüdür. Benim böyle bir problemim yok. Ben bağlamsal olmaya çalışmıyorum. Çünkü bağlamı, genel terimlerle tanımlamaya çalışmayı bıraktım. Sorumlu olduğum her özel durumda her sokak köşesini yeniden keşfetmekten, bu durum etrafında inşa etmekten gurur duyuyorum. Durumun ne kadar zor ve keskin olduğu fark etmez. he: Pratikle eleştiri geliştirmek en zorlu olanlardan biri. Bunu başarmak için araçlarınız, taktikleriniz, stratejileriniz neler? bk: En yerinde eleştirilerin en zor durumlardan çıktığını düşünmeyi seviyorum. İmkansız olan şey ilginçleşir; kolay ve açıksa ilginç değildir. Müze, opera binası gibi ortak bir güç simgesi olan ve ortak bir tarihin ürünü

olduğuna herkesin demokratik bir şekilde hemfikir olduğu diğer yapıları yapmaktan vazgeçtim. Bunlarla ilgilenmiyorum. Projeleri mümkün kılan ustaca ve durumla bağlantılı ilişkiler kurmakla ilgileniyorum. Ve bu, her seferinde çok karmaşık bir hikayedir; tekrar edebileceğin mucizevi bir strateji ya da reçetesi yoktur. Çalıştığın her duruma ve kişiye göre keşfetmen gerekir. İşverenler aptal değil, anlamak zorunda olduğun belirli zeka biçimleri, gündemleri var. Pragmatikler ama bu, mülteciler tarafından yerleşilmiş berbat bir binanın bitişiğindeki bir araziye suşi restoranı yapmanın anlam üretemeyeceği anlamına gelmez. Büyük, çirkin, kötü sermaye makinesinin bize dayattığı saçma değerlerden vazgeçmiş değiliz. Bu doğru değil. Projelerimiz hala oldukça eleştirel ama eleştiri, sadece teorik bir duruşla oturduğun buluttan, neyin iyi neyin kötü olduğunu söylemekle yapılmıyor. Bana göre çamurun dışında çalışmak, o bütünüyle mayhoş ortamların dışında çalışmak, bazen çok daha yaratıcı anlamlar üretebilir. Şekerle kaplanmamış, tatlı ya da saf bir iyimserlik içinde olmayan, ama benim çok ilgilendiğim kesin bir formu var gerçekliğin. he: Hiç o çamurdan uzak durmaya çalışırken içine düşeceğinizi hissettiğiniz oldu mu? bk: Ben çok endişeli bir insanım. Her deneyimden zevk üretmeye ve her birini zevkle yaşamaya çalışıyorum çünkü bu oldukça önemli.



GÜNCEL EKİM 2016 - XXI 32

Deneyimlerden zevk almazsam, bugün bırakırım. Tehlikeli olabilirler ama tehlikeden kaynaklanan bir zevk de var. Bir manastırda hapsedilmek, iyi değerlere dair vaaz dinlemek istemiyorum. Hayır, sokakları seviyorum. Tehlikeli denizleri ve korsanları seviyorum. he: İşvereni ikna edemeyeceğiniz ve bu yüzden de sonucun iyi olamayacağı bir nokta olabilir. bk: Bu ikili bir durum değil. Bir projeye kesinlikler ile başlamam. Daha başlamadan yanlışı doğrudan ayırmak ilginç değil. Her proje için özel parametreler üretmen gerekir. Onun için, bir projeye başladığımda bir şeyler düşünürüm ama deneyimle, çok sert ve çatışmalı süreç sonunda bunlar değişebilir. Çünkü oldukça çelişkili durumlar yaşıyoruz. Bu ilk görüşte aşk değil. Bu baştan sona romantik, istikrarlı bir ilişki değil. Çok fazla baskı var. Çok fazla zıtlık/uyuşmazlık var. İleri geri iten ve çeken çok fazla şey var. Mümkün olanın sınırlarıyla flört etme var. Her zaman. Ama ayrıca çok fazla baştan çıkarma var ve her zaman müşterini güvende tutmak, onunla ilgilenmek zorundasın. Bir yönden ittin ve aniden fark ettin ki sana karşı gelen güç bambaşka bir yere yönlendirdi, o zaman onunla gitmelisin. Bu yolda birkaç dişini kırabilir, biraz çizik alabilirsin ama önemi yok. Benim vücudumda çok fazla yara var ama bunun hiçbir önemi yok çünkü bu pratik yapmanın bir parçası. Zamanımdan yirmi yıl önce öleceğim belki ama sorun değil.

he: Modern zamanlardan beri, mimarlığın bir çeşit gücü olduğuna inanılır. Günümüzde mimarın yeteneği hakkında ne düşünüyorsunuz? bk: Etrafımda gördüğüm kadarıyla çok yok. Seni geçmişe götürmek istemem ama 1980’lerde Fransız teorisyen Paul Virilio’nun dediği gibi “Her şey hızla ilgilidir.” Virilio, makine çağının mekanik devrimine kadar, 19. yüzyıla dek diyelim, hayvan hızında hareket edildiğinden bahseder. Bu noktaya dek hayvan hızında, yürüme, koşma hızında, eşek, deve ya da at sırtında, rüzgarın gücüyle, yelken ve kürek aracılığıyla denizin hızında evrildik. Fakat sonra ani bir kırılma, hareket hızımızda artış gerçekleşti. Bu durum, tıptan bilimin her alanına kadar, büyük demografik devrimlere neden oldu. Bu da yanında iki dünya savaşı getirdi. Mimari düşünceler bu devrimin bir parçası sayılabilir. Mimar, makine çağına dek hakim olanın sağ koluyken, yerini kaybetmeye başladı. Modern zamanların başında bu hızı yakalayabileceğimizi, bu devrimin bir parçası olabileceğimizi, anlam üretebileceğimizi, kültür üretiminin parçası olabileceğimizi düşündük. Sonuçta, düşündüğümüz gibi olmadı. Bunu sorgulamaya 50-60’larda başladık. Modernizmin -modernitenin değilen azından çalışma alanımızda ne ürettiğine dair ciddi eleştiriler zaten vardı. Ama sonrasında, mekanik hızdan elektronik hıza geçişle çok daha dramatik bir ivme geldi. Bu, bizim kuşağın tanıklık ettiği devrim. Bence bu, bedenlerimiz bir

mekandan diğerine hareket bile etmeden, onları deneyimlemeden, mekanı ve zamanı nasıl algıladığımızı şekillendiren önemli bir kırılma. Bugünlerde anlam, diğer anlamlar üzerinden üretiliyor. Çok daha dinamik, çok daha dalgalı ve çok daha hızlı bir tempoda ortaya çıkıp yok olan fenomenler üretiyorlar. Bizim mimarlık pratiğinin nasıl hayatta kaldığına şaşırıyorum. Bazılarına göre bizler hıza karşı son direnişçileriz. Ama ben bu fenomeni reddetmek istemiyorum; onu kabul etmeli ve rahat taş devrimizde oturmaktan vazgeçmeliyiz. Savaşmalıyız. Eğer buna direneceksek, direnişin akıllı, yapıcı formlarını geliştirecek araçları üretmeliyiz. Kültürün üretimine katılabilirsin ama o durumda kalıcı olamazsın, bugün hissettiğim bu. Mimarlık, kültürel fenomenler üretmek yerine kültürel fenomenlerin temsilinin aracı haline geldi; oldukça üzücü bir durum. Günümüzde mimarlık, binaları eğip bükerek, vardiya düzenleyerek ya da ilkel araçlarla ve basit sembolik yollarla temsil ediyor kendini. Oysa gerçekleşen fenomenler karmaşık sistemleriyle çok daha dinamikler. he: Güncel mimarlığı, diğer her şeyden daha muhafazakar buluyorum. Toplumda, teknolojide vs. tüm değişimlere direnç gösteriyor. bk: Evet. Mimarlığın kültürle ilişkisi çok yüzeysel; politik, sosyal, teknolojik, bilimsel, felsefi bileşenlerin temsilleri yüzeysel… Ve mimari üretimin olduğundan daha karmaşık görünmesini sağlayan şey sentakslar… O çok karmaşık cephelerin, çizimlerin yüzeyini kazırsanız,



giriş sayfasında Japon restoran ve barı Yabani projesi, Beyrut, 2002 ikinci sayfada Zemin altında kurgulanmış B108 Müzik ve Gece Kulübü, Beyrut, 1998

EKİM 2016 - XXI 34

GÜNCEL

altındaki anlatının ya da duruşun tehlikeli bir biçimde basit olduğunu görürsünüz. he: Bence sizin en büyük şansınız deneyimlerin her şeyden daha önemli olduğu eğlence sektöründe bu işe başlamanız. Bana göre bu günümüz mimarlığında çoğunlukla unutulan bir şey. Mekanın deneyimi önemli değil artık günümüz mimarlığında. bk: Eğlence sektörünün yeni bir şey üretmeyi sağladığı konusunda haklısın çünkü onlar geçici projelerdir, kalıcı olma sorumluluğuyla sınırlanmamışlardır, program tanımları ciddiye alınmaz. Geleneksel olarak, eğlencenin mimarisi, binaların bodrum katlarındadır. Ona bina adayamazsınız çünkü programı asil değildir, bayağıdır. Bu alanda çok daha fazlasını yapabilirsiniz çünkü sorumlu değilsiniz, gelenekle sınırlı değilsiniz. Eğer eğlence sektöründen geçmeseydim, konut projelerine başladığımda bu kadar radikal olamazdım, belirli seviyede bir itibarım olmazdı. Bundan dolayı da konut sektöründen aforoz edildim çünkü onlar, insanların yaşayabileceği ve yaşamayacağı biçimler olduğunu düşünüyorlar. İki üç saatliğine bir gece kulübüne gidebileceğinizi, birkaç içki ile saçma bir duruma düşebileceğinizi, bunların yapılabileceğini ama yaşamanın makul yolları olduğunu düşünüyorlar. Çocuklarınızı büyütürken ve kapalı duvarlar ardında yaşarken bu belirli bir mantığa karşılık gelmeli. Aslında kötü toplum, kötü doku, kötü mekan üreten çok katı bir ahlak anlayışı var. Son birkaç yıldır geçicilik konularını

önceki sayfada üstte: IB3 Konutu, Beyrut, 2006 altta: Plot 2251 Konutu, Beyrut, 2013 bu sayfada Beyrut’un etrafında kurulduğu limanla ilişki kurmayı amaçlayan Plot 450 (Saifi) konut projesi, Beyrut, yapım aşamasında

ele alabildiğimiz bir savaşa öncülük ediyoruz. Konut projelerine başladığımda, mimardan konut bloklarının çekirdek ve kabuklarının tasarlanmasının istendiği ve geri kalan her şeyin daireleri satın alanlara bırakıldığı “çekirdek ve kabuk” tipolojisi vardı. Bu tipoloji, geliştiriciler tarafından empoze edildi. Bu egemen tipolojiyi tamamen yok edene kadar istikrarlı bir savaş verdik. Ancak aynı zamanda politik bir savaş da vardı. Eğlence sektöründe çalışırken deneyimlediklerimden daha karmaşık ve zor bir savaş. he: Terörist saldırıları, mülteciler ve kent kullanıcısı akışı, Beyrut için yeni değil. Neredeyse otuz yıldır böyle. Fakat şimdi dünyanın pek çok şehri bunu deneyimliyor. Almanya’da küçük bir kasaba bile istikrarlı sayılmıyor. Bu konuda öteki şehirler Beyrut’tan neler öğrenebilir? bk: Bugün, kentlerin hiç bağışıklığının olmadığı güvenlik korkusu yüzünden, mimarlığın da daha önce hiç kullanmadığı diğer araçlarla uğraşacağız: Demir kablolardan beton bloklara, askeri ve güvenlik aygıtlarına kadar mimarların bugüne dek herhangi bir mimari ifade yüklemediği öğeleri yeniden düşünmemiz gerekecek. Plot #450 projemde, kontrol odasını zeminden çıkardım ve onu şehre sunulan, görünür bir araca dönüştürdüm. Mekanın ve şehrin pozitivist düşüncesine uymayan bu tür öğelerle ilgilenmek zorunda kalacağız. Mimarlık tarihinin erken zamanlarından beri, kentleri serbest akışta olan alanlar olarak tanımlamayı sevdik. Fakat bugün, tehlikeli bir biçimde birlikte yaşamaya mecbur

olduğumuz gerçeklikler var ve öncelikle bunları fark etmeliyiz. Bu yüzden belki de şehircilerin ve mimarların araçları artık geleneksel araçlar değildir. Kontrol noktalarıyla, elektronik zekayla, mekanik aygıtlarla, tanımlanmış sınırlarla, tel çubuklu beton bloklarla ilgilenmeli ve onları ustalıkla dönüştürmeliyiz. Güvenlik korkusuyla üretilmiş kurallara sadık kalmaktan bahsetmiyorum, ancak sınırlar ve diğer araçlarla öncelikle flört etmemiz gerek ki manipüle etmeye başlayabilelim. Bence mimarlar bunları reddetmektense anlamakla yükümlüler. Bunları reddetmek onları oyun dışı bırakabilir. Arkadaşlarımdan birinin yakın zamanda, Beyrut’taki bir üniversite için tasarladığı muhteşem projeye bakıyordum: Esasen, binasını saran bir dolaşım şemasıyla yaya trafiğini kampüsten kendi binasına yönlendiren olağanüstü bir oyun tasarladı. Yapısının bir sünger misali yaya dolaşımını ve kentin yapısını gözeteceğini tasavvur ederek, çok güzel ve naif bir çember çizmişti. Bina tamamlandıktan hemen sonra üniversite, onun serbest planı üzerine duvarlar dikmeye başladı. Bugün tam anlamıyla gülünç görünüyor. Mimarın naifliğinin felaketi… Oyunun kurallarının değiştiği yerde, ideal bir dünya kurmaya devam edemezsiniz. Uymak zorunda değilsiniz ama farkına varmak zorundasınız. Ancak bu farkındalıkla eleştirel bir duruş çizebilirsiniz. Çünkü reddetmek tek başına eleştirel değildir.



Kamusallığın Doğası*

EKİM 2016 - XXI 36

ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR

Söz konusu Sinan Logie olduğunda, konunun er ya da geç kaykaya geleceğini bilmeliydim! Kendisi geçen ay1, modernist mimariyi mesken tutan kaykayın kentte “kamusal alandan gerçekten söz etme”ye olanak tanıyan bir pratik olduğundan bahsediyordu. Kaykayın kente dair ufkumuzu açan bir pratik olduğuna kesinlikle katılıyorum. Ancak bana öyle geliyor ki, bu ufuk açıcılığın altında yatan, kaykaycıların “gerçek” kamusal alanı mümkün kılmaktansa “kamusal alan” ile “özel alan” olguları arasındaki simbiyotik ilişkiyi faş etmedeki maharetleri. Üstelik bunu, kanıksayageldiğimiz bir diğer ikili karşıtlık olan “doğal” ve “kültürel” arasındaki zıtlığın kentsel bağlamda üretilmesinde mimarlığın oynadığı rolü sorgulatarak da yapıyorlar. Bu tür bir sorgulamanın, içinde bulunduğumuz ekolojik krizler çağında son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum. Sözü kaykay gibi havai gözükebilecek bir pratikten ekoloji gibi hayati bir meseleye getirerek biraz fazlaca büyük bir sıçrama yaptığımın farkındayım. Yaşadığım/çalıştığım ülke olan İngiltere’den birkaç örnek ile açmaya çalışayım.

ERAY ÇAYLI

Kaykay ile “kamusal alan” arasındaki ilişkiyi tartışacaksak önce ikincisinin köklerine kısaca değinmek ve “kamusal” ile “özel” arasındaki ilişkiye dair anlatabileceklerine kulak vermek faydalı olabilir. Malum, bugün bu ilişki genelde ikili bir karşıtlıktan ibaret görülüyor. Hatta “kamusal” olanın tanım itibariyle insanlığı “özel” olandan özgürleştirdiğine inanılıyor. Ne var ki, “kamusal alan” olgusunun 15-16. yüzyıllarda Avrupa’da başlayan ve gerek kırda gerekse kentte bir dizi alanın “özel” mülk olarak tescillenmesine varan bir dizi süreçle eş zamanlı olarak gündeme gelmesi herhalde tesadüf olamaz. İngiltere örneğindeki süreç 16. yüzyıl ortasında o ana kadar kiliseye ait olan topraklara kral tarafından el konulmasıyla başlıyor. 17. yüzyıl başındaysa, önceleri köylü-çiftçiler tarafından “müşterek” kullanılan ve adından da bu şekilde bahsedilen kırsaldaki bir

dizi toprak, soylular tarafından çitlerle çevrilerek “özel” birer mülk haline getiriliyor. Toprağın bir mülkiyet konusu haline gelmesiyle köylüler, geçim kaynaklarından olduğu kadar, işle dinlencenin, kültürel olanla doğal olanın hemhal olduğu yaşam biçimlerinden de mahrum ediliyorlar. Akabinde çareyi kentlere göç etmekte buluyor, orada baş göstermekte olan sanayileşmenin ivme kazanmak için ihtiyaç duyduğu işgücünü teşkil etmek durumunda kalıyorlar. Yüzbinlerce mülksüzün kırdan kente göç ettiği bu oldukça sert geçişi yumuşatmak için icat edilen mimari mekanizmaların başındaysa parklar gelir. Dahası, çitleme yöntemi burada da devreye girer; kendini artan yapılaşmanın ortasında bulan bir takım yeşil alanlar çitlerle çevrilerek parklaştırılırlar. Kırdan kente geçişte tampon görevi verilen mekanizmanın “kentteki kırsal” olarak nitelendirilebilecek park olgusu olması yalnızca tarihin bir cilvesinden ibaret değildir elbette. Böylece kırsaldaki müştereklerin yitiminin yarattığı yoksunluk en azından sembolik olarak hafifletilirken, kentteki özel mülkiyet olgusuna da bir nevi meşruiyet ve hatta ivme kazandırılır. Zira yakınında park olan yerlerdeki gayrimenkul fiyatları şişirilebildiği gibi, emekçi sınıfların az sayıdaki boş vakitlerini buralarda geçirmeleri sağlanarak da hem aylaklık ve çalışma arasındaki ayrım keskinleştirilebilecek hem de fabrikada çalışırken zaten gözetim altında olan söz konusu sınıfların dinlence sırasında da gözetlenmesi mümkün olabilecektir. Dahası, emekçiler parkların civarında yaşayan üst sınıfların hayatlarına kısa ve uzaktan da olsa tanıklık ettirilerek özendirilecek ve böylece mülkiyet temelli bir toplumsal-ekonomik sistemin basamaklarını tırmanabilme hayalini içselleştirmeleri de sağlanabilecektir. Kısacası, park, “yapılı” çevrenin ortasında kalan “doğal” bir vahanın korunarak “kamusal” kullanıma açıldığı bir alan gibi gözükse de, aslında o da en az etrafındaki



Thomas Heartherwick tasarımı Bahçe Köprü (Garden Bridge) Görsel: Arup

EKİM 2016 - XXI 38

ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR

yapılaşma kadar toplumsal disiplin, piyasa, gözetim ve mülksüzleştirme temelli özel mülkiyet gibi yapay ya da “kültürel” mekanizmaların bir parçasıdır. İşte, kent mekanlarını mesken tutan kaykayın da, böylece özetlemeye çalıştığım süreçleri geriletmek amacıyla girişilen mütevazı karşı-saldırı pratikleri arasında olduğu söylenebilir. Aylaklıkla üretkenliğin, dinlenceyle düzenli çalışmanın iç içe geçtiği sokak kaykayı, bu açıdan Benjamin’in flaneur’ünden Durumcular’ın dérive’ine uzanan hattın bir devamı olarak da nitelendirilebilir. Zira bu kavramlara konu olan pratikler gibi sokak kaykayı da, kent mekanını öngörülemeyen biçimlerde yeniden üretirken, bunu modernitenin özel alanı meşru kılmak üzere ona zıt olarak kurguladığı bir “kamusal” alanı olumlayarak değil, tam da bu çeşit bir simbiyotik karşıtlığa itiraz ederek yapar. Bunu yaparken de, parkların sahte doğallığını alaşağı edercesine, çevrenin yapılılığı ve doğallığı arasındaki ayrımın varoluşsal olmaktan ziyade ilişkisel olduğunu vurguladığı söylenebilir. İddiama somutluk kazandırabilmek adına yine İngiltere’nin başkenti Londra’da yer alan ve Southbank olarak anılan bölgeden bir dizi örneğe başvurayım. Southbank’te bugün, tiyatro, konser salonu ve sanat galerisi gibi bir dizi kültür kurumuna ev sahipliği yapmak üzere 1950 ve 60’larda inşa edilen binalar yer alıyor. Bu binalar arasında yer alan Queen Elizabeth Hall, Purcell Room ile Hayward Gallery’den oluşan üçlü kültür kompleksi, betonun damga vurduğu Brütalist mimarileri ile biliniyor. Üçlünün inşası sırasında, projede çalışan bir grup genç mimar (ki aralarından bazıları birkaç yıl sonra ünlü mimarlık kolektifi Archigram’ı kuracaklardır) kompleksin alt katında yer alacak ve zaman içinde Undercroft adıyla anılmaya başlanacak boş alanı değerlendirmekle görevlendiriliyor. Genç mimarlar buraya işlevini ilk bakışta ele vermeyen bir dizi eğim, basamak ve düzlemden oluşan beton bir “peyzaj”inşa ediyorlar. 1980’lere doğru Southbank türlü nedenden dolayı gözden düşünce kentin “öteki”lerine ev sahipliği yapmaya başlıyor. İşte bu “öteki”ler arasında

kaykaycılar da yer alıyor ve özellikle de Undercroft’u mesken tutuyorlar. Tam da bu noktada, Sinan’ın da geçen ay belirttiği gibi, kaykayın kökenlerinin bir doğa sporu olan sörfe dayandığını hatırlamak gerekiyor. Kentteki en yapay gözükebilecek mekanlardan birinde, Undercroft’un beton “dalga”larında “sörf” yapan sokak kaykaycıları, böylece bir yandan kamusal-özel simbiyozunun tezahürü parkların unutturmaya çalıştığı bir kentsel müşterekliği diriltirken, diğer yandan da yeşilliğin doğallık için yeterli olmayabileceğini, görünürde “yapay” olanın imkan tanıdığı bedensel ilişkiler üzerinden bir anda “doğal”laşabildiğini ispatlıyorlar.

krizlerimizden çıkış hiç şüphesiz ki Garden Bridge’ler aracılığıyla kağıt üstünde yeşil olan alanların sayısını artırarak değil, bu krizlerin altında yatan mülksüzleştirme, disiplin ve gözetim gibi toplumsalekonomik birtakım meseleleri de derinlemesine ele alarak mümkün olabilecek. İşte, sokak kaykayını da, “özel” alanın simbiyotik zıttı “kamusal”ı var eden bir olgu olarak görmektense bizleri bu meseleler üzerine düşünmeye sevk eden kentin “öteki”lerinin mütevazı gündelik pratikleri arasında düşünmeliyiz derim. Kim bilir, bu pratiklere çanak tutan türlü yapılı çevrenin -örneğin baştan ayağa beton olan Undercroft’un- da aslında ne kadar “doğal” olduğu o vakit anlaşılacaktır.

Ancak özel-kamusal simbiyozunun ve görünürde doğalken içinde yer aldığı modern ilişki ağları anlamında son derece yapay olan tipolojinin timsali parkların hayaleti bugün yine Southbank civarında hortlamaya devam ediyor. Ve parkın bu kez köprü suretine bürünmüş olanıyla, Garden Bridge (“Bahçe Köprü”) adlı bir projeyle karşı karşıyayız. Ünlü tasarımcı Thomas Heartherwick imzası taşıyan projenin kağıt üstündeki amacı Londra’nın “kamusal”lığı yüksek iki bölgesinin -kentin içinden geçen Thames Nehri’nin güney kıyısındaki kültürel merkez Southbank ile kuzeyine düşen tarihi merkezinarasındaki kopukluğu bir yaya köprüsü aracılığıyla giderirken aynı zamanda kentin yeşil alanlarına da bir yenisini eklemek. Köprünün kamusallığına dair vurgunun, masraflarının 60 milyon sterlinlik bir bölümünün halkın vergileriyle karşılanmasının otoritelerce onaylanmasında büyük rol oynadığı açık. Ancak yakında inşasına başlanması planlanan projeye dair basına sızan birtakım belgelere bakılırsa sayısı yedi kişiyi aşan grupların köprüyü kullanabilmesi, köprüyle aynı adı taşıyacak vakfın iznine tabi olacak. Yani hem kamusallık hem de çevrecilik kisvesiyle inşa edilecek köprü, esasında turizm ve emlak piyasası gibi özel menfaatlerin hizmetindeki bir yapı olacak. Nitekim bu da bizi ekoloji meselesine getiriyor. Kentleşme konusunda yapılan yanlışların başlıca müsebbibleri arasında bulunduğu ekolojik

NOT 1 https://xxi.com.tr/yazilar/az-coktur-kay-ya-da-ole-karsi *Bu yazı, 23 Eylül 2016 günü başlayan gözaltıları 26 Eylül itibariyle halen herhangi bir gerekçe bildirilmeksizin ve avukatlarıyla görüştürülmeksizin devam etmekte olan Sakarya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim görevlisi Senem Doyduk ile aynı üniversitede araştırma görevlisi olan Emre Demirtaş’a ve kendilerine destek amacıyla tutuldukları Polis Merkezi’ne gittiği sırada tutuklanan Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi araştırma görevlisi Serhat Ulubay’a adanmıştır.



