Kara-T Fanzin 3. Sayı

Page 1

CANI İSTEYİNCE ÇIKAN KÜLTÜR, SANAT, AKSİYON MECMUASI

3. SAYI

SİHİRLİ KALEMLER KULÜBÜ GURURLA SUNAR

MART 2021 1


Sonunda 3. sayı ile karşınızdayız sevgili okur. Bugüne gelene kadar pek çok zorluktan geçtik, henüz bitmese de zorlukları aşmanın yolunu hatta yollarını keşfettik. 2. sayıyı çıkarırken uzaktan çalışmanın olumsuzluklarını öğrenmiş ve tecrübe etmiştik. Belki de bu sayede 3. sayıya daha güçlü hazırlandık. Birbirinden güzel, özgün içerikler ürettik. Çevrimiçi toplantılarımızda yazılarımızı okuduk, tartıştık, eleştirdik ve birbirimize önerilerde bulunduk. Bunca çabanın sonunda dopdolu bir sayı ile karşınıza çıkmayı başardık. Biz yazarken çok keyif aldık, umarım sizler de okurken bizim kadar keyif alırsınız. Sihirli Kalemler Kulübü gururla sunar! İşte karşınızda 3. SAYI!

2


İngilizce

VE

Sözcüklerinin kısaltılması ile oluşmuştur. İçerik olarak özgün ve özgürdür Maddi kazanç amacı yoktur İzin almadan çoğaltılabilir Özgürce dağıtılabilir ...VE EN ÖNEMLİSİ:

KARA-T FANZİN YAYIN EKİBİ

A’dan Z’ye Ada Işıkan

E.Bora Karabıyık

Bade Güneri

Lara Yavuz

Bengisu Besen

Melis Kahraman

Defne Timur

Tunç Kurt

Deniz Kongar

Yağmur Orhan 3


Sınıf arkadaşlarımla kaynaşmaktan öte artık birbirimizi bir hayli tanıyorduk. Matematik öğretmenim ile yapacağım neredeyse 10. haftadaki bir dersti ve bu derste diğer derslerime kıyasla çok komik ve ilginç şeyler yaşamıştık. Saat 11.40’ta derse girmiştik, çoğu arkadaşım gelmişti ve 10 dakika sonra derse başlamıştık. Öğretmenimiz diyordu ki “Arkadaşlar biriniz bana konumuz olan ortak çarpan parantezini alma-verme hakkında bir örnek verebilir mi acaba?” Birkaç el havaya kalktı. Öğretmenimiz bir arkadaşımıza söz verdi. “Umm, öğretmenim örneğin, on çarpı parantez içinde beş art-” diye kesilerek durmak zorunda kaldı. Sonra sınıftan biri “Hocam, Hocam, Hocam…. Hocağm?” dedi. “Hocağmm, sesiniz gelmiyor, Hocam, Hocam, Hocam, Hocam, Hocammm!” Öğretmenimiz “Senin sesin bize geliyor tatlım.” diye iyimserlikle dönüş yaptı. İşte o anda bana bir kırılma noktası geldi çünkü büyük ihtimalle öğretmenimiz arkadaşımızın o anda kendisini duyduğunu sanıyordu. 5 dakika sonra arkadaşımız yine sormaya başladı “Hocam, Hocam, Hocam!” diyerek. Öğretmenimiz suratındaki bir ifadeden arkadaşımızın dersi böldüğü ve bu konuda bir bilgi sahibi olmadığı için birazcık sıkıldığını ve dersi anlatmaya geri dönmek istediğini anlayabiliyorduk. Fakat öğretmenimizin iyimserliği bu sorulardan daha baskın geldi. Dersin son 5 dakikasında da diğer derslerde sıkıntı çekmesin diye kağıda yazarak çözüm bulmayı denedi ve işe yaradı. Fakat o zamanlar eski çağlardan mağara adamları gibi anlaşmaya çalışmaları bizi çok güldürdü. Biz Zoom’dan çıkarken arkadaşımızın problemi çözülmüş herkes mutluydu. Bence bu derste herkesin aklında kalan tek şey “Hocam, Hocam, Hocağm!” idi.

BADE GÜNERİ 4


Bir gün Zoom dersinde üç yaşındaki kardeşim odama girmeye çalışmıştı ve ben ona izin vermeyince çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı, tam o sırada öğretmenim sesimi açmış ve ben bu durumu fark etmeyince kardeşime çok sinirlenip “Bi sus!” diye bağırmıştım. Bütün sınıf beni duyunca gülmeye başlamıştı ve öğretmen kim o bağıran diye sordu. Sanırım kızmıştı.

