XXI Haziran 2016

Page 1

X-Architects tasarımı Wasit Tabiat Koruma Alanı Ziyaretçi Merkezi

Müdahalesiz Seyir Hep İstanbul

Ersa Ideas House

CM MİMARLIK

ŞANAL MİMARLIK

BERLİN PEYZAJLARI

GEORGES BATZIOS ARCHITECTS

YAZILARIYLA

XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 150 < HAZİRAN 2016 < CM MİMARLIK < GEORGES BATZIOS ARCHITECTS < ID-İSTANBUL < SLA ARCHITECTS < ŞANAL MİMARLIK < X-ARCHITECTS

Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 150 H A Z İ R A N 2 0 16 13

ID-İSTANBUL

AVŞAR GÜRP INAR KORHAN GÜMÜŞ LEV ENT ŞENTÜRK OTTO VON BUSCH SİNAN LOGIE

SLA ARCHITECTS


Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve genel yayın yönetmeni yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş

MIMARLIK NEDIR?

editörler Deniz Çınar Dirim Dinçer Ezgi Tezcan reklam sorumlusu Tuğba Demirci tugba@xxi.com.tr dijital reklam Buğra Çelik bugra@xxi.com.tr italya reklam işbirliği Sandra A. Arizabalo, Studio Chopinet okuyucu ilişkileri Damla Yiğit damla@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu kapak Wasit Tabiat Koruma Alanı Ziyaretçi Merkezi, Şarika © Nelson Garrido sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Turgay Tuğsuz basım yeri Uniprint Basım San. Tic. A.Ş Ömerli Mah. Hadımköy - İstanbul Cad. No: 159, Arnavutköy, İstanbul Sertifika No: 12196 yönetim yeri Puna Yayın Asmalımescit Mah., Oteller Sok. 6/4 Beyoğlu, İstanbul 34430 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr genel dağıtım Dünya Süper Veb Ofset A.Ş. Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz. www.xxi.com.tr

Geçen ayki etik / mimarlık dosyamızda bir mesele çözülemeden dosya kapanmış gibi oldu: Mimarlık derken neyi kast ediyoruz? Mesela, mimarın iş olarak yaptığı şeyi, bina inşa etme pratiğini mi, toplumsallığın üretimine aracılık eden bir düşünme ve araştırma alanını mı, yoksa bireysel bir uğraş olarak kendini gerçekleştirme edimini mi? Yoksa bunların tümünü mü? Postmodern bulanıklıkla sıvanıp hemencik “tümünü” demeyi seçebiliriz, her ne kadar şıklar birbirlerini değilliyor olsa da. “Mimarlık, insanların yaşadıkları yerlere biçim vermektir.” İşte Venedik Mimarlık Bienali küratörü Alejandro Aravena’nın ana sergisinin giriş cümlesi. Bu eylemin, yani biçim vermenin içinde barındırdığı, neye, nasıl ve kim için gibi sorular aslen ilk başta bir kısmını sıraladığımız mimarlığın tanımlarının belirlenmesini sağlıyor.

Bu çok-yüzlü dünyada tek bir mimarlık yapma biçimi yok. Öte yandan mimarların yapıp ettiklerini, kentsel ya da kırsal ortamlara müdahalelerini yetersiz, zarar verici hatta zararlı gördüğümüzde bunun mimarlık olmadığını söylemek, biraz tuhaf olmuyor mu? Sadece iyiye hizmet eden biçim verme işini mimarlık olarak adlandırıp yaşam alanlarımızı biçimlendiren birtakım büyük ya da küçük ölçekli hareketleri mimarlığın dışında tutmak, bir saflaştırma yöntemi olmasın? Mimarlığı günahlarından arındırmak istiyorsak tanımıyla oynayacağımıza yapma biçimlerimize, “neden”lerimize, “nasıl”larımıza ve “kimin için”lerimize baksak daha üretken bir ovaya varmaz mıyız?

XXI


GÜNCEL 8 PLANLI İŞE YARAMAZLIK ÇAĞINDA TASARIM

Avşar Gürpınar / Hafıza Kaybı

10 BERLİN PEYZAJLARINDA SIRADAN OLMAK

Tarihinde sık sık odağı olduğu erk sahibinin mekansal etkisini ve yıkımını deneyimlemiş Berlin, metropol niteliğine rağmen peyzajını koruyor ve kent yaşamının her anına dahil ediyor. Burcu Serdar Köknar, Berlin’in güncel kent örüntüsünü ve yaşamını yazdı.

38 BİR KÜLTÜR ELEŞTİRİSİ ADOLF LOOS: MİMARLIK ÜZERİNE

Deniz Balık

42 HER ŞEY YERLİ YERİNDE

Cemal Emden / Fotoaltı

44 NEYE TANIKLIK ETTİĞİNİ BİLMEDEN TANIKLIK EDİYORMUŞ GİBİ YAPMAK

Korhan Gümüş / Soru İşareti

PROJE 48 BİYOLOJİK DÖNGÜ PEYZAJI

Yapı ve malzemeyi de çevresel döngüye dahil ederek birbirinden beslenen eşitlikçi bir yaşama ortamı kuran Yeşil Ayak İzi Parkı, atık kavramını da ortadan kaldırıyor.

18 BİR “OLUŞ SANATI”NIN ANA HATLARI: “SLAYT SANATI”

Levent Şentürk / Dönme Dolap

Tefrikamızın dördüncü bölümünde mimari pratiğinin mihenk taşlarından olan Aktur Bodrum ve Datça tatil sitelerinin ortaya çıkışını anlatan Ersen Gürsel, proje sürecindeki aktörler arası ilişkiler üzerine deneyimlerini de paylaşıyor.

HAZİRAN 2016 - XXI 2

İÇİNDEKİLER

22 AKDENİZ PEYZAJIYLA BÜTÜNLEŞEN: AKTUR TATİL SİTELERİ

30 RASTGELE DÜŞÜNCELER 2 VEYA MİMARLIĞIN ELEŞTİRİYLE İMTİHANI

Sinan Logie / Zincirleme Reaksiyonlar

32 BİR SORU, BİR SERGİYE DÖNÜŞEBİLİR Mİ: MİMARLIKTA İNOVASYON NEDİR?

Şebnem Şoher, Lizbon Doğa ve Bilim Tarihi Ulusal Müzesi’nde 4 Mart - 30 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilen “Mimarlıkta inovasyon nedir?” sorulu sergiye dair izlenimlerini yazdı.

36 KOLAYLAŞTIRMANIN ÜÇ YÜZÜ

Otto von Busch

52 MÜDAHALESİZ SEYİR

Yıllarca zehirli kimyasallar türeten bir çöp yığını olan bölge, insandan ve zararlı atıklardan arındırılarak doğaya geri verildi. Ziyaretçilerse bu kazanılmış doğayı, şeffaf duvarın ardından seyrediyor.



56 MELEZ KİMLİKLER KURMAK

70 TANIMLI İŞLEVLERE AYRILMIŞ MEKANLAR

Marka kimliğiyle birlikte kurgulanan Ersa Ideas House'un tasarımını Alexis Şanal ile ve Ersa'nın bu yeni mekanla nasıl dönüşmesini hayal ettiklerini firma sahibi Yalçın Ata ve satış müdürü Aynur Yılmaz ile konuştuk.

62 SOKAKLARLA ÖRÜLÜ YERLEŞİM

Esenyurt’ta konumlanan Hep İstanbul, sıraevlerle yüksek blokların birlikte çözüldüğü 1500 konutluk bir yerleşke. Bu büyüklükte bir mekanın tasarımında izlediği yolu ve blokların çözümü için geliştirdiği yöntemi Cem Sorguç ile konuştuk.

Garage Kuaför, barındırdığı işlevlerin tanımlı alanlara atanmasıyla hayata geçirilmiş. İşverenin kişiliğini yansıtan mekanlarıyla yeni nesil kuaförün nasıl olabileceğini araştırıyor.

SEKTÖR 78 SEKTÖR HABERLERİ 82 RASTLANTISAL DOKULAR

İÇİNDEKİLER

Artstone'un doğal görünümlü Hormigon ürünü, D.ream merkez ofis projesinin genel kurgusunda güçlü bir etki yaratıyor.

HAZİRAN 2016 - XXI 4

66 ÇAYIN SAKİNLİĞİ

Atina Kolonaki’de konumlanan To Tsai Çayevi’nin iç mekan tasarımı, kriz sonrasında kentlilerin sahip oldukları değerlerin evrimini yansıtıyor.

84 REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

96 AJANDA

Aspen Durlum Epart Kibrid Material Trimline Interiors Unigen Yapı Malzemeleri





Planlı İşe Yaramazlık Çağında Tasarım “Her şey daha önce oldu ve her şey yeniden olacak.” Bizim aşina olduğumuz ifadesiyle “Tarih tekerrürden ibarettir.” olarak karşılayabileceğimiz bu kehanetvari cümle, İskoç yazar James Matthew Barrie’nin 20. yüzyıl başında yarattığı roman karakteri Peter Pan ve onun hayal dünyasının ana fikriydi. Bir sonraki yüzyılın başında, bir Amerikan bilimkurgu dizisi olan Battlestar Galactica da, heterotopik bir evrende gerçekleşmekte olan her şeyin aslında daha önce benzer biçimlerde gerçekleştiğini anlatırken tarihin aslında çizgisel değil, döngüsel bir süreç içerisinde olageldiğini haber veriyordu. Manuel De Landa’nın ”Çizgisel Olmayan Tarih” kitabı da özünde insanlığın çizgisel bir izlekte, sürekli daha gelişmiş, daha kompleks ve/veya daha ”iyi” bir rejimde değil, birtakım kırılma noktaları üzerinden, otokatalitik süreçlerle, paradigmalar arası geçişlerin yaşandığı bir akışla ilerlediğini savlar. Barut, pusula, buhar makinası, saat (su ile çalışan) gibi zamanında toplumları kökünden değiştirdiğini, insanlığa çağ atlattığını düşündüğümüz buluşlar aslında yüzyıllar önce -neredeyse tamamı Çinliler tarafından- zaten keşfedilmişti. Ancak toplumların sosyal ve ekonomipolitik yapıları itibariyle çok farklı amaçlar -söz gelimi eğlence- için kullanılıyordu ve ilk keşif dönemlerinde, bugün bizim kavradığımız anlamı bağlamında ciddi dönüştürücü etkileri olmamıştı.

HAZİRAN 2016 - XXI 8

HAFIZA KAYBI

Bu uzun girişten günümüze gelecek olursak: Warner Philips 2010 yılında, haftada yedi gün ve günde dört saat kullanıldığında yirmi beş sene boyunca çalışmaya devam edebilecek bir LED ampul tasarladığını ilan etti. GE, Panasonic, Philips gibi şirketlerden de ardı ardına benzer ürün haberleri gelmeye başladı. Bugünün ampulleri düşünüldüğünde devrim niteliğinde bir buluş öyle değil mi? Halbuki 2011 yılında Utah’ta bir itfaiye istasyonunda halen yanmakta olan akkor telli ampul, 110. Doğum gününü kutlamaktaydı. Shelby, Ohio’da Adolphe Alexandre Chaillet tarafından tasarlanıp üretilen, bugün 115 yaşındaki bu ampulün bakım ve belgeleme için kurulmuş özel bir komisyonu ve onu 24 saat kaydeden bir internet kamerası var. Hatta ampul daha şimdiden iki kamera eskitmiş durumda. Dolayısıyla bu küçük kürecik -enerji tasarrufu konusu ayrıca tartışılmak üzere not edilmek kaydıyla- “akkor telli ampuller kısa ömürlü olur”, bu yüzden “sürdürülebilir değildir” ve dolayısıyla “daha yeni teknoloji ampuller ile değiştirilmelidir” argümanlarını yerle yeksan eden bir duruş -yanışsergilemekte.

AVŞAR GÜRPINAR

Bu çok özel ampulün sırrı, kaşifi Chaillet ile ölmüş olsa da yirminci yüzyıl başlarında Edison ve çağdaşlarının geliştirmiş olduğu ampuller de 2.500 ile 15.000 saat arasında değişen, zamanları için uzun sayılabilecek ömürlere sahiptir. Fakat ampulün ticari bir ürün haline gelerek yaygınlaşmaya başlamasından sadece yirmi yıl sonra ilginç bir olay

gerçekleşecektir. Dünyanın en ünlü ve güçlü ampul üreticileri -Philips (Hollanda), Osram (Almanya), Tungsram (Macaristan), General Electrics (ABD), Compagnie des Lampes (Fransa), Associated Electrical Industries (Birleşik Krallık), Tokyo Electric (Japonya) vd.- 1924 yılında Cenova’da Phoebus adında bir kartel kurar. Kartelin amacı pazar paylaşımı ve kontrolünün yanı sıra karlılığı arttırmak üzere akkor telli ampullerin ömrünü 1000 saate düşürmektir. Bazı çevirilerde kasıtlı eskitme olarak da geçen, benim planlı işe yaramazlık olarak adlandırdığım kavramın ilk kurbanlarından biri olan akkor telli ampulün ömrü Uzak Doğu, Avustralya ve Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanındaki şirketlere yapılan baskılar ve laboratuvar deneyleri sonucunda yirmi sene içerisinde 1000 saate indirilir. Bu amansız kartelin taktikleri arasında piyasaya uzun ömürlü ampuller süren şirketleri parasal olarak cezalandırmak da vardır. 1940’lara gelindiğinde artık akkor telli ampullerin ortalama ömrü 1000 saate iner ve üstüne üstlük bu durum reklamlarda büyük bir başarı olarak -"tam 1000 saat yanar!"- lanse edilir. O kadar ki, doludizgin ilerleyen Avrupa serbest pazarının hemen yanı başında yer alan ve planlı işeyaramazlığın antitezi sayılabilecek bir üretim politikası gütmekte olan Sovyetler Birliği ile Doğu Almanya’nın dayanıklı ve alabildiğine uzun ömürlü ürünlerinin dünyanın geri kalanında esamesi bile okunmamaktadır. Öyle ki 1981 yılında Hannover’deki bir aydınlatma fuarında yeni geliştirdiği uzun ömürlü ampulleri sunan Narva firması, meslektaşları tarafından ticari anlamda kendi ayağına sıkmakla suçlanıyor, Batı Almanya’daki tedarikçiler tarafından satın alınmayan ürünleriyle şirket, duvarla beraber yıkılıyordu. Akkor telli ampul örneğinde kendini tüm çıplaklığıyla gösteren planlı işe yaramazlık kavramı bugün de varlığını farklı biçimlerde sürdürmekte. Tasarımcı Clifford Brook Stevens’ın “Tüketici tarafından biraz daha yeni olanın gerekenden biraz daha erken arzu edilmesi” hali olarak 1950’lerde harika bir şekilde tanımladığı bu üst kavramı üç alt başlıkta incelemek mümkün:


Son işe yaramazlık biçimi ise -benim tanımım ileteknolojik işe yaramazlık olarak isimlendirilebilir. Tasarım bağlamında teknik ve kullanıcı bağlamında algısal bir işe yaramazlık durumunda olmayan ve aslen halen çalışır durumda olan bir nesne, artık üretici firmasının teknolojik gelişim sürecine uyum sağlayamaması, yani o firma tarafından bir nevi gözden çıkarılması hasebiyle kullanılamaz hale gelir. Söz gelimi eski iPhone modelleri (4 ve daha eski), Apple’ın tüm elektronik ürünleri için geliştirdiği ve sinir bozucu sıklıklarla güncellenen işletim sistemini artık desteklememektedir. Başka bir örnekte Intel firmasının çıkardığı yeni işlemciler, belli bir tarihten önce üretilmiş bilgisayarlarla uyumlu değildir. Dolayısıyla bu ürünler halen çalışıyor olsalar da sadece bir parçaları yeni teknolojiye uyum sağlayamadığı için topyekün çöpe atılmak -ya da hayalet ürünler olarak evimizde, çekmecemizde, kutularımızda yaşamak- ve yenileriyle değiştirilmek durumundadır. Buna ek olarak özellikle elektronik ürünleri (fotoğraf makinaları, kameralar, tarayıcılar, yazıcılar ve niceleri) tamiratı ve yedek parça kullanımını zorlaştıran ya da engelleyen

bu sayfada Thomas Parker'ın 1884'te ürettiği elektrikli otomobilin 1895 tarihli fotoğrafı

kapalı kutular olarak tasarlamak, aksesuarlarını (şarj) ve giriş formatlarını (görüntü adaptörü) değiştirmek de firmaların tüketicileri kendi tempolarına ayak uydurmak için geliştirdiği teknolojik işe yaramazlık stratejilerine örnektir. Görünen o ki ne tasarım ne de teknoloji çizgisel ve sürekli gelişen, “iyileşen” bir rejim izlemiyor. Ticari hayatın dinamiklerine tutunarak ilerlemeye çalışan tasarım, De Landa’nın Braudel’den ödünç aldığı tabiriyle antipazarın dayattığı kurallara muhtemelen gönülsüzce de olsa uymak ve teknolojiyle olan ilişkisini de bu bağlamda tanımlamak mecburiyetinde kalabiliyor. Bu öyle bir güç ki, aslında on yıllar önce geliştirilmiş, söz gelimi elektrikli araba gibi bir teknolojiyi bile bize yeni bir kavram gibi sunabiliyor. Amacım kesinlikle buradan tasarımcıya bir mağduriyet kıyafeti biçmek olmasa da, bu bağlamda kalite, sürdürülebilirlik ve uygunluk gibi kriterler üzerinden belli bir bilgi ve görgüyle donatılmış tasarımcı da iş hayatında, ister istemez tüm bunları bir kenara koyarak geçici, uçucu, teknolojiyle aşırı kontrollü bir ilişki içerisinde, işe yaramazlık süreçlerinin planlandığı bir paradigmanın sözleşmeli işçisi pozisyonunda sıkışıp kalabiliyor. Bu pozisyonun tasarımcıyı içine ittiği büyük ruhsal buhranın ayrıca incelenmeye değer olduğu notunu düşmekte de fayda var. Her şeyin daha önce olduğu ve her şeyin yeniden olacağı bu çizgisel olmayan tarih akışını fasit bir daire olmaktan çıkararak, en azından helezonik bir yapıya kavuşturacak kırılmaları yaratabileceğimiz yeni pozisyonlar almanın zamanı gelmiş olabilir.

9 XXI - HAZİRAN 2016

İkincisi algılanan -ya da algıda- işe yaramazlık, ki buna halk arasında modası geçmek diyoruz, bir nesnenin kullanıcı -kullanıcılar grubu, topluluklar, toplumlar- nezdinde işe yaramaz hale geldiğinin kabul edilmesi durumudur. Tüm işlevsel melekeleri yerinde olan bir nesne (kıyafet, mobilya, beyaz/ elektronik eşya) yeni modelinin/versiyonunun piyasaya sürülmesiyle beraber artık miadı dolmuş olarak kabul edilir ve kullanıcı tarafından elden çıkarılarak yenisiyle değiştirilir. Bitimsizce her sene yenisi çıkan üst modelleri ile ikame ettiğimiz cep telefonları, bu tip bir işeyaramazlığın karakteristik örnekleridir. Bu senaryoda üretici firma ürününü -eğer başarabildiyseismiyle ilişkilenmiş sağlamlık, uzun ömürlülük, kalite gibi kavramlara hiç zeval gelmeden -hatta buna ihtiyaç bile duymadan- ve tüketiciyi ikna edebildiği kadar daralan sıklıklarda yeni ürün satın almaya itebilir. Modadan otomotive, oradan beyaz eşya ve elektronik aletlere sıçrayan bu belki de en tuhaf tüketim manisine ket vurabilmek, bugünün şartlarında çok da olası gözükmüyor.

karşı sayfada 1981 yılında yeni geliştirdiği uzun ömürlü ampulleri sunan Narva firmasına ait ampul ambalajı

HAFIZA KAYBI

Bunlardan ilki, ampul dışında başka birçok ürünle de örnekleyebileceğimiz (mürekkepli yazıcılar, bilgisayarlar, beyaz eşya ve niceleri) teknik işe yaramazlık, yani tamamı ya da -genellikle- sadece bir parçası bozulan ürünün, tamir edilememesi yahut tamir edilmesinin ürünün sıfırından daha pahalı olması nedeniyle işe yaramaz hale gelmesi durumu. Bu strateji özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin, kükreyen 1920’lerin vahşi kapitalist konjonktüründe yaşanan arz çılgınlığının, talebin misliyle üstüne çıkmasından kaynaklanan Büyük Buhran sonrası tüketimi azdırmak için başvurduğu yöntemler arasında, reklam ve krediye eşlik eden en önemli silahıydı. Zira bir ürünün kullanılamaz hale gelmesi/ işlevini yerine getirememesi, kullanmakta olduğumuz bir nesneyi değiştirmemiz konusunda yeni ürünün kimliğimize katacakları ve/veya satın alma için gerekli parasal olanakların sağlanmasından çok daha kritik bir itki sağlar.


Berlin Peyzajlarında Sıradan Olmak TARİHİNDE SIK SIK ODAĞI OLDUĞU ERK SAHİBİNİN MEKANSAL ETKİSİNİ VE YIKIMINI DENEYİMLEMİŞ BERLİN, METROPOL NİTELİĞİNE RAĞMEN PEYZAJINI KORUYOR VE KENT YAŞAMININ HER ANINA DAHİL EDİYOR. BURCU SERDAR KÖKNAR, BERLİN’İN GÜNCEL KENT ÖRÜNTÜSÜNÜ VE YAŞAMINI YAZDI.

HAZİRAN 2016 - XXI 10

GÜNCEL

fotoğraflar: Burcu Serdar Köknar

Burcu Serdar Köknar Berlin’i turist olarak ziyaret ederken gördüklerimle Berlin’de yaşarken gördüklerim birbirlerinden epeyce farklı. Ya da belki de şöyle demek gerek: Fark ettiklerimle ardından anladıklarım arasında farklılıklar var. Burada yaşadığım zaman dilimi de öyle çok uzun değil aslında; ailemle birlikte, akademik araştırma yapmak için geldiğim Berlin’de, şu anda tam dokuz ayı doldurdum. Basit ve çok sakin bir hayat sürüyoruz burada: Araba kullanmıyoruz, evde ya da kütüphanede çalışıyoruz, her gün belli bir saatte olmamız gereken bir yer ya da durum yok, çocuğumuz okula yürüyerek gidip geliyor… Daha önceki ziyaretlerimde, daha çok basit karşılaştırmalar yaparak ve hatta etrafıma biraz klişelerle bakarak, bir anlamaya çalışma hali ve hayranlık içerisinde kalmışım. Böyle bir tempo ve kurgu içinden baktığımdaysa, kent

ve kent yaşantısına dair önceden göremediğim onlarca detayı fark ettim; bu da birkaç ayımı aldı diyelim. Kentin kamusal alanlar ağının nasıl bir örüntüsü olduğunu, özel mekanların bu kamusal alanlarla nasıl ilişkilendiğini zamanla, yaşayarak sezinledim. Kamusal alanın var olma ve yaşanma biçimlerinin nasıl iç içe geçtiğini anlamak için çok özel bir yer Berlin. Hikayelerin olduğu gibi “dışarıda” olduğu bir kent burası. Kent müştereklerinin sıkı sıkı oluşturulduğu, böylesi küreselleşen ve tüketim hızının her geçen gün durmaksızın arttığı dünyamızda, müştereklerin kayda değer bir şekilde korunduğu bir yer. Ne kadar bu şekilde dayanır, bilinmez. DIŞARIDA OLMA FİKRİ

Berlin’de “dışarıda” olmak apayrı bir deneyim. Kamusal alan, öyle insanların tesadüfen yan yana geldikleri bir alan değil kentte; tesadüfen yan yana

gelmek üzere bilinçli olarak var oldukları bir alan neredeyse. Sanki herkes bir araya gelip de tanımadığı kişilere “Günaydın”, “İyi günler” deme niyetiyle dışarı çıkıyor. Ayrıca kentin her yerinde ve birbirine yürüme mesafesi uzaklığında irili ufaklı parklar var. Hafta sonları ya da çalışma saatleri dışında evde kalmak, pek de istenen bir şey değil. Kışın bile çocuklar su geçirmez kıyafetlerini giyip sokaklara, parklara çıkarılıyor, belki iki yaşından itibaren anne ve babalarının ellerini tutmuyor, sabah erkenden kendi başlarına bisikletleriyle okula gidiyor. Çok küçük yaşlardan itibaren yalnız başlarına hareket eden çocuklar, kent hayatına çok belli kurallarla, birer birey olarak dahil oluyorlar. Bu durumun, ilk etapta alakasızmış gibi görünse de, “dışarıda olma” fikriyle özel ve ince bir bağı olduğunu düşünüyorum. Kentin fiziksel varlığı ile içindeki yaşamlar iç içe geçerek, birlikte var oluyor. Bir süre kentlinin

kenti yaşama halini izleyince, bunu anlamak kolaylaşıyor. İster istemez İstanbul’daki yaşam pratiklerimizle karşılaştırıyorum. Bu kentte, onca insan arasında yaşamaya başlayınca önce garip hissediyorsunuz kendinizi. Belki biraz kıskançlık, çokça karmaşa içinde ve hızlı yaşamaya çalışmaktan ötürü, bazı algı alanlarımızın kapandığını da düşündürüyor bu durum. Sonra yavaş yavaş bir sakinleşme evresine giriyorsunuz. Başta herkesin bir biçimde müzakere edip anlaşmış gibi göründüğü ritüeller -mesela pazarda ya da bir dükkanda ödeme yapmak için kuyruk beklerken sakince durmak gibiönce çok yorucu ve saçma gelebiliyor. Sonra, “Neden çok acele edeyim ki?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Dışarıda bir kafede zaman geçiriyor, bir şeyler yiyip içiyorsanız, elinizdeki akıllı telefonu hemen dijital ağa bağlamak üzere wi-fi şifresini sormuyorsunuz; aklınıza bile gelmiyor hatta.


karşı sayfada Kentte dolaşan “doğa”

GÜNCEL

bu sayfada en solda: Sıradan kullanılan-yaşayan bir yer solda: Prinzessinnen Garten- oturmak / yemek / içmek / sohbetler için ayrılmış alan altta solda: Bir öğleden sonra; bebek ve köpekle masa tenisi vakti altta: Bir “baugruppe”nin ortak bahçesi; herkese açık, sürekli yapılıyor; değişiyor

11 XXI - HAZİRAN 2016

KENTE DAHİL OLMAK, AKIŞ

Kentin hafta içi ve hafta sonundaki yaşam hızı neredeyse aynı hissediliyor, yaşam sürekli aynı hızda akıyor gibi. Koşturmaca içinde olan kentli göremiyorsunuz pek; görebileceğinizin en fazlası, Alexanderplatz gibi kesişimi bol aktarma noktalarının, diğer yerlere göre, daha kalabalık olma hali. Doluluk oranları yer değiştiriyor gibi izleniyor. Kentin gündelik hayat akışında, şehrin içindeki hareket etme biçimleri de belirleyici oluyor. Doğu batı bölünmüşlüğünden de kaynaklanan bir motorlu araç ağı hafifliği var: Kentin içerisinden geçen büyük otoyollar, çevre yolu ya da bunlara bağlı olarak, yavaş akan gündelik hayatı bölen köprüler, yarıklar vs. pek yok. Onun yerine komünist Doğu Almanya’dan kalan büyük izler var ki bu büyük akış izleri de motorlu aracın baskın olduğu bir sistemi hissettirmiyor (tabii her gün araba kullanmıyorsanız). Bazı zamanlarda ve noktalarda daha çok

hissediliyor araç yoğunluğu. Toplu taşıma ve bisiklet ise çok etkin kullanılıyor. Kentin en uzak noktalarına, toplu taşımayla bir saat içerisinde erişebiliyorsunuz; bu durum da pek tabii bir yere yetişme yetişememe, yolda sıkışıp kalma endişesinin oluşmasını engelliyor. U-Bahn, S-Bahn, tramvay ve otobüs birbirlerine entegre edilmiş bir biçimde çalışıyor; kimseyi bu sistem içerisinde koştururken, telaş içerisinde görmüyorsunuz. Bu arada kimi zaman bu sistemlerin birbirine çok iyi entegre edilemediği konusunda yakınmalar da duymadım değil. Anlaşılan kentli daha da iyi bir entegrasyon bekliyor, belki bekleme dakikalarının 5 dakikadan 2’ ye düşmesini… Diğer yandan hem yetişkin hem de çocuk bisikletliler sabah ve iş çıkış saatlerinde dahi, yollarda sakin sakin ilerliyorlar. Daha önce Amsterdam gibi yoğun bisiklet kullanımının olduğu kentlerde karşılaştığım bisikletli telaş ve agresyonuyla bu kentte geçirdiğim dokuz ayda pek karşılaşmadım.

Yani kent hayatına dahil olmak, sakin ve akıcı. Belki de tam burada kentin yoğunluğundan da söz etmek gerek. Berlin’in, kentli birey ve yapılı alan yoğunluğu açısından çözünürlüğü düşük: Kentin %44’ü açık alanlar ve rekreasyon alanlarından oluşuyor. Gündelik hayat da, bu az yoğunluk içerisinde, birbirine eklemlenmiş kamusal alanlar içerisinde akıp gidiyor. Kentin fiziksel varlığıyla kentlinin hayatı birbiriyle sürtüşmüyor, kavga etmiyor. KENT YAPISINDAKİ BOŞLUKLARDA VAR OLMAK, KENTTE “DOĞA” VE “KENT-DOĞA”

Berlin’in meşhur “department store”u KaDeWe’nin bulunduğu yine meşhur Kurfürstendamm caddesi, hızlıca ve her an Batı Berlin’in ruhunu yansıtıyor. Tüketimin etkin olduğu bu kısımda, alışveriş yapan ya da her an yapabilecek bir kalabalık hakim. Bu kalabalığın büyük bir kısmını da turistler temsil ediyor. Buradan M29 metrobüs hattını doğuya doğru aldığınızda, Batı’dan Doğu’ya

müthiş bir kent kesiti görüyorsunuz. Grunewald’in yakınından, yani kentin oldukça batı noktasından başlayıp Doğu’da Hermannplatz/Sonnenallee’ye kadar gidiyor hat. Batı’daki yapı dokusunu izleyerek başlıyor yolculuk: Genellikle avlulu yapı adaları, karışık doku, konut-işyeri, yer yer parklar, boşluklar ve aralarda yeni yapılar… Ardından arada kalan ve savaşta çok etkilenen alanlardan, Potsdamer Platz yakınlarından, geçip uluslararası üne sahip mimarların yapıları eşliğinde, savaş ve ardından birleşme sonrası gerçekleşen yeni yapılaşmayı izliyorsunuz. Bu alanın 90’ları ve bugünkü kurumsal dünyayı çok iyi temsil ettiğini düşünüyorum, kişisel hikayeler pek kalmıyor sanki orada. Burayı da geçtikten sonra vardığınız Doğu’da, dönemin blok yapıları anıtsal ama insanlarıyla birlikte neredeyse aynılaşmış, aralarında kalan büyük boşluklarla tanımlı. Kreuzberg’e doğru yaklaştıkça yine avlulu yapı dokusuna


bu sayfada en sağda: Berlin “hof”lerinden birine geçit sağda: Hansaviertel - Niemeyer binasının altından dışarı bakış altta: Kentin orta yerindeki parklardan biri – Volkspark am Weinberg / Mitte karşı sayfada Kollwitzplatz’da buluşmak; hemen yakında pazar var sonraki sayfada solda: Acker Strasse’ye açılan parklardan biri; konut dokusunun arasında, avluların arkasında sağda: “Künstlerhaus Bethanien” ın önündeki kalabalığa doğru

HAZİRAN 2016 - XXI 12

GÜNCEL

son sayfada Bir “Wohnwagen Siedlung”, Görlitzer Park yakınlarında

geçiyorsunuz; yine insan ölçeğine yakın, yine aralarda ölçekli boşluklar ve parklar. Eski Doğu ile Batı Berlin coğrafyalarında hem yapısal durumdan hem de belki eski alışkanlıkların sürmesinden ötürü kentsel yaşantının bir miktar farklılaştığını görebiliyorsunuz. Bu yolculuğu yaparken kent için çok özel yeri olan nehir ve kanallardan birinin, Landwehr Kanal’ın yanından geçiyorsunuz. Spree ve kanallar, kentin içerisine dalmış “doğa” parçalarının taşıyıcısı gibi. Berlin peyzajlarında dolaşan bu “doğa” parçaları, gündelik hayatın tam içinde: kimi zaman kanala doğru uzanmış bir U-Bahn istasyonundan trene binip kanal boyunca gidiyor, kimi zaman kanal kenarındaki kafede bir bira içiyor, kimi zaman ise sadece bisikletinizle geçiyor ya da kenarında oturuyorsunuz. Kentteki “doğa”, bu kavgasız gürültüsüz gündelik hayata etkileyici bir

ortam sunuyor ve böylece “kentdoğa”nın bir parçası oluyor. Bir kentli olarak zamansal geçişleri, mevsimleri, ışık ve havayı her haliyle yaşıyorsunuz. “Kent-doğa” derken sadece yeşil alanlardan söz etmiyorum, ama yeşil alanların yeri de oldukça büyük bu “kent-doğa”nın içerisinde. Tüm yapılı çevresi ve açık alanlarıyla yaşayan bir sistemden söz ediyorum. Kentlilerinin “Green Metropolis” dedikleri Berlin’in güncel nüfusu yaklaşık 3,5 milyon ve 2,2 milyon kent insanı, herhangi bir parka yürüme mesafesinde oturuyor. Doku içinde, savaş sırasında açılan boşluklar, bugün serbest zamanları geçirmek için fırsatlar yaratmış bile diyebiliriz belki. Avlular, bahçeler, parklar, çocuk oyun alanları içerisinde var olan bir “doğa”dan söz etmek mümkün. “Doğa” ise zaten kentin içerisine her haliyle girmiş ve kendi başına varlığını sürdürürken, merkezi de kent dışına bütünüyle bağlar durumda.

Parkların bitkilendirme karakterleri de kentin içindeki “doğa”ya yakın dillerde, en azından bazı kısımlarında. Sürekli bakım ve yenilenme içinde olmalarına rağmen çeşitlilik dili başarıyla korunuyor. Yeni tasarlanmış yerlerde de bu geçişleri görebiliyorsunuz. Bu çeşitlilikle birlikte, bahar ve yaz aylarında da kentteki arı popülasyonu gündelik hayatın bir parçası haline geliyor. Şikayet etmek yerine arılarla birlikte yaşamanın basit çözümlerini duyuyor, görüyorsunuz; mesela dışarıda bir şeyler yiyip içerken arılar için de bir porsiyon sunuyorsunuz. Berlin arıları tarafından üretilen en az on iki çeşit bal var: ıhlamur balı, kestane balı, akçaağaç balı, ahududu balı... Arı kolonilerinin yerleştikleri yerlere göre üretimlerinin içerikleri değişiyor. “Kent-doğa” böylece tüm aktörleri iç içe geçiriyor. Potsdamer Platz’daki bir otelin çatısında sekiz koloni arı olduğunu biliyor duruma geliyorsunuz bir süre

sonra. Kentli “doğa”nın her an farkında, aslında ayağını toprağa basmadan da pek yaşamıyor gibi. Doğa, sağlık ve sürdürülebilirlik konuları herkes için belli bir ölçüde gündelik hayatın bir parçası. Bu konularda çocukların da farkındalıkları çok yüksek. Boşlukları konuşurken, kentte iki belirgin yapılaşma biçiminden söz edebiliriz. Birincisi, birbiri ardına sıralanan avluları biçimlendiren yapıların oluşturduğu büyük yapı adaları. 1870’lerde bir anda 200 binlerden 1 milyonun üzerine çıkan nüfus, yeni konutların inşaatını zorunlu kılıyor ve yola cephesi olan ev sıralarının arkalarına, işçi sınıfının yerleşmesi için konutlar yapılıyor. Bu büyük yapı adaları içerisindeki binalara avlulardan erişiliyor ve kent içi ulaşım için küçük sokaklara gereksinim kalmıyor. Sokaksız, ama yapı yükseklikleri ve cadde genişliklerinin katkılarıyla var olan ilginç bir kent dokusu var. İşte bu caddelerle, ya yapı adalarının içerisindeki avlulara ya da


GÜNCEL 13 XXI - HAZİRAN 2016

daha geniş boşluklara geçebiliyorsunuz. Bugün hala sürdürülen ve Berlin için karakteristik bir yapılaşma biçimine dönüşen bu sistem, kent içinde yüzlerce mikrokozmosun oluşmasına fırsat tanıyor. Kentteki akıştan ayrılıp da bu Berlin “Hof”larına girmek, bir tür zamansal ve algısal farklılaşma da yaratıyor gündelik hayatta; daha da sakin, özelleşmiş ama hala kamusal, hala paylaşılan…

Almanya döneminde yapılan “Plattenbau”ların bulunduğu konut yerleşkelerinin çevresinde ise kendinizi yalnızlaşmış hissediyorsunuz; oysa ki orada, o birbirini tekrar eden kutucuklar, tek tipleşen kentli birey kabulü üzerine kurgulanmış. İlginç olan, bugün bu yapılaşmaların arasındaki boşlukların yine çok paylaşılan, yine gündelik hayata eklemlenebilen alanlar olabilmeleri.

Bir diğer önemli bileşen ise, boşluklar içerisindeki serbest yapıların oluşturduğu yapı adaları. Bunların kimileri Doğu Almanya döneminde yapılmış bloklar, kimileri Hansaviertel’deki ünlü 1957 IBA’sı için Niemeyer gibi mimarların ürettiği modern dönem yapıları, kimileri ise Doğu ve Batı Berlin birleşimi, yani 90’lardan sonra tasarlanmış yeni yapılardan oluşuyor. Söz konusu serbest yapı sistemleri, ormanlaşmış vejetasyonlar içerisinde yer alıyor. Doğu

Geçmişte Doğu Berlinliler özgürleşmek için yazları ya kamplara gitmişler ya da hala varlığını sürdüren “dacha”larına taşınarak toprak, gökyüzü ve su ile ilişki kurmuşlar. Bu “dacha” alanları, bugünkü kent dokusu içerisinde özel bir durum tanımlıyor. 25-30 m2’lik basit yapılar, her biri kendine tahsis edilmiş yaklaşık 100-200 m2’lik bir alan içinde oturuyor. İlkbahar gelir gelmez hissedilen renklenme hali ile kentli, “dacha”larına gidip ekim-dikime başlıyor. (Bu arada Berlin’de herhangi

biriyseniz ve bir süredir burada yaşıyorsanız kentin griliğinden yakınır oluyorsunuz anladığım kadarıyla; ben sadece çok kısa kış günlerinde hissettim bu yakınmayı getiren duyguyu, sonra baktım ki ilkbaharda başlayan harika günler var, bahar ve yaz süresince devam eden.) Komşuluklar da daha çok bahçeler üzerinden kuruluyor buralarda. Bu esnada kentte balkonlar da renkleniyor, ekilip biçilen alanlara dönüşüyor. Bu ikinci evciklere gitmeyen ya da gidemeyenler de parklarda vakit geçiriyorlar; sohbetler, yeme-içmeler, doğum günleri, kutlamalar parklarda yapılıyor. Sadece ilkbahar ya da yazın değil, kışın da. Berlin’de mangal oldukça popüler, herkes seve seve mangal yapıyor, kimse kimseyi ayıplamıyor ya da ben hiç karşılaşmadım ayıplayanıyla. Bugün Berlin kent kültürünün paylaşım yapısından kaynaklanarak geliştiğini

düşündüğüm “Baugruppe”ler, (İngilizcede Co-Housing; Türkçede ise bir tür kooperatif ya da ortak konut edinme sistemi gibi düşünülebilir) aslında bir tür konut edinme sistemi; fakat orada yaşayacak olan bireyler, mimarla sürdürülen tasarım sürecine dahil oluyor, yaşam sistemi kurgusuna kadar her şeye birlikte karar veriyor. Bu konutlar, kent yapısı içinde ortak ve kamusal alanlara eklemlenen bilinçli bir şekilde bırakılmış boşluklarıyla da oldukça ilgi çekici. Elbette siz öylesine bir kentli olarak oranın bir “Baugruppe” yapısı olduğunu bilmiyorsunuz belki ama bahçesine girip oturabiliyor, ortak alanlarından faydalanabiliyorsunuz. Orada oturanlarla konuşur ya da mimarla tanışırsanız da, ortak alan ve zamanın paylaşımı üzerine bir sistem kurduklarını anlıyorsunuz. Hatta bu ortaklıklar çevre yapılara da sıçrıyor. Bu işin kolaylaştırıcısı özellikle çocuklar ve yeme-içme aktiviteleri.


GÜNCEL HAZİRAN 2016 - XXI 14

Çocuklar kamusal alanların kullanımında çok etkinler. Her yeri kullanır haldeler; zaten her yere, konserlere, açılışlara, sergilere vs. gidiyorlar. Sadece çocukların kullandığı ve geliştirdiği oyunyaşam alanları da var: “Abenteuerliecher Spielplatz”lar. Bu alanlar dernekler tarafından yönetiliyor ama söz sahibi çocuklar. Yetişkin eğitimcilerin gözetiminde, kendilerinin oluşturduğu bir kurallar kurgusu içinde, özgürce istediklerini yapıyorlar: mutfaklarında pişiriyor, inşa ediyor, söküp tekrar yapıyor, ekip biçiyorlar... Bunlardan biri de Kollwitzstrasse’de bulunan Abenteuerlicher Bauspielplatz Kolle 37. Herkesin çocuğu gidebiliyor buralara. Buraların çocuklar tarafından kullanılabilmesi ve sürdürülebilmesi için çeşitli miktarlarda bağışlar yapabiliyor ya da orası için çalışabiliyorsunuz. Yine paylaşmak esas. Bu alanlara her baktığımda böylesi yapıların sürdürülebilirliğindeki en kritik

değerlerden birinin “kendin yap” (DIYDo It Yourself) kültürü olduğunu düşünüyorum.

öyle bir denge ve bir araya geliş hali mevcut ki üretimin paylaşılmasındaki gücü iyice hissediyorsunuz.

Paylaşmak demişken tabii ki bitpazarlarından ve paylaşım ekonomisinden de söz etmek gerek. Kapıların önlerinde “zum verschenken” (armağan olarak) yazısı konmuş eşyaları görüyorsunuz; isteyen oradan istediğini alıp götürüyor. Bitpazarlarında, okul kermeslerinde eski eşyalar satılıyor. Diğer yandan o alışverişlerde uzun sohbetler var; yine kimseler koşturmaca içerisinde değil, yağmur çamur da olsa insanlar o anı içtenlikle yaşar haldeler. Yeme içmenin de birleştirici halini izleyebiliyorsunuz her yerde. Burada da kaldırımlar ve pazarlardan söz etmek iyi olacak; bu kamusal alanlar örüntüsü içinde pazarlar haftanın bazı günlerinde içine dalınıp oradaki herkesle birlikte yaşanacak özel alanlara dönüşüyor. Tezgahlardan birkaçı eksik olsa o duygu kaybolur mu diye endişeleniyorsunuz,

Üretim, özellikle de ortak üretim, kent için kritik bir değer oluşturmuş ya da kentin kendisi bu ortak değeri oluşturmuş. Örneğin, bir sivil inisiyatif tarafından kiralanmış bir parselde yer alan Prinzessinnengarten ya da eski havaalanının serbest alana dönüştürüldüğü Tempelhofer Feld’deki’te, topluluk bahçelerinde ortak üretimin nasıl bir ciddiyetle yapıldığını görebiliyorsunuz. Buralardaki üretimlere katılabiliyor ya da orada yetiştirilenlerle pişirilip taşırılan mutfaktan yemek yiyebiliyor, yine sohbetler ve tanışmalar eşliğinde çay, kahve ve bira içebiliyorsunuz. Garip bir ciddiyet ve samimiyet duygusu bir arada bulunuyor buralarda. Estetik değerler anlamında yeni tartışmaları beraberinde getiren, daha çok geri dönüştürmenin hakim olduğu,

kendiliğinden tasarlanagelmiş alanlar buralar. Burada bu kente özel yerleşim alanlarından, “Wohnwagen Siedlung”lardan (Karavan Yerleşkeler) da söz etmek gerek: Genellikle mülkiyete karşı olan insanların kurduğu, kendi içlerinde sürdürülebilir bir düzen kurulan yaşam alanlarından. Hem kültürel hem de ekolojik olarak bütüncül bir ortam kurgusu içeriyorlar, minimum metrekarelerde yaşanıyor, belli bir düzen kurgusu ve paylaşım esas. Kendilerine özel peyzajları, ortak kullanım alanlarıyla birlikte geliştiriyorlar. Bazılarına dışarıdan biri olarak girebilirken bazılarına girmek, hatta dışarıdan fotoğraflarını çekmek bile yaşayanlarca yasaklanmış. Bir Cumartesi, kent içerisinde yürüyüş yaparken yanından ya da içinden geçiyorsunuz bu yerleşkelerin, sonra ileride bir kalabalık görüyorsunuz, katılıvermek geliyor içinizden. Bir müzik okulunun ve sanat



GÜNCEL HAZİRAN 2016 - XXI 16

atölyelerinin bulunduğu Künstlerhaus Bethanien’ın açık-kapı günü olduğunu anlayıp içeri giriyorsunuz. İçeride pusetli aileler, yaşlı teyzeler, genç insanlar bir arada: Küçük konserler, sergiler, buluşmalar, atölye çalışmaları, ne varsa her şey açık. Dışarısı ve içerisi bir olmuş… Bu iç-dış sürekliliğinden konuşurken, Berlin’in sokak hayatından da bahsetmemek olmaz. Kaldırımlar gerçek bir paylaşım sahası. Yeme-içme ve özellikle içme konusunda her an dönüşmeye müsaitler. Ünlü bira bahçesi bankları her yerde, bir arada olabilmek için konuvermişler. Bazen kendimce buraların işgal edilmiş olduklarını, nasıl daha fazlasının engellenebileceğini düşünüyorum, ama öyle bir problem yok: Zaten geçilebilir yerler kalıyor, zaten belli bir oranda masa var, zaten herkes birbirini sanki kendisinden daha fazla kolluyor. Bu kaldırımlar günün her saatinde böyle yaşıyorlar; geceleri

kulüplerin uzantıları oluyorlar. Bu kentte kulüp kültürü de herkesi içine alan açık bir kent kültürünün uzantısı. Bunca açık, yeşil ve kamusal alan örüntüsü içerisinde yeni tasarlanmış, biçimlerin fazlaca öne çıktığı peyzajlardan söz etmemiş oldum şu noktaya kadar. Elbette Gleisdreieck projesi gibi büyük dönüşüm alanlarının içerisinde bulunan, tasarımlarıyla öne çıkan projeler de var; bu projelerde de boş alanları, doğal geçişleri görebiliyorsunuz. Gleisdreieck projesinin fiziksel biçimlenişinden çok bu biçimlenişin ardındaki mekanizma daha dikkat çekici görünüyor. Projenin kamusal bir alan olarak şekillenmesi için çevrede yaşayanlar çok çaba sarf etmişler. Aynı şekilde, Tempelhofer Feld için de benzer bir mekanizma gelişmiş. Projelerin üretim mekanizmalarının açık olması da bu durumu sağlıyor tabii. Belki de bu bütünlüklü peyzaj içinde, kentte yürürken onu da hissediyorsunuz: Sizin ya da herhangi birinin olan bitene etkisini.

KAMUSALLIK VE MÜŞTEREKLERİN PEYZAJI

Bugünün çağdaş estetik değerleriyle tasarlananlar, kendiliğinden topluluk kararlarıyla ortaya çıkmış yeni peyzajlar, modern yapılaşmaların çevresindeki bahçeler, ormanlar… Böyle saymaya devam edebileceğimiz her çeşit açık alanın tüm yeşil sistemiyle bir bütün oluşturduğunu, kentli yaşam üzerinden okumak çok mümkün. Bu yaşamlar, kentin müşterekleriyle bir bütün olarak sürüp gidiyor. İç ve dış, kendine özel örüntülerle birleşmiş; parklar sanat galerilerinin, müzelerin, yolların ve kaldırımların uzantısı olmuş. 1748’de Giambattista Nolli’nin Roma için hazırladığı haritada, kamusal alanlar iç-dış sürekliliği içerisinde gösterilmişti. Bu süreklilik kentin yaşamı açısından çok etkin bir yerde durmuş hep. Berlin için bu bakışla yeni bir haritalama yapacak olursak, günün her saatinde ve mevsimsel olarak farklılaşacak bütünlük haritaları üretebiliriz. Hatta sadece kent merkezini de içermez bu harita;

çevresindeki kırsal alanları, ormanları da içerir. Diğer yandan böylesi büyük bir örüntüler sistemi içerisinde birbirine geçmiş kamusal alanların varlığı, görünmez yapılarla da korunuyor diye düşünüyorum: Bir kent kültürü ve bu kültürün yaşamsal altyapısı, iç içe geçmiş müşterekler sistemi, yerel olanın en iyi şekilde deneyimlendiği, mikro yapıların oluşturduğu belki de bitmemiş bir kent yapısı. Bu bitmemişlik ve ortaklıklarla müzakere etmiş ve anlaşmış kentlilerin yavaş ve sıradan olma lüksüne sahip hayatları ve bu hayatların çeşitlilikleri Berlin’in yaşam kalitesini artırıyor; kaldırımlar, köşeler, avlular, parklar ve boşluklar “yerlere” dönüşüyor. Berlin’in her zaman diğer Almanya kentlerine göre daha fakir bir kent olmasının da bu durumun sürdürülebilirliğini desteklediğini düşünmeden edemiyorum.



Bir “Oluş Sanatı”nın Ana Hatları: “Slayt Sanatı”

de yavaşlatabilir, ancak pahalı bir yoldur. Slaytlara bakım için suyla yıkama yapılabilir ama bu bile uç bir seçenektir, ancak ağır tahribata uğramışlarsa tercih edilecek bir yoldur. Slayt gösteren cihazların narinliği ise apayrı bir konu: Led öncesine ait mekanik cihazlar olduklarından, gürültüyle çalışan fanları ve çok ısınan ampulleri vardır ve bu, uzun gösterilen slaytların ısınıp yanma tehlikesi geçirmesine neden olabilir. Optik netleme yaptıklarından, uzun kullanımda cihaz ısınır ve netlik kaçmaya başlar, makineyi dinlendirmek gerekir. Tamburlu makineler döngüsel/sürekli gösterimi mümkün kılar ama çoğunlukla magazinliler kullanılır; ilerletirken slayt atlaması, çerçeve sıkışması gibi sorunlar sık yaşanır. Ampulleri sık yanar.

HAZİRAN 2016 - XXI 18

DÖNME DOLAP

2000’lerin başlarında bile fotoğraf bağlamında dijitalin sanat olup olmadığı, dijitalin kimyasalın yerini hiçbir zaman dolduramayacağı gibi şeyler ciddi ciddi konuşuluyordu. Slaytın tedavülden kalkması ruhsal krizleri de beraberinde getirdi. Talep ortadan kalktıkça slayt çekmek pahalı bir uğraş haline geldi ve ruhsal krizi ekonomik açmaz perçinlemiş oldu. Sonunda slayt makineleri rafa kalktı ama aradan daha on yıl geçmişken, şimdilerde kimyasala retro ilgiler uyandırmaya yönelik girişimler görülmeye başladı; bu tür bir piyasa ilgisi, cd sonrasında plağın yeniden yükselişinde de kendini gösteriyor.

LEVENT ŞENTÜRK

Slayt, diapozitif filmin kullanıldığı yaygın bir görüntü saklama mecrasıydı yakın geçmişe kadar. Slayt filmi, dolaysız sonuçlara ulaşmayı mümkün kıldığı, yani banyo edildiğinde karta baskı gerektirmediği için ucuzdu. (2000’in ilk yıllarından söz ediyorum.) Bununla beraber saklanması ve tasnifi, üretimi kadar ucuz ve kolay değildir; özen ve dikkat isteyen bir arşiv mantığı gerekir. Pozitif filmler, altılı şeritler halinde dosyalanabilir; banyo ettirildiğinde çoğunlukla böyle teslim edilirdi çünkü kesilmemiş haliyle slaytlar kolayca birbirine sürtünerek aşınıp mahvolabilir. Ama slaytlar, konusuna ya da yerine göre en basit bir kişisel bölüştürmeye uğratılmaya başladığında, altılı şeritleri tek tek kesmek farzdır. Böylece çerçevelemeye geçilir ama bununla kalmaz tabii, çerçevelenmiş slaytlar da ya klasörlere ya da magazinlere girmelidir, çünkü en büyük düşmanları tozdur. 5 x 5 cm’lik cepleri olan şeffaf sayfalara dizilip klasörlenebilseler de yansıtılacakları zaman buradan alınıp magazinlere dizilmeleri gerekir, bu yüzden de verimli bir saklama biçimi değildir. Sert plastikten şeffaf kutu-dosyalarda da saklanabilirler; bunlar 24 tane çerçeveli slayt alır (4 x 6) ve A4 boyutunda altılı paketler halinde hazır bir klasördür, fakat çok lüks bir saklama biçimidir; binlerce slaytlık bir arşivde, pamuklara sarılmayı hak edecek çok az slayt çıkar. Sonunda slaytlar magazinlerde, nadiren 36’lık, çoğunlukla 50’lik seriler halinde saklanır. Bu magazinler ikili, altılı, onlu halde kutu ya da çantalara yerleştirilip saklanır; yani en fazla beş yüz slayt tek seferde arşivlenebilir. Slaytlar kırılgan ve narindir, çizilebilir ya da tozlanabilirler, bu nedenle temastan kaçınacak şekilde özenle saklanırlar. Camlı çerçeveler iki etmeni

Kadük slayt makinesi, yeni bir sanatın doğuşuna kaynaklık ediyor: “Slayt sanatı”nın. Teknolojisi kadük kalan cihazların sanata doğru evrildiği söylenegelmiştir; bir atölye deneyi bundaki doğruluk payını gösterdi. Slayt makinesinin, görüntülere gizem katan büyütme kabiliyetini kullanan basit bir tahribat deneyiydi bu. Slayt çerçevesine, pozitif filmli fotoğraf değil, asetat ya da benzeri şeffaf bir malzeme yerleştirilir. Ama bu malzemeyi önce bir miktar işlemek gerekir. İşlemek, bir “slayt sanatı” eseri yaratmak için, üzerinde her tür bozucu işlem yapılabilir: Bir slaytın başına gelmesinden korkulan her şey. Çizme, delme, delik deşik etme, kesme, hatta dikme. Ezme, bükme, yakma, çiğneme ve türlü mekanik tahribat. Dahası var tabii: Sıvı ya da sprey boya, mum, asit damlatma; kimyasallarla, yapıştırıcıyla, silikonla sıvama. Tuz, baharat, tütün, kahve gibi her tür taneli malzemeyle sıvama. Katman katman bantlama ya da başka şeffaf katmanlarla kesiti zenginleştirme. Tül, endüstriyel tekstil, hırdavat gibi malzemeleri doğrudan ya da işleyerek kullanma. Şeffaf katmanlar arasında her tür sıvı boyar madde hapsetme; alüminyum folyo, streç mutfak filmi, naylon gibi her tür malzemeyi kendi başına ya da bir arada kullanma. Ve akla gelebilecek her türden mekanik, kimyasal işlem. Üzerine çıktı alınmış asetatlar üzerinde bozucu işlemler yapmak da mümkündür tabii; pratikte hiçbir sınır bulunmamaktadır. Sonuçlar şaşırtıcı olmanın çok ötesindedir: Yeni bir sanat “evrenidir” bu ve eşsiz, hayranlık vericidir. Bu sonuca, slaytın doğasına bütünüyle ters düşen edimlerle ulaşmakla kalmadık; sanat yapıtı üretmenin


DÖNME DOLAP 19 XXI - HAZİRAN 2016

geleneksel yollarına da tümüyle ters düşmüş olduk. Üretim şeklindeki çelişki, dada, sürrealizm, fluxus, land art gibi öncellerin verdiği esine de bağlanabilir kuşkusuz. Tahrip edilmiş, lime lime olmuş, çıplak gözle “hiçbir şeye benzemeyen”, olsa olsa çöp denebilecek bu zavallı “şeyler”, slayt çerçevesine girip beyaz bir yüzeye projekte edildiklerinde, akla durgunluk veren sanat eserlerine dönüşür.

fırlamışlardır, insanlığın hiç bilmediği başka bir yirminci yüzyıl sanatı tarihinin başlıca eserleridir.

Üretimi mutlak bir rastlantısallığa hızla indirebilen sayısız kiç mecra ve popüler kültür ortamı, internet dünyasında devasa pazarlar yaratmıştır. Ancak kanımca “slayt sanatı” böyle bir yayılım potansiyeli bakımından son derece şanssızdır: İyi ki... Oysa birkaç parça asetat ve eldeki basit alet ve materyallerle “herkes” bu uçsuz bucaksız görsel evrende yaratıcı olabilmekte, “author” ya da “dahi” statüsü tümden buharlaşmaktadır. Sonuçları görerek yöntemli bir dönüş yapmak, arayışların derinliğini artıracaktır kuşkusuz. Oulipo’cu bir paralel “yirmi ikinci yüzyıl sanat tarihi” yazılacak olsa, “slayt sanatı”, bu paralel evrene ihtiyaç duyacağı namevcut arşivin yakıtını birkaç aylık çalışmayla sağlayabilir. Gerisi, laf-ı güzaftır.

Meşhur “Mecra mesajın kendisidir.” mottosuna yirmi birinci yüzyıl bir zeyl yazmaktadır slayt makinesinde: Mecra ortadan kalktıktan sonra, mesaj da ortadan kalkacak mıdır? Kuşkusuz. İyi ki mesaj, anlam, rasyonel böylece yitmiştir: Bu sayede efsun, büyü, fenomen, oluş, geri gelmiştir. Fail, dil, koşullanmışlık, sistemle beraber yer değiştirdiklerinde, dijitale evrilip cümleten göç ettiklerinde “başka” kullanımlar kendini göstermiştir: Kaçış çizgileri. Boşa çıkmış bir alet, ilk kez “kendi adına” konuşmaya başlamıştır.

“Slayt sanatı”nın bu kazai “başyapıtları”, gerçekten de sanki bütün bir modern sanat tarihini kendi içinde kat edecek çeşitliliğe ve janrlara sahiptir; sanki paralel bir evrenin büyük modern sanat müzelerinden

Slayt makinesi, var olma nedeni ortadan kalktığında, tümden efsunlu bir alet olup çıkmıştır sanki: İçinden şimdiye kadar çıkmasına izin verilmemiş tüm cinler fışkırmaktadır; “slayt sanatı”, kendi kıyametini yaşamış bir teknolojinin yeni mahşerine dönüşmüştür.

“Slayt sanatı”nın efsunlu yanlarından biri, oluş halidir: “İş”in manipülasyonu kaldırmayan doğası. Bu da klasik anlamda işçilik ve emek kiplerinin devre dışı bırakıldığı “doğal” bir işleyişi imler. İnsan müdahalesi etkisi ne kadar fazlaysa, dokunulmuşluk ölçeği ne kadar belirginse, işin kendisi o derecede kötü ve kalitesizdir; züccaciye dükkanına giren filin etkisi hissedilir. “Slayt sanatı”nın eserlerinde bir yücelik ve beklenmediklik,

görkem duygusu yaratan şey tam da bu oluş halidir, irade dışında var olan dünyadır. Bu bir yanıyla bir “fazlalık” etkisidir: Daima kastedilenden fazlası vardır işlerin üzerinde. Bir yanıyla da “yanlışlık” etkisidir: Asla kastedilene ulaşılmaz, ortaya hep başka bir şey çıkar. (Serendipçe bir oluşla, aranana değil, aranmayana varılır.) Slaytın aygıtsallığından görkemli bir taşma hali vardır: Slayt makinesinin optiği, yassı bir netlemeye, dolayısıyla tek katmanlı bir netlemeye uyarken, “slayt sanatı”nda çok-katmanlı netlik düzeyleri belirir, kendini gösterir. Tek bir net figür yoktur: Tıpkı mikroskopta preparatın kesit kalınlığı boyunca farklı netlik düzeyleri keşfeder gibi, “slayt sanatı”nda da katmanlı görünümler keşfedilir. Bu kimi zaman, eğilip bükülmüş bir asetat parçasının, makro objektiflerle çekilmiş peyzaj fotoğrafları gibi görünmesine neden olur. “Slayt sanatı”nın eserleri, iki açıdan saklanmaya direnir ve bu yanlarıyla oluşsal niteliklerini korur. İlkin, çıplak görünümleri, barındırdıkları efsunlu mikro fenomenleri örter ve sıradanlaştırır. Öyle ki, bunlardan hiçbirini ne saklamayı isteriz ne de yeniden üretilmelerinde bir zorluk olabileceğini düşünürüz; böylece, resim ya da başka sanatlardaki gibi saklanmaya değer bir görünümleri yoktur. Çoğaltılabilirlikleri de kuşkuludur, perdeye yansıyan büyü replikalarda yitmeye yüz tutar.


karmaşık bir itme gerilimi dizisi yaratır. Yüzeye dokunur dokunmaz her renk kendi içinde sayısız kromatik değer kazanır böylelikle; monokromatik bir ebruda bile, limit düzeyde boya kullanıldığında, yüzeyde biriken tüm açılmalar zengin bir tonlanma sunabilir. Farklı renklerin birbiri üzerinde farklı fiziksel etkileri gözlemlenebilir. Her rengin, bileşimindeki çözücüye göre yüzeyde yayılma gücü farklılaştırılabilir ama sentetik renklerde bu standart hale getirilmiştir, bu yüzden de bir değişken değildir.

HAZİRAN 2016 - XXI 20

DÖNME DOLAP

Yüksek kaliteli dijital kopyaları alınsa dahi, bunların baskılarında aynı “oluş” hali görülmez, camera obscura’daki yaşayan, “oluş halindeki dünyanın yansısı” haliyle fotoğrafın dondurulmuş an’ı arasındaki farka benzeyen bir durum. Böylece sanat nesnesinin iki temel dayanağı olan “eser” ve “kopyası” elimizden kayıp gider ve tam bir oluş hali egemen olur. Plastik sanatlarda oluşun her şeye bunca egemen olması, işin kendisine ve alımlanmasına mührünü bunca vurması istenmez elbette; bunun daha çok icra ve performans sanatlarının işi olduğu varsayılır. Süsleme sanatları arasında, kadim ebru sanatı bunun bir istisnası olsa gerek. “Kağıdı mermerleştirmek”, fonda kalmak koşuluyladır, ancak arka planda kalmak kaydıyla kabul edilebilir bir “oluş” halidir. Mermerleştirilmiş ya da ebrulanmış kağıt, dokulu ve renkli bir yüzey olarak, ya kitap cildinin ya da kutsal sözleri taşıyan hat levhasının zenginleştiricisidir; derinlik katmaya, bağlam yaratmaya hizmet eder. Bağımsız bir sanat statüsüne ancak geleneksel ya da modern floral figürler bağlamında erişir ki bu durumda öne çıkan, manipüle edilebilirliğidir: Azami derecede denetim altına alınabilmiş figür etkisi sayesinde görüş alanına girer; yoksa bir “hiç”tir. Bugün bir hobi mağazasına gidip, ebru yapmak için gereken her şeyi içeren bir başlangıç kiti alabilir ve hemen bu sanatı icra etmeye başlayabilirsiniz. Kullanıma hazır kitre, sentetik boyalar, hazır serpme fırçaları, tekne: Kullanıma hazır endüstriyel mecra. Oysa geleneksel yöntemlerle tüm bunları hazırlamak törensel bir çabayı gerektirecekti: Kitrenin baharat

olarak iyisini bulmak, ıslatmak ve kıvamlanmasını beklemek, sonra süzüp dinlendirmek gerekecekti. Organik bir malzeme olduğundan, kitreyi dengede tutmak kolay olmayacaktı. Boyaların toz halinde kök boya olması, su ve ödle terbiye edilip bekletilmeleri, hazırlanmaları gerekecekti. Taze sığır ödü bulmak için mezbahaya girmeyi göze almak gerekecekti. Öd ısıyla kolay bozulan ve berbat kokan bir vücut sıvısı olduğundan, ebru yapmaya kalkan birinin sağlam bir mideye de sahip olması gerekecekti. Tekneyi çinkodan özel olarak yaptırtmak gerekecekti. Son olarak, fırçalar için at kılı bulunacaktı. Böylece, endüstri öncesinin ebru sanatı, çeşitli zanaatlarla işbirliği içinde kotarılmak durumundaydı. Kurutulan ebrunun aherlenmesi yani parlatılması, kağıt hazırlığının son aşaması olacaktı ki bu da zorlu bir mekanik işlemdi. Şimdi tüm bu hazırlık evresini aşarak doğrudan ebrunun “oluş” haline varılabilmekte. Belki aynı nedenle ebru sadece “yapılabilir” bir şey olduğu görülür görülmez terk edilen bir pratik olarak kalır. Binlerce kişi ebru kurslarına gitmekte, nasıl yapıldığını öğrenmekte ama bu bilgi sürdürülecek bir pratiğe karşılık gelmediği için hiçbir işe yaramadan kalmakta: “O kadar da zor değilmiş.” Ebruyu bir “oluş” sanatı kılan üç temel araç var: İki sıvı ortamın karşılaşması ve bunların kağıda aktarılması. Diğer baskı biçimlerinde de kalıp (metal, taş, ahşap), boya (mürekkep) ve kağıt bir üçlü oluşturur ama hiçbirinde belirsizlik bu kadar ön planda değildir. Yoğunlaştırılmış sıvı ortam üzerinde, ebru boyalarının damlacıklar halinde açılması, binlerce mikro olayla dolu bir oluş deneyimidir. Zerreler birbiri üzerinde

Ebru nicel bir oyundur, nihayetinde yüzeyin belli bir boya taşıma kapasitesi vardır. Baskın bir boya katmanı öncekileri ortam sıvısına dönüştürür; açılmış büyük damlacıkların arasında kalan konsantre renk sıkışmaları, mikro liflenmeler, katastrofik olayların kalıntıları, ipuçlarıdır: Sınırlı uzamda kendine yer açmak isteyen binlerce kitle arasında süren kargaşanın, itişip kakışmanın, sayısız etkileşimin izi sürülebilir. Şayet boya atma işlemi sınırsızca sürebilseydi, çok daha mikroskobik bir ebru desenlemesi mi elde edilirdi? Bunu belki de bir ebru yazılımı gösterebilir bize. Ebrunun kağıda aktarılması: Oluşun tamamlayıcı adımı mı, yoksa ebrunun ölüm an’ı mı? Savaş meydanından ölülerin toplanması. Kağıda aktarılmasını, yüzeyi temizleyip yeni bir oluş başlatmak için yer açmakla sınırlı tutmayı düşünen çıkmış mıdır? Sarkis’in su kaplarında boyayı çözündürmesine benzeyen bir kayda alınmazlık hali, ebrunun gerçek tözü olsa gerek. Oysa bu olgu hep yanlış anlaşılır ve bütün süreç kağıda sabitlemeye dayandırılır, faydacı bir düzenek fikri sürece egemendir. Aslolan meditasyon olsaydı keşke: Kitrenin boyayla karşılaşması, sonra da boyanın boyayla karşılaşması. Bir olaylar evreni, her seferinde oluşun kendini gösterdiği içkinlik düzlemi. Kağıda geçense, bu mücadelenin bir kadavrası, sadece. Battal ebru ya da boyaların atılmasından ibaret en asal ebru, dehşetli kadavra… Mimarlık için “oluş”, yani öznenin müdahalesi dışında mekanın vücuda gelmesi hali yeni görünse de, geleneksel sanatlardan konvansiyonel optik araçların potansiyel kullanımlarına kadar, birçok yerde izi sürülebilecek bir olgu.



Akdeniz Peyzajıyla Bütünleşen: Aktur Tatil Siteleri

HAZİRAN 2016 - XXI 22

GÜNCEL

TEFRİKAMIZIN DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜNDE MIMARİ PRATİĞİNİN MİHENK TAŞLARINDAN OLAN AKTUR BODRUM VE DATÇA TATİL SİTELERİNİN ORTAYA ÇIKIŞINI ANLATAN ERSEN GÜRSEL, PROJE SÜRECINDEKİ AKTÖRLER ARASI İLİŞKİLER ÜZERİNE DENEYİMLERİNİ DE PAYLAŞIYOR.

Aydan Volkan: Hem tekil yapı hem de kentsel ölçekteki çalışmalarınıza bakıldığında iki farklı nitelik göze çarpıyor: İlki coğrafyayla kuvvetli ilişki kuran, yapının yakın çevresine önem veren tavrınızı bir oyun kurucu gibi gerçekleştirmeniz. Bazı mimarlar, bir eskiz çizimi üzerinden tasarım oluşturup ekibinden bunu geliştirmesini bekler; oysa siz bundan farklı bir şey tanımlıyorsunuz. Sizin yaptığınız gibi tasarıma diğer bileşenleri katmanın bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Bu tespitime katılır mısınız? İkincisi ise önemli sayıda projeniz Ege Bölgesi kıyılarında. Bu bilinçli bir tercih miydi? Ersen Gürsel: Projenin yerleşme planı aşamasında ortak görüş, nesnel koşullar üzerinde oluşur. Farklılıkları olsa bile bileşenleri bağlayıcı ya da herkesin kabul edeceği, uzlaşacağı objektif koşullardır. Mimari tasarımın üçüncü boyutunun devreye girmesiyle ise ayrışmalar başlar. Yani, çalışmalar ortak akıl düzeyinde gelişir ancak tasarım sürecinde öznel düşünceler devreye girer. Bu süreç kişiler üzerinden yürütülebilir; çünkü grup üyelerinin özellikleri bu süreçte öne

çıkar: Kimi projenin yerleşme düzeninde, kimi model arayışında, kimi de akıl yürütmede katkı sağlar. Kimi öyle toparlayıcıdır ki sadece konuşmaları sürecin yürümesine yardımcı olur. Tüm bunlar düşünüldüğünde bu birleşme o kadar zenginleşir ki bunu derleyecek birine ihtiyaç vardır, tartışmalarla oluşan altlığın toparlayıcı rolünü üstlenir. Gençlik yıllarımızda, arkadaşlarla birlikte yarışmaya girmemizin hiç kolay olmadığını hatırlıyorum ama zamanla arkadaşlarımın özelliklerini anlamıştım. İleriki zamanlarda bu sezgiler, akıl yoluyla yapılan tercihlere dönüştü. Sezgiye dayalı yanılma payları azalarak katılımcı, objektif ve iyi sonuçlar vermeye başladı. Paylaşımı açmak gerekirse: proje teslim tarihi, çalışma süresi, zamanlama becerisini gerektiren süreçler içinde herkesin özelliği doğrultusunda paylaşmak. Tüm çalışanları projeye dahil etmek yükü de hafifletir. Çalışma ortamının dinamik süreci bana da özgürlük alanı sağlar. Yeni proje konuları beni her zaman heyecanlandırıyor; hiçbir projeye ticari bir iş olarak bakmıyorum, bakmadım.

Aktur projelerine başladığımız 1969 yılında, Nihat Güner ve Mehmet Çubuk ile kurduğumuz EPA proje grubuna, Öcal Ertüzün de katılmıştı. Side Projesi’nde planlama yöntemi sürecinin kontrolü açısından edindiğimiz deneyim sayesinde Aktur projelerinde yararlı sonuçlar aldık. Takımın içinde birinin, konuşmaları dinlemesi, toparlaması, kritik görüşleri yeniden konuşmaya açması, çalışmanın verimliği açısından önemlidir. Evet, buna oyun kuruculuk denebilir. O süreçler bana, hem mesleğimin pratik bilgi edinme, araştırma alanlarında hem de sosyal gelişimime katkı sağladı. Doğrusunu söylemek gerekirse dokuz yıl para almadan Side projesinin yükünü taşımak kolay olmadı. Benzer durumu Aktur projelerinde de yaşadık. Neden Akdeniz ya da Ege Bölgesi diye soruyorsunuz. Çalışmalarımın coğrafi çevresini seçme nedeni ne olabilirdi? Bugüne dek üzerine düşünmemiştim. Yeni sorular karşısında yeni okumalar yapıyorum ben de, sorularınıza cevap verme imkanı bulurken geçmişle de hesaplaşma gibi oluyor benim için.

Geçen yıl “SALT”ın bir programında Öcal Ertüzün ile birlikte Aktur projeleri hikayesini uzun uzadıya anlattık. Bu program da düşüncelerimi yeniden düşünme fırsatı vermişti. Sanırım her iki bölgenin kıyı ve kara kesimlerine yaptığım gezilerde, birbirilerine benzeyen ama aynı zamanda farklılaşan bir yapı kültürü çevresiyle karşılaşmak; iklim çevresi, bitkisel çevre ve türleri, topoğrafya ve güneş yerleşme alanlarının dokuları, yapı kültüründe kullanılan yerel malzemelerden bir okuma yapmak mümkün olmuştu. Aktur Datça ve Bodrum Tatil Sitesi projeleri, iki farklı coğrafi bölgede farklılıkları ortaya çıkaran planlama düzeninden mimari yapı-mekan tasarlama kurgusuna değin benzerlikleri ve ayrışmaları içeren deneysel çalışmalardır. Datça ve Bodrum ile Side projesini de birlikte düşündüğümüzde, mekansal planlamadan mimari modüler sistemine geçiş, yatırım programları, arazi ilişkilerini de kapsayan çalışma EPA grubunun çalışma yöntemiyle faaliyetlerini genişletti. Pratik alanda görünürlük kazandırdı.


GÜNCEL 23 XXI - HAZİRAN 2016

Aydan Volkan: Aktur projeleri Ege'deki ilk projelerinizse neden o bölgede yoğunlaşmış olduğunuzu anlaşılır. 2015 yılında bile, hala Türkiye'nin en iyi tatil sitesi olarak görünen bu denli iyi turizm yapıları muhtemelen çok iyi bir referans olmuştur. Ersen Gürsel: Zamanla birikmiş hayallerimiz, bu projelerle gerçekleşme olanağı bulmuştu. Projelerin başarısında yatırımın modeli, yatırımın şirket yapısı ve Özer Türk çok etkindi. Türkiye’de turizm sektörünün gelişmesine gönül veren Özer Türk, Muğla valisiydi ki Burhaniye kaymakamlığı sırasında Behruz Çinici’nin yapmış olduğu Artur Sitesi’nin de düşünce mimarıdır. Amacı Türkiye’nin kıyısı en uzun ili olan Muğla’da, iç ve dış turizme aynı zamanda hizmet verecek tatil siteleri modeli oluşturmaktı. Aktur proje teklifini aldığımızda bizden istenen Datça ya da Bodrum'dan birini seçerek projelendirmekti. Biz ise iki projeye birden teklif verdik. İki farklı

coğrafyada, farklılıkları ortaya çıkaran bir tasarım denemesi yaptık. Bu zorlayıcı bir süreçti ve sonuçta iyi bir deneyim oldu. Yerel yapı kültürünün farklılıklarını bulmak, yakalamak gerekliydi. Bol bol gezdik, tespitler yaptık. Aktur A.Ş. 2.500 ortaklı bir şirketti ve üyeleri aynı zamanda konut sahibi olacaktı. Farklı model bir yapı… Projelerin bir başka özelliği ise hem iç turizme hem de dış turizme açık tesisler olmalarıydı, konut tipleri bize proje verilmeden önce buna göre kurgulanmıştı. "Türkiye'de iç turizm olmazsa dış turizm gelişmez" düşüncesi o dönemde çok tartışılırdı. İç ve dış turizme hizmet verecek yerleşme düzeni ve mekanların kullanımı için kurgulanan bu program, konut sahiplerinin özel tercihleri yerine ortak bir standart düzeyinde olmaktı. İki proje alanı için de benzer yerleşim konsepti gelişti. Planlama kavramı, farklı bir işletim sistemini de beraberinde getiriyor. "Ne kadar farklı tipler üretirsek o kadar zengin bir yerleşim düzeni oluşur." düşüncesi, proje çalışma grubuna katılan genç

mimar arkadaşlarımızla paylaştığımız ortak düşünceydi. Aydan Volkan: Mimarlığa sosyal bir bilim olarak baktığınızı biliyoruz, iki farklı kentteki Aktur'lar için; “Kimler Datça'ya, kimler Bodrum'a gidiyor?” gibi bir sosyolojik bir okuma yaptınız mı hiç ya da coğrafyayı düşünürken, planlama kararlarınızda etkili oldu mu bu? Ersen Gürsel: Sorunuzun içeriğine tümüyle katılıyorum. Değindiğiniz gibi bir seçim olabilseydi, sosyal yapı-mekan tasarımı ilişkilerini de kapsayan projeler üzerinde yapılacak çalışmaların, hem içerik hem de tasarım boyutlarıyla kıyı kesimlerindeki yapılaşmanın kalitesine olumlu katkıları olabilirdi. Ancak böyle bir seçim olmazdı; proje grubu olarak, şirket ortaklarının seçimi bizim dışımızda oluyordu. Belirlediğiniz konseptte bir proje içinde çalışmak isterdim. Olamadı. Kooperatif organizasyonu içinde yaptığım bir iki proje başarılı olmadı, mesela. Kullanıcısı belli olmayan yaşam alanı ve konut tasarımları yapmak

mimar olarak bile cazip gelmiyor. Keyif alamadığım projelerden de uzak durmaya çalıştım. Aktur modeline benzer bir yatırımcıyla da karşılaşmadık daha sonra. Bu nedenle de tatil siteleri çalışmaları sonlandı. Aydan Volkan: Sizin “yazlık ev” konseptinde tasarlamış olduğunuz tatil sitesini her mevsim kullananlar, geçmişte bunun için size teşekkür etmişlerdir. Bugün de sizin onlara teşekkür etmeniz gerekebilir; çünkü bence mekan, insanla var oluyor. Bir mekanın kalitesinin, içinde yaşayanlar tarafından kullanıldığı ölçüde arttığını düşünüyorum. Ersen Gürsel: Evet, mevsimlik yerine, tatil sitelerinin sürekli yaşama düzenine olanak verecek nitelikte planlanmış olması… Bu hep böyle olsaydı, kıyı yerleşmelerini bugün farklı düzeyde konuşabilirdik. Konutların içinde yaşayan ve onları özgün yapısıyla koruyan aileler, bizleri arayarak teşekkür ederler; ama tabi bu yıl, Datça Sitesi’ne fotoğraf çekimi için gittiğimde, binalar üzerinde çok fazla eklentiler de vardı. Site sakinlerinin denize ulaşımları,


GÜNCEL HAZİRAN 2016 - XXI 24

sosyal yaşamlarına katkı sağlayan mekansal kurgu, yerleşme düzeni planlarının korunmuş olması vs. Kırk yıl önce projelendirilen Aktur Siteleri hala konuşuluyor ise sorunun yanıtını sitelerin bu özellikleri üzerinde aramak gerekir. Aydan Volkan: 2.500 üyeli bir şirket sisteminden bahsettiniz. Peki, sizce şirket, programı size getirmeden önce öngörülen kullanıcıların fikrini almış mıdır yoksa bu sadece bir turizm yatırım danışmanı tarafından hazırlanmış, uluslararası bir yatırım planlaması çerçevesinde bir program mıdır? Ersen Gürsel: Aktur Tatil Siteleri proje müellifi seçimi, davetli yarışmayla belirlendi. Projelerin değerlendirme sürecinde şirketin yatırım programı yarışmacılara verilmişti. Yarışma sonrasında yatırımın konsepti değişmeksizin, konut tipleri ve ortak kullanım alanlarının nitelikleri ve boyutlarında değişim oldu. Konaklama tesislerinin programları ve yerleşme düzenleri, imar planının teknik ve standartlarına göre olması, yapılaşma

alanı sınırları, kıyı kesimlerinin kamusal kullanışa açık olması, tatil sitesinin dışa kapalı olmasını önleyen ulaşım planı, yapı alanı ve yeşil alan dengesi, yeşil alanların nitelikleri gibi planlamanın belirleyici kararları, süreçte çok konuşulmuş, tartışılmıştı. Projenin en belirgin özelliği de imar planı, kentsel tasarım ve mimari projelerin birlikte projelendirilmiş olmasıdır. Aydan Volkan: Özer Türk'ün zenginleştirici bir katkısı olduğuna göre, valilik projeye ne kadar dahil oldu, özel sektör yatırımı değil miydi? Ersen Gürsel: Özer Türk şirket üyesi değildi dediğim gibi, Aktur Tatil Siteleri’nin konseptini tasarlayan kişiydi. Tatil sitesini yaşam alanı olarak görmek onun hayaliydi; proje çalışmalarına da üst akıl, danışman olarak katılmıştı ve çalışma grubumuzu motive etmesi açısından çok katkısı olmuştu. Aydan Volkan: 2.500 kişiye orkestra şefliği yapıyordu diyebiliriz. Ersen Gürsel: Aynen öyle, her gün mesai sonrası Muğla’daki ofisimize gelirdi. Proje aşamasının tüm sürecinde

yanımızda oldu, ancak özellikle belirtmek isterim; imar planlarına ya da yapılaşma koşullarına hiçbir şekilde müdahale etmedi. Proje uygulama süreci birlikteliği, proje grubu için çok yorucu bir süreçtir. Şantiyenin enerjik yapısıyla birlikte daha da yorucuydu; fakat projenin kalite ve sürekliliğine olumlu katkı sağladı. Dönemin en yüksek bedelli proje ihalesiydi. Evet, çok yorulduk ve para kazanmadık; fakat meslek hayatımızda Aktur projelerini yapmış olmak, tüm çalışanlar dahil proje müellifleri Nihat Güner, Mehmet Çubuk, Öcal Ertüzün ve beni mutlu etmiştir. Aydan Volkan: Sanırım bir projenin başarılı olmasında işveren çok önemli. Proje, ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun, işverenin dünya görüşü ve kalitesinin mimari tasarımın ortaya konmasında ve niteliğinde çok etkin payı var. Ersen Gürsel: Çalışma süresince ve sonrasında şirket yöneticileri projeye hiç müdahale etmediler. İşverenin gölgesini Özer Türk taşır, geç saatlere kadar mesai harcardı; "Bu adam bu kadar çaba harcıyorsa, ben de mesai yaparım."

dedirtirdi. Otoriter tavrına rağmen her zaman tartışmaya açıktı, işletme ve proje ilişkileri üzerine yaptığı eleştiriler önemliydi. Muğla'da büro kurmamızı, projenin merkezden yönetilemeyeceği için yapıların çevresine yakın olmamız gerektiği gerekçesiyle istemişti. Daha sonraki işlerimizde de deneyimledik ki bu, çok doğru bir düşünceydi. Bu coğrafyadaki proje kapasitesinin gelişmesinin, yatırımcıların gerçekleştirilmiş projeler üzerindeki düşünceleriyle oluştuğunu söyleyebilirim. Yatırımcıları aynı olsa bile, her projenin farklı bir kimliği olması, yatırımcılar için özel bir neden olabilir. Uygulama sürecinde, yapı maliyetinin artışından etkilenen işverenlerle süreci paylaşmaya, yapının kalitesi ve özgün kimliğini oluşturmanın yanı sıra projenin işverene ait olduğu düşüncesini onlara aktarmaya çalışırım. Çünkü proje alanının doğal yapı, fiziksel çevre, imar planı ve yatırım programı ilişkileriyle uyumu kadar işverenin niyeti ve kimliği de proje tekliflerini değerlendirmenin ön koşuludur.



HAZİRAN 2016 - XXI 26

GÜNCEL

giriş sayfasında Datça Aktur’dan konut birimi ikinci sayfada solda üstte: yerleşim dokusu, Bodrum solda altta: yerleşim dokusu eskizi, Datça sağda: yerleşim dokusu eskizi, Bodrum önceki sayfada solda: Topoğrafyaya yerleşim, Bodrum sağda: Sokak ve kütle ilişkisi, Datça bu sayfada en üstte: Vaziyet planı, Bodrum en üstte sağda: Vaziyet planı, Datça sağda üstte: Kıyı, peyzaj ve kütle kurgusu, Datça üstte: Peyzaj içinde kütleler, Datça sağda: Yerleşim dokusu, Datça

Proje alanının yapılanma koşulları, olması gerekenleri belirler. Ama yatırımcının niyeti ve kimliğini neden önemlidir diye sorabilirsiniz, haklısın. Proje ve üretim süreci, bunu birlikte yaşayacağımız kişiyle ortak bir sorumluluk alanı oluşturur. Binanın sahibi tapu belgesinde yazılıdır, ancak öte yandan da bina inşa edildiğinde de toplumsal bir meşruiyet kazanır. Kamu çevresi içinde yer alması nedeniyle toplumu ilgilendirir. İşverenlere bunu anlatmak kolay değildir. İnsan yaşamı, yapı ve çevre tasarımının merkezindedir. Yapının doğal çevre içinde baskın olmasını değil, doğal mekan içinde, onun yanında yer almayı düşünürüm. Doğal çevre içinde kendimi özgür hissederim. Bu duygunun bana özgün olma yolunu açtığını düşünüyorum; deniz kıyısında da benzer iki çakıl taşı göremezsiniz.

333 Devam edecek... Sonraki sayımızda Ersen Gürsel 50 yıllık mimarlık pratiğinde tasarım süreci ve mimarlığın diğer disiplinlerle etkileşimi deneyimlerini paylaşacak.




ADVERTORYAL

2016 yılı için sunduğumuz şey bir üründen öte, bir iyimserlik duygusu. Tasarım ve inovasyon işinde olan birçoğunuzda bu iyimserlik eğilimi zaten mevcut. Ne de olsa, her gün daha iyi bir yol yaratmak sizin işiniz. Ancak, pragmatizmi yüksek tuttuğumuzda karşı karşıya olduğumuz sorunların büyüklüğü ve sistemik yapısı altında ezilmemek işten değil. Geçen yıl, kayıtlardaki en sıcak yıl oldu. Okyanus seviyesi de son 3.000 yıldaki herhangi bir zamandan daha hızlı yükseliyor. Biz insanların saldığı sera gazı bu sonuçların en büyük sorumlusudur. Peki o zaman iyimserlik nerede? Eğer bir karo halı firması kendini yeniden tasarlayabiliyorsa, bunu herhangi biri yapabilir ve eğer herhangi biri yapabiliyorsa herkes yapabilir. Küresel ölçekte, çılgın ve hırslı hedeflerin başarıldığını görüyoruz. Bu, geçmişten gelen iyimserliğin ödülü olarak bize daha da büyük zorlukların üstesinden gelmemiz için enerji veriyor. 20 yıl önce “Mission Zero®” ile karbon ayak izimizi sıfırlama ve dünyamıza zarar vermeme misyonuyla yola çıktık. Takip edeceğimiz etkin bir program yoktu. Sahip olduğumuz; ortak bir iyimserlik ve meraklı zihinler, girişimci bir açlık ve yorulmaksızın deneyip, tepetaklak olup tekrar girişmekti. Ayrıca, büyük güçlüklerin

çözülmesine önemli katkı yapan birçok katılımcının yaratıcı kapasitesine sahiptik. Dört yıl kalmışken, hedefimize ulaşacağız. Karbon ayak izi, (yenilenebilir) enerji kullanımı, geri dönüştürülmüş/biyolojik bazlı hammaddeler ve su kullanımı gibi her yıl raporladığımız ölçümlerde hedeflerimizi tutturduk. Birçok iştirakçinin desteğiyle, karbon ayak izimizde dünyadaki diğer tüm endüstriyel şirketlerden daha fazla düşüş sağladığımıza inanıyoruz. Bir şirketin, kar ederken aynı zamanda nasıl pozitif bir katkı yapabileceğini örnekle gösterdik. Bu, muazzam bir gelişme, ancak yeterli değil. Zarar vermeme ilkesinden daha fazla iyi şeyler yapmaya; negatiften pozitife doğru değişimi gerçekleştirmemiz gerek. Yirmi dört yıl önce, yeryüzüne ve insanlara olan etkimizin farkında değildik. Bugün ise, günlük kararlarımızın etkilerini anlamakla kalmıyor, başarılarımızın tesirini de biliyoruz. Tüm dünyada bizimki gibi birçok harika hikaye var. Arkadaşımız Amory Lovins şöyle diyor "Bu hikayeler olduğuna göre daha iyisini yapmak mümkündür." Yoğun bir şekilde petrokimya ürünlerine bel bağlamış bir karo halı şirketi kendini yeniden tasarlayabiliyorsa, bunu herhangi biri de yapabilir. Ve eğer birisi yapabiliyorsa, o zaman herkes yapabilir. Bizim hedefimiz, sizin de desteğinizle, negatiften pozitif yaratarak herkes için daha adil ve kapsayıcı bir dünyayı teşvik etmek...

29 XXI - HAZİRAN 2016

Negatiften Pozitif Yaratma Arzusu


Rastgele Düşünceler 2 Veya Mimarlığın Eleştiriyle İmtihanı Eray Çaylı’nın geçen ayki Zincirleme Reaksiyonlar’a katkısı, bizleri dijital devrim çağında mimarlık pratiğinin yeni yollarını düşünmeye davet etti. Buradan hareketle ben de bu dijital devrimin, tıpkı Marshall McLuhan ya da Deleuze ve Guattari tarafından öngörüldüğü gibi, otoriteye yönelik davranışları nasıl dönüştürdüğünü tartışacağım.

ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR

Toplumlar, kültürleri ve sosyal alışkanlıkları aracılığıyla kolektif hayaller üretirler. Bu fraktal ve zihinsel yapılar, farklı düzeylerde davranışlarımızı belirler. Bu örüntülerin nasıl yerleşeceği, eğitim sistemi, aile geleneği ve ana akım medya gibi sosyal hiyerarşi garantörlerine bağlıdır. Bunun sonucunda (fraktal örüntüler halindeki) sosyal hiyerarşi protokolleri farklı ölçeklerde, politik, akademik ve mesleki dünyalar (misal mimarlık mesleği) gibi farklı alanlarda varlık gösterebilir. Dolayısıyla bu örüntüler, seçim kararlarını etkilemek ya da baskın ataerkil figürlerde somutlaşan belirli kişilikleri pohpohlamak için bilişsel olarak birbirine eklemlenebilir. Bu otoriter figürün aynı anda birden çok yerde var olma gibi bir yeteneği vardır. Tabi ki Türk toplumu ve mimari mikrokozmosu da bu kurallardan azade değil.

HAZİRAN 2016 - XXI 30

Tarih, statükoya karşı savaşanların merkezi otorite tarafından “ahlaksız”1 olarak tanımlanmasına çok kez şahitlik etti. Son zamanlarda, Türkiye de bu alışkanlığı eksiksizce yerine getirmede oldukça başarılı oldu. Tabi ki bunun zirvesi devlet ölçeğinde yaşanıyor olsa da ilginç sapmalarla mimarlık mesleği düzeyinde de bu alışkanlıkla karşılaşmak mümkün. Karşımıza çıkan son örneklerde eleştiriye tahammülsüzlük bir norm halini almış gibi görünüyor ve muhalif sesler “saçmalayanlar” olarak nitelendiriliyor. Bu davranışı resmetmek adına Türkiye mimarlık ortamının en saygıdeğer Telamon’larından (Yunan mimarisindeki erkek figürlü sütunlar) Emre Arolat ve Uğur Tanyeli’nin yakın zamanlardaki iki reaksiyonunu anımsayalım.

SINAN LOGIE

8 Ekim 2015’te Emre Arolat, “140 Karakter!”2 başlıklı bir konuşma yaptı ve bu kapsamda Twitter’ın 140 karakterlik gönderileri kullanılarak yapılan mimarlık yorumları üzerinden, olası tüm eleştiri biçimlerini itibarsızlaştırdı. Arolat’ın yeteneği ve mizah duygusuyla sergilediği performans, açık bir şekilde mimarlık mikrokozmosunun başka aktörlerini hedef alıyordu, örneğin aktif sosyal medya kullanımı ve mimarlığa yönelik keskin bakışıyla bilinen Ömer Yılmaz’ı. Bundan daha yakın zamanlarda Arkitera’da yayınlanan saygıdeğer Uğur Tanyeli yazısı3 ise muhalif sesleri susturmak adına bir başka girişim oldu. Bu metin, Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu için seçilen Darzana projesi etrafında kopan “fırtınayı” durdurmaya yönelik cesur bir girişim.

Türkiye mimarlık ortamının bu iki ana figürüne duyduğumuz saygının ve tarihin, bu önemli kişiliklerin kültürümüze katkısını kayıt edeceğinin ötesinde, bu figürlerin fikirleriyle sosyal medya platformlarında yayılanlar arasındaki uçurumu anlayabiliyorum. Genç nüfusuyla Türkiye, dünyada sosyal medya kullanıcı sayısı en yüksek ülkelerden biri. 1960’larda iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın da öngördüğü gibi medyanın çoğaltılması, tekil bilgi (ve iktidar) kaynağının egemenliğini kırması açısından olumlu olsa da doğru bilgiye erişimi zorlaştırır. Yine de unutmamalıyız ki bu yeni elektronik ortamlar, kentsel direnişin çok başarılı formlarını olanaklaştırdılar. 2013’teki Gezi Parkı hareketi büyük ihtimalle ortak hafızamızda, bu potansiyeli resmeden, hala taze bir anı. Her ne kadar Gezi protestoları tamamen Türkiye’deki politik ortamı yeniden biçimlendirmemiş olsa da bilgi ve politikaya bakış derinlemesine bir şekilde yeniden biçimlendi. Bu çerçevede özellikle de bugünün Türkiye’sinde, iktidarla olan tarihi bağları nedeniyle mimarlık ve onun politik ifadesi, yeni nesil tarafından gittikçe daha fazla sorgulanıyor. Genç mimarlar ya da geleceğin mimarları, finansal (ve politik) güçlerin hizmetindeki bir mesleğin aktörleri ya da gelecekteki aktörleri olarak kendi sosyal sorumlulukları konusunda endişeliler. Karşımızda medya araçlarını ve mizahı kullanan, ayrıca bilgiye anlık erişimi sayesinde bazen kentsel meseleler üzerine sert yargılarda bulunan bir yeni nesil kentliler var. Bu jenerasyonun beyni, önceki nesiller gibi hiyerarşik yapılanmalarla biçimlenmemiş, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin tanımladığı gibi “hiçbir merkezi otomat olmaksızın” rizomatik örüntülerle sahip. Bu çerçevede bu yeni neslin kendi mimarlık kariyerini nasıl hayal ettiğini ya da Emre Arolat’ın hem yakın tarihte İstanbul’da inşa edilmiş en ilginç camiyi tasarlaması hem de Mecidiyeköy’deki Torun Center ile İstanbul’daki en önde gelen kent suçlarından birini işlemiş olması hakkında ne düşündüklerini tartışmalıyız. Mimarlık stüdyolarında yürütücülük yapan biri olarak kendi deneyimim üzerinden diyebilirim ki birçoğu üç sene evvel sokaklarda biber gazı yemiş olan yeni mimar adayları endişe içinde. Akademisyenler olarak mimarlıkla konforlu bir ilişkimiz var. Pratiğimizin sınırları net bir şekilde çizili. Mimarlık ofislerindeki gibi nitelikli mimari tasarımların hayata geçirilebilmesi için yatırımcılar ya da otoritelerle sürekli boğuşmamız gerekmiyor. Öte yandan öğrencilerimizden sürekli olarak aldığımız soru şu: “Hocam, mezun olunca biz de böyle işleri almak zorunda kalacak mıyız? Biz de bu kent suçlarına ortak olacak mıyız?” Her mimarlık ofisinin büyük ölçekli kentsel dönüşümlerde rol üstlenmediği ve buna benzer


ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR 31 XXI - HAZİRAN 2016

açıklamalarla onlara umut aşılamaya çalışıyoruz. Ama itiraf etmek gerekir ki öğrencilerimize örnek olarak gösterebileceğimiz mimarların sayısı oldukça az, özellikle de mesleğin ana figürleri arasında. Mimarlık okulları bilgisayar ekranlarında veri manipülasyonu yapan robotlar mı üretmeli? Yoksa umudu ve sosyal sorumluluğu somutlaştıran bir mimarlık kültürü mü kurmak istiyoruz? Çünkü bir sanat biçimi olmasından ziyade mimarlık, kamu yararına bir meslek, MIPIM Ödülleri ya da süslü bienaller değil esas mesele. O nedenle de Darzana tartışmaları çerçevesinde yeniden gündeme gelen Haliç Tersaneleri’nin dönüşümünde şeffaflık ve STK’ların sürece katılım talebi oldukça makul; her ne kadar mesleğin bir kesimi bu iki meselenin birbirine karıştırılmaması gerektiğini öne sürse de. İKSV’ye mesleğimizin karşı karşıya olduğu soruları nihayetinde masaya yatırma fırsatı verdiği için teşekkür ederiz. Yazıyı bitirirken Teğet Mimarlık’ı ve Darzana ekibini de tebrik edelim, kendileri eleştirilere kulak asmadan,

bu “fırtına”4 esnasında kendi işlerine baktılar ve bienal çalışmalarına odaklandılar. Kendilerine başarılar dileriz. Öte yandan, umuyoruz ki Haliç Port çerçevesinde şeffaflık için yapılan talepler kendilerine ulaşmıştır. Kendilerinden haber bekliyoruz. Örnek bir davranış sergileyip sergilemeyecekleri, “bir generali ve bir hafıza düzenlemesi ya da merkezi otomatı” olmayan geleceğin mimar nesillerine ilham verecek. Oralarda bir yerlerde umut işaretleri arayan nesillere… Dikkat edin, bu yaz bütün Ebru Gündeş konserleri iptal olabilir. Sevgi ve saygılarımla. Notlar: 1 Howard Selsam, ‘’Etik: Yeni Değerler ve Özgürlük’’, Yaba Yayınları, 1995, çeviren : Yüksel Demirekler 2 https://www.youtube.com/watch?v=p3lfwsm6Gwg&feature=youtu.be 3 http://www.arkitera.com/gorus/759/venedik-mimarlik-bienali-neturkiye-katilimi-ve-koparilan-firtina 4 https://www.youtube.com/watch?v=Hc372JyZgDk&list=RDHsc372J yZgDk#t=0


Bir Soru, Bir Sergiye Dönüşebilir Mi: Mimarlıkta İnovasyon Nedir? ŞEBNEM ŞOHER, LİZBON DOĞA VE BİLİM TARİHİ ULUSAL MÜZESİ’NDE 4 MART - 30 NİSAN TARİHLERİ ARASINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN “MİMARLIKTA İNOVASYON NEDİR?” SORULU SERGİYE DAİR İZLENİMLERİNİ YAZDI.

HAZİRAN 2016 - XXI 32

GÜNCEL

fotoğraflar: Şebnem Şoher

Şebnem Şoher Portekiz, hem mimarlığı hem de mekan üzerine yapılan ikincil üretimleriyle adından sıkça söz ettiren bir ülke. Özellikle Lizbon Mimarlık Trienali'nin yaklaştığı bu son aylarda Lizbon ve Porto, çok sayıda uluslararası etkinliğe, seminer, tartışma ve sergiye ev sahipliği yapıyor. Son 6 ay içinde, önce güncel Portekiz mimarlığının önemli isimlerinden João Luís Carrilho da Graça'nın işleri, ardından Porto'da yine güncel işlerden oluşan geniş bir konut seçkisi sergilendi. Bunun üzerinden birkaç ay bile geçmeden Calouste Gulbenkian Vakfı Müzesi'nde, aralarında Álvaro Siza Vieira ve Eduardo Souto de Moura'nın da bulunduğu yedi öncü mimarın yedi projesi sergisi yapıldı. Elbette bunlara, hem toplantılar hem de yayınlar eşlik etti. Bu dönemde, mimarlık sergisi için beklenmedik bir mahal olan Doğa ve

Bilim Tarihi Ulusal Müzesi de, hem toplumun farklı kesimlerini hem de mimarlık ve tasarım disiplinleri içindeki farklı nesilleri ve yaklaşımları bir araya getirmek üzere kapılarını açtı. İki kadın küratör, Filipa Roseta ve Sofia Marçal, tarafından hazırlanan sergi ve yan etkinliklerin farklı gruplara hitap etmesinin birçok nedeni vardı: Sergileme için seçtikleri, -yerleşkeyi oluşturan yüksek duvarlarla çevrili botanik bahçesi ve ana kapısı sokağa kapalı bilim koleksiyonuna rağmenkentin merkezinde yer alan ve sabit mimarlık izleyicisinden farklı bir ziyaretçi kitlesi için tanıdık bir mekan olan müze ve biri mimarlık diğeri müzecilik alanlarından gelen iki küratörün sergiyi bir manifestodan çok, bir soru etrafında kurgulamış olması. Adından da anlaşılacağı üzere içeride karşılaşacağınız mimarlık pratiğinden alıkonulmuş ürünler, bir cevap

vermekten çok bir soruyu tartışmak üzere orada bulunuyorlar. Serginin adı da sorunun kendisi: “Mimarlıkta inovasyon nedir?” Küratörlerden Filipa Roseta aynı zamanda kendi ofisinde tasarım yapan ve projeler yürüten bir akademisyen. Kendisiyle yaptığım görüşmede, 14 ofisten 14 işin yer aldığı serginin sancılı seçim sürecini anlattı. Güncel Portekiz mimarlığında, farklı mimarlık eğitimlerinden gelen üç farklı nesilden bahseden küratör, sergideki işlerde çeşitlilik sağlayabilmek adına hem bu nesil farklılığına hem de her dönem içinde birbirinden teknolojiyle ilişki, formla ya da kültürel bağlamla daha yakından ilgilenme gibi niteliklerle ayrışan ofislere yer vermeye çalıştıklarını söyledi. Elbette hem toplumun geçirdiği dramatik dönüşümlerin etkisiyle biçimlenen mimarlık anlayışları hem de benzer dönemlerde öğrenmeleri ve

üretmelerine rağmen farklılık gösteren ilgi alanları, mimarlık başlığı altında yapmak istediklerini de özgünleştiriyordu. Ancak sergide amaçlanan, her ofisin işlerini ve mimarlığa bakışlarını değil, tam olarak “Mimarlıkta inovasyon nedir?” sorusuna üretimleri içinden nasıl cevap verdikleriydi. Bu soruya odaklanmayı sürdürmek ve fazlasını anlatmaya, aktarmaya çalışmamak, belki de serginin en etkileyici yönlerinden biriydi. Sergiye paralel olarak yapılan konuşmalardan birinde, küratörün “3. nesil” olarak tanımladığı en genç kuşaktan Fala Atelier, mimarlıkta yenilikçi olmanın özgün olmak anlamına geldiğini ve hem yerelkültürel unsurlardan hem de bugüne kadar karşılaştıkları ve biriktirdikleri uluslararası referanslardan beslendiklerini söylüyordu. Yine mimarların yaşına göre yapılan bu üçlü



GÜNCEL HAZİRAN 2016 - XXI 34

ayrımda Fala Atelier ile aynı grupta yer alan Impromptu Projects de mimarlıkta inovasyonun “kendi problemini ortaya atmak” olduğunu savunuyordu. Bugün Portekiz, usta mimarlarıyla ve Akdeniz mimarlığının önemli örnekleriyle anılmakla birlikte, gençler için rekabet çok fazla ve özgün olmak pratiklerindeki belirleyici etmen. Bu nedenle birbirinden oldukça farklı görünen 5 ofis de, bu büyük mimarlık içinde kendilerine bir niş açmaktan ve kararlı bir biçimde orada var olmaktan söz etti. Elbette sergi tek başına bu derinlikte bir içgörü sağlamak için yeterli değildi, çünkü 14 ofisin her biri yalnızca birer iş; bir adet iki boyutlu görsel, bir maket ve kısa bir paragraftan oluşan metinle temsil ediliyordu. Bu, izleyiciye doğrudan bir cevap sağlamak yerine, izleyicinin mimarlık alanıyla ilişkisinin

derinliğine de bağlı olarak bir his, ucu açık çağrışımlara neden olabilecek bir başlangıç noktası oluşturuyordu. Girişte ziyaretçileri, ilk neslin temsilcilerinden Nuno Teotónio Pereira'nın ofisinden gelen büyükçe, beyaz, temiz bir maket ve hemen aynı hizada, kronolojik gezinin sonu gibi görünen Empreiteiros Digitais'in yerleştirdiği koltuk ve sanal gerçeklik gözlüğü karşılıyordu. Bu iki ucu birbirine bağlayan rotada ise her biri mimarlık ürününü bir araya getiren bambaşka bileşenleri tartışmaya açabilecek 12 nitelikli örnek bulunuyordu. Pereira'nın bugün koruma altındaki Águas Livres bloku, bir yandan çağdaş yapım tekniklerini deneyen, bir yandan da 1950'lerin domestik teknolojilerini Lizbonluların gündelik hayatına tanıtan modern bir konut örneğiydi. Öte yandan Gonçalo Byrne ofisinin Lizbon limanı için tasarladığı kontrol kulesi, başka

alanlara ait teknoloji bilgisini mimarlıkla birleştirirken, mimarlık ve yenilik ilişkisi adına bambaşka bir sınav veriyordu. Birkaç proje ileride, mimarlıkta inovasyonun ne olduğu sorusuna, Impromptu Projects'in verdiği yanıt niteliğinde M.A.P. (Macau Architecture Promenade) Pavyonu projelerinin maketi göze çarpıyordu. Burada, yerel malzeme ve tekniklerden öğrenerek çağdaş bir uygulama yapan genç nesilden mimarlar, mimarlıkta yeniliğin, tasarladıkları yerin kimliğini göz önünde bulundurmak olduğunu söylüyordu. Sergideki en keskin yorum ise Siza Viera'dan geliyordu: “Mimarlıkta inovasyon yoktur.” Ardından yenilik takıntısının yarattığı korkunç sonuçlara değinse de, iki küratörün ortaya bir cevap koymaktan kaçındığı serginin yoruma yer bırakmayan tek yanıtı, hatta tüm sergideki tek yanıtlayıcı cümle oluyordu.

Güncel bir mimarlık sergisinde küratör, karar verici ya da seçici olarak kendi sözünü geride tutabilmek, her biri kendi güçlü söylemleriyle var olan başarılı pratikleri bir arada sergileyebilmek önemli bir problem. Benzer şekilde serginin kime ve nasıl ulaşacağı; yaş grubundan meslek grubuna, ziyaretçilere ait demografik çeşitliliği sağlamak da aynı derecede önemli. Farklı iki disiplinden iki kişinin iş birliğiyle, kentin beklenmedik bir yerinde açılan mütevazı sergi, bu iki problemle, büyük kurumlardan ya da önemli seçici kurullardan çok daha başarılı bir şekilde baş ediyordu. Soru sorup yanıt vermemenin bazen kaçınmak ya da yeterince derinleşememekle neredeyse eş olduğu birçok başka örnekle bir arada düşünüldüğünde, az malzemeyle çok düşündürmek ve az sözle çok tartışmaya yer açabilmek, kısa süre açık olan bu özel serginin önemli başarıları arasında yer alıyordu.



Kolaylaştırmanın Üç Yüzü Tasarım kullanıcılarla paydaşları etkileşime sokan katılımcı süreçlerle ne kadar fazla hemhal olursa, tasarımcı da o kadar bu operasyonların kolaylaştırıcısı (facilitator) ya da yöneticisi haline geliyor gibi görünüyor. Tasarımcı işbirliklerini koordine eden bir organizatör, diyalogları ve görüşmeleri başlatan bir diplomat, otoriteler ile çeşitli yöneticiler arasında arabuluculuk eden bir güç simsarı gibi davranmaya başlıyor. Çoğunlukla her türden "sosyal" tasarım ya da inovasyonun bir parçası olan bu kolaylaştırma süreçlerinin yüzeyini kazımaya başlar başlamaz şu soruyu sormalıyız: Tasarımcılar gerçekte hangi denetim ve karar-verme süreçlerini kolaylaştırıyorlar? Tasarımcılar bu kolaylaştırmayı çok sayıda paydaşı dinleyerek tarafsız bir şekilde yapmaya çalışmış olsalar dahi şunu sormak gerek: Tasarımcı kimin ayak işlerini yapıyor?

KÜÇÜK MÜDAHALELER

Çok basit bir düzeyde tasarımın kolaylaştırmaya bakışı, siyaset kuramındaki bakışlara nazaran bir tık daha olumlu gibi. Tasarımcılar yeni bir şeyler yapmak adına iktidara odaklanmaya meyilliler, diğerleri üzerinde iktidar kurmak adına değil. Tasarım yeni eylemlerin beceriyle düzenlenmesiyle ilgileniyor; 1-0'la sonuçlanacak tahakküm oyunlarından ziyade kazan-kazan ilişkilerine odaklanıyor. Ama tasarımın bu olumlayıcı jesti kolaylaştırma çalışmalarında iktidarın ortadan kaldırılmasına yetmiyor.

HAZİRAN 2016 - XXI 36

Tasarım süreçlerinin başvurduğu kolaylaştırmaların ne tarafından kontrol edildiğini daha iyi anlamak için siyaset kuramcısı Steven Lukes'un perspektifi bize yol gösterebilir. Lukes iktidarı, üç bölüme ya da boyuta ayırır ve bunları "yüz" olarak adlandırır. İlk boyut açık ve görünürdür, kapasitesine ya da becerilerine bağlı olarak nihayetinde kimin isteklerine erişeceğinin belli olduğunu vurgular. Bu, uzlaşıyla ya da anlaşmazlıkla sağlanabilir ama her kim kazanırsa o, doğrudan iktidara sahip olacaktır. İkinci boyut, gizli ve dolaylı bir iktidar biçimidir; gündemi belirler, soruların çerçevelerini çizer ve ayrıca olan bitenin alternatifsizleşmesini sağlar. Üçüncü boyut çoğumuz için görünmezdir; zira onun endişesi, iktidarda olanların nasıl diğerlerinin örtük boyun eğişini garanti altına aldığıdır; onları isteyerek ya da istemeyerek şunu kabullenmeye zorlar: Yönetilmeleri ve hatta baskılanmaları onların kendi çıkarınadır. Bu son boyut, sinsi bir düzeyde işler. İnsanlar temel çıkarlarına ters düşecek şekilde davrandıkları için her ne kadar politik eylemliliklerinden soyundurulmuş olsalar da bu boyut, kendilerini güçlendirilmiş hissetmelerini sağlar.

OTTO VON BUSCH TASARIMCI

Tasarımcıların sosyal ve katılımcı süreçleri kolaylaştırırken olabildiğince çok paydaşı davet etmeleri ve hatta bazen uyuşmazlıkları ve karşıt gündemleri de hesaba katmaları beklenir. Katılımcılar, iktidarın ilk boyutunda ilişki kurar ve müzakerelerde bulunurlar. Öte yandan, her ne kadar tasarımcılar

sık sık "proje tanımını sorgulamak"la övünseler de iktidarın ikinci boyutu çoğunlukla görmezden gelinir: Onların gündemini belirleyen kim ve bir "sorun"un ne olduğunu tanımlayan kim? Peki ya bir sorunu fırsata dönüştürmeye giriştiğimizde bu fırsat daha geniş çaplı gündemler ve sosyal mekanizmalara nasıl oturacak? Ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak: Tasarımcıların orada ne işi var gerçekten? Üçüncü boyut, tasarımın ve mesleğin kendisinin hemen altında işler, ideolojilerimiz içine gizlenir. Burada tasarım, iktidarı "kullanıcı-dostu" bir hale getirir ve görünür kılar. Bunu yaparken de çoğunlukla liberal şartlardaki gündemi maskeler ve tasarımı, piyasa gerçeği gibi başka iktidar biçimlerinin dahil edilmesi için bir meşrulaştırma alanı olarak kullanır. Bu da tasarımın üstlendiği eylemliliği ölçülebilir veriye ve paraya dönüştürülebilir sosyal alanlara tercüme eder. Bir adet gündelik “sosyal” tasarım örneği ele alalım: Yoksul bir mahallede kentsel bahçecilik projesini kolaylaştırdığımızı düşünelim. İlk düzeyde tasarımcılar mahalle sakinleriyle konuşur ve arsa sahibi ya da belediye ile müzakereler yapar. Ve uzun süren saatler ve post-it seanslarından sonra bir proje üretir. Çoğunlukla tasarımcılar ikinci düzeydeki “kuvvetler ayrılığı”nı bulmayı es geçiyor. Bu da sosyal düzeyde (mahalle sakinleri için) elde edilen kazanımların nasıl denetim, yönetim ve mülkiyetin (ki bunların birçoğu mal sahibi ya da belediyenin elindedir) kazanımlarına dönüşebildiğini ele almakta başarısız olduğu anlamına geliyor. Üçüncü düzeyde, sürecin kendisi mahalledeki iktidar dengelerini değiştirmede hiçbir şey yapmamış oluyor, her ne kadar mahalle sakinleri kendi yiyeceklerini üretiyor ve sağlıklı besleniyor olsalar dahi. Hiçbir şey statükoya meydan okumuyor. Güçsüzlerin edindikleri yeni bir kaldıraç gücü yok. Tasarımcılar, dengenin kullanıcı-dostu haline geldiği ve hatta belki daha kolay denetlenebilir olduğu bir süreci kolaylaştırmış oldular. Bir sonraki sefer, bazı sosyal süreçleri tasarımla kolaylaştırmaya giriştiğinizde dikkatli olun ki destek olduğunuzu düşündüğünüz insanların kendi eylemliliklerinin altını oymayın.



Bir Kültür Eleştirisi Adolf Loos: Mimarlık Üzerine YAZI: DENIZ BALIK Yüzyılı aşkın bir süredir, Avusturyalı ve Çekoslovak mimar ve kuramcı Adolf Loos’un (1870-1933) sosyal, kültürel, sanatsal ve ekonomik yönden okunmaya elverişli yazıları ve konuşmaları, mimarlık literatüründe çok geniş perspektifte ele alınıp yorumlanmaktadır. Alp Tümertekin ve Nihat Ülner tarafından Türkçe’ye çevrilerek detaylı bir önsözle 2014 yılında basılan Adolf Loos: Mimarlık Üzerine adlı kitap, Loos’un Ins Leere Gesprochen – Aufsätze aus den Jahren 1897-1900 ve Trotzdem - Aufsätze aus den Jahren 1900-1930 adlı iki kitabından seçilen mimarlık üzerine makalelerinden derlenmiştir. Türkçe kitaba paralel bu yazı, Loos’un çağdaşı ve öncülü mimar ve kuramcılara ek olarak biraz da Loos tartışmalarında pek bahsedilmeyen kaynakların ışığında onun düşünceleri üzerine küçük bir kesit sunar.

HAZİRAN 2016 - XXI 38

EX LIBRIS

MASKE

Yazılarında yoğun biçimde kültür eleştirisi yapan Loos, modern insanın maskeye ihtiyacı olduğuna sıklıkla değinir. Bu maske, modern toplum içinde dikkat çekmeyen ve bireyselliği gizleyen sade ve modern İngiliz giyim tarzı için kullanılan bir metafordur. Konut da bir anlamda maske gibidir; dışı, içini korur ve gizler. Çünkü Loos’a göre, dışı topluma, içi ise kullanıcılarına aittir. Bu nedenle bir binanın dış yüzeyleri süslemesiz ve yalın, iç mekanları ise içinde yaşayanların zevkine uygun şekilde tasarlanmalıdır. Bu noktada, Loos’un “Kaplama İlkesi” (Das Prinzip der Bekleidung, 1898) adlı önemli yazısına değinilebilir – ki bu yazının çevirisi, kitapta “İnşaat Malzemeleri” yazısından sonra eklenebilirdi –. Loos’un ortaya attığı kaplama ilkesine göre mimarlıkta kaplama ve örtü, strüktür sisteminden önceliklidir. Kaplama malzemesi, taşıyıcı sistemi gizleyerek yüzeyleri, hacmi örterek ise mekanı oluşturur. Ancak, yazıda önemle vurgulandığı üzere altındaki malzemenin doğasını taklit edecek renkte boyanmamalıdır.1 Bu bağlamda da mimarlık kuramcısı Hilde Heynen’in yorumladığı gibi, kaplama malzemesi, bir maske olarak

fark edilebilen bir maske olarak tanımlanabilir.2 Loos’un da yazısında atıfta bulunduğu üzere kaplama kuramı, on dokuzuncu yüzyıl Alman mimarı ve mimarlık kuramcısı Gottfried Semper için kritik bir noktadadır. Mimarlığın Dört Öğesi (Die vier Elemente der Baukunst, 1851) ve Teknik ve Tektonik Sanatlarda Üslup (Der Stil in den technischen und tektonischen Künsten oder praktische Ästhetik, 1860-63) adlı kitaplarında detaylı açıkladığı kaplama prensibi (Bekleidungsprinzip) ile Semper, tekstil malzemesinin, duvar elemanının öncülü olduğunu savunur.3 Semper de Loos gibi, mekanı oluşturan ana elemanın kaplama malzemesi olduğunu, strüktürün mekan oluşumuyla doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığını öne sürer. Semper’in kaplama prensibi, Loos’un çağdaşı Otto Wagner’in mimarlığında maske metaforu aracılığıyla somutlaşır. Wagner’in tasarladığı cepheler, kentliyle iletişim kuran düşey örtüler olarak okunabilir. Örneğin, mimarlık tarihçisi Ákos Moravánszky, Postsparkasse

binasında metal elemanlarla bağlanarak dikkatlice detaylandırılan mermer cephelerin ve Majolikahaus binasında da düz ve iki boyutlu bir yüzey etkisi oluşturacak şekilde kaplanan seramik yüzeylerin strüktür sistemini gizleyerek hafiflik hissi verdiğini belirtir; diğer taraftan Loos’un bunları “dövmeli cepheler” olarak göreceğini de ekler.4 SÜS

Süs konusunda en çok başvurulan ve doğru ya da yanlış yorumlanan yazısı “Süsleme ve Suç”ta Loos, vücuda yapılan dövmelerden söz ederken dövme ve kriminoloji arasında kurduğu yakın ilişkinin yanı sıra, dövmenin on dokuzuncu yüzyıl aristokratları arasında moda haline gelmesine de üstü kapalı olarak değinir. Döneminin ünlü Japon dövme ustası Hori Chiyo, İngiltere kralı V. George’un vücuduna dövme yaptıktan sonra Avrupa’nın diğer kraliyet ailesi üyelerinin de dövme yaptırmaları uzun sürmez. Buna paralel olarak, Loos şöyle yazar: “Kendine dövme yaptıran modern bir insan ya caninin ya da soysuzun tekidir. Bazı hapishanelerdekilerin %80’i dövmelidir.

Dövmeli olup hapiste olmayanlar da, ya latent cani ya da yozlaşmış aristokratlardır.”5 Bu konuya kriminoloji ve moda ekseni dışından bakılırsa, dış görünüme ait olan dövmenin, bireyselliği vurguladığı ve görünür bir temsiliyet biçimi olduğu için Loos’un modernite fikrine ters düştüğü söylenebilir.6 “Mimarlık” yazısında


bu sayfada en solda: Otto Wagner, Postsparkasse, Viyana, 1912 (fotoğraf: Deniz Balık) solda: Adolf Loos,Knize Giyim Mağazası, Viyana, 1910 (fotoğraf: Deniz Balık)

belirttiği çok net iç ve dış ayrımı, bir anlamda, dövmenin dış yüzeylerde yer almasını değil, iç mekanlara yansıtılmasını öngörür. Başka bir deyişle, ev sakinlerinin bireyselliklerini, dövme gibi dışarıda bariz bir biçimde değil, iç mekanlarda kullanılan malzeme, doku ve kişisel eşyalarla kendini göstermesini önerir. Benzer şekilde mimarlık tarihçisi Joseph Rykwert, yirminci yüzyıl yapıları üzerinden süsün eleştirel okumasını yaptığı “Süs Suç Değildir (Ornament is no Crime, 1975)” adlı yazısında, Loos’un mimari zevk anlayışının, yapının detaylarıyla değil, bütün kütlesiyle ilişkili olduğunu belirtir. Rykwert’ın vurguladığı üzere, Loos’a göre medeni bir tasarımcı, aklına ve duyularına hitap eden bu zevki, nesnelerin süssüz ve düz dokusuyla ifade eder.7 Medeniyet ve modernite fikrinin devamı olarak Loos, mimarlık ve ürün tasarımından giyim kuşama ve Alman diline kadar hayatın her alanında süsün emek, para, sağlık ve zaman israfı olduğunu savunarak tabulaştırılması için çok uğraşmıştır.8 Süs kullanımının kültürel yozlaşmayla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu vurguladığı en bilinen eserinin “Süsleme ve Suç” olmasına karşın süslemeyi reddettiği ilk yazısını ondan on yıl önce yazar. Boşluğa Konuşmalar (Ins Leere Gesprochen) kitabındaki “Lüks Araç (Das Luxusfuhrwerk)” adlı bu yazıda, süslemeyi hata olarak tanımlar ve ilkel toplumlarla özdeşleştirir: “İnsanların kültür düzeyi ne kadar düşükse süsleme

ve dekorasyonla kurduğu ilişki o kadar abartılı hale gelir ... Güzelliği süslemede değil, yalnızca formda aramak, bütün insanlığın gayret ettiği amaçtır”.9 Aynı yıl, giyim kuşam üzerine kaleme aldığı “Erkek Modası (Die Herrenmode)”, “Kadın Modası (Damenmode)”, “Erkek Şapkaları (Die Herrenhüte)” ve “Ayakkabı Üreticileri (Die Schuhmacher)” gibi bir dizi yazıda, işlevsel ve sade tasarımları över. Bununla birlikte, nasıl giyinmeleri gerektiği konusunda Avusturyalıları bilgilendirmek için 1903’te – yalnızca iki sayı da olsa – Öteki (Das Andere) başlıklı gazeteyi çıkartır. “Süsleme ve Suç”u yazması, 1893’te çıktığı üç yıllık Amerika Birleşik Devletleri gezisinde karşılaştığı Chicago Okulu mimarlığıyla, Louis H. Sullivan’ın morfoloji analizi yaparak kaleme aldığı “Mimarlıkta Süsleme (Ornament in Architecture, 1892)” adlı makalesiyle ve 1908’de Viyana’da iç mekanı Josef Hoffmann tarafından tasarlanmış bir dekoratif sanatlar sergisiyle bağlantılıdır.10 Öte yandan, çağdaşı olan kuramcıların yaptığı gibi modernite üzerine günlük yaşamdan edindiği izlenimleri aktarmak yerine, belli bir modernite görüşünü Viyana’ya dayatmaya çalışması, Loos’a getirilen önemli eleştiriler arasındadır.11 Süsleme ve modernizm konusunda çok az başvurulan kaynaklardan biri, Alman sosyolog Georg Simmel’in “Süs (Exkurs über den Schmuck, 1908)” adlı yazısıdır. Ancak, “Süsleme ve Suç” ile aynı tarihte yayımlanmış olması açısından, süs ve bireyselliği tartışan bu

yazının üzerinde durulabilir. Yazısında süsü mücevher, dövme ve giysi kapsamında tartışan Simmel’e göre süs, tam da Loos’un entelektüel gücü temsil eden süssüz bireyine karşı olarak, sosyal gücü ve kişisel itibarı temsil eder. Süsün gereksiz olma özelliği ise kişiyi görsel anlamda odak noktası haline getirir.12 Bu bakış açısıyla süs, gösterişin aracıdır ve de işlevsiz olmaya yazgılıdır. Süsün işlevsizliği tartışmasına Alman felsefeci Theodor Adorno, estetik, kullanışlılık ve amaç kavramları üzerinden katılır. 1965 Ekim’inde yaptığı “Bugün İşlevselcilik (Funktionalismus Heute)” adlı konuşmasında, Bauhaus ve Loos’un süs eleştirisinden yola çıkar. Adorno’nun savı, Karl Marx’ın işbölümü ve meta eleştirisine ve Immanuel Kant’ın sanatta özerklik kavramına dayanarak işlevselciliğin gereklilik ile sıkı bağlantısını tartışır.13 Adorno’ya göre bir eser, gereklilik ve gereksizliğin geriliminden doğar; amaçlı ve amaçsız olan, eserde iç içe geçer. Dolayısıyla günümüzde işlevsel olan ya da sembolik anlam taşıyan bir şey, daha sonra fazlalık ya da süs olarak tanımlanabilir.14 SEYIRLIK NESNE

Seyirlik nesne olarak mimarlığın eleştirisi, Loos’un yazılarında oldukça belirgindir. “Zavallı Zengin Adamın Öyküsü” adlı ironik yazısında Loos, bir binanın iki boyutlu görsel

temsiliyetinin yarattığı estetiğe değil, içinde yaşayanların karakterlerini ve alışkanlıklarını destekleyecek biçimde tasarlanan üç boyutlu mekan kurgusunun konforuna ve ergonomisine önem verdiğini belirtir. Bu savını destekleyen “Tutumlu Olmak Üstüne” adlı yazısında, tasarladığı iç mekanların, kullanılan malzeme ve dokular aracılığıyla beş duyuyla deneyimlenmesini istediğini açıklar. İç mekan atmosferine verdiği önem, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Alman felsefeci Ernst Mach ve psikolog Theodor Lipps’in ortaya attığı yeni duyusal anlayışlarla karşılaştırılabilir. Lipps’ten Wilhelm Worringer’a uzanan empati (Einfühlung) kavramı ve Mach’ın Viyana Çevresi’ni etkileyen neopozitivist yaklaşımı, nesnelerin duyulara dayalı veriler olarak çözümlenmesi fikrine dayanır ve Loos’un duyusal deneyim beklentisiyle örtüşür. Loos’un eleştirisi, nesnelerin temsiliyet değerlerinin, asıl anlamlarının önüne geçmiş olmasıdır. Bu nedenle de Art Nouveau ve Secession mimarlığının, dövmenin, renkli kostümlerin sembolik ve bireyselci diline karşı çıkar. “Potemkin Şehri”nde, karton malzeme kullanılarak yalnızca bina cephelerinin oluşturulduğu sahte bir kenti metafor olarak kullanır ve hem güzel hem de lüks görünmesi için pahalı malzemelerin ucuz taklitleriyle inşa

39 XXI - HAZİRAN 2016

arka sayfada solda: Otto Wagner, Majolikahaus, Viyana, 1898 (fotoğraf: Deniz Balık) sağda: Adolf Loos, Rufer Evi, Viyana, 1922 (fotoğraf: Deniz Balık)

EX LIBRIS

giriş sayfası Adolf Loos, Goldman & Salatsch Binası (Looshaus), Viyana, 1911 (fotoğraf: Deniz Balık)


EX LIBRIS HAZİRAN 2016 - XXI 40

edilen Viyana binalarını eleştirir. Benzer bir değerlendirmeyi, “Mimarlık” ve “Tutumlu Olmak Üstüne” adlı yazılarında da yaparak mimarlığın grafik sanatına indirgendiğini, fotoğrafın da insanları gerçeklikten saptırdığını yazar. Gerçekliğin yerine geçen gösterişli iki boyutlu temsiliyeti, mimarlık ürününü tüketim nesnesine ve seyirlik nesneye dönüştürür. Bu tartışmadan yola çıkarak, bina cephelerinin seyirlik yüzeylere dönüştüğü ve medyada “dijital virtüözlük” gösterisi haline geldiği günümüz mimarlığında Loos’u hatırlamak önemli olabilir.

KAYNAKÇA

- Gottfried Semper, Style in the Technical and

1897-1900 adlı kitabının önsözünde, kitabın

- Theodor Adorno, “Functionalism Today”, içinde

Tectonic Arts; or Practical Aesthetics, çev. H. F.

Almanca baskısında isimlerin baş harflerini

Rethinking Architecture: A Reader in Cultural

Mallgrave ve M. Robinson, Los Angeles: Getty

büyük yazma geleneğini bir yana bıraktığını

Theory, ed. Neil Leach, London, New York:

Publications, 2004.

açıklar. Alman dilini barbarca bir konuma

Routledge, 1997, ss. 5-18.

- Georg Simmel, “Adornment” içinde: The

yerleştiren bu alışkanlık, Loos’a göre gereksiz bir

- Deniz Balık, Deciphering Ornament:

Sociology of Georg Simmel, trans. Kurt H. Wolff,

süsten fazlası değildir, çünkü hiç kimse

Discourses and Thresholds in Architectural

New York: The Free Press, 1950, ss. 338-344.

düşünürken büyük ve küçük harf ayrımı gütmez.

History, Viyana: Phoibos, 2015.

- Janet Stewart, Fashioning Vienna: Adolf Loos’s

Adolf Loos, “Foreword”, içinde: Spoken Into the

- Hilde Heynen, Mimarlık ve Modernite: Bir

Cultural Criticism, London, New York: Routledge,

Void: Collected Essays 1897-1900, Cambridge,

Eleştiri, çev. Nalan Bahçekapılı ve Rahmi Öğdül,

2000.

Londra: The MIT Press, 1982, ss. 2-3. 9 Adolf Loos, “The Luxury Vehicle”, içinde:

NOTLAR 1 Adolf Loos, “The Principle of Cladding” içinde:

Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-

the Void: Collected Essays 1897-1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982, ss.

Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-

2-3.

1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982,

s. 40. 10 Deniz Balık, Deciphering Ornament:

- Adolf Loos, “The Luxury Vehicle”, içinde: Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-

ss. 66, 68. 2 Hilde Heynen, Mimarlık ve Modernite: Bir

1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982,

Eleştiri, çev. Nalan Bahçekapılı ve Rahmi Öğdül,

ss. 39-43. - Adolf Loos, “The Principle of Cladding” içinde:

İstanbul: Versus Yayınları, 2011, s. 110. 3 Gottfried Semper, Style in the Technical and

Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-

Tectonic Arts; or Practical Aesthetics, çev. H. F.

2000, s. 178. 12 Georg Simmel, “Adornment” içinde: The

1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982,

Mallgrave ve M. Robinson, Los Angeles: Getty

Sociology of Georg Simmel, trans. Kurt H. Wolff,

ss. 66-69. - Adolf Loos, “Süsleme ve Suç”, içinde: Adolf

Publications, 2004, s. 248. 4 Ákos Moravánszky, “The Aesthetics of the

New York: The Free Press, 1950, ss. 339-340, 343. 13 On sekizinci yüzyılın sonunda Kant’ın Yargı

Loos: Mimarlık Üzerine, çev. Alp Tümertekin ve

Mask: The Critical Reception of Wagner’s

Yetisinin Eleştirisi (Kritik der Urteilskraft, 1790)

Nihat Ülner, İstanbul: Janus Yayıncılık, ss. 161-

Moderne Architektur and Architectural Theory in

kitabına kadar, mimarlıkta süsleme, erdemlilik,

172.

Central Europe” içinde Otto Wagner: Reflections

hakikat, iyilik ve yücelik gibi kavramlarla beraber

- Ákos Moravánszky, “The Aesthetics of the

on the Raiment of Modernity, ed. Harry Francis

anılıyordu. Kant’tan sonra gerçekleşen kırılma ise

Mask: The Critical Reception of Wagner’s

Mallgrave, Santa Monica: Getty Center, 1993, ss.

süsü etik ve kutsal niteliklerden arındırarak

Moderne Architektur and Architectural Theory in

yalnızca estetik ve görsel alana yerleştirdi. On

Central Europe” içinde Otto Wagner: Reflections

212, 220, 229. 5 Adolf Loos, “Süsleme ve Suç”, içinde: Adolf

on the Raiment of Modernity, ed. Harry Francis

Loos: Mimarlık Üzerine, çev. Alp Tümertekin ve

olup olmadığı tartışıldı. Deniz Balık, Deciphering

Mallgrave, Santa Monica: Getty Center, 1993, ss.

Nihat Ülner, İstanbul: Janus Yayıncılık, s. 162. 6 Can Onaner, “Süsleme ve Şehvet”, Doxa, No.

Ornament: Discourses and Thresholds in

9, 2010, ss. 118-123.

9, 2010, s. 121. 7 Joseph Rykwert, “Süs Suç Değildir”, çev.

16. 14 Theodor Adorno, “Functionalism Today”,

- Joseph Rykwert, “Süs Suç Değildir”, çev.

Zeynep Tuna Ultav ve Ufuk Ersoy, Ege Mimarlık,

içinde Rethinking Architecture: A Reader in

Zeynep Tuna Ultav ve Ufuk Ersoy, Ege Mimarlık,

Nisan 2010, s. 21. 8 Loos, Spoken Into the Void: Collected Essays

Cultural Theory, ed. Neil Leach, London, New

İstanbul: Versus Yayınları, 2011. - Adolf Loos, “Foreword”, içinde: Spoken Into

199-239. - Can Onaner, “Süsleme ve Şehvet”, Doxa, No.

Nisan 2010, ss. 20-27.

1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982,

Discourses and Thresholds in Architectural History, Viyana: Phoibos, 2015, s. 25. 11 Janet Stewart, Fashioning Vienna: Adolf Loos’s Cultural Criticism, London, New York: Routledge,

dokuzuncu yüzyılda da ilk kez süsün gereksiz

Architectural History, Viyana: Phoibos, 2015, s.

York: Routledge, 1997, s.6



HAZİRAN 2016 - XXI 42

FOTO-ALTI

Her Şey Yerli Yerinde

Bugün de sıradan bir gün. Çürüksu Yalısı’nın sakini az evvel oturma odasına girdi. Kim olduğu pek de önem arz etmiyor bu anlatıda, ister güzelliği dillere destan Belkıs Hanım olsun, ister şimdiki sahibi. Zira mekanın kendisi sakininden bağımsız bir öyküyü anlatıyor. Yerlere kadar inen giyotin pencere, yüzyıllardır açılıp kapanırken boğaz rüzgarını içeri alıyor. Nişteki antika vazolar, artık daha fazla eskimiyor. Güneş kendi yıllık döngüsüyle her senenin aynı günü aynı açıyla duvarlara değiyor. Her şey yerli yerinde, yüzyıllardır olduğu gibi. fotoğraf: Cemal Emden yazı: Hülya Ertaş



Neye Tanıklık Ettiğini Bilmeden Tanıklık Ediyormuş Gibi Yapmak İstanbul'da değerli-değersiz, sağlam-çürük her türlü yapının bir anda çöpe dönüştüğü dönemlerde kıyı dolgularının da artması bir tesadüf değil. Bu şehir atıklarının bir bölümünü 3. Havalimanı projesi yutsa da, merkezdeki yoğun yerleşim alanlarına en yakın olan kıyılar, taşıma giderlerini minimuma indirmek için ideal yerler. Ancak şimdiye kadar şehir tarihinde görülmemiş ölçekteki bu yeni dolgu alanları, her ne kadar kıyı kenar çizgisi denen bir takım kayıtların dışında kalsa da, imara açılmak için hukuk üzerinde bir baskı yaratan önemli cazibe alanlarına dönüşüyor. Engellerin büyük bir bölümü zaten hukuk sistemini araçsallaştıran istisnai kurallar, torba yasalar, idari tasarruflar ile ortadan kaldırılmış durumda. Şu anda yaşanan deneyimlerin de gösterdiği gibi, deniz doldurarak yeni kamusal alanlar elde etme ve bunları yeniden işlevlendirme konusu herhangi bir şehircilik ya da mimarlık deneyiminin gerçekleştirilmesini gerektirmiyor.

HAZİRAN 2016 - XXI 44

SORU İŞARETİ

Böyle bir zeminde zaten düşünecek, kafa yoracak bir konu kalmıyor: Ya “Ben bu tür işlere baştan karşıyım.” diyenlerden olacaksınız, ya da “Fena mı, iyi oluyor, kamusal alan kazanılıyor.” diyenlerden. Ama diğer konularda olduğu gibi her iki durumda da oturup bir kenardan seyredeceksiniz. Örneğin İstanbul'un yeni transfer merkezi halini alacak olan Yenikapı’da her zamanki gibi meydanlar, metro istasyon projeleri gibi işleri tekelci ilişkiler içinde gerçekleştirmeye çalışan bir ekibin dayattığı bir AVM projesi tamamlanmıştı. Büyük zorluklarla bu dayatma engellenmeye ve bir istisnai durum yaratılmaya çalışıldı.

KORHAN GÜMÜŞ

UNESCO Miras Komitesi’nin de güya desteği alınarak Alan Yönetim Planı ile ilişkili olarak bir bölgesel programlama çalışması yapılması amaçlandı. Sonra bölge için şekilde kalan bir program geliştirme süreci yaşandı. Sonra yetki alanı, Avrupa Kültür Başkenti Yasası’ndan da yararlanarak bölgenin bütününü kapsayacak bir şekilde tanımlandı. Güya bütün ilgili tarafların bu bölge programlama çalışmasına katılması sağlandı. Bu sürecin sonunda da güya bir uluslararası mimari tasarım yarışması düzenlendi. Ancak bu kapsamlı programlama çalışmasını başından sonuna kadar yönettiği varsayılan Büyükşehir Belediyesi tarafından bu kapsamda adı bile geçmeyen, kaydı bulunmayan bir dolgu çalışması büyük bir maharetle saklanarak, paldır küldür yapılıverdi. Bu örneğin de gösterdiği gibi, gerçekleştirilme biçimleri açısından dolgular yıkımlara benziyor: Haliç kıyılarındaki boşluklar acaba dolgu mu, yoksa yıkım alanı mı? Şehrin geçmişini bilmeyen birisine sorsanız, Kadıköy sahilleri gibi Haliç’in de bir dolgu alanı olduğunu zannedeceğini

tahmin edebilirsiniz. Doldurma ve yıkım alanları şeklen de olsa plancıların, mimarların kafa yorduğu konular statüsünde değil. Doğrudan siyasetçilerin iradesiyle şekilleniyor. Yeni kamusal alanların bildiğimiz mimarlıkla, şehircilikle bir ilgisi yok. Adeta bu kendiliğinden gerçekleşen uygulamalar silsilesi içinde öyle meseleler ortaya çıkıyor ki gelecekte bunların içinden nasıl çıkılacağı tam belli değil. Örneğin; Tarihi Yarımada’da, Sirkeci’den başlayarak Bakırköy'e uzanan Kennedy Caddesi ile başlayan şehri otoyollarla kuşatma tehlikesi. Birçok tarihi merkezde kamusal alanlar, ulaşım mekanları neredeyse yüzlerce yıldır yerinde dururken, İstanbul'da daha yeni tamamlanmış projeler biter bitmez eskiyor. Ulaşım projeleri ise acemi bir tesisatçının evin suyunu sağlamak için fayansları kırıp döküp, plastik borular döşemesine benziyor. Bu gelişmedeki üst belirleyici olan Araç (Avrasya) Tüneli, tıpkı dolgular gibi sessizce geçiştirilen bir konu oldu. Şehrin tarihi merkezinin nasıl yapılanacağı ile ilgili tartışmalar sürerken, güya master planları, yönetim planları hazırlanırken bu kadar önemli bir konu yap-işlet modelindeki birçok projede olduğu gibi birtakım nedenlerle gündem dışı kaldı. Hatta şaşırtıcı bir şekilde çoğu zaman da Marmaray ile karıştırıldı. Bu kafa karışıklığında rol alan medya bu işi bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yaptı, proje gerçekleştikten sonra bir şey söylemek mümkün değil. Ancak daha Marmaray'ın tanıtıldığı ilk medya haberlerinde henüz gündemde bile olmayan Araç Tüneli’nin canlandırmalarının kullanılması, otomobillerin hızla hareket ettiği tünel girişlerinin gösterilmesi manidar. Marmaray projesinden söz ederken alelacele hazırlanmış bu görselleri nereden buldukları, doğrusu epey bir merak konusu oldu. Bu görseller henüz yönetimin bile haberi yokken 3. Köprü projesinin ortalıkta dolaşmasına benziyor. Ne de olsa devlet yönetimi, neredeyse bütün medya patronlarıyla, anayasal hukuk sistemlerinde olabilecek en imkansız çıkar ilişkileri içinde. Tarihi şehir merkezi trafik yükünden arındırılacağına büsbütün otoyolların ve diğer ulaşım sistemlerinin birbirine eklemlendiği bir transfer merkezi halini alıyor. Tarihi Yarımada’yı kuşatan caddenin genişletilmesi, 8 şeride çıkarılması, araç tünelinin ve katlı kavşakların yapılması ile birlikte yalnızca Fatih değil, Beyoğlu da bu gelişmeden fazlasıyla nasibini alacak. Araç tüneline giden-gelen araçların bir bölümü doğal olarak Haliç, bir bölümü de Salıpazarı istikametine yönelecek. Tarlabaşı, Dolapdere, Piyalepaşa gibi şehir içi otoyollar iyice sıkışacak ve


Boğaziçi sahillerinde görmek mümkün. Kıyıların doldurulması şehrin denizle ilişkisini bir anda kopardı, bu sosyal ekosistemi imha etti. Elbette ki başka nedenler de vardı, yap-satçı modelde gerçekleşen imar modeli nedeniyle bu yeşil şehirde, neredeyse asfalt dışında hiç bir kamu alanı kalmamıştı. Şehir ile deniz ilişkisi tamamen değişti. Artık kıyıdaki yeşil alanlar ile yerleşim alanları arasında bir otoyol bariyeri var. Kıyıların doldurulması bir taraftan şehrin otoyollaşmasını da sahile taşıdı. Artık yoksul, orta gelirle olup denizle ortak bir ilişki kurması zor.

mecburen kademeli olarak şişirilecek. Yeni bağlantı yolları yapılması gerekecek. Bunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle her iki tarafta da hızla yol genişletme, tünel, kavşak projeleri hazırlanıyor. Bugünlerde en radikal dönüşümlerden biri şu anda Beyoğlu kıyılarında yaşanıyor. Bu dönüşüm aynı bölgedeki Menderes yıkımlarını aratmayacak kapsamda. Karaköy'den Fındıklı'ya uzanan bütün kıyı şeridi özelleştirildi. Şu anda sahili doldurmak için kazık çakma işlemi devam ediyor. Karaköy'den Beşiktaş'a uzanan hat üzerinde tam üç adet tünel ve dolgu alanları projesi var. Bu kıyı alanındaki gelişmeler elbette ki piyasa aktörlerinin, yatırımcıların ilgisini çekiyor ve onlar da bu alanda ortaya çıkan proje fırsatlarını kullanmaya çalışıyorlar. Fındıklı'daki projenin bazı üniversite hocaları tarafından yapıldığı söyleniyor. Bu alanda bir dolu bina ihya projesi de gene bazı ayrıcalıklı mimarların elinden çıkıyor. Bu büyük cümbüş içinde Kabataş'taki martılı dolgu alanı projesi de tek kamu alanı projesi olarak işin kaymağını yiyecek ve sahibini de bu fırsattan istifade star mimarlar sınıfına taşıyacak bir mimarlık bürosunun işi olarak gündeme geliyor. Bu rüya gerçekleşir mi yoksa metro köprüsü gibi bir skandala mı dönüşür, bunu zaman içinde göreceğiz. Ancak aradan geçen süre içinde medya kontrol altına alınmış olduğu için “kralın çıplak olduğunu söyleyecek” kimse yok.

Elbette ki bir mimarin hayal kurma hakkı var. Bu hayal kurma hakkını sonuna kadar savunmak gerekir. Ancak bir mimarın "Ben Büyükşehir Belediye Başkanı'nı tanıyorum, bu nedenle benim dediğim olacak!" deme hakkı yok. Bu yüzden günümüzde yaşanan bu ve buna benzer olayları mimarlık meseleleri olarak tartışmaya imkan yok. Gelecekte, eğer modernleşme sürecinde yaşanan travmalardan sonra hala İstanbul gibi bir şehir hayatta kalırsa, belki daha çok siyaset tarihinin bir konusu olarak tartışılabilir. Dolgulardan söz etmişken: Evet, son yıllarda şehrin denizle ilişkisi radikal bir değişime uğradı. Bir taraftan İstanbul’un binlerce yılda şekillenmiş yaşam kalıplarından, bilgisinden söz ederken denizle ilişkisini bu kadar hoyratça koparmak ne anlama geliyor? Tıpkı benim gibi, küçük kırlangıç yavrularının deniz dibindeki kum üzerinde dans eder gibi yüzmesini seyredenlerin bildiği gibi İstanbul'un bütün kıyıları, bütün canlılara ortak yaşam alanı sağlayan sosyal bir ekosistemdi. Kimler vardı bu kıyılarda? Yakın tarihlere kadar İstanbul'un kıyılarını kullananlar yalnızca zenginler ya da üst sınıflar değil, birbiriyle teması kaybetmemiş karmaşık bir topluluktu. Kıyı emekçileri: Karadenizli kayıkçılar, balıkçılar, tekne yapımcıları, boyacılar... Yat-kotra sahibi İstanbul'un zengin bürokrat ve iş insanları... Sandal kiralayan, küçük teknesi olan küçük esnaf, halk... Bu ekosistemin izlerini hala Samatya, Haliç, Adalar,

Rebecca Comay'ın 2014 tarihli "Lost in the Archive" kitabında arşiv yerine şehri koymayı öneriyorum: “Şehrin kendisi çözülmesi gereken bir travmadır." Marc Nichanian'ın sözleriyle devam edelim: "Zira şehir, bir bellek değildir; tam tersine, belleğin felaketidir. Bir felaketzede, tamamen kendisinden sıyrılır çünkü aynı zamanda, kendisini bir felaketzedeye dönüştüren olaydan sıyrılmıştır. Bu, arşiv kavramının en öncelikli ve temel yönüdür. Bunun sonucunda, ne zaman bir arşivi incelemeye açsak felaketzede, görünenin arkasında olduğu gibi, bir “ölü tanık” gibi belirir (ve kaybolur)."* Sanki her ikisi de şu anda piyasalaşma dinamikleri içinde kaybolan meslek insanlarından, şehrin sembolik sınıflarından söz ediyor. Bu sınıflar, yani tanıklar, piyasa bağımlısı ilişkiler ve özgürlük değil ayrıcalık mücadelesi içinde neye tanık olduklarını bile fark etmiyorlar. Neye tanıklık ettiklerini bile bilmeden orada, sanki tanıklık ediyorlarmış gibi bulunuyorlar. *SALT Galata, Boş Alanlar adlı serginin tanıtım metninden

45 XXI - HAZİRAN 2016

yenikapı miting alanı

Hadi bu ilişki biçimi piyasalaşma dinamikleri içinde fark edilmiyor, diyelim. Şehrin temsil dışında kalan bir bölümünü oluşturuyor, bu ekosistem. Peki, bu gelişmenin yarattığı kirliliğe, yaşam kalitesi kaybına, risklere ne diyeceğiz? Trafiğin yoğun olduğu saatlerde bir deprem olduğunu, yüzbinlerce insanın bu dolgu alanları üzerinde bulunduğunu düşünelim. Denizdeki dolgu alanlarının ana ulaşım arteri haline gelmesinin, yüzbinlerce insanın hayatını tehlikeye atmaktan başka ne anlamı olabilir? Ayrıca iskelelerin de bu dolgu alanlarına yapıldıkları için kullanım dışı kalması da acil müdahaleleri engelleyerek, felaketi artıracak. Deprem Master Planı risk azaltma çalışmalarında ilk dikkate alınan konulardan biri, dolgu alanları.

SORU İŞARETİ

maltepe miting alanı

Neye tanıklık ettiğimizi bilmeden tanık olarak bu şehirde yaşıyoruz. Kıyıların doldurulması milyonlarca yıldır süren bu yaşamı imha ettiği gibi, "kültürel" diyebileceğimiz pratikleri de yok etti. Bu değişimlerin hepsi travmatik ama bu şehirdeki yaşam biçimlerini en çok etkileyeni.




PEYZAJ TASARIMI - SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK - BORNHOLM HAZİRAN 2016 - XXI 48

fotoğraflar: SLA

Biyolojik Döngü Peyzajı YAPI VE MALZEMEYİ DE ÇEVRESEL DÖNGÜYE DAHİL EDEREK BİRBİRİNDEN BESLENEN EŞİTLİKÇİ BİR YAŞAMA ORTAMI KURAN YEŞİL AYAK İZİ PARKI ATIK KAVRAMINI ORTADAN KALDIRIYOR. Sürdürülebilirlik üzerine devam eden çalışmaların deney ortamı Yeşil Ayak İzi (Green Footprints) projesi, yenilikçi ve sürdürülebilir çözümlerin gündelik hayata ekonomik, çevresel ve sosyal kaygılar üçgeninde uygulanabilirliğinin bir ispatı niteliğinde. Doğa parkında yer alan bu alanda kullanılan yapısal malzemeler, granit madeninden artakalan tortular ve yerel cam üfleme endüstrisinden kalan atık camlardan devşirilerek üretildi.

YEŞIL AYAK IZI PARKI

sla archıtects

Yeşil Ayak İzi’nin döngüsel yaklaşımı, ekolojik ve ekonomik işleve sahip yeşil çözümler ve tanımlı eylemlerle var olan peyzajın görünür bir parçası olurken, birden fazla duyuya hitap ediyor ve yeni

deneyimlere de olanak veriyor. Malzeme, enerji, yapı ve atık uzaklaştırma mekanizmalarını yenilikçi bir anlayışla ve sürdürülebilirliği kendi başına da olumlu etki üretebilecek biçimde kullanmasıyla geleneksel yöntemlerin yerini alan bu döngüsel yaklaşım, atıkları kaynağa dönüştürüyor. TOPRAK = SU DENGESİ Yeşil Ayak İzi, topoğrafyayı en iyi şekilde kullanır. İnşaat sürecinden arta kalan toprak, araçlarla uzaklaştırıldığında hava kirliliğinin artmasına sebep olacakken, peyzajı yeniden biçimlendirmek için kullanıldı. Bu anlayışla şekillendirilen peyzaj, yağmur suyunun çevreyi selden koruyan verimli göllere ulaşmasına da aracılık ediyor. Burada yavaş yavaş zemine süzülen su, bitkilere kaynak olma ya da buharlaşma gibi doğal döngülere katılıyor ve bitki, hayvan ve insanın hizmetinde, peyzajın aktif bir parçası haline geliyor. İklimin en zorlayıcı olduğu durumlarda bile bir atık haline gelmiyor.


bu sayfada solda: Su ve peyzaj elemanları kullanımı altta solda: Peyzaj içinde geri dönüştürülerek kullanılan malzemeler altta ve en altta: Su ve peyzaj elemanları

MALZEME DÖNGÜSÜ VE ASFALT Asfalt, CO2 emilimiyle birleştirilmiş devrim niteliğinde bir çözümü ve tamamı yıkılmış binalardan, inşaat süreçlerinden ve camdan arta kalmış malzemelerin yeniden kullanıldığı bitkisel bağlayıcı Vegecol malzemesini tanımlıyor. Yağ bazlı Bitumen’in aksine Vegecol, üzerine düşen yağmur suyunu kirletmeyerek bu suyun yeniden döngüye katılmasını mümkün kılıyor. Geri dönüştürülmüş camdan gelen ışıltılı görünüşüyle yer döşemelerinin sürdürülebilirlikleri ise çevre mahalleleri taşkından korumasından geliyor. BİYOLOJİK DÖNGÜ Yeşil Ayak İzi, organik atıkları biyokömür ve gaza dönüştüren piroliz (ısıl-bozunma) sistemine sahip. Öğütüldükten sonra tanklar içinde depolanan yiyecek atıkları, piroliz sistemine dahil edilerek yakılıyor ve elde edilen yüksek verimli ürün, park ve mutfak bahçesinde kullanılabiliyor.

Sistemden üretilen gaz, elektrik üreten motorlu araçlarda kullanılabilirken; süreçte ortaya çıkan ısı, parkın çevresine yerleştiği oteli ısıtmak için kullanılıyor. Piroliz, küçük işletmeler için de uygun olan ilk küçük ölçekli sistem olarak, otelin kendi biomalzeme döngüsünü üretmesine, atık miktarını azaltmasına ve sürdürülebilir yenilikler için geri dönüşlerin oluşturulmasına da olanak veriyor. SONUÇ Yerel malzemelerin geri dönüştürülmesi; maden arayışı, malzeme ithalatı ve yerel atıkların depolanmak üzere ihraç edilme ihtiyaçlarını gereksiz kılıyor. Böylece düşük maliyetli, yeşil, yerel kültür, doğa ve tarih içinde kendine yeni bir yol açan/arayan bir sisteme evriliyor. Bu sistem ve yaklaşım, malzeme bulma ve işleme süreçleriyle yerel endüstriye ve sürdürülebilirliğin öncüsü olarak markalaşmasıyla Bornholm’ün turizmine de katkı sağlıyor.

49 XXI - HAZİRAN 2016

arka sayfada solda altta: Geri dönüştürülen malzemelerden biri olan granitin madeni en solda altta: Cam endüstrisi atıklarından kaynağa dönüştürülen cam parçaları

PEYZAJ TASARIMI - SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK - BORNHOLM

giriş sayfasında Parkın çevresinde şekillendiği Green Solution House oteli


rasmus astrup 2002’de Politecnico di Milano’dan Mimarlık ve Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünden mezun olan Astrup, 2004’te ise Kopenhag Üniversitesi’nden Peyzaj Mimarı unvanı aldı. Sürdürülebilir peyzaj tasarımı ve iklimsel adaptasyon konusunda İskandinavya’nın önde gelen mimarlarından olan Astrup çalışmalarını, yapı ve çevresini ikili bir bütünlük içinde tasarlama çerçevesinde gerçekleştirmeye devem ediyor.

HAZİRAN 2016 - XXI 50

PEYZAJ TASARIMI - SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK - BORNHOLM

proje yeri: Bornholm, Danimarka mimar: SLA Arcitects işveren: Green Solution House proje tarihi: 2012-2016 proje alanı: 65.000 m2 ortaklıklar: GXN, Rambøll, Steenbergs Tegnestue

vaziyet planı

ahşap döngüsü

su döngüsü



Müdahalesiz Seyir YILLARCA ZEHİRLİ KİMYASALLAR TÜRETEN, ÇÖP YIĞINI OLAN BÖLGE, İNSANDAN VE ZARARLI ATIKLARDAN ARINDIRILARAK DOĞAYA GERİ VERİLDİ. ZİYARETÇİLERSE BU KAZANILMIŞ DOĞAYI, ŞEFFAF DUVARIN ARDINDAN SEYREDİYOR. Ziyaretçi merkezi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kuzeyinde, emirliğin üçüncü büyük kenti Şarika’da yer alıyor. İçinde bulunduğu Tabiat Koruma Alanı, önceleri atık su ve çöp deposuydu. Ardından alan koruma altına alındı ve 2005 yılında bu zarar görmüş ekosistemi iyileştirme süreci başlatıldı. 40.000 m2 alanda çöpler uzaklaştırıldı, 35.000 ağaç yeniden ekildi, toprak zehirli kimyasallardan temizlendi, kıyıdaki çöl kumları ve tuz gölü de koruma altına alındı.

HAZİRAN 2016 - XXI 52

YAPI - ZİYARETÇİ MERKEZİ - ŞARİKA

fotoğraflar: Nelson Garrido

Yıllar süren titiz çalışmalar sonucu göçmen olmayan kuş türlerinin alana dönmesi sağlandı. Bu çabanın ürünü olarak 350 farklı kuş türüne ev sahipliği yapmaya başlayan Wasit, 33.000 göçmen kuşun da göç yolları üzerindeki konaklama mekanı haline geldi. Alan, Şarika kentinin ciğeri oldu.

WASIT TABIAT KORUMA ALANI ZIYARETÇI MERKEZI

x-archıtects

Bölge, fiziksel iyileştirmenin yanı sıra doğadan öğrenmenin de mekanı haline geldi. Sulak alanlar ekosisteminin zengin niteliklerinin eğitiminin verildiği ve emirliğin diğer bu türde alanlarının tanıtıldığı

merkezde, bölgenin sık görülen kuş türleri ilgili de bilgi veriliyor. Yüklenen bu işlevlerle Wasit, kuş gözlemcileri ve araştırmacılar için bir cennet niteliğinde. Tasarım kararları verilirken de doğa ve doğaya ait olanın nitelikleri belirleyici oldu. Ziyaretçi merkezi, var olan topoğrafyayı kullanarak çevresiyle bütünleşti ve bu doğal sahnenin görsel etkisine mütevazı bir biçimde eklemlendi. Merkezin mekan kurgusu da, bilgilendirme işlevine cevap verecek şekilde yapıldı. Bir yürüyüş yoluyla yönlendirilen ziyaretçiler, yer altındaki lineer galeri mekanına giriyorlar: Doğa ile tasarlanmış galeri mekanını ayıran şeffaf duvarlar, kuşların dünyasına sezdirmeden dahil olma imkanı veriyor. Topoğrafyanın eğimine dik yerleştirdiğimiz servis kütlesi; ofis mekanları, hediyelik eşya dükkanı, eğitim salonu, hayvan mutfağı ve kuluçka odasından oluşuyor. Şeffaf duvarlar aracılığıyla gözlemlenen kuşların türlerine göre yerlerini, mekanın çevresinde tasarlanmış kuşhanelerle belirledik. Servis kütlesinin açılı konumlanışı, ibis kuşları (uzun boylu, eğri gagalı, leyleksigillerden bir kuş türü) için tanımlı bir duvar da oluşturuyor.


bu sayfada solda: Doğadan şeffaf bir duvarla ayrılan lineer seyir galerisi altta solda ve altta: Seyir niteliğinin yanı sıra ekosistem ve kuş türleriyle ilgili bilgi vermek için de kullanılan mekan en altta: Şeffaf duvarların bir yanında seyir galerisi, diğer yanında türlerine göre kuşlara ev sahipliği yapan doğa parçaları

53 XXI - HAZİRAN 2016

arka sayfada üstte solda: Bilgi verme işlevli seyir galerisi üstte sağda: Açık alanlardaki kuşhanelerden galeriye bakış altta: Doğayı çerçeveleyen şeffaf duvarlar

YAPI - ZİYARETÇİ MERKEZİ - ŞARİKA

giriş sayfasında Kütle yerleşimi ve tabiat koruma alanı


HAZİRAN 2016 - XXI 54

YAPI - ZİYARETÇİ MERKEZİ - ŞARİKA


vaziyet planı

kesitler

plan

yerleşim diyagramı

55 XXI - HAZİRAN 2016

proje adı: Wasit Tabiat Koruma Alanı Ziyaretçi Merkezi proje yeri: Şarika, Birleşik Arap Emirlikleri mimar: X-Architects proje ekibi: Ahmed Al-Ali, Farid Esmaeil, Mirco Urban, Pariya Manafi, Dana Sheikh, Abdullah Bashir, Waleed Al Mezaini, Christian Geronimo, Brian Abarintos, Eyad Zarafeh, HaiderAl Kalamchi danışman: SCOPE Architecture / Masterplan / Environmental Consultancy proje tarihi: 2015 proje alanı: 2.534 m2 işveren: EPAA (Environmental and Protected Area Authority)

YAPI - ZİYARETÇİ MERKEZİ - ŞARİKA

x-archıtects 2003 yılında, her ikisi de Arap kültürü ve bu kültürün modern tasarıma dönüşümünün kuvvetli savunucularından olan Ahmed Al-Ali ve Farid Esmaeil tarafından kuruldu. 10 yılı aşkın süredir sosyal konut, kültür, eğitim, yenileme ve koruma projeleri gibi çeşitli ölçeklerde üretim yapan ofis, yeni ve var olan kimlik arasında denge kurma ve yaşama çevresine katkıda bulunma amaçları güdüyor.


YAPI - OFİS - İSTANBUL HAZİRAN 2016 - XXI 56

fotoğraflar: Şener Yılmaz Aslan

Melez Kimlikler Kurmak MARKA KIMLIĞIYLE BIRLIKTE KURGULANAN ERSA IDEAS HOUSE'UN TASARIMINI ALEXIS ŞANAL ILE ERSA'NIN BU YENI MEKANLA NASIL DÖNÜŞMESINI HAYAL ETTIKLERINI FIRMA SAHIBI YALÇIN ATA VE SATIŞ MÜDÜRÜ AYNUR YILMAZ ILE KONUŞTUK. Hülya Ertaş

ERSA IDEAS HOUSE

şanal mimarlık

he: Bu binanın Ersa markasıyla nasıl örtüştüğünü konuşarak başlayabiliriz. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz? Alexıs Şanal: Bu yapı, aynı zamanda Ersa’nın kendisini yeniden düşünme sürecinin bir ürünü. Fulya’ya taşındıklarında “Box in A Box Idea” diye tanımladıkları bir yaklaşımı mekansallaştırmışlardı. Bu da, endüstriyel bir üreticiden İstanbul ile sosyal ve kültürel bir diyalog geliştiren ve yaratıcı endüstrileri beslemeye çalışan açık bir platforma dönüşmelerini imliyordu. Şirket büyüdükçe, böylesi dönüşüm projelerinin kendilerinin de oldukça büyüdüğünü ve bu kez de bu ikisini bir araya getirmeleri gerektiğini düşündüler. Bunların 21. yüzyılda nasıl bir araya geleceğini çözmek için de, yeni ofise “Ideas House” konseptini önerdik.

Box in A Box’ta, endüstriyel tasarım topluluğu ile yaratıcı endüstriler bir araya gelmiş ve örneğin Anadolu’daki zanaat üzerine harika filmler yapmışlardı. Bunlar, çoğunlukla sonuç ürünler üzerinden değil de zanaatkarın ustalığını pratik ve süreç üzerinden aktaran filmlerdi. Yaratıcı akıl ve zanaati benzer şeyler olarak ele alıyorlardı. Çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi zanaati bir sanat biçimi olarak değil bir yaratıcı faaliyet olarak gören, örneğin illüstrasyon ya da dijital üretimle arasındaki farkın çok daha fazla olmadığına vurgu yapan işlerdi. Buradan hareketle sosyal bir toplumda, kentlerin ve yaratıcı endüstrilerin beslenmesi için nasıl bir ekonomi üretilebileceği ilginç bir soru haline geliyor. Ersa aslen Türkiye’nin kalkınma öyküsünün aynası. Yaklaşık 40 yıl evvel Sivas’ta su borularını bükerek başladıkları mobilya üretimi, Ankara’nın gelişmekte olduğunu fark etmeleriyle oraya taşınıyor. Devlet sözleşmeleriyle büyüyen işleri gittikçe endüstriyel bir hal alıyor. Ve ikinci nesil, bu endüstrileşmenin gerçekleşmesini sağlıyor. Üçüncü nesil ise, yani Yalçın Ata, markayı İstanbul’a taşıyarak geleceğin orada


YAPI - OFİS - İSTANBUL

karşı sayfada Showroom alanı ve katlar arası ilişki kuran merdiven bu sayfada solda: Yapıyı kullananlarla mekanın ilişkisini görsel desteğiyle kuvvetlendiren merdiven boşluğu altta solda: Showroom alanı ve mekansal ilişkiler altta: İç hacim arka sayfada en üstte sağda: Dış cepheye bakış üstte sağda ve solda: Zemin katta yer alan showroom altta: Birinci katta showroom ve ofis mekanları ilişkisi

57 XXI - HAZİRAN 2016

olduğunu görerek, bilgi sermayesine yatırım yapmaya başlıyor. Hatta bu yatırımı daha bölgesel düzeye çekerek Avrupa topluluğuyla bir arada kuruyor. he: Bu sözünü ettiğin bilgi aktarımı için daha kentsel niteliklere sahip olan Fulya’dan Çamlıca’ya taşınmak biraz ikilemli değil mi? aş: Evet, Fulya’nın kentsel nitelikleri çok daha fazlaydı; ancak burası da coğrafi olarak merkezi bir konumda, her ne kadar banliyö karakterinde olsa da. Bu bir nevi meydan okumaydı bizim için. Öte yandan buraya gelmek için geliyor insanlar, uğramak için değil. Bu sayede zamanla buranın bir destinasyon haline geleceğini umuyoruz. Vakit geçirmek, mekanı hissetmek için buraya gelebilir, arka taraftaki yeşilliği izleyerek kış bahçesinde çalışabilir, çevredeki doğal ortam sayesinde burada iyi bir mekansal deneyim yaşayabilirler. Fulya’daki gibi kentsel bir alanda yer almanın sorunlarından biri de insanların bir şeye asla gerçek anlamda odaklanamıyor olmasıydı. Burası her ne kadar kentsel niteliklere sahip olmasa da kentin çok merkezi bir yerinde ve bu da stratejik bir karardı Ersa için.

he: Yapının içindeki yaşamı kurgulama araçlarınız nelerdi? aş: Buradaki mekansal tasarımda önemsediğimiz noktalardan biri de mevsimselliği nasıl yakalayacağımızdı. İstanbul, dört mevsimlik bir döngüyü yaşadığından yazları daha çok dışarıda, kışlarıysa içeride geçiriyoruz. Ana yapıya eklemlenen iki kat yüksekliğindeki kış bahçesi, farklı deneyimlerin yaşanmasına olanak vermek üzere tasarlandı. İnsan gözünün mekanın derinliklerine davet edilmesi ve bu yolla mekanın deneyimlenmesi de önemli parametrelerimizden biriydi. Showroomda dolanırken üst katta gördüğünüz bir şey ilginizi çekebilir, oraya doğru yönlenebilirsiniz; aynı şekilde kış bahçesinin olduğu katta, alt kattan duyulan seslere yönelerek merdiven boşluğundan eğilip alt katı izleyebilirsiniz. he: Yapı hem Ersa çalışanlarının ofislerini hem de showroomu barındırıyor, dolayısıyla iki farklı kullanıcı grubu var. Bu durum yapının tasarımında nasıl belirleyici oldu? aş: Ben aslen bu iki grubun sosyal taraflarını önemsedim. Çalışan ya da ziyaretçi, her ikisinin içinde

de bazıları diğerlerinden daha sosyal. Bunun tam tersi de mümkün, dolayısıyla işlevleri çok net belirlenmiş alanlar arzu edenler için de çözüm sağladık. Dümdüz bir showroom mu istiyor, zemin katta bunu bulabilir; kendini apaçık ortaya koyan bir yönetici odası mı lazım, o da çatı katında. Bu daha net alanlar arasında, dikey düzlemde kalan yerler, daha çok kullanıcıların sosyal taraflarına göre tanımlarını buluyor. Öte yandan showroom ile ofisin girişleri farklı. Ofisler kendi içlerindeki merdiven kovası sayesinde katlara yayılmış halde işlev görüyor. Showroom ise bir düşük kottaki girişiyle zemin kata yayılıyor, birinci katta ve sonradan eklemiş olduğumuz kış bahçesinde devam ediyor. Bu sayede örneğin showroomda yapılan görüşmelerde konuşulanlar, satış ve pazarlama bölümünden duyulabiliyor ya da tam tersi. Bu da bu iki farklı kullanıcının birbirinden haberdar olmasını sağlıyor. Ana merdiven de bu açıdan bir bağlayıcılık görevi üstleniyor, hem kolay bir dolaşım hem de teatral bir ortam yaratıyor. Özellikle çalışanlara çok yüksek bir yaşam kalitesine sahip mekanlar üretmek istedik. Çünkü insanların


HAZİRAN 2016 - XXI 58

YAPI - OFİS - İSTANBUL

proje adı: Ersa Ideas House yer: Altunizade, İstanbul işlev/kullanım: Ofis ve showroom parsel alanı: 1.319 m2 toplam inşaat alanı: 1.390 m2 strüktür: Betonarme, çelik tasarımcı mimarlar: Murat Şanal, Alexis Şanal proje ekibi: Begüm Öner, Cibeles Sanchez Llupart, Orkun Beydağı, Bassil Taleb, Matyas Skardelli proje bitiş yılı: 2015 işveren: Ersa statik danışmanlık: Erdem mekanik danışmanlık: Hersan elektrik proje: Esan peyzaj danışmanlığı: Prof. Dr. Murat Yazgan ana yüklenici: Mese Grup elektromekanik uygulama: Smart İstanbul çelik uygulama: E2 Metal cam uygulama: Eliz ahşap uygulama: Ersa zemin: Polcon halı: Interface linolyum: Anıl Zemin, Forbo vitrifiye: Vitra mobilya: Ersa

gerçekten iyi bir yerde çalıştığını düşünmeleri önemliydi, zira üretimden bilgi sermayesine yatırım yapmaya başladıkları için yetenekleri bünyelerinde barındırmaları gerek. Bu mekanı, tüm bu fikirlerin kötü bir kopyası olarak değil de çok net bir yansıması olarak ortaya çıkarmak ana hedeflerimizdendi. Bu aynı zamanda Türkiye’deki saydam ofislere ve çalışma kültürüne de yakın olmalıydı: Çok saydam ve açık; aynı zamanda gereksinimlere karşılık veren işlevsel bir ofis. Öte yandan bir üçüncü grup kullanıcıyı, Ersa’nın tasarımcılarını da göz önünde bulundurmalıyız. Bu mekan, onların tasarımlarının lansmanının yapılması için de uygun. Zemin kat, böylesi bir lansman için teatral bir arka plan sunarken, birinci kat ise tasarımların sergilenmesi için uygun. he: Bu bir yenileme projesi esasen. Mevcut yapıyla nasıl ilişkilendiniz? aş: Yapının mevcut hali, eski holding binalarından biriydi ve tıknaz bir forma sahipti. En başta aldığımız bir kararla, kış bahçesi eklemek dışında ona dokunmamaya odaklandık. Kış bahçesinin olduğu

köşede yapıyı tamamen soyup onu eklemledik. Dış cephe kaplamasına ya da pencere çerçevelerine dokunmadık; hatta pencere çerçevelerinin yeşilini koruyup içerdeki duvarları da bu renge boyadık. Öte yandan giriş cephesine bir metal çerçeve ekledik, billboard gibi. Burası bir yaya alanı olmadığı için çoğunlukla arabayla geçiliyor, dolayısıyla yoldan geçerken Ersa’nın değerlerini yansıtacak bir ilk izlenim bırakmamız gerekiyordu. Bu aynı zamanda ölçek meselesini de çözmeliydi, çünkü bir sehpa kadar küçük bir nesneye uzak bir mesafeden bakılıyor yoldan geçerken; büyük bir ölçek kayması var. Cepheyi, Ersa’nın görsel tasarım kültürüne katkısının bir yansıması gibi düşündük ve onun mimarlığa nasıl aktarılabileceğini araştırdık. Öte yandan da biraz dekoratif olmasını istedik. Çok da konvansiyonel olmayan bir hare (moire) dokusu seçtik, ilk bakıştaki bütün yaklaştıkça parçalarına ayırılıyor ve küçülerek ölçek kaymasına uyum sağlıyor. Öte yandan da sahip olduğu bu billboard mantığı ile örneğin büyük bir lansman yapılacaksa üzerine devasa bir şey asılarak etkinliğin duyurulmasına imkan tanıyabilir.


HE: Yapının iki ana işlevi olan showroom ve ofisleri nasıl bir arada kurguladınız?

Yeni Fikirlere Yeni Mekan Hülya Ertaş: Ersa’nın bu yeni yerine taşınmasının öyküsü nasıl başladı?

YA: Normalde bir showroomda her şey satılıktır ve ürünün kendisini hissetmeniz mümkün olmaz, ya satın

Yalçın Ata: 2010’da Fulya’daki showrooma, Box in a Box Idea adlı bir konseptle yerleşmiştik. O konsept,

alırsınız ya da almazsınız. Buradaki derdimiz bunu kırmaktı. Evet, bir mobilya üretiyoruz, ailem bunu uzun

dergisiyle birlikte genç sanatçıları desteklediğimiz bir nevi kurumsal sosyal sorumluluk projemiz haline

süredir yapıyor ama her birimizin kendine ait zevkleri de var. Mesela babam saat koleksiyoncusudur, benim

geldi. Bir yandan ticaret yaparken öte yandan bununla meşgul olmaya başladık. Bir noktada fark ettik

de müziğe özel bir ilgim var. Çalışanların bu tarz zevklerinin bir araya gelmesiyle o şirketin ruhu oluşuyor

ki insanlar, Box in a Box’ı daha çok biliyor ve Ersa ile bağlantılı olduğundan haberleri bile yok. Ki bu da

zaten. Bunu vurgulamak için de mekanın ilham verici olması gerekiyordu. Buranın sadece iş yapılan bir yer

istediğimiz bir şeydi, onların ikisini ayrıştırmak istiyorduk ama belli ki mesafeyi çok açmışız. Bu iki projenin

olmaması, aynı zamanda eğlenilen bir yer de olması lazımdı.

bir araya gelmesini istedik ve buna uygun bir mekan arayışına başladık.

AY: Ayrıca showroom ile kendi ofislerimiz aynı binada. Ve showroomda biz “mutlu ofisler” için mobilyalar

Doğal bir ortamın içinde, ağaçların arasında, manzarası keyifli, otoparkı olan, kendimize ait bir bina

ışıkla havalanan, içinde çalışanların mutlu olduğu ve yeşil alanlara bakan bir ofisimiz var.

satıyoruz ya da “yeşil ofisler” için. Bu değerlerimizle kendi çalışma mekanlarımız çelişmemeliydi. Doğal

kırmızı granit kaplaması ve yeşil doğramalarıyla bambaşka bir binaydı. O haline aldanıp “Bundan bir şey

HE: Buraya taşınırken ne gibi hayalleriniz vardı?

olmaz.” demedik, buraya ne yapabileceğimizi düşündük.

YA: Bir sürü vardı, çoğunu da gerçekleştirdik. Hayallerimizin birçoğunu daha inşaat aşamasında hayata geçirdik, bir kısmının da büyümesi için alanları yarattık. Bu yapının genç sanatçılara verdiğimiz desteğin

Aynur Yılmaz: Biz fikir olarak başladık zaten. Çalışan sayısı, ona bağlı olarak gereken iş istasyonları ya da

bir yansıması olarak, onlar tarafından kullanılan performans alanları sunabilmesini istiyoruz. Geçenlerde

yönetim odaları gibi sayısal değerlerden başlamadık ne istediğimizi tariflemeye. Ersa’da ne gelişmeler

bir akapella grubu video çekimi için binayı kullandı mesela. Bazı mekanların zaman içinde sanat galerisine

olduğunu ifade etmek istedik. Verdiğimiz proje tanımı, esasen ana fikirlerimizdi.

dönüşmesini hayal ediyoruz. Yapıda vakit geçirdikçe sürekli aklımıza yeni fikirler geliyor.

YAPI - OFİS - İSTANBUL

istiyorduk. Bu yapı, çevresindeki doğal ortamı ve içeriye aldığı ışıkla bizi etkiledi. İlk tuttuğumuzda tabi

59 XXI - HAZİRAN 2016

strüktürel diyagramlar

yerleşim diyagramları


HAZİRAN 2016 - XXI 60

YAPI - OFİS - İSTANBUL

zemin kat planı

1. kat planı

kesitler

şanal mimarlık Alexis ve Murat Şanal tarafından 2002 yılında kurulan Şanal Mimarlık, İstanbul’da faaliyet gösteren bilgi merkezli tasarım stüdyosudur. Şanal Mimarlık, "yer"lerin benzersiz karakterlerinin teknoloji, sanat ve sosyal hayat ile nasıl iç içe geçtiğini, insanların hayal gücünü harakete geçiren ve yaşam kalitesini artıran, kendine özgü ve etkileyici mekanların nasıl oluştuğunu keşfetmeye çalışır. Şanal Mimarlık’ın odak noktası bilgi toplulukları, kültür kurumları, kamusal alan, eğitim yapıları ve kentsel dolgu gibi geniş bir yelpazeye yayılır.

2. kat ve çatı katı planı



PROJE - KONUT - İSTANBUL HAZİRAN 2016 - XXI 62

Sokaklarla Örülü Yerleşim ESENYURT’TA KONUMLANAN HEP İSTANBUL, SIRAEVLERLE YÜKSEK BLOKLARIN BIRLIKTE ÇÖZÜLDÜĞÜ 1500 KONUTLUK BIR YERLEŞKE. BU BÜYÜKLÜKTE BIR MEKANIN TASARIMINDA IZLEDIĞI YOLU VE BLOKLARIN ÇÖZÜMÜ IÇIN GELIŞTIRDIĞI YÖNTEMI CEM SORGUÇ ILE KONUŞTUK. Hülya Ertaş

HEP ISTANBUL

cm mimarlık

he: Hep İstanbul, nasıl bir gereksinim öngörülerek ortaya çıktı? cs: Tekfen’in Esenyurt’ta orta segmente, B ve B+’ya, hitap eden konut projesi yapmak gibi bir niyeti vardı. Sosyal konut derken, Batı’dan bildiğimiz anlamda bir sosyal konuttan bahsetmiyoruz elbette. Düzenli bir geliri olan ama o maaşın birikimiyle mevcut konut piyasasından ev alma ihtimali az olan kullanıcılar için, düşük maliyetli ve iyi konut yapmak amacı güdüldü. Çalışan, kentli ya da kentli olmaya başlamış ikinci kuşak benzeri bir kesime, konforu elden bırakmadan ama lükse de girmeden, görece uygun, satın almaya imkan veren konutlar yapmak istediler. Yaklaşık 1.500 konut yer alıyor. Projeye başlarken en önemli veri şuydu: Mekanları, ortak kullanım alanlarından çok fazla feragat etmeden makul bedellere mal etmek. Bizim için önemli şeylerden biri bizim bir Akdeniz ülkesi

olmamızdan yola çıkarak bu konutları içine dönük, kapalı havuzlu, kapalı spor salonlu değil, “sokak” yaşamlı kurgulamaktı. Var olan alışkanlıkları, belirli bir yaşam kurgusunu koruyorsak, sokak fikrini, dış alanı, konutlar arkaplanını önemsememiz gerektiğini düşündük. Bu karar, projede birkaç noktaya daha işaret ediyor: Biri, zemin kullanımını çoğaltmak; ikincisi de, bütün bu mekanların zaman içinde etkileşimli hale gelmesini sağlamak. Bu öngörüyle yola çıktık, zamanla göreceğiz. he: Hep İstanbul, konumlandığı kentsel alana nasıl yerleşiyor? cs: Projenin konumlandığı ilçe olan Esenyurt, İstanbul’un spekülatif ve sorunlu yerlerinden biri. Bütününde, genel bir düzenden ziyade noktasal kararlarla ortaya çıkmış bir yapılaşma hakim. Burası önceleri, yol bağlantılarının müsait olması nedeniyle bir lojistik firmasının vasıtaları için kullanılan, tamamı işverenin kendisine ait bir arazi. Arazi ortaklığı, hasılat paylaşımı gibi yükümlülükler olmadığından gerek işveren nezdinde gerekse de biz mimarlar nezdinde bu durum, proje geliştirmede olumlu avantajlar sağladı.


PROJE - KONUT - İSTANBUL

Şehirde biçim değiştiren üretim faaliyetleri sosyal yapıyı da değiştiriyor. Bunu anlamak için birtakım kentsel strüktür analizleri yaptık. Bu çalışmaların yerleşimleri belirmede ve vaziyet planını oluşturmada epey katkısı oldu. Yapı strüktürünün zaman içerisinde nasıl değiştiğini analiz edip bir tipoloji yoklaması yaptık. Vaziyet planına baktığımızda doğuda Adile Naşit Bulvarı, batı yönünde E5 ve TEM bağlantı yolu, güneyde yoncayla viyadükleşen bağlantı yolları yer alıyor. Arsanın batı ve kuzey yönlerinde ve şimdilerde güney tarafında da inşa edilmeye başlanan yüksek yapılar arasına sıkışmış olduğunu görüyorsunuz. Manzarası da şehir manzarası desen değil, denizi de görmüyor. Dolayısıyla, mekanın hayatını kendi yaratması gerekiyordu. Bu sebeple de zemin planına yüklendik. Bir tür, kampüs benzeri bir yerleşim olabilme ihtimalinin araştırmasını yaptık aslında. Üçüncü boyutta vaziyet planının nasıl kurgulanabileceğini, yerleşmenin nasıl sistematikleştirileceğini, dengenin kurulması için tipolojinin melezleşmesinin mümkün olup

olmadığını araştırdık. TAKS maksimum %40’tı, bu yapısallaştığında oluşacak boşluklar yeterli gelmeyeceği için biz yaklaşık olarak %28-30’larda durduk. Bu alanı kullanmamız gerekiyordu, bence en doğru yükselme politikası da böyle olmalıydı. 11 bloku farklı seviyelerde yükselttik. Mevsimlere ve birbirlerine göre yerleşim kararları verildi; ancak bir taraftan da çizgisel bir kurgu oturtmaya, aralarındaki mesafeyi korumaya ve zemini olabildiğince boşaltmaya çalıştık. Kendi içerisinde bir kentsel parça gibi yaklaşarak çözmeye çalıştık. he: 1.500 konutluk bir yerleşim adeta bir şehir zaten. Sözünü ettiğin melezliği yakalamak için ne türden yöntemler izlediniz? cs: Burada bahsettiğim melezlik, en yükseği 30 katlı yapılar ile birbirine bağlanan çizgisel sıra ev düzeninin bir araya gelmesiyle oluştu. Toplantılardan birinde metrekare fiyatı daha yüksek olanlarla ucuz olanları, aralarında uçurum yaratmadan karmak, iç içe geçirmek gündeme gelmişti. Dolayısıyla bazılarını, en çok beş katlı, yani 15-16,50 metre yüksekliğinde normal apartman boyutlarında kurduk. Eğim de yerleşime dik olduğu için, her biri bir istinat yapısı gibi çalışıyor. Yapıların aralarında da sokaklar,

merdivenler yer alıyor. Bu sayede yerleşim alanında kuzey güney doğrultusundaki dokuz metrelik eğime, yapılar ve ara geçişlerle araziye yedirdik. Kesitlerden de görülebileceği gibi otoparklara muhtelif hemzemin kotlardan girişler verdik. Böylece, arabayı sokağa park eder gibi otoparka park edip evine girebiliyor kullanıcı. İç sokaklarda, ambulans ve itfaiye gibi acil durum araçları hariç araç dolaşımı yok. Çevre emsallerde oldukça tuhaf yapılaşmalar var. Bütün o, cam kütleli, eğrisel yüzeylerle kurulmuş frapanlığın içinde, buranın kalıp gibi düz olmasını istedik. Üst üste gelerek öyle bir ifadeye sahip olsun ki bir, üç ya da 30 katlı olması arasında kütlesel olarak fark olmasın. Yüksek kulelerde her katı, sabit bir çekirdek etrafında, daireler merkez etrafında dönecek şekilde kurguladık. Bu çeşitlenmeyi de sağladı. Sabit çekirdeklere eklemlenen modüller, bir araya gelirken boş hacimler de elde ediliyor. Doluluk boşluk oranı ve pencere düzeni kurgusunda, her cephenin yönü ve ışık da dikkate alındı. Alt gruplar, kolon akslarını belirliyor, iki odanın sığabilmesi için 6,25 metrelik bir aks sistemi kurguladık. Bu aks sistemi sıra evlerde de devam ediyor ve ritim hiç bozulmuyor.

63 XXI - HAZİRAN 2016

proje adı: Tekfen Hep İstanbul proje yeri: Esenyurt, İstanbul ofis: CM Mimarlık, Cem Sorguç tasarım ekibi: Cem Sorguç, Tolga Yağlı, Sezin Ergene, Amina Rezoug, Özlem Yılmaz, Gizem Candemir, Deniz Gezgin, Elvan Çakıt, Çiğdem Yalırsu, Tutku Sevinç, Gizay Özüm, Ege Adaş, Cüneyt Şentürk, Serra Ayhan, Eda Aytekin işveren: Tekfen Emlak Geliştirme proje tarihi: 2013 - ... proje tipi: Karma kullanım toplam inşaat alanı: 253.000 m2


PROJE - KONUT - İSTANBUL HAZİRAN 2016 - XXI 64

he: Sosyal, erişilebilir konut blokları ve onlar arasında daha yüksek maliyetli sıra evlerden oluşuyor yerleşim. Bu sistemde özellikle zemin kotunda kamusal, yarı kamusal ve özel alanları nasıl düzenlediniz? cs: Vaziyet planında geniş bir park gibi çalışan alanlar var. Bloklar, yere strüktür ve çekirdek ile basıyor. Yerleşim kotuna bağlı olarak zemine doğrudan, kontur olarak oturmuyor. Dolayısıyla yerleşimi, ölçeği dahilinde, farklı zemin kotlarında açık tutmaya gayret ettik. Sosyal alanlar kuzeyde eğimi kullanarak ve altına girerek yerleşkeye dönük tek cepheli olarak ve de güneyde olmak üzere iki alana yerleşiyor. Konutların önünde ortak peyzaj içinde bahçeler var. Yani kullanıcının evinin önünde, zemin kotunda 4-5 metrelik bir bahçesi var. Buradaki ayrımı yeşil çitle ve kısmen olarak yapıyoruz. Olabildiğince geçirgen olmasını önemsedik. Bunun için panjur ya da kepenk gibi öğeleri de önermedik, mesela. Her ne kadar yerleşimin yol sınırından duvarlarla ayrılmasını, arka kısmının ise açık olmasını önerdiysek de içinde bulunduğumuz zaman ona izin vermedi. Ana kapı, Adile Naşit Bulvarı’nda; kuzeybatı ve güneydoğuda da çapraz irtibatlı otopark ve tali giriş çıkışlar var.

Öte yandan bu alanda, çarşı gibi çalışan ticaret birimleri ve terzi, bakkal, gazeteci ya da kahve gibi metrekaresi sınırlı tutulmuş üniteler de yer alıyor. Ayrıca hareketi, rizomatik tutma derdim de vardı. Tek merkez oluşturmak değil; çok merkezli, dağınık bir yerleşim yaratmak istedim. Bir tane kocaman meydan, bir de havuz yapıp insanları sosyal olarak tek bir noktaya angaje etmekten kaçındık. Farklı odakların birinde kapalı havuz ve spor alanı, birinde bağımsız bir sinema salonu, çocuk oyun alanı ve kütüphane koyduk. Bir diğerinde çocuklar için kaykay pisti ve açık hava oyun alanı var. Yani tüm bu sosyal aktiviteleri battallaştırmayıp, dağıttık. he: Tekfen’in en başından beri planladığı sizin de çabanızın büyük bir kısmını harcadığınız erişilebilir konut kurgusu sürdürülebilir bir durum olacak mı sence? Bunu bugün 300.000’e alan kullanıcı, seneye onu 1.000.000’a satabilir. cs: Doğru. Projenin başında, buranın kullanım değerinin yüksek olması gerektiğini söylemiştim. Birisi buraya gelip yerleşince burada yaşamaya devam etmeli; yapılar ranta girmeden, alınır satılır bir meta haline gelmeden.

Ancak birkaç nedenden ötürü, mutlaka dediğin gibi olacak. Bunlardan biri, Tekfen’in yaptığı projelerin altyapısı çok kuvvetli olduğu için prim üretmesi. Muhtemelen burası da kaçınılmaz olarak o noktaya gelecek; bu işin tabiatı oldu artık. Yine de konuşalım, konuşmamız gerek. Ama yine de bir noktada, burada sabit kalacak insanın da çok olacağını düşünüyorum. Burayı sevip bırakmayacak kullanıcılar olacak. Bizim Karma Evler projemiz mesela, öyle oldu. Kimse çıkmıyor, çıkan da şehri terk edecekse ya da Göktürk’ten başka bir yere taşınacaksa gidiyor. Bir konutun boşalma ihtimali olduğunda öbürü bir tanıdığına haber veriyor. Dolayısıyla böyle bir şeye de evrilebilir; ama dediğim gibi 1.500 daire var, mutlaka el değiştireni olacaktır. he: Bu çokluk içinde, Karma Evler’deki gibi bir topluluğu oluşturmanın araçları neler olabilir? cs: Bence onun aracı; açık alan, boş ve yorumlanabilir alan, dikte eden alan değil. Bu nasıl bir alışkanlık, değişir mi değişmez mi bilmiyorum ama bence kendi kendini eyleyen alanlar bırakılmalı. Sokak gibi mesela… Aktivite alanlarında aktif olman gerekiyor, ancak böyle olunca kelimenin tam karşılığı yerine getirilmiş oluyor. Diğer türlü, sana söylenen, tarif edilen hikayeyi


PROJE - KONUT - İSTANBUL

vaziyet planı

kat planları

65 XXI - HAZİRAN 2016

doluluk oranı

boşluk oranı

sosyal alanlar

dikey dolaşım

vaziyet diyagramları

gerçekleştirmen gerekiyor; spor yapmak için “oraya” gitmek zorunda kalıyorsun. Şuradan yürüyüp başka biriyle karşılaşıp sohbet edip gitmeyi bertaraf ediyorsun. he: Peki ya konutların içleri? Oradaki yaşam kurgusu için nasıl bir senaryo öngördünüz? cs: Konutta plan şeması çok ilginç bir şey. Ben yıllar içinde konut projeleri yaptıkça gördüm ki ev hayatı ya da mekanın kullanımı değişmiyor. Hal böyleyken kalıpların değişmesi için de bir neden göremiyorum. Konutun salon, mutfak, oda, bir oda daha, üçüncüsü varsa bir tane daha, ıslak hacimler vs. ile gayet pragmatik, bir makine gibi çalışması gerekiyor. Bu proje özelinde iki şeyden dolayı böyle olmalı: İmalatın hızlı yürümesi ve ucuza mal olması gerekiyor. Her birimde yaşamları daha çok köşelere almaya çalıştık. Bunlar esasen konvansiyonel plan çözümleri. Keşke açık planlı, bölücülerle ya da insanların kendi çizdiği çizgilerle odalarını oluşturduğu bir sistemle olsa bunlar, ama mümkün olamadı. he: Bu projenin çevresini nasıl dönüştüreceğini varsayıyorsun ya da öyle bir dönüşüm varsayımı var mı aklında?

cs: Çok değiştireceğini sanmıyorum. Çevresi zaten tuhaf bir biçimde çoğalmış durumda. Birim metrakere fiyatları aşağı yukarı buradakilere denk olan yapılar var. Kemer Country yapıldığı zaman Kemerburgaz’ı çok değiştirdi, başka bir tipoloji dayadı orada. Zekeriyaköy de öyledir mesela. Oraya ilk gelen olarak, başlangıcından itibaren bir tipolojiyi popülerleştirip prim yapmasıyla ve insanların oraya yerleşmesiyle yapı ya da yapı grubu yerin kimliği haline gelebiliyor. he: Ama oralar daha tabula rasa alanlardı. cs: Evet onlar boş alanlardı, burasıysa uzun yıllardır şehrin merkezi. Ama lojistik merkez ve arkasında fabrikalarıyla, farklı bir programı varmış. Bence, çevreyi değiştirecek bir potansiyeli taşıması bir tarafa, değiştirme şansı bile yok; çünkü çevre zaten oluşmuş durumda. Biz başladığımızda boş olan arazilerde de inşaat başlamış. Yani alanın bir dönüşüm şansı yok. Bir konut projesi çevreyi ne kadar etkileyip değiştirebilir, çok emin değilim. Sosyal yapı olarak etkileyebilir belki ama burada böyle bir farkın olmasını istemem ben de. Estetik ya da plastik olarak etkiler mi, bilmiyorum. Belki çoğuna da çirkin geliyor, gelecek de. Prizma yapmışlar vs. diye… Hele içerde yaşamıyorsa, dolaşmıyorsa, dışarıdan bakıldığında böyle eleştiriler gelebilir.

cem sorguç 1986 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde başladığı mimarlık eğitimini 1993 yılında tamamladı.1987-1992 yılları arası yarı zamanlı, 1992-2000 yılları arası ise tam zamanlı olarak proje ve şantiye mimarlığı yaptı. 2000 yılından beri kurucusu olduğu CM Mimarlık bünyesinde mimarlık yapan Sorguç, aynı zamanda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi mimari proje atölyesinde davetli öğretim görevlisi.


YAPI - ÇAYEVİ - ATİNA HAZİRAN 2016 - XXI 66

fotoğraflar: Konstantinos Kontos

Çayın Sakinliği ATINA KOLONAKI’DE KONUMLANAN TO TSAI ÇAYEVI’NIN IÇ MEKAN TASARIMI, KRIZ SONRASINDA KENTLILERIN SAHIP OLDUKLARI DEĞERLERIN EVRIMINI YANSITIYOR. Georges Batzios

TO TSAI

georges batzıos archıtects

To Tsai Çayevi Atina’nın en hareketli yerlerinden biri olan Kolonaki’deki Alexander Soutsou Sokağı üzerinde yer alıyor. Kolonaki Lycabettus Tepesi’nin güneyinde, Atina’nın arkeolojik merkezi ile anarşist merkezi Exarchia arasında konumlanan oldukça yoğun bir semt. Atina’nın en pahalı mahallesi ve de sakinleri yüksek eğitimli ve varlıklı. Kolonaki’nin konut, ofis, alışveriş, eğlence ve sanat işlevlerini içeren karma kullanımlı nitelikleri, onu şehrin hiç uyumayan kısımlarından biri haline getiriyor. Attika çanağının her tarafından insanlar ve çok sayıda turist, gerek en yeni gastronomik deneyimleri edinmek gerek galerilerdeki sergileri gezmek gerekse alandaki tasarım dükkanlarına uğramak için buraya akın ediyorlar.

Özünde Kolonaki, tasarım, yaşam stili, mimarlık ve kent kültürü deneyleri için uygun bir alan. Dünyanın çeşitli noktalarından 500’den fazla çay çeşidi bulunan To Tsai Çayevi, son on yılda bölgede açılan yarım düzine çayevinin ilki. To Tsai’nin diğerlerinden farkı, geçirdiği yenileme sonrasında çayevi hizmetinin yanı sıra bir perakende satış dükkanını ve çay ile uyumlu yemeklerin olduğu bir lokantayı barındırıyor olması. Çayevinin ziyaretçileri genellikle kentin bu kısmındaki yoğunluğun içerisinde sakin bir yer arayan yazarlar, sanatçılar ve gazeteciler. İç mekanın süsten arınmış, minimal detayları, çayların koku paleti ve çalan Zen müzik, bu sakinliği meydana getiren ana öğeler. Mekanın sahibi, 1994’te şimdiki çayevinin birkaç ada ilerisinde bir çay ithalat ve satış dükkanı açmıştı. Yunanistan’a iyi kalite çay ithalatı yapan ilk firma


bu sayfada solda: Mekanda sadece çay değil, kültürü de yer alıyor. altta solda: Kriz sonrası çokça ilgi gören çayevi / lokanta konsepti altta: Giriş alanı en altta: Birbirinden farklı parçaların da taşıyıcısı olan, mekana eklemlenmiş strüktür

YAPI - ÇAYEVİ - ATİNA

giriş sayfasında Mekanın içine eklemlenmiş çok işlevli strüktür

67 XXI - HAZİRAN 2016

buydu. 2008’de şimdiki konumda bir çayevi/lokanta formunda bir mekan açtı. Başlangıçta işleri yavaş büyümüş olsa da krizden sonra çok canlandı. Ekonomi iyiyken çay işi pek de kazandırmazken krizle birlikte işler açıldı çünkü çayın felsefesi Yunanlılara hitap etmeye başladı. Çay bir nevi sağaltı gibi işlev gördü ki bu da aslen çok doğal çünkü kriz yüzünden Yunanlılar daha minimal bir yaşam biçimine adapte olmak zorunda kaldılar. Krizin iyi yanı da bu, çayın felsefesini bazı Yunanlılar için vazgeçilmez bir hale soktu. Çay kültürünün başarısı, modern Yunanlıların kültürünü maddecilikten özcülüğe evirmesinde yatıyor. Kolonaki’de işler eskisi gibi iyi gitmiyor ama dengeleniyor. İşlerin iyi gitmesi, maddeci pop kültür barları ve lokantaları üzerine kuruluydu. Ama şimdi yaşam tarzı da süper-maddecilik de yitip gitti. Şimdilerde ilginç olan, ortadaki alternatif yaratıcı hava.


YAPI - ÇAYEVİ - ATİNA HAZİRAN 2016 - XXI 68

mimar: Georges Batzios Architects - GBA proje adı: To Tsai işveren: Mlesna Hellas proje alanı: 120 m2 proje tarihi: 2015 yapım yönetimi: Kostas Papatheodorou şantiye yönetimi: Georges Batzios Archıtects ahşap imalatı: Mixalis Petritis elektrik işleri: Giorgos Mastorakis çelik işleri: Giorgos Friganiotis aydınlatma danışmanı: L4A

georges batzıos 1998’de mimarlık okuluna başladı, daha mezun olmamışken 2002’de Design for Europe’da birincilik ödülü kazandı. Tamamını Paris’te geçirdiği mimarlık eğitimini 2005’te tamamladı ve Atelier Jean Nouvel’de çalışmaya başladı. 2008’de New York’a giderek üç yıl boyunca MoMA ek binasının proje yönetimi üstlendi. 2011’de Yunanistan’a geri dönerek kendi ofisi olan Georges Batzios Architects’i kurdu.



İÇ MEKAN - KUAFÖR - İSTANBUL HAZİRAN 2016 - XXI 70

fotoğraflar: Ufuk Serim Aslan

Tanımlı İşlevlere Ayrılmış Mekanlar GARAGE KUAFÖR, BARINDIRDIĞI IŞLEVLERIN TANIMLI ALANLARA ATANMASIYLA HAYATA GEÇIRILMIŞ. IŞVERENIN KIŞILIĞINI YANSITAN MEKANLARIYLA YENI NESIL KUAFÖRÜN NASIL OLABILECEĞINI ARAŞTIRIYOR.

İdil Özbek, Muhammet Taşlı

Genç, enerjik ve yenilikçi bir ekip Garage ekibi. Bu, dinledikleri müziğe, giydikleri kıyafetlere de yansıyor. Biz de onlar için onlara uygun enerjik, genç ve yenilikçi bir mekan yaptık. Genç neslin birlikte, yan yana olmaktan hoşlandığını bilen işverenimiz Ahmet Çoban, bunu kendi yerinde de kullanıyor ve bekleyenler için kocaman bir masa istedi. Girişte yaptığımız kocaman bir masada herkes beklerken yan yana oturuyor, sohbet ediyor, saçını yaptırıyor, kahvesini içiyor. Bir nevi sosyalleşme alanı.

GARAGE KUAFÖR

ıd-istanbul

Garage Kuaför’de yeni nesil olan; tüm alanların, yıkama bölümü, kesim bölümü, manikür bölümü gibi, tanımlı olması. Bu ayrıştırmaya önem veriyorlar; örneğin kesim bölümünde kesinlikle manikür

yapılmıyor. Kesim bölümü ise atölye gibi çalışıyor, sadece kesim için değil, eğitim için de geliniyor buraya. Ahmet Çoban, kesim atölyesi gibi kullanılan bölümde aynı zamanda eğitim ve konferans da vermek istiyordu, bu sebeple bu mekan değiştirilebilir olarak kurgulandı ve tüm kesim masaları mobil tasarlandı. Salonun özel bir katı var; kanepe, televizyon ve playstation’ın olduğu ve Ahmet Çoban’ın evini yapar gibi tasarladığımız. Manikür bölümü ve makyaj bölümü ise birlikte yer alıyor. İkincil hizmetler de bu alanda. Mevcut dış cepheyi koruduk ve tek renk kullanarak bütünlük sağladık. Bahçeye önem verdik, peyzajı dışarıda da keyifle zaman geçirilecek gibi düzenledik, bol bitki diktik. Böylece, yılın 8 ayı çıkıp rahatça vakit geçirilebilecek bir yer oldu burası. Bahçede ayrıca ahşap bir kutu yaptık. Kahve dükkanı gibi işleyen bu mekanda havanın iyi olduğu zamanlar müşteriler saç da kestirebiliyor, fön de çektirebiliyor.


İÇ MEKAN - KUAFÖR - İSTANBUL

giriş sayfasında Mekana bahçeden bakış

71 XXI - HAZİRAN 2016

bu sayfada solda: Bahçede kahve dükkanı olarak da işleyen ahşap kutu ve eğitim alanı olarak da kullanılan saç kesim atölyesi altta solda: Atölye cephesi ve bahçe ilişkisi altta: Giriş bekleme alanı en altta solda: Yıkama alanı en altta: Kesim masaları


konsept: ID-ISTANBUL mimari proje ve uygulama: ID-ISTANBUL proje grubu: Muhammet Taşlı, Burcu Şenyuva yer: Levent - İstanbul kapalı alan: 225 m2 açık alan (bahçe): 200 m2 müşteri: Ahmet Çoban idil özbek Floransa’da iç mimarlık eğitimi alan Özbek, 1993 yılında kurduğu İD Mimarlık çatısı altında iç mimari tasarım hizmeti vermeye başladı. 2010 yılında ortağı Muhammet Taşlı ile birlikte ID-ISTANBUL’u ve markanın tasarladığı mekan ve binaların objeleri için bir tasarım ve üretim alanı olan Ham:m’ı kurdu. Müşterek, Buda, Muhid ve Ham:mEvi Muhammet Taşlı ile birlikte oluşturdukları markalardan bazıları.

HAZİRAN 2016 - XXI 72

İÇ MEKAN - KUAFÖR - İSTANBUL

muhammet taşlı Haliç Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü’nden mezun olan Taşlı, 1993 yılından beri ID Mimarlık çatısı altında iç mimari projeler üreten İdil Özbek ile 2010 yılında ID-ISTANBUL’u ve markanın tasarladığı mekan ve binaların objeleri için bir tasarım ve üretim alanı olan Ham:m’ı kurdu. Ortağı İdil Özbek ile çalışmalarını sürdürüyor.

sağda üstte ve en üstte: İkincil hizmetlerin de bulunduğu özel kat üstte: Atölyeden bahçeye ve giriş mekanına bakış sağda: Bekleme masası ve saç yıkama alanı



ADVERTORYAL HAZİRAN 2016 - XXI 74

Mobilyalarda Cam ve Ayna TUNA OFİS TASARIM BÖLÜM BAŞKANI OZAN TIĞLIOĞLU İLE MOBİLYA SEKTÖRÜNDE CAM VE AYNA KULLANIMI VE ŞİŞECAM DÜZCAM İLE OLAN İŞBİRLİKLERİNİ KONUŞTUK. Tasarımlarınızda camın nasıl bir yeri var? Mobilyalarda cam ve ayna kullanmak tasarım anlamında ne gibi avantajlar sağlıyor? Uygulamada diğer malzemelerden farkları neler oluyor? Uzun yıllardır ürünlerimizde cam ve ayna kullanımına yer veriyoruz. Çünkü camın saflığını çok seviyoruz. Her yeni koleksiyonda mutlaka tasarım felsefemizi de yansıtan çok farklı cam ürünleri yer alır... Ayna ve cam gerçekten çok özel materyaller... Bu materyalleri doğru kullandığınızda bence eşsiz bir sanat eseri yaratmak ya da ışık oyunlarıyla ürünleri başka bir boyuta taşımak mümkün. Ancak materyallerin hassasiyeti uygulama açısından zaman zaman zorluklar yaratabiliyor. Camın farklı malzemelerle kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Hangi tür malzemelerle bir araya geldiğinde daha iyi sonuçlar veriyor? Cam, çok güçlü bir malzeme... Ben özellikle cam ile alüminyum ve ahşabın birleşiminin iyi etkiler yarattığını düşünüyorum. Ortaya çok başarılı sonuçlar çıkıyor. Biz de uzun yıllardır ürünlerimizde

cam ile birleşimler yapıyoruz. Örneğin Defne Koz tasarımı olan bir ürünümüzde ayak yapısı tamamen cam malzemeden oluşuyor. Ürün, statik olarak bütün beklentilerimizi karşılarken, ürün tasarımıyla farklılığını yarattı. Benim tasarımım olan bir başka ürünümüzde de masa ayak yapısı ahşapla toplanırken tüm konstrüksiyon iskeletini camla sağladık. Yine çok ciddi satış adetlerine ulaşan clear panel sistemimizde cam ile alüminyum birleşimi kendi yapısıyla mekanları ayırırken farklı bir ambiyans da yaratıyor. Mobilyalarda yansıtıcı elemanlar kullanmanın mekansal etkileri neler sizce? Ofis mekanlarında kullanımları nasıl oluyor? Yansıtıcı elemanlar kullanmak mekanın atmosferini tamamen değiştirebilir. Işığın yansımasını da doğru kullanabiliyorsanız, hepsi bir bütün içinde güçlü ve iyi bir algı oluşturur. Mekanı daha aydınlık ya da geniş göstermek yansıtıcı materyallerin kullanımıyla mümkün oluyor. Yüzeylerde kullandığımızda, derinlik hissini artırıyor. Ofislerde bu materyalleri daha çok çalışma masası yüzeyi, kapaklarda ve sehpalarda kullanıyoruz. Flotal ayna kullandığımız ürünlerde yaklaşımımızı, tasarım dengesi üzerine


bu sayfada en solda: Perge solda: Mona altta solda ve altta: Metis

ADVERTORYAL

karşı sayfada Metis

75 XXI - HAZİRAN 2016

birleştiriyoruz. Metis ve Float isimli ürünlerimizde cam tabla ve ayaklar kullanmaktayız. Şişecam Düzcam ile nasıl bir işbirliği gerçekleştiriyorsunuz? Şişecam ile başarılı işbirliğimiz 20 yıldır devam ediyor. Özellikle son yıllarda yapılan yatırımlarla Şişecam’ın ürün çeşitliliği giderek artıyor. Ürünlerimizde 8-12 mm arası değişen kalınlıklarda Şişecam ürünleri ve Flotal ayna kullanıyoruz. Cam ürünler tasarımın içinde farklı dokunuşlar sağlıyor ve bizim için vazgeçilmez diyebilirim. Cam hayatımızın içinde yer almaya devam ettiği sürece Şişecam ile işbirliğimizin sürmesini umuyoruz. Hem yerel hem de küresel ölçekte mobilya sektörünün yön veren markası Tuna Ofis’in tasarımlarında izlediği, öne çıkan kavramlar neler? Tasarım çizginizi neler belirliyor? Ürün tasarımında, pazarın ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılayacak ürünler yaratmak çatımızı oluşturuyor. Tasarımda çizgilerimizi belirlerken farklı hikayeler ortaya koymayı, o hikayeleri ürün isimleriyle birleştirip müşterilerimizle bağ kurmayı seviyoruz. Endüstriyel ürünlerde daha farklı dokunuşlarla kişiselleşebilen, kendini her mekanda

farklı ifade eden, çözüm odaklı yaklaşımlar yaratmayı hedefliyoruz. Tasarımlarımıza başlarken kavramsal olarak, estetik değerleri ve endüstriyel disiplinleri içinde barındırması, kendine ait bir yeniliği sunması da önemli. Tasarım ve malzeme birbirini belirliyor, bir bütün olarak ele alınıyor. Yenilikçi tasarımlar da bu birliktelik çerçevesinde ortaya çıkıyor. Siz nasıl bir gelişim tablosu görüyorsunuz? Tasarımda kullanabileceğimiz enstrümanlar her geçen gün yenilenirken, biz tasarımcılar bu konuda zaman zaman sıkıntılar yaşıyoruz. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, rekabeti düşük maliyet üzerinden hareket ettiriyor. Yurtdışında yaşayan tasarımcı arkadaşlarımızla ya da ürün projeleri üretirken çoğunlukla Türkiye’deki karşılığının ithalata ve dövize endeksli olması seçeneklerimizi kısıtlıyor. Yine de ülkemizdeki gelişen sanayinin ihtiyaçlarımızı karşılayacağını düşünüyorum. Türkiye’de tasarım ve üretim ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelecekte bizi neler bekliyor? Son yıllarda ülkemizde önemli tasarım etkinliklerinin düzenlenmesi başarılı

tasarımcılarımızı öne çıkarıyor. Uluslararası birçok alanda artık tanınmaya başladığımızı düşünüyorum. Üretim konusunda ise son yıllarda tasarıma yatırım yapan firmalarımızın çoğaldığını görmek hem rekabet adına hem de tasarımcılar açısından çok önemli. Mobilya alanında da gelişen teknoloji sayesinde ürün prototipi ya da enjeksiyon kalıp üretiminde 3D modelleme ve yazıcılarla sonuçları çok hızlı görüp zaman kazanıyoruz. Bu, bizim için çok önemli. Eskiden Avrupa’nın bir şehrinden bir proje dosyasının kargo ile gelmesi 3-4 gün alırdı. Şimdi ise aynı gün yüklü dosyalarımızı iletebiliyoruz. Dünya son 5 yılda özellikle internet üzerinden çok gelişti, bugün Amerika’daki bir ofisle aynı anda çalışmak toplantı yapmak mümkün. Ofislerdeki geleneksel çalışma ortamlarının verimsizliği araştırmalarda görülüyor. Gelecek 10 yılda birçok meslek belki de önemini yitirecek, sosyal medya ve internet üzerinden hukuk büroları, alışveriş şirketleri ve daha birçok yeni iş modeli yakın gelecekte hızlıca oluşacak. Şirketler zamanla yarışırken saatlerce süren masa başı işler mazide kalacağa benziyor. Ülkemiz de bu konuda yeni çalışma ortamlarına alışmaya başlıyor. Yeni kuşaklar ofis yerine paylaşılan ortak ofisler ve yaratıcılığı besleyen statik olmayan modelleri tercih ediyor.


STREEM Türkiye'nin ve dünyanın önemli tasarımcılarıyla işbirliği yapan Tuna Ofis, bu işbirliklerini Karim Rashid imzası taşıyan Streem koleksiyonu ile sürdürüyor. İlhamını "Doğada düz çizgi yoktur." düşüncesinden alan koleksiyon akıcı, yumuşak bir görüntü taşırken, uyumlu renkleriyle dikkat çekiyor. Tasarımcısı Karim Rashid Streem ile ilgili, “Günümüzde ofisler son derece kartezyen bir stile sahip ve doğal

akışımıza karşı duran, organik varlığımızla çelişen kafeslere dayanıyor. Yumuşak yuvarlak mobilyalar ise arkadaş canlısı, güvenli, dinginlik veriyor. Bu yuvarlak formlar vücudumuzun doğal bir uzantısı ve iş deneyimimizi ve üretkenliğimizi artıran eşsiz bir yolculuğa davet ediyor. Streem rahat, basit ve minimal ama yine de beşeri." diyor. www.tunaofis.com

HAZİRAN 2016 - XXI 76

SEKTÖR HABERLERİ

SPIDER Spider (Örümcek), Tepta'nın Türkiye'ye getirdiği markalardan Studio Italia Design için Andrea Tosetto tarafından tasarlandı. Hem tek ünite hem de çoklu tiplerde kullanılabilen Spider krom gövdeye sahip. 12 cm çapındaki her bir yuvarlak formun içinde 12W gücünde LED bulunuyor. Her bir ünite hem aşağı-yukarı, hem de sağa-sola yönlendirilebiliyor. Tek bir ışık kaynağından çıkış alarak tüm mekanı örümcek gibi sarıp aydınlatabiliyor. Metal difüzleri için mat beyaz, krom, altın ve pembe altın olmak üzere farklı renk seçenekleri bulunuyor. www.tepta.com

AGT, EN YENİ ÜRÜNLERİYLE YAPI FUARI'NDAYDI Yaşam alanlarına özel ahşap çözümler sunan AGT, 10-14 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen Yapı Fuarı'nda yeni ürünlerini ziyaretçilerin beğenisine sundu. Fuarda geniş renk yelpazesine sahip yeni parke serisiyle birlikte mobilya gövdelerinde ve ön yüzeylerinde kullanılan Power Gloss ürünlerini tüketiciyle buluşturan AGT, MDF lam ve panel renklerini de ilk kez sergiledi. AGT parkeler, 12 renkli Natura Parke serisine eklenen dört rengin yanı sıra, Natura Plus ve Natura Line ile toplam 32 renk, desen ve yüzeyde farklı alternatifler sunuyor. Parlak yüzeye sahip Power Gloss ise mobilya gövdelerinde, mutfak

dolaplarında, banyo kapaklarında, çalışma odalarındaki mobilyaların gövde ve ön yüzeylerinde kullanılıyor. Ürünün en önemli özelliklerinden biri, yüksek mekanik ve kimyasal dirençlere dayanıklı levha olması. Tüm ahşap yüzeylerde kullanılabilecek olan Power Gloss 24 farklı renk seçeneğine ve çizilmezlik özelliğine sahip. Yüzde yüz UV akrilik vernik, sararmaya karşı yüksek direnç, yüksek çizilme dayanıklılığı, üstün parlaklık ve ileri teknolojide olması gibi özellikleriyle kullanıcı dostu; atmosfere VOC salınımı yapmamasıyla da çevre dostu bir ürün. www.agt.com.tr



ARCHITECT@WORK İSTANBUL'DA Architect@Work İstanbul'da ilk kez 4-5 Kasım 2016 tarihleri arasında İstanbul Fuar Merkezinde gerçekleşecek. Architect@Work yenilik odaklı yaklaşımı ile diğer yapı organizasyonlarından farklılaşıyor. Mimarlar ve diğer yapı uzmanları için özel olarak hazırlanmış bu organizasyonda yalnızca üreticiler ve dağıtımcılar tarafından sunulan inovatif ürünler sergileniyor. Katılımcıların başvurusu sonrası ürünler, mimar ve iç mimarlardan oluşan bir seçim komitesine sunulur. Komite ürünleri inovatif özelliğine göre değerlendirerek sergilenmesi için onay verir, sadece bu

komitenin onay verdiği ürünler sergilenir. Özel hazırlanmış ziyaretçi kayıt sistemi ile ancak mimarlar, iç mimarlar, tasarımcılar ve diğer yapı uzmanları bu etkinliği ziyaret edebilir. Architect@Work'te güncel konuların ele alındığı, ünlü mimarların deneyimlerini paylaştıkları seminerler de gerçekleşir. Ünlü mimarlar Creative Fo(u)r tarafından tasarlanan fuar alanı yerleşim düzeni ile ziyaretçilerin koridor boyunca uzanan modüller arasında rahatça dolaşarak katılımcılar ile etkileşim kurması sağlanıyor. www.architectatwork.eu

HAZİRAN 2016 - XXI 78

SEKTÖR HABERLERİ

PANASONIC GÜNEŞ PANELLERİ Panasonic, güneş panelleri ile Türkiye pazarında yerini aldı. Panasonic Ürünleri Grubu Satış Müdürü Koray Yıldız Türkiye'de güneş tarlaları ve orta, üst seviye çatı sistemlerinin öncelikli hedefleri arasında olduğunu belirtti. Panasonic güneş panelleri, sağladığı yüksek verimlilikle yatırımcılara birçok avantaj sunuyor. Sağladığı en büyük avantaj ise kurulum yapılacak alandan ötürü yeterli enerji üretim kapasitesine ulaşamayan yatırımcılar için en iyi çözümü sunması. Çünkü Panasonic güneş panelleri %20 ile %25 arasında değişebilen oranda daha az yer

kaplıyor. Dolayısıyla aynı birim alan referans alındığında diğerlerine göre Panasonic HIT paneller %27 daha fazla enerji üretiyor. Aynı zamanda hem sistem maliyeti düşüyor hem de çatı üzerine binen yük azalıyor. Panasonic HIT güneş panelleriyle kurulu böyle bir sistem birçok fabrikanın enerji ihtiyacını fazlasıyla karşılayabilecek güçte enerji üretiyor. Güneş enerjisinden yararlanma eğilimi büyük tesis ve fabrikalardan yaşam alanlarına doğru yöneleceği düşünülüyor. www.viko.com.tr

EKOKLİNKER Işıklar Yapı Ürünleri tarafından iki yıllık Ar-Ge çalışması sonucu ortaya çıkan Ekoklinker, özel fırınlarda 1000 derecede pişirilen klinker tuğlanın iç kısmına mineral yün yerleştirilerek üretiliyor. Bu sayede yüksek ısı ve ses yalıtımı sağlıyor. Geleneksel duvar tiplerine göre çok daha ince olan Ekoklinker, yapıların sahip olduğu metrekarenin de artmasına imkan veriyor. Ürün sahip olduğu yoğunluk ve içindeki mineral yün sayesinde 42 desibellik sesi engelleyebiliyor. Ekoklinker, geleneksel duvar tipleriyle karşılaştırıldığında, tüm iklim

bölgelerinde %50 civarında enerji tasarrufu sağlıyor. Isı ve ses yalıtımının yanı sıra ince yapısı sayesinde yapılarda 1 ila 3 metrekarelik alan kazanımı da sağlıyor. Yangına karşı oldukça dayanıklı olan ürün, normal duvarlara göre 3-5 kat daha fazla çekme dayanımına sahip. Ekoklinker, düzgün yapısı sayesinde duvarların kolay ve hızlı örülmesini sağlarken, geleneksel ve gelişmiş sıva sistemleriyle uyum sorunu yaşamıyor; bu sayede inşa süresi de kısalıyor. www.isiklartugla.com.tr



FLY KANEPE VE FLO ÇALIŞMA KOLTUĞU Addo Furniture, kimliği olan alanlar yaratmak için özgün ve modern tasarımlara imza atıyor. Özgün tasarım ve işçiliğin ahşap, deri ve kumaş ile buluşmasını temsil eden Fly kanepe, karşıt materyal ve renklerin dekorasyonda uyum içinde şekillenebileceğini kanıtlıyor. Dekorasyona göre her renkte ve malzemelerde üretilebilen ürün, minimal yapısıyla dikkat çekiyor. Masa başında

çalışanların en büyük sorunlarından olan saatler boyu aynı pozisyonda ve rahatsız bir sandalyede oturmak. Addo Furniture Flo çalışma koltuğu bu sorunu çözmek için, insan iskelet yapısından esinlenilerek tasarlandı. Flo, ergonomik yapısı, sırtı kavrayan file tasarımı ve beyaz iskeletiyle yenilikçi bir ofis koltuğu olma özelliği taşıyor. fly kanepe

www.addofurniture.com

TRILIUM

HAZİRAN 2016 - XXI 80

SEKTÖR HABERLERİ

Cosentino Group doğaya bağlılığını ve sürdürülebilirlik misyonunu, ileri teknoloji ultrakompakt yüzeylerin sunulduğu ürün yelpazesi Dekton®’un Trilium rengi ile gösteriyor. Ar-Ge departmanının çalışmaları doğrultusunda geliştirilen ürünün üretim sürecinde geri dönüştürülmüş malzemeler de kullanılıyor. Bu sayede doğa dostu ürün grubunda yer alan Trilium, yüksek dayanıklılık özelliğine sahip dokusu ile uzun süre kullanım imkanı sunuyor. Eskitilmiş oksitli çelik görünümlü Dekton® Trilium, açık ve koyu tonların öne çıktığı, gri ve siyah

SUNTECH AEROLUX Çözüm odaklı yaklaşımıyla Albayrak, uluslararası standartlarda ürettiği hareketli, katlanabilir, alüminyum güneş kırıcı panelli pergola, tavan ve tente sistemleri ile tüm hava koşullarına karşı açık havada yaşamaya olanak sağlıyor. Geliştirdiği yeni sistemler sayesinde açık havada geçirilen zamanı daha keyifli hale getiren firmanın özellikle villa, restoran ve otel gibi projelerde imzası bulunuyor. Suntech Aerolux bioklimatik pergola ve tavan sistemi, modern tasarımı, istenilen ışık yoğunluğunu sağlayan dimmer seçeneği, estetik

görünümü ve işlevselliği ile mekanlara görsel katkı sağlıyor. Teknolojiye yaptığı yatırımlar, modern ve yüksek kaliteli ürünleri ile iç ve dış pazarlarda adından söz ettiren markanın inovatif ürünleri yaz-kış açık havada yaşamaya imkan tanıyor. Sistemin etrafını çevreleyen çizgisel LED şeritler, güneş panelleri tam açık konumdayken mekanı içeriden aydınlatarak akşam boyunca yeterli ortam ışığı sağlıyor. Gizli soft LED aydınlatmadaki RGB özelliği ile yedi çeşit renk dönüşümü yapılabiliyor. www.albayrak.com

volkanik renklerinin karışımına dayanan gerçekçi, oksitlenmiş bir etkiyi sahip. Üründe kullanılan metalik görünümlü yüzey pürüzsüz ve zarif bir doku sunuyor. Ayrıca Trilium, Dekton®’un dünya genelindeki tasarımcı ve mimarlara modern ve işlevsel seçenekler sağlayan renk serisi Tech, koleksiyonun bir parçası olarak yer alıyor. Keranium, kadum, strato, keon ve blanc concrete gibi renkler de tech koleksiyonunda olan diğer özel renkler arasında bulunuyor. www.dekton.com



UYGULAMA - İSTANBUL - DUVAR HAZİRAN 2016 - XXI 82

Rastlantısal Dokular ARTSTONE'UN DOĞAL GÖRÜNÜMLÜ HORMIGON ÜRÜNÜ, D.REAM MERKEZ OFİS PROJESİNİN GENEL KURGUSUNDA GÜÇLÜ BİR ETKİ YARATIYOR. Yoo Mimarlık tarafından projelendirilen ve uygulaması yapılan Beşiktaş Büyükhanlı Plaza’da yer alan 9.000 metrekarelik D.ream merkez ofis projesi, Doğuş Grubu bünyesinde yeme-içme ve eğlence sektörü için hizmet veriyor. Bina tamamen kaba inşaat halindeyken çalışanların ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilerek, en işlevsel çözümlerle çalışanlara keyif alacakları bir mekan yaratma hedefiyle tasarlandı ve uygulandı. Dört katlı binada; üç yüz kişinin çalıştığı ofis alanları, yönetim alanları, sosyal alanlar, yemekhane, yemek akademisi ve şarap kavı projenin genel hacmini

oluşturuyor. Endüstriyel kurguda tasarlanan projede, alışılagelmiş ofis anlayışından bağımsız, modüler çalışma ortamından ve monotonluktan uzaklaştırıcı etki özellikle vurgulandı. Mekanlar ortak çalışma alanlarıyla, esnek biçimde kurgulandı, orta avlu ve ofislerde şeffaflık korundu. Mekanın hacimsel kurgusunda tavan yüksekliğinin değeri maksimumda kullanıldı. Sokak hissini vurgulamak için önceden kullanılmış ve yaşanmışlığı olan malzemeler tercih edildi. Artstone Hormigon ürünleri ile iç yüzeylerde brüt beton etkisi yaratıldı, projenin endüstriyel duruşunu ve düzgün olmayan yüzeyli kerestenin kalıplık olarak kullanılması sonucu oluşan rastlantısal ve doğal etkisiyle hedeflenen sokak hissini sağlamlaştırdı. Artstone Hormigon doğal görüntüsü, kolay uygulanabilirliği, hafifliği

ve yanmazlığı sebebiyle D.ream projesinin ana malzemelerinden biri oldu. Kat koridorlarında, ofis bölümlerinde, girişlerde ve projenin genel kurgusunda yoğun biçimde kullanılan Hormigon ürünüyle Artstone, uygulama sürecindeki çözüm odaklılık, hızlı temin ve çalışma kolaylığı sebebiyle Yoo Mimarlık ekibinin başarılı bir çözüm ortağı oldu. Projede doku olarak ayrıca antik ahşap, yıllanmış tuğla ve metal kullanıldı, retro tarzda mobilyalar ve antika ürünler bir araya getirildi. Özellikle mekanın aydınlatmasının günışığı odaklı olmasına ve göz almadan ofisi aydınlatan armatürlerle desteklenmesine özen gösterildi. D.ream projesinde sosyal hayatla beraber işleyen iş alanlarının ofis çalışanlarına yaşatılması sağlandı; özgün ve modern bir ofis yaşamı konsepti yaratıldı.


UYGULAMA - İSTANBUL - DUVAR 83 XXI - HAZİRAN 2016

mimari proje / proje yönetimi: Yoo Mimarlık tasarım ekibi: Mete Buyurgan, Orçun Özkan, Alparslan Özarpat, Derya Toros statik: Som Mühendislik mekanik: Total Teknik elektrik: Markas Mühendislik peyzaj: Kasımoğlu Mercan / Erdal Vural


HAZİRAN 2016 - XXI 84

REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

ASPEN 1989 yılında kurulan Aspen Yapı ve Zemin, başarılı geçmişiyle Türkiye'nin önde gelen yapı ve zemin şirketleri arasında yer alıyor ve sektöründe bölgesel lider olma vizyonuyla hareket ediyor. Kurulduğu günden bu yana Türk yapı sektörüne modern mimarinin gereklilikleri olan malzeme ve uygulama yöntemlerini sunan Aspen, günden güne gücünü artırarak sektördeki uzman marka konumunu pekiştiriyor. Asma tavan, bölme duvar, zemin ve LED aydınlatma sistemleri olarak dört başlık altında toplanan Aspen ürünleri, çok sayıda ürün seçeneğiyle her türlü ihtiyaç ve beklentiye cevap veriyor. Dünya yapı sektörünün dev markalarıyla yapılmış distribütörlük anlaşmalarından beslenen bu ürün yelpazesi, yüzlerce farklı kombinasyon oluşturma olanağı sunuyor. Mekanı oluşturan tüm boyutlara en kaliteli çözümleri sunma felsefesinin arkasında duran, bu sayede sektördeki liderliğini koruyan Aspen, tavan ve zemin ürünleriyle mekanın altını ve üstünü biçimlendirirken, estetik ve işlevselliğin göze çarptığı bölme duvar sistemleriyle yapılarda yaşam kalitesi en üst düzeye çıkarıyor; LED aydınlatma sistemleriyle de yaşam ve çalışma alanlarına ışık tutuyor.

schıpol havalimanı

www.aspen.com.tr • 42 Maslak • ABN Amro Bank • Avea Genel Müdürlük • British American Tobacco • Cargil Schipol • Çanakkale Seramik Ar-Ge Binası • DDB Tribal Amsterdam • Doğan Holding • Dow Kimya • Gama Holding • Go Meso • Google Genel Müdürlük • Hepsiburada • ITower • Koppeling • Kristal Kule • Kunt Elektronik • Maasland Ziekenhuis • Memorial Hastanesi • Rönesans Tower • Rupin Üniversitesi • Schipol Havalimanı • Tekfen • Turkcell Global • Ulusoy Genel Müdürlük • Vakıfbank • Varyap Meridian • Zorlu 199

zorlu 199

dow kimya

kunt elektronik



DURLUM

HAZİRAN 2016 - XXI 86

• REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

durlum grubu asma tavan, aydınlatma ve gün ışığı sistemlerinin üretiminde uzmanlaşmış uluslararası çalışan bir aile şirketidir. 1967 yılında kurulan şirket, bugüne kadar mimarların, tasarımcıların ve inşaat firmalarının başarılı bir çözüm ortağı oldu.

audı temınal capıtan haya (fotoğraf: javıer ortega)

bbva tupper zone (fotoğraf: javıer ortega)

leıtstelle bvg (fotoğraf: anastasıa hermann)

hyundaı flagshıp store (fotoğraf: anastasıa hermann)

Yılların tecrübesi ve deneyimleri sayesinde bireysel ve modern mimari ihtiyaç ve taleplere kompleks sistemleri ile çözüm üretebiliyor. Yenilikçi ve çevresel bir şirket olan durlum, aynı zamanda kalite ve çevre yönetim sistemi ISO 9001:2008 ve ISO 14001:2004 sertifikalarına sahiptir ve her zaman en son teknolojiler ile çalışır. Ayrıca uzun yıllardan bu yana iç ve dış mekanlarda LED sistemleri ve gün ışığı sistemleri alanında da faaliyet gösteriyor. Havaalanları, alışveriş merkezleri, tren ve metro istasyonları dışında kamu alanları için üretilen proje çözümlerinin yanı sıra asma tavan ve aydınlatma çözümlerini aynı zamanda ofis binaları, müzeler, okullar, üniversiteler, hastaneler, oteller, konular ve özel villalar için de sunuyor. Firmanın estetik ve işlevsel yetkinliği de aynı ağırlıkta önem taşıyor. Geniş yelpazedeki ürünleri yüksek kalitede metal, petek, expanded, klima tavanlar ve ada tavanlardan oluşuyor ve ışıklı tavnlar, aydınlatma, ışık ve gün ışığı sistemleri ile kendini tamamlıyor. www.durlum.com.tr • 28 May Metro Station, Bakü/ Azerbaycan, 2013 • Aksigorta Buyaka, İstanbul, 2014 • Audi Teminal Capitan Haya, Madrid • BBVA Tupper Zone, Madrid • Coca Cola Buyaka, İstanbul, 2014 • Fulton Center, New York • Haydar Aliyev Center, Qax, Bakü/ Azerbaycan, 2013 • Hyundai Flagship Store, Frankfurt • Lapis Han, İstanbul • LAV Showroom, İstanbul, 2014 • Leitstelle BVG, Berlin • Marriot Hotel Taksim, İstanbul, 2014 • Milli Konservatuar Üniversitesi, Bakü/ Azerbaycan, 2013 • Piri Reis Üniversitesi, İstanbul, 2014 • Protel Genel Merkez, İstanbul, 2014 • Restaurant George, Zürih • Salalah Uluslararası Havalimanı, Umman, 2015 • White City, Bakü/Azerbaycan 2015 • WU Wien, Viyana • Zürih Sigorta, İstanbul, 2015

fulton center (fotoğraf: mta)

lapis han (fotoğraf: jeyhun abdullayev)

restaurant george (fotoğraf: restaurant george)



EPART Epart'ın Black Art serisi demontable bölme duvar sistemi ve yeni çift camlı kanat sistemleri ile tasarımlarda sınırlar tasarımcı tarafından belirleniyor.

Mimari ekiplerden gelen talepleri değerlendirerek Türkiye'nin ilk istenilen sayıda yatay ve düşey kayıtlarla bölünebilen veya cam cama kullanılabilen tek camlı sistemini ortaya çıkaran Epart, şimdi de ses yalıtımı, görsel derinlik ve uygulama farklılıklarını tek bir tasarımda birleştiren çift camlı kapı kanadını üretti.

black art tek cam sistem

Tasarımlarda çok yönlü kullanıma olanak tanıyan Black Art profil sistemi, yeni üretilen çift camlı zarif kapı kanatları ile tamamlanabiliyor. www.epart.com.tr

black art tek cam sistem

attaca katlanır bölme duvar sistemleri

• Bener Hukuk Bürosu • Derindere Filo Kiralama • Eyüp Belediye Başkanlığı • Ilgaz Mountain Resort Hotel • Kar Gayrimenkul • Medipol Hastaneleri • Şişli Terakki Vakfı • Türk Hava Yolları • Zeytinburnu Belediye Başkanlığı

HAZİRAN 2016 - XXI 88

• REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

Ofis bölme sistemleri sektöründe geliştirdiği sistemlerle adından sıkça söz ettiren Epart, Black Art isimli sistemiyle sektörün gelişmesinde önemli adımlar atmaya devam ediyor.

attaca katlanır bölme duvar sistemleri


Otto von Busch'un 2008’den beri XXI için yazdığı sosyal tasarım, sürdürülebilirlik ve tüketimcilik üzerine odaklanan 30’a yakın makalesi “Tasarlanacak Ne Kaldı?” başlıklı kitapta toplandı.

KITAPEVLERI VE ONLINE MAĞAZALARDA


KIBRID MATERIAL

HAZİRAN 2016 - XXI 90

• REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

kibrID MATERIAL temsilciliğindeki S-Plasticon’un organik, doğa dostu ve geri dönüşümlü malzemeden üretilen panelleri ile tasarımlarda farklı ve işlevsel kullanım alanları yaratmak mümkün hale geliyor. Otel, hastane, spa, AVM, ofis gibi ticari alanlardan konut projelerine kadar geniş bir kullanım alanı olan bu panellerle; bölme duvarlar, tavan, sürgülü kapılar, masa tablası, bar tezgahı, aydınlatma elemanı ve aksesuar gibi birçok çözüm üretilebiliyor. MALZEME PLATFORMLARI Imaz: Birbirinden farklı içerik malzemesiyle kombine edilerek çeşitli uygulama alanlarına uygun resin paneller. Glam: 2 veya 3 boyutlu içeriklere sahip cam paneller. Honeycomb: Ultra hafif polykarbonat petek ara katmanı üzerine trasparan reçine lamine edilmiş çok işlevli eşsiz levhalar. Resin Stone: Doğal taş görünümlü hafif ve kolay işlenebilen resin paneller. Switchable Glass: Elektrik ile opaklaşan, projeksiyon yansıtılabilen cam paneller. Acoustic Panels: Hem dekoratif hem akustik transparan veya yarı transparan akustik paneller. Betonfos: Işık geçiren özel beton paneller.

prıvate resıdence

ımaz

glam 3d

glam marble

www.kibrid.com • Acıbadem Fulya Hastanesi, İstanbul (Norm Mimarlık) • Avantgarde Hotel Taksim, İstanbul (Kreatif Mimarlık) • Bereket Döner Vialand&Eyüp, İstanbul (KRN Mimarlık) • Biokim Wenda Ofis, İzmir (Oran Architecture) • Boyalık Beach Çeşme Hotel, İzmir (Viltur) • DoubleTree by Hilton Hotel, Malatya (Pro-Ge Mimarlık) • Fleet Corp Ofis, İstanbul (KRN Mimarlık) • KlimaPlus Ofis, İstanbul (Çizgi İç Mimarlık) • Maltepe Park AVM, İstanbul (Yalın Tan&Jeyan Ülkü İç Mimarlık) • Röle Teknik Ofis, İstanbul (Edda Mimarlık) • Sampa Otomotiv, Samsun (Gönye Tasarım) • Topkapı Hotel, İstanbul (Pro-Ge Mimarlık)

sampa otomotiv samsun

acıbadem hastanesi bakırköy



TRIMLINE INTERIORS

HAZİRAN 2016 - XXI 92

• REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

Dünyaca ünlü nakliyat firması Kuehne Nagel’in Mall of Istanbul ofis bloğunda 2500 m2’lik bir alanda hizmet verecek olan merkez ofisinde TRIMline Interiors ürünleri tercih edildi. Avcı Architects tarafından projelendirilen ofisin yönetici ve büyük toplantı odalarında, aynı zamanda da ana birimlerin açık ofisleri ve ilgili yönetim birimlerinde bölücü duvar sistemleri TRIMline SNAP FL ve STRAEHLE 3400 Düşey Profilsiz Camlı Bölme Duvar Sistemleri ile çözümlendi. Eliptik bir şemaya sahip kat planının orta kısmında yer alan asansör ve merdivenlerden oluşan çekirdek ile birlikte, her iki katta da doğu-batı yönlerinde, birbirlerine alternatif olacak şekilde bulunan kat bahçeleri bütüncül tasarım yaklaşımını destekleyecek şekilde yeniden ele alındı. TRIMline interiors FSC sertifikalı ürünleri ile açık ofis çalışanlarının konfor koşulları üst düzeyde ön planda tutulan ve ASHRAE standartlarının üzerinde tasarım kriterleri esas alınan bu projede özellikle tercih edildi. • SNAP FL düşey profilsiz camlı bölme duvar sistemi ile şeffaf çift camlı ve STRAEHLE 3400 ile tek camlı ofis modülleri oluşturuldu. Cam-cama birleşim detayları olan ünitelerde film baskıyla, tavandaki çizgisel kanal motifleri ve yol kurgusu kat koridorlarında devam ettirildi ve şirketin kurumsal kimliğine de vurgu yaptı. Sistemle cam-kapı entegrasyonu da sorunsuzca sağlandı. • THE DOOR Kapı Sistemleri de modüler olmayan duvarlardaki Tek Kapı ihtiyacı için Ayarlı Kapılar (Adjustable Single Door System) ile projede yer aldı. www.trimline.com.tr

fotoğraflar: Gürkan Akay



HAZİRAN 2016 - XXI 94

• REFERANS PROJE - ASMA TAVAN - BÖLME PANEL - YÜKSELTİLMİŞ DÖŞEME

UNIGEN YAPI MALZEMELERİ Unigen Yapı Malzemeleri kurulduğu günden beri, yenilikçi ve sağlıklı yaşam alanları oluşturmak amacıyla ticari tip zemin kaplamalarında birçok dünya markasını bir araya getiriyor. Eğitim, sağlık, HORECA ve ofis sektörlerinde yoğun trafiğe sahip tüm mekanlarda deneyimli kadrosu, kaliteli ürün grupları ve alternatif uygulama metotları ile çözüm ortağı oluyor. Temsilcisi olduğu markaları seçerken doğa ve çevreye olan duyarlılığını her zaman ön planda tutuyor.

tns global ofis - artı standart mimarlık (fotoğraf: koray arda kurt)

Ticari tip PVC zemin kaplamaları, karo halı, örgü vinil başlıca ürün grupları olmakla birlikte, üreticisi olduğu ONTO yükseltilmiş döşeme sistemleri lokomotif ürün grubu olarak öne çıkıyor. ONTO yükseltilmiş döşeme sistemleri, sürdürülebilir çevre anlayışını mimari tasarımlarda gerek duyulan estetik ile birleştiriyor. Unigen, ONTO & Maru %100 geri dönüştürülebilir galvaniz çelik panel yanında, yükseltilmiş döşemede sunta özlü panel, kalsiyum sülfat özlü panel ve beton özlü panel alternatifleriyle ürün gamını genişletiyor. Beton özlü panel seçeneğini, yangına dayanıklılığıyla projelerde alternatif olarak öneriyor. Unigen Yapı portföyünde bulunan zemin kaplama malzemeleri ile birlikte kullanıldığında yükseltilmiş döşeme sistemi teknik bir ürün olmanın yanında estetik bir ürün olarak sunuluyor. Unigen Yapı yurtiçi ve yurtdışında bulunan önemli projelerde, Türkiye'nin önde gelen mimari grupları tarafından tercih ediliyor.

teknosa akademi (fotoğraflar: derya atıcı)

www.unigen.com.tr • AFAD, Ankara • Bahçeşehir Kolejleri, Türkiye Geneli • BEPSAŞ, İstanbul • Booking.com, Antalya & İzmir • Bristol Myers Squibb, İstanbul • Derindere Filo Kiralama, İstanbul • Hedef Filo, İstanbul • Kuveyt Türk Bankacılık Üssü, Kocaeli • Markafoni, İstanbul • Ramada Otel Şişli, İstanbul • Sodexo Levent 199, İstanbul • Teknosa Akademi, İstanbul • TNS Ofis And Plaza, İstanbul • Türk Telekom, Karamancılar & Ümraniye / İstanbul

birleşim mühendislik (fotoğraf: derya atıcı)



HAZİRAN 2016 AJANDASI … - 10 Haziran

Umut Sergisi

Düzce depreminin ardından sağlıklı ve güvenli konutta yaşama

Studio-X, Fındıklı, İstanbul

www.studio-xistanbul.org

Salt Ulus, Çankaya, Ankara

www.saltonline.org

Borusan Contemporary, Sarıyer, İstanbul

www.borusancontemporary.com

x-ist, Nişantaşı, İstanbul

www.artxist.com

Pera Müzesi, Beyoğlu, İstanbul

www.peramuzesi.org.tr

REM Art Space, Beyoğlu, İstanbul

www.remartspace.org

hakkı için toplumsal mücadele veren Düzceli Kiracı Depremzedelerin hikayesi üzerine kurulu sergi deprem, katılım, kooperatif ve yuva kavramlarıyla mücadelenin hafıza kaydını tutuyor.

… - 18 Haziran

Cümleden Öteye Bir Şehir Vardı

Yerel yapılı çevre ve politik iklim üzerinden şehirle ilişki kuran işleri bir araya getiren sergiye, Şam’da Kayısı sergisinden bir fanzin yerleştirmesi eşlik ediyor.

… - 21 Ağustos

teamLab: Sanat ile Fiziksel Mekanın Arasında

Charles Merewether'ın küratörlüğünü yaptığı sergi, teamLab ekibinin Japon kültürünün kurgu ve gerçek dünyaları karıştırma becerisini dijital sanat yoluyla anlattığı, ziyaretçi-sanat ilişkisine odaklanan işlerinden oluşuyor.

12 Mayıs 11 Haziran

Decolife "Horizontal"

Decolife ismiyle tanınan Brezilyalı sokak sanatçısı Andre Ruiz de Freitas'ın ahşap üzerine akrilik çalışmalarından oluşan sergi, sanatçının sergiye özel bir performans ile ürettiği işi de içeriyor

25 Mayıs 14 Haziran

Mario Prassinos / Bir Sanatçının İzinde: İstanbulParis-İstanbul

Sanatçının Paris'te 20. yüzyıl avangartları arasında başlayan, sürrealizmden realizme uzanan kariyerine odaklanan sergi kitap illüstrasyonları, dokuma örnekleri, portreler ve gravürleri bir araya getiriyor.

3 Haziran 3 Temmuz

Sanat için Sanat-Dışı Kariyer

Support Art İst’in ilk sergisi, sanatçıların maddi kaygıyla sürdürdükleri sanat-dışı kariyerleriyle üretimleri arasındaki çelişkileri konu alıyor.

8 Haziran

16 Haziran

Yeşil Yapılaşmada Kentsel Dönüşüm Fırsatı

"2. Yeşil Binalar ve Ötesi" Konferansı kapsamında Stefano Boeri,

Tasarım ve Doğa Zirvesi

Doğa ile tasarım arasındaki etkileşim ve ilişkilenme biçimlerini

AJANDA

ele alacak etkinlik, Tasarım ve Doğa, Tasarım ve Kent, Tasarım ve

HAZİRAN 2016 - XXI 96

Lazzoni Otel, Sütlüce, İstanbul www.yesilrapido.com

bir konuşma yapıyor.

Cezayir Toplantı Salonları, Beyoğlu, İstanbul

www.tasarimvedoga.org

Nippon Otel, Beyoğlu, İstanbul

www.dakamconferences.org

Salt Galata, Beyoğlu, İstanbul

www.saltonline.org

Marmara Adası, Gündoğdu Köyü, Balıkesir

www.facebook.com/ekolojikmimarlik

Yöntemleri alt başlıklarında gerçekleştirilecek.

17 - 18 Haziran

Archdesign'16

DAKAM tarafından bu sene 3.'sü düzenlenecek olan uluslararası konferansta tasarım, temsiliyet ve inşa biçimlerindeki yöntem ve trendlerin yanı sıra tekil yapı analizlerine de yer veriliyor.

17 Haziran 31 Temmuz

Göçebe Mekanlar: Göç Bağlamında Mimarlık ve Kimlik, Türkiye-Almanya

Almanya'dan Türkiye'ye dönüş yapan ailelerin ürettikleri mekanların tipolojik belgemelerinden ve video, harita ve görselleri içeren enstalasyonlardan oluşan sergi, anı ve kültürel deneyimlerin kimliğe etkisinin bir araştırması.

25- 30 Haziran

Yerine Ait Mimari Tasarım Atölyesi 2

Atölyede yapı fiziği, mekaniği, işlevsellik, yapı biyolojisi ve ekolojisi, sürdürülebilir yapı malzemeleri ile uygulama detayları duvar üzerinden çözümlenecek

27 - 28 Haziran

Mimarlıkta Sayısal Tasarım Sempozyumu,"Karşılaşmalar": Krizler ve İmkanlar

Bu yıl onuncusu düzenlenen sempozyumda, sayısal tasarım ve üretim alanındaki farklı yaklaşımların ve deneyimlerin, krizlere dayalı bir gündem içinde ne tür yeni imkanlar ve alternatifler üretebildiği tartışılıyor.

Santralİstanbul, Eyüp, İstanbul www.mstas2016.bilgi.edu.tr


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.