Edebiyat Bülteni 2012

Page 1

“Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Edebiyat Kulübü Yayınıdır”

•Terakki’de Edebiyat •Edebiyatımız ve Gençlik Hakkında Bazı Gerçekler •İstanbul’un Değişen Yüzü •Nobel Edebiyat Ödülleri •Tasavvuf, Edebiyat, Günümüz… •Çok Satanlar…

YIL:2012 SAYI:2


EDEBİYAT BÜLTENİ 1. BASKI HAZİRAN 2012 YIL 2, SAYI 2 Sahibi: Terakki Vakfı adına Haluk ARIĞ - Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Necdet BEKEN - Şişli Terakki Lisesi ve Fen Lisesi Müdürü Yayına Hazırlayanlar: Dilek ÖZÇELENGİR - Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Leyla KAYA VARDAN - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emre ERGELEN - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Sayfa Tasarımı ve Dizgi: Leyla KAYA VARDAN - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emre ERGELEN - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Edebiyat Kulübü Öğrencileri Kapak Tasarımı: Emre ERGELEN - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Edebiyat Kulübü Öğrencileri Baskı Bilnet Matbaacılık, Biltur Basım Yayın A.Ş. www.bilnet.net.tr

Edebiyat Bülteni’nde yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfı’na aittir. Edebiyat Bülteni para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi ve Fen Lisesi öğrencilerinin “Edebiyat Bülteni”


İÇİNDEKİLER İçindekiler...................................................................................................................................................................1 Ön söz, Edebiyat Kulübü Öğrencileri.........................................................................................................................2 Terakki’de Edebiyat,Edebiyat Kulübü Öğrencileri....................................................................................................3-4 Hulki Bey ve Arkadaşları Romanında Dönemin Edebiyat Birikimi, Ezgi Ersin........................................................5-6 Bir Dönem İki Roman, Hazal Özen...........................................................................................................................7 Yenilmez Armada, Esra Tan....................................................................................................................................8-9 Tasavvuf, Edebiyat, Günümüz…, Aylin Yenigün.................................................................................................10-12 Aşık Edebiyatı Üzerine Bir Değerlendirme, Elif Yurdakul....................................................................................13-15 Edebiyatımız ve Gençlik Hakkında Bazı Gerçekler, Mehmet Emin Memmi...........................................................16-17 Edebiyatla Zenginleşmek, Ertuğrul Kıyıcı...........................................................................................................18-19 Nobel Edebiyat Ödülü, Didem Kaplan................................................................................................................20-22 İstanbul’dan Kaçarım, Canberk Akgül......................................................................................................................23 Yalnızlık, Attila İlhan.................................................................................................................................................24 İstanbul’un Değişen Yüzü, Emirhan Çakmak......................................................................................................25-28 Eserlerde Yazarı Bulmak, Anıl Kıroğlu.....................................................................................................................29 Metinlerde Dönem İzleri, Alara Durak......................................................................................................................30 Bir Kitap Okudum : ‘Akılından Bir Sayı Tut’ Derdim Ama…, Selin Köprülü..............................................................................................31 Palto’nun Düşündürdükleri, Belin Cüceoğlu..........................................................................................................32-33 Minibüs Şoförüyle Çağdaş Ressam Arasında Bir Yerde Ruhum, Beliz Beşışık.......................................................34 Bir Şiir Bir Yorum: Lades, Emir Şevket Aydın.........................................................................................................................................35 Ulak Gelecek, Mert Başkaya...................................................................................................................................36 Müzik ve Ulak, Ekin Türe.........................................................................................................................................37 Çağan Irmak’ın Kadrosundan Ulak, Damla Dursun.................................................................................................38 Mehmet’in Kitabı, Begüm Erbaş .............................................................................................................................39 Kısa Filmlere Kısa Denemeler: 10 Dakika Kısa Mı? Ecenaz Taşlı.............................................................................................................................40 Hayat Filminin Oyuncuları, Keremcan Erdönmez....................................................................................................40 Ne Yazık ki Aşk Bir Skeçten İbarettir, Ecenur Ortaç....................................................................................................41 Bakış Açısı, Alara Baykent.......................................................................................................................................42 Bir Grup Bir Yorum: Dünya Çapında Bir Ses: Beirut, Ekin Türe..........................................................................................................43-46 Bu da Benim Tarihim, Belin Cüceoğlu......................................................................................................................47 Kardeş Kulüpler .................................................................................................................................................48-50 Çok Satanlar ......................................................................................................................................................51-52

1


Önsöz Sevgili edebiyat dostları, Bizler okumayı seven, okuduğunu yorumlayabilen, sanatı ve edebiyatı hissedebilen Şişli Terakki Lisesi öğrencileri olarak Edebiyat Kulübünde bütün bir yıl gerek derslerimizde gerekse kulüp saatlerimizde yaptığımız çalışmaları ve birikimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik. Edebiyat Kulübünde yaptığımız çalışmalarla edebiyat bizler için sadece bir ders olmaktan öteye geçti, hayatımızın bir parçası oldu. Bunda emeği geçen Şişli Terakki Lisesi Edebiyat Bölümü öğretmenlerine ve Edebiyat Kulübü danışman öğretmenlerimize teşekkür ediyoruz. Elinizde tuttuğunuz ve bu yıl ikincisini hazırladığımız bu bültenin her sayfası bir yıllık emeğin, dayanışmanın ve özverinin ürünüdür. Bültenimizin her sayfasından ayrı bir edebiyat tadı almanız dileğiyle sizleri bültenimizle baş başa bırakıyoruz. Edebiyat ve sanat hep sizinle olsun.. Şişli Terakki Lisesi Edebiyat Kulübü Öğrencileri

2


TERAKKİ’DE EDEBİYAT 10. sınıf Dil ve Anlatım dersinde arkadaşlarımız, dolap kapaklarını anlatım türleri konusunda, derste işlenenleri daha kalıcı hale getirmek ve görsel olarak bizlerle paylaşmak üzere oluşturdukları kompozisyonlarla, donattılar.

Coşku ve Heyecana Bağlı Anlatım

Düşsel ve Destansı Anlatım

Simurg

Atlas

3


10 ve 11. sınıftaki arkadaşlarımız sevdikleri şiirleri, okudukları kitapları içerik ve görsellik bütünlüğü içerisinde hazırladıkları posterler ve afişlerle panolarda ve dolap kapaklarında yansıttılar.

4


EDEBİYAT KULÜBÜ ÖĞRENCİLERİ OLARAK YİĞİT OKUR’UN “HULKİ BEY VE ARKADAŞLARI “ ADLI ROMANINI İNCELEDİK. HULKİ BEY ve ARKADAŞLARI ROMANINDA

B

DÖNEMİN EDEBİYAT BİRİKİMİ

u yıl Edebiyat Kulübü’nde okuduğumuz “Hulki Bey ve Arkadaşları” adlı romanına içeriğinde dikkatimi çeken bir açıdan yaklaşmak istedim: Dönemin entelektüel birikiminin esere yansıması.

Ezgi ERSİN 11 E

Hulki Bey ve arkadaşlarının öyküsü 5 Eylül 1955 günü, akşam saatlerinde başlıyor. Anlatım geriye dönüşler ve ileri gidişlerle sürdürülüyor. Yiğit Okur tarafından kaleme alınan bu roman için otobiyografiktir diyebiliriz. Çünkü kitaptaki Hulki Bey tiplemesi aslında Yiğit Okur’un kendisini temsil ediyor.

Kitapta, edebiyata ve yazarlara en çok Hulki Bey ve Konsolos Bey arasında geçen konuşmalarda yer veriliyor. Edebiyat düşkünü bu iki adam çok iyi arkadaşlar. Birçok ortak noktaları olduğu gibi zıt düştükleri durumlar da oldukça fazla. Bir araya geldiklerinde; politika, sanat, edebiyat ve tiyatro, üzerinde derin sohbetlere daldıkları konular. Konsolos Bey, Alman eğitimi almış, Alman edebiyatı tutkunu ve Goethe aşığı entelektüel bir insandır. Konsolos Bey her fırsatta bu şaire duyduğu tutkusunu belirtir ve Goethe’den uzun uzun Almanca mısralar okurdu. Peki Konsolos Bey Goethe’den niçin bu kadar etkilenmiştir? Goethe; şiir, drama, hikâye, mektup, otobiyografi, estetik, sanat ve edebiyat teorisi, ayrıca doğa bilimleri olmak üzere birçok esere imza atmış romantizmin Almanya’daki öncülerinden olan etkileyici bir sanatçıdır. Hulki Bey’e gelince… Fransızca’ ya ve Fransız edebiyatına duyduğu sevgi ve saygı tartışılamaz. Baudelaire, Hulki Bey’in okumaktan zevk aldığı bir sanatçıdır. Baudelaire sembolist bir şairdir, batı şiiri ile ortaya çıkmış imgeleri sıklıkla kullanan Fransız edebiyatçıdır. 20. Yüzyıla ışık tutmuş önemli şairlerdendir. Hulki Bey, Konsolos Bey’in hiç hoşlanmadığı Baudelaire’in bazı mühim Türk şairlerini bile etkisine aldığını söylemeye başladığı an bu muhabbet arasında kıvılcımlar gözükmeye başlar. Bu kıvılcımları söndürmek için birlikte Yahya Kemal’in Akşam Musikisi” şiirini seslendirmek yeterlidir.

Akşam Musikisi Kandilli’de eski bahçelerde, Akşam kapanınca perde perde, Bir hatıra zevki var kaderde. Artık ne gelen, ne beklenen var, Tenha yolun ortasında rüzgâr, Teşrin yapraklarıyla oynar….

İkisi de kendinden geçer bu şiiri okurken. Bu ortak nokta, bu iki arkadaşın musikiye duydukları saygının ve sevginin göstergesidir. Farklı edebiyat dallarına mensup bu iki arkadaşı yine ortak bir noktada buluşturan başka bir yazar da Orhan Veli’dir. Bu büyük şairin adı bile yeterdi tartışmayı durdurmaya. Akşam Musikisi şiirinde olduğu gibi büyük bir zevkle ve kibarlıkla şiirler okurlar Orhan Veli’den. Oysa Orhan Veli, Yahya Kemal’den çok farklıdır. Peki bu iki dostu Orhan Veli’de birleştiren ne? Garip akımının kurucusu olan Orhan Veli, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşımıştır. Orhan Veli, sokaktaki adamın dilini edebiyata uyarladığından şiirlerde anlatılanlar okuyucuya daha samimi gelmiştir ve edebiyat insanların ilgisini çekmeye başlamıştır. Ben, Hulki Bey ve Konsolos Bey için Orhan Veli’nin buluşma noktası olmasını, şairin eserlerinin onlara samimi gelişinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü Orhan Veli’nin şiirinde herkes eşittir, aynı “Ahmetler” adlı şiirinde olduğu gibi: 5


Ahmetler Kimimiz Ahmet Bey, Kimimiz Ahmet Efendi; Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyfendi? Orhan Veli’nin şiirinde “sıradan insan” demişken Süleyman Efendi’yi anmamak olmaz: Kitabe-i Seng-i Mezar

Orhan Veli Kanık

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar; Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkâr da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

Kitapta, Hulki Bey karakterinin Fransız edebiyatına olan ilgisi ve bu edebiyat hakkındaki bilgileri sürekli vurgulanmaktadır. Hulki Bey Paris’te Corinne ile birlikteyken Apollinaire’in Mirabeau adlı şiirini ezbere okumuştur. MİRABEAU KÖPRÜSÜ Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından Ve şu bizim aşkımız Olur mu durasın şimdi anımsamadan Sevincin geldiğini ancak acının ardından Çalsana saat insene ey gece Günler geçiyor bense hep aynı yerde Yüz yüze duralım böyle elin elimde kalsın Ve aksın dursun Sonsuz bakışlar dalgalar yorgun argın Köprüsü altından kollarımızın Guillaume Apollinaire

Çalsana saat insene ey gece Günler geçiyor bense hep aynı yerde ….

Hulki Bey, hemen her duygusunu ifade edebilecek kadar edebiyat birikimi olan bir adamdır. Kitapta onun seçtiği şiirler onun içinde bulunduğu durumu en iyi tasvir edenlerdendir. Aynı şekilde Baudelaire’in de Hulki Bey’in duygularını ifade etmede yardımına koşan, sevdiği şairlerden biri olduğunu görüyoruz. Hulki Bey’in babası Abdurrahman Bey ise bir Ahmet Haşim tutkunudur. Babasının Ahmet Haşim’e duyduğu büyük ilginin yanında hâliyle Hulki Bey’in de ezberinde Ahmet Haşim’in şiirlerinden mısralar yer almaktadır. 1945-1955 yılları arasındaki dönemi yansıtan “Hulki Bey ve Arkadaşları” bu yılların Türkiye’sinde edebiyat algısının nasıl olduğu hakkında bize ipuçları veriyor. Edebi birikimi ve edebiyat algısını günümüzle karşılaştırdığımızda ise edebiyata, özellikle de şiire olan ilginin azaldığını görmek üzücü. Edebiyat esintilerini barındıran Hulki Bey ve Arkadaşları’nı hiç sıkılmadan, keyifle okumanız dileğiyle. 6


T

BİR DÖNEM, İKİ ROMAN

ürkiye tarihinde kara leke gibi duran 6-7 Eylül olaylarının etrafında gelişen iki roman: Yılmaz Karakoyunlu’nun Güz Sancısı ve Yiğit Okur’un Hulki Bey ve Arkadaşları. Günümüze kadar 6-7 Eylül olayları ile ilgili iki roman yazılmıştır. Bunlardan ilki 1992 yılında basılan Güz Sancısı ikincisi ise 1999 yılında basılan Hulki Bey ve Arkadaşları’dır. Hem içerik hem de karakterler bakımından birçok benzerliği vardır bu iki romanın.

Hazal Özen 11 E

Hulki Bey ve Arkadaşları 1955 yılının 5 Eylül gecesinde başlayıp geriye dönüşlerle Hulki Bey’in nasıl 5 Eylül gecesine kadar geldiği, ailesi, arkadaşlıkları döneme ait verilen ipuçları ile anlatılırken Güz Sancısı’nda Behçet ve Ester arasında yaşanan aşkın hikâyesi romanda daha baskındır. Ayrıca içerik olarak bakıldığında Güz Sancısı olayların anlatıldığı dönemim siyasi olaylarını, yaklaşımlarını daha çok yansıtır. Eserin yan karakterleri arasında güvenlik güçleri, siyasetçiler önemli yer tutar. Yani Güz Sancısı, siyasetin daha içerisinde bir romandır.

İki romanda da Türk erkek - gayrimüslim kadın aşkı vardır. Hulki Bey ve Arkadaşları’nda dönemin saygın avukatlarından birinin oğlu olan, Hulki Bey, Paradisos adlı gece kulübünde şarkıcılık yapan Katya’ya lise döneminde aşık olup senelerce beraber yaşarken tam evlenme teklifi edeceği zaman 6-7 Eylül olayları patlak verir. Güz Sancısı’nda ise para karşılığı erkeklerle birlikte olan annesi başka bir erkek için evini terk etmiş babasının ölümünden sonra babaannesi ile yaşayan ve bir yanı hep çocuk kalan genç Ester ile Konya’nın ileri gelenlerinden Hacı Kamil Bey’in oğlu Behçet’in aşkı romana damgasını vurur. Fakat iki karakterin benzer babaları bu ilişkilere karşıdır ve bu karşıtlıklarını açıkça belli etmişlerdir.İki romanda da adı geçen Türk erkekleri babaları ile var olmuşlardır. Hulki Bey dönemin saygın ve tanınan avukatlarından birinin oğludur ve sırf babası istediği için avukat olmak ister fakat kitabın sonunda bir ‘hiç’ olur aynı zamanda Güz Sancısı’nda da siyaset içerisinde söz sahibi olan Hacı Kamil Beyoğlu Behçet’e siyasi kimlik kazandırıp Demokrat Parti’nin egemen olduğu dönemde oğlunu parti içine sokar. Ayrıca hem Hulki hem de Behçet babalarının istekleri doğrultusunda Galatasaray Lisesi’nde okumuştur. Hulki için Galatasaray Lisesi’nin anlamı Behçet için ifade ettiklerinden çok başkadır. Orası ‘Yenilmez Armada’nın oluştuğu Haş Hulki, Koca Kafa Kamil, Kılkuyruk Salih ve Aktör Cem’in evlerinde olduklarından daha çok kendileri olduğu tek yerdir, okullarıdır. İki romanın 6-7 Eylül olayı ile ilişkisine değinmek gerekirse; Hulki Bey ve Arkadaşları’nda seneler sonra Hulki Katya ile olan ilişkisini resmiyete dökmeye karar verir ve fakat tam Hulki Bey bunu gerçekleştirecekken Katya babasının meyhanesinin Türkler tarafından yakıldığı haberini alır. Bu sebeple neredeyse bir ok gibi yerinden fırlar ve bunun üzerine Hulki Bey kızıp Katya’sına tokat atar. Bu sırada polis duruma el koyup Hulki’yi sıkıştırırken o sırada geçen bir tank Hulki Bey’i çiğner ve adam orada ölür. Yani 10 senelik beraberlikleri sonrasında bile, Katya’ ya evlenmek istediğini söyleyemeyen Hulki, bunu söylemeye karar vermişken yine ‘hiç’ olur. Güz Sancısı’nda ise Behçet cesaretini toplayıp babasına Ester’i sevdiğini söyler bu sırada Ester ve babaannesi de tartışırlar. Bunun üzerine Ester sokağa fırlar, Behçet de onu takip eder. Ancak sokaklarda azınlıklara karşı saldırılar ve protestolar başlamıştır. Türkler azınlıkların evlerini ve dükkanlarını yakıp saldırmaktadır. Bunlar olup biterken Behçet Ester’i arar ve birkaç kişi Ester’e saldırmak üzereyken onu bulur ve eve gitmesini ister.Fakat olaylar daha da karışmıştır ve Ester bu karışıklıklar üzerine eve dönemez ve Neve Şalom Sinagogu’na sığınır.Olayların ardından günlerce Ester’i arayan Behçet bir gün vazgeçer ve babasının evlenmesini istediği Nemika’ya gider ve bir daha da yanından ayrılmaz. Ester daha sonra İsrail’e göç eder. İki kitapta da yaşanan karanlık 6-7 Eylül olayları bu imkânsız aşkların yok olmasına neden olmuştur.

7


E

YENİLMEZ ARMADA

debiyat kulübü etkinliği içinde okuduğumuz, üzerine konuştuğumuz Hulki Bey ve Arkadaşları romanı “arkadaş” , “dost” kavramlarını sorgulamamı sağladı yeniden. Kimdir arkadaş? Aklıma gelen ilk tanım şu oldu: Bakışlarımızdan duygularımızı anlayan, kelimeleriyle cümlelerimizi tamamlayan, sonu gelmeyen saatler birlikte olabileceğimiz, güldüğümüzde kahkahalarımıza ortak olan, ağladığımızda omuz olan kişidir arkadaşımız. Yoksa bu kişi dostumuz mudur? Arkadaşlar sadece ortak şeyler paylaştıklarımızsa 1950’lerden bu yana çok şey değişmiş demektir.