BENGİSU BESEN

Bir gün, Zoom’dan Türkçe dersi işlerken kedim Paşa yerde dolaşıyordu. Sonra birden masama atlayıverdi ve laptopun klavyesine yattı ve ben de bir şey olmaz deyip dersime devam ettim fakat sonradan sevgili kedim Paşa koca göbeğiyle laptopu bozdu, adeta delirdi alet ve dersteyken laptop kapandı. Daha sonra ben Paşa’yı yere koydum ve laptopu açtım, derse girdim, öğretmene olayı anlattım ve herkes çok güldü.

DEFNE TİMUR

5


Geçen sene normal bir ders gününde (Normal derken uzaktan eğitimde ne kadar normal olunabiliyorsa o kadar) internetim gayet iyiydi. Buna rağmen en sevdiğim ders olan matematik dersi gelip çatınca internetim nedense(?) gitmişti. Ben tabii ki koşa koşa modemin yanına gittim. Ancak modemde herhangi bir sorun yoktu. Modemi açıp kapadım. Bu süre zarfında zaman da geçiyor, ders süresi akıyordu. Bense evde çıldırmış deli danalar gibi koşuyordum. Sanki canlıymış gibi modeme bağırıyor, kızıyordum. Neredeyse ders bitmişti. İnternetim daha gelmemişti. Ben en son ağlamaya başlamıştım. Evet, gerçekten ağlamıştım. Neden? Dersi kaçırdığım için! Bir de internetim sanki bana garezi varmış gibi tam ders bittiği zaman düzelmişti.

YAĞMUR ORHAN

Bir keresinde 4. sınıfta matematik dersinde şeker ile bir etkinlik yapıyorduk ve ben şekerleri mutfakta unuttuğumu hatırladım. Yerimden kalkamadığım için annemden istedim. Meğer mikrofonum açıkmış ve herkes benim “ANNEEEĞ!” diye bağırdığımı duydu ve ben dahil herkes gülmeye başladı.

ADA IŞIKAN

6


O gün aklımdan çok şey geçiyordu. Güzel fikirlerim vardı. Online dersime girmiştim. Konsantre bir şekilde dersi dinliyordum. Türkçe öğretmenim bana söz vermişti. Ben de sesimi açtım. Tabii ne beklersiniz arka tarafta matkap sesi başlamıştı. Ben mikrofonumu açmaya korkuyorum. Tam açtığım zamanda matkap sesi yükseldi ve konuşmam duyulmadı. Utandım ve sesimi kapattım. Beni çok gıcık eden bir şey olmuştu, o da: Sesimi kapattığım her anda matkap sesi kesiliyordu ama sesimi her açtığımda sesim matkap yüzünden kesiliyordu. Öfkeden domatese döndüm. Öğretmenim bana birçok kez söz verdi ama sesimi her açışımda matkap sesi benim konuşmamı kesmeyi başardı.

LARA YAVUZ

Bir keresinde matematik dersindeyken ekrandakileri defterimize not almamız gerekiyordu, kedim onun yanına gitmemi istiyormuş gibiydi, ben de defterimle birlikte yanına oturdum. Bir anda defterimin üzerine yattı ve patisini elime koydu. Ben de yazmaya devam edemediğim için ekran fotoğrafı almak zorunda kaldım.

MELİS KAHRAMAN

7


Bir gün başıma öyle bir olay geldi ki bunu yazarken bile gülme krizine giriyorum. Olay şöyle gelişti: Gülsemin Öğretmen ile Türkçe dersindeydik, dersin ortasındayken benim mailime K12’den bir mail geldi. Ben de hemen notlarımızın açıklandığı yere gittim. Fen sınavı açıklanmıştı ve 98 almıştım. Ben de bu güzel haberi alınca “YEAYYYYYYY 98 ALDIMMMMM!!!” diye bağırdım ama tahmin edersiniz ki sesim açık kalmış. Neyse ki yüksek aldığım bir notu bağırmıştım. Eğer düşük alıp bağırsaydım ve sesim açık kalsaydı sınıfa rezil olabilirdim.

DENİZ KONGAR

Zoom'da bir keresinde öğretmen bana uzun bir soru sormuştu ben de cevaplamak için sesimi açtım, sonra uzun soruyu yanıtladım ama sonradan öğretmenim bana sesimin kapalı olduğunu söyledi ve ben donup kaldım. Açtığımı sanıyordum. Hatta dersten sonra Öğretmenim cevabımı duymadığı için üzülmüştüm.