Her Şey Zaten Tasarlandı (mı?) GÜLŞAH GÜLEÇ, TÜKETİM ALIŞKANLIKLARI, POLİTİK GERÇEKLİKLER VE GÜNDELİK YAŞAMLA İÇ İÇE GEÇMİŞ TASARIM ALANINDAKİ GÜNCEL TARTIŞMALARI ELE ALAN OTTO VON BUSCH’UN “TASARLANACAK NE KALDI?” KİTABINI VE BAHSİ GEÇEN TASARIM KAVRAMLARINI KALEME ALDI. SOSYAL TASARIM

Von Busch, tasarım genellikle bir sorun çözme eylemi olarak görüldüğü için tüm tasarımların aslında sosyal tasarım olduğunu savunuyor. Sosyal tasarım, sorun çözmeyi ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi hedefler. Bu nedenle sosyal tasarımın dış görünüşünden çok kullanıcısıyla olan ilişkisi önemlidir. Ancak Von Busch’a göre, bugün etrafımızı sarmış olan akıllı tasarımların birçoğu sosyal tasarım anlayışıyla üretilir; bu tasarımların, dayanılmaz bir cazibeye (!) sahip olduğu iddia edilen dış görünüşleri ön plana çıkarılır. lg g flex 2 eğri akıllı telefon

EKİM 2016 - XXI 40

EX LIBRIS

lg oled eğri akıllı televizyon

Buna bağlı olarak, birçok tasarım alanında olduğu gibi, mimari tasarımda da orijinallik genellikle görünüşe indirgenir. Oysa Von Busch’un da işaret ettiği üzere, orijinallik tasarımın sosyal yönünü geliştirmek olarak anlaşılmalı. Gerçekten de bize tasarlanacak bir şeyin kalmadığını düşündürecek kadar çok sayıda ve çok çeşitli tasarım ürünleriyle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu artık, Baudrillard’ın deyişiyle, estetiğe doymuş bir dünya (Baudrillard, Nouvel, 2011). O nedenle dikkatimizi ürünlerin kendisinden çok hem ürünler ve kullanıcılar arasındaki hem de ürünlerin kendi arasındaki ilişkileri tasarlamaya yönlendirmeliyiz. Yine de bunun, kesinlikle ürünün kendisini tasarlamaktan daha zorlu bir iş olduğunu kabul etmek gerekir çünkü bugün tasarım, dijital araçlar sayesinde neredeyse kendiliğinden gelişen bir sürecin sonunda üretilebilir. Von Busch da artık tasarımcılara gerek duyulmayacağı bir dünya için tasarlamak gerektiğinden bahseder. Ancak burada tasarım sürecinin bilgisayar yazılımlarının

kontrolünde ilerlemesi gerektiğini değil, kullanıcıların tasarım sürecine etkin bir biçimde dahil olması gerektiğini kasteder. Sosyal tasarım anlayışı bunu gerektirir. Bu anlayış, tasarımcıları disiplinlerarası araştırmalar yapmaya yönlendirir; örneğin bir mimar, bir sosyolog, teknolog ya da psikolog gibi çalışabilir. Bu sayede yeni eleştirel tasarım yöntemleri geliştirilir. ELEŞTİREL TASARIM

Von Busch, eleştirel tasarımı Dunne ve Raby’nin açtığı tartışmadan hareketle ele alır.2 Bu tartışmada “eleştirel tasarım”ın (critical design) statükoyu sorguladığı; tam zıttı olarak değerlendirilen “olumlayıcı tasarım”ın (affirmative design) ise onu güçlendirdiği ortaya koyulur. Ancak Von Busch’a göre, “Olumlayıcı tasarım alçak gönüllü, basit ve iddiasız olsa da öneriler sunar. Küçük detaylara karşı özenlidir ve tamamen yeni bir şey inşa etmeyeceğinizi fakat eskiyi geliştireceğinizi ya da yeniden tasarlayacağınızı kabul eder… Olumlayıcı tasarım, eleştirel yolda dikkatlice yürür.”3 Diğer yandan eleştirel bir tasarım yapmanın mümkün olup olmadığı çok tartışılmıştır. Von Busch, eleştirinin genellikle teoriyle sınırlandırıldığına; eleştirel tasarımın pratikte bir temsiliyet sorununun olduğuna değinir. Bu sorunun, tasarımda deneyselliği ve bilimselliği bir araya getiren yeni bir eleştirellik anlayışıyla aşılabileceğini belirtir. Mimari tasarımda eleştirellik, gerçek anlamda, ilk kez modern dönemde geliştirildi. Örneğin modern mimarlığın öncülerinden olan Mies’in tasarımları, karşıt (oppotional) ve dirençli (resistant) olmasının yanı sıra eleştirel (critical) olarak da tanımlanır. Böylece eleştirinin yalnızca teorisyenlerin işi olmadığı, disiplinlerarası bir alanda araştırmalar ve çalışmalar yapan tasarımcıların da işi olduğu ortaya koyulur (Hays, 1984). Eleştirellik, tasarımda yeni olasılıklar üzerinde düşünmeyi sağlar. Bu nedenle eleştirellik ve yenilik birbiriyle yakından ilişkilidir. Eleştiri, modern

walt dısney konser salonu, frank gehry, 2003

Gülşah Güleç Bu yazı, Otto von Busch’un XXI Mimarlık, Tasarım ve Mekan dergisinde yayımlanmış yazılarının derlendiği “Tasarlanacak Ne Kaldı? Sosyal Tasarım Üzerine Acil Sorular”1 isimli kitapta yer alan, sosyal tasarım, eleştirel tasarım, sürdürülebilir tasarım, provotip tasarım, eşitlikçi tasarım, orijinal tasarım, açık tasarım gibi birçok tasarım alanını ilgilendiren güncel tartışmaları, özellikle mimarlık alanı ile ilişkilendirerek ele alıyor. Von Busch yazılarında, farklı tasarım alanlarının tüketim çılgınlığı ve ego tatmini gibi durumlara bağlı olarak açıkladığı olumsuzluklara nasıl direnebileceğini tartışıyor. Bir tasarım işi olmasının yanı sıra ticari bir iş de olan mimarlık, bu tartışmaların her daim gündemde olduğu bir alan.

frıedrıchstrasse gökdelen projesi, mıes van der rohe, berlin, 1921


mimarlıkta olduğu gibi, hem tasarımda yeniliğin ortaya çıkmasını hem de tasarımın meşruiyet kazanmasını sağlayacak kadar etkili olabilir. SÜRDÜRÜLEBİLİR TASARIM

Bugün birçok tasarım alanında popüler hale gelen sürdürülebilirlik, genellikle enerji etkin tasarım anlayışıyla örtüştürülür. Ancak sürdürülebilirliğin tasarımda neden olduğu yenilik, yalnızca enerji etkinliğiyle sınırlı değildir. Sürdürülebilir tasarım, Von Busch’un da değindiği üzere, zamana, yere ve kişiye özgü tasarım yapmayı gerektirir. Bu sayede yenilikçi tasarımlar ortaya çıkabilir; tasarımların zamanı, yeri ve kullanıcısı açısından sürdürülebilir olması sağlanabilir.

PROVOTİP TASARIM

Geçmişin ve bugünün koşullarının aksine geleceğin yaşam koşulları tam olarak bilinemez. Yine de tasarımcılar, geleceğin neye benzeyeceği üzerine çeşitli öngörülerde bulunur. Bu öngörülerin temelinde spekülasyon olduğu söylenebilir. Bununla birlikte Von Busch, tasarımın geleceğinin provokasyonda olduğuna işaret eder. Von Busch’a göre, prototip değil geleceği provoke ederek provotip tasarlamamız gerekir. “Provotip”, Mogensen’in provokasyon ve prototip kelimelerini birleştirerek geliştirdiği bir kavramdır.4 Provotip, gelecekteki olasılıklara bağlı olarak tasarlandığı için yeniliğe açıktır. Ancak Von Busch, prototipi dünyanın küreselleşerek aynılaşmasına yol açtığı gerekçesiyle eleştirir. Von Busch’a göre dünyanın farklı yerlerinde aynı biçimde tasarlanarak inşa edilen alışveriş merkezleri, prototipik üretimi örnekler. Diğer yandan, belki de, tasarım dünyasının içinde bulunduğu en büyük paradoks şudur: Aynılaşma, bugün hızla ve kolaylıkla sanal paylaşımlar yapılabilmesini sağlayan bilgi iletişim teknolojisinin göz ardı edilemeyecek olan katkısıyla, kaçınılmaz bir durum haline gelmiştir. Buna rağmen farklılaşma, daha önce hiç olmadığı kadar tasarımın gündeminde yer almaktadır. EŞİTLİKÇİ TASARIM

Yalnızca mimarlıkta değil birçok tasarım alanında olduğu görülen biçimci bakış açısı, belki de, tarihyazımına bağlı olarak ortaya çıkmaz. Von Busch, tasarım tarihi yazımında genellikle biçimlere ve biçimlerin evrimine odaklanıldığına işaret eder. Oysa geçmişten asıl öğrenilmesi gereken şey, biçimlerin hangi sosyolojik, politik, ekonomik, teknolojik, psikolojik vb. koşullar altında tasarlandığı olmalıdır. Sürdürülebilir

alessi çay ve kahve takımı, unstudıo, 2003

Von Busch yazılarında, eşitlikçi tasarım kavramını kullanmamakla beraber tasarımın sosyal açıdan üstlendiği ya da üstlenmesi gerektiği eşitlikçilikten söz eder. Ancak Von Busch’a göre tasarım aksine, toplumsal eşitsizliğin sürmesine, hatta güçlenmesine yol açar. Söz konusu eşitsizliği işleve bağlı olarak açıklayan Von Busch; “İşlevi izlerseniz, gücün aldığı biçimi de görürsünüz.”5 der. Böylece tasarımda

ekonomik, politik, teknolojik gibi birbiriyle iç içe geçmiş olan güçlerin, işlevi yeniden biçimlendirdiğine işaret eder. Dolayısıyla işlevin, pazar değeri edindiği anlaşılır. Biçimin kendisi gibi maddileşmiştir. Bununla birlikte Von Busch’un toplumsal eşitsizliğe yol açtığı gerekçesiyle eleştirdiği işlev, tasarımda gerçek anlamda farklılık yaratma potansiyeline sahiptir. Modern mimarlığın “Biçim, işlevi izler.” öğretisiyle biçim ve işlev arasında tasarlanmış olan tek yönlü ilişki, hem biçimin işlevi hem de işlevin biçimi izleyerek farklılaştığı çift yönlü bir ilişki olarak yeniden ele alınabilir. Böylece endüstriyel ürün tasarımından mimari tasarıma kadar, farklı ölçeklerde de olsa, biçimin biçimi izlediği birçok tasarım alanında hem biçimsel hem de işlevsel farklılıklar yaratılabilir (Tschumi, 1996). Bu sayede biçim ve işlev, pazar değerinden çok tasarım değeri üzerinden tartışılmaya, güç alanlarının baskıcı ve dayatmacı etkisinden kurtularak özgürleşmeye başlar. ORİJİNAL TASARIM

Sanatta olduğu gibi tasarımda da orijinallik arayışı olduğu bilinir. Orijinallik, ölçülebilecek bir değer değildir, ancak bir tasarımın orijinal olup olmadığı üzerine çeşitli ve bazen de çelişkili değerlendirmeler yapılabilir. Bu değerlendirmeler, çoğu zaman tasarımın sanatsal değeri üzerinden yapılır. Sanatta orijinalliğe genellikle taklit yöntemiyle ulaşılır. Taklit, doğal bir eğilimdir ve öğrenmenin birinci koşulu olarak görülür. Ancak tasarım söz konusu olduğunda taklit, genellikle olumsuz eleştirilere maruz kalır. Daha önce tasarlanmış bir şeyi taklit eden bir başka şey, orijinal bir tasarım olarak değerlendirilmez. Orijinallik (originality) payesi, genellikle bir kökenin (origin) devamında ortaya çıkmış olana değil kendisi bir köken oluşturana, diğer bir deyişle başka hiçbir şeye benzemeyen şeylere verilir.6 Bu durumda mimarlıkta, yalnızca arketip yani kök örnek olarak tanımlanabilecek olan tasarımlar orijinal olarak değerlendirilebilir. Ancak böyle indirgemeci bir değerlendirme anlayışı ile mimari tasarımda taklit,

azınlık raporu, steven speılberg, 2002

41 XXI - EKİM 2016

Ancak mimarlık alanında da, tıpkı moda alanında olduğu gibi, beğeniye dayalı bir tüketimin olduğu açıkça görülür; dolayısıyla mimari tasarım için de geçicilikten söz edilebilir. Kişisel, hatta toplumsal beğeniler zamanla değiştiği için mimarlık, bu değişime ayak uydurmak durumunda kalır. Son yıllarda Türk mimarlığında görülen Selçuklu-Osmanlı modası, bu durumu örnekler. Diğer yandan sürdürülebilirlik, geçmişe özgü tasarlama biçimlerinin bağlamından koparılıp zaman ve yer aşırı hale getirilerek tekrarlanması demek değildir.

bir tasarım ortaya koymak için öncelikle söz konusu bağlamsal koşulların ve bu koşulların kullanıcılar üzerindeki dönüştürücü etkilerinin bilinmesini gerekir.

EX LIBRIS

Bilimde genellikle buluş (invention), keşif (discovery), ilerleme (progression) gibi kavramlarla ifade edilen yenilik, tasarımda değişiklik (variation), gelişmişlik (development), farklılık (difference) gibi kavramlarla ifade edilir. Tasarımda günlük yaşam koşullarının değişmesiyle birlikte yenilik yaşanır ya da tasarımda ortaya koyulan bir yenilik, günlük yaşam koşullarının değişmesini sağlar. Bununla birlikte söz konusu değişimde esasın geçicilik olması, mimarlık gibi kalıcılık esasına dayalı olan tasarım alanları için bir paradoksa yol açar.

"Eleştiri, modern mimarlıkta olduğu gibi, hem tasarımda yeniliğin ortaya çıkmasını hem de tasarımın meşruiyet kazanmasını sağlayacak kadar etkili olabilir."


benzer ikonik sandalye tasarımları, benzer ikonik bina tasarımları

kopya ya da yeniden üretim gibi yöntemler aracılığıyla ortaya koyulabilecek olan yenilikler göz ardı edilmiş olur. Oysa bu yöntemler sayesinde ilgi çekici ve yenilikçi üretimler yapılır. Von Busch’un da dediği gibi, “Büyük olmaya ya da ilk radikal avangart olmaya gerek yok, belki de derriére-garde (artçı kuvvet) olmanın onurunu taşımak gerekiyor.”7

açıklar. Von Busch, tasarımcıların egoları yerine kullanıcıların gereksinimlerinin yönlendirici ve belirleyici olduğu tasarımların gerçekçi olabileceğine işaret eder. Kullanıcı odaklı tasarım anlayışı sayesinde biri için tasarlamaktansa onunla birlikte tasarlamak fikri ortaya atılmış; tasarımcı, problem çözücü uzman konumundan aracılık ve rehberlik eden, öğreten bir konuma getirilmiştir.

KAYNAKLAR - Bernard Tschumi (1996) Architecture and Disjunction. London, New York: The MIT Press. -Cino Zucchi (2012) “Sharing Forms, Urbanity as Emulation and Habit”,

AÇIK TASARIM

Von Busch, açık tasarım tartışmasını kullanıcı katılımlı tasarım ve kullanıcı odaklı tasarım gibi kavramlarla ele alır. Açık tasarım, kullanıcının tasarım sürecine etkin bir biçimde dahil olmasını ifade eder. Bunun için tasarımcılar, disiplinlerarası araştırmalar yaparak kullanıcıların gereksinimlerini belirlemeye çalışır. Diğer yandan mimarlık alanında son dönemde üretilen, içerisinde kayak pistleri ve Venedik’tekilere benzer su kanalları olan lüks konut projelerine bakınca, söz konusu araştırmaların gerçek kullanıcı gereksinimlerini ne kadar yansıttığı tartışılabilir. Konut tasarımına artı değer katmak üzere yapılan bu projelerin birçoğu, arz ve talep söylemleriyle açıklanamaz. Tam da bu noktada Von Busch’un, “Kullanıcılarımızı daha fazla dikkate aldığımız ve en nihayetinde ‘kullanılanlara’ dönüşmedikleri süreçler nasıl yaratılabilir?” sorusu üzerine yeniden düşünmek gerekir.8 Von Busch, yeni bir bakış açısı geliştirmenin, bilimde olduğu gibi, tasarımda da devrim yaratabileceğini belirtmiştir. Bilimde devrim niteliğinde bir yenilik yapmanın yolu, yeni sorular sormaktan, deneyler yapmaktan, detayları keşfetmekten ve insanı yeniden konumlandırmaktan geçer. Tasarımda da benzer bir devrim yaşandığını savunan Von Busch, bu devrimi egosantrik bakış açısının değişmesine bağlı olarak

Buradan, Von Busch’un bilimi ve tasarımı birlikte ele aldığı yazılarında ikisi arasında analojik bir ilişki kurmasının nedeni anlaşılır. Bilimin temelini gerçekçilik oluşturur. Von Busch, tasarımın temelinde de bir gerçekçilik arayışının olması gerektiğini düşünür. Bununla birlikte mimarlık alanında ütopik bir bakış açısıyla tasarlanmış olan birçok projenin çığır açtığı bilinir. Bu projelerin gerçekçiliği tartışılabilir, ancak ritualistik yaşam biçimine meydan okuyan eleştirel bir anlayışla tasarlandıkları ortadadır. Bu anlayış, tıpkı bilimde olduğu gibi, mimarlıkta da yenilik yapmayı, yeni sorular sormayı, deneyler yapmayı, detayları keşfetmeyi ve insanı yeniden konumlandırmayı sağlar. Zaten açık tasarımın esası da “insanı yeniden konumlandırmak”tır.

Common Ground, A Critical Reader 13. Venedik Mimarlık Bienali, 113119. Editör: David Chipperfield, Kieran Long, Shumi Bose. Venedik: Marsilio. -Jean Baudrillard ve Jean Nouvel (2011) Tekil Nesneler, Mimarlık ve Felsefe. Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç. İstanbul: YEM Yayın. -Michael Hays (1984) “Critical Architecture: Between Culture and Form”, Perspecta, 14-29. -Otto von Busch (2015) Tasarlanacak Ne Kaldı? Sosyal Tasarım Üzerine Acil Sorular. Editör: Hülya Ertaş. İstanbul: Puna Yayın. NOTLAR 1 Otto von Busch (2015) Tasarlanacak Ne Kaldı? Sosyal Tasarım Üzerine Acil Sorular. Editör: Hülya Ertaş. İstanbul: Puna Yayın. 2 Anthony Dunne ve Fiona Raby’nin eleştirel tasarımı tartıştıkları “Critical Design FAQ” (2014) isimli yazı için adrese bakılabilir: http://

OTTO VON BUSCH’UN YAZILARI ÜZERİNE

www.dunneandraby.co.uk/content/bydandr/13/0

Burada mimarlık ile ilişkilendirilerek kısaca ele alınan Otto von Busch’un yazıları, mimarlık dahil birçok tasarım alanı için hem tasarımcılara hem de kullanıcılara farklı bir perspektif sunuyor. Sosyal tasarım kavramı etrafında toplanan ve eleştirel, sürdürülebilir, provotip, eşitlikçi, orijinal, açık tasarım gibi başka kavramların da tartışmaya açıldığı bu yazılar, yalnızca teoride değil pratikte de dikkate alınmalı. Von Busch’un önerdiği gibi, tasarımcılar ve kullanıcılar işbirliği içinde olmalı; bu işbirliği, tasarım ürününün sosyal yönünü

3 Von Busch (2015): 58.

EKİM 2016 - XXI 42

EX LIBRIS

geliştirmek üzere yapılmalı. Aksi halde “Ben yaptım oldu.”nun ötesine geçebilecek şeyler söylemek mümkün olmaz. Halbuki tasarımda bundan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Özellikle de Türkiye’deki tasarım ortamında.

ınstant cıty, archıgram, 1969

4 Preben Mogensen’in provotip kavramını tartıştığı Towards a Provotyping Approach in Systems Development (1992) isimli yazısı için adrese bakılabilir: http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=1 0.1.1.84.7346&rep=rep1&type=pdf 5 Von Busch (2015): 13. 6 Paul Valéry (1942): “Başka hiçbir şeye benzemeyen bir şey yoktur.” Aktaran: Zucchi, 2012. 7 Von Busch (2015): 43. 8 Von Busch (2015): 115.



EKİM 2016 - XXI 44

ADVERTORYAL

pencereler

Mimaride Lamine Cam Teknolojisi ŞİŞECAM DÜZCAM'IN EMNİYET VE GÜVENLİK CAMI OLAN ŞİŞECAM LAMİNE CAM, KULLANILDIĞI MEKANLARDA KIRILMA NEDENIYLE ORTAYA ÇIKABILECEK TEHLIKELERIN ÖNÜNE GEÇIYOR.

demirli düzcamı kullanılarak üretilen lamine camıdır. Daha şeffaf bir görüntüye sahip olduğu için arkasından sergilenen objeleri gerçek renklerinde gösterir. LAMINE CAMLARIN AVANTAJLARI

Cam kırılgan bir malzemedir ve düzcamın darbelere dayanımı düşüktür. Cam kalınlığının artırılması ile camın darbelere karşı dayanımı artar, ancak cam kırılmasından kaynaklanan yaralanma riskleri giderilemez. Şişecam Lamine Cam, Şişecam Düzcam'ın lamine emniyet ve güvenlik camıdır. Cam kırılmasından kaynaklanan riskleri, kırılma halinde parçaları yerinde tutarak en aza indirger.

* İnsanların cama çarpması sonucu oluşan kazalarda yaralanma riskini en aza indirger.

RENK ALTERNATIFLERI

* Eşyaların ve kumaşların renklerinin solma nedeni olan ultraviyole (UV) ışınlarının geçişini %97-99 oranında engeller.

Şişecam Lamine Cam, mavi, yeşil, füme, bronz, turkuaz ve koyu füme renkli camlarla üretilebilir ve dekorasyonda farklı seçenekler sunar. Mahremiyet söz konusu olduğunda ise; Şişecam Lamine Cam Opak ve Şişecam Lamine Cam Buzlu ürünleri gün ışığından ödün vermeden gizliliği ve güvenliği sağlar. Şişecam Ultra Clear Lamine Cam, Şişecam Düzcam'ın, düşük

* Dışarıdan gelebilecek darbelere karşı güvenlik sağlar. Taş ve sopa gibi araçlarla yapılan saldırı ve hırsızlık girişimlerinde içeri girişleri önler/geciktirir. * Ses yalıtımına katkıda bulunur.

* Isıcam ünitelerinde kullanılarak emniyet ve güvenliğin yanı sıra ısı yalıtımı da sağlar. * Low-E kaplamalı lamine camlar etkin ısı kontrolü sağlar.


ADVERTORYAL

baş üstü camları

vitrinler

45 XXI - EKİM 2016

ara bölmeler

okullar

LAMINE CAMLARIN KULLANIM ALANLARI

Güvenlik camları ile ilgili uygulama kuralları; “TS 13433 Cam - Yapılarda Kullanılan - İnsan Çarpmasıyla İlgili Güvenlik İçin Uygulama Kuralları” standardında yer alır. Bu standartta belirtildiği üzere özellikle cam kırılmasının tehlike arz ettiği; * Yerden 80 cm'e kadar olan camlamalarda, * Yerden tavana kadar kesintisiz devam eden camlamalarda, * Doğramalı cam kapılarda ve cam kapıların yan doğramaları içindeki camlamalarda, * Baş üstü camlamalarında, Güvenlik için Şişecam Lamine Cam kullanımı uygun bir çözümdür.

korkuluklar


EKİM 2016 - XXI 46

GÖÇ KRİZİ

Sınır-aşırı Kentsellik Göç hem ekonomi-politik stratejileri etkilemiş hem de kent mekanını dönüştürmüş bir paradigma olarak uzun zamandır varlığını koruyor. Sınırla tanımlanmış düzenlemelerin yer gösterdiği, isim verdiği göç özneleri de, kentin varlığının görünmez gücünü oluşturuyor ve iç krizlerinin ortağı oluyor. Ancak son yıllarda deneyimlediğimiz ve farklı mekanları aynı zamanda etkisi altına alan büyük nüfus hareketleri, göç kavramını yeniden sorgulamamızı zorunlu kılıyor. Artık bugün sınırdan bağımsızlaşarak, onu aşarak ve sınırın beraberinde getirdiği ulus ve vatandaşlıkla işaretlenen tanımların ötesine geçerek yeni bir göç paradigması üretilmesi şart. Bu bağlamda mimarlık ve kentsel tasarım alanlarında göçmen, sığınmacı, mülteci adlandırmalarının birbirinin içine geçerek adalet, eşitlik, yaşama, barınma ve kent hakkının da dahil olduğu bir tartışma başlatılmalı. Bu hareketlilikle eşzamanlı olarak kendi başkalaşmalarını yaşayan kentlerin, yeniden bir arada yaşama mekanlarına dönüşmesi ise ancak göçü toplumsal olarak benimsediğinde mümkün olacak gibi görünüyor. Yine de bunun için tüm disiplinlerin üstlenebileceği roller yok değil. Göç krizini ve dönüştürücü gücünü, mimarlık ve kent planlamasının bu krizde pozisyonunu nasıl belirleyebileceğini Ezgi Tuncer Gürkaş, Fırat Genç, Merve Bedir ve Pınar Uyan Semerci ile konuştuk. Hazırlayan: Dirim Dinçer ve Hülya Ertaş


Hülya Ertaş: Küresel iklim değişikliği, eşitsizlik, politik istikrarsızlık, özetle neoliberalizm dediğimiz sistemin sonucu olarak bugünkü büyük nüfus hareketlerini deneyimliyoruz. Bu tarz nüfus hareketleri tarihte ilk değil ama bu kapsamda ve de aynı anda farklı coğrafyalarda gerçekleşmesi açısından belki ilk ve bir yandan da daha başlangıç. Bu bağlamda aslında hareketlerin sınır kavramını nasıl etkilediğini konuşarak başlayabiliriz. Özünde yüksek beklentilerle, yeni bir milenyum hayaliyle 21. yüzyıla başladık. Küreselleşecektik, sınırlar ortadan kalkacaktı, vs. derken şu anda tam tersine içe kapanmaya doğru mu gidiyoruz? Bunu adlandırma biçimimiz de öte yandan ilginç, mülteci krizi diyoruz, iltica krizi değil. Eylemin kendisi değil de sanki krizi insanlar yaratıyormuş gibi.

47 XXI - EKİM 2016

Devletler arası olan sınırdan söz edeceksek şu an sınır dediğimiz şeyin belki de en güçlü, en şiddetli ya da en insan dışı şekliyle var olduğunu da görüyoruz. O sınırları geçmek için yaşamları pahasına yolculuk eden insanlara şahitlik ediyoruz. Ve bu 2016 yılında oluyor. Öte yandan, sınırları aynı biçimde inşa

Fırat Genç: Hangi kavramları kullanmayı seçtiğimizin elbette bir anlamı var; gündelik hayat içinde mülteci dediğimizde ne anlıyoruz, göçmen dediğimizde ne anlıyoruz, örneğin. Bunların anlamlarının gündelik hayat içerisinde sürekli oynuyor olması kavramların, kelimelerin üzerine bir mücadelenin sürmesiyle ilgili. Dolayısıyla devletlerin ve bu kavramların içeriğinin nasıl doldurulacağıyla ilgili sürekli devam eden müdahalelerin de payı var bunda. Hülya’nın başladığı nokta isabetli, bu bir bilmece esasında. Küreselleşme söyleminin bu kadar arttığı, bilginin, malların vs. akışlarından bahsedildiği, sınırsızlığın arttığının iddia edildiği bir dünyada, sınırlar daha katılaşıyor ve birilerinin hareketi daha fazla engellenmeye çalışılıyor. Bunun tabi ekonomi - politik zemini var. Çok yazıldı, çizildi; 1960’ların 1970’lerin Batı Avrupa’sında mülteciliğin algılanma biçimiyle bugün arasında paradigmatik bir fark var, Kıta Avrupa’sına hakim olan kale metaforuyla anlaşıldığı gibi. Kısaca söylersem, o dönem için daha kalkınmacı ekonomik söylem içerisinde, göçmene her şeyden öte ihtiyaç duyuluyordu. Tek

GÖÇ KRİZİ

Pınar Uyan Semerci: Sınır, üzerine çok düşündüğümüz bir kavram. Siyaset bilimciler olarak ülke, devlet sınırları ve bunun meşruiyetine dair tartışmalar çalışma alanımız içinde. Sınırlar bir yandan yükselip, kalınlaşırken, bir yandan da aşılıyor, deliniyor, yeniden çiziliyor ya da anlamını yitiriyor. Meslektaşım Emre Erdoğan ile yakın zamanda kaleme aldığımız bir makalede gerçeklerin değiştiğini ama hala egemen olan realist paradigmanın bu değişen gerçekleri görmediğini, dünyanın yeni gerçeklerini görmeyen bir analiz yapmaya devam ettiğini söylüyoruz. “Bilgi”, “haber”, “ürün” ya da “kapital” kurduğumuz sınırları aşıyor. Ancak aynı zamanda devletler göç hareketlerini güvenlik paradigması içinden okumaya devam ediyorlar ve buna bağlı olarak sınırların güçlendirilmesi sürüyor. Şu an Antep’te sınıra duvar örülüyor örneğin. Hala sınırların geçerli olduğu da bir gerçek. Yeni bir gerçeklik gelişirken ötekinden vazgeçilmiyor. Aynı anda birçok farklı varoluşun olduğu bir dünyanın içindeyiz. Ulus-aşırılık (transnationalism) kavramı bu bağlamda örneğin anlam kazanıyor. Göç sadece bir yerden bir yere gitmenin çok ötesinde farklı şekillerde gerçekleşebiliyor. Çifte vatandaşlık, sürekli hareket halinde olmak gibi çok farklı şekillerde gözlemlenebiliyor.

etmeye çalışsak da eskisi gibi ulus devletin ya da devlet sisteminin tek başına yetemediği bir dünya gerçeğindeyiz, başlarken söylediğiniz çevre sorunları da bunun en güçlü göstergesi. Ne kadar büyük bir sınır duvarı çizseniz de iklim değişikliğinin sonuçları sınır tanımıyor. O yüzden gerçekliğin değişimiyle, biz insanlığın ona uyum sağlaması ve bir şekilde geliştirdiğimiz araçları, algıları değiştirmek aynı anda olmuyor. Bir de tüm bu resmin içinde güvenlik ve korku o kadar güçlü bir biçimde var ki... Huzursuzluk ve bunun farklı şekilde kullanılma biçimleri, “ötekileştirme” ve buna bağlı olarak “ötekileştiren” bir dilin tekrar üretilmesi... Göçmenler bu süreçten en doğrudan etkilenenler. Gerektiğinde, bildiğimiz politik söylemler göçmenler üzerinden tekrar üretiliyor. Mülteci, sığınmacı ya da şu an Türkiye’deki Suriyeliler için kullanılan “geçici koruma statüsü” gibi. Oysa en son Birleşmiş Milletler’de yapılan bir toplantıda da çocukların ifade ettiği üzere: “Biz çocuğuz, mülteci ya da göçmen değil, çocuğuz.” Çocukların mülteci ya da göçmen değil, çocuk olarak görülmesi gerek. Bu çerçevede mültecilerin haklarını insan hakkı olarak görmek gerek. İşte belki tam da bu, sınırların ne kadar yapay olduğunu bize gösterecek, bunların bizler tarafından, insanlar tarafından inşa edilmiş olduğunu hatırlatacak ve o yüzden de yeniden düşünebilir, inşa edilebilir olduğunu ortaya koyacak.


sınır bekçisi pozisyonunda. Misal, Erdoğan ve Merkel arasındaki pazarlıklarla birlikte sınır birdenbire yeniden yükseliveriyor. Türkiye ilk başta pek ılımlı davranmadı ve bir süre Suriye sınırı çok sıkı bir şekilde hissedildi ama sonra gerekli anlaşmalar yapıldı ve insanlara sınır kapıları açıldı, insanlar geçtiler ve yeni bir sınıra ya da sularda tekrar takıldılar. Sadece kara sınırlarından değil, sulardan da bahsetmek gerek. Sulardaki ölüm haberlerine bugün bile hala rastlıyoruz. En ilginç şeylerden biri de Avrupa’ya geçiş yapanların sürekli daha da batıya gitme isteği. Fransa’nın Calais Mülteci Kampı’nda, Manş Denizi’ni tünelle, deniz yoluyla geçerek, göçmenlerden belki de en çok korkan ülke olan İngiltere'ye gitmeye çalışıyorlar. Başladığımız yere dönecek olursak sınır, ulus devlet olduğu sürece hiçbir zaman önemini kaybetmeyecek, o oldukça olacak. Çünkü ulus devlet için sınır, bir namus meselesi. Türkiye sınırında da yazar “sınır namustur” diye. Yani egemen iktidar için sınır, kendi yasasını, hakimiyet alanını çevreleyeceği, iç alanını oluşturacağı ve koruyacağı bir araç aslında. O yüzden de her zaman ihtiyaç duyulacak. Çünkü dışarıdakini belirlemek, düşmana karar vermek ve onu belirlemek istiyor. Hülya Ertaş: Ulusu bir arada tutmak için başvurduğu araçlardan biri sınır.

EKİM 2016 - XXI 48

GÖÇ KRİZİ

“Sınır, sürekli gelip giden, gevşeyip sıkılaşan, sürekli pazarlıkların döndüğü, bazen delikli hale gelen bazen birdenbire katılaşan bir durum.”ezgi tuncer gürkaş neden bu değil, ama göçmenlerin algılanma biçimine doğrudan etki eden hem gündelik hayat içerisinde hem de devletler, göçmen alanını düzenleme yetkisine ve gücüne sahip kurumlar düzeyinde böyle bir temel farklılık vardı. Dolayısıyla 1980 öncesi dünyasında mülteciliğin anlamlandırılma biçimiyle bugünkü bambaşka. Her şeyden önce kimin mülteciliğe hak sahibi olduğu, kimin sığınma sistemini istismar ettiği üzerine oluşan büyük bir politik kavga, bu kavgaya zemin oluşturan yaygın bir söylem var. Mesela Fransa’daki mahkemelerin Fransız devletine yapılan sığınma başvurularının yüzde kaçını kabul ettiğini, bunların tarihsel olarak nasıl evrildiğini gösteren analizler var. Bu çalışmalardan biliyoruz ki hem örneğin hakimlerin ve savcıların kimlerin “düzenbaz mülteci” kabul edilmesi gerektiğine dair kararlarının sayısı artıyor hem de bu türden bir kandırılma kaygısı, kurumlar eliyle sistematik biçimde inşa ediliyor. Kısacası, kavramsallaştırma meselesinin kendisi politik bir mücadele konusu, dolayısıyla neye kriz deyip demediğimiz de. Ezgi Tuncer Gürkaş: Sınırın sabit olmadığını hepimiz görüyoruz. Sınır dendiğinde, özellikle mimarlar olarak, hep bir materyal ya da mekan geliyor aklımıza: Sınır, duvar ya da tel örgüdür. Ama sınır, ne o haritada görünen çizgi ne de gördüğümüz duvarın kendisi. Sınır, sürekli gelip giden, gevşeyip sıkılaşan, sürekli pazarlıkların döndüğü, bazen delikli hale gelen bazen birdenbire katılaşan bir durum aslında. Hatta coğrafyadan coğrafyaya ya da zamana göre değişiyor. Suriye’deki savaşın sonrasında büyük bir göç, savaş krizi yaşandı ve hala yaşanıyor, insanlar bir şekilde yerlerinden edildiler ve can havliyle sınıra vurdular kendilerini. Burada gördük ki, özellikle Güneydoğu sınırında, Mardin eşiğinde çalışma yaptığım için oradan bakışla konuşacağım, sınır bir ölüm makinesi haline geldi. “Sınıra vurmak” diye bir terim kullanılıyor; insanlar akrabalarını ve çocuklarını mayınlı alanlarda kaybederek geldiler. Savaşın üzerine bir de sınırın ve sınır bölgesinin, tampon alanının yarattığı bir şiddet vardı. Hadi bir şekilde onu da geçtiler diyelim, bu sefer de Türkiye içinde başka sınırlara hapsoldular. Yani sınırı bir çizgi olarak düşünmek yerine bölgeselleştirmek ve geniş anlamlı düşünmek gerekiyor. Sonra mülteci kamplarına yerleştirildiler, izinli çıkışların olduğu. Ve insanlar aslında genellikle kentlerin merkezlerine değil de kentlerde görünmeyecek yerlere gönderildiler. Ve oralardan geçenlerin yanı sıra yollarını başka yerlere ilerletenler, İzmir’e ya da İstanbul’a gidenler oldu. Bunlar hepimizin duyduğu hikayeler. Ve görüyoruz ki Türkiye’den çıkış çok zor oluyor ya da çıkanlar başka bir yerde takılıyor, sabitleniyorlar. Yani Türkiye, Didem Danış’ın tanımıyla Avrupa’nın sınır bekçisi, Euro bölgesinin, yani din ve ekonomi birliğinin

Ezgi Tuncer Gürkaş: Evet, onun için kimin tehlikeli, kimin dışarıda olduğunu net bir şekilde çizmek istiyor. Ama benim de argümanım, sınırın net bir alan olamadığı, her zaman için egemen iktidarın isteyerek ve bilerek istisna halinde koyduğu grupları ya da istisna halinde belirlediği kümeleri, ‘iç’ ve ‘dış’ arasında bıraktığı ve o salınma halinde tutarak hükmettiği, tahakküm altında bıraktığı bir alan haline getirdiği. Sınır belirgin, net bir alan değil. Fırat Genç: Son beş sene içerisinde Türkiye’de örneğin batı sınırının nereden geçtiği belirsiz hale geldi, her zaman denizden geçmiyor. Son Türkiye-AB anlaşmasından sonra, batı sınırı yani deniz sınırı geçişlere büyük ölçüde tekrar kapatıldıktan sonra sınırın belki de deniz kasabalarına çıkan anayollar üzerinde olduğu söylenebilir çünkü esas kontrol noktaları orada, orada durduruluyor göçmenler. O sınır da sürekli, kendi içinde yer değiştiriyor. Merve Bedir: Sınırla ilgili vurgulamak istediğim en önemli şey, onun bir enstrüman olması. Devlet dediğimiz şey sürekli dönüşüyor. Ulus devlet dediğimiz şey, neoliberal düzenle uyum sağlayabilmek için dönüşüm içinde ve o dönüşme içerisinde bu bağlamda bazı insanlar hareket edebilen, pek çok yerde bulunabilen, hareket etmesi istenen durumdayken bazı insanlar o sınırların içinde ya da dışında hapsoluyor. Sınır, belli bir eşitlik ve eşitsizlik meselesi oluyor, eşit olmayanları ayıran bir şeye dönüşüyor. O bağlamda bazı insanlar istenen, hareket edebilen, beş yerde bulunabilen durumdayken bazı insanlar o sınırların içinde ya da dışında hapsoluyor. Ben bu anlamda sınırı, sürekli dönüşen ulus devletin istediklerini ve istemediklerini ayırdığı bir politik-ekonomik araç olarak değerlendiriyorum. Pınar Uyan Semerci: Eşitsizliği dünya ölçeğinde, bu hareketlilik ve kabul edilebilirlik üzerinden araçsallaştırmak aslında böyle bir şey. Sınırlar duruyor ama bazıları için aşılabilirken bazıları için aşılamaz hale geliyor. Görünmeyen sınırlar da aynı şekilde; kentin içinde kim nereye erişebiliyor, nereye kadar gidilebiliyor? İstanbul’da “deniz görememe hali” sahada, bizim çalışmalarımızda sık gördüğümüz bir durum mesela. Şehir içindeki yolculuğun maddi bir boyutu, eşitsiz bir tarafı var. Bu, kent hakkı çerçevesinde “kimin, hangi haklara erişimi” olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor. Fırat Genç: Bu araçsallık ve seçicilik meselesi, sınırın kimi içerdiği ve kimi dışarıda bıraktığı konusu, bir tarafta küreselleşme ile yukarı doğru çıkan kozmopolit ya da yeni orta sınıflar diğer tarafta göçmenler ikiliği kadar net bir ayrıma dayanmıyor bana kalırsa. Göçmenlerin bazıları, tam da küreselleşme sürecinin gereklilikleri nedeniyle sınırların içine alınıyor. Bu Türkiye’de de böyle, Lübnan’da da, sadece Batı Avrupa ya da Kuzey Amerika’da değil. Çok tipik bir örnek mesela, Ayşe Akalın çalışıyor bu konuyu, göçmen ev işçisi kadınlar. Bu tam da Türkiye ekonomisinin küreselleşmesinin getirdiği bir sonuç; ev içlerindeki işleri üstlenecek olan kadın emeğinin yereldeki ekonomik faktörler tarafından karşılanamamasının sonucu. Bu anlamda ev işçisi kadın göçmenler içeriye alındı.


Pınar Uyan Semerci: Buradakinin karşılamaması, yetmemesi değil de belki oradan gelenin çok daha kalifiye ve benzer bir ücrete çalışabiliyor olması nedeniyle de. Örneğin bir hemşirenin burada evde bakım hizmeti vermek üzere gelebilir olması gibi. Şu yüzden söylüyorum, Türkiye’de hala ev işlerinde çalışmaya devam eden bir işgücü de var..

Merve Bedir: Devlet ve devletsizlik kavramları üzerinden de gidilebilir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya giden Türkiyeli göçmen işçilerin durumuyla buraya gelen bakım işçilerinin ne farkı var, bilmiyorum. İşçiler de vatandaşlık alamadılar; vatandaşlık alanlar, Hollanda’da mesela, o devleti hiçbir zaman kendi devletleri gibi görmediler. Yani ait olduğumuz ya da ait ol(a) madığımız, sahip olduğumuz ya da ol(a)madığımız bir devlet var. Pınar Uyan Semerci: Aslında baştan beri konuştuğumuz şey, mekan mevzusunda da görülebilir, şöyle bir zorluğu içeriyor: Devlet, vatandaş, vatandaş olmayıp dışarıdan gelen mülteci, sığınmacı, göçmen vs. kavramları siyasal bir tartışma olarak yer alıyor. Aslında bu ekonomik boyutla, pazar ve pazarın tüm aktörleri ile de çoğu zaman üst üste binebiliyor. Savaş başka bir katman yaratıyor elbette ama özellikle çalışma yaşamı üzerinden ya da eğitim üzerinden hareketlilik, işin ekonomi boyutuyla çok örtüşüyor. Sınırlar sadece ülkeler arasında yok, düşünce biçimlerimiz de sınırlarla ayrılıyor. Ekonomi ve siyaseti birbirinden güçlü sınırlarla ayırma da böyle bir durum. Ayrıca siyasal, sosyal ve ekonomik hakları olan vatandaş kurgusunun insan haklarının evrenselliği ile olan çelişkisi ortada. Ülkeler, her biri nispeten farklı şekillerde kendi vatandaşları için sosyal politika kotarmaya çalışıyorlar ve Türkiye’de de gördüğümüz gibi argüman şuna dönüyor: Kendi vatandaşımıza bile bunu yapamazken ona nasıl yapalım? Yapamamanın meşruluk zeminini kurmaya başlıyoruz. Neden insanları belli şekillerde, bunun türü vatandaşlık olabilir, belli bir grup olabilir, sınıflıyoruz? Bu bağlamda Arendt’in “insanların haklarının olması hakkı” kavramını düşünmek çok önemli. Baumann da korkudan söz ederek 2006 tarihli kitabında “belirsizlikler çağı”nda olduğumuzu söylüyor ve bu belirsizlik, en başta konuştuğumuz sınırları gerektiğinde o kadar güçlü kurmayı sağlayan bir araç esasında. Çünkü o korku belki şu an en çok hissedilen ve belki de hepimizin üzerinde ciddi ciddi düşünmesi gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar gelecekleriyle, şu anlarıyla ilgili sürekli korku, endişe duyuyorlar. O zaman da kendinden farklı olana dair bir düşünce geliştirmeden önce, sanki bu kadar zaman insanlık hiç gelişmemiş gibi, içgüdüsel bir şekilde sınırları tekrar çiziyorlar. Yani her birimiz, evlerin duvarlarını tekrar daha güçlü inşa ediyoruz, evin duvarından mahallenin

“Kavramsallaştırma meselesinin kendisi politik bir mücadele konusu, dolayısıyla neye kriz deyip demediğimiz de.”fırat genç duvarına ya da sitenin duvarına, oradan şehrin duvarına, şehirden de ülkenin duvarına bunları daha yükseğe çekebiliyoruz. Çünkü orada öncelikli olan o; evini ya da en yakın olarak tariflediğini, “aileni” korumaya çalışıyorsun. Ezgi Tuncer Gürkaş: Wendy Brown, “Devletlerin egemenlikleri zayıfladıkça sınırlar yükselir” diyor bu konuda. Sınırlar yönetmek için birer araç ve aynı zamanda bir gösteri üretiyor. Yani devletler onu araçsallaştırıyorlar ve gösteri için kullanıyorlar. Pınar Uyan Semerci: Aslında onun olmasını sağlayan şey, sitenin güvenliğinin olmasının kabul edilebilirliğiyle ya da kendi evine kurduğun güvenlik ağıyla ilgili. Her biri birbirini daha kabul edilebilir, meşru kılıyor. Ezgi Tuncer Gürkaş: Devlet aklı onu da yapıyor. Tam olarak yönetim akılsallığı (governmentality) dediğimiz şey, bizim korkmamızı isteyen ve korkmamızı sağlayan şey: bir yönetim stratejisi. İnsanları bu şekilde sopa göstererek korkutabiliyorlarsa ve biz korku yüzünden duvarlar örmeye devam ediyorsak, amaçlarına ulaşmış oluyorlar. Bence, bir yönetim stratejisi bu. Fırat Genç: Göçmenler çerçevesinde belirsizlikten bahsettiğimizde iki ayrı düzlemden konuşuyoruz. Biri, bütün bu sınırları yükseltme güdüsünü yaratan kaygıların neden olduğu belirsizlik, orada da evet devletler, düzenleyici kurumlar yapıyor bunu ama esasında vatandaşlarının da katkısıyla, arzusu ve talebiyle yapıyor, yani Batı Avrupa’daki nüfusların da günlük hayatlarında giderek daha fazla duydukları belirsizlik hissinin yarattığı bir taleple. Aşırı sağın güçlenmesi tesadüf değil. Belirsizlik meselesini sadece bir iktidar aklı olarak düşünmemek gerektiği kanısındayım. O talep de edilen, arzulanan bir şey, gücü de belki oradan geliyor. Ama bir de bir iktidar aklı var ve özellikle de göçmen nüfusun hareketliliğinin kontrolüne, düzenlemelerine dönük yarattığı kasti bir belirsizlik var. Bu tam da göç rejimlerine, ülkelerin göçmenliği idare etme mekanizmalarına içkin bir belirsizlik; tesadüfi ya da arızi değil. Bu durum yetersiz kanuni düzenlemelerden, idari mekanizmalardan kaynaklanmıyor. Göçmenlerin bir kısmının hareketliliğini görece kolaylaştırmak, bir kısmınınkini zorlaştırmak, arada sürekli dengesizlikler yaratmak, onların zaten ülke içindeki ya da ülkeler arasındaki hareketlerini kontrol etmenin içkin bir biçimi ve bana kalırsa kilit kavramlardan bir tanesi de bu.

49 XXI - EKİM 2016

Ezgi Tuncer Gürkaş: Küreselleşmemiş hiç kimse, hiçbir coğrafya kalmadı ama oradaki ayrımın netliği şurada bence: Birinde küreselleşmeye isteyerek katılıyor kişi, diğerinde zorla katılım, sürüklenme ve kendini o akışın içinde bulma var. “Mülteci” yerine “savaş mağduru” demeyi tercih ediyorum, onlar tam da böyle bir durumun içinde.

GÖÇ KRİZİ

Fırat Genç: Muhtemelen pek çok çapraşık dinamiği var. Mevcuttaki, Türkiye’deki kültürel ortamın kadınların yatılı olarak çalışmasını mümkün kılmaması da bu alanda çalışılmamasının sebebi olabilir. Söylemeye çalıştığım küreselleşme net bir şekilde ikiye ayırmıyor, çok daha karmaşık ilişkiler üretiyor. Aynı şey inşaat işçileri için de, Lübnan ya da Dubai’deki ünlü projelerde çalışan, Arap ülkelerinden, Afrika ülkelerinden gelen insanlar için de geçerli. Bunlar da esasen küreselleşmenin içeriye aldığı nüfuslar ama nasıl içeriye aldığı meselesi elbette ki fark ediyor. Devletlerin ya da düzenleyici kurumların onları içeriye alma biçimleri, yöntemleri çok önemli. Burada belirsizlik, müphemlik meselesine gelmek gerekir. İçeriye alıyor ama darmaduman ederek alıyor amiyane tabirle. Göçmen kadınlar, bir şekilde Doğu Avrupa, eski Sovyet ülkelerinden gelenler, Türkiye’de çalışıyorlar ama bunların girişi, net bir kararla olmadığı gibi kolay da olmadı. “Bizim artık ihtiyacımız var, göçmen kadınları alıyoruz, açıyoruz kapıları” denmedi. O düzenlemelerin yapılış biçimi, göçmen kadınların ekonomik güçlerini, politik kapasitelerini, sosyal konumlarını sürekli olarak güçsüzleştirmek üzere de çalışıyor. Dediğim gibi, küresel gezenler ile göçmenler şeklinde net bir ayrım söz konusu değil.


Bu literatürü düşündüğümde, göçmen karşıtlığının neden olduğunu anlamaya çalışan daha çok Batı Avrupa’da, Hollanda, İngiltere, Fransa ya da Amerika’da üretilmiş teoriler var. Göçmenlerle yerleşikler arasındaki temas iki şekilde işliyor: Sadece uzaktan, örneğin kalabalık bir halde bir parkta görüyorsunuz ve karşıt oluyorsunuz; bir de yakın temasla birini tanıyorsunuz ve o sizin arkadaşınız oluyor, o zaman da tam tersi, olumlu davranış şekli gelişebiliyor. Ama burada da net, her zaman tutarlı bir ilişki görünemiyor. Mesela eğitim bunun bir göstergesi oluyor ama eğitimin içeriği çok fark ediyor. Oldukça liberal eğitim veren bir ülkeden bahsediyorsak, eğitim göçmen karşıtlığını azaltan bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Ama eğitim dışlayıcı ise, eğitim size sadece belli bir grubun ya da devletin, ulus devletin politikalarını güçlendirici bir unsuruysa başka türlü oluyor. Medya da benzer şekilde, egemen dilin nasıl kurulduğuna göre değişiyor. Gerçekten de, yönetim zihniyeti bunu tabi ki üretiyor ama aslında oradaki çizgi, toplum ve devlet arasındaki birbirini doğurma, üretme ilişkileriyle belirleniyor. Hepimizin nasıl bir süreçten geçtiği, sosyalleşmeye, farklı deneyimlere ne kadar açık olduğumuz, nasıl bir eğitim aldığımızla ilgili. Tüm bunlar bu göçmen karşıtlığını, bizden olmayana, bizden farklı olana nasıl davrandığımızı etkiliyor.

EKİM 2016 - XXI 50

GÖÇ KRİZİ

“Kendimizi geleneksel mimarlık ve mimar tanımından kurtarmamız, bu düşünceden sıyrılmamız, bunların dışına çıkmamız gerekiyor.”merve bedir Dirim Dinçer: Devletin yaptığı düzenlemeler ve içeriye almanın yöntemleri, iş hareketliliği üzerinden kente geçebiliriz belki. Ekonomik sebeple içeri alınan göçmenlerin, yaşam koşulları ve kente dahil olma biçimleri de kontrol ediliyor. Mesela Singapur örneği gibi, zorunlu geçici işçileri ekonomiye dahil ediyorlar, ancak kent içi hareketlerini müthiş kısıtlayıp kampüs gibi mekanlar yaratarak, çalışma saatleri, izin günleri gibi düzenlemelere başvurarak kamusal alanları kullanmalarının bile yönetildiği bir yaşam formu dayatıyorlar. En fazla iki yıl kalabildikleri, ev kiralayamadıkları, yurtta yaşamak durumunda kaldıklar vs. gibi koşullar içindeler. Yer gösterme düzenlemelerine tabi tutuluyorlar. Ama yine de kentlinin kullanmadığı parkları, zorunlu geçici göçmen işçiler kullanıyorlar ve kamusal bir alanın dönüşümünü ve kullanıcısını değiştiriyorlar. Ve bundan, yani kent içi mekan kullanımlarından en çok rahatsız olanlar, bunu istemeyenler de Singapurlular ki aslen kendileri de yaklaşık 50 sene önce göçerek orayı var etmiş bir topluluk. Bu tavır da kent arayüzünde bir arada olmamaya, ötekileştirmenin mekansallaşmasına sebep oluyor. Bu belirlenmiş politikalar kent kullanımını da dönüştürüyor ve çok yerde de etkileri çeşitlenerek görülebiliyor. Fırat Genç: Bu belirli bir yönelimi işaret etse de Singapur, Dubai gibi kentler, aşırı kontrolcü, göçmen nüfusunun hakikaten neredeyse hapsedildiği yerler. Belki Türkiye ya da Batı Avrupa için bunu söylemek zor. Merve Bedir: Almanya’daki Amazon’un paketleme ve kargo kampüslerini düşünüyorum da, bu hikayede Singapur’la farkını göremiyorum. O yüzden mesele coğrafyayla sınırlı değil bence. Pınar Uyan Semerci: Belki yasal düzenlemeler daha net olabilir ama mekansal ayrımın yazılı olması da gerekmiyor. Sadece sınır ötesi göç değil, iç göç açısından baktığımızda da bazı yerlerde yoğunlaşmanın olması, bazı mahallelerde kendini güvende hissetmek, onun dışına çıkmaktan tedirgin olmak, belli yerlerin kullanılması bu ayrımcılığın sonuçları. Bu bir şekilde içselleştiriliyor ve bunu kırmaya çalışmak önemli bir mesele gibi geliyor bana. O mahallenin dışına çıkmaktan çekinme hali, var olan bir gerçeklik; onun ötesine çıkmak güvensizlik alanına girmek çünkü. Bu tarz mahallelerin, İstanbul’da bile, o hemşerilik kavramının yeniden üretildiği mekanlar olabildiğini görüyoruz. Bu dilin farklı hallerinin, televizyon dizilerinden tutun günlük hayat pratiklerimize tekerrür ettiğini görüyoruz.

Hülya Ertaş: Şimdiye kadar şehirdeki mekansal ayrıştırma, daha çok ekonomik eşitsizlik üzerinden konuşuluyordu, şimdi bu okumaya bir katman daha eklenmiş gibi. Fırat Genç: Suriyelilerin gelişiyle kentsel mekanın neye evrileceği sorusuna doyurucu bir yanıt vermek için sürecin çok başındayız. Beş sene oldu ama hareketliliğin bu kadar yoğun bir şekilde devam ediyor olmasının da etkisi var. Elbette Türkiye’de uluslararası göç Suriyeliler ile başlamadı, öncesinde bir on sene var, orada az çok işaretlerini görüyoruz. İstanbul için söylüyorum ama diğer kentler için de geçerli olabilir: Kentsel ayrışmanın bu denli kuvvetli olduğu bir kentsel mekanda, bu kadar büyük bir göçmen nüfusun eklenmesinin bu dinamiği güçlendireceği, iki kere iki dört düzeyinde bir kesinlik. Ama bunun ne şekillerde biçimlendiğini her bir yer için ayrı gözlemlemek ve analiz etmek lazım ki karşıtında ne türden politik hatlar oluşturulacağına dair bir kavrayış geliştirebilelim. Muhtemelen kent merkezindeki mahallelerdeki süreç ile kentin çeperlerine yerleşen göçmenlerin karşılaşacağı ayrışma bambaşka olacak. Örneğin, bugün Suriyelilerden sonra Taksim Meydanı başka bir meydan, çok daha büyük dinamikler üst üste geldiği için elbette ama ortasında da Suriyeliler yer alıyor. Tarlabaşı başka bir Tarlabaşı olurken, Kumkapı zaten değişiyordu ama giderek daha da değişirken, Küçükçekmece ve daha ilerisindeki mahalleler bambaşka bir süreç izliyor. Yarımburgaz mahallesinde bundan on sene önce belki çok küçük bir Kürt nüfus dışında kimse yaşamıyordu, kentin eşiğiydi artık. Bugün orada, büyük Suriyeli mahalleleri oluşuyor. Benzer şekilde Ümraniye, Sultanbeyli, Okmeydanı gibi bir önceki kuşağın kent içinde kalmış gecekondu mahallelerinde de bir Suriyeli nüfus oluşuyor ve bunların yaratacağı mekansal sonuçları ayrı değerlendirmek gerekiyor. Diğer yandan elimizde üzerinden tahmin yürütebileceğimiz deneyimler var: Türkiye, bu nitelikte bir göçü daha önce Kürtlerle yaşadı. Birebir aynı değildi, çok farklı nedenleri vardı elbette ama yüzeysel anlamda, hem kitleselliği hem de göç eden nüfusun kente fırlatılma biçimleri açısından benzerlikler var. Aynı ülkenin vatandaşı olmak, kısmen dilsel ortaklık, dinsel ortaklık gibi nitelikleriyle Kürtlerin göçleri Suriyelilerinkinden çok farklı ama aynı şekilde hemşerilik gibi bağlardan yoksun olarak fırlatılmış bir topluluktan bahsediyoruz. 1980-90’larda İstanbul’un yaşadığı, kentsel yoksulluğun önceki on yıllara nazaran nitelik değiştirmesi fenomenini, çok daha pekiştirilmiş halde, Suriyeliler ile yaşama ihtimalimiz çok kuvvetli. Başka kentlerde de bu beklenebilir, İzmir’de de bunun işaretleri var örneğin. Pınar Uyan Semerci: Bunların hepsinin sınıfsal, ekonomik üst üste binme hali var. Kalkınma Kooperatifi’nin de raporunun başlığı olarak koyduğu üzere “yoksullar arası rekabet” oluşuyor. Bu, o kadar büyük bir çatışma kaynağı ki zaten çok düşük ücretlere çalışılan bir alanda ya da tamamen denetimsiz ama yasak olan çocuk işçiliğinde böyle bir yoksulluk, çaresizlik içinde kalan bu kadar büyük bir grup, bir diğerinin üzerine eklenmiş oluyor. Dışlanma gibi toplumsal boyutları da var elbette ama ekonomik farklılıkların da altını çizmek gerekiyor. Suriyeliler dediğinizde örneğin, o grubun içindeki çeşitliliği masaya koymak gerekiyor. Bu şekilde bakmadığımızda, doğru olmayan genellemelerle konuşuyor ve detaylarda çok önemli farklılıkları kaçırmış oluyoruz. Ama Türkiye için şunu söylememiz


lazım, bizim zaten çocuk işçiliği gibi bir sorunumuz varken bunun üzerine büyük bir çocuk işçi olma potansiyeli taşıyan bir grup eklenmiş oldu. İstanbul’da tekstil atölyelerinde yaşları uygun olmadığı halde çalışan göçmen çocuklar var. Bu çocuklar yasadışı çalıştırılıyor. Tabi ki eğitime dahil olmamak bu tarz sömürülere çocukları daha da açık kılıyor.

Hülya Ertaş: Öte yandan ben kendi pratiğimde, gündelik sosyal hayatımda Suriyeliler ile gerçek anlamda karşılaşmıyorum, örneğin Suriyeli mimar tanımıyorum. Bunu neyle açıklamak gerek? Merve Bedir: Bakmıyoruz, bakılmıyoruz, bakışmıyoruz. Soner Çalış’ın sözüdür ve buraya çok iyi uyuyor. Bakışmak için bizim onlara bakmamız ve onların bize bakmaları gerekiyor. Pınar Uyan Semerci: Peki mesela bir mimarla nasıl karşılaşabilirsiniz? Bunu sadece mimari üstünden düşünmeyin; müzisyen, mühendis, doktor ya da öğretmen için de geçerli. Onlara mesleğini icra edecek imkan sağlanmış değil, çünkü yasal düzenleme çok yeni çıkmış durumda ama onun da belli birtakım kuralları var, zaten çoğunluğun diplomasında ve gerekli evraklarında eksik var. Bizler gibi bunun araştırmasını yaparsanız karşılaşıyorsunuz ama sizler açısından gündelik hayatınızda karşılaşmamış olmanız zaten o alanın onlara açık kılınmamasıyla ilgili. Ve mekansal olarak da belki İstiklal Caddesi’nde elbette karşılaşıyorsunuzdur, ama o karşılaştığınızın Suriyeli olduğunu düşünmemek de bir önyargınız olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Fırat Genç: Şehir mekanı üzerindeki gündelik karşılaşmaların azalmasının bir tarihselliği var. İstanbul’un belki en büyük talihsizliklerinden biri bu olacak: Kentsel mekanda farklı toplumsal gruplar arasındaki karşılaşma imkanlarının son derece hızla, yapısal olarak azalma eğiliminde olduğu bir 10-15 senenin üzerine Suriyeli göçünün gelmiş olması. Çok açık değil mi? Bir tarafta giderek daha başka bir şeye dönüşen Taksim Meydanı var: Ağırlıkla Arapça konuşan nüfusu içeren turizm akımlarının burada birikmesi ve kalıcılaşmasıyla değişimi görünür olan. Bu turizm faaliyetlerinin etrafında Suriyelilerin dahil olduğu yeni bir ekonominin

“Beraber yaşamanın daha rahat olabildiği, farklılıkların bir arada olabildiği bir şey kurgulanabilir mi? Bu noktada mimarlık katkı sunabilir mi?”pınar uyan semerci belirmesi, meydandaki düzenlemenin zaten giderek anlamsız bir hale gelip yerlilerin oradan çekilmeye başlaması ve diğer taraftan Aksaray’ın zaten bir mülteci semtiyken giderek büyüyerek yeni türden bir Taksim’e evrilmeye başlaması… Ve senin gibi, benim gibi insanların tüm bunlar olurken, buralardan bütünüyle çekilmesi ve Kadıköy’e gitmesi… Nasıl karşılaşacağız? İstanbul nüfusu içinde kozmopolit fikre en açık grup olduğunu, göçmen karşıtlığının en az olacağını varsaydığımız toplumsal kesimlerin Taksim’e giderek gelmez olduğu durumda bu karşılaşma nasıl olabilir ki? Ezgi Tuncer Gürkaş: Buna bir de terör korkusunu ekleyelim, insanların bu tür alanlardan çekilmesinin bir nedeni de bu: “patlayan bombalar”! Fırat Genç: O yüzden mekan bazlı bakmak derken onu kastediyorum, sadece detaylara girmek anlamında değil, her bir mekanda çok büyük dinamiklerin her bir seferinde nasıl bir etkileşim içinde olacağını ancak öyle görebiliriz. İstanbul’un değişen turist hareketliliği, neoliberal kentleşme dediğimiz süreçlerde yaşadığı toplumsal-fiziki-mekansal dönüşüm, bunun üstüne terör korkusu, son siyasal müdahaleler her bir yeri farklı bir etkileşime açıyor. Merve Bedir: Ezgi’nin bahsettiği lokantaların açılması, Fırat’ın söz ettiği Taksim çevresinde oluşan ekonomi vs. hepsi, kentsel dönüşüm alanlarında görünür hale geliyor. Aksaray ve Fatih, Menderes’in dönüşüm alanları, Tarlabaşı 1930’ların, 50’lerin, 90’ların (ve aslında hala bugünlerin) dönüşüm alanıyken Taksim 2000’lerin kentsel dönüşüm alanı. Aslında politik, ekonomik, sosyal değişim ve mekanın dönüşümü, oraya kimin geleceği, onun etrafında oluşacak şeyin dinamiği birbirini etkiliyor. Aksaray’a bakınca, sadece lokantalar değil, emlakçılar, kuaförler, oradaki yaşamla ilişkide olabilecek her şey orada oluşuyor, sonuçta Pages da orada açıyor dükkanı. Oraya 1990’larda gelen Kürtlerin şimdi Suriyelilerle nasıl karşı karşıya geldiği, nasıl dayanıştığı önemli hale geliyor. Bütün bunların gerçekleştiği yerler buralar, planlama ve mimarlıkla da ilişkili. İkisi birbirini üretiyor gibi geliyor bana. Dirim Dinçer: Okmeydanı’nda mesela kentsel dönüşüme karşı bir araya gelmiş mahalle derneğinde gelen Suriyeli mültecilere Türkçe dersi veriliyor, buradaki yaşamlarını sürdürebilmeleri konusunda hakları konusunda destek veriyorlar, gündelik hayatta.

51 XXI - EKİM 2016

Pınar Uyan Semerci: “Welcome to Turkey” diye bir web sitesi var, tam bu çeşitliliğin öykülerle anlatıldığı bir platform. Oradan birkaç arkadaşı Bilgi Üniversitesi’nde ağırladık, kendi öykülerini anlattılar. O tarz çeşitlilikler Türkiye toplumu açısından özellikle çok önemli, farklılıkları görmek, zenginliği, topluma kimlerin katıldığını görebilmek. Güvenlik gibi sorunları değil, pozitif şeyleri de görmek önemli. Bu sene yaşanan tüm krizlere rağmen ekonomik durum açısından Suriye’den gelenlerin olumlu etkisi olduğu da belirtiliyor. Gerçekten çok büyük bir sayıdan, kitleden bahsettiğimiz ortada. O yüzden geçicilik halinin ne kadar geçici ya da kalıcı olduğunu konuşmak belki de hepimizin konuşması, yüzleşmesi gereken bir şey. Beş yıl oldu bu göç başlayalı ama bunun belki son bir buçuk yılında hem yönetenlerde hem de toplumda böyle bir gerçekliğin var olduğu algısı yeni yeni oluşuyor. O geçicilik algısının da kalıcılığa evrilmesi, bizimle beraber yaşayan, bizim toplumumuzun parçası olan ve büyük bir kısmının olmaya devam edeceğinin algılandığı bir evreye geçmemiz gerekiyor.

GÖÇ KRİZİ

Ezgi Tuncer Gürkaş: Bu meselenin başka bir açıdan ele alınabileceği yerlere bakmaya çalışıyorum. Sadece dışlanma ve yoksulluk yaşanmıyor; ekonomik sermayesiyle ve daha erken zamanlarda gelen gruplar da var, özellikle Güneydoğu bölgesinde. Savaşın çıkacağını hissederek, Mardin’de yaşayan ve karşı tarafta akrabası olan bir sürü insan bir anda evler alıp, insanları içlerine aldılar. Akrabalarını kendi evlerinde ağırladılar, yer bulmalarını sağladılar. Bir süredir dikkatimi çeken, çalışmayı düşündüğüm bir mesele var: Fatih’te Suriye’den gelen pek çok insanın yemek dükkanı açtığını gözlemliyoruz. Daha önce Almanya’da yaşanan bir süreçti bu, Türkler gidip kebapçı, dönerci açtılar. Bunu aşçı oldukları için mi yapıyorlardı, yoksa yapılabilecek en kolay iş miydi bilmiyorum ama buradaki gelişimi sorgulamak gerekiyor. Hayata entegre olma, gündelik hayata devam etme, yeniden yerleşme gibi bir pratik de bir yandan gelişiyor gibi. Tabi ki çok büyük olumsuzluklar üretiyor bu süreç, daha çok o tarafından bakıyoruz ama bu tür meseleleri yakalayabilecek daha çok alanımız olsa keşke.


“Şu anki durumda mekanlar, buluşmama üzerinden hazırlanıyor gibi geliyor bana, yani onun olmadığı durum zaten normal durum olacak.”pınar uyan semerci

EKİM 2016 - XXI 52

GÖÇ KRİZİ

Ezgi Tuncer Gürkaş: Bu çok şaşırtıcı, göç literatüründe hep sonradan gelenlerin öncekiler tarafından dışlandığını okuyoruz. Pınar Uyan Semerci: Tabi bir sürü “negatif” öykü duyuyoruz ama şimdiye dek bu süreç, görece sorunsuz geçiyor denilebilir. Bunun etnik, mezhepsel birtakım ilişkilerle örtüşen bir tarafı var. Her girilen yerde, kimlerin hangi ağlar üzerinden, hangi semt, gruplar üzerinden ilişki kurduğu önemli, çok derin incelememiz gereken, ancak zaman içerisinde doğru okuyabileceğimiz meseleler. Aslında Türkiye “misafirperver” kelimesini kendini tanımlamak için kullanıyor ama yapılan araştırmalarda Türkiye en yüksek oranda “yabancı”ları komşu olarak istemeyen ülkelerden biri olarak çıkıyor. Ki bu, Türkiye bu derece yabancı göç almamışken, mülteciler yokken yapılan Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre böyleydi. Bu durumun üzerine gelen bir nüfustan bahsediyoruz. O zaman soru şuna dönüyor: Kimler kimlerle komşu olmayı kabul edebilir? Burada verilen emeklerin kıymetini azaltmak için söylemiyorum, çok ciddi olumlu şeyler mutlaka var ama o tolerans da esasen başka "bizlikler" kurularak oluşturulmuş olabilir. İnsan hakkı ya da mülteci hakkı olduğu için değil, başka bir enformel ağ üzerinden var olabiliyor. Fırat Genç: Ben de katılıyorum buna. Son beş senede Türkiye’nin yaşadığı deneyim başka örneklerle kıyaslanırsa herhalde görece sorunsuz. Din kardeşliği meselesinin, misafir söyleminin -çok eleştirdik ama- bunun yarattığı büyük çatışmaların yaşanmasına engel olduğu söylenebilir fakat bir taraftan da göçmenlerle yerlilerin, göçmenlerle devletin kurduğu bu tür bir ilişkinin içinde taşıdığı potansiyel tehlikeler, bu acil kriz hali geçtikten sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkacak. Burada da hayırseverlik meselesi çok önemli. Bu söylem şefkat elini uzatanı ve göçmeni bir hiyerarşi ilişkisi içinde tanımlıyor ve o hiyerarşiyi katılaştırıyor, yeniden tasdik ediyor. Bu da tahammül meselesini gündeme getiriyor. Ve tahammülün biteceği nokta her zaman gelir. Meseleyi öyle bir yerden kurarsanız o tahammül sonlanacaktır ve bunun işaretleri de var. Hülya Ertaş: O yüzden arada büyük krizler çıkıyor, vatandaşlık verilecek dendiğinde ortalık karışıyor. Fırat Genç: Evet, çünkü herkes, bürokrasinin kimi kademeleri de dahil buna, bu meselenin artık geçici bir sorun olmaktan çıktığının farkında esasında ve buna dair

çözüm arıyor. Vatandaşlık meselesi de biraz sinir uçlarını test etmek, ne tepki verileceğini dinlemek için gündeme getirildi, sanıyorum ki. Biz hem bu türden politik itiş kakışları hem de gündelik itiş kakışları daha da çok yaşayacağız. Üstelik şu anda olduğu gibi dayanışma yerine hayırseverlik üzerinden kurulan bir ilişki, bizatihi göçmenlerin politik ve toplumsal kapasitelerini parçalayan bir şey ve onları da bu sömürü ve tahakküm ilişkilerine daha fazla mahkum eden, dolayısıyla kentsel mekandaki çatışmaları daha fazla gündeme getirecek bir tutum. Pınar Uyan Semerci: Hayırseverlik üzerinden bu ilişkinin kurulması gibi Türkiye’de egemen olan sorunlar ya da davranış biçimleri bu krizin üzerinde de tekrar üretildi. Türkiye’de yoksulluk alanında sosyal politika vurgusunu ne kadar çok yapıyorsak, vatandaşlık hakkı üzerinden bu alanı kurmamız gerektiğini nasıl belirtiyorsak aynı yaklaşımı burada da sürdürmeliyiz. Büyük bir nüfus geldiğinde kendi mevcut dinamiklerimiz içindeki hayırseverlik dilinde konuştuğumuz şeyler, bu sefer orada yeniden üretildi. Ve bu pratikler, çok rahat yapılabildi çünkü zaten toplumun genelinde, eğitimli kitlelerde bile, hak üzerinden kurgulanmış eşitler arası bir ilişki değil, ihtiyaç sahibine bir tür yüce gönüllülükle bir şeyler veriliyor olması çok yaygın kabul görülüyordu. Bu sefer de savaştan kaçanlara bunu yapıyoruz. “Aynı halkanın içinde değiliz ama ben yüce gönüllüğümle bunu veriyorum” ya da “din kardeşime bunu yapıyorum”, “Hayır için bunu yapıyorum, sevap için bunu yapıyorum”. Bu da daha önce var olan dilin, kültürün üzerine tekrar üretilmesi çok kolay olan bir şey aslında. Bu yaklaşımın dönüşmesi ve değişmesi gerekiyor ama bunu hepimizin, hep beraber yapması gerekiyor. Suriyeli komşumuzun olması, gerçekten önemli geliyor bu anlamda. Burada komşudan ne anlıyoruz, büyük şehirlerde o kadar da derin şeyler yüklemiyor olabiliriz ama yine de çoğu zaman komşuna çocuğunu emanet ediyorsun, anahtarını verebiliyorsun. Gerçekten de “Kimi komşu istiyoruz?” sorusu bana çok önemli geliyor. Belki o zaman “Nasıl beraber yaşayacağız?” sorusu gündeme gelebilir. Tabi bu sadece Suriye’den gelen mültecilerle ilgili değil belki de. Türkiye’nin yaşadığı en önemli krizlerden biri, kendi içimizdeki kutuplaşmanın nihayetinde birbirimizle gerçek anlamda bir güven ilişkisi kuramıyor olmamız. Herhangi bir emaneti birbirimize teslim edemeyecek hale gelmiş bir toplumsallığın içindeyiz. Bir ihtimal acaba bu yeni göç onu da kırmayı, kendi içimizdeki ayrışmaların azaltılmasına bir katkı sağlar mı? Böyle olumlu bir okuma yapmaya girişsek, mümkün mü? Merve Bedir: Misafirperverliğin içinde o hiyerarşinin getirdiği şiddet var, karşındakini sana mahkum etme hali var. Bizim tarafımızdan onlara büyük bir iyilik yaptığımızı düşünüyoruz ama aslında onları kendimize mahkum ediyoruz, sonunda onların mahkumu da oluyoruz. Herhalde en kritik olan meselelerden biri bu, en iyi Derrida’nın açıkladığı misafirperverlik meselesi. Hülya Ertaş: Mültecilerin gerek mekansal gereksinimlerini karşılamak gerekse de kentteki sosyal yaşamlarını belirlemek adına mimarlık ve planlama ne gibi bir rol üstelenebilir sizce? Ezgi Tuncer Gürkaş: Hal böyleyken, mimarlığın herhangi bir iyileştirici araç olarak rol üstlenebilmesi mümkün değil. Daha doğrusu nereden baktığınıza bağlı, eğer mimarlık bir mekan üretimi yapıyorsa sadece, çok mümkün değil. Ama toplumsal üretimi sağlayacak bir aracı görevini görüyorsa ya da zaten toplumsal bir üretim olarak ortaya çıkıyorsa, bir katkısı olur. Ama mesele bu hukuki süreçlerden, algılama biçimlerinden, devletin nasıl davrandığından -istisna halinde mi bırakıyor yoksa bağrına basmak mı istiyor- meselelerinden başlıyor. Bunu toplumsal olarak yapamıyorsak, mekan üretimimiz de bunu yapamayacak demektir. Kentsel planlamaya dönecek olursak bu tür gruplara acil bir şekilde mekan üretiliyor. Toplu konut ya da çadır kent ilk örneklerdi. Belki daha sonra İstanbul gibi kentlerde, deprem sonrası yapılan konutlar gibi projeler düşünülebilir… Çok acil, prefabrik, hafif malzemelerle siteler üretilebilir ama bunların yerine ve kimin bir araya getirildiğine bakmak gerekiyor. Birçok mimarlık okulunda bu mülteci meselesi mekansal anlamda çalışılıyor, projeler üretiliyor, sıkça gözlemlediğim şey şu: bir toplu konut ya da site üretmek üzerinden gidiyor çalışmalar. Beraber yaşamaya dönük pek bir kaygı yok. Oysa ana mesele oradaki problemi dile getirmek, nasıl bir toplum içinde yaşıyoruz ve nasıl bir mekan üreteceğiz? Birlikte yaşamaksa niyetimiz, şehir dışında ya da şehrin herhangi bir


noktasında bir site üretmek çözüm olmayacaktır. Ya da bir mimar, bir toplanma noktası üretip, “ben burayı seçtim, buluşma noktası yaptım“ diye kendi kendine karar verince, bir Suriyeli ile Hülya karşı karşıya gelemeyecek. Hülya’nın yolu hiçbir zaman oradan geçmeyecek. Mimarlığın sürükleyici bir gücü yok, mimarlık ancak sen, ben, buna karar vereceksek üretilebiliyor. Sen bugün "Suriyelilerle karşılaşmak istiyorum" kararını aldığında ve kendi arkadaşlarını yönlendirdiğinde, Suriyelilerle bir gün karşılaşmaya başlayacaksın ve toplumsal mekan ondan sonra üretilecek. Hülya Ertaş: Bir sorun da en başta söylediğiniz gibi aslında göçmen çocuk değil bir çocuk, göçmen değil insan olarak meseleye yaklaşma gerekliliği. Özel olarak bir mülteci için ne yapılabilir demek de tuhaf gibi.

Fırat Genç: Mimarlık pratiğini, altını çizdiğiniz gibi, sadece tekil yapıların üretimi ya da biraz daha büyük ölçekte ama yine salt yapı üretimi olarak ele almayacaksak, başka bir müdahale olarak ele alacaksak entelektüel alanda faaliyet gösteren insanlar olarak yapabileceklerimiz var. Kent kimliği, kent kültürü ne kadar soyut şeyler? Bunlar nasıl oluşuyor? Elbette maddi, lafın başından beri konuştuğumuz ekonomik, politik süreçler, fiziki yapılar vs. var. Bir taraftan da metaforlar, kavramlar, duygular var ve esasında kentleri bunlar üzerinde düşünüyoruz. Hem kent üzerine bilgi üretiyoruz, hem onu algılıyoruz hem de sonuçlar üretecek eylemleri gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla bu türden meslek gruplarının, bu tür alanlara müdahale etme şansı var. Herhalde tek akla gelen üretim mimari olmak zorunda değil; birtakım siteler, barınma sorununa karşı acil konut alanları üretmek değil. Kentin neresini tehlikeli algılıyoruz, neresini algılamıyoruz? Neresini arzulanır kabul ediyoruz, neresini göçmenlerle özdeşleştiriyoruz? Taksici nereden geçmek istemiyor, hangi sokağı tehlikeli kabul ediyor, hangisini biliyor? Bunların bilgisi, az çok bizim entelektüel yatkınlıklarımızdan dolayı aşina olduğumuz şeyler ama bunların bilgisi üstü kapalı olarak herkesin, şehirde yaşayanların eylemlerinde var. Dolayısıyla eğer bizler belli pratikleri ve davranış biçimlerini dönüştürmeye yönelik müdahaleler üzerine düşüneceksek, kente dair kavram ve metaforlarımızı dönüştürmeye dönük çabaları da buna dahil etmeliyiz. Son olarak, söylenenlere katılıyorum, burada kritik olan bu üretim sürecine göçmenlerin bizatihi katılması ki güçlendirici bir etki ortaya çıksın. Bizim çoğu zaman üzerinden atladığımız biraz da bu oluyor.

Ezgi Tuncer Gürkaş: Aslında o, bir hak. Ben yarın sakat olamayacak olsam bile sakatın öyle bir hakkı var. Bu Kuştepe örneğinin başka bir versiyonu da Kadir Has Üniversitesi’nin kurulduğu Fener-Balat alanında yaşanıyor. Kuruluşu zamanından çevresini etkilediğini vs. biliyorum. Bu etkileme, bir yanda karşı karşıya getirme, yüzleştirme gibi melezlikler üretiyor fakat bir yandan da aslında mekanı kolonileştiriyor, sömürüyor. Mesela bir sürü hipster kafe açılmış ve bir hipsterın kim bilir nereden gelmiş bir göçmenle buluşma anının yaşandığı bir mahalle haline gelmiş orası. Bu noktada ben tereddüt ediyorum; karşılaşma çok güzel ama misafirperverlik ve hayırseverliğin şiddet içermesi ve hiyerarşiyi de içinde barındırması, her zaman böyle melez okumalar yapmamıza imkan vermiyor. Merve Bedir: Bu mülteci kampıyla güvenlikli siteleri sınır yönetimi açısından yan yana koyup baktığımızda, mimari tasarım anlamında çok da farkları olmadığını görüyoruz. Mesele galiba içeridekiler ve dışarıdakiler meselesi. Bu bir tarafa, göç meselesiyle ilgili “mimarlar ne yapabilir”le ilgili bir şey söylemek istiyorum. Özellikle bu konuda, yaratıcı alanda çalışan herkesi, yani mimarları, sanatçıları, tasarımcıları, endüstri ürünleri tasarımcılarını, iç mimarları, peyzaj tasarımcılarını, plancıları bir arada düşünmek, bütün bu ayırdığımız disiplinleri bir araya getirmek istiyorum. Ve diyorum ki kendimizi nasıl konumlandırdığımız, çalıştığımız alanın sınırlarını nasıl tanımladığımız, kimin alanına müdahale ettiğimiz, kiminle karşı karşıya geldiğimiz, kimin yerine laf etmeye cüret ettiğimiz, kimin alanına müdahale ettiğimiz sorularına yanıt vererek çalışmamız önemli. Ahmet Öğüt’ün Sessiz Üniversite’sini düşünelim. Ahmet Öğüt sanatçı mı orada ya da ne, orada sanatçının rolü ne? Ya da Kamplardaki Kampüs’teki Alessandro Petti’nin rolünü ve Kamplardaki Kampüs’ün ne yaptığını düşünelim Filistin kamplarında. Sessiz Üniversite’nin göçmenler için ne rol üstlendiğini, ne anlama geldiğini ve sınırları onlar için ne kadar aştığını düşünelim. O noktalarda mimar

“Mimarlık bir rol üstleniyor ama bunlar hala gündelik hayatın bir parçası olmaya varmıyor. Bence hala kuramsal bir düzeyde meseleleri tartışıyoruz.”ezgi tuncer gürkaş

53 XXI - EKİM 2016

Pınar Uyan Semerci: Şu anki durumda mekanlar, buluşmama üzerinden hazırlanıyor gibi geliyor bana, yani onun olmadığı durum zaten normal durum olacak. Yolumuzun düşmediği, karşılaşmaların olmadığı yerler üretiliyor. Mesela korunaklı sitelerde çocukların buralardan servislerle özel okullara gidip, özel okullardan çıkıp yine servislerle eve dönmeleri. Aslında karşılaşmaların olmayacağı bir kurgu bu. Bunu, şehrin şu an, yeniden kurulması anlamında söylemiyorum. Kuştepe’de ve Dolapdere’de öğrencilerimiz böyle karşılaşmalar yaşıyorlar. Çünkü gerçekten hiçbir zaman oraya gelmemiş bir öğrenci Kuştepe’ye geliyor ve bir biçimde oradakilerle bir diyalog kurup mekanın bir parçası oluyor. Tabi ki ona da eleştirel bakabiliriz, nasıl bir diyalog, kurulan şey nedir vs. gibi ama bölümümüz oradayken çoğunlukla öğrencilerimiz o mekana daha önce gelmemiş oluyordu ve bu yolla ilk kez bir karşılaşma yaşıyordu. Aslında insanlar yaşamlarını tam da o karşılaşmama üzerinden, ev tercihlerini, sosyalleşme alanlarını buluşmama üzerinden kurguluyorlar. O yüzden buluşmamayı tercih etmeyecekleri, buluşmaları üzerinden kurgulayacakları bir şeyi mimarlık kotarabilse, mimarlık tek başına bunu yapamaz ama en azından onun olmayacağı bir biçimi yaratabilse, önerebilse… Sakat örneği bence orada çok anlamlı. Her girdiğimiz binada “Ben sakat değilim ama sakat olabilirim ve o zaman üst kata nasıl çıkacağım bu binada?” sorusu hepimiz için önemli olsa…

Ezgi Tuncer Gürkaş: Eyal Weisman da çok önemli bir şey yapıyor. Forensic Architecture’da yani adli mimarlıkta, vahşetin belgelenmesini mimarlık aracılığıyla sağlıyor. Mimarlığı adli bir gerçeklik olarak gözümüzün önüne seriyor ve o şiddetin boyutlarını anlamamızı sağlıyor. Orada İsrail askerinin bir Filistinliye nasıl saldırdığını, nasıl öldürdüğünü çok açık bir şekilde görüyoruz; o mekanlar içerisinde nereden kurşun gelmiş, kişi nerede saklanmaya çalışmış, duvar nasıl delinmiş hepsini görüyoruz. Evet, mimarlık bir rol üstleniyor ama bunlar hala gündelik hayatın bir parçası olmaya varmıyor. Bence hala kuramsal bir düzeyde meseleleri tartışıyoruz. GÖÇ KRİZİ

Ezgi Tuncer Gürkaş: Evet, aynı şeyi sakatlar için de yıllardır söylüyoruz. Bir entegrasyon ya da birlikte yaşama söz konusuysa, birileri için bir şey yapma ve o birilerini dışlama gibi bir tavır geliştirmek olumlu değil.

oldukça fazla şey yapabilir aslında. Kendimizi geleneksel mimarlık ve mimar tanımından kurtarmamız, bu düşünceden sıyrılmamız, bunların dışına çıkmamız gerekiyor.


Merve Bedir: Filistin kamplarındaki, kampüs programının katılımcısı Filistinli Isshaq al-Barbary ile geçen yıl konuştuğumda, kampın mekansal olarak nasıl bir miras olarak görülmesi gerektiğini tartışıyordu. Hülya Ertaş: Kampa aidiyet geliştirmiş neredeyse. Merve Bedir: İçinde büyümüş olmasının yanı sıra onu sorguluyor, kampı öğrenmiş, analiz etmiş. Yerinden edilmeyi, hapsedilmeyi, izole edilmeyi bize gösterebilecek en iyi örnek Filistin. Bunun içerisinde hem mekansal olarak kampı anlamış ve ona karşı eleştirel bir bakış açısı geliştirmiş hem de onu, aslında bir gün geri dönse bile, yanında götüreceği bir miras olarak tartışabilecek bir kapasite geliştirmiş. Ve Isshaq’ın bir diploması yok aslında, kendisini de diploması olan biri olarak tanımlamıyor. Bu müthiş bir şey… Bu noktada tekrar soruyorum, mimar olarak nasıl pozisyon alıyoruz ve çalışma alanımızı nasıl belirliyoruz?

EKİM 2016 - XXI 54

GÖÇ KRİZİ

Pınar Uyan Semerci: Ben iki tane not almaya çalıştım. Öncelikle, teorik bilginin ya da kavramsal katkının zihinleri açan tarafını vurgulamak isterim. Toplumsal değişimi ya da toplumsal algılarımızı göstermek adına ne kadar önemli bir şey olduğu, mimarlık ya da mimarideki üretimde de olabilecek bir şey bu. Bir de, mimarlık etiği Tarlabaşı üzerine yaptığımız bir çalışmada dillenmişti. O binaların, mekanların ya da sınırların çizimini yaparken alınan kararların etik boyutu da önemli geliyor bana. Hem zamansal hem mekansal kullanımları anlamında daha beraber olunan ortak kamusal alanların kurgusu yapılabilir, okullar, parklar da böyle olabilir mesela. Beraber yaşamanın daha rahat olabildiği, farklılıkların bir arada olabildiği bir şey kurgulanabilir mi? Sosyal bilimciler olarak zorlandığımız bu noktada mimarlık katkı sunabilir mi? Merve Bedir: Esra Akcan’ın “‘Göçmen konuşabilir mi?’” adında bir çalışması var. Orada anlattığı bir örneği aktarmak istiyorum: IBA (Uluslararası Yapı Sergisi) 1984-87/Kreuzberg konut dönüşüm programı üzerine. Bu programın uygulanmasına karar verildiğinde Almanya’da sosyal demokrat hükümet var görevde. 1980’lerde Almanya hükümeti, sağ kanattan CDU’ya geçiyor. “[Yabancıları], istiyorlarsa entegre etmek istiyoruz. Almanya’ya gelen herkes kendisini Alman gibi hissetmelidir. Ancak elbette, genel yabancı politikamız çerçevesinde, yabancıların, özellikle de Türkiyelilerin, kendi memleketlerine geri dönmelerini isteriz.” diyorlar. Aralarında Zaha Hadid, Rem Koolhaas, Herman Hertzberger, Hans Kollhoff gibi mimarların bulunduğu tasarım ekipleri ikiye bölünüyor süreçte; bir grup, tasarımın özerkliğini savunarak, verili ihtiyaç listesi çerçevesinde en iyi tasarımı mimarların yapabileceklerini düşünüyorlar. Bir grup da, ki bunlar içinde bir kadın Alman mimar Heide Moldenhauer de var, Kreuzberg’de yaşayan insanlar için, onlarla beraber düşünmek ve tasarlamak istediğini ifade ediyor. Bu sürecin sonucunda tam da az önce bahsettiğiniz çocuk alanlarının, konut alanlarının içlerinin, mutfakların, birimlerin tasarımlarına kadar birlikte karar veriyorlar ve katılımcılık da bu şekilde IBA literatüründe yer alıyor. Fırat Genç: Tasarım düzeyinde katılımın sağlanması kadar belki tasarımın da içinde olduğu, daha büyük ölçekli süreçlerin de katılıma açık olması bir nokta olabilir. İkincisi de senin lafa başladığın yer tabi. Böyle bir dünya da bizim müdahalelerimizin sonucu… Bütün barınma meselesinin tamamen sadece piyasaya terk edildiği bir İstanbul’da ve Türkiye’de bu kadar büyük bir nüfusun barınma ihtiyacı nasıl karşılanacak? Sadece tasarım düzeyinden değil, bir bütün olarak kentsel mekanın üretiminden bahsediyorum. Buna bir yanıt vermek gerekiyor. Hülya Ertaş: Öte yandan şu anda konut fazlası olması ihtimali çok yüksek İstanbul’da. Yani ihtiyacımızın fazlası zaten var.

“Göçmenler çoğu kez, hareketleriyle dünyayı yeniden yaratan insanlardır. İnsanlık tarihi bunun üzerine gelişti ve bugün de yine bu oluyor.”fırat genç

Fırat Genç: Görece pahalı konutlarda evet. Ama şu da bir gerçek: Suriyeliler öncesinde de bu şehrin konut sorunu vardı. Hala bir kiracı hareketi olmayan bir yerden bahsediyoruz. Hala ev mülkiyetinin neredeyse kutsallaştırıldığı, fetişleştirildiği bir yerden, kentsel dönüşüme dair kavganın büyük ölçüde mülkiyet üzerinden devam ettiği bir yerden bahsediyoruz. Ve bu bağlam içine gelmiş, sadece İstanbul için 400.000 - 500.000 civarı göçmen nüfustan bahsediyoruz. Pınar Uyan Semerci: Gecekondu üzerinden de düşünürsek, İstanbul’dan bahsettiğimizde, çok ciddi bir planlamamanın ve enformel bırakmanın da bir biçimde politika olarak kullanıldığı ve onun getirdiği sonuçların da çok farklı şekillerde başka mağduriyetler yarattığı bir yerden bahsediyoruz. Bu süreçte politikanın olmaması bir politika olarak kullanıldı. Fırat Genç: Doğru, Türkiye’nin kentleşme serüveninde işçi sınıfı için toplu konut yapmak gibi bir kamu politikası yok. Gecekondu dediğimiz enformel mekanizmalarla kotardık biz geçtiğimiz yüzyıldaki kentleşme sürecini. Böylelikle de kentsel çatışmayı büyük ölçüde absorbe eden bir dinamik olarak getirdik biz 2000’lere kadar, ama 2000’lerde artık bu alan da dönüşüyor, formalize oluyor, mülkiyet çizgileri kalınlaşıyor. Yakın dönemdeki kentsel dönüşüm hikayesi bu esasında. İstanbul’daki araziler özelleşiyor, mülkiyet formelleşiyor. Kentsel yoksulların bir kısmı mülk sahibi olurken önemli bir kısmı ise mülksüzleşiyor. Şimdi tam da üstüne gelen Suriyelilerle beraber bu mülkiyet yoksunluğu meselesi çok daha sert çatışmalara neden olacak diye tahmin edebiliriz. Devlet toplu konut üretsin gibi, 1960-70’lerin dünyasında akla gelen çözümlerden ziyade, bizim meslek erbapları olarak ve Suriyelerle beraber konuşmamız gerekiyor. Buna bir reçete üretemem, ne yapılması gerektiği sorusunun cevabı bende yok… Bu tür yanıtlar, örneğin kiracı hareketi gibi toplumsal hareketlerin ortaya çıkması ve talepler üretmesiyle şekillenecek. Mesela Antep’te çok ciddi linçler, saldırılar yaşandı, belki bunlar çok uç örnekler Türkiye’nin son beş sene içindeki hikayesi içerisinde ama tekrarı beklenebilir. Bunun önemlice bir nedeni enformel emek piyasasındaki çatışma, esnafın kısmen Suriyelileşmesi, yerli kent yoksulları için kira piyasasının son derece zorlanmaya başlamasıydı. Bunlar, Antep gibi zaten diken üstünde olan kent ekonomileri için ciddi dinamikler, ciddi çatışma alanları tanımlıyor; o yüzden sadece dar anlamıyla entelektüel faaliyetin ötesine geçen süreçlere ihtiyaç var. Merve Bedir: Kendi sorunlarımızı göçmenlerin sorunları olarak, onların sorunlarını da bizim sorunlarımız olarak gördüğümüz, sorunların ortaklığını fark ettiğimiz zaman bir şeyler yapabileceğiz. Pınar Uyan Semerci: Mevsimlik tarımla ilgili çalışmalarımızda karşımıza çok fazla çıkan sorun, mekanlarının olmamasıydı. Çadırda, yaşam ve yoksulluğun şiddeti çok inanılmaz. Çok pratik olarak, somut ne yapılabilir diyerek, önümüzdeki yıl için bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Birtakım altyapısı olan mekanlar üretme çabası içindeyiz. Daha ötesini hayal edebilsek daha mükemmel olur elbette ama en azından belli sağlık koşullarına uygun mekanlar düşünmeye başladığınızda şöyle bir soru beliriyor: Bu kalıcılık demek. Göçmen için mekan sağlamak ya da sağlamamak noktasında işte bir yüzleşme orada gerçekleşiyor. Çünkü tasavvur ettiğimizden çok sınırlı bir şeyden bahsediyoruz. Tuvaletin olmadığı bir yerden bahsediyoruz. Bugün bu çağda olmayacağını düşündüğünüz bir hayat koşulundan bahsediyoruz. Bu yaşanıyor ve geçici değil. Çok uzun süredir sabit bir şekilde oradalar. Orada yaşayanların çoğu bile oradaki yaşam koşullarını görmemeyi seçiyor, sadece geçiyorlar yolundan arabayla. Orada mesela düşünüyorum böyle bir ekiple otursak, mekanı dönüştürmeye beraber çalışsak. Bizim başka açılardan koyduğumuz şeylerle, sizin başka açılardan koyacağınız şeylerle. İlk karşımıza çıkacak şey: Bunu kimin için hayal ediyorsunuz, tasarladığınız şeyle orada nasıl bir dönüşüm olacak? Peki yandaki köy ne diyecek, ötedeki köy ne diyecek? Farklı disiplinlerle birlikte ve aynı zamanda toplumsal dönüşümle birlikte düşünülmesi gereken bir iş bu. Oradaki köyün de mutlaka dahil olmasıyla olabilecek bir şey. Siz o köyü de dönüştürmeyi masaya koymadığınızda, ertesi gün yaptığımız mekanın orada olup olmayacağını bilemezsiniz. Okullar açısından da mesela, Suriyeli çocukların gittiği okullara mutlaka yalnız o çocuklar için değil, o okulun tamamını değiştirecek ya da o okulla ilgili genel bir şey geliştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde sadece onları hedefleyen projeler, sadece ortamdaki gerilimi artırıyor. O yüzden tam da


Merve’nin söylediği gibi beraber yaşamayı kolaylaştıracak bir değişimi yapmak, hep beraber yaşadığımız bu havayı daha iyi hale getirmek demek. Hülya Ertaş: Söyledikleriniz üzerine şu geliyor aklıma, aslında bu kadar gerçekten geçici olmayacakları belli olan bir gruba sürekli çadır kent ve konteyner kent gibi çözümler bulunma nedeni, belki bu çatışmayı önlemek. Onlar için daha kalıcı bir şey üretilmeye başlanacağı zaman sizin dediğiniz gibi yan köye, karşı köye sormak gerekiyor. Hiçbir şey sormadan bir akşamda kurulup, sonra çıkacak sorunlara bakarız gibi bir yaklaşım var şu ana kadar.

Hülya Ertaş: Sahipleniyor, paylaşmıyor da. Fırat Genç: İlk aşamada insani kriz için devletin müdahalesi belli, kamplar yaptı. Bütün Suriyeli nüfusunun ancak onda biri kamplarda. Türkiye Devleti’nin beş senelik süreçte takındığı tavır, hayli “liberal” bir tavırdı aslında. Sınırları açtı, geçsinler dedi. Bunu olumlu anlamda söylemiyorum, kendi haline bırakma durumunun sıkıntıları ortaya çıkmaya başladı. Büyük ölçüde kalıcı olmayacakları beklentisi ve arzusuyla bunu böyle yaptı devlet. Şimdiyse kalıcı olacaklarına dair işaretler net biçimde belirmiş durumda ama gelinen aşamada devlet kademelerinde bu kalıcılık-geçicilik tartışmasının bittiğini de zannetmiyorum. Bu sene içerisinde bir araştırmayı tamamladık, bu kapsamda Ankara’da bu işten sorumlu bürokratlarla yaptığımız görüşmelerde şu çok açık ortaya çıkıyordu: Devlet kademesinde bu işten sorumlu bürokratlar da ortadan ikiye yarılmış durumdalar. Bir grup, “Göçmenlerin gitmesi lazım dolayısıyla fazla teşvik edici müdahalelerde bulunmamak lazım, çok haklar tanımamak lazım. Şimdi varlar ama esasında yoklar” düzeyinde bir yerden hareket ediyor. AFAD mesela bunun en tipik örneği. AFAD’ın bütün projeksiyonu Suriyeli göçünün geçici bir sorun olması üzerine kurulu. Bürokrasi içinde çok daha baskın konumda olan bu görüşe göre çözüm, Suriyeli nüfusu olabildiğince kontrol altında tutmak ve savaş bittiğinde de bu nüfusu geri fırlatmak. Diğer tarafta ise entegrasyon meselesini gündeme getiren, eğitim meselesini tartışmamız gerektiğini dile getiren, görece güçsüz bir ekip var. Bu tartışmanın bitmemiş olması ve bir yere bağlanmamış olması zaten toplum içerisindeki bu sahiplenme/sahiplenmeme meselesini sürekli pekiştiriyor. Biz esasında sorunu büyüte büyüte, şimdi sorun lafını kullanacağım çünkü potansiyeller meselesi giderek o sorunun altına gömülüyor, sorunu büyüte büyüte ilerliyoruz. Yani elimizi çabuk tutmamız lazım. Hülya Ertaş: Konu, zorla yerinden edilme olarak tariflenince çok daha büyüyor. O zaman buradaki çok yüksek kira artışı yüzünden şehir merkezinde oturamayanlar, kent çeperlerine sürgüne gönderilen Sulukuleliler gibi çok daha büyük bir mesele ile yüz yüze geliyoruz. Fırat Genç: Evet ama göç meselesi kendi özgünlükleri de olan bir mesele, ölçek ve nitelikleri itibariyle. Merve’nin çok güzel özetlediği bir şey vardı: göçmenler üzerinden yerli olan ve göçmen olanın beraber deneyimlediği bir dolu politik, ekonomik, kültürel çatışma sürecini esasında tekrar yaşıyoruz. Tüm bu özgünlüklerine rağmen ortaklık meselesinin altını çizmek lazım. Elbette ki

Pınar Uyan Semerci: Şu an konuştuğumuz mevzu kendine has birçok noktayı içeriyor, birçok açıdan sorun olarak koyduğumuz şeyler, Türkiye toplumunun içinde sorun olarak zaten var olan şeylerdi. Bu bence çok temel bir nokta, hele de onlarla yüzleşmeyi, onlarla çözüme doğru gitmeyi ya da beraber oturup konuşmayı hesaplarken ve çok kolay hareket edemezken. Birçok çalışmada STK çalışanlarına, devlet memurları ve belediye çalışanlarına nereli olduklarını sorduk. Herkesin aslında göç ve göçmenlik deneyiminin olduğunu, özellikle İstanbul gibi bir yerde, herkesin bir göçmenlik öyküsü, kendi memleketine dair bir kurgusu, hayali olduğunu, bu deneyimlerin asıl ortaklık olduğunu ortaya çıkarabilmeye çalıştık. Ama özellikle yoksulların rekabete zorlandığı bir alanda bunları kurmak çok da kolay olmuyor. O yüzden başka düzeylerde başka şeyler düşünmek gerekiyor. Ayrıca, beraber örgütlenme pratiklerinde iyi niyetle başlayan bir şey, çok daha hiyerarşik bir şeye dönebiliyor. O yüzden katılım derken, gerçek anlamda bir katılım demek lazım, "göstermelik katılım" değil. Bunun ötesinde katılım mekanizmalarını düşünmek gerek, örneğin dil bariyeri nasıl aşılacak ya da nasıl bir iletişim aracı kullanılacak? Böyle bir toplantıda bile, örneğin bu konuşmaları İngilizce yapalım deseydik, İngilizcesi daha iyi olanlar derdini daha iyi anlatabilecekti. Çok basit gibi duruyor ama çok belirleyici olabiliyor. Bir şeyin tamamen gücünü, dinamiğini, akışını değiştirebiliyor. O yüzden gerçek katılımın olmasını sağlayacak mekanizmaları düşünmek hepimiz için zorunlu. Sadece Türkiye’nin sorunu olarak koymuyorum bunu, insanlığın düşünmesi gereken bir şey. Çok iyi niyetli görünen çalışmalarda hiyerarşiler tekrar kurgulanabiliyor, üstelik gücü elinde tutana “katılımcı” süreçle meşruluk sağlayarak. Ya da kavramların içi tamamen boşaltılarak, yeniden üretiliyor. Şu an kullandığımız her tür kavram aslında anlamlarını yitirir bir biçimde, içinin boşaltılması riskiyle karşı karşıya. Fırat Genç: Ben burada öz-örgütlülük meselesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Göçmenlerin kendi örgütlülüklerinin inşa olmasıyla ancak bu tür katılımcı süreçler gerçek anlamda işler hale gelir. Hayırseverlik karşısında daha dayanışma temelli göçmen, göç hareketleri inşa edilecekse bu ancak öz-örgütlülük üzerinden yükselebilir. Yerli olanların örgütlenmeleriyle göçmenlerin örgütlenmelerinin önce belki görece dışsal olarak buluşması, sonrasındaysa iç içe geçmesiyle gerçekleşecek bir durumdan söz ediyorum. Bu da zaman alacak. Ne istediklerini, ne arzuladıklarını, sorunları nasıl algıladıklarını dinlemek gerekiyor. Benim gözlediğim şeylerden biri bu, yine büyük ölçüde Suriyeliler üzerinden konuşuyoruz durumu o belirlediği için ama insanların talebi acil sorunların, gündelik ihtiyaçlarının karşılanması değil büyük ölçüde. Biraz ekmek getir, yumurta getir meselesini geçeli çok oldu. Tanınmak istiyorlar, haklarının tanınmasını istiyorlar. Bu sorunlar yok mu? Var. Ama sen bunu dinlemezsen, onlara sadece ekmek götürmenin önemli olduğunu zannedersen şimdiki durum ortaya çıkar. İstanbul’da her biri yakaladığı beş göçmene yardım etmeye çalışan yüzlerce STK var. Evet bu çok iyi niyetli ama bunun adı katılımcılık da değil, dayanışma da. Merve Bedir: Az önce Hülya’nın söylediği gibi biz hala meseleyi acil durum meselesi gibi tartışıyoruz. Bir sonraki aşamaya özellikle geçmiyoruz, öyle görmek istemiyoruz çünkü.

55 XXI - EKİM 2016

Ezgi Tuncer Gürkaş: Sahiplenme konusuna geliyoruz bir de: Mekan kimin? Kim orada daha önce yaşıyorsa onun mu, yerli olanın mı, sonradan gelenin mi? Temel mülkiyet biçimlerini belki gözden geçirmek gerekiyor. Milliyetçilik gibi meseleler ya da onunla bağlantılı olarak bugün gördüğümüz bir sürü şiddet içerikli meseleler hep bu sahiplenme yüzünden ortaya çıkıyor. Kimliğini sahipleniyor insanlar, vatanı sahipleniyor, mekanı, meydanı sahipleniyor ve bu yüzden aslında beraber yaşama hikayesi çok da kolay olmuyor. Evet, onun sorunu, benim sorunum, ikimiz de aynı sorunu yaşıyoruz. Herkes aslında onun farkında ama kimsenin işine gelmiyor. Bir tür sahiplenme, mülk edinme problemi var.

yaşadıkları sorunlar, hukuken vatandaşlık haklarından mahrum bırakılanlar için çok daha dramatik boyutlarda ama barınma meselesinde olduğu gibi, kentsel yaşam içerisindeki sorunlarda olduğu gibi bizleri ortak kesen meseleler olduğunu da gözetmek lazım. Dolayısıyla beraber bir şeyler yapmanın, bir şeyler kurmaya çalışmanın da öncelikli olması gerekiyor.

GÖÇ KRİZİ

Pınar Uyan Semerci: Acil kriz durumunda bu tarz geçici, ani müdahalelerin yapılması bir şekilde zorunluluk. Ama biz artık başka bir gerçeklikte yaşıyoruz. Mevsimlik tarım örneğindeki gibi, aslında bununla karşılaşıyoruz. Sadece Suriyelilerle yaşadığımız bir şey değil. Çünkü mekanın geçiciliği bir tür rahatlık getiriyor. Orayı beraber kurmayı, başka bir şey hayal ederken, mutlaka içine oranın “kendi yerli olanını da” koyarak hareket etmek zorundayız gibi geliyor.

“Kendi sorunlarımızı göçmenlerin sorunları, onların sorunlarını da bizim sorunlarımız olarak gördüğümüz, sorunların ortaklığını fark ettiğimiz zaman bir şeyler yapabileceğiz.”merve bedir


Fırat Genç: Devletin kurduğu bu hayırseverce yaklaşımın da çok etkisi var. Yapıyı da o belirledi. Siyasal iktidarın destekçisi olmayan kesimlerin göçmenlerle teması görece daha az kalmış olabilir bu son beş senelik süreçte. Öbür tarafta kalanların daha fazla teması var. Ama onların kurduğu temas da o yapının belirlediği bir temas oldu. Oradan buraya geçiş kolay olmayacak. Hülya Ertaş: “Kardeşlerinize yardım eli” minvalinde panolar gördüğümü hatırlıyorum.

EKİM 2016 - XXI 56

GÖÇ KRİZİ

Ezgi Tuncer Gürkaş: Söylemler çok önemli. Fırat’ın söylediklerinin çok benzeri sakatlar meselesinde yaşandı. Sakat hareketi ortaya çıktığında, 1970’lerde Amerika’da ve İngiltere’de insanlar, kendi isteklerinin ve kendi haklarının olduğunu dile getirdiğinde tanınmaya başlandılar. Kanunlar, yasalar, haklar bunun ardından geldi, ondan sonra bir şeyler düzelmeye başladı. Az önce, mimarlar ne yapabilir diye konuşurken meselenin asıl toplumsal olarak halledilmesi gereken bir mesele olduğunu söylüyorduk ya, çok büyük benzerlikler var belki sakat literatürüyle. Sakat çalışmalarına bu anlamda yeniden bakmak ya da paralellik kurmak iyi olabilir belki. Pınar Uyan Semerci: Ben siyasetin tanımını yaparken ısrarla ihtiyaçlar üzerinden yapmamız gerektiğini düşünüyorum, Nancy Fraser’ın söylediği gibi: Aslında siyaset, ihtiyaçların yorumlanması siyaseti. Yani neyin ihtiyaç olduğunu tanımlamak çok temel bir nokta. Biz şurada oturup birilerinin neye ihtiyacı olduğunu söylediğimiz anda, o hiyerarşiyi tekrar kurmuş oluyoruz. Gerçekten “iyi niyetli” olabilir ama bizim için hakikaten hayati olmayan bir şey olduğunu düşündüğümüz şey öyle olmayabilir, mekanın kurgulanması da bence böyle bir şey. Biz neyi önceliyoruz, neyi gerçek ihtiyaç gibi tanımlıyoruz? İhtiyaçlar evrensel midir? Evet, bazı ihtiyaçlar evrensel olabilir ama onların nasıl ve ne şekilde karşılanacağı iktidarın, gücün nasıl kullanıldığına dair bir analizi gerektiriyor. O yüzden katılım derken onu kendi koyduğumuz listeyi meşrulaştırmak için kullanmaktansa, gerçekten orada ihtiyaç olarak tanımlanan şeyi duyup onun üzerine beraberce çözüm üretebilecek mekanizmaları kullanmak gerekiyor. Burada iş zaten sadece mültecilik ya da göçmenlik konusuyla ilgili değil. Aynı zamanda bütün vatandaşlık meselesi için de kurguladığımız ve sorguladığımız bir şey. Sakatlar kadar kadın hareketinin de yıllardan beri tekrar kurgulamaya çalıştığı gibi: Benim ihtiyacımı, benim bedenimin ihtiyacını, benim yapmak isteyeceğim şeyi sen bana söyleyemezsin. Benzer bir süreç bu: herkesin kendi ihtiyacını ya da farklılıklarını koyarak eşitliğe doğru gitmek. Aynılık üzerinden hakkaniyetin sağlanamayacağı nispeten kabul edilmiş bir gerçek ama ihtiyaçların yorumlanması mevzusu da bana çok önemli geliyor. Çünkü tartışılabilir olmakla beraber kaynak sınırlılığı, dağılım sorununu da beraberinde getiriyor. Burada ekmek dağıtımının ötesinde, neyin ihtiyaç olduğunun kurgulanması ve tabi ona ulaşma noktasında da neyin sağlandığı önemli. Yasal düzenlemelerde en

basitinden eğitim ve sağlık hakkı verilmiş durumda ama bu haklara kimlerin, nasıl, hangi şekillerde erişebildiği sorusu her şeyi tekrar masanın üstüne getiriyor. Dirim Dinçer: Aslında mevcut yasal düzenlemelerin varlığı nedeniyle devletin resmi yollarla çözüm bulması gereken bu insani krizlere başka ne türden desteklerle katkıda bulunulabilir? Kendi perspektifinizden belki daha mimari ya da mekansal olarak bakabiliriz. Ya da öz örgütlenme diye Fırat’ın açtığı yerden devam edebiliriz. Merve Bedir: Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı’nı örnek vereyim. “Biz bu kentte, mahallede yaşıyoruz, hemşeriyiz” söyleminden hareket ediyorlar. Ve mevcut semt dernekleri dayanışma ağı üzerinden hareket eden bir oluşum bu. Oradaki hemşerilik bana çok kilit bir kavram gibi geliyor. Beraber yaşadığım kişiyle hemşeri, aynı şehirli olma hali, bir yerellik. Erzurumlu biriyle müştereklerimi düşünmek belki kolay değil ama İstanbul’da aynı mahalledekiyle daha kolay. Bir taraftan da Belediye Kanunu’nun hemşerilikle ilgili 13. maddesi var: “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşerisidir. Hemşerilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır. Yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur” diyor. Soner Çalış, yarıkları bulmak ve aralarını açmak diye bahseder. İşte o bence çok değerli. Bu kanun maddesi bu yarıklardan biri. Buralardan hareket etmek galiba bizi ümitsizlikten, en azından beni her seferinde kendi ümitsizliğimden çekip çıkarıp çalışmaya çağırıyor. Pınar Uyan Semerci: Beraber yaşadığın yerde aslında birçok somut sorunla karşılaşıyorsun; yağmur yağıyor, çamur oluyor, trafik oluyor vs. Bu tür günlük sorunları beraberce yaşadığın kişilerle hemşerilik üzerinden kurgulamak aslen çok da zor değil. Benzer bir biçimde de devlet sınırlarının ötesinde aslında daha kozmopolit etik anlayışının olduğu bir zeminde, günlük sorunları aşarak daha büyük sorunlar için de sınır ötesi düşünebilecek bir ortam üretilebileceğini düşünüyorum. Farklı türde eğitimler düşünmek zorundayız bunun için. Sadece bizim üniversitelerde verdiğimiz türde eğitimler değil, daha yaygın ve daha etkileyici eğitimler düşünmek zorundayız. Yaşadığımız çağın en temel sorunlarından biri, sorunun sadece oradaki çamur değil, oraya o kadar anormal yağmur yağmasının altında yatan iklim krizi olduğunu göremememiz. Sınır ötesi sorunlarımız çok fazla ve beraber bu ortak sorunları, ortaklıkları daha fazla vurgulayarak çözmek zorundayız. İnsanların ortaklıkları farklılıklarından çok daha fazla. Ama ürettiğimiz dil, farklılıklar üzerine. Bu ortaklıkları görmemizi engelleyecek sorunlarla beraber yaşıyoruz, o yüzden de bir noktada ölçeği küçültmek anlamlı. Çünkü aslında demokrasinin bir biçimde var olabilmesi o ölçek küçüklüğüyle olabilecek bir şey. Ama aynı şekilde de ölçeği tamamen daha


yukarda bir yerden etik anlayışla kurgulayabilmek gerek. Yerel ile küresel arasında, kozmopolit anlayışın da içini doldurarak ciddi ve yeniden bir etik kurgusuna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu ütopik bir düşünce değil, aksine bu olmadığı takdirde yaşanamaz bir dünyanın içinde olacağımızı öngörmek. Bu tarz argümanların hepsi özellikle siyaset ve uluslararası ilişkiler disiplininde, “idealist”, bıyık altından gülerek karşılanan ya da “dünya gerçeklerinden kopuk” olmakla yaftalanan söylemlerdir. Oysa, tam da dünya gerçekleri böyle olduğu için bu yönde bir değişime gereksinimimiz var çünkü bu olmadığı takdirde içinde yaşayamadığımız ve yaşayamayacağımız bir dünya yaratıyoruz.

EZGI TUNCER GÜRKAŞ Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldu. Mimari tasarım yüksek lisans programını 2005’te, aynı bölümde doktora programını 2010’da tamamladı. 2013-2014 akademik yılında, Lancaster Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora-sonrası araştırmasını tamamladı. 20042010 arasında YTÜ’de, 2011-2016 arasında Mardin Artuklu Üniversitesi’nde çalıştı. Halen Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde kentsel ve mimari tasarım dersleri vermekte; mimarlık ve tasarım kuramı, kentsel sosyoloji, kentsel morfoloji, sınır araştırmaları alanlarında akademik çalışmalarını sürdürmektedir. FIRAT GENÇ Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi ve Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin üç aylık dergisi Saha’nın editörü. Boğaziçi Üniversitesi Modern Türkiye Tarihi Bölümü’nden 2014 yılında doktora derecesini aldı. Ferhat Kentel ve Meltem Ahıska ile birlikte yürüttüğü araştırma 2007 yılında “Milletin Bölünmez Bütünlüğü”: Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilikler ismiyle kitaplaştırıldı. Kentleşme, mekan politikası, toplumsal hareketler, göç ve göçmenlik politikası üzerine yazıları çeşitli dergilerde ve derleme kitaplarda yayımlandı. MERVE BEDIR Land+Civilization Compositions ortağı olan Merve Bedir, Delft Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde doktora çalışmalarını sürdürmekte. Columbia Üniversitesi ve Lahey Sanat Akademisi'nde kısa süreli ders verdi. Yaklaşık son beş yıldır kentsel dönüşüm ve göç konusunda çalışıyor. 2013’te Hollanda Mimarlık Mimarlık Haftası, Plovdiv, 2015) ve Aformal Akademi (Shenzhen Bienali, 2016) sergilerinin küratörlüğünü üstlendi. Agorafobi - Türkiye’de Kentsel Dönüşüm (2014) belgesel filminin yapımcısı. PINAR UYAN SEMERCI İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Pınar Uyan Semerci, 2007 yılından beri Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin müdürlüğü görevini yürütmektedir. Siyaset felsefesi, karşılaştırmalı siyaset, sosyal politika ve sosyal bilimlerde metodoloji alanında dersler veren Uyan Semerci; evrensellik, adalet, katılım, insani gelişim, yapabilirlik yaklaşımı, yoksulluk, göç, kolektif kimlik oluşumları ve çocuğun "iyi olma hali" konularında birçok araştırma projesi

Ezgi Tuncer Gürkaş: Ben de sözü buradan mimarlığa geri getireyim. Aslında bir süre önce Bir Pavyon İki Etkinlik başlığıyla iki ayaklı bir toplantı olmuştu. İkinci toplantıda, mimarlıkta alternatif üretim ya da katılımcı mimarlık olarak ortaya çıkmış gruplar bir araya gelip deneyimlerini paylaşmışlardı ki çok iyi olmuştu. Bu tür girişimlerin daha da çoğalması gerektiği görüşündeyim. Az önce Fırat’ın verdiği mahalle örnekleri vardı mesela, insanlar bir yerlerde toplanmaya, mahalle kurmaya başlamışlar. Buralara, söz konusu aktif grupların, bizlerin, hepimizin birlikte gitmesi gerekiyor. Mimarlığın, güncel olana, gündelik olana, aktif ve yaşanmakta olana doğrudan temas etmesi, toplumsal üretimin akışını yönlendirmesi gerektiğini söyleyebilirim. Bu dediğimin ne kadar zor olduğunu bugünlerde hepimiz görüyoruz ancak özellikle göçmenler, mülteciler için bir araya gelmenin, ortaklıklar üretmenin gerekli olduğunun altını sürekli olarak çizmek gerektiğini düşünüyorum.

57 XXI - EKİM 2016

Enstitüsü’nde küratörlük yaptı. “Misafirperverlik” Sözlüğü (Studio X Istanbul, 2015), İstisna Nehir (Bir

yürütmüş, makale, derleme ve kitap yayımlamıştır.

Kozmopolit bir etik üzerinden yeni bir yurttaşlık tanımı gerektiğinden bahsetti Pınar; ben buna kent hakkı kavramı üzerinden bakıyorum. Bununla da basitçe kentte yaşayanların yurttaş olsun olmasın sahip olduğu barınma, su hakkı vs. gibi tekil hakların toplamından bahsetmiyorum. Daha fazlası, Lefebvre’in kullandığı anlamıyla, kavramın özüne dönerek bakmak lazım çünkü zaman içinde üzerine başka şeyler eklendi. 1990’larda, 2000’lerde giderek ana akımlaşmış; Birleşmiş Milletler, Habitat, UNESCO gibi kurumların söz dağarcığına eklenmiş bir kent hakkı kavramı daha var. Ama hayır o değil, ısrarla Lefebvre’in ilk kullandığı anlamı hatırlamak gerek: Kenti yaşayanlar olarak kentimizi dönüştürme, dolayısıyla kendimizi dönüştürme anlamıyla kent hakkı. O anlamda belki ölçek daralıyor ama aynı zamanda kapsam genişliyor. Hepimiz aynı teknede değiliz o anlamda. Kentte yaşayanların bir kısmıyla görece daha rahat yan yana gelecekken, bunun içine göçmenlerin de dahil olmasını umuyorum ama bir kısmıyla da bunu yapamayacağız. Çünkü bu kenti dönüştüren ve arzuladığım şekilde yaşamama engel olan yapısal faktörler var, devlet ve sermaye gibi. Bunların bir kısmına karşı göçmenlerle beraber olmak, neden olmasın? Kent hakkı eğer İstanbul için somut, altı doldurulabilir bir şey olacaksa, bugünün Türkiye’sinde o 500.000 göçmenle yapılabilir, yapılmak zorunda, başka çaresi yok.

GÖÇ KRİZİ

Fırat Genç: Göçmenlerden bahsettiğimizde akla ilk gelen bunun bir sorun, kriz alanı olması ve onların mağdur, bir şeylere maruz kalan gruplar olarak düşünülmesi. Belki başlangıç noktasını tersine çevirmek gerekir: Göçmenler çoğu kez, hareketleriyle dünyayı yeniden yaratan insanlardır. İnsanlık tarihi bunun üzerine gelişti ve bugün de yine bu oluyor. Potansiyellerini de görerek, altını çizerek analize başlamak gerekir. Halihazırda göçmenlerin politik bir kapasitesi var ve bunu da kullanıyorlar. Her zaman açık politik formlarla yapmasalar da mesela Türkiye’de, Edirne’deki Umut Yürüyüşü’nde olduğu gibi açık politik tavırlarla olmasa da gündelik hayattaki mücadelelerinde çoğu kez politik etki yaratıyorlar ve dolayısıyla da politik kapasiteleri olan yurttaşlar gibi, politik özneler onlar da. Çocuk değiller, yardıma muhtaç değiller. Dünya çapındaki kontrol mekanizmalarının bu kadar yoğunlaşıyor olmasının sebebi de bu politik kapasitelerinin varlığı. Onların hareketini kontrol etmek için müdahale ediyor devletler, sermayeler ya da kurumlar. Tabi bunu söylemekteki amacım, onlara mükemmellik atfetmek değil, onlar da bizler gibi, birtakım yapısal sınırlar içinde hareket ediyorlar. Ve bu yapısal sınırlar da, farklı kurumsal bağlamlarda giderek katılaşıyor. Ama katılaşan durumlar, hepimizin, yurttaş olanların da hayatlarının vidalarını sıkan mekanizmalar. Dolayısıyla farklı sorunları farklı şekilde yaşıyoruz belki ya da potansiyellerimizi farklı şekilde ifade ediyoruz ama ortak bir hayatı, ortak bir dünyada yaşıyoruz.


YAPI - ANAOKULU - SAYGON EKİM 2016 - XXI 58

fotoğraflar: Oki Hiroyuki

Oyun Peyzajı KULLANICILARININ YAŞAMA ÇEVRESİ TAHAYYÜLLERİNDEN İLHAM ALAN ANAOKULU, ÇOCUKLARIN KENDİLERİNİ VE ÇEVRELERİNİ KEŞFETMELERİNE ZEMİN OLACAK ESNEK MEKANLAR KURUYOR. Kientruc O

CHUON CHUON KIM ANAOKULU

kıentruc o

özgürlük hissini veren, normu sadece bir çocuğun gözleri aracılığıyla anlaşılabilir bir mekan.

Hızlı büyüyen kentlerin dokusu sınırlarını zorlar; yeni yapılar yükselir, eski yapılar ise ya yok edilir ya da yeniden işlevlendirilir. Var olan yapıların uyarlanmasına, işlev ve estetik açısından iddialı talepler eşlik eder. Bu projede bizim görevimiz de var olan bir evi, yapısal elemanlarını koruyarak, yaşam dolu bir anaokuluna dönüştürmekti.

Her bir program bloku, çocuk ana-oyun-okulu yaratma fikri akılda tutularak, ortak bir yapı formu olan “baraka”nın içine yerleşecek şekilde dönüştürüldü ve düzenlendi. Ana fikir, yapı (ev) içinde yapılar (evler) yaratmaktı. Bu aynı zamanda, yerin köklü bir geçmişi olan kültürel ve tarihsel değerlerine dayanan güncel bir mimarlık yaratarak kentin gelişimine karşı olumlu bir yanıt niteliği taşıyor.

İlhamı, çocukların çizimlerinde kolaylıkla bulunabilen ancak Saygon’un kent dokusunda bulunmayan geleneksel Vietnam oyun peyzajından aldık. Tipik şet çatılı bir ev, geniş pirinç tarlaları, verimli yeşil ormanlar… Yani bir çocuğun kentte özlem duyduklarının basit bir tasviri… Burası, çocukların kendi boyutlarına göre rahat hissedebilecekleri, onlara çevrelerini keşfedebilmeleri için güvenlik ve

Chuon Chuon Kim Anaokulu’nun eğitim programı, çocukların kişiliklerini kendiliğinden keşfetmeye ve geliştirmeye cesaretlendiren oyun odaklı eğitim anlayışını benimsiyor. Çocuklar, çevrelerindeki değişimler konusunda hassastır ve etrafta olan küçük şeylere en saf duygularıyla yanıt verirler. Dolayısıyla mimarlık da, küçük mekanlardan bir küme oluşturarak, çocukların dışarı çıkmalarını ve



YAPI - ANAOKULU - SAYGON EKİM 2016 - XXI 60

dünyayı kendi yollarıyla keşfetmelerini telkin ediyor. Esnek mekan düzenlemesi, mimarların projenin program gereklilikleri ve eğitim deneyimi için önermek istediklerinin tam karşılığı. Oyun bahçeleri, farklı yaş ve boyda çocukların birbirleriyle iletişim kurmaları, etkileşim içinde olmaları için ölçeği çeşitlenen baraka formu aracılığıyla kendini ifade ediyor. Kapı ve pencere açıklıklarının yerleşimine, boyutuna ve ölçeğine karar verilirken, çevreleyen doğayla daha kuvvetli bir bağ kurmaya teşvik etme, ışığın ve rengin farklı tonlarını mekana dahil etme konuları dikkate alındı. Belirli bir alanın içinde sınırlandırılmış dış mekan kullanımı ise bitki çeşitliliğiyle çocukların doğanın hareketini anlama kabiliyetini geliştirecek bir eğitim olanağı sunuyor. Çocukların bu hareketi ve değişimleri gözlemlemesi, onları doğa ile kendi ekolojik ilişkilerini ve yaşadıkları çevreye nasıl etki ettiklerini anlamak için cesaretlendiriyor.



1. kat planı

YAPI - ANAOKULU - SAYGON

zemin kat planı

EKİM 2016 - XXI 62

kesit

kıentruc o Mimar ve endüstriyel tasarımcıdan oluşan dinamik bir ikili tarafından yürütülen Saygon, Vietnamlı mimarlık ofisi KIENTRUC O, işleyen mimari üretimler yapmayı ve tutarlı bir insançevre birlikteliğine katkı koymayı amaçlıyor. proje adı: Chuon Chuon Kim Anaokulu proje yeri: Tân Dinh Ward, Saygon, Vietnam tasarım: KIENTRUC O sorumlu mimar: Dàm Vü arazi alanı: 265 m2 inşaat alanı: 486 m2

eskiz

2. kat planı

çatı katı planı



PROJE - KÜLTÜR MERKEZİ - SAKARYA EKİM 2016 - XXI 64

görseller: Oda Viz

Kavak Dizileri İçinde XV. ULUSAL MIMARLIK ÖDÜLLERI'NDE PROJE DALI BAŞARI ÖDÜLÜ'NE LAYIK GÖRÜLEN SAKARYA AKYAZI KÜLTÜR MERKEZI, KAVAK AĞAÇLARI DIZISI IÇINDE KONUMLANAN AHŞAP STRÜKTÜRÜ VE MEKAN KURGUSUYLA KONVANSIYONEL KÜLTÜR MERKEZI TIPOLOJISININ DIŞINA TAŞIYOR. Hülya Ertaş

SAKARYA AKYAZI KÜLTÜR MERKEZI

kerem piker mimarlık (kpm)

he: Bulunduğu yerin nitelikleri yapının tasarımını nasıl etkiledi? Yapının içinde konumlandığı bağlamı biraz açabilir misin? Kerem Piker: Bunu salt söz ile ifade etmek zor. Akyazı’nın ve bulunduğu bölgenin yani Sakarya’nın kendisine hayran bıraktıran bir peyzajı var. Geniş düzlükler, bereketli topraklar ve tarım alanları, nehir, bir de kesim için dikilen kavak ağaçları, dingin ancak epeyce de etkileyici bir doğal çevre sunuyor. Bu zenginlik, özellikle konvansiyonu olan ahşap yapım teknikleri ile bir araya geldiğinde özgün, basit ancak iddialı işlevsel yapı türleri üretebilmiş. Bunların mekansal kaliteleri de, tektonik değerleri de çok ilgi

çekici. Öte yandan aynı kaliteyi henüz konvansiyonu oluşamamış diye tariflendirebileceğim betonarme konut yapılarında yakalamak mümkün değil. Kentleşen alanlar kırdaki tasvirin aksine neredeyse hastalıklı bir vasatlığa sahip. Böyle bir bağlamın içerisinde bizimkisi biraz anlama, biraz da bir yerlere tutunma çabası olarak görülebilir. Sakarya Akyazı Kültür Merkezi, bulunduğu yere yabancılaşmayan, yer ile ilişkisini anonimleşmiş yapım teknikleri ile neredeyse kanıksanmış insan yapımı peyzaj öğeleri üzerinden kurmayı amaçlayan, kendi kültür anlayışını dikte ettirmek yerine bulunduğu mecrayı kavramayı önceleyen bir deneme. he: Bu bağlamda yapının kullanımı ile açık alanların tasarımı nasıl örtüştü? kp: Açık alanların tasarımını tarifleyen en önemli öğe, bölgede kesim için yetiştirilen kavak ağacının bu kez park alanında, rekreasyon maksadıyla sık ve


PROJE - KÜLTÜR MERKEZİ - SAKARYA 65 XXI - EKİM 2016

karşı sayfada üstte: Kavak ağaçları arasına yerleşen doğrusal yapı altta: Mahalleleri birbirine bağlama ve açık alan ilişkisini kuvvetlendirme amacı güden yapının pasaj benzeri geçişi, açık fuaye bu sayfada solda en üstte: Topoğrafyaya eklemlenen yapının peyzaj amfisi sağda en üstte: Tiyatro üstte: Pasaj işlevine uygun olarak, yaya doğrultusunun tamamlayıcısı arkad solda: Restoran


EKİM 2016 - XXI 66

PROJE - KÜLTÜR MERKEZİ - SAKARYA

sağda: Pasaj/açık fuaye mekanının içinden restorana bakış altta: Çatı strüktürü ve aydınlatma

düzenli bir ritim ile kullanılmasıydı. Parkı köşegen olarak ikiye ayıran kültür merkezi yapısı, Karacasu tarafında dereboyu gezinti alanlarına yönelik düzenlemenin bir parçası olarak yapıya dönük bir açık amfi kullanımına yer açıyor. Konut alanları tarafında ise bu kez ağaçların boşalttığı alanlarda çocuk parkı, açık otopark gibi mekanlar yer alıyor. Bisiklet yolu ve yürüyüş rotaları parkı çevreleyen dolaşım ağının önemli bir parçası olarak çalışıyor. he: Yapıyı çevreleyen arkadın üstlendiği rolü nasıl tarifleyebilirsin? Yapının yerleşimine ve kullanımına nasıl bir katkısı var? kp: Proje alanı ile yapının programı arasındaki orantısız büyüklük farkı, tasarım sürecinin başından beri aklımızı kurcalıyordu. Alışılagelmiş bir tasarım refleksi olarak yapıyı boşluğun içerisinde kendisini odak haline getiren bir tür heykel-nesne olarak tasarlamak yerine, yapıyı eski ve yeni konut

mahallelerini birbirine bağlayan köprünün doğrultusunda/devamında kurgulanan birbirine paralel iki yolun arasına yerleşen programlarla zenginleşen bir tür pasaja dönüştürmeye gayret ettik. Arkad da bu pasaj rolü için uygun bir öğe olarak yapıya eklemlendi. Yapıyı uzun kenarı boyunca her iki yanından kat eden üstü kapalı arkad, Karacasu üzerinden geçen köprüyle iki konut alanını bağlayan bir yaya doğrultusunun tamamlayıcısı olarak kurgulandı. he: Son zamanlarda belediyelerin inşa ettiği kültür merkezlerinin sayısı artsa da birçoğu nikah salonu olarak kullanımın ötesine geçemiyor. Bu minvalde bu yapı için nasıl bir kültür anlayışı öngörülerek tasarım yaptınız? kp: Yapım sistemi süreç içerisindeki olası karar değişikliklerine, program yorumlamalarına ve/veya eklemelere ya da çıkarmalara ayak uydurabilecek bir

anlayışla tasarlandı. Ancak yukarıda verdiğin örneğin tersine Akyazı’da, İstanbul’daki alışkanlıklardan farklı olarak nikah salonunda nikah kıymak pek tercih edilen bir yöntem olmadığından nikah salonu özellikle programın dışında tutuldu. Kültür merkezi başlı başına sorunlu bir kavram. İlk ve en banal çağrışımı bir merkezden etrafına yönelen bir kültürlendirme çabasına işaret ediyor. Bu anlamda, bu yapının kültür merkezi olma iddiasından öte, bir kültür işleri binası olmasını ya da öyle adlandırılabilecek vasıflara sahip olmasını dilerim. Öte yandan, kültür merkezlerinin tasarımında tekrar eden ve bir tür yabancılaşma hissi yaratmanın ötesine geçemeyen tercihlerin neredeyse tamamından sakınmaya çalıştığımızı ifade etmeliyim. Bu yapı topoğrafya ile hemzemin, ahşap, tek katlı bir bina. Üzerinde eskimeyen, insanın dokunmaktan imtina edeceği herhangi bir malzeme yok.


proje yeri: Akyazı, Sakarya ekip: Kerem Piker, Burçak Sönmez, Yağız Söylev toplam kapalı alan: 2.000 m2 3b görseller: Oda Viz

PROJE - KÜLTÜR MERKEZİ - SAKARYA

kerem piker 2001 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi'nden lisans, 2004 yılında ise Hollanda TU Delft Mimarlık Fakültesi'nden yüksek lisans derecesiyle mezun oldu. 2004-2011 yılları arasında EAA-Emre Arolat Architects’te çalıştı. 2010 yılında Chicago Atheneum tarafından Avrupa'daki 40 yaş altındaki en iyi 40 mimardan biri olarak gösterildi. 2011 yılında KPM Kerem Piker Mimarlık ofisini kurdu, pek çok ödüllü projenin de tasarımını üstlendi. 2016 yılında tasarımını gerçekleştirdiği Akyazı Kültür Merkezi XV. Dönem Ulusal Mimarlık Ödülleri Proje Başarı Ödülü’ne layık görüldü. 1998 yılından bu yana İTÜ, YTÜ, Gebze YTE, Bilgi ve Kültür Üniversitesi mimari proje stüdyolarında ve ulusal mimari proje yarışmalarında jüri üyesi olarak yer alan Kerem Piker halen İTÜ mimari proje stüdyosunda konuk öğretim üyesidir.

67 XXI - EKİM 2016

kesitler

vaziyet planı

Olabildiğince içini gösteren, davetkar olduğuna inandığımız, merkeziyetçi bir girişi olmayan, içerisindeki etkinliklere pek çok noktasından dahil olmanıza imkan veren bir kurguya sahip. Çevresinden ayrışmak bir yana, kendi ürettiği peyzaja karışan bir yapı olmasını hayal ettik. he: Senin Manisa Belediyesi projeni anımsadım bu tasarımı görünce. Bu kompartımanlı kurguda işlevler nasıl yerleşiyor? kp: Ne taraftan yapıya yaklaştığınıza bağlı olarak değişen bu kurgu, güneybatıdan kuzeydoğu yönüne doğru arka fuaye, sanatçı odaları ve avlusu, tiyatro, fuaye, açık fuaye, restoran, sergi alanları ve atölyeler sırasıyla izlenebiliyor. Bu türden doğrusal bir kurgunun önemli bir avantajı, yapıyı farklı zaman dilimlerinde bölümler halinde işletmeye olanak tanıması. Böylelikle yapının işletme maliyetleri ile ilgili önemli bir tasarruf sağlanmış oluyor.

aksonometrik


İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL EKİM 2016 - XXI 68

fotoğraflar: Bülend Özden

Teknoloji Kubbesi ESKİ BİR ÜRETIM ATÖLYESINDEN ÇALIŞMA ALANINA DÖNÜŞEN MEKAN, İŞLEVİNE UYGUN ATMOSFERİ TEKNOLOJİ VE GRAFİK TASARIMLA KAZANIYOR.

GOOGLE DOME

bülend özden desıgn

Google Dome Levent sanayi bölgesinde, eskiden küçük bir imalat atölyesi olarak kullanılmış yüksek tavanlı bir mekan içerisinde tasarlandı. Studio Kamara tarafından işletilen mekanı Google’ın kiralaması üzerine yere; dijital reklam ajansları, reklam uzmanları, Google iş ortakları ve teknoloji tutkunlarına hizmet verecek şekilde işlev kazandırıldı. Konsepti belirleyen en önemli unsurlardan biri tabii ki Google'ın tüm dünyada yaygın olan neşeli ve hayal gücünü tetikleyen mekan anlayışı. Bu anlayış, çok renkliliğin ve teknolojinin bolca kullanılmasıyla tüm atmosferde kendini hissettiriyor. Mekan dinlenme alanları, kafe bölümü, çalışma masaları ve toplantı odaları olarak bölümlendi. Google'ın yeni çıkan uygulamalarının

deneyimleyenebileceği alanların mevcut olduğu mekanda, etkinliklerin yapılacağı 110 kişilik bir konferans salonu da tasarlandı. Toplantı odalarında İstanbul'un çeşitli simgesel bölgelerinden seçilerek kullanılan büyük boyutta görseller, photoshop efektleri kullanılarak grafik bir anlayışta odalara uygulandı, her toplantı odasında farklı bir Google logo rengi kullanıldı. Çalışma alanları insanların hayal gücünü artıran ilham verici bir atmosferde düzenlendi. Zeminde ve duvarlarda kullanılan beton dokular eski, sanayi tipi bir loft mekanı duygusunu amaçlıyor. Bu duygu, içeride kullanılan renk ve teknolojiyle de Google'ın çalışma atmosferini oluşuyor. proje adı: Google Dome tasarım: Bülend Özden Design işveren: Google Türkiye uygulama: Artı Standart proje yeri: Studio Kamara, 4. Levent, İstanbul proje tarihi: 2016


İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL 69 XXI - EKİM 2016


bülend özden 1993 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden mezun olan Özden, 1996-2000 yılları arasında İtalya’da mimar Claudio Nardi’nin ofisinde tasarımcı iç mimar olarak, aralarında Dolce&Gabbanna, Gianfranco Ferre, Valentino Stores,Malo, Byblos, Genny olan projelerde çalıştı. Mesleki çalışmalarına 2001’de kurduğu Bülend Özden Design şirketinde, iç mimarlık ve mobilya tasarımları yaparak devam ediyor.

EKİM 2016 - XXI 70

İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL

plan

kesit



İÇ MEKAN - POLİKLİNİK - GAZİANTEP EKİM 2016 - XXI 72

fotoğraflar: Alt Kat Architectural Photography

Steril Dönüşüm İKİ KATLI GENİŞ BİR BOŞLUĞA YERLEŞEN DİŞ POLİKLİNİĞİNDE MEKANLAR ÇELİK STRÜKTÜR VE KUTULARLA TANIMLANIYOR. Slash Architects

GÜLÜŞ AKADEMISI

slash archıtects

Gülüş Akademisi insan odaklı tasarımın vücut bulduğu, bitkilerin yeşerdiği, yaşayan, dinamik ve kendine özgü sade tarzıyla huzuru ve konforu ziyaretçilerine ve personeline sunan, kliniklerin “korkuyla gidilen yer” algısını değiştiren, her köşesiyle keşfedilesi sürprizlere açık, kent için yeni bir klinik anlayışı oluşturuyor. Proje alanı, Gaziantep’in merkezinde olukça işlek bir bulvarda yer alıyor. İki kattan oluşan ve dükkan tipolojisine sahip mekanın tek cepheli olması poliklinik işlevi için oldukça zorlayıcı olsa da, geniş bir galeri boşluğuna açılan bu yapıda, sınırlandırıcı görünen koşulları olumlu etkilere dönüştürmek hedeflendi. Mekana, mahallerin gereksinimleri doğrultusunda en uygun plan çözümleriyle yerleşmek amaçlandı. Hem çalışanların hem de ziyaretçilerin konforu düşünülerek tasarlanan

projede, zemin kat tüm poliklinik işlevlerini içerecek şekilde planlandı. Klinik birimleri, resepsiyon ve bekleme alanının ön tarafa konumlandırılması sayesinde düşey dolaşım ve kamusal kullanım alanları, hem görsel hem de işlevsel bir bütünlük içinde. Ziyaretçinin karşılama bölümünden rahatlıkla algılayabileceği muayene odalarına ulaşım da kolaylaştırıldı, bekleme alanından mekanın tamamına hakimiyet sağlandı. 320 metrekarelik poliklinikte dört adet klinik odası bulunuyor. İç mekanda yer alan iki adet müdür odası ve bir toplantı odası, tüm altyapısı hazırlanarak rezerv klinikler olarak tasarlandı. Bu esnek yapı sayesinde gelecekte olası bir büyüme senaryosunda yedi muayene odası ve bu mahallerle birlikte çalışan fuaye-bekleme alanlarına sahip bir klinik olasılığı da sağlanmış oldu. Ana mekanları servis mekanlarına bağlayan koridorlar ise bünyesinde barındırdığı doluluk ve boşluklarla keşfedilmeyi bekleyen dijital bölüm, dinlenme ve



İÇ MEKAN - POLİKLİNİK - GAZİANTEP EKİM 2016 - XXI 74

okuma bölümü, çocuk bekleme alanı ve farklı aktif dinlenme alanlarını barındıran mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu sayede hastalar bekleme süresince sıkılmadan okuma köşesinde kitapları karıştırmak, dijital noktada diş sağlığı konusunda bilgilendirici videolar ya da yalnızca televizyon izlemek arasında seçim olanağına sahip. Bekleme alternatifleri ve düzenlemesi kliniğin genelinde kullanışlı ve sürprizli deneyimlere imkan sağlamak üzere geliştirildi. Tek cepheden ışık alan mekanda iç bahçe kurgusu, ışık almayan bölgelerde illüzyon yaratarak iç-dış algısının şaşırtılmasını sağlıyor. İkinci katta yer alan Ar-Ge laboratuvarları, çalışanların dinlenme odaları, toplantı odaları hekimlerin ve personelin tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir planlama kapsamında geliştirildi. Doğal havalandırma ve ışığın çok önemli olduğu poliklinik yapısı için girişte yer alan asma kat ile oldukça geniş galeri boşluğu, ön tarafta çelik strüktürle sıfırdan inşa edilen iki katlı muayene odası “Mega Box”ın ilham kaynağı. Mega box’a eşlik eden

“Mini Box” birimi ise konsepti ve işlevi tamamlayan bir diğer eleman olarak kendini gösteriyor ve bu mimari elemanlar mekanın kimliğini dışa vurarak asıl vitrini oluşturuyor. Gün içindeki kullanımının yanı sıra gece algısının da düşünüldüğü poliklinikte, farklı şekillerde kurgulanan aydınlatma tasarımı, kimi zaman klinik odalarını kütlesel olarak ön plana çıkarırken kimi zaman giriş bölümünü ve mekanın derinliğini vurguluyor. İç mekanın renk ve doku seçimlerinde net ve nötr bir yaklaşım benimsendi. Detayların zenginleştirdiği minimal mekanlar ile klinikte steril ve pozitif bir his oluşturmak hedeflendi. Çok işlevli mobilyaların da tasarlandığı projede, kesişen mekanlarda ve genel dolaşım alanlarında aydınlatma elemanlarının tasarımından grafik yönlendiricilere kadar tüm kompozisyonun dil birliği içinde olması düşünüldü. Canlı bitkiler, zen bahçesi, doğal taş kullanımı, renklerin sadeliği ve basitliği ile kurgulanan iç mekan, insan psikolojisini rahatlatacak şekilde planlandı.

İşlevsel olduğu kadar estetik açıdan da iddialı bir mekan üretme motivasyonuyla tasarlanan klinik, cephesinde kullanılan mimari dilin farklılaşmasıyla bir tezat yaratarak değişik kullanımları vurgulamayı hedefledi. Ana girişin ve karşılamanın bulunduğu cephe daha geçirgen kurgulandı, şeffaf cam kullanımı tercih edildi. Bu sayede polikliniğin yapısı, dolaşım alanları ve mekanın derinliği okunur hale geldi. Resepsiyon, yüksek tavanlı kısımda konumlandırılarak bir kat boyunca sarkan ikonik aydınlatma elemanlarıyla zenginleştirildi. Mega Box ve Mini Box olarak adlandırılan kütlelerin cepheleri ise buzlu cam sayesinde mahremiyetini korurken doğal ışık ve havalandırmadan faydalanacak şekilde seçildi. Gülüş Akademisi, bir yandan yaratıcı ve kullanışlı mekanlar üreterek uzmanların buluştuğu bir merkez olma hedefini gerçekleyen bir yandan da kullanıcının kendini güvende ve emin ellerde hissedeceği, huzurlu, steril ve teknik açılardan tamamlanmış güncel bir diş kliniği.



giriş sayfasında Zemin katta yer alan bekleme alanı önceki sayfada üstte solda: Dış cephe görünüşü üstte sağda: Malzeme kullanımı ve dolaşım altta: Muayene odası bu sayfada Bekleme alanları için tasarlanan alternatif alanlar

EKİM 2016 - XXI 76

İÇ MEKAN - POLİKLİNİK - GAZİANTEP

zemin kat planı

slash archıtects 2013 yılında Şule Ertük Gaucher ve İpek Baycan Glaister tarafından "glaisterllgaucher architects" adı altında kurulan ve çeşitli ortaklıklarla kendini çoklamayı hedefleyerek kurumsal kimliğini yenileyen Slash Architects ismini, farklı uzmanlıkları bünyesinde barındıran ve bu şekilde daha bütüncül tasarımlara ulaşmayı hedefleyen bir yapıyı ifade eden “slasher” kavramından alıyor. Kent bağlamı içinde mekan üretim biçimlerini araştıran, mimarlığı kentsel, işletimsel ve mekansal potansiyelleri ortaya çıkartmak için bir arayüz olarak kurgulamayı hedefleyen ekip, farklı ölçeklerde proje geliştirmeye devam ediyor. proje adı: Gülüş Akademisi, Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniği tasarım: Slash Architects proje yeri: Gaziantep, Türkiye proje tarihi: 2016 proje alanı: 320 m2 yüklenici: Yüksek Yapı ve İnşaat

1. kat planı

kesit



ÜRÜN TASARIMI - MASA EKİM 2016 - XXI 78

fotoğraflar: Ian Bartlett Photography

Gündelik Izgaralar YING CHANG’IN TASARIMI, NESNELERİN SIRADANLAŞMIŞ KULLANIMLARINA KARŞI, KULLANICI İHTİYACI DOĞRULTUSUNDA ALTERNATİFLER ÜRETMEYE İMKAN VERİYOR. Ying Chang

Proje, gündelik nesnelerimizin biçim ve işlevlerine verdiğimiz alışılmış ve otomatik tepkilere karşı, yüzeye odaklanarak, ev ortamının özelliklerinin yeniden incelenmesiyle ortaya çıktı. Masanın olağandışı formu, kullanıcının kendi beklentilerinin karşılığını ve nesnelerle kişisel, özgün bir ilişki kurmanın yollarını bulabileceği kullanılabilirlik örüntüleri kullanılarak, sıradanlaşmış ya da alışılmış olanın dışına çıktı.

GRID SISTEM MASA

yıng chang

Fikir, üç temel öğeden oluşan bir sistemle ifade edildi: çok işlevli yardımcı donatılar, tel örgü kutular ve metal çerçeve. Yardımcı birimlerin eklendiği tel örgü kutuları, metal çerçeve bir arada tutuyor. Kullanıcının ihtiyaçlarına göre şekillendirilebilen sistem, tel örgü kutularının gruplanması ya da yönlerinin değiştirilmesiyle keşfedilebilecek bir potansiyeller dizisi tanımlıyor.

Grid sistemli yüzeyler ve yarı saydam hacimlerin oluşturduğu çevre, büyük ve sabit yüzeyli mobilya arketipine karşı çok yönlü bir alternatif sunuyor.


ÜRÜN TASARIMI - MASA 79 XXI - EKİM 2016

yıng chang 2005-2012 yılları arasında Londra ve Amsterdam’da konsept tasarımcısı olarak çalışan Chang, 2014 yılında yüksek lisansını Londra’daki Kraliyet Sanat Koleji’nde tamamladı. 2012’den itibaren bireysel çalışmalarına kendi adını verdiği markasıyla devam eden Chang, okulda yaptığı projeler de dahil olmak üzere pek çok tasarım ödülüne sahip.


EKİM 2016 - XXI 80

SEKTÖR HABERLERİ

ASPEN'İN İNOVATİF ÜRÜNLERİ ARCHITECT@ WORK İSTANBUL'DA SERGİLENECEK

Aspen'in katılımıyla Türkiye'de ilk kez düzenlenecek olan Architect@Work, bir ticaret fuarından çok daha fazlasını sunuyor. Mimar, iç mimar, tasarımcı ve yapı uzmanlarına yönelik inovasyon odaklı yaklaşımı ile diğer yapı organizasyonlarından tamamen farklı bir etkinlik olan Architect@Work, 4-5 Kasım tarihlerinde İstanbul Fuar Merkezi'nde ziyarete açılacak. Mimar ve iç mimarlardan oluşan bir seçim komitesinin onay verdiği ürünlerin sergilendiği etkinlikte Aspen'in inovatif ürünlerinden Lumuner LED Aydınlatma Sistemleri'nin asma tavan uygulamalarında en iyi çözümler için

geliştirdiği “The Perfect Match” anlayışının ürünleri de yer alacak. Uyumdan gelen bütünlükle, tasarım ve saha uygulamalarında kolaylık sağlayan aydınlatmaların özel tasarım tavanlarla birleşerek, modern mimarinin gereksinimlerini karşılayabildiği ürün grubu ziyaretçilere sunulacak. Bu kategoride Lumuner LED Aydınlatma Sistemleri'nin Integra Metal Asma Tavan Sistemleri ile entegre Hook-on LED ve T24 LED “The Perfect Match” ürünlerine ek olarak, Lumuner'in Sepia Ahşap Tavan Sistemleri ile entegre “The Perfect Match” ürünleri de sergilenecek. Aspen'in modüler bölme duvar ürünlerinden olan Vetrona Woodline Modüler Bölme Duvar Sistemleri'ne ait yenilikçi ürünler de ziyaretçilerle buluşacak. Yalnızca mimar, iç mimar, tasarımcı ve diğer yapı uzmanları tarafından ziyaret edilebilen etkinlikte, tanınmış mimarların deneyimlerini aktaracağı, sektör odaklı güncel konuların ele alınacağı kısa seminerler de yer alacak.

ADDO FURNITURE YENİ SHOWROOM'UNDA Addo Furniture, tasarım vizyonunu ve özgün tarzını yansıttığı yeni showroomu ile yükselen başarı grafiğini destekliyor. Basın Ekspres'te yer alan 1000 m2 büyüklüğündeki showroom, loft konsepti, yeni nesil ofis yaşamını tasarım çizgisi ile buluşturan mobilyaları ve özel konseptler ile tasarlanan stil köşeleri ile dikkat çekiyor. Tasarım olgusunu başarının sırrı olarak benimseyen ve her alanda ön plana çıkaran Addo Furniture, akustik düzenlemelerden derinlik özelliklerine kadar ince bir tasarımın ürünü olan showroomda çalışma hayatı için tasarlanan özel koleksiyonlarını sergiliyor.

Yaşayan bir ofis olması açısından Addo ekibinin de ofis olarak kullandığı showroomda mobilya ayakları, ahşap malzemeler ve çeşitli aksesuarlar duvarlarda farklı bir tasarım ile yeniden yorumlanıyor. Markanın konsept danışmanı Sezgin Aksu'nun tasarladığı showroom, geniş bir alanda sergilenen farklı ürün grupları, özel akustik düzenlemeleri, tavan yüksekliğinin verdiği ferahlık ve ürün yerleştirmeleriyle konuklarını özgün bir atmosferde ağırlıyor. www.addofurniture.com

www.aspen.com.tr

VITOCLIMA 200-S/HE HIGH SEASONAL SERİSİ Viessmann, Avrupa Birliği sezonsal verimlilik yönetmeliklerine uygun Vitoclima 200-S/HE High Seasonal serisi DC inverter duvar tipi split klimaları Türkiye pazarına sundu. Klimaların ihtiyaç olduğu kadar çalışmasını sağlayan DC inverter teknolojisinin yanı sıra Vitoclima 200-S/HE serisi birçok özelliğiyle öne çıkıyor. Yüksek SEER/SCOP ile işletim giderlerinin düşmesi ve stand by modunda minimum güç tüketimi sağlanıyor. Uyku halindeki metabolizma değişim hızına uyumlu şekilde set değeri artırılıp (soğutma modunda), azaltılarak (ısıtma modunda) konforlu bir uykuya imkan tanıyor. Sadece gerekli olduğunda defrosta geçerek, konforlu ve tasarruflu bir ısınmayı mümkün kılıyor. Kullanım sonrası fan çalıştırılarak, bakteri oluşumuna yol açabilecek nem kurutulabiliyor.

Vitoclima 200-S/HE Vito-High Seasonal serisi klimalarda bulunan filtre sayesinde yüksek hava kalitesi sağlanıyor. Turbo modu ile istenen iç ortam sıcaklığına daha hızlı ulaşılabiliyor. İç ünite bataryası içerisindeki gaz sıcaklığı ayar sıcaklığına gelmeden önce iç ortama soğuk hava üflemesini engelliyor. Ağır kış koşullarında, evde kimse yokken bile ortam sıcaklığının sıfır derecenin üzerinde sabit tutulması “8 oC’de Heating” ile mümkündür. Özel uzaktan kumanda sensörü ile ayar sıcaklığını kullanıcının bulunduğu ortam sıcaklığına göre otomatik ayarlıyor. Elektrik kesintisinden sonra binadaki klimaların sıralı çalıştırılmasıyla oluşabilecek zararların önlenmesi “akıllı otomatik re-start” özelliği ile sağlanıyor. www.viessmann.com.tr



DEKTON XGLOSS NATURAL

tundra

glacıer

Cosentino tarafından üretilen yenilikçi ultra kompakt yüzey Dekton, üç yeni renk seçeneğiyle kullanıcılara sunuluyor. Glacier, Fiord ve Tundra renkleri doğadan ilham alınarak geliştirildi. Dekton'un pürüzsüz, sağlam ve düz yüzeyler sunan yeni renkleri ile yeni bir koleksiyon da ortaya çıktı: Dekton XGloss Natural. Geçmişi bugüne taşıyan Glacier, Fiord ve Tundra, kristal parlaklığı ve yüksek teknoloji ile sağlanan kalitesiyle de dikkat çekiyor. Dekton XGloss ürün yelpazesi aynı zamanda yüksek dayanıklılık, lekelere karşı direnç ve su geçirmez özelliklere sahip. Ürün bina

cephelerinde, mutfak ve banyo tezgahlarında, zemin ve yol yüzeylerinde, merdivenlerde ve diğer tüm yüzey kaplama türlerinde kullanılabiliyor. Doğal taştan esinlenilen Glacier, beyaz bir arka plan üzerinde altın renkte bir mermer dokusunu gözler önüne seriyor. Doğadan esinlenen Fiord'un renk yelpazesinde sıcak, sarı ve toprak renkleri bir araya getirildi. Doğal taştan esinlenen Tundra ise içinde gri beneklere sahip beyaz bir tabanı ortaya çıkarıyor. www.cosentino.com

EKİM 2016 - XXI 82

SEKTÖR HABERLERİ

AGT YERLİ MOBİLYA ÜRETİMİNİ DESTEKLİYOR Ulusal ve uluslararası alanda mobilya, dekorasyon ve inşaat sektörlerinde MDF, MDF-lam, panel, profil, parke ve kapı üreten AGT, Türkiye'deki yerli mobilya üretimi ve tasarımına destek vermek için yurtdışında aktif pazarlama çalışmaları yürütüyor. Yer aldığı ülkelerde sektöre yönelik hizmet içi eğitim çalışmaları gerçekleştiren AGT, farklı ülkelerde marangozlara yönelik eğitimlere de devam ediyor. AGT Satış ve Pazarlamadan Sorumlu Grup Başkanı Şirzat Subaşı yaptığı açıklamada;

“Bugün dünyanın dört bir yanına ihraç ettiğimiz ürünlerle hem ülkemizin, hem de markamızın bu sektördeki iddiasını ortaya koyuyoruz. Sadece nicelik olarak öne çıkmak değil, niteliği nicelikle birleştirmek, marka bilinilirliğimizi artırmak bizler için çok önemli.” dedi. Subaşı, AGT'nin Türkiye mobilya sektörünün markalaşması konusunda yurtdışında önemli çalışmalar yürüttüklerini de sözlerine ekledi. www.agt.com.tr

GERFLOR, RIO 2016 OLİMPİYATLARI ZEMİN KAPLAMALARININ RESMİ TEDARİKÇİSİYDİ Gerflor, Brezilya'nın Rio kentinde düzenlenen 2016 Olimpiyat Oyunlarında hentbol ve voleybol turnuvalarında oyun sahalarının zeminlerini kapladı. İlki 1976 yılında Montreal Olimpiyatları olmak üzere Moskova, Los Angeles, Seul, Barselona, Atlanta, Sidney, Atina, Pekin, Londra ve son olarak bu yıl Rio'da düzenlenen oyunlarda Gerflor Taraflex ürünleri kullanıldı. Gerflor, altı hentbol, yedi voleybol, sekiz basketbol sahasının zeminini üretti, nakletti, montajını gerçekleştirdi, teknik destek verdi ve bitiminden sonra sökümünü sağladı. Bu yılki olimpiyat zeminlerine uygun olarak Taraflex ürünleri Fransa'daki Gerflor Teknoloji

Merkezi’nde geliştirildi. Taraflex ürünleri düşmelere karşı üstün koruyucu etkisi ve spor kazalarını önleyici yapısı sayesinde, uzun ömürlü bir ürün olarak spor yapılarında 1947 yılından beri kullanılıyor. Protecsol yüzey işlemi, sürtünme yanığı riskini azaltırken, alt tabakasındaki şok emici köpük malzemesi de sporcuların güvenliğini sağlıyor. Ürünlerde kullanılan yüksek kaliteli çift fiberglas hasır malzemeye dayanıklılık ve maksimum boyutsal sabitlik özelliği veriyor. Taraflex ürünleri 18 farklı renk çeşidiyle özel bir ürün gamı yaratıyor. www.yaktas.com.tr



DYO, “YARINLAR İÇİN DEĞER” PROJESİYLE EĞİTİME DESTEK VERİYOR DYO'nun hayata geçirdiği “Yarınlar İçin Değer” projesi, “Öğrenmeye Değer”, “Ustalığa Değer” ve “Okullara Değer” olmak üzere üç farklı başlıktan oluşuyor. Milli Eğitim Bakanlığı, Mesleki Yeterlilik Kurumu ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile işbirliği yapılan proje kapsamında Türkiye'de ilk kez okul boyama standartları bilimsel bir yaklaşım ile belirlendi. DYO öncülüğünde hazırlanan Okul Boyama Kılavuzu, Milli

Eğitim Bakanlığı ile imzalanan protokol sonrası Türkiye çapındaki tüm okullara gönderildi. Yapılan araştırmalara göre okulların fiziki ortamının rahatlığı ve mekanların uygunluğuna göre yapılan renk seçimleri öğrencilerin okul başarısını ve verimliliğini yüzde 25 artırıyor. DYO'nun uzun soluklu olması planlanan projesi, ilerleyen dönemde farklı alanlarda sürdürülecek. www.yarinlaricindeger.com

EKİM 2016 - XXI 84

SEKTÖR HABERLERİ

NEVPANEL® NevPanel® magnezyum oksit esaslı yapı ve yalıtım panelleri dünya standartlarında üretilen ilk Türk menşeli panellerdir. Doğal hammaddeler olan magnezyum oksit ve magnezyum klorürün cam elyaf ile güçlendirilmesiyle oluşan kompozit yapıya sahip paneller, tüm konut, ticari ve prefabrik yapılarda, iç ve dış mekanlarda yapıların her detayında kullanılabiliyor. Paneller A1 sınıfı yanmazlık, su ve nemden etkilenmeme, darbeye dayanıklılık, küf ve bakteri oluşumunu engelleme özelliklerine sahip. Yüksek ısı ve ses yalıtımı sağlayan NevPanel® magnezyum oksit esaslı yalıtım panelleri değişen hava şartlarına dayanıklılık gösteriyor. Paneller mantolama, cephe giydirme, iç

ve dış cephe kaplamaları, binaların taşıyıcı sistemlerinin korunması, ara bölme, asma tavan, yükseltilmiş zemin, çatı altı levhası ve beton zemin altı yalıtım plakası olarak hafif çelik ve prefabrik yapılarda; yangın yalıtımı gerektiren şaft kapağı, yangın kapısı ve mobilya üretimi gibi yangın riski taşıyan mekanlar ve koruma gerektiren tüm uygulamalarda, soğuk hava depolarının izolasyonunda, su ve neme maruz kalan ortamlarda, ısı, ses, su yalıtımı gerektiren uygulamalarda ve yangın korumasında kullanılabiliyor. Ürünler asbest, silis, organik çözücüler, toksik ve ağır metal gibi çevreye ve insan sağlığına zararlı hiçbir madde içermiyor. www.nevra.com.tr

KALE ÇELİK KAPI DEKORATİF ÜRÜNLER SUNUYOR Kale Endüstri Holding, "Dekorasyon Kapıdan Başlar" mottosuyla 2016'nın kapı trendlerini belirleyecek farklı renk ve modellerdeki Kale Çelik Kapı ürünlerini kullanıcılarıyla buluşturuyor. Kale Çelik Kapı'nın geniş ürün yelpazesinde her mekana ve kişisel tercihlere uygun modellere sahip ürünler bulunuyor. Ürün gamında kapalı mekanlar için ahşap, cam, laminat ve Amerikan panel kapı seçenekleri yer alıyor. Özellikle çelik kapı ürünlerinde mavi, yeşil, turuncu

renklerdeki Kale Vira, K4291 ve K4230 gibi özgün modeller güvenliği şıklıkla birleştirmek isteyen kullanıcılar için farklı ve renkli alternatifler oluşturuyor. Kale Çelik Kapı; Kale Deco, Retro, Country Model ve Twins seçenekleriyle vintage, country ve modern tarzlara ait detayları kapılara taşıyor. Saray kapısı, Antik kapı ve Anatolia gibi modeller ise Anadolu motiflerini yansıtıyor. www.kalecelikesya.com.tr



GÜNDÜZ, IŞIK, GECE SERGİSİ İSTANBUL MODERN SANAT MÜZESİ'NDE AÇILIYOR

EKİM 2016 - XXI 86

SEKTÖR HABERLERİ

Tepta Aydınlatma'nın 25. yılı onuruna hazırlanan “Gündüz, Işık, Gece” sergisi, 18 Ekim - 22 Ocak tarihleri arasında izleyici ile buluşacak. 1991 yılında aydınlatmanın sanatsal ve estetik boyutuna olan ilgi sonucu kurulan Tepta Aydınlatma, Türkiye'de ilk kez düzenlenecek bir ışık sergisine imza atıyor. Temsilcisi olduğu tasarım odaklı markalar ile alanında öncü mimar, tasarımcı ve sanatçıları bir araya getiren serginin küratörlüğünü Almanya'dan UBL ve Brandi Institute'un kurucu direktörü, ışık tasarımcısı Ulrike Brandi üstlendi. Brandi'nin farklı saatler ve hava şartları altındaki ışıkları ile değişerek farklı duygulara bürünen İstanbul'un atmosferinden esinlendiği sergi için davetli katılımcıların “doğal ışık” kavramına yoğunlaşması istendi. Küratörün çağrı metninde yer alan konsept, katılımcıların doğal ışığı yeniden düşünerek yorumlamalarına olanak sağladı. Sergi, belirtilen kavramsal metin çerçevesinde şekillenen

ve Tepta'nın 25. yılına özel olarak üretilen aydınlatma odaklı özgün işlerden; çeşitli yerleştirmeler ve ışık nesnelerinden oluşuyor. Sergi kapsamında Melkan Gürsel ve Murat Tabanlıoğlu Aqua firması ile birlikte çalıştı, Emre Arolat Lasvit firması ile işbirliğinde bulundu. Tanju Özelgin, Önder Kaya, Bilgehan Şenel ve Refik Anadol da Tepta markası için özel işler üretti. Hollanda'dan Brand van Egmond adına mimar Willian Brand ve Catellani & Smith adına İtalyan sanatçı Enzo Catellani ışık nesneleri ve yerleştirmeleri ile sergide yer aldılar. Christine Brandi ise iGuzzini firmasıyla işbirliği yaparak bir ışık nesnesine imza attı. Sergi süresince katılımcılar ile bir sohbet programı ve 5-6 Kasım tarihlerinde bir film gösterimi gerçekleştirilecek. Hazırlıkları on ay boyunca süren sergi İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin mekan desteği ile gerçekleşiyor.



UYGULAMA – ÇELİK PROFİL – PARİS EKİM 2016 - XXI 88

İlkleri Muhafaza Etmek PARİS'TE ATIL DURUMDAKİ BİR YÜZME HAVUZUNUN, OTEL DE İÇEREN BİR KOMPLEKS OLARAK YENİDEN İNŞA EDİLMESİNE JANSEN'İN ÇELİK PROFİL SİSTEMLERİ KATKI SAĞLADI. 1920'li yıllarda mimar Lucien Pollet tarafından Paris'te hayata geçirilen kompleks Piscine Molitor, ilk kez bir kapalı yüzme havuzu ile açık yüzme havuzunu bir araya getirmişti. Üstü açık yüzme havuzu üç katlı bir bina tarafından çevreleniyordu; merdivenler ve holler soyunma odalarına çıkıyordu. Soyunma odaları Deauville plajındaki soyunma kabinlerinden esinlenilerek yapılmıştı. 1989 yılının Ağustos ayında oldukça eskimiş olan havuz kompleksi kapatılmıştı. Hemen ardından kurulan

“SOS Molitor” isimli sivil toplum grubu bir yıl sonra binanın tarihi yapıt olarak tescillenmesini sağladı. Ancak yine de binanın dış cephesinin küçük bir kısmı ve daha önce koruma altına alınmış bazı yapı öğeleri dışında, binanın geri kalanı yeni yapıya yer kazandırmak için yıkılmıştı. Yeni yapılan bina kompleksi 124 odalı bir otelin yanı sıra yeni, çok lüks bir bar ve restorana sahip bir spa bölümüne kavuşturuldu. Binanın karakterini yansıtan ahşap merdivenler, pergolalar ve çepeçevre dolanan hollerin tırabzanları orijinaline uygun olarak yenilendi. Perrot & Richard büyük bir hassasiyet ve ustalıkla “muhafaza” ile “yeni yapı” arasındaki zorluğun üstesinden geldiler.

Böylece bina kompleksi eskiden ne ise bugün de odur, ancak tamamıyla bambaşkadır. Spa ve otel kompleksine dönüşümün gerektirdiği büyük çaplı cam cepheler ve geniş pencere boşluklarını mimarlar Jansen'in Janisol, Janisol Arte ve Janisol 2 modeli ısı izolasyonlu çelik profilleriyle gerçekleştirdiler. Havuz kısmına doğru uygulanan ürünler EI30 gereğince yangın güvenliği taleplerini yerine getirdi. Ayrıca Molitor Oteli'nin ana girişinde oldukça dar çelik profil sistemi Janisol Arte ile ilk otomatik sürgülü kapı inşa edildi. mimarlar: Perrot & Richard, Paris çelik profil sistemleri: Janisol, Janisol Arte ve Janisol 2 (EI30) sistem tedarikçileri: Jansen AG, Oberriet/İsviçre


UYGULAMA – ÇELİK PROFİL – PARİS 89 XXI - EKİM 2016


DURLUM durlum grubu asma tavan, aydınlatma ve gün ışığı sistemlerinin üretiminde uzmanlaşmış uluslararası çalışan bir aile şirketidir. Kurulduğu 1967 yılından bugüne kadar mimarların, tasarımcıların ve inşaat firmalarının başarılı bir çözüm ortağıdır. Yılların proje tecrübesi ve farklı teknik sahalardaki deneyimleri sayesinde bireysel ve modern mimarinin ihtiyaç ve farklı uygulamalardaki taleplerine çözüm üretir.

klinik garmısch - daylıght sistemi

sıka zürih – tomeo & lumeo​

devlet kütüphanesi stuttgart - mesh tavan rhombos​

metro istasyonu singapur - dur-solo tavan

Yenilikçi ve çevresel bir şirket olan durlum, aynı zamanda kalite ve çevre yönetim sistemi ISO 9001:2008 ve ISO 14001:2004 sertifikalarına sahiptir ve her zaman en yeni teknolojiler ile çalışır.

EKİM 2016 - XXI 90

AYDINLATMA

Havaalanları, alışveriş merkezleri, metro istasyonları ve kamu alanları için üretilen proje çözümlerinin yanı sıra, asma tavan ve aydınlatma uygulamalarını aynı zamanda ofis binaları, müzeler, okullar, üniversiteler, hastaneler, oteller, konut ve özel villalar için de sunar. Bu bağlamda hedefi, proje ortakları ile birlikte işlev ve tasarımı en mükemmel şekilde çözmektir. www.durlum.com.tr • Audi City İstinye Park, İstanbul, 2016 • Convention Center, Bakü, 2016 • Xatai Metro İstasyonu, Bakü, 2016 • JTI Ofis Projes, Almatı, 2015 • Mermerler Plaza, İstanbul, 2015 • Salalah Havalimanı, Umman, 2015 • Aksigorta Buyaka, İstanbul, 2014 • Coca Cola Buyaka, İstanbul, 2014 • Gürallar Lapishan, İstanbul, 2014 • LAV Showroom, İstanbul, 2014 • Marriott Hotel Taksim, İstanbul, 2014 • Piri Reis Üniversitesi, Tuzla, 2014 • Protel Genel Merkez, İstanbul, 2014 • Zürih Sigorta, İstanbul, 2014 • 28 May Metro Station, Bakü, 2013 • Haydar Aliyev Center, Qax, Bakü, 2013 • Milli Konservatuar Üniversitesi, Bakü, 2013

bbva genel merkezi madrid - polylam & omega63



PHILIPS

EKİM 2016 - XXI 92

• AYDINLATMA

Royal Philips bünyesinde faaliyet gösteren Philips Aydınlatma, aydınlatma ürünleri, sistemleri ve hizmetlerinde dünya lideridir. Aydınlatmanın insanlar üzerindeki olumlu etkilerine yönelik anlayışı ve derin teknolojik birikimi sayesinde, ticari değer yaratan, zengin kullanıcı deneyimi sunan ve hayat kalitesini yükselten dijital aydınlatma yenilikleri sunmaktadır. Profesyonel ve tüketiciye yönelik pazarlara hizmet verirken, tüm şirketlerden daha yüksek enerji tasarrufu sağlayan LED aydınlatma ürünleri satmakta olup, ayrıca bağlantılı aydınlatma sistemleri ve hizmetlerinde sektör lideridir. Işığı aydınlatmanın ötesine taşıyarak evleri, binaları ve kentsel mekanları dönüştürmede Nesnelerin İnterneti’nden yararlanmaktadır. Aydınlatma alanında dünya lideri Philips Aydınlatma, öncüsü olduğu LED dönüşümünü bir adım öteye taşımak için çalışmalarına devam ediyor. Türkiye’de hayata geçirdiği projelerle şehirleri güzelleştirmeye devam eden Philips, son yedi yılda Adana, Ankara, Bursa, Çanakkale, Edirne, Gaziantep, İzmir, İstanbul, Kahramanmaraş, Konya, Kırklareli ve Lüleburgaz da dahil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında 50’den fazla ikonik şehir projesine imza attı. 90’lı yıllardan bu yana dünya genelinde mimari yapı aydınlatması ve şehir güzelleştirme çalışmaları yapan Philips, yaptığı araştırmalarla da aydınlatmanın şehir güzelleştirme ve şehirlere kimlik katmadaki önemini vurguluyor. Aydınlatma projeleri, şehrin güneş battıktan sonra da güvenli ve yaşanabilir olmasına katkı sağlıyor. Böylece 24 saat gerçek anlamda yaşanabilen şehirler oluşuyor.

abdülhamit han camii

ankara amfitiyatro

boğaziçi köprüsü

konya kelebekler vadisi

www.lighting.philips.com.tr • Anayasa Mahkemesi, Ankara • Çanakkale Şehitliği, Çanakkale • Enerji Müzesi, Bursa • Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, İstanbul • Gençlik Parkı, Ankara • Kocatepe Camii, Ankara • Kordon, İzmir • Kuleli Askeri Lisesi, İstanbul • Saat Kulesi, Bursa • Sinanpaşa Köprüsü, Adana • Tarihi Hava Gazı Fabrikası, İzmir • TOBB, Ankara • Ulu Camii, Bursa • Yüksek Hızlı Tren, Ankara

izmir asansör

izmir saat kulesi

edirne tunca köprüsü





EKİM 2016 AJANDASI ... - 22 Ekim

Çünkü Biz Olmadığımız Yerdeyiz

Sergi yer, kent, mimari, hafıza, kimlik, kültür ve bunların birbiriyle

Kasa Galeri, Karaköy, İstanbul

www.kasagaleri.sabanciuniv.edu

Salt Galata, Karaköy, İstanbul

www.saltonline.org

Oslo, Norveç

www.oslotriennale.no

Yapı Endüstri Merkezi, Fulya, İstanbul

www.yem.net

Mimarlar Odası, Karaköy, İstanbul

www.mimarist.org

ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara

www.metudsymp2016.org

olan ilişkisine, şehrin içinde kaybolma ve sınırları keşfetmeye odaklanıyor.

… - 13 Kasım

Tek ve Çok

Türkiye'nin 1955-95 dönemini, toplumun erişimine açık maddi kültürün izinde araştıran sergi, endüstri nesnelerini ve hikayelerini konu alıyor.

… - 27 Kasım

Oslo Mimarlık Trienali

Oslo Mimarlık Trienali küresel hareket, mesken, mekansal kalıcılık, mülkiyet ve kimlik üzerinden aidiyet krizini ele alıyor.

3 - 7 Ekim

3 - 22 Ekim

4 - 5 Ekim

Mimarlık Haftası Etkinlikleri: Bence Mimarlık

Beş gün sürecek panel dizisinde, her gün iki farklı yapı tipolojisi

Mimar Sinan Büyük Ödülleri: 1988 -2016

Sergi, 1988 yılından beri bu program kapsamında verilen Mimar

Uluslararası Kentsel Tasarım Sempozyumu: Designing Urban Design

ODTÜ Kentsel Tasarım yüksek lisans programının 20. yılı

kullanıcılarının katılımıyla konuşulacak.

Sinan Büyük Ödülü'nün retrospektifi niteliğinde.

sebebiyle düzenlenen sempozyum, kentsel tasarımın ideolojisi, yöntemleri, morfolojisi, praksisi, sosyolojisi ve eğitimine odaklanacak.

4 - 14 Ekim

6 - 8 Ekim

8 - 9 Ekim

Çapraz Yansımalar: Mimarlık, Fotoğraf ve Metin

Cemal Emden'in Le Corbusier portfolyosuna, mimar üzerine

TSMD Mimarlık Merkezi, Çankaya, Ankara

www.tsmd.org.tr

araştırmaları olan akademisyenlerin metinleri eşlik ediyor.

Salt Araştırma ve Mimarlık Cengiz Bektaş Arşivi Etkinlikleri

Türkiye mimarlık ortamındaki yeri ile üretimlerinin toplum ve

Mimarlar Odası, Denizli

www.saltonline.org

Critical Urban Practice (CUP) Atölyeleri

Farklı yöntem, kaynak ve temsil ortamlarından beslenen atölyeler,

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Santral Kampüsü, İstanbul

www.cupworkshops.tumblr.com

Kito, Ekvador

www.habitat3.org

kültür hayatına katkıları ele alınacak mimarın Denizli’deki yapıları, söyleşi ve gezilerle irdelenecek.

katılımcılarına kenti kolektif üretimler aracılığıyla, eleştirel bir gözle yeniden okuma olanağı sunuyor.

EKİM 2016 - XXI 96

AJANDA

17 - 20 Ekim

Habitat III

Konferans sürdürülebilir kentleşme, kent-kır ilişkisi ve sürdürülebilir gelişmelerin sosyal, ekonomik ve çevresel boyutlarını bir araya getirerek yeni bir kent gündemi oluşturmayı hedefliyor.

19 Ekim - 22 Ocak

22 Ekim - 20 Kasım

Gündüz, Işık, Gece: Tepta Aydınlatma 25. Yıl Sergisi

Küratörlüğünü Ulrike Brandi'nin üstlendiği sergide, doğal ışık

İstanbul Modern, Fındıklı, İstanbul

www.istanbulmodern.org

kavramına yoğunlaşan yerleştirmeler yer alıyor.

3. İstanbul Tasarım Bienali

Bedeni, gezegeni, yaşamı ve zamanı tasarlamak olmak üzere

İstanbul

www.bizinsanmiyiz.iksv.org

Borusan Contemporary, Sarıyer, İstanbul

www.borusancontemporary.com

dört farklı proje kümesinden oluşacak bienalin küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Vigley.

29 Ekim - 19 Şubat

Edward Burtynsky: Aqua Shock

Kanadalı sanatçı Burtynsky'nin sanayileşmenin doğaya etkisi üzerine fotoğraflarından oluşan serginin küratörü William A. Ewing.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.