Çevremdekilere sordum aynı soruyu ve çıkardığım sonuç şu oldu: Arkadaş herkestir. Sınıftakiler, servistekiler, iş yerindekiler… Ortak bir şey paylaştığımız herkes arkadaşımızdır. Dost ise özellikle kötü anlarımızda bizi iyileştiren, sırlarımızı sonuna kadar saklayan, ikinci kardeşlerimiz, yıllanmış arkadaşlarımızdır. Peki ya “gözden ırak gönülden Esra TAN 11 D ırak” olduğunda? Telefondan ya da internetten her akşam yazışmasak, okul çıkışları dışarıda yemek yemesek de böyle sürecek mi dostluklarımız? Kimilerimiz bu şekilde de sürdürüyor, aylarca iletişimleri olmuyor; ancak buluştukları an sanki araya hiç zaman girmemiş gibi dostlukları devam edebiliyor. İşte bunu sağlayanlar bence gerçek dostluk kavramını, Hulki Bey ve Arkadaşları romanının dört arkadaşı, dostu, “Yenilmez Armada” ekibi gibi kavramış olanlardır. Yiğit Okur’un kaleme aldığı Hulki Bey ve Arkadaşları romanında inanılmaz bir arkadaşlık hikâyesi anlatılıyor. Galatasaray Lisesi’nin dört kafadarı, “kare as”ı, “yenilmez armada”sı tüm hayatları boyunca yıllarca görüşmeseler bile kopmuyor birbirinden. Koca Kafa Kamil, Aktör Cem ve Haş Hulki ilkokuldan beri arkadaşlarken lisede aralarına Kılkuyruk Salih’i de katıyor ve Yenilmez Armada’yı oluşturuyorlar. Bu ekip birbirine öyle bağlıdır ki sıraları art arda, yatakları yan yana, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. İki – üç günlük tatil zamanlarında evlerine dönerken bile birbirlerinden ayrılacakları için kalpleri burkulur. Kare As ekibimiz yatılı okudukları için de bu kadar sıkı arkadaşlar. Öyle ki birbirlerini tamamen tamamlıyorlar . Aktör Cem’in havasıyla başları belaya girdiği zaman Koca Kafa Kamil iriyarılığı ve dik başlılığı ile dostlarını belalılardan korurken Haş Hulki’nin sakinliği sayesinde herkes sinirini kontrol edebiliyor ve Kılkuyruk Salih’in zekasıyla da işin içinden çıkabiliyorlar. Yiğit OKUR

8


Bugün zihnimizde oluşan dostluk kavramı için Blackberry, Iphonelar tamam, marka kıyafetlerimiz tamam, lüks mekânlarda yemek ve kahveler tamam, dedikodusunu yapacağımız şeyler tamam. Arkadaşlarla güzel bir gün için hazırız. Ama bizim “Yenilmez Armada”da bunların hiçbiri yok ama bunlar olmadan da harika zaman geçirilebiliyor. Okuldan kaçma heyecanı onlar için mükemmel bir anı. Hele de kaçmayı başarıp içmeye gittikleri an, en güzel eğlencedir. Koca Kafa Kamil hep öder hesaplarını, bu sefer ben, diğerlerinde siz demez; çünkü bilir ki hepsi onun kadar varlıklı değildir. Her ödediği kuruşa değer arkadaşları. Salih’in sadece amcası ve yengesi vardır. Amcasının gönderdiği harçlık ya yeter ya yetmez tatilde evine gitmeye. Her bayramda, tatilde Kamil onu kendi evine götürür. Hiç birbirlerinden bıkmazlar, farklı ailelerden kardeş olmuşlardır. Romanın lise zamanlarına dönüş sahnesine konu olan Kapı Kolu kulübü de geceleri İstiklâl ’e kaçma amaçlı kurulmuş bir tamir kulübüdür. Bu kapıdan kaçtıkları anlaşılınca, bütün suçun tamamını Kamil üstüne almış ve diğer arkadaşlarını cezadan kurtarmış, onlara asla suç ortaklığı yaptırmamış gerçek dostluğun nasıl olduğunu göstermiştir.- Bugünkü arkadaşlıkların hangisinde böyle bir fedakârlık bulabiliriz?Lise bittiğinde Kamil ve Salih hariç hepsi farklı yerlere gitmiştir. Salih’in kalacak bir yeri olmadığı için Kamil ile birlikte bir müddet kalmıştır. Belki de Kamil’in arkadaşına kol kanat germesiyle ikisi en içten arkadaş oldular. O zamanın şartlarıyla sadece telgrafla iletişime geçebildiler. Kimisi her ay iletişimdeyken kimisi aylar hatta yıllar sonra konuştu; ancak hiçbir mesafe arkadaşlıklarına mani olmadı. Lise zamanı Taksim meydanında dördü fotoğraf çektirmişti. Lisenin son günü de çektireceklerdi ancak fotoğrafçıyı bulamamışlardı. İşte o fotoğraf Kamil’in ofisinin boş duvarında ebediyen kalacaktır. Aradan geçen yıllarda dört arkadaşın, bazen kendileriyle ilgili bazen yakınlarıyla ilgili düğünler, davetler vb olaylar oldu. Kimisinde yine dört sonsuz dost buluştu, kimisinde eksik kaldı grup; ancak hiçbir zaman saçma nedenlerle küsmediler, dostlukları bitmedi. Her zaman birbirlerine destek çıktılar, zor durumda bile önce arkadaşlarını düşündüler. İşte 50’lerde arkadaşlıklar böyle idi. Şimdi siz de düşünün kendi arkadaşlarınızı ve samimiyetinizi. Hepimizin dostu var mutlaka. Eğer sizin de hayatınız boyunca “Yenilmez Armada”nız olursa çok şanslısınız demektir.

“Yakınlık basit değildir. Bizden büyük bir olgunluk ister. Ama en büyük umudumuzdur.” Leo Buscaglia

9


D

TASAVVUF, EDEBİYAT, GÜNÜMÜZ…

ini kitaplardan alınabilecek bilgilere kalmayıp yaratılışın hatta evrenin sırlarını daha geniş düşüncelerle çözmeye çalışan bir felsefedir tasavvuf. Tasavvufa göre din - ki burada Kuran’dan söz edilmektedir.- yargıları da dahil olmak üzere söze dayanan teorik bilgidir, sözel bilgidir. Bu bilgiler, dıştan okunarak elde edilebilir. Oysa iç bilgi, dıştan okunarak elde edilemez; bu bilgi insanın içinden doğarak gelir ve gerçek bilgi budur; asıl bilginin, tasavvuf bilgisi denilen bu bilgi olduğu; kardeşlik duygusunu geliştirdiği, toplu olarak bir arada yaşama duygusunu güçlendirdiği, insanları iyilik ve olgunluğa götürdüğü kabul edilir. Dış bilgi elde eden kişinin kendisi için iyilik istediği, tasavvuf bilgisi olan kişinin ise tüm insanlığı düşündüğüne inanılır.

İnsan dünyaya temiz ve saf bir ruh ile gelir. Aynı zamanda da benlik anlamına gelen nefsi vardır her bireyin. Nefis bireyin canıdır; ama bir yandan bireyde küstahlık, kıskançlık, nefret gibi kavramların oluşmasına da neden olur. Hep daha fazlasına sahip olma isteğidir bunları oluşturan. Bu kötü özellikler çoğaldıkça ruh kirlenmeye başlar. Bu nedenle bireyler nefsine hakim olup onu ruhuyla eşit seviyeye getirmeye, yeniden saf ve temiz haline dönmeye çalışır. Mesele nefisten kurtulmak değil onu ıslah etmektir. Aylin YENİGÜN 10 G

Tasavvufu bir yolculuk olarak düşünebiliriz; Tanrı’ya ulaşma yolculuğu. Bu yolculukta dünyevi isteklerin önüne geçirilerek ilahi aşka ulaşma hedeflenir yani bedensel zevkleri bırakmak, gerçeği aramaya ruhani bir yolculuğa çıkmak. Tasavvufa göre, Tanrı tek varlıktır. Evrendeki her şey de Tanrı’nın yansımasıdır; o halde her canlıda Tanrı’dan bir parça vardır. Bu düşünceden yola çıkılınca “Her canlı güzeldir.” fikrine ulaşılır ki bu da her canlıya hoşgörü ile yaklaşılması gerektiğini ifade eder. Tasavvuf insana önem vererek onu yüceltir; insanın yüceltilmesi gönlü dolayısıyladır. Çünkü Tanrı’dan gelen, onun bir parçası olan insanın gönlü, Tanrı’nın evidir. Gerçeğin gönülde aranıp bulunması ise aşkın yardımı ile olur. Gerek var oluşun gerekse ilahi gerçeğe ulaşmanın temelinde aşkın bulunduğu görüşü Tanrı’ya yasaklarla ve korkuyla değil, ancak aşkla ulaşılabileceği inancını ön plana geçirmiş; böylece aşk, tasavvufun en önemli yanı olmuş ve edebiyatta da en çok bu yönüyle işlenmiş, gönül akıldan önce gelmiştir. Tasavvuf sözcüğünün altında bu kadar derin düşüncelerin bulunabileceği hiç aklıma gelmezdi. Bu yıl Türk edebiyatı dersinde, bu düşüncenin bizim edebiyatımızdaki ilk temsilcisi olan Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inden dörtlüklerinde gördük önce tasavvufu. Sonra asıl beni etkileyen, sıcacık, içten söyleyişiyle saran Yunus Emre’yi okuduk: Yaratılmışı severiz/ Yaradandan ötürü. Ne güzel özetlemişti tasavvufu. Tasavvufun insana verdiği önemi, insan sevgisini anlatır; insan ayrımı yapmamak gerektiğini söyler: “Adımız miskindir bizim Düşmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmayız Kamu âlem birdir bize.”

10


Asıl olanın gönülleri kırmamak olduğunu dile getirir dizelerinde: “Yunus Emre der: Hoca Gerekse var bin Hacca Hepsinden iyice Bir gönüle girmektir.” O, ne bu dünyada ne öbür dünyada vaad edilenleri ister; makamla, ödülle işi olmadığını gördük onun: Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onlar Bana seni gerek seni” 11.yüzyıldan başlayarak yüzyıllar boyu sürdüren tasavvufun Divan edebiyatını da etkilediğini, Divan şairlerimizin hemen hepsinin tasavvufa eğilimleri olduğunu gördük. Bu şairler de tasavvufun sözcüklerinden, terimlerinden yararlanmış, anlayışından etkilenmiş; bazen açık açık bazen sembollerle tasavvufu işlemişler. Bunlardan biri, tasavvuf deyince aslında Yunus’tan önce bu anlayışla “yanmış”, ölüm gününü yeniden doğuş olarak kabul eden Mevlana’dır. -Bana göre onun eserlerini Farsça yazmış olması, yalın halk Türkçesiyle duygularını ifade eden Yunus’tan sonra düşünülmesine yol açmıştır.Ölüm günü, doğum günüydü Mevla’nın; çünkü öldüğü zaman hayatı boyunca özlemiyle yandığı Tanrı’ya kavuşacaktı. Aşk acısının onu olgunlaştırdığını düşünen, bu yüzden “her an aşk acısıyla yanmak” istediğini söyleyen Fuzuli’nin şiirlerinde tasavvufun izlerini bulmak mümkündü. Onun herkesin en azından ad olarak bildiği ünlü aşk öyküsünü anlattığı eseri Leyla ile Mecnun’u İskender Pala’nın yorumuyla okuduk. Bu eserde tasavvuf düşüncesi oldukça yoğundu. Bu eserde dile getirdiği aşk, ıstırap aslında gerçeğe, gerçek aşka (ilahi aşka) ulaşmak için çıkılan yolculuk ve bu yolculuk süresince içinde var olan aracı bir aşktır. - Tasavvufta, maddi aşk, ilahi aşka giden yolda bir basamak, bir mertebe olarak kabul edilir.- Aşkından deliren Mecnun sevdiğinden, Leyla’sından uzak düşünce; çölde her yerde onu görmeye başlar. Orada yalnız kaldığında gönlüne gider ve anlar ki güzellik her yerde var ve çölde Leyla’yla karşılaşınca onu reddeder; çünkü Leyla onu gerçek aşka (ilahi aşka) ulaştırmıştır. Bu yazıda neden tasavvufu ele aldım? Artık akşamları televizyon izlemekten, haber dinlemekten korkar oldum. İnsanların birbirinden bu kadar nefret ettiği; hırsın, maddiyatın her şeyin önüne geçtiği; eşitliğin, saygının kalmadığı, insanların acı içinde, mutsuzlukla sürüklendiği bir dünyada tasavvufun “hoşgörü” öğretisine nasıl ihtiyaç duyulduğunu hissettim. Yazdıklarıyla her dinden ve milletten insanın kalbine sıcacık dokunan, evrensel bir sevgiyi dile getiren ve bunu görebilen UNESCO’nun 1991 yılını “Yunus Emre Sevgi Yılı” ilan ettiği bu felsefenin özünü, güzelliğini yeniden hatırlatmak istedim. Karşılarına geçip yüzyıllar öncesinden Yunus’un dizelerini söylemek istedim: Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil…

11


Ve 2007’de “Mevlana Dostluk ve Hoşgörü Yılı” ilan ettiğinde tüm dünyanın uluslar arası sevgi, hümanizm ve küresellik sloganı olarak kabul ettiği: “Gel, Gel, ne olursan ol, gel! İster kâfir ol, ister ateşe tapan ol, ister puta Yine gel! İster yüz kere tövbe etmiş ol İster yüz kere bozmuş ol tövbeni Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir Gel ne olursan ol yine gel!”

çağrısıyla dil, din, ırk, milliyet ayırmadan insanoğluna seslenmeyi başaran Mevlana; sekiz yüz yıl öncesinden bu sevgisiz ve karanlık günlerde bizlere bir yol haritası olsa yeniden!

12


AŞIK EDEBİYATI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME “Hayatın sınırlarını tanımayan edebiyat, sınıflandırılabilir mi?” diye sormuştum kendime bu seneye başlarken. Diğer arkadaşlarım gibi ben de bunun cevabını bu yıl Türk edebiyatı dersinde aldım. Türk edebiyatının, İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslamiyet Etkisindeki Türk Edebiyatı ve Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olmak üzere üç ana başlığa ayrıldığını öğrendik. Bu ayrımda din, kültür ve sosyal değişim- etkileşim, göç vb olguların, olayların etkili oluğunu gördük. Ben bu yazımda sizlerle Aşık edebiyatıyla ilgili değerlendirmemi paylaşacağım. Halk edebiyatı, halkı yansıtan bir edebiyattır. Söyleyişlerin özünde, halkın duyuş ve düşünüş özellikleri görülür, bunlar halkın diliyle, açık ve anlaşılır olarak yansır eserlere. Saz, Halk edebiyatında oldukça önemlidir; aşıklar şiirlerini saz eşliğinde Elif YURDAKUL 10 A söyler. Bu arada şair değil “aşık”tır onların adı bazen de “ozan”. Onlar aşıktır çünkü sevgiliye aşıktırlar, doğaya aşıktırlar, doğruya, hak olana aşıktırlar… Şiirleri insana dönüktür ve özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirlerinin bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Öyle diğer şairler gibi masa başına oturup “ilham” beklemezler. Doğaçlamadır ürünleri; düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktalar yaşanmışlıklardır. Bu konuda Halk edebiyatının en büyük aşığı Karacaoğlan’ın eline kimse su dökemez. Okur-yazar bile olmayan bu usta, diğer halk şairlerini etkilemiş, eserleri bugün dahi - özellikle “Anadolu rock” akımı müzisyenleri tarafından – dillerde söylenmektedir. Ona göre kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değil; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir. İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine… Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken kimine suya giderken kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile “eylenmez”, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Şiirinde sevmek ve sevişmek olgusuyla erotizm yansır. Kanlı-canlı sevgililer, onları ele alışı, sevgiye ve kadına bakış açısı, Halk şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Güzellerin betimlenmesi, onlara kavuşamamanın acısı, Anadolu’nun yanık, aşık sesi Karacaoğlan’ın güzellemelerinde en güzel ifadesini bulur. Doğayla iç içedir bu betimlemeler; aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir ve aynı zamanda halkın değer yargıları, güzellik anlayışını da yansıtır. Benim yârim gelişinden bellidir Ak elleri deste deste güllüdür İbrişim kuşaklı ince bellidir İnce bellerimi sar dedi bana” Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. “Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm Halk edebiyatının tüm şairleri aşkla, güzellerle, doğayla sarhoş mudur? Elbette hayır. Anadolu halkının çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri de yansır şiirlere. Bu konuda Köroğlu’nun Bolu Beyi ile olan mücadelesi efsaneleşmiştir. Babasına yapılan haksızlığa isyan edip Bolu Beyi’ne karşı çıkan, Bolu Dağı’na çıkarak Bolu Beyi’ne savaş açan destan kahramanı-ozan Köroğlu epik şiirleriyle halkın isyankâr sesi olmuştur: 13


Benden selam olsun Bolu Beyi’ne Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır Ok gıcırtısından kalkan sesinden Dağlar seda verip seslenmelidir Düşman geldi bölük bölük dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu Eğri kılıç kında paslanmalıdır Şimdi kim söyleyebilir ki Türklerin Robin Hood’u yok diye? Aynı dönemde Sivas’ta yaşamış, hem aşık hem tekke edebiyatı şiirleriyle tanınan, Bektaşi- Alevi şairlerin piri olan ve Hızır Paşa tarafından öldürülen Pir Sultan Abdal’ın isyanı hâlâ her Bektaşi- Alevinin hatırasında canlı bir şekilde yaşıyor. “Hızır Paşa bizi berdar etmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim Siyaset günleri gelip yetmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim...” “Allahı seversen kâtip böyle yaz Dün ü gün ol Şah’a eylerim niyaz Umarım yıkılır şu kanlı Sivas Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz Sivas illerinde sazım çalınır Çamlı beller bölük bölük bölünür Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz Münafıkın her dediği oluyor Gül benzimiz sararuban soluyor Gidi Mervan sâd oluban gülüyor Kâtip ahvalimi şah’a böyle yaz.” Dadaloğlu, 19. yy’da yiğitçe, mertçe söylediği koçaklamalarıyla, varsağılarıyla Köroğlu’nun Varsak Türkleri’ndeki karşılığıdır. Burada yaşayan göçebelerin yerleşik düzene geçmeleri fermanı geldiğinde isyan eden halkın duygularını dile getirdiği koçaklama bugün de dillerdedir: “Kalktı göç eyledi Avşar elleri Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir Belimizde kılıcımız Kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın, dağlar bizimdir Dadaloğlu´m birgün kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koçyiğitler yere serilir Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.” 14


Belki de Aşık edebiyatının son büyük ismidir körlüğü ve sazıyla simgeleşmiş Aşık Veysel. Kör olmasına rağmen doğaya, insana, olaylara “gönül gözüyle” bakmış ve hayatta kimsenin göremediğini görmüş, bunları evrensel nitelik taşıyan şiirlerine yansıtmıştır. “Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece…” gibi “Güzelliğin on pare etmez / Bu bendeki aşk olmasa Güzelliğin on para etmez/ Eğlenecek yer bulaman/ Gönlümdeki köşk olmasa.” gibi bugün de dillerden düşmeyen dizeleri Aşık Veysel’in değerini ortaya koymaktadır. Doğaya, toprağa bakışı, halkın değer yargılarını yansıtması, dünyayı, gidişatı eleştirmesi onun çok yönlü, bilinçli, duyarlı bir ozan olduğunun göstergesidir. “Kürt’ü Türk’ü ve Çerkes’i Hep Adem’in oğlu kızı Beraberce şehit gazi Yanlış var mı ve neresi? Kuran’a bak İncil’e bak Dört kitabın dördü de Hak Hakir görüp ırk ayırmak Hakikatte yüz karası” “Devri Cumhuriyet asrı yirmi Uyan bu gafletten uyuma yurttaş Dünya ayaklanmış aya gidiyor Uyan bu gafletten uyuma yurttaş Zarara gelmez sana kaçınma sazdan Günahın korkusu çıkmıyor bizden Vazgeç demiyorum sana namazdan Uyan bu gafletten uyuma yurttaş” Halk edebiyatının ürünleri yaşanmışlıkları, yaşamı yansıtır. Bu yıl Aşık edebiyatını öğrenirken halkın içinden çıkan bu aşıkların şiirleriyle Anadolu’nun kültürünü de tanımış olduk. Sözlerimi bitirirken onların duyarlılıklarına, söyleyişlerine hayran kaldığımı söylemek isterim. Yüreklerine, dillerine sağlık...

GEÇMİŞTEN BUGÜNE AŞIKLIK GELENEĞİ

15


E Mehmet Emir MEMMİ 11 A

EDEBİYAT VE GENÇLİK HAKKINDA BAZI GERÇEKLER

debiyat deyince toplum olarak ne düşünürüz? Kolay anlaşılamayacak, süslü, halktan ve genelden uzak - özellikle edebiyatı kronolojik olarak gören ve öğrenmeye zorlanan öğrenciler için - doğuştan yeteneklilerin uğraşı olan bir iştir. Nef’ilerden, Fuzuli’lere, Nedim’lerden Namık Kemal’lere, yorumlanması ve anlaşılması güç ve ‘Onca iş varken bunu mu yapmış?’ sorularına karşı yine sabırlı ve sakin kalarak cevap veren bir uğraştır edebiyat. Bu yanlış anlaşılmanın ve alaycı yaklaşımların temelinde halka zorla benimsetme ve bir jakoben deyiş olan ‘Halk için, halka rağmen’i benimseme yatar.

18.yy ortalarına kadar kesin ve net bir “Divan”cılığın yaşandığı ve edebiyatın elit işi, saray işi olarak görüldüğü bir toplumda, altı yüzyıla yakın bir süre boyunca alışılagelmiş yazın anlayışı, yerini halkın dahil ve müdahil olduğu bir edebiyat oluşturma çalışmalarına ancak tam anlamıyla 1915’li yıllarda bırakmıştır. (Bu durum halkın altı-yedi yüzyıl boyunca edebiyat yapmadığını da göstermez ki eğer böyle dersem Karac’oğlan, Pir Sultan, Yunus Emre beni rahat bırakmaz…) - Bu arada o dönemde halkın anlamadığı, benimsemediği bu geleneğin oluşturduğu eserler, sanatçılar 10. sınıf boyunca Türk edebiyatı dersinin temelini oluşturmakta ve bu yaşlardaki bizlerden bunu anlamamız, hatta sevmemiz beklenmektedir!...- Halktan uzak bir edebiyat biraz yavan kalır gözümde, güzel ama yavan. Öyle pamuk prenses hikâyelerini, mükemmel aşk gibi gerçeklikten uzak ve ağdalı pembe dünyaları; acı içinde, ulaşılamayan aşklar gibi soyut anlatıları sevmem; suni bulurum çünkü onları… “İki koldan gelişen bu edebiyatı aydınıyla halkıyla birleştirecek yani edebiyatı ‘halka indirecek’ çalışmalar faydalı oldu mu?” derseniz “Yok, olamadı” derim. 1879’da ilk kez Halk ve Divan edebiyatındaki aydın halk ayrımını kaldırıp bir potada birleştirmeye çalışan Tanzimatçılar, Divan dil ve biçimiyle halka inmeye çalıştılar, başaramadılar. 1911’de Genç Kalemler ile ortaya çıkan Milli edebiyatçılar “Basit yazalım.” dediler, “Türkçe yazalım.” dediler, milli duyguları coşturmaktan başka bir şey yapamadılar, sanatsal bir eser oluşturamadılar. - Milli Eğitim Müfredatı Türk edebiyatındaki bu değişimleri, gelişmeleri(!) biz okul gençliğine 9-11. sınıflar arasında “öğretme”yi amaçlıyor. Sanatın ve sanatsal uğraşların yaptırıma dönüştürülmesi ne yazık ki sanata karşı toplumsal bir iticiliğin oluşmasına neden olur. Okullarda çoğu öğrencinin “okuma” algısına uymayan, “edebiyat öğrenme” isteğine ters gelen, son derece yoğun ve anlamak, yorumlamak için geniş zaman gerektiren bir dersin isteğe bağlı olması taraftarıyım. Sonuçta Einstein’ın bir sözünü hatırlatmak isterim ki eğer siz bir balığa “Git ağaca tırman, sonra da bana aşağıda ne gördüğünü anlat.” derseniz o da sizi ve manzarayı alaya alacaktır. Eh şimdiki durum da pek farklı değil sanırım. Lise çağındaki 1418 yaşındaki gençlerin edebiyata yaklaşımı pek de olumlu değil anlayacağınız. Bu da gerçekten okumaktan, okuduğu eserlerle yepyeni dünyalar kurmaktan zevk alan “okur” gençleri dahi edebiyattan soğutmaktadır. “Edebiyat” demek, sanat yapmak, anlaşılmaz bir dille eser oluşturmak ve bu eserleri biz gençlere “edebiyat” diye anlatmak olunca “edebiyat” sözcüğü” alaycı bir yaklaşıma bile dönüşüyor ne yazık ki: edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak… Peki, bu durum kimin suçu? Atatürk bile demiyor mu “Efendiler... Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız.” Oysa bugünkü eğitim sisteminde edebiyat eğitiminde gencecik bireylerden kendi zamanında bile halkın anlayamadığı yüksek bir edebiyat sanatını anlamasını, bir nevi sanatçı olmasını bekliyorsunuz. Yanlış anlaşılmanın okumaya, edebiyatla ilgilenmeye karşı değiliz; ama yapılmak istenen “okur gençler”, “okur toplum” oluşturmaksa temelinde yanlış uygulamalar yatıyor yine... Biz lise gençlerinin Divan’dı, Servet-i Fünun’du, çok yalın ama –özellikle şiir olarak- biraz yavan Milli edebiyat’tı yerine daha ilgiyle, istekle okuyabileceği eserlerin olduğu edebiyat eserleri Milli Eğitim Müfredatı’nda yok mu? Var, var. Nerede? 12. sınıfta!... Hani şu hayatımızın akışını belirleyecek YGS, LYS gibi engelleri atlamak için ter dökeceğimiz, geçmiş 3 yılın tekrarını yapmamız gereken o meşhur yılda?

16


Kendimi biraz şanslı görüyorum aslında. Terakki’de edebiyat dersleri her ne kadar Milli Eğitim Müfredatı’yla paralel gitse de bu konulara ek olarak okuduğumuz kitaplarla okuma zevkime, kültürüme bir şeyler kattım. Ama kaç okul bunu yapıyor? Ya da bu yoğun müfredatla boğuşulmasa, okullarda daha fazla okuma, inceleme, yorumlama yapılamaz mı? Bir yerlerde yanlışlık var galiba!... Edebiyat öğretimi- eğitimi biz gençlerin yaşına, eğilimlerine, isteklerine pek paralel değil mi acaba? Bu oldukça önemli çünkü edebiyat eğitimi “okuma alışkanlığı” ile paraleldir. Gençken böyle önyargı oluşturacak bir edebiyat eğitimi gören gençler edebiyatla, okumayla ilgili ne düşünür ki? Ondan sonra dövünün durun “Türkiye’de kitap okunmuyor!” diye… Sizlerle bu konudaki bazı sayısal verileri paylaşmak istiyorum: OKUMA YÜZDELERİNDEN ÖRNEKLER Türkiye’de kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. » Japonya’da toplumun % 14’ü, » Amerika’da %12’ si, » İngiltere ve Fransa’da % 21’i düzenli kitap okur iken, » Türkiye’de durum % 0, 01 yani on binde bir. » Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan’da kitap ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye’de bu rakam 2000- 3000 civarındadır. » Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Rapor’unda kitap okuma oranında Türkiye, Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu 173 ülke arasında 86. sıradadır. BİR YILDA KİŞİ BAŞINA OKUMA SAYILARI: » Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor » Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor. » Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor » Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 bir kitap düşüyor. Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi Bu kadar veriden sonra edebiyat eğitimin tekrar sorgulanması gerekiyor, derim…

17


Ö

EDEBİYATLA ZENGİNLEŞMEK

ncelikli sizlere kendimi tanıtayım. Ben on bir yıl boyunca eğitim-öğretim hayatını Terakki’de devam ettiren 11.sınıf öğrencisi bir gencim, sizlere bu yazımda lise hayatım boyunca okuma kültürüme kattığım yeni kitaplardan ve bu kitapların biz öğrencilere kazandırdıklarından bahsetmek istiyorum. Okuma kültürü her yaştan bireyin sahip olması gereken bir olgudur. Bizler eğitimle birlikte bize bu kültürü veren Terakki çatısı altında edebiyat derslerinde okuduğumuz kitaplarla okuma kültürümüzü ve buna bağlı olarak da kendimizi geliştiririz. Okuduklarımızı inceler, yorumlarken, hem görünenle hem alt okumalarla verileni değerlendir, bunları düşüncelerimize, duygularımıza, yaşantımıza yansıtırız. Peki, bunu ne sıklıkla yaparız? Terakkililer için her zaman.

Okulumuzun Edebiyat Bölümü tarafından her yıl için ayrı ayrı okuma kitaplarımız belirlenir ve hazırlanan programlarla yıl içinde bu kitapların okuma planları yapılır. Oluşturulan listelerdeki kitaplar sınıflarda işlenen konularla paralel olarak incelenir, değerlendirilir. Her okuma farklı tatlar bırakır bizlerde. Ertuğrul KIYICI 11 A

Sizlere, yapılan değerlendirmelerden birkaçından geçmişe giderek bahsetmek isterim. 9. sınıftayken edebiyat kitap listemizde yer alan, etkileyici bir eserden söz edeceğim önce: Dönüşüm” Detaylı, alt okumalar yaparak başka kapılar aralayan bir eser oldu benim için. Yazarı Franz Kafka’nın yaşadığı dönemin sosyal, ekonomik açıdan bir eleştirisi ve bu dönem içinde yer alan orta sınıftaki bir bireyin içine düştüğü değişim ve arada kalmışlığın bir yansımasıdır bu eser. Bireyin her zaman ihtiyacı olan ailesiyle, toplumla iletişiminin kopması, geçmişinden uzaklaşması, geleceğinden umutsuzluğu, monotonlaşan çalışma ve günlük yaşamı, bunların beraberinde kişiliğinin ve hatta fiziksel değişimi ele alınmaktadır. Yazar bu bireyi bizlere bir yabancı olarak tanıtır. Hissettiği yalnızlığın ve değişimin içine bizleri de sürükler ve bu sayede dönemin toplumunun karakteristiğini de okura yansıtmış olur. Ele aldığı konunun evrensel olması sebebiyle bugün bile okunurluğunu kaybetmeyen bu eserle tanışmak, şu anda içinde bulunduğumuz dünyayı, gidişatını, bizlere etkisini sorgulamamı sağladı: “Biz de aynı şeyleri yaşıyoruz; aynı monoton, aslında iletişim çağında ama gerçek iletişimden uzak. Acaba bir sabah kalktığımızda biz de ‘görünen bir değişim’ geçirmiş olur muyuz? 10.sınıfta kitap listemde yer alan “Mahmud ile Yezida” beni etkileyen eserlerden biriydi. Murathan Mungan’ın kaleme aldığı bu oyun töreleri ve törelerin insan hayatını nasıl etkilediğini anlamamıza hizmet ederken Yezidi inanışlarına dair pek çok bilgi sahibi olmamızı da sağlıyor Ele alınan Yezidi toplumunun diğer bölge toplumlarıyla da olan ilişkilerinin anlatılması ve yaşanan kültür çatışmaları olaya bireysel açıdan farklı olarak genel bir yaklaşımla bakıldığını göstermektedir. Gelenek ve göreneklerce sınırlandırılan Yezidi halkından genç bir kızın, Müslüman Türk toplumundan bir erkek tarafından sevilmesi ve aralarında doğan aşk beraberinde her ikisinin de kendi toplumlarıyla ama aslında kültürleriyle çatışması anlamına gelmektedir. Oluşan bu sevgi bağı her ikisinin de bu aşk uğruna canlarını vermelerine neden olsa da ikisi de bu yolda vazgeçmeyi tercih etmeyen azimli ve güçlü karakterlerdir. Eserde bireyin kendi toplumu tarafından başka kültürden birini sevmesi yüzünden öldürülmesinin ele alınmış olması kültür çatışmalarına gelen bir eleştiridir, bir anlamda. Yazar, hiçbir ırka, dine, toprağa ait olamamış Yezidilerin aslında dışlanmış olan hikayesini sunuyor bize oyunda ve bunu yaparken de geleneklerinin bir o kadar da kendine özgü oluşunu hissettiriyor, Yezidi mitlerini anlamamıza yardımcı oluyor. Bir şeye ait olamamanın sonucu, kendi yazgısını kendisi çizen bir yolu seçen halkın, çember/daire meselesi üzerinden, bütün tarihini anlatıyor bize adeta. Bu mitolojik malzeme, oyunun iletisine öyle iyi uymuş ki yasak bir aşk üzerinden, hem toplumsal baskıyı; hem ağalık sisteminin işleyişini; hem de çaresizliği, sadakati anlamamıza yardımcı oluyor.

18


Çünkü kendi dünyamızda her gün bu şekildeki aşk hikayesine rastladığımızı, daha önceden onlarca Havvas Ağa ile tanıştığımızı, bizi anlamayacağını bildiğimiz için iletişim kurmayı reddettiğimiz annemizi Eyşan Ana görüntüsünde hatırlatıyor bize. O zaman anlıyoruz ki hayatta yaşanan her şey aynıdır; biçimler, tarihler ve kişilerin adları farklıdır yalnızca. Eseri okuduktan sonra edebiyat öğretmenimizle yaptığımız çalışma sayesinde benim gibi birçok arkadaşım da “kendi çemberi”ni sorguladı. Son olarak da bu yılın ilk döneminde okuduğumuz Ahmet Altan’ın eseri “Kılıç Yarası Gibi” ‘den bahsetmek isterim. Son zamanlarda okuduğum değerli eserlerden birisi diyebilirim sizlere. Tarihe değişik bir bakış açısıyla bakan; insanı, insan ilişkilerini, duygularını ve aşkı derinlemesine işleyen, yoğun içerikli bir romandı bu. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, Ermenilerin Osmanlı bankasını basmaları ve romanın başkişilerinden Şeyh Efendi’nin düğünüyle başlayan roman, yirminci yüzyıl başındaki Osmanlı döneminin tarihini, tarihsel kişilerini, siyasal ve askeri gelişmelerini fon alırken bir yandan Şeyh Efendinin, öte yandan saray erkânından Reşit Paşa’nın ailesinin renkli ve gizemli bir biçimde birbirine bağlı yaşamlarını ele alıyor. Yazar, yakın tarihimizin gölgede kalmış pek çok olayına ışık tutarken kendi oluşturduğu roman kurgusu içinde aslında dönemin gerçeklerini iç içe yoğurarak veriyor. Tarihi roman ve asıl anlatıcı Osman’a geçmişten gelen hayalet olay kahramanı anlatıcılarla fantastik roman tadı arasında bir yerde bulduğum eser, bu yönüyle beni gerçekten etkileyen, okurken Osmanlı’nın son günlerinde yaşatan bir roman oldu. Kendimi bazen Abdülhamit’in jurnallerinden biri beni izliyor diye düşünürken buldum… Sizlere kısa değerlendirmelerini ve bendeki etkilerini anlattığım eserler dışında okuduğunuz tüm eserlerden her birimiz farklı şeyler aldık. Bizleri; hayatı anlamaya onu değerlendirmeye, geçmişe bugüne ve geleceğe farklı bakış açıları ile bakmaya iten, düşüncelerimizi, duygularımızı zenginleştiren vazgeçilmez bir olgudur, edebiyat. Okuduğunuz her kitapla yeni zenginlikler kazanmanız dileğiyle…

Terakki’de Bu Yıla Kadar Okuduklarımdan Seçmeler

19


N

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ

obel Edebiyat Ödülü, edebiyat dünyasının en prestijli ödülü olarak kabul edilebilir. Belki de bir yazarın yazın hayatının zirvesi, sahnede Nobel ödülünü elleri arasında tuttuğu andır. Kısaca her yıl sadece bir kişiye verilen oldukça havalı bir ödüldür. Yüzlerce yazar ve binlerce kitap arasından sadece bir tek kişi seçilir.

Bu önemli kararı İsveç Akademisi alır. ‘’Peki, bu akademiyi kim kurdu? Nerden çıktı bu insanlar? Onlar kim ki en iyiyi seçme hakkına sahipler ve seçimleri bu denli önemseniyor?’’ Diye sorabilirsiniz. Haklısınız da, kısaca şöyle açıklayalım; İsveç Akademisi, Fransız Akademisi’ni örnek alan Kral III. Gustav tarafından 1786’da kuruldu. 5 kişiden oluşan bu akademinin işi oldukça zordur. 200 isimden oluşan aday listesini 20 kişiye düşürmek ve bir kişide karar kılmak zorundadırlar. Belki de bu kadar stresli bir işe kimsenin uzun süre dayanamayacağındandır akademide ki kişiler her 3 senede bir değişir. Bu kişiler en Didem KAPLAN 11F az 10 dil bilmek zorundadır. Nobel Ödülü ise Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine yine onun kurduğu bir dernek tarafından verilir. Amacı, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmektir. Ödül töreni geleneksel olarak Stockholm da, Alfred Nobel’in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık tarihinde yapılır. Nobel’in vasiyeti üzerine 1901 yılında ödül dağıtımına başlandı. Vasiyetinde tam olarak şu cümle geçmektedir. ‘’ Ardımda bıraktıklarımla bir fon oluşturulacak, bu fonun geliri her yıl insanlığa en büyük hizmeti yapan kişilere dağıtılacaktır.’’ Fonun geliri Kimya, Fizik, Tıp, Edebiyat, Milletlerarası barış olmak üzere beş ana bölüme ayrılmıştır. Vasiyet şu şekilde devam eder ‘’ Edebiyat ve barış konusundaki mükâfatlar İsveç Akademisi tarafından seçilen beş kişilik bir heyet tarafından değerlendirilecektir. En büyük ve kesin arzum ödül dağıtımında kesinlikle milliyet ayrımı yapılmamasıdır.’’ Diyelim ki bir yazarsınız ve 200 adaydan biri olarak listeye girdiniz. Ödüle ulaşabilmeniz için romanınızın ne gibi özellikleri olmalı? Elbette ki bazı kriterler var. Bu denli önemli bir kararın, heyetteki insanların kişisel zevklerine ve edebiyat anlayışlarına bırakılacağını düşünmemişsinizdir umarım. Alfred Nobel’in vasiyetnamesinde iki kriterden söz edilir. Bunlardan biri üzerinde hala anlaşmaya varılamamıştır. Pek çok kişi yeterince açık bir kriter olmadığını düşünür ve aslında bakarsanız haklılardır da çünkü ilk kriter ‘’İdealist çizgide en iyi yazana’’ şeklindedir. Ancak ‘’idealist’’ kelimesi sizde takdir edersiniz ki yorumlamalara açık bir kelimedir. ‘’İdealist’’ derken neden bahsedildiği yeterince açık değildir. İkinci kriter ise oldukça anlaşılırdır ve uygulaması kolaydır: “Adayların ulusal kimliğine bakılmamalı.’’ İnsanların ne kadar önyargılı olduğu düşünülürse bu kriterin gerekliliği daha kolay anlaşılabilir. Bunların dışında ise edebiyatta yenilik, çıtayı yükseltme, dili zenginleştirme, kalıcılık ve en önemlisi evrensel olma gibi kriterlerden söz edilir. Bu kriterle uyduğu düşünülen ve ödülü ilk kucaklayan kişi Fransız şair Sully Prudhomme’dur. Gerekçesi ise akademi tarafından şu şekilde açıklanır:’’Çok nadir bulunan zekâ ve duygusallığın kaliteli kombinasyonu, artistik mükemmelliği ve yüksek idealizmin kanıtları bulunan kendine has şiirsel kompozisyonu nedeniyle bu ödüle layık görülmüştür.’’ En ünlü şiiri ‘’Kırık Vazo”dur’. Eminim şu an şiirini merak etmişsinizdir. Öyleyse birkaç dizesini sizinle paylaşmalıyım: Menekşenin solduğu şu billûrdan vazocuk Yelpazenin ucuyla birdenbire çatladı Hafiften mi, hafiften dokunmuştu fiskecik, Gözle görmek bir yana, ses bile duyulmadı Açılan hafif çatlak gerçi küçük bir şeydi Fakat ince billûru günden güne yiyerek Sinsi bir yürüyüşle boyuna ilerledi Kuşattı her yanını yavaşça kemirerek

20


Bu ödülü ilk alan kadın yazar, Selma Lagerlöf’tür. 1909 yılında bu ödüle layık görülmüştür. Mitlere ve efsanelere karşı özel bir ilgisi olan yazar aynı zamanda çocuk kitapları da yazmaktadır. ‘’Nils Holgersson’un Yabankazlarıyla Maceraları’’ isimli kitabı ‘’Uçan Kaz’’ adıyla ülkemizde çizgi film olarak gösterilmişti. Selma Lagerlöf, modern öykü ve roman yazımcılığının en yetenekli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Her ne kadar yazım hayatları boyunca bu ödülün hayalini kuranlar, her sene heyecan içinde ve ‘’belki bu sefer’’ düşüncesiyle ödülün kendisine verilmesini umut eden binlerce yazar olsa da ödülü kazanıp almayı kabul etmeyenler de vardır. Günümüze kadar ödülü reddederek tüm dünyayı şaşırtan iki yazar vardır. Bunlardan biri Jean Paul Sartre’dır. Ödülü reddedişinin ardından akademiye bir mektup yazmış ve gerekçelerini bildirmiştir. Bu uzun mektubun tamamını sizinle paylaşamayacak olsam da gerekçelerini alıntılar yaparak kısaca özetleyebilirim: “İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sartre 1964 Selma Lagerlöf Nobel‘ diye atmak aynı şey değildir. Bu tutumumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk, ya da edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kâğıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki işte ben bunu istemiyorum. Reddeden bir diğer kişi ise Boris Pasternak’tır. Boris’in reddetme nedenin altında ödülün siyasi amaçlarla dağıtıldığına olan inancı vardır: “Romanımın çerçevesinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil kendi irademle ödülü reddettiğimi belirtirim.’’ şeklinde bir açıklama yaparak ödülü almayacağını bildirmiştir. Ödülü almak için çok ama çok uzun süre bekleyen bir yazar da vardır. Doris Lessing, 88 yaşında ödüle layık görülerek bu ödülü alan en yaşlı yazar olmuştur. Bence insanların neden yazdığına dair en güzel açıklamayı kendisi yapmıştır. “Ben sadece bir öykü anlatıcısıyım. Anlatmaya mecburum... Yazmazken çok mutsuz oluyorum. Yazmaya ihtiyacım var. Yazmak bence bir tür psikolojik dengeleme mekanizması - üstelik bu sadece yazarlar için geçerli değil, herkes için geçerli olabilir. Bence bizler her zaman delilikten sadece bir adım uzaktayız ve bizi dengede tutması için bir şeye ihtiyaç duyuyoruz, bu nedenle yazmaya ihtiyacım var.’’ Nobel ödülü almanın bir yazarın yazın hayatında ulaşabileceği en yüksek nokta olduğunu sizde kabul edersiniz, tabi Sartre ya da Pasternak ile aynı düşünceleri paylaşmıyorsanız. Doris Lessing’in söylediğine göre ödülü aldıktan sonra yazı yazmakta çok zorlanmış. Benzer bir açıklamayı 1954 yılında ödül alan Ernest Hemingway de yapmıştır. ‘’Ben bu ödülü kazandıktan sonra artık yazı yazamıyorum.’’ der. Ülkemizden bu ödüle aday gösterilen ilk kişi Yaşar Kemal’dir. Kitaplarının yurtdışındaki baskısı 140’tan fazla olan, dünyadaki pek çok kişi tarafından tanınan ve inanılmaz eserler ortaya çıkaran bu yazarın aday gösterilmesi sizi şaşırtmamıştır. Ama ödülü kazanamadığını duymak sizi şaşırtabilir. Onun aday gösterildiği yıl ödülü kazanan kişi İvo Andric adlı yazardır. Yazar bu ödülü ‘’Drina Köprüsü’’ isimli eseriyle kazanmıştır. Eserde Balkanlardaki insanların yaşantısını, Osmanlı egemenliği altındaki Balkanları anlatır. Tarafsız anlatımı ve etkileyici betimlemeleriyle dikkat çeker. Tartışılmaz şekilde yeteneklidir. Ancak dikkat çeken bir diğer özelliği ise kitabındaki karakterleri ve ulusun yapısını anlatmadaki başarısının Yaşar Kemal’in kitaplarındaki karakter ve içinde İvo Andric bulunduğu coğrafyanın betimlenmesine olan benzerliğidir. Fikrimce Yaşar Kemal kitabındaki karakterleri ve onların yaşadıkları yerleri aralarındaki etkileşimi anlatmakta çok daha başarılıdır. Bir ulusun düşünce biçimini, yaşantısını ve kalbinden geçenleri en güzel şekilde anlatır. Bu nedenle ödülü alamamış olması oldukça düşündürücüdür ki ben bunu ‘’Drina Köprüsü’’nü okumuş ve okurken gözyaşlarına boğulmuş biri olarak söylüyorum. Akademi nedenini şu şekilde açıklamıştır: ‘’Takip ettiği konuları ve ülkesinin tarihinden seçtiği insan yazgılarını anlattığı yazılarının, güçlü destansı dili için’’ 21


Nobel Edebiyat ödülünü alan ilk Türk, Orhan Pamuk’tur. 2006 yılında bu ödüle layık görülmüştür. Akademinin gerekçesi ‘‘Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulduğu için’’ şeklinde olmuştur. Romanlarında oluşturduğu sağlam kurguyla dikkat çeker. Kimlik değişimleri, doğu-batı kimlikleri, yalnızlık, arayış gibi kavramları inceler. Masumiyet Müzesi adlı eserini mutlaka duymuşsunuzdur. Piyasaya çıktığı ilk üç günde en çok satanlar listesine yerleşen bu kitap yazarın en meşhur kitaplarından biridir. Umarım Orhan Pamuk’tan sonra da pek çok Türk yazar bu ödüle layık görülür ve bana sorarsanız dilimizin zenginliği ve topraklarımızdaki kültürel birikim sayesinde ülkemizden daha nice yazar bu ödülü almaya layıktır.

SON ON YIL NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2002 Imre Kertész Macaristan Tarihin barbar keyfiliğine karşı bireyin kırılgan deneyimini anlattığı için

2007 Doris Lessing Birleşik Krallık Parçalanmış bir uygarlığı şüphecilik, tutku ve hayal gücüyle ele alan kadın hareketini destansı bir dille anlattığı için

2003 John Maxwell Coetzee Güney Afrika Analitik zeka ve verimli diyaloglarla yabancılaşmayı anlattığı için

2008 J.M.G. Le Clézio Fransa Mauritius Mevcut medeniyet altında ve ötesinde insanlığın kaşifi, duygusal coşkunun ve şiirsel maceranın, yeni ayrılıkların yazarlığıyla

2004 Elfriede Jelinek Avusturya Romanlarındaki seslerin müzikal ahengi ve oyunlarındaki sıra dışı dilsel coşkunlukla toplumun klişelerinin saçmalığını gözler önüne sermesindeki ustalık için

olduğu için

2005 Harold Pinter Birleşik Krallık Günlük keşmekeş içindeki uçurumları gözler önüne seren ve zulmün kapalı odalarını açılmaya zorlayan bir yazar

2006 Orhan Pamuk Türkiye Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulduğu için

22

2009 Herta Müller Almanya Şiirin yoğunluğu ve nesrin samimiyeti ile yoksulların dünyasını tasviriyle

2010 Mario Vargas Llosa Peru İspanya Kişisel direniş, başkaldırı ve yenilginin keskin resmini ve güç yapılarının şemasını çizdiği için

2011 Tomas Tranströmer İsveç “YoğYoğun, şeffaf tasvirleriyle gerçekliğe taze bir giriş sunduğu için


ŞİİRLERE UYGUN FOTOĞRAF ÇEKTİK

23


24


G

İSTANBUL’UN DEĞİŞEN YÜZÜ

eçen gün kitabevinde bir kitap ararken İstanbul ile ilgili kitapların olduğu bir bölüm dikkatimi çekti. O tarafa yöneldim. “İsim İsim İstanbul” adlı bir kitabı elime aldım, arka sayfasını çevirdim, tanıtım yazısını okudum: İstanbul’u daha iyi tanımak isteyen herkes için bir başucu kitabı: İsim İsim İstanbul. İki kıtaya omuzlarını yaslamış, binlerce yıllık zengin tarihi her köşesine sinmiş İstanbul’u isimleriyle keşfetmek için hazine değerinde bir fırsat: “İsim İsim İstanbul”... Yanında yine aynı yazarın diğer kitabı: Ne demek İstanbul; Bebek, niye Bebek? Merakla arka kapaktaki yazıyı okudum:

“Başka başka kaynaklarda, Milattan 657 veya 658 yıl önce kurulduğu belirtilen İstanbul’un bu tarihler dikkate alınarak yapılan hesaplamayla bu kitabın yayımlandığı yıl 2660 Emirhan ÇAKMAK 11 C yaşında bir yerleşim olduğu ortaya çıkar. Bunca zaman içinde, resmi ve gayri resmi birçok ad verilmiştir bu yerleşime. İlk adı ise, ‘Byzas’tır. Peki şimdi kullanılan adını nasıl almıştır? Ayrıca, “Ne demek İstanbul”? Yalnız yerleşimin adı değil, yerleşimdeki birçok semtin, mahallenin, caddenin, sokağın, yapının vb. adları nereden geliyor? Bu kitap İstanbul’daki semt, mahalle, yer, yapı, meydan adlarının nasıl oluştuğunu ve bu adların anlamlarını açıklama amaçlı. Yazarın çeşitli kaynakları tarayarak derlediği açıklamalar, varsa söylenceleriyle birlikte aktarılıyor.” Kitapların yazarı ODTÜ Mimarlık Fakültesi Endüstri Tasarımı Bölümünde öğretim görevlisi olan mimar ve ödüllü yazar Önder Şenyapılı. Bu kitaplara göz atarken benim bile bu kadar kısa zamanda tanık olduğum İstanbul’un büyük ve hızlı değişimini düşünürken buldum kendimi. Tarih merakım kamçılandı yine ve araştırma yapamaya, sonra da bununla ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Byzantion, Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis, Kostantiniyye, İslambol bunlar İstanbul’u anlatmak için seçilmiş ve ona ad olmuş mana dolu kelimeler. İsimler kalıcı olamadı ama kültürüyle, insanıyla olumlu ya da olumsuz değişen yüzüyle İstanbul kalıcı olacaktır. Değişim ve yeniden biçimlenme, insanlıkla hatta toz bulutundan biçimlenen dünyayla başlayan ve sürekli olarak devam eden zamanla birlikte var olacak bir olgu. Şehir olarak İstanbul’un değişimi de dünyanın değişimiyle paralel olarak var olan ve var olacak bir gerçekliktir. İstanbul’un değişim sürecini ulaşımla bağdaştırmanın doğru olduğu kanaatindeyim. 1950 yılından başlayarak karayollarına önem veren politikalar ulaşımın ve yapılacak yatırımın gelişmesini sağlamıştır. Ulaşımın gelişmesiyle ve buna bağlı olarak yapılan yatırımlar tabii ki istihdamı arttırmış, İstanbul ’’ taşı toprağı altın’’ olan bir kente dönüşmüştür. Nihayetinde 1950’lerde bir buçuk milyon olan nüfus bugün 14 milyonu bulmaktadır. İstanbul’un değişimini anlatmak hak veririsiniz ki kolay değil o yüzden bazı semtlerin değişimini anlatmak kısmen yeterli olacaktır. İlk aklıma gelen semtlerden biri Laleli. Şimdilerde özellikle tekstil ve konfeksiyon ağırlıklı dükkanlardan geçilmeyen Laleli; eskilerde tek tük dükkan bulundururdu, ikametgah ağırlıklı bir semt idi. Bugünlerde Laleli özellikle Rusya’ya yapılan tekstil ürünleri ihracatını gerçekleştiren firmaların üretimlerini yaptığı semttir.

25


Günümüzde en kalabalık ilçelerden olan Ümraniye’nin çok değil, 60 yıl önce adı ‘Ormaniye’ydi ve burası 1960’a kadar sadece bir köy idi. Organize Sanayi Bölgesi ilan edilmesinin ardından yoğun göç almıştır ve bugün İstanbul’un en kalabalık ikinci ilçesidir.

Ümraniye 1960

Ümraniye 2012

İstanbul’un değişimiyle ilgili güzel bir örnek te kuşkusuz Adalar’dır. Adalar, İstanbul›un Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Sedefadası, Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası ve Tavşan Adası adlı 9 adadan oluşan ilçesidir. Adalar›da yaşayan azınlık nüfusunun çeşitli toplumsal, siyasi olayların sonucunda dönem dönem buradan ayrılması, yerleşim alanlarının az olması ve yeni yapılaşmaya sınırlı olanak tanınması gibi nedenlerle nüfusu azalmış, aynı zamanda ilçe, toplumsal ve kültürel yapısıyla da değişime uğramıştır. Özellikle 1950›den günümüze kadar Adalar›da sürekli oturan nüfus azalırken yörenin etnik ve sosyal yapısı da değişmiştir. Yahudi ve Hıristiyan, özellikle de Rum ve Ermeni nüfusta çok büyük azalma olurken, Müslüman nüfus büyük bir artış göstermiştir.

Başka bir örnek de Kadıköy… 1950’lerde iki yanında sanayi tesislerinin kurulmaya başladığı E-5 Karayolu’nun çevresinde gecekondu mahalleleri oluştu. Özellikle Pendik-Kartal gibi yerlerin sanayi alanı oluşuna izin veren düzenlemelerle Kadıköy iç göçe uğradı ve nüfusu hızla arttı. 1965’te Kat Mülkiyeti Kanunu’nun çıkarılması, 1972’de de imar planının yapılması bu kesimde yoğun bir apartmanlaşma faaliyetine yol açtı. Bağdat Caddesi ve demiryolunun iki tarafındaki köşk ve villaların yemyeşil birer park görünümündeki bahçeleri apartman arsalarına dönüştü. 1973’te Boğaziçi Köprüsü’nün açılması, kentin iki yakası arasındaki ilişkiyi güçlendirerek nüfus dengesinde Kadıköy’ün ağırlık kazanmasına yol açtı. İstanbul kentinin iki yakası arasındaki ulaşımı kolaylaştırınca Kadıköy‘de yeni yerleşime açılan alanlarda yapılan, seyrek düzenli apartmanlarda oturmak çekici hale geldi. 1984’ten sonra Kadıköy-Pendik arasında açılan sahil yolu, kıyı kesimindeki son boş alanların da tükenmesine yol açtı.

26


12 Eylül Hukuku’nun hak ve özgürlükleri sınırlayıcı etkisinden Türkiye, Turgut Özal’la birlikte yavaş yavaş kurtulmaya başlamış, ekonomik, toplumsal, sanatsal ve siyasal anlamda özgürlükler genişlemiş ve yatırım olanakları artmış, İstanbul’un çehresi ise değişmeye yeniden başlamıştır. Akmerkez’in hayata geçmesiyle AVM çağı başlamış ve rezidans kültürü gelişmiştir. İstanbul’da özellikle Maslak ve Levent’te tek tek gökdelenlerin yükselmesi İstanbul’un çehresini bir daha değiştirmiş ve bir finans merkezi olmasını sağlamıştır. Günümüzde İstanbul ‘un hemen hemen her semtinde en az bir AVM nin oluşu, toplu konut anlayışının gelişmeye başlaması İstanbul’da daha nice değişimlerin olacağının açık habercisidir. İstanbul’un değişimini tanımaya çalışmanın belki de en kolay yolu da dilimize bakmak olabilir. Çok değil, annelerimizin babalarımızın zamanında kullanılan ‘apartman aocuğu’ söylemine bakılırsa ne demek istediğim anlaşılabilir. Bu söylem, bundan yaklaşık 40 yıl önce apartmanda oturan, maddi açıdan hali vakti yerinde, biraz da kırılgan çocukları ifade ederdi. Artık böyle bir söylemin bizim tarafımızdan kullanılmayışı bile aslında, İstanbul’un ne kadar değiştiğinin göstergesi. Söylemin dile de yansıyan bu değişimler İstanbul’un yalnızca fiziksel yönden değil, kültürel, sosyal yönden de değişimini ortaya koymaktadır. Bu yöndeki değişimin ne yazık ki götürdüklerini de başka yazıya bırakalım. İşte Mimar Önder Şenyapılı’nın ‘Ne demek İstanbul; Bebek, niye Bebek?’ adlı kitabından tarihi anlamlarını unuttuğumuz yerlerden seçtiğim bazı semt ve mahalle, yapı adları… * ABİDE-İ HÜRRİYET: Şişli’de Hürriyet tepesindeki anıtın adı. Bugünkü dille söylenirse ‘Özgürlük Anıtı’. Hürriyet tepesinde 31 Mart şehitleri yatıyor. Anıt onların anısına 1911 yılında dikilmişti. * ALTIN BOYNUZ: Biz ‘Haliç’ diyorsak da Batı kaynaklarında ‘Altın Boynuz’ olarak geçiyor. Bunun nedeni Rumca eski ismi ‘Hriso Keras’ın tercümesinin kullanılıyor olmasıdır. Bunun nedeni, Kağıthane ve Alibey derelerinin çatal vaziyette, boynuzu andırmasıdır. * BAB-I ALİ: Günümüz Türkçesinde ‘Yüce Kapı’ anlamına gelen bu terim, aynen tercüme edilerek diğer dünya dillerine de girmiştir. İstanbul’da devleti temsil eden her ofis, ‘kapı’ diye anılırdı. Yani bugünün devlet dairesinin karşılığı ‘kapı’ idi. Basın kuruluşları İkitelli’ye taşınmadan önce “Bab-ı Ali” denilince akla basın geliyordu. * BAĞDAT CADDESİ: Bizans döneminden bu yana varlığı bilinen yol (şimdi cadde), Osmanlılar döneminde Üsküdar’dan Şam ve Bağdat yönüne giden kervanlarca kullanılıyordu. Osmanlı ordusu, Doğu seferlerine bu yoldan çıkıyordu. Adının Bağdat Caddesi olması bu nedenledir. * BAHARİYE: Osmanlı padişahları ve vezirler, özellikle bahar mevsiminde, Haliç kıyısında Eyüp Sultan’dan sonra gelen ve Bostan iskelesi ile Silahtarağa arasında uzanan bölgeye giderlermiş. Buraya köşkler yaptırılmış. Baharda yeğlenen bir bölge olduğu içinde ‘baharlık’ anlamına ‘bahara ait’ yani ‘bahariyye’ diye anılmış. * BALAT: Rumca saray anlamına gelen ‘palation’ sözcüğünden geldiği sanılmakta. Önce İstanbul’un Haliç kıyısındaki kapılarından birine verilen ad, sonra bütün semtin adı oldu. * BALTALİMANI: Rumeli Hisarı’nın ötesindeki eski adı ‘Fadalya’ olan ‘Baltalimanı’, adını İstanbul’un fethi sırasında Gelibolu’daki donanmayı hazırlayan ve kuşatma sırasında gemileri bu limana getirmeyi başaran Baltaoğlu Süleyman Bey’den aldı. Baltaoğlu Süleyman Bey Osmanlı Devletinin ilk Kaptan-ı Derya’sıydı. 27


* BEBEK: İsmini, Fatih’in bu bölgenin muhafazasına memur ettiği bölükbaşının ‘Bebek’ lakabından almıştı. Bebek Çelebi ya da Bebek Çavuş’un bu semtte bir köşkü ve sonradan hasbahçe olan bir bahçesi vardı. * BELGRAD ORMANI: Ormanın adı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulan Belgrad köyünden gelmekte. Belgrad köyü 1521 Sırbistan seferinden sonra İstanbul’a getirilen Sırp tutsakların yerleştirilmesi amacıyla kurulmuştu. * BEŞİKTAŞ: Bu semt ‘Kone Petro’ adıyla anılıyordu. Anlamı ‘Taş Beşik’ idi. Rahip Yaşka, Hz İsa’nın beşiğini Kudüs’ten getirip, burada yaptırdığı kiliseye koymuştur. Hz. İsa çocukluğunda bu beşik içinde yıkanmış, bu sebeple bu kilise Rumlar arasında ‘Taş Beşik’ olarak ün yapmıştır. Rahip ölünce beşiğin Ayasofya’ya bırakıldığı söylenir. Bu söylenti bir delile dayanmadığı için efsane niteliği taşımaktadır. * BOMONTİ: Semt adını, 1902 yılında Bomonti Kardeşlerin burada kurdukları Bomonti Bira Fabrikası’ndan almıştır. Bu bina daha sonra İstanbul Tekel Bira Fabrikası olarak anılmıştır. * CİHANGİR: Kanuni Sultan Süleyman’ın, Tophane ile Fındıklı arasındaki kıyıdan 300 basamakla ulaşılan yüksekçe bir yere oğlu Cihangir’in anısına yaptırdığı cami, semte adını vermiştir. * ÇAĞLAYAN: Sultan Abdülaziz, Osmanlı döneminde bahçe ve çağlayanlarla ünlü bu yere 1863’te bir kasır yaptırmıştır. Kasrın bulunduğu alan çağlayanlarla kaplı olduğundan ‘Çağlayan’ diye anılmış, daha sonra semte ismini vermiştir. 1940’ta yıkılan kasrın yerine İstihkam Mektebi yaptırılmıştır. * ÇIRAĞAN: Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, buraya kurdurduğu köşkte Çırağan Şenlikleri denilen meşale şenliklerini düzenlendiğinden, Farsça ‘ışık’ anlamındaki ‘Çırağan’ ismiyle anıldı. * EMİNÖNÜ: Osmanlı döneminde deniz gümrüğü ve gümrük eminliği burada bulunduğu için semt Eminönü diye anılır olmuş. * ETİLER: 1950’lerin başında bomboş bir arazi olan bölgede 192 villa yapımı için Etibank’ın ortaklığıyla bir Etiler Yapı Kooperatifi kuruldu ve 1954’de konutların yapımına başlandı. Semtin adı da bu yapı kooperatifinden kaldı. * FATİH: Semt, adını Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı külliyeden almıştır. * GALATA: Adını, Rumca ‘süt’ anlamına gelen ‘gala’ kelimesinden aldığı iddia edilir. Bir zamanlar Galata’da inek ahırları ve süthaneleri bulunması bu iddiayı güçlendiriyor. * HALASKARGAZİ: Harbiye’den Şişli Cami’sine uzanan cadde bu ismi taşıyor. Bu isim Anadolu’ya geçmeden önce 1918-1919 arasında semtte oturan Mustafa Kemal Paşa anısına verilmiştir. Dilimize Farsça’dan geçen ‘halaskar’ sözcüğü ‘kurtarıcı’ anlamına geliyor. HARBİYE: Semt adını buraya kurulmuş olan ve artık burada bulunmayan Mekteb-i Harbiye’den/ Harp Okulu’ndan almıştır. ZEYREK: Fetih’ten sonra camiye dönüştürülen Pantocrator Kilisesi’nin yeni adı ‘Molla Zeyrek’ semte ismini vermiştir. Dilimize Farsçadan gelen zeyrek sözcüğü, zeki, anlayışlı, uyanık anlamına gelmektedir. Hazır İstanbul’un tarihinden bahsetmişken son olarak da birkaç ay önce “Kim Beş Yüz Milyon İster?” adlı yarışmada sorulan ve benim de uzun uzun düşünmeme neden olan, İstanbul’un diğer adında da geçen “Yeditepe”nin hangileri olduğunu hatırlatmak isterim. EFSANE TEPELER YEDİTEPE: İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuştur. Bu yedi tepe ve üzerindeki önemli yapıları yazar Giovanni Scognamillo ‘İstanbul’un Gizemleri’ isimli kitapta şöyle sıralar: 1- Sarayburnu tepesi: Topkapı Sarayı ve Ayasofya 2- Nuruosmaniye tepesi: Nuruosmaniye Cami ve Çemberlitaş 3- Beyazıt Tepesi: Beyazıt ve Süleymaniye camileri 4- Fatih Tepesi: Fatih Cami 5- Sultan Selim tepesi: Sultan Selim Cami 6- Edirnekapı tepesi: Tekfur Sarayı, Kariye Cami 7- Davutpaşa tepesi: Çukurbostan Sarnıcı

28


S

ESERLERDE YAZARI BULMAK

anatın hiçbir dalında eser sanatçısından bağımsız olarak ele alınamaz. Her eserle, o eserin mimarı arasında az çok bir ilişki vardır ve her dalda eser ve sanatçı beraber, bir bütün olarak ele alınmalıdır. Konuya edebiyat açısından baktığımızda; eserde işlenen konulardan tutun da sanatçının üslubuna, anlatım şekline kadar tüm olgular sanatçıdan izler taşımaktadır. Yazarın hayatının, kültürünün, zevkinin izlerinin yansıması ortaya okurun merakını giderici ve aynı zamanda yazarı daha iyi tanımamıza yardımcı bir edebi eser çıkartmaktadır.

Metin-yazar ilişkisini türlere göre değerlendirdiğimizde bu ilişkinin şiir türünde daha da arttığını görmekteyiz. Bireyselliği savunan Tanzimat 2. Dönem, Servet-i Fünun ve Fecr-i Anıl KIROĞLU 11 C Ati sanatçılarının eserlerinde metin-yazar ilişkisi daha çok göze çarpmaktadır. Bu dönemin şiirleri onu kaleme alan şairin izlerini taşımaktadır. Şairin kişiliği, dünya görüşü, kültürel birikimi, yaşama bakış açısı şiire aksetmiştir. Yazarın düşüncelerini bilmek ve şiir anlayışı hakkında bilgi sahibi olmak o şiiri daha iyi yorumlamamızı ve anlatılmak istenen fikri daha iyi bir şekilde özümsememizi sağlamaktadır. Abdülhak Hamit Tarhan, Makber şiirinde ölen eşinin yasını tutarken ölüm karşısında yaşadığı duygu değişimleri yansır şiirlerine. Şiirin her bendinde onu farklı duygular içinde buluruz. Bunlar, gerçek duygularıdır şairin. Tevfik Fikret’in düşünce hayatını bilmek bize onun şiirlerini gerçek anlamda yorumlayabilmemizde yardımcı olmaktadır. Tevfik Fikret, “Sis” adlı şiirinde kötümser bir tutuma sahiptir. Yaşanan tüm kötülüklerden, olumsuzluklardan İstanbul’u sorumlu tutmaktadır ve adeta İstanbul’a lanet okurcasına söylemlerde bulunur. “Sis” şiirini incelerken şairin o dönem yaşamındaki değişimleri çok net bir şekilde görmekteyiz ki bu da metin-yazar ilişkisini çözümlemede oldukça önemli bir adımdır. Yine duygularını, izlenimlerini semboller, imgeler arkasına gizleyen Ahmet Haşim’in akşama, yarı karanlık zamanlara yer vermesinin ardındaki anne özlemini, fiziksel özelliklerini bilmek şiirinde onu bulmamızı sağlamaktadır. Roman ve öykü için de durum benzer özellikler gösterir: Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah” romanında yarattığı Ahmet Cemil karakteri, sevdiği kadın uğruna ünlü bir sanatçı olabilme hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Ancak romanın sonlarına geldiğimizde, Ahmet Cemil’in bu hayalini gerçekleştiremediğini görürüz. Ahmet Cemil, yazdığı eseri ateşe atar ve görev yapmak üzere “siyah”, “karanlık” bir gecede İstanbul’dan ayrılır. Aslında yaratılan Ahmet Cemil karakteri Halit Ziya’nın kendisinden izler taşır. Yine Franz Kafka’nın klasikleşmiş “Dönüşüm” adlı romanını metin-yazar ilişkisini vurgulamak için ele alabiliriz. Franz Kafka, eserinde bir sabah kalktığında kendini böceğe dönmüş olarak bulan Gregor Samsa karakteriyle büyük ortaklıklar taşır. Gregor Samsa karakterinin kız kardeşiyle olan yakın ilişkisi Franz Kafka’nın kendi kız kardeşi Ottla ile olan ilişkisine benzer. Samsa’nın yaptığı işle, gerçek hayatta Kafka’nın yaptığı iş birbirleriyle benzerlik göstermektedir. Gregor’un babasının o böceğe dönüştüğünde Samsa’ya karşı takındığı tavır, Kafka’nın kendi babasının onun yazar olma görüşüne saygı duymaması ve ona anlayış göstermemesi ile özdeşleştirilebilir. 1932 yılında kaleme alınan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” adlı kitabında da yazılan metnin doğrudan yazarla bir ilişkisi olduğunun farkına varırız. Yazar, eserinde köyün çeşitli yönlerini ve köy hayatının özelliklerini anlatmıştır; bunları yaparken arka plana da Kurtuluş Savaşı’nı ustalıkla yerleştirmiştir. Romanı oluşturan unsurlar, Yakup Kadri’ye çok tanıdıktır; çünkü o, gözlemlediği durumu, insanları, olayları tasvir etmiştir. Bu romanda da hem döneme tanıklık eder hem de yazarın yaşamı hakkında ipuçları bulmak mümkündür. Aynı dönemde Halide Edip’in Kurtuluş Savaşı yıllarını konu alan romanındaki Ayşe, yazarın kendisidir ve o da cephede Halide Onbaşı olarak görev yapmıştır. Yazarın yaşamındaki birtakım olaylar, yaşadığı duygular, hayat görüşü eserlerine yansımaktadır. Bu yansıma verdiğimiz örneklerdeki gibi bazen doğrudan olurken bazen de metinlerin alt okumalarında gizlidir. Metin- yazar yönüyle eseri incelediğimizde sanatçıların düşünce hayatına, kendi özel hayatına dair gerçekleri öğreniriz ve bu da bizi sanatçıyla ilgili bilgilendirmekle birlikte heyecan vericidir de. Gregor Samsa, aslında Kafka’dır; Ahmet Cemil, H. Ziya; Ayşe, Halide Edip … Bunları ancak metnin derinine indiğimizde görebiliriz ve bunu görmemize yardımcı en büyük unsur, okuduğumuz metinde metin-yazar ilişkisini iyi inceleyebilmiş olmamızdadır. 29


METİNLERDE DÖNEMİN İZLERİ Bir eser döneminden, oluştuğu ortamdan bağımsız olarak oluşturulabilir mi? Böyle bir soruyu 10. sınıfta edebiyat dersiyle karşılaşıncaya kadar hiç düşünmemiştim. Yaşanan olayların, değişen değerlerin, inançların, gelenek ve göreneklerin… toplumu ilgilendiren her şeyin bir eserin oluşumunda ne kadar etkili olduğunu, özellikle de edebiyatın dönemlere ayrılmasında bu değişimlerin ne denli etkili olduğunu bu ders içinde anlamıştım. Bu yıl 11. sınıf Dil ve Anlatım dersinde bu ilişkiyi metin- zihniyet başlığında detaylı bir şekilde işledik. Yıl boyunca işlediğimiz öğretici türlerde dönemin olay, olgu ve zihniyetinin nasıl yansıdığını metinlerden örneklerle inceledik. Peki metin zihniyet ilişkisi nedir? Zihniyet, bir dönemdeki askeri, dini, idari, siyasi, sosyal, adli güçlerin, sivil toplum örgütlerinin, eğitim etkinliklerinin birlikte oluşturdukları Alara DURAK 11 E ortamdır. Bir toplumun ya da kültürün bireylerinin duyuş ve düşünüşteki birlikteliği o toplumun zihniyetidir. Aynı toplumda yaşayan bireyler o toplumun kültürüyle, gelenek ve görenekleriyle, değer yargılarıyla yetişir. Bu yetişme sonucunda bireyler ortak bir zihniyete ulaşırlar. Yazar ve şairlerin eserlerinde de doğal olarak bu zihniyetin yansıması görülür. Sanatçılar, yaşamdan aldıkları konuları işlerken, toplumu zihniyetiyle birlikte ele alırlar. Her eserde mutlaka bu ilişki vardır. Kiminde yazılan dönemin özellikleri metne sindirilmiş olur ve ipuçlarıyla zihniyete ulaşılır, kiminde zihniyet açıkça ortadadır, bazılarında az bazılarında daha çok. Bir esere konusunun haricinde bu yönüyle bakmak çok daha farklı bakış açıları uyandırır bizde. Metin dönemle özdeşleştirildiğinde ipuçlarından zihniyete ulaşmak metni daha da anlamlı kılar. Metin zihniyet ilişkisi özellikle öğretici metinlerde karşımıza net olarak çıkar. Bu konuda ilk sırayı fıkra yani köşe yazıları alır. Köşe yazıları yazıldığı gün bir değer taşır, o gün içinde okunur, ertesi gün yerini yeni bir yazıya bırakır ve genellikle unutulur. Bu yazılar, yazarların birikimleri ve yaşadığı toplumdan edindikleri zihniyete göre yazılır. Bu nedenlerden dolayı fıkralar metin zihniyet ilişkisini açıkça görebileceğimiz bir türdür, gündemi ve yazarın dolaylı olarak da toplumun özelliklerini yansıtır Anı, günlük, gezi yazısı gibi öğretici metin türlerinde de metin zihniyet ilişkisine rastlanır. Anı insanların yaşadığı, geride bıraktığı ama kendisi için hâlâ değerli olan bir olayı başkalarıyla paylaşma isteğinden doğmuştur. Anı yazarı başından geçen bir olayı anlatırken o olayın yaşandığı dönem hakkında da bilgi verir. Bu yönüyle anı türü metin zihniyet ilişkisiyle iç içedir. Örneğin bu yıl Mina Urgan’ın “Bir Dinazor’un Anıları” adlı eserinden parçalar okuduk. Yazar kendine “dinozor” derken haklıymış, dedim içimden. Ne kadar çok şeye tanıklık etmiş, ne kadar ilginç şeylerle karşılaşmış. O metinleri okurken yazarın yaşadığı dönemden bu yana değişen ne kadar çok şeyin olduğunu görmek şaşırtıcı ve bir o kadar da ilginç ve zevkliydi. Aynı şeyi günlüklerde de görmek mümkündü. Yazarların yayınlanan günlüklerinden edindiğimiz o güne ait değerler, bize ışık tutmakta. Örneğin çoğumuzun çocukken okuduğunu düşündüğüm –benim için öyle- Anna Frank’ın Günlüğü” bir savaş ortamında her iki toplumun da zihniyetlerini ortaya koyması bakımından önemliydi. Doğrusu eseri hiç bu şekilde değerlendirmemiştim. Gezi yazıları ise yazarın gezip gördüğü ve okuruyla paylaşmak istediği yeri tanıtır. Bu tanıtımda o yerin kültürel özellikleri ve toplum algısı da yansıtılabileceğinden yine metin zihniyet ilişkisini barındıran bir türdür. Metin zihniyet yalnızca öğretici metinlerde mi görülür sanatsal metinlerde göremez miyiz bu ilişkiyi? Tabii ki görebiliriz, çünkü sanatsal metinlerde, örneğin romanların anlatımında bir olay örgüsü olur ve bu örgünün ilerlediği bir toplum, bir yapı olur. Bu da yine toplumdaki zihniyeti yansıtır. Örneğin; bu yıl içinde okuduğumuz bir romanda da metin zihniyet ilişkisi net olarak işlendi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kitabı “ Kiralık Konak”. Bu kitapta bir konak yaşamı üzerinden dönemin alafranga tiplerle boğulmaya sürüklenişi anlatılıyor. İşte bu noktada karakterler haricinde dönemin o anki değerleri, gelenek görenekleri oldukça veriliyor. Bu yıla kadar metin zihniyet konusunda bir fikrim yoktu; ama eserleri, metinleri bu yönleriyle işlemek metinlerin yazıldığı dönemler hakkında fikir edinmemin haricinde okuduğum eserleri daha anlamlı ve ilgi çekici kıldı.

30


BİR KİTAP OKUDUM

Ç

Selin KÖPRÜLÜ 11 E

‘AKLINDAN BİR SAYI TUT’ Derdim Ama…

ok müthiş bir kitap, çok sürükleyici, son zamanların en iyi polisiyesi” dediler, inandım. Tam bir hayal kırıklığı desem yanlış olmaz sanırım. 2011-2012 yılında en çok okunan kitaplar arasında mutlaka görmüşsünüzdür Aklından Bir Sayı Tut’u. En azından bir kez elinize alıp ne olduğuna baktığınıza, incelediğinize eminim. Bir kitabı aldığımda baktığım ilk şey o kitap hakkında kimlerin yorum yapmış olduğudur. Bu kitabı elime aldığımda da aynısını yaptım ve arkasında Tess Gerritsen’in yorumunu gördüm. Konusuna çok da bakmadan direkt aldım kitabı, ne de olsa Tess yorum yapmış okumamak haksızlık olur değil mi? Çok büyük bir istekle başladığım kitap, bir süre sonra Çin işkencesine döndü dersem yaptığım abartmayı mazur görün lütfen. Kitabımızın ana kahramanı Dave Gurney, emekli olmasına rağmen eski işine hala gönülden bağlı olan bir dedektiftir. Hikaye Gurney’in arkadaşı Mellery’in ona gelip aldığı tehdit mektuplarıyla ilgili yardım istemesiyle başlar ve Gurney’in cinayetleri adım adım çözmesiyle devam eder.

Kitap ismini ise Mellery’e gelen mektuplardan birinden alır. Bir gün Mellery’e bir telefon gelir. Telefondaki gizemli kişi Mellery’in posta kutusuna bakıp bakmadığını sorar, Mellery ise bu soruya olumsuz cevap verir. Bunun üzerine telefondaki kişi Mellery’in aklından bir sayı tutmasını ister. Bu istek üzerine Mellery kendisi için hiçbir özel manası olmayan 658 sayısını tutar. Telefondaki ses bu sefer de gidip posta kutusunu açmasını ve oradaki zarfa bakmasını ister. Mellery hiç düşünmeden gidip posta kutusuna bakar ve orada bir zarf bulur. Zarfı açtığında ise 658 sayısıyla karşılaşır. İşte Mellery gibi okuyucuyu da şok eden bu sayı numarası gerçekten etkileyicidir. Kitabı okurken bir yandan da böyle bir şey gerçek olabilir mi diye düşündüm hep. Numaranın nasıl yapıldığını kendim anlayamadım ama katilin kim olduğunu kitabın yarısına bile gelmeden çözdüm. Bir polisiye romanında katili çözmek o kitabın yeterince başarılı olmadığını göstermez mi sizce de? Belki kitap gerçekten başarısızdı, belki de ben Tess Gerritsen’in öğrencisi olduğum için çok kolay lokma geldi. Gerilim ve polisiyenin usta ismi Tess Gerritsen kurgu ve hayal gücü bakımından çok daha sağlam kitaplar yazıyor John Verdon’a göre. Belki Tess Gerritsen çok fazla tıp terimi kullandığı için anlamak biraz daha zor ama en azından kitabın sonuna kadar katilin kim olduğunu anlamıyorsunuz. Aklından Bir Sayı Tut’da ise ilk üç yüz sayfada hiçbir gelişme olmuyor. Son yüz sayfada biraz hareketlenme oluyor ama siz o zamana kadar olayları çoktan çözmüş olduğunuz için okumanız için bir nedeniniz kalmıyor ya da kitabı bitirdiğinizde bir mutluluk duymuyorsunuz. Kurgu bakımından eksikler olsa da kitapta anlatımı güçlü diyebiliriz. En azından cümleler içinde boğulmuyor insan. Açık ve öz bir anlatıma sahip kitabımız. Bir ilkokul çocuğu bile okuduğunda hiç zorlanmadan anlayabilir anlatılmak isteneni. Bu ne kadar edebi bir yön orası tartışılır ama eğer bir eleştiri yapıyorsak her yönüyle ele almalıyız eseri. Bu nedenle yiğidi öldürüp hakkını vermek gerekir. Eğer güzel bir polisiye kitabı okumak istiyorsanız ilk adresiniz John Verdon olmamalı. Ama Agatha Christie tadında bir şeyler arıyorsanız, o zaman Aklından Bir Sayı Tut’un tadına da bir bakabilirsiniz derim.

31


İ

PALTO’NUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

nsan isterse her şeyi başarabilir.” Böyle söylerler hep, hayallerimizin peşinden koşalım diye. Savaşmayı bırakmayalım, başarana kadar devam edelim diye. Bazen bir de bakarsınız ki bu savaşta kaybolmuşsunuz. İstediğiniz şeyi başarma yolunda ne istediğinizi unutmuş sadece bir o yana bir bu yana kılıç sallıyorken bulursunuz kendinizi bu hayat mücadelesinde ve galip gösterir sizi karşı taraf kimi zaman. Aslında mücadeleyi kazandığınızı sandığınız bu an belki de kılıcı indirip bazı şeylerden zevk almaya başladığınız ilk ve tek zamandır. Gerçekten galip gelmek var mıdır bu mücadelede, adalet var mıdır?

Belin CÜCEOĞLU 11 E Gogol’un Palto’sunda Akakiy Akakiyeviç’in sıradan hayatında ilk defa farklı bir isteği olur. Bir palto. Hava soğuktur ve kendi paltosu tamir bile edilemeyecek kadar eskidir. Hemen o an paltonun parasını çıkarıp verebilecek durumda değildir Akakiy. Az maaş ile çalışan, sıradan günler geçiren, etrafındaki insanlar arasında dalga konusu olan bir memurdur. İsmi bile onun bu sıradanlığının göstergesi gibidir. Doğduğu günden belli gibidir hayatı. Bu durumda istese değiştirebilir miydi bir şeyleri? Nikolay Vasilyeviç Gogol Paltoyu alabilmek için adeta kendini damıtır Akakiy. Çayına şeker atmaz, parmak ucunda yürür ayakkabıları eskimesin diye, o çok özendiği işini komşusunun ışığından yararlanarak yapar, yaşamını sürdürebilecek kadar yer, eve gelince kıyafetlerini hemen çıkarır böylece çabuk eskimelerini engeller. Basit görünebilir yaptıkları fakat dedikleri gibi ‘’damlaya damlaya göl olur’’. Akakiy sonunda o çok istediği paltosunu almayı başarır. İşte bu onun mücadeleyi kazandığını sandığı andır. Sıra bazı şeylerden zevk almaya gelmiştir ve özenle seçtiği paltosunu aldıktan sonra Akakiy’in kendine güveni artar ve çevreye dikkatli bakmaya başlar. Bununla beraber iş yerindeki arkadaşlarının da ona olan saygısı artar. Dalga geçmektense onunla konuşmaya, önüne işleri fırlatmaktansa rica etmeye başlarlar. Öyle ki patronu bile onu evine davet eder. Akakiy paltosunu giyer ve yola çıkar. Güzel bir akşamdan sonra evine yürürken ona saldırıp paltosunu alırlar. İşte bu da karşı tarafın stratejisinin işe yaradığı andır. Kazandığınızı zannederken bir anda sizi savunmasız yakalar. Akakiy’i ise öyle savunmasız yakalar ki paltosuz geçirdiği günlerin etkisiyle Akakiy hastalanır.

Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Palto oyununda, Akakiy rolünde Sezai Altekin

32


Paltosu çalındıktan sonra bulunması için polise gider fakat kimse bir memurun paltosunun peşine düşmez. Uğruna uğraşanın gözünden göremez, ne denli değerli olduğunu bilemezler. İş yerindeki biri mühim kişi’ye yönlendirir Akakiy’i. “Mühim kişi” ise asla kendisi ile denk görmediği Akakiy’in kendisine böyle bir problemle gelmesine kızar. Üstelik direkt kendisi ile konuşması onu daha da kızdırır. Ne de olsa o ‘’Mühim Kişi’’dir. Akakiy’in yapacak hiçbir şeyi, gidecek hiçbir yeri kalmamıştır. En önemlisi ulaşmak için hayatından pek çok fedakarlıkta bulunduğu paltosu da yoktur artık. Akakiy’in yaşamasının da bir anlamı kalmamıştır. Hastalığı artar ve ölür. Akakiy öldükten sonra bir rivayet dolaşmaya başlar. Akakiy’in hayaleti gelmiştir ve köprüden geçen insanların paltolarını sırtlarından çalmaktadır. Mühim kişinin de buradan geçerken paltosunu alır ve asıl amacının bu olduğunu söyler. Sonrasında ise daha önce Akakiy’e ilgi göstermediğine pişman görürüz “Mühim Kişi”yi. Akakiy intikamını almış mücadeleyi kazanmıştır. İşte bu noktada edebiyat ile gerçek hayat ayrılır. Yaşadığımız dünyada sınıfların olduğu kaçınıılmaz bir gerçektir. Memur, “mühim olmayan” kişidir. O, bir şeyleri çok istese de hayat pek de adil değildir. Bu mücadelede yenilmeye mahkum olan taraftadır Akakiy. Gogol kitaba fantastik bir son ekleyerek sıradan bir memurun “Mühim Kişi”den alabileceği intikamın ancak edebiyatta olabileceğini, gerçek hayatta bunun mümkün olmadığını bize göstermiştir. Gerçekçi olmak lazım; düzeni değiştirmek zor, mühim insanlardan intikam almak da bizi kurgulayan bir yazar olmadığı sürece pek mümkün değildir. Hayat herkese adil değildir. Adil olmayan mücadeleyi kazanmak da imkansızın peşinde koşmak gibidir. Edebiyat dersimizde okuduk Palto’yu. Kitabı okumak beni düşündürdü ve bunları yazmaya itti. Hızla ve keyifle okunabilen sürükleyici bir kitap. Okurken gülümsetiyor fakat aynı zamanda insanları bazı şeyleri sorgulamaya da yöneltiyor. Kesinlikle kütüphanenizde bulunması ve okumanız gereken bir kitap.

33


MİNİBÜS ŞOFÖRÜYLE ÇAĞDAŞ RESSAM ARASI BİR YERDE RUHUM

S

eviyorum minibüs şoförlerini…

Yolları insanları benden iyi bilirler ellerinde direksiyon arka planda ’’İçki nedir bilmezdim; şimdi bir ayyaş oldum.’’ İnsan ayyaş olunca maskeye ihtiyaç duyar mı?

Beliz BEŞIŞIK 11 A

Rambrandt ve Çağdaşları sergi gezisi vardı. Bu fırsattan mahrum kalmak istemedim. 11. sınıfları temsilen sergiye gitmek için Tufan Hoca’dan rica ettim ve kendimi Sabancı Müzesinde buldum ‘’Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde’’ başka bir grubun rehberine kulak kabartıp gizli gizli yanaştım, gruptanmış gibi dinledim rehberi:

-17.yüzyıl Flemenk Cumhuriyeti, -Piere de Ring resme imza atmaz yüzük saklar, -Natürmort ölü doğa, -Devrim hareketli doğa, -Turuncu rengin ağır basması Flemenk bayrak rengi, -Sevgilisini beklediğini nerden anlarsınız? -Elinde saz var. Arka tabloda yelkenli var. Ruhunu özgürce yaşayan aydınlar yeni dünyada ayakta kalabilmek için dimdik duruşlar mı sergilerler? Bir tabloda Hollandalı başarılı bir komutan resmedilmişti. Arkada fırtınalı deniz; denizleri aşmış da gelmiş meşgul, önemli bir bay… Ve yan tablo karısı; ellerinde inciler, saçlar kazıtılmış malum asil bayanımız deniz ise durgun beyim lükse boğdu beni diyor işte… Gelelim minibüs şoförlerine dimdik duruşları yoktur onların. Küfürleri vardır söylemekten çekinmedikleri… Siz ne diye şişman adam ön koltuğa geçti sanırsınız. Hele bir de Sarıyer –Beşiktaş minibüsüyse malum tünel meselesi oh muhabbet de belli: ‘’Abi ne olacak şu tünel meselesi’’ ‘’Devlet bir yıla bitiriyordu dediler olan bize oldu kardeşim’’ Cama sol kolunu dayar, arkadan gelen bozuk paralara da yetişir kolu. “E biriniz de tam para verin yahu” Sadece resim yaparken kendini canlı hisseden Van Gogh’a selam olsun! Bir minibüs şoförü dostu olmalı insanın; maskesiz, küfürlü; küfrün resmini çizer belki. Van Gogh’un öyle bir dostu olsaydı kulağını kesip elimize verirdi.. Ümit gönüllerinin ekmeği, umsun ha umsun...

34


BİR ŞİİR BİR YORUM Lades Uzayacağa benzer, Tutuştuğumuz lades. İşi gücü bırakıp Mezarlığa nazır, Bir eve taşındım.

Emir Şevket AYDIN 11 A

Ölüm; Sen beni aldatamazsın. Aklımda… Behçet Necatigil

O

kuma şansı bulduğum Behçet Necatigil’in Lades adlı şiiri, küçük bir şiir olmasına rağmen birçok anlam taşıyor altında. Öncelikle Necatigil, şiirde bir tür oyun olan ‘lades’ üzerinden ölüme karşı tavrını anlatıyor. En geniş anlamda ‘ölüm’ teması işlenen şiirde, ölüm gibi her zaman korkulan ve uzak durulan bir kavrama karşı gelindiğini ve o kavramla başa çıkıldığını görüyoruz. Yani şair ölümle girdiği lades yoluyla bunu okuyucuya aktarıyor. Şiirin başlığı doğrudan. Şairin ana temayı ne yönden vermek istediği başlıktan da anlaşılıyor ve bu bağlamda şair söylemek istediklerini ‘Daktilo’ şiirinden çok farklı olarak birinci ağızdan söylüyor. Bunun nedeniyse yan temalardaki cesaret, kafa tutma ve başa çıkma gibi öğeleri desteklemek. Şiirdeki cümlelerin yapısı basit ve kelimelerin anlamları anlaşılır. Buna etken olarak şairin, çok karmaşık bir kavram olarak görülen ‘ölüm’ü basitleştirip on yedi kelimeye sadeleştirmek istemesi olabilir. Şiir kısa olsa da üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde, ‘uzayacağa benzer, tutuştuğumuz lades’ derken, Necatigil daha ölmeye niyetli olmadığını, uzun süre yaşayacağını belli ediyor. Bu cümleyi okuduğumda şairin ölümle bir savaş içinde olduğunu ve ona kafa tuttuğunu anlıyorum. İkinci bölümde, ‘işi gücü bıraktım, mezarlığa nazır bir eve taşındım’ diye söylerken, sanki ‘her daim hazırlıklıyım’ diyor Necatigil. Herkes, onlara ölümü hatırlatan o korkunç mezar taşlarından kaçarken şair aksine gidip mezarlığı izliyor ki tuttuğu ladesi unutmasın. Bu dizeler bende ‘cesaret’ duygusu uyandırıyor. Son bölümde, ‘Aklımda.’ diye haber veriyor ve kapatıyor. Burada görüyorum ki şair ölüme karşı yenilmeyecek ve onunla yüzleşmekten korkmuyor. Şiirin tümünde ölüm kişileştiriliyor, hatta kimi yerde, örneğin son bölümde ‘Sen beni aldatamazsın’ derken şair direkt olarak onunla konuşuyor. Bu da, önce bahsettiğim ‘kafa tutma’ temasını destekliyor. Belli bir uyak olmaması, serbest tekniğin kullanılması da temayı pekiştiriyor, şair farklı olduğunu ve kendi yolunda gittiğini sanki biçimle de belli ediyor. Bu özgür yazım tekniğinin şiirin yazıldığı dönemle de ilgisinin olması da mümkün. Sonuç olarak Behçet Necatigil’in Lades şiiri, sadece birkaç dizeden oluşmasına rağmen, ‘lades’ ve ’ölüm’ gibi çok farklı iki kavramı birleştirerek özgün bir yoldan okuyucuyu düşündürüyor.

35


11. SINIFLAR “ULAK” FİLMİNİ İZLEDİLER VE DEĞİŞİK YÖNLERDEN ELEŞTİRDİLER

T

ULAK GELECEK

ürk sinemasının Ulak gibi filmleri bünyesinde barındırmaya başlaması hakikaten sevindirici ve bir o kadar da gelecek için ümit verici. Aslında burada Türk sinemasına teşekkür edermiş gibi bir izlenim oluştu. Hayır. Buradaki teşekkür doğrudan Çağan Irmak’a. Mükemmel oyuncu kadrosuyla, filmin anlatmaya çalıştığı “derdi” ile, dekoruyla, kostümüyle tamı tamına yıldızlı bir teşekkürü hak ediyor Çağan Irmak.

Ulak, Babam ve Oğlum’un aksine çok kapalı bir film. Çağan Irmak bu filmi oluştururken bir labirente dalmış ve yolunu bulmaya çalışmış diyebiliriz. Yönetmen, Türk halkının zihniyeti iyi kavradığı için Babam ve Oğlum’u anlamaya çalışmadan doğrudan doğruya duygulara salMert BAŞKAYA 11 E dıran, ağlamayı esas alan bir film olarak seyirciye sundu. Seyirci de bunu yuttu. (Hepimiz) Bir nevi ticari bir filmdi diyebiliriz. Ulak bundan çok farklı, tüm Türk halkına değil de belli bi kesime yani Çağan Irmak’ın anlatmaya çalıştığı “derdi” anlayacak olan kesime hitaben yazılmış bir senaryo. Filmin derinlerine çokta inmeden diyebiliriz ki film Türkiye’nin yakın tarihi ve bugünün sorunlarına ayna tutuyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünün zalimlik ve zorbalıkla nasıl alaşağı edildiği temalı hikaye, kötülerin cezasını bulması ile son buluyor. Buna bağlantılı olarak “Yapan kadar bilip susan da suçlu” repliği en etkilendiğim replik ve bunun geçtiği sahne de en etkilendiğim sahneydi. Bu cümle „boş vermiş“ bir dünyanın durumunu o kadar somut bir şekilde göz önüne seriyor ki… Herkes bir parça koparabilir bu cümleden… Bireysel olarak bakarsa kendini görebilir, kendi yaşantısından lekeler anımsayabilir. Sosyal olarak önce daha dikkatli şekilde çevresine bakabilir. Hatta en kolayı akşam saat 7’de televizyonu açtığında da bunu çok net ve açık bir şekilde algılayabilir. Ulak, ülkede, dünyada olup bitenlere karşı bir sanatçının taşıdığı duyarlılığın güzel bir göstergesi. Birçok şeyi tek bir filmde anlatmaya kalkışan Çağan Irmak, oluşturduğu bu kurmacanın büyüsüne kendisini fazla kaptırıp sloganvari bir üslup kullansa da genel olarak izlenesi bir film yapmayı başarmış. Filmin sonu mutlu son: Ulak, olayın geçtiği yerde kötülerin yok olmasını, iyilerin yaşamasını sağladı. Fakat filmin temasından ilerleyip dünyanın, ülkemizin gidişatına baktığımızda beklediğimiz Ulak, bizim için de gelecek mi acaba?

36


Ç

MÜZİK VE ULAK

ağan Irmak’ın yönettiği, hangi zamanda geçtiği belli olmayan filmi Ulak. Bizleri adeta olmayan o zamanın içine sürüklüyor. Filmin görselleri, zihniyeti, karakterleri teker teker oya gibi işlenmiş. Filmin müziği, görsellerine uyuyor. Şöyle bir oturup “Bu filme hangi müzik uyar?” diye düşünseniz müziğin nasıl olması gerektiğini kolay planlarsınız ama nasıl yapmanız gerektiğini bulamayabilirsiniz. Filmin müziği filme o kadar oturmuş ki aslında siz düşünürken aklınızdan tam bu ezgileri geçiyormuşsunuz gibi.

Ekin TÜRE 11 E Filmin zamansız olması üzerine, müziğinde kullanılan enstrümanlar özenle seçilmiş. Hem modern hem Anadolu hem de Müslümanlık’a, Sufizm’e ilişkin enstrümanlar kullanılmış. Birbirinden çok farklı olan bu müzik enstrümanlarının birbirine harmanlanmış olması müziğe de zamansızlık eklendiğini gösteriyor. Müzik ne hızlı ne çok yavaş fakat çoğu insanın beğeneceği bir müzik. Çünkü birçok enstrümanı barındırmasından dolayı her türlü müzik zevkine hizmet ediyor. Müzikte genellikle Anadolu figürleri ve vuruşları baskın olmasından dolayı Anadolu müziklerini sevmeyen biri için günlük hayatta dinleyeceği bir müzik olmayabilir. Müziği Sufi müzik yapan, filmin müziğini hazırlayanların Mercan Dede ve Evathia Rebotsika olması. Filme özel yaptıkları şarkılarda şaman ve Türk kültürleri belirgin olarak hissediliyor. Müzikte keman ön planda dururken arkadan çok inceden kemençe sesi kemanı tamamlıyor. Şarkıların ortalarına doğru gidilirken tef kullanılmış fakat tefin yanına sonradan perküsyon ekleniyor. Bazı şarkılarda ise saz kullanılmış. Çağan Irmak’ın bütün film ve dizilerinde müzikler dönemini anlatırken, bu filmde müzik, filmdeki dönemsizliği, pek çok kültürü, inanışı, değeri bir arada verme eğilimini çok güzel anlatmış. Benden de müzikleri için teşekkürler Çağan Irmak’a

37


ÇAĞAN IRMAK’IN KADROSUNDAN ULAK Klasik bir Çağan Irmak kadrosundan, muhteşem bir Türk filmi çıkmış. “Babam ve Oğlum” ve “Issız Adam” filmlerinden özenle seçilmiş bu oyuncular, Türk sinemasına çok büyük katkıda bulunmuş sanatçılardır. Bu oyuncular “Ulak” filmine de muhteşem bir katkıda bulunmuşlar ve kurgusu da biraz karışık olan bu filmde gerçekten ne kadar güçlü oyuncular olduklarını göstermişlerdir. Özellikle başrol oyuncusu Çetin Tekindor’un rolünden bahsetmek istiyorum. Bu zamana kadar yer aldığı Çağan Irmak filmlerindeki dede rolünden sıyrılmış ve bu rol ile çok farklı bir karakteri yansıtmıştır. Damla DURSUN 11 E Başta Çetin Tekindor olmak üzere bu oyuncular o kadar güçlü ki bize göremediklerimizi tam anlamıyla, net bir şekilde gösteriyor. Filmin başından beri hikayenin içinde yer alan Cemal Hünal (Ulak), Çetin Tekindor kadar gerçekçiydi. Gerek giydiği kıyafetlerle gerek atıyla gerek konuşmasıyla gerekse davranışlarıyla anlatılan ulak karakteri ile tamamen özdeşleşmişti. Hikaye anlatılırken – her ne kadar çocuklara „Ulak’ın hayalini boş bırakın kafanızda dese de- zihnimde canlandırmaya çalıştım ama Çetin Tekindor, o ulağın sırrını o kadar güzel gizledi ki tam anlamıyla bir surat oluşturamadım bir türlü… Bunda hem Çetin Tekindor’un usta oyunculuğunun payı hem de ulak karakterini, tam da anlatılan biçimde yansıtan Cemal Hünal’ın ustalığı var. Gelelim usta oyuncu Hümeyra’nın rolüne… Beni ve belki de tüm izleyenleri hem güldüren hem ağlatan o rolü, kendi oluşu, yüreklere işledi. “Yapan kadar, bilip de susan da suçlu!” sözü tüm film boyunca aklımdan çıkmayan tek sözdü belki de. Bunu söylerken Meryem rolüyle Hümeyra’nın takındığı o tavır, hareketler o kadar gerçekçiydi ki fimdeki o yörede yaşayan halk içinde kendini en net ifade eden insandı. Diğer söz etmek istediğim kişi ise Yetkin Dikinciler. Firavun kılıklı kötü karakterimiz şu ana kadar oynadığı karakterlere, tamamen zıt bir karakterlerle bir oyunculuk sergilemiş bu filmde. Onu gördüğüm ilk anda aklıma “Babam ve Oğlum” filmindeki rolü geldi. Onu hep iyi rollerde görmeye alışmıştık ve Çağan Irmak’ın böyle bir değişiklik yapması tartışılır bir durum belki ama bu çok da iyi olmuş. Tek bir tipe odaklanmaktan kaçınmamızı sağlamış en azından Çağan Irmak. Yetkin Dikinciler’in bu filmdeki rolü, izleyicide filmin etkisinden dolayı kötü bir izlenim bırakmış olabilir hatta belki de içlerinden o korkunç sahnelerde ona çok kızmış dahi olabilirler ama aslında bir övgü gerektiğine karar verdim filmin etkisinden çıktıktan sonra. Sonuç olarak çok kaliteli bir oyunculuk sergilemiş Yetkin Dikinciler. Son olarak çocuk oyunculara büyük bir alkış gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Çağan Irmak, çocukları tam olarak filmin odak noktasına koymuş ve çok da doğru bir seçim olmuş. Beni filme çeken şey, o çocukların masumluğuydu. Ama bu benim duygusallığımdan da kaynaklanıyor olabilir. Her ne kadar bu böyle olsa da onların oyunculukları, herkesten daha da iyiydi bana göre. Hikayeyi dinledikten sonra davranışları, onları gerçek kimliklerine kavuşturdu. Onların bu hareketleri, tavırları, birbirleri arasındaki uyumun gerçekçi bir biçimde yansıtılması dediğim gibi gerçekten alkışlanmaya değer. Genel olarak şunu söyleyebilirim. UlaK izlediğim en iyi Türk filmlerinden biriydi. Oyuncularıyla, dekoruyla, kurgusuyla, müziğiyle bu film muhteşem bir bütünlük oluşturmuş. Eğer birine film tavsiye edecekseniz, bu film kesinlikle “Ulak” olmalı…

38


U

MEHMET’İN KİTABI

lak’ın gerek konu gerekse de kurgu bakımından sıradışı bir film olduğunu söylemeliyim. Tüm Çağan Irmak filmleri gibi Ulak da oldukça özgün bir film.

Beğendiğim noktalar olduğu kadar beğenmediklerim de oldu. Önce beğenmediklerimden başlayayım kötü haberi önce vermek geleneğine uyarak…

Begüm ERBAŞ 11 E

İlk olarak, çok kapalı bir anlatımı olduğunu düşünmekteyim. (Ben de Çağan Irmak’ın –mekteyim söylemini kullanayım dedim.) Mehmet’in kitabı mesela. Kitapta ne yazdığını izleyici bilmiyor ama anlıyoruz ki bu kitap öyle bir kitaptır ki Mehmet’in ve kitabı çoğaltanların öldürülmesine kadar giden büyük etki yaratabiliyor, herkeste ani değişiklikler meydana getiriyor. İzleyicinin bu kitabın içeriği hakkında daha çok bilgi edinme hakkına sahip olduğunu düşünüyorum. Açıkçası böyle bir aydınlatmanın bir kitabın nasıl bu kadar olaya sebebiyet verebileceğini anlamamızı daha kolaylastıracağına inanıyorum.

İkinci olarak, oyunculuğun tiyatro oyunculuğunu andırdığını düşünüyorum. Özellikle kitabı çoğaltanların kitabı bitirdikten sonra köye geldiği sahnede kendimi adeta tiyatroda zannettim ki bu bir film için iyi bir özellik değil. Son olarak, kostümlerin ve makyajin Karayip Korsanları’nı bu kadar andırması Ulak gibi bir filme olmamış. Karayipler’de yasamadığımız düşünülürse dediğim anlaşılır olacaktır. Tabi beğendigim pek çok nokta da oldu. Filmin geneline hakim olan “Bilip de susan da suçludur.” zihniyeti seyirciye çok iyi aktarılmış. Özellikle şu günlerde toplumumuza çok iyi uyan bir zihniyet olduğunu düşünmekteyim. Ayrıca çocuk oyuncuların oyunculuklarını çok başarılı buldum. Çağan Irmak’ın senaryoda çocukları koyduğu yer, bize çocukların masumiyeti aracılığıyla “Bilip de susmama”yı öğütlüyor. Iyi noktalarıyla, kötü noktalarıyla Ulak, Türk sinemasının en özgün filmlerinden biri. Çağan Irmak’a hakkını vermek lazım.

39


KISA FİLMLERE KISA DENEMELER

O

Ecenaz TAŞLI 11 E

10 DAKİKA KISA MI?

kulda, derslerde geçmek bilmeyen 10 dakikalar, sokakta 10 sanayide geçer gibi gelir. Bizlerin keyfimiz için sıkılarak geçirdiğimiz o birkaç dakikayı, -başka bir yerde belki de yanı başımızda- kimi insanların hiç yaşamamış olmayı ne kadar istediğini hiç bilemeyiz. Belki de birileri bir mağazada paketinin hazırlanmasını beklerken yanı başında birileri ölüyordur. Bence hayat acımasız değil. Her şey bizim olaylara bakış açımızla ilgili. Başımıza gelen her güzel olaya “şans”, her üzücü olaya “kader” gözüyle bakmak büyük bir bencillik. Bizler etrafımıza at gözlükleriyle bakmaya devam ettikçe yanı başımızdaki insanlar açlıktan ve savaştan ölmeye devam edecek. Tabii hiç kimse hayatının her dakikasını dünya felaketlerini düşünerek geçiremez ama aklımıza geldikçe üzülmekten başka bir şeyler daha yapmalıyız. Böyle giderse sıkılarak geçirdiğimiz 10 dakikaların değerini asla anlayamayacağız.

A

HAYAT FİLMİNİN OYUNCULARI

slında şu skeçlerde oynayan çok fazla insan var gerçek hayatımızda. Sadece aşkla ilgili olanlarda değil hepsinden söz ediyorum. Mutlu, mutsuz kısacası her an bir filmin kesiti gibi bence ve her kesitin kahramanları var. Bu kesitlerin hepsi toplanınca ortaya bir film çıkıyor ve adı “Hayat” olan bu uzun metrajlı filmde onlarca oyuncu oynuyor. Kimi zaman biz onlara roller biçiyoruz, kimi zamansa onlar filmin bir yerinden dahil olup kendi rollerini belirliyorlar. Her ne kadar bu uzun metrajlı filmde oyuncuları iyi seçmek gerekiyorsa da hiçbir yönetmen yani bizler mükemmel oyuncuyu bulamıyoruz, eğer şanslıysak mükemmele yakin olanlar çıkıyor karşımıza. Onların da kıymeti bilinmesine biliniyor da ya başrolü kapıyorlar ya da oyuncu kaprisi yapıp filmden ayrılıyorlar. Bu oyunculardan en kritik rolde olanlar hayatimizin başından sonuna kadar filmde oynuyor, bazıları sadece birkaç karede görünüp filmden ayrılıyor, bazıları ise filmin belli bir yerinde dahil oluyor Keremcan ERDÖNMEZ 11 E ama sonuna kadar devam ediyor ve biz filmin yönetmeni olarak oyuncuları her yönüyle tanıyoruz ama her oyuncu farklı olduğundan hepsiyle ilişkimiz farklı oluyor tabii. Bir de unutmadan öyle oyuncular var ki filmdeki etkileri büyük oluyor ama bitmemesi gereken sahnelerini yarıda kesip filmin en can alıcı sahnesini birden nedensizce çöpe atıyorlar ve biz, yönetmenler oyuncu seçmenin inceliklerini tekrar gözden geçiriyoruz ama hiçbir zaman o yöntemleri kullanamadan inişli çıkışlı sürdürüyoruz filmi ve sonu klişe mutlu ya da mutsuz sonlar gibi bitmiyor bu filmin, izleyicide eksi ama bol sekerli bir limonata etkisi bırakarak görünüyor filmin jenerik yazıları…

40


İ

NE YAZIK Kİ AŞK BİR SKEÇTEN İBARETTİR

nsanoğlu, her yeni güne içinde bin bir çeşit umutlar taşıyarak başlar. Doğan her günün sabahını kendine yoldaş edinir ve akşamın o muhteşem kızıllığını görünceye dek ne olursa olsun, hiç durmadan yılmadan çizdiği yolda sağlam adımlarla ilerlemeye devam eder. Ok atılmıştır bir defa hedef belirlenmiştir önceden, geriye tek bir şey kalır; o hedefe ulaşmada izlenecek yol haritası. Ah hele bir de söz konusu aşk olunca sevgili uğruna yapılamayacak hiçbir şey, aşılamayacak hiçbir engel yoktur. Her türlü sıkıntıyı göze alıp her türlü zorluğa göğüs gerip salt tek olana, sevgiliye yönelinir.

Bazen var gücüyle haykırası gelir insanın tüm sessizliğe inat, sevdiğini cümle aleme duyurmak ister. Bazen de boğazı düğümlenir en umulmadık anda isyan gözyaşlarını usulca yüreğine akıtır; çünkü anlamıştır artık insan, farkındalığına varmıştır birtakım şeylerin. Gerçek aşkın imkânsızlığından dem vurmaktadır çoğu zaman. Her şeyin aslında bir anlık olduğu gerçeği, ağır bir kül bulutu gibi gelip çöküverir bir anda omuzlar üstüne. Karşınızdakiyle geçirdiğiniz onca zamanın, o belki de hayatınızın en güzel dakikaları diye nitelendirdiğiniz anlar, istemeden de olsa kayıp gitmiştir bir kere avucunuzdan. Tutabilme, yakasına yapışıp geri getirebilme ihtimaliniz hiç yoktur. Artık onunla olamayacaEcenur ORTAÇ 11 E ğınızı bilirsiniz, bir daha belki de hiç göremeyeceksinizdir onu, o herkesten farklı sesini hiç işitemeyeceksinizdir ya da o tebessümündeki sıcaklığı hissedemeyeceksinizdir. Aşk,yapacağını yapmış, başarılı bir oyun sunmuştur izleyenlerine. Yer yer esprilere yer vermiş ,güldürmüş bir süre,,sonunu da genelin aksine “hüzünlü son” la bitirmiştir.Oyun bitiminde akıllara yer eden tek şey vardır;gerçek aşk ne kadar imkansızmış gibi görünse de,en azından sonradan geriye dönüp bakıldığında pişmanlığa yer kalmasın diye,aşk yolunda ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Üzülerek söylüyorum ki aşk bir skeçten ibarettir.

41


S

BAKIŞ AÇISI

evmediğimiz, bizi rahatsız eden ve üzen şeyleri, sevdiklerimizle, istediklerimizle ve bizi mutlu edenlerle yer değiştirme gücümüz olsa çok güzel olmaz mıydı? Bütün şikâyetlerimiz, hatalarımız, kötü ilişkilerimiz ve negatif olan her şeyin yerine hepsinin olumlularının gelmesi… Etrafımızdakilerin değişmesini dilemek, beklemek sonuç vermeyecektir. “Beklenti içinde olmak” her zaman “hayal kırıklığı” demektir. Çünkü insan beklenti içinde olunca hep olabileceğinin en iyisini, güzelini hayal eder. Ancak hiçbir şey aslında o kadar da güzel değildir. Hatta hiçbir şey o kadar kötü de değildir. Onları iyi kötü, güzel çirkin vs. diye “etiketleyen” bizleriz.

Alara BAYKENT 11 E Etrafımızdakilerin değişmesini beklemek yerine değişimi biz yapalım o yaratıcı aklımızın gücüyle. Başkalarını ve etraftakileri değiştirmeye çalışmayalım, kendimizi değiştirmeye başlayalım. Zaten bu “yolculuğa” çıktıktan sonra yani kendimizi değiştirdikten sonra etraftakilerin değişimi gerçekleşecektir. Küçük bir parçayla uğraşmak, büyüğüyle uğraşmaktan çok daha kolaydır. Eğer hayatımızda doksan dokuz şey iyi gidiyorsa ama biz bir tane kötü gidene odaklanırsak diğer doksan dokuz da kötü gidenler gibi olacaktır. Eğer hayatımızda doksan dokuz şey kötü gidiyorsa ama biz bir tane iyi gidene odaklanırsak diğer doksan dokuzu da iyi gidenler gibi olacaktır. İşte bu bizim aklımızın odaklanmasının ve yaratıcılığının gücüdür. Etrafımızda olanlara karşı bakış açımızı değiştirirsek, etrafımızdakiler ve olaylar da değişecektir; bizim istediğimiz ve dilediğimiz şekilde.

42


BİR GRUP BİR YORUM

B

DÜNYA ÇAPINDA BİR SES: BEİRUT

eirut, adını Lübnan’ın başkentinden alan Amerikalı bir grup. Grubun solisti olan ve çok genç olan Zach Condon`ın liderliğinde oluşmuş bu topluluk,dinleyen herkese bir şekilde neşe verir.Çünkü grubun müziklerinde uluslararası ezgiler bulunmaktadır.Fransız folk müziğinden;Balkan müziğine,Türk müziğine istediğiniz her tür ezgileri bulabilirsiniz. Sınırlandırmak gerekirse indie-rock ve dünya müziğinin karışımı bir müzikleri var. Dışardan bakıldığı zaman Türkiye`de pek fazla dinlenmiyor gibi gözükebilir.Fakat bu durum böyle değildir.Türkiye`ye sadece bir kez gelmiş olmalarına rağmen konserleri tıklım tıklım geçmiş. Bu sırada grup Türkiye`ye olan aşklarını gizleyemediklerini,Türk ve Osmanlı kültürüne duydukları ilginin başlarını döndürdüklerini söylemişti.

Ekin TÜRE 11 E

Peki ilginç ve farklı müzikler yapan bu grup nasıl ortaya çıktı? Zach Condon Meksika`da Santa Fe`de doğdu. Kendisi Amerika- Meksikalı. Lise yıllarında jazz müziğe ilgisi var, böylece trompet ve Conn büğülü çalmaya başladı, sonradan ilgisini Meksika`nın yöresel müziği olan Mariachi müziği çekti. On altı yasında okulu bırakan Condon Fransa`ya abisinin yanına gönderildi. Burada yatılı bir okula başlayan Condon, abisinin komşusu olan ve herkesin sonuna kadar müziği açıp dinlemesinden şikayet ettiği bir adamla tanıştı.Bu adam Condon`ın müzik hayatına girişinin temellerini attı.Reşit olduktan sonra Condon Amerika`ya döndü.Bir sure Brooklyn`de müzik grubu ile beraber yaşayan küçük kardeşinin yanında yasadı.Sonra Meksika üniversitesine giderek burada fotoğrafçılık ve Portekizce eğitimi aldı.Üniversite eğitimi bittikten sonra Avrupa`ya geri döndü ve burada Amerikalı bir kaç arkadaşı oldu.Bu arkadaşları ile Amerika`ya giden Condon, Beirut`un temellerini 2006 yılında New York`ta attı.Burada konser verdikten sonra grup,Amerika`yı gezerken yolda tanıştıkları müzisyenleri grubun içine kattılar ve her durakta tanıştıkları kişiler onlarla beraber yol almaya başladı. Beirut böylece kendini hayalperest ve söz dinlemez bir çocuk olarak tanımladı.Gruptakilere göre bir müzik gurubu değil,içlerinde büyüyen bir çocuktu Beirut.Böylece dünyayı beraber gezmeye ve görmeye başladılar.İlk başta en bilinen ve ilk albümleri `The Gulag Orkestar`i tanıtmaya başladılar.Bu albüm grubun ilk üyeleri ile Condon`ın Meksika`da bulunan evinde kaydedilmişti.Albümden kısaca söz eder isek,adını Sovyetler Rusya’sının hatalarını anlatan bir kitaptan almaktadır.Albüm kapağının ön ve arka yüzünde bulunan fotoğraflar Almanya`da bir kütüphanede bulunmuştur ve kimin tarafından çekildiği belli değildir.Bu zaten albümün içerisinde belirtilmiştir.Albüm unlu İngiliz Indie plak şirketi olan Rough Trade in alt kayıt şirketi olan Ba da bing!`den çıkarılmıştır.Bu albüm Beirut`un en çok bilinen iki albümünden biridir.Albümün A serisinin satışı sona erince B serisinde Beirut`un EP yani üç veya dört şarkı bulunduran albümü olan Lon Gisland da eklenmiştir.Böylece iki CD bir arada satışı gerçekleşmiştir. Albümün içeriğine baktığımızda eğlendirmeye yönelik, daha doğrusu görünüşte eğlenceli; fakat içten içe hüzünlüdür. Beirut`u çoğu insan Elephant Gun şarkısı ile tanımaktadır. Şarkının klipinin çekimlerini üslenen Alma Hayek iyi bir iş çıkarmıştır. Aynı şekilde Concubine şarkısının klipinin çekimlerini üstlenmiştir ve burada da iyi bir iş çıkarmıştır. Şarkının klipi dışarıdan bakınca çok eğlenceli gözükebilir fakat aslında şarkıyı dinlediğimizde birbirleri ile dans eden fil burunu takmış kadın ve erkeklerin nasıl felsefi bir hüznü anlattığını anlayabiliriz.Şarkının sözleri başlangıçta söyle başlıyor,eğer genç olsaydım bu şehri terk ederdim ve hayallerimi yer altına gömerdim.Evden uzakta fil silahı hepimizi teker teker avlayacak. Bu şarkıda verilmek istenen mesaj şuradan ortaya çıkıyor. Elephant gun,filleri öldürmek için kullanılan özel bir silahtır. Bu filler öldürüldüğü zaman fillerin dişleri evlerinden uzaklara başkalarının evlerine birer süs eşyası olarak götürülür ve bu dişlere özel bakımı yapılmaz ise ortam koşullarına uyum sağlayamaz ve çürür. Şarkıda buradan yola çıkılarak verilen mesaj ise insanların çevresindeki insanlar tarafından hegemonyası altına alınmaları ve böylece bu insanların kimliklerini unutup gerçek olan kendilerinden uzak olarak başka birileri tarafından yeni kişilik ile yetiştirilmesi. Buna alışamayan insanların ise bu duruma yabancılaşma göstermesi durumudur.İnsanlar bu şarkının hüznünün bir fili rahatça devirebileceğini söylüyor. Şarkı başlangıçta bir vals gibi başlıyor zaten insanda dans etme hissi uyanıyor, bunun yanında tatlı bir sarhoşluk yaşıyorsunuz. 43


Değinilmesi gereken önemli bir nokta ise zaten Condon`ın şarkıyı seslendirirken adeta bir sarhoş gibi seslendiriyor olması. Sözleri ağzında geveleyerek fakat notaya uyum sağlayarak söylüyor. Herkesin bu durumdan hoşnut olduğu söylenemez elbet.Bu baygın hal insanları depresif bir havaya taşıyabiliyor. Bütün şarkılarda sözler bu şekilde söylendiği için bu insanlar Beirut dinleyemiyor. The Gulag Orkestar albümünden en çok beğenilen diğer şarkı ise Postcards From Italy.Şarkı dinleyenlerin çoğunda aynı hisleri uyandırıyor. Palermo sokaklarında güneş yavaş yavaş batıyor ve siz yavaş yavaş o sokaklarda tek başınıza yürüyorsunuz mutlu gözüküyorsunuz ama bir yandan o anı kimseyle paylaşamamak içinizi yiyor.İste ayni hissi Beirut insana yaşatıyor.Şu ana kadar insanların tepkisi ya bir yaz günü kendilerini İtalya`da ya da İspanya`da hayal etmeleri ile sonlanmış.Aslında Beirut yine yapmış yapacağını. .Beirut`un en enteresan ve ilgi çekici parçası denebilir.Çünkü hüzünlü anda dinlenirse melankolik,mutlu anda dinlenirse daha mutlu yapıyor.Şarap içmek gibi aynı,arkadaş ortamında içerseniz mayhoş sarhoşluk hoşunuza gider,fakat yanınızda kimse yok ise eğer vücutta sterotonin salgılanması azalır. İnsanın ne zaman dinlerse dinlesin farkli tepkiler vereceği bir şarkı o yüzden dinlenmekten sıkılmıyor.Şarkının klipi eski ve ironik görüntüler ile dolu.Bazı sahnelerde dans eden,sarılan,öpüşen insanlar var iken ara ara askerlere,silaha,çitlerin arkasında kalmış hayvanlara rastlanıyor.Bu parça Elephant Gun`a gore daha dokunaklı olsa bile sözlerinin üstlendiği anlam kadar duygusal değil.Edindiğimiz zamanlar,Rüzgarın estiği,yağmurla karla estiği zamanlar o kadar kötü değildi.Ayaklarımızı gitmek zorunda oldukları yere koyduk hep,hiç gitmeyecekleri yerlerdi oralar.Aslında fazla açıklamaya gerek yok sözler insanın zorla yaşadığı ve kendi adına kaybettiği zamanları,fakat buna rağmen iyi tarafından bakılması gerektiğini anlatıyor. Genellikle ikinci albümler ilk albüm kadar başarılı olmaz ilk albüm bir çocuk gibi özenle hazırlanır.Eğer çok sattıysa ve çok beğenildiyse,nasılsa herkes kitaplığımda bulunsun düşüncesi ile bir tane edinecek diye çok önem vermezler ikinci albüme.Eleştirmenler bile aynı şeyi beklemişti Beirut`un ikinci albümünden.Birincisinin kopyası olacak ve sadece Balkan ezgileri olacak yine,sözler gelişi güzel değiştirilip önümüze sunulacak diye düşünüldü.2007 yılının ortasında `The Flying Club Cup` diye bir albüm çıkardı bu grup.Albümün içinde sanson mu blues mu yoksa kabare müziği mi hepsi bulunuyor. Albümün içi panayır havası kaynıyor. Albüm bağımsız plak şirketi çıkışlı olsa da çok kaliteli bir şekilde hazırlanmış.Parçaların sırası olması gerektiği gibi,arabada dinlerken bir şarkı bitip diğer şarkıya geçtiğinde bu şarkiyi beğenmedim düşüncesine kapılıp ileri sarmaya geçmiyorsunuz. Albüm adını 1900`lü yıllarda Paris`te yapılan bir sıcak hava balonu festivalinden alır. Albümün ön ve arka yüzündeki fotoğraflar yine Zach Condon tarafından bir yerlerde bulunmuştur. Albümün Balkan müziğinden arınmasında en büyük etken grubun albümü oluştururken sürekli dinledikleri fenomen isim;Jaques Brel.Fransız sanson bestecisi, Ne me quitte pas ve Je suis malade şarkıları ile ünlüdür. Albümün kapak yazısında Jaques Brel`e etkileyici müziğinden minnettar olduklarını belirtmişler. Albümdeki şarkıların çoğu Fransa`da bulunan şehirlerin adını almıştır. Albümün Fransa`ya bu kadar odaklı olması, Condon`ın gençliğini büyük oranda Fransa`da geçirmiş olmasındandır. Şarkıların şehir isimlerini alması albümü daha farklı kılmış ve belki de bu yüzden bu albüm ilk albüme oranla daha çok dinlendi. Fakat daha çok dinlenmesinin sebebi bir tek bu değildi. Fransa çapında başarısına ulaşmış olan`La Blogetheque` adı altındaki bir grup yardımıyla çok daha ünlendi albüm. La Blogetheque`in amacı ünlü indie gruplarının sokak performanslarını - taşınabilir şovlar - hiçbir kâr gütmeden belgesel haline getirmektir. Aslen La Blogetheque film çeken bir topluluktur,ama müzik adına yaptıkları bu şeyi onlar bir sosyal yardım projesi olarak görüyorlar.Hatta bir süre sonra işleri büyüdüğünde Türkiye`ye gelip Gevende ve Yora`yı desteleyerek birer belgesel çekmişlerdir.Beirut`un beğenilen şovları ise `in the Mausolem` ve `Nantes` şarkıları için geçerlidir. 44


Nantes Fransa`nın batısında Atlantik kıyısında bulunan küçük ve sessiz bir üniversite kasabasıdır. Parça için en çok uyan isim denebilir.Jules Verne gibi bir dehanın hayatı boyunca yasadığı bu sessiz şehir daha bir çok kişiye ilham kaynağı olmuş.Bundan payını alan Beirut`ta olmuş elbet.İşte bu şarkı ile ilgili en rahatsız edici bölüm belki de taşınabilir şovun Nantes değil de Paris`in lüks semtlerinden birinde çekilmiş olmasıdır.Nantes`ın nasıl bir yer olduğunu bildikten sonra bu teknolojik şehir pek uymuyor şarkıya maalesef. Fakat bu şov çekilirken izleyen veya dinleyen bir kişi için günü olduğundan çok daha güzel geçmiştir.Şuursuzca iki çöp kutusunun arasında darbuka koymuş üçü arasında kararsızcasına baget vuran bir adam,gözleri kapalı dans ederek keman çalan bir kadın ve daha bir çok kişi kendi dünyalarında, kalabalık bir ortamda soyutlanmış bir şekilde duruyorlar.Herkes sarhoş gibi gözüküyor ama sarhoş olmadıkları belli,ortama bakınca dağınık kimse grupla senkranizsyon içinde değil ama şarkı kendi içinde tamı tamına uyuyor. Şarkı yavaş bir ritimle başlayarak ilerliyor. İlk başta akordeon ile giriş var bu yüzden dinleyen kişinin içinde azda olsa yerinde haraket etme hissi uyanıyor.Sallanmak veya bir ayağı yere pat pat vurmak gibi.Şarki ile sözlerde giriyor ki sözlerin başında züğürt ve başı boş bir adam anlatılıyor ki insanın şarkı başlarken ki sallanma haraketine tam uyuyor: Gülümsemeni gördüğümden beri uzun zaman oldu Kumarda zamanımı ve korkumu kaybettim. Bir yıla yakın bir dönemde hepsi denize yol alacak. Bir dakika geçmeden trompet ve tuba giriyor şarkıya böylece insan yerinde hiç duramaz oluyor. Tam burada ise şu sözler giriyor: Kimse sesini yükseltemez,Nantes geceleri hariç. Hiç kimse sesini yükseltemez,Nantes geceleri hariç. Peki Neden Nantes geceleri? Nantes Fransa`daki en sessiz ve en nitelikli şehirlerinden biri olmasına rağmen gecelerinin hiç sessiz geçtiği söylenemez ama nitelikli olması devam eder çünkü bir üniversite şehridir Nantes. Bundan dolayı her gece partilerin eksik olmadığı bir yerdir. Evlerde her gece parti verilir, Fransa`nın diğer kentlerinin tersine sokaklar gece üçte dopdoludur.Sadece evlerde olmaz bu partiler her gün barlarda `open bar party` adında partiler düzenlenir. Nantes bu yönüyle çok ünlüdür.Kısaca şarkinin aktarmak istediği hiç bir şeyi önemsemeyen bohem bir hayat ya da işi gücü eğlenmekle olan bir öğrenci hayatı. In the Mausoleum parçası tam bir jazz havası estiriyor. Ama hüzünlü bir hava var. Zaten şarkının adı `Türbede`. Şarkı ölüler için bir ağıt gibi fakat Türbe olması bu kişinin ünlü bir kişi olması anlamına gelir. Çok karamsar bir şarkı: Zaman geçip gidiyor senin gizli hayatın bir Türbede. Berlin`in sabah ışıklarıyla dolu halini hiç sevmiyorum fakat eğer onlar olmasaydı bundan daha rahat hissedemezdim. Albüm versiyonunda bir iki eksik var bu yüzden La blogotheque versiyonundan bahsetmek daha iyi olur. Şarki iki alkış ile başlıyor. Bu iki alkış doğum ve ölümü sembolize ediyor. Bateri yerine fırın, ocak ve karpuz kullanılmış çünkü çekimler küçük bir evde geçiyor ve oraya bateri kurmak başlı başına bir sorun. Pratik fikirler ile enstrümanı oluşturmuşlar stomps grubu gibi yani. Kimi olan biten sanki olmuyormuş gibi kösede oturup kitap okuyor,farklı bir ortam.Fakat bu elbette insan aklında şunu doğurabilir,bu adamların hiç bir şeyi kafalarına takmadan yasamaları “marjinaliz, sanatçıyız” deme çabasıdır şeklinde bir düşünce olabilir. Bu da olabilir ya da belki de bu insanlar gerçekten farklıdırlar. Beirut uzun süre albüm çıkaramadı çünkü Condon`ım fazla sesten kulak zarı delindi. Bundan dolayı uzun bir tedavi süreci başladı. İkinci albümün çıkması üzerinden tam beş sene geçti. Beirut konserlere iki yıl ara vermişti,herkes grubun dağıldığını düşündü.İşte tam o sırada 2011`de The Riptide ortaya çıktı.Albüm ağustos ayında çıkmış olmasına rağmen tamamıyla kış şarkılarından oluştu.Bütün şarkılar yavaş sadece üç tane hareketli şarki bulunuyor.Bu albüm yeni bir başlangıcın simgesiymiş.Condon albüm ile ilgili yaptığı bir açıklamada şunu belirtiyor.`Bütün hayatım bu albüme sığdırıldı.Bundan sonra yeni bir başlangıç yapacağım,albümü çıkarken bir çok değişiklik yaptım zaten.Genç yaşıma rağmen evlendim,hippiler dışında kimsenin yaşamadığı bir tarlada ev sahibi oldum,ilk defa kendime bir ev hayvanı aldım.Normal bir adam gibi yaşamaya başlıyorum artık.Bu albüm benim kaçışım ve bu albüm bir rafta benim biyografim gibi duracak.`Albümün içeriğine baktığımızda hakli olduğunun kanısına varabiliriz.Vagabond: Kelime anlamı aylak,Santa Fe: 45


Condon`ın doğduğu yer,East Harlem: New york`ta kardeşinin yanında yasarken kaldığı bölge, Cuixmala: Meksika`da Condon’ın ailesi ile yaşadığı villalar.Daha bir çok şarkı ve anlamları.Bu kadarı bile neden Albümün Condon`in hayatının bir biyografisi olduğunun anlamaya yeterli. East Harlem albümden önce tanıtılan şarkı. Şarkı Harlem`de sabaha karşı erkek arkadaşını bekleyen bir kızı anlatıyor ki bu kız Condon`ın lise yıllarında sevgilisi şimdi eşi olan ve kendisini görmeye gelmiş kız. Şarkı tam bir vals havasında. Üflemeli enstrümanların sesleri diğer şarkılara göre biraz daha boğuk, bu durum Beirut`un özelliğini biraz yitirmesine sebep olmuş. Albümden bir diğer en çok dinlenen parça ise Vagabond.Tam anlamıyla bir kaçamak şarkısı. Klipi siyah beyaz askerler şehre gelmiş. Kızlar ise tuvalette süsleniyorlar. Askerlere hoş görünme isteğindeler sahnede ise Beirut vagabond`u söylemekte. Kızlar askerler ile hoş bir gece geçirme çabasındalar. Fakat askerler kızlara istedikleri gibi bir gece yaşatamıyorlar. Askerlerden rahatsız olan kızlar ise teker teker hayal kırıklığı yaşıyorlar fakat bir süre sonra alkolün etkisi ile herkes garip halüsünasyonlar görüyor ve ya normalde yapmayacakları davranışları sergiliyorlar. Bu sırada herkesin üzerinde bir bezginlik var uzun süren savaşın getirdiği yorgunluk mu yoksa mutlu olmak için denenen çabaların hiçbir zaman işe yaramaması mı belli değil. Aslında klip çok garip çünkü arada insanlar çok saçma bir şekilde müzik eşliğinde dans ediyorlar. Bu bölüm anlamsızcasına oturtulmuş gibi duruyor şarkıya: Serseriler evimi bulabilmem için Bana bir çanta dolusu kemik bıraktılar. Hava gittikçe soğuyor Ağaçları izlerken hâlâ evimi bulmuş değilim Biri serserilerden yardım istemiş ama istediği yardımı bulamamış ve fark ediyor ki kendisi de onlar gibi kayıp ve başıboş bir serseri. Aslında bu şarkının hiç bir anlamı yok. Sadece zevk için eğlenmek amaçlı yazılmış sözleri. Yazın arkadaşlar ile yol alırken dinlenecek bir şarkı tam. Son albümde her türlü yaza hazırlık yapmış Beirut. Şu ana kadar Beirut`un yaptıkları bu kadar. Kimilerine göre bir balon dolusu mutluluk kimilerine göre müzik konusunda kendilerini çok iyi zanneden bir takım genç. Beirut ile ilgili bilinenler bu kadar. İsteyen müziğin akısına bırakır kendini,isteyen bırakmaz. Onlar sadece geçmişteki güzel zamanları günümüze taşıma çabasında olan bir topluluk. Tek önemli olan anı olması gerektiği gibi yaşamak onlar için. Bütün şarkılarında günümüzün sorunlarını belirttikleri gibi.

46


BU DA BENİM TARİHİM 1995 yılının 29 Haziran sabahı beni 9 ay karnında taşıyan kadının gözlerini ilk kez gördüm. 8 aya kadar yanından ayrılmayı beceremediğim annemin ve babamın yanından 8 ayın sonunda artık ayrılabiliyordum. Emekleyebiliyordum. 1 yaşına yaklaşırken konuşmaya başladım. O günden beri de hiç susmadım. 1 yaşına girdiğim doğum günümde yalpalayarak annemle babam arasında gidip gelebiliyordum. Yemeğe ve yemek yapmaya meraklı doğdum. 2-3 yaşlarımda pilav nasıl yapılır biliyor, dolmanın içine neler konulur sayabiliyorum. Tepeme renkli bir tokayla tutturdukları bir tutam saçımla tabureye çıkıp anneme yardım ediyor, aynı tabureyi hep yanımda taşıyıp bu tabureye çıkarak her işimi hallediyordum. 3 yaşında anaokuluna başladım. Dostluk Denizi’ydi adı. İlk dostlarımı o denizde edindim. 99 depreminin yaşandığı sene İzmir’de yatağımda uyuyordum. 5 yaşında Terakki’ye geçtim. İlk sahne deneyimimi yaşadığım bale gösterisinde altıma yaptım ve kimse fark etmediği için çok mutlu olmuştum. 6 yaşında okuma yazma öğrendim. İlk kitabımı yazdım ve kaybettim. Hayvanları hep sevdim. Zıp zıp isimli bir tavşanım oldu beyazdı, büyüdü dediler yediler. İlk evcil hayvanımı böyle kaybettim. Sonra bir kuşum oldu: Bıcırık, onunla sorumluluk almayı öğrendim. İlk kez ticarete atıldım kolye, bilezik yaptım sattım kuşuma kafes aldım. Doğduğum yıllarda cep telefonu yeni yeni çıkmıştı ben ilk telefonumu 3.sınıfta aldım telefonum belki de en çok o sene o gün işe yaradı. HSBC patladığında herkes korkmuş, annesini arama derdindeyken bizim sınıfta sadece 2 kişinin telefonu vardı. Şimdi o yaştaki her çocuğun elinde…

2005 yılında katıldığım 2. Uluslar arası Çocuk Filmleri Festivali’nde senaryom ilk 50 senaryo arasına girdi ve bir kitapta yayınlandı. Hediyem olan plaketi ve kitabı yazar Gülten Dayıoğlu’ndan aldım. “Kalemi kuvvetli” deyimini o gün öğrendim. 5. sınıfta 11 yaşındayken hayatın ve insanın çevresindekilerin sürekli bir değişim halinde olduğunu sınıf öğretmenimin değişmesiyle anladım. Alışkanlıklardan ve sevdiklerimizden vazgeçmenin acısını gözyaşlarıyla anladım. 6.sınıfta sosyalden 4 aldım gecenin bir vaktinde aklıma karnemde 4 olacağı geldi ve ağlamaya başladım. 7.sınıfta ilk defa bir erkek için ağladım ama zaman geçtikçe ağladıklarımın ağlamaya değmez olduğunu, uğruna ağlanacak birini bulduğumda asla bırakmamam gerektiğini anladım. Terakki’de en yakın dostlarımı kazandım. Bunların bazılarını kaybettim bazıları ise hâlâ yanımda. “İnsanlar kolay kaybedilir, çok zor kazanılır.” sözünü yaşayarak anladım. 2009 yılında Think Quest isimli web sitesi tasarım yarışmasını kazanıp arkadaşlarımla Amerika’ya gittim. Döndüğümde domuz gribi olduğumu öğrendim ve bana maskeler, eldivenler, önlükler olmadan yaklaşan insanları görünce ilk defa bugün varız yarın yokuz sözünü kendime söyledim. Türkiye’nin özellikle İstanbul’un tehlikeli sokakları nedeniyle liseye kadar hiçbir sevgililer gününü dışarıda geçiremedim. Ailem İstanbul’a hiç güvenemedi fakat zamanla bana olan güvenleriyle bunun da üstesinden geldik. Lise sınavından sonra büyük hedefler için büyük disiplin gerektiğini anladım, başarılı olamadım ve benim için en iyisinin Terakki’de kalmak olacağına karar verdim. Bu kararım başarılıydı. Sahip olduğum duygusal ve utangaç karakterim farklı bir okulda bana problem çıkarabilirdi. Terakki ise alışkanlık, tanıdık, güven demekti. 15 yaşında insanların gözlerine bakarak konuşabilmeye başladım. Gözler anlatır her şeyi dediler insanların gözlerine baka baka anladım. Yaşanmış olan, yaşanıyor olan ve yaşanacak olan şeylerin bol olduğu bu yolda her adımda işitiyor, öğreniyor ve zamanla anlıyorum. Bulunduğum yerden ileride beni bekleyenler veya yolun sonu belli olmuyor. Yürüyorum, sadece merakla yürüyorum. Belin CÜCEOĞLU 11 E 47


KARDEŞ KULÜPLER, ÇALIŞMALARI VE YIL İÇİNDE YAPILAN ETKİNLİKLER ŞİİR KULÜBÜ: 2011-2012 öğretim yılında Şiir Kulübü, çalıştırıcısı Şair Sezai Sarıoğlu rehberliğinde; • Bilgi-bilinç- dervişlik doğrultusunda şiirlerin değerlendirilmesi • Şiirin ne olduğunun kavranması • Seçilen şiirler üzerine çalışılması • Şiirlerin bir bütün olarak okunması • Dizelerin anlamlandırılması • Şiirlerin seslendirilmesi • Dramayla bütünleştirerek etkinlik düzenlenmesi hedefleri doğrultusunda çalıştı. Şiir Kulübü öğrencilerinden arkadaşımız Nil Özer, “Sözcüklerle Dans 12. Şiir Festivali”nde kayboluş temalı “Yabancı Gölge” şiiriyle ikincilik ödülü kazandı; seçici kurul, “Karamsarlığın yalnızlıkla örtüşmesini, özlenen şeylerle dayatılanlar arasındaki çelişkiyi, sonuçta bireyin bu çatışmadaki bunaltısını alttan alta bir isyan diliyle işliyor.” saptamasını yaptı. Arda Alpaslan ve İlknur Öztürk de seçici kurulun “mutlaka önemsenmesi gereken isimler” listesinde yer aldı. Öğrenciler, yıl içinde hedefler doğrultusunda yaratıcılıklarını da kullanarak şiir iklimi oluşturdukları çalışmalarını farklı bir yaklaşımla, drama ve dans gösterisiyle bütünleştirerek sundular.

48


MÜNAZARA KULÜBÜ

O

Münazara Ligi’ne Katıldık

kulumuzun Münazara Kulübü üç yıldır bir kulüp olarak çalışmalarını sürdürüyor; fakat bölüm olarak münazara çalışmalarımızı daha önceki yıllarda sınıflar arası turnuvalarla ve Milli Eğitim Bakanlığının yapmış olduğu yarışmalarla sürmekteydik. 9. Sınıflar arasında başlayan münazara turnuvaları 4 yıldır 10. Sınıflar arasında gerçekleştiriliyor. Ayrıca Münazara Kulübü, düzenli olarak çalışıyor. Türkiye Münazara Ligi’ne katılıyor. Bu lig, Özel Okullar Birliği tarafından düzenleniyor. Münazara çalışmaları, öğrencilerimizin dili iyi, etkili ve başarılı kullanmalarına, bir topluluk önünde görüşlerini savunabilmelerine ya da farklı görüşler karşısında doğru tavırlar belirleyebilmelerine zemin hazırlamakta. Bu çalışmanın bir amacı da onların güncel konulara ilgilerini çekmek, toplumsal konularda duyarlılıklarını artırmak, içinde yaşadıkları toplumun gerçeklerine ve doğrularına uygun tepkiler geliştirebilmelerini sağlamak. Yaptığımız çalışmalarda, öğrencilerimizin temel münazara becerilerini geliştirecek, öğrencilere verilen teorik bilgilerin yanında bu bilgileri kullanabilecekleri uygulama alanları yaratacak ortamlar hazırlanmaktadır. Öğrencilerimizin verilen konulara ilişkin hızlı argüman üretme, stres altında sunum yapabilme, çatışma noktalarını analiz edebilme, zor durumlarda karşılık verebilme becerilerini üst noktalara taşımayı hedeflemekteyiz. Bu çalışmalar sırasında öğrencilerimize verilen münazara eğitiminde yanıltmacalarla ve kişiyi zor duruma sokabilecek bütün sorularla başa çıkabilmek için kullanılan metotlar öğretilmekte. Ayrıca her sene okulumuz bünyesinde 10. siniflar arasinda münazara yarışması düzenlenmektedir. Bu yılki yarışmada 10 F sınıfı öğrencileri 1. olmuştur.

YARATICI YAZARLIK KULÜBÜ: Her yıl Karakutu adlı dergiyi çıkaran kulübümüz bu ürün için yıl boyunca çalıştılar . Bu yıl temalı bir çalışma yapılmasına karar veren kulüp öğretmenleri ve arkadaşlarımız “SAVAŞ” temasını seçti ve bütün yazılar bu tema doğrultusunda oluşturuldu. Bu konuda toplanan çalışmaları derleyerek baskıya gönderdiler. TİYATRO KULÜBÜ: Tiyatro Kulübü bu yıl çalışmalarını okulumuz mezunlarından Eren Noyan’ın rehberliğinde yürüttü. Kulüpteki arkadaşlarımız çalıştırıcılarıyla yaptıkları değerlendirme sonunda Woody Allen’in “Tanrı” adlı eserine karar vererek yıl boyunca çalışmalarını sürdürdüler. Bu oyunu 2012-2013 öğretim yılında sene başında sergilemeye karar verdiler. Dünya Tiyatro Günü’nü Kutladık 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretmenlerimiz ve kulüp öğretmenlerimizin de desteğiyle K2 Kültür Merkezi’nde ilçe töreni ile kutlandı. Törende Tiyatro Günü ulusal ve yerel bildirilerinin okunmasının ardından Terakki Tiyatro Topluluğu’nun Bahar Noktası adlı oyunundan bir bölüm sahnelendi.

49


GAZETECİLİK KULÜBÜ: Bu yıl kurulan kulübümüzde arkadaşlarımız önce gazetecilik ile ilgili terimleri, bir gazetenin çıkarılışına kadar geçen süreçte yapılanları öğrendiler. Daha sonra geçen yıl 11. sınıf arkadaşlarımızın çıkardığı “Pusula” adlı mini gazeteyi devralarak yıl sonunda çıkarmaya karar verdiler. Çalışmalarını bu yönde yürüten arkadaşlarımız ürünlerini basılmak üzere teslim ettiler. 12. Sözcüklerle Dans Şiir Festivali 2012 Terakki Vakfı Okulları olarak düzenlediğimiz 12. Şiir Festivali’nin ödül töreni 19 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirildi. Festivalin ödül törenini, okulumuz öğrencileri ile katılımcı okulların katılımcıları keyifle izledi. Ödül töreninde seçici kuruldaki şairlerin konuşmaları, Terakki Modern Dans Kulübü öğrencilerinin hazırladığı dans gösterisi büyük beğeni topladı. Festivalin en heyecanlı bölümü genç şairlere ödüllerinin verildiği anlardı. Şiir Yarışması’na İstanbul’daki 32 liseden 79, Terakki Lisesi’nden de 13 öğrenci katıldı. Böylelikle iki kategoride yapılacak yarışma için toplam 92 şiir jüri tarafından değerlendirildi. Şiir Festivali’nin seçici kurulu; Mustafa Öneş, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Gonca Özmen ve küçük İskender’den ( Jüri Başkanı) oluşuyordu. Jüri üyelerinin uzun değerlendirmeleri sonucunda Özel Saint Joseph Fransız Lisesi öğrencisi Can Keskin, Kayboluşu Yaşamak adlı şiiriyle birincilik, Arnavutköy Korkmaz Yiğit Anadolu Lisesi öğrencisi Alkım Kutlu, Güneşte Gecesi Tükenenler adlı şiiriyle ikincilik, Sultangazi Kız Teknik ve Kız Meslek Lisesi öğrencisi İsmihan Danışmaz, Varoşların Laneti Hep Üzerinize Olsun adlı şiiriyle üçüncülük ödülüne hak kazandı. Terakki Lisesi’nin öğrencileri arasında yapılan değerlendirmede Pınar Beyazıt, Kayıp Anahtar adlı şiiriyle birincilik, Nil Özer, Yabancı Gölge adlı şiiriyle ikincilik, Nazlıcan Çağlar, Aynaya Son Bakış adlı şiiriyle üçüncülük ödülü almaya hak kazandı. Katılımcı öğrencileri ve okullarını kutluyor, şiir serüvenlerinde genç şairlerimizin yolu açık olsun diyoruz.

50


EN ÇOK SATANLAR HAZİRAN 2012 1.

Dukan Diyeti

Pegasus Yayınları

2.

Sultanı Öldürmek

Everest Yayınları

3.

Karatay Diyeti’yle Yaşam Boyu Sağlık

Hayy Kitap

4.

Gözlerini Sımsıkı Kapat

Koridor Yayınları

5.

Sızıntı Wikileaks’te Ünlü Türkler

Kırmızı Kedi Yayınları

6.

Aşk’a Yolculuk - Veysel Karani

Destek Yayınları

7.

Can Boğazdan Çıkar

Hayat Yayınları

8.

Prag Mezarlığı

Doğan Kitapçılık

9.

Açlık Oyunları

Pegasus Yayınları

10.

Kapıldım Sana

Epsilon Yayınları

DUKAN DİYETİ 5 milyondan fazla Fransız kadınını zayıflatan Dr.Pierre Dukan’ın yazdığı kitap yaz mevsimine girdiğimiz şu günlerde en çok satanlarda listenin en üst sırasında yerini almış durumda.

SULTANI ÖLDÜRMEK Bir cinayetle, Fatih Sultan Mehmet’in hayatını harmanlayan Ahmet Ümit‘in son kitabı listenin ikinci sırasında yer alıyor.

KARATAY DİYETİ Dukan Diyet’i gibi bir diyet kitabı olan Dr.Canan Karatay’a ait bir beslenme biçimini anlatan kitap listede üçüncü sırada.

GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT Aklından Bir Sayı Tut’un yazarının ikinci kitabı olan eser macera, polisiye ve gerilim severlerin çok seveceği bir kitap olarak listede dördüncü sırada yer alıyor.

51


SIZINTI WIKILEASK’TE ÜNLÜ TÜRKLER Wikileask belgelerine dayanan iddiaları barındıran kitapta wikileaks belgelerinin genel bir analiziyle başlayıp ikinci bölümde türkiye hakkında sızan raporların analizleriyle devam ediyor.

AŞK’A YOLCULUK Geçen yıl çok satanlar listesinde uzun bir süre kalan Aşkın Gözyaşları üçlemesinin yazarı Sinan Yağmur’un yeni kitabı.

CAN BOĞAZDAN ÇIKAR Kendi bünyenize göre bilinçli beslenmenin yol ve yöntemlerini anlatan Mehmet Ali Bulut’un yazmış olduğu kitap listenin yedinci sırasında yer alıyor.

PRAG MEZARLIĞI Umberto Eco, 2010 yılında İtalya’da yayımlanır yayımlanmaz çok satarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı’nda, çok renkli, çok katmanlı, çok kişilikli bir dünya sunuyor bize. Hitler’in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri’nin ortaya çıkışını ele alıyor bu eserde. Dönemin popüler macera romanlarından gazete yazılarına kadar çok sayıda kaynağın bir araya gelmesiyle oluşan protokollerin tarihçesini, o dönemin tefrika romanlarına uygun bir tarzda ve tabii ki her zamanki gibi engin tarih, edebiyat ve popüler kültür bilgisini konuşturarak romanlaştırıyor. Okurlara çok katmanlı bir dünya sunan Prag Mezarlığı şuan listenin sekizinci sırasında yer alsada çok yakın zamanda yerini yükseltecek bir kitap. AÇLIK OYUNLARI Gregor ve Yeraltı Günlükleri serisinin yazarı Suzanne Collins tarafından yazılan bilim kurgu romanıdır. Özellikle gençlerin çok ilgisini çeken, elinden düşürmediği roman filme de çekilmiştir.

KAPILDIM SANA İmkansız ve inkar edilemeyecek kadar büyük bir aşk hikayesini konu alan kitap listenin sonunda yerini alıyor

52



T. 0212 351 00 60 Pbx - F. 0212 351 00 50 www.terakki.org.tr


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.