EYMEN BORA KARABIYIK

8


da değil bir nevi argo anlamında kullanır. Genelde çok çalışkan ve çalışmak dışında başka bir şey yapmayanlar olarak nitelendirilir inekler. Bana kalırsa hiç de öyle değil. Ayrıca, biri bana inek dediğinde ona kızmam ve benle dalga geçtiğini düşünmem çünkü bence bu bir dalga geçme değil. Ben bir insanın çok çalışmasında herhangi bir kusur göremiyorum. Aksine bu bir kusur değil, bir avantaj veya bir yetenektir. Kısacası iyi bir şeydir. Böyle insanlar bir nevi geleceğe yatırım yaparlar. Her zaman başarılı olurlar mı bilmem ama işe yaradığı aşikar. Asıl kusur inek olmayı yani çok çalışmayı kusur olarak görenlerdedir. Ben de bu yönde düşündüğümden dolayı bana inek denmesine kızmıyorum. Aksine kabul ediyorum. Ben bir ineğim. Sabah 8’den akşam 9’a masamın başından Hemen hemen herkesin okul anılarının bir par- tuvalet ve su dışında kalkmıyorum. Yemek için çasıdır ineklemek. Herkes bu konuyla dalga bile çünkü akşam olan derslerim yemek saati geçebilir ancak ben bu konuda çok ciddiyim. ile çakışıyor. Ben bir ineğim ve bununla gurur duyuyorum. Gerçekten! Hiç öyle dalga falan geçmiyorum. Şimdi de bu konu hakkında ele alacağım son düşünce var sırada: İnek olmanın incelikleri. TDK’de ineklemek diye bir kelime var. Anlamı Öncelikle ineklerin sosyal hayatı olmadığına da şu: Çok çalışmak, ezberleyerek öğrenmek. dair söylentiler bence yanlış çünkü ben her ne Çok çalışmak kısmına canıgönülden katılıyo- kadar ders çalışsam da bulduğum ufak zaman rum ama ezberlemek kısmına asla! İnek dedi- kırıntılarında arkadaşlarımla görüşüyorum. Bir ğin çalışır, öğrenir ve öğrenmek için çabalar. de notları yüksek olan kişiler her zaman inek Bunu kendimden biliyorum. Ancak ezberlemek olmaz. İnekliğin tanımını başta vermiştik: Çok öğrenmek değildir. Ezber unutmak için yapılır çalışan. Ancak bu arkadaşımız zeki olabilir ve ve gerçekten de bir süre sonra da unutulur. çalışmaz. Böylece inek de olmaz. Mesela ben birinci sınıftayken 23 Nisan’da okumak üzere bir şiir ezberlemiştim. Başlarda Son olarak bu yazıyı okuyanlardan bir isteğim gayet iyi hatırlıyordum şiiri ama şimdi aklıma var. Arkadaşlar, ben bana denmesine kızmam tek bir mısrası bile gelmiyor. Buradan anlıyo- ama bu laftan hoşlanmayanlar olabilir. Bu yüzruz ki ezberlenen şeyler kullanılmadıkça unu- den kimseye hoşlanmadığı bir şey yapmamak tulur. Bunu derslerimize uyarlarsak acaba kim adına lütfen bu sözü istemeyen arkadaşlarınızfen konusundaki iş formülünü (7. sınıflar anla- da kullanmayın. Sinir olanlar olabilir. Ayrıca dı) bulaşıkları yerleştirirken ya da sofra kurar- böyle bir yazı yazdım diye de lütfen bana da ken ‘’Hımmm acaba şimdi iş yapıyor muyum?’’ ‘’inek’’ diye hitap etmeyin ama arada bir olabilir diye kullanır. E böyle kullanmadığımız için belki. Umarım bu yazıyla kafanızda ‘’inek olmantığını anlamadan ezberlersek bir süre son- mak’’ hakkında yeni bir olgu, bir düşünce belirra unuturuz. TDK’yi bu konuda kınıyorum! miştir. Evet, şimdi TDK’yi bir kenara bırakalım ve bizim kullandığımız anlamına geçelim. Normalde insanlar ‘’inek’’ ve ‘’ineklemek’’ lafını iyi anlam-

9

Herkese sınavlarında başarılar!


ABD'li bilim insanları, insanların “nişasta” içeren makarna, ekmek, pirinç ve patates gibi yiyecekler için altıncı bir tat duyusu olduğunu keşfetti. Aslında birçok kişinin bilmediği bir farklı tat alma duyusu ise bundan yedi yıl önce beşinci temel tat olarak “umami” tat alma duyularına eklenmişti. Beşinci tat alma duyusu dildeki L glutamat alıcılarıyla algılanan bir temel tada, Japoncada ‘lezzetli’ anlamına gelen ‘umai’ ve ‘tat’ anlamına gelen ‘mi’ sözcükleri birleştirilerek türetilen umami adı verilmişti. Bu yiyeceklere örnek olarak havuç, ıspanak, kereviz, kuşkonmaz, et ve balık verilebilir. Peki, umami tadını nasıl ayırt edebiliriz ? Umaminin en karakteristik özelliklerinden birisi de dilde ve ağzın arka taraflarında bir süre kalıcı bir tat bırakabiliyor olmasıdır. Ağzın biraz sulanmasına da yol açabilen umami, dilde hafif ve tüy hissiyatı veren bir tat oluşturmaktadır. 'New Scientist' dergisinde yayımlanan araştırmaya dayandırdığı habere göre ise; insanların makarna, ekmek, pirinç ve patates gibi nişastalı ürünlere bu kadar düşkün olmasının sebebi, sahip oldukları altıncı bir tat duyusu. Oregon Üniversitesi Gıda Bilimi ve Teknolojileri Bölümü'nden Doç. Dr. Juyun Lim, yaptıkları araştırmada insanın tat alma duyusunun makarna, pasta, patates ve ekmek gibi gıda ürünlerindeki karbonhidratları ayırt edebildiğini ortaya çıkardıklarını söyledi. Bu yemeklere örnek olarak balıklar, bazı kabuklu deniz ürünleri, bazı et türleri, süt, domates ve bazı sebzeler gibi glutamat bakımından zengin olan besinler verilebilir. Bana kalırsa altıncı ve beşinci tat duyusu olması çok ilginç ve mantıklı çünkü makarna, ekmek, pirinç ve patates gibi yiyecekler diğer yiyeceklerden biraz daha farklı. Başka bir bakış açısından bakarsak yıllar boyunca sadece 4 tane tat alma duyusu var sanıyorduk ama aslında 6 tane varmış. Peki, 6. tadın adı ne?

10


Herkes bir yerlere gitmeyi daha doğrusu seyahate veya minik gezilere çıkmayı sever herhalde. Size çok komik geleceğini biliyorum (çünkü biz çocuklar her şeye kolay kolay inanmaz “He he, aynen, aynen” diye geçiştiririz) ama size birazdan GERÇEKTEN DE yaşadığım bir anımı anlatacağım. Kocaeli’ye seyahate çıkıyorduk ama ailemle değil, kamp kulübünde olan arkadaşlarım ve öğretmenlerimle. Kocaman okul servisine bindikten sonra yola çıktık, arkadaşlarımızla şakalaştık. Yolculuk keyifliydi fakat Kocaeli’ye yaklaşınca otobüs durdu ve kocaman bir markete girdik. Orada bir sürü abur cubur vardı. Sabahın erken saatlerinde yola çıktığımız için kahvaltımızı neredeyse edememiştik. Bu yüzden de herkes abur cuburların ve kafenin üzerine ya bir şeyleri satın almak ya da bir şeyleri sipariş etmek için üşüşmüştü. Sonrasında kamp öğretmenimizin abur cuburları almamız konusundaki yasağı ile herkes öfleyip pöfleyince (Aslında bunlar bir kelime değil ama şöyle söyleyince anlamlı oluyor OFFFF!) sanki sabahın yorgunluğunu atmıştık. Hatta bazı arkadaşlarımız akıllılık edip annelerini de ikna edip çantalarına bazı abur cuburlar sokuşturmuşlardı. O yüzden en çok üzülen onlar değil, almaya heves etmiş ve alamamış arkadaşlarım olmuştu. Marketten bir koşu çıkıp tekrar servise binip Kocaeli’ye gittik. Herkes aslında konaklayacağımız Kocaeli dağlarındaki bungalovlarda hangi arkadaşlarımızla kalacağımızı düşünü-

yordu. Düşünceleri o kadar da uzun sürmedi çünkü Kocaeli’ye göz açıp kapayıncaya dek hızlıca gelmiştik. Çantalarımızı bungalovlarımıza bırakmadan önce takım arkadaşlarımızla kalacağımız söylenmişti ve zaten takımımızda en sevdiğim 2 arkadaşım da olduğu için mutluydum. Herkes eşyalarını yerleştirdikten sonra servisle Kocaeli’nin karlı dağlarına çıktık ve çok eğlendik. İlkbahar aylarında kar topu savaşı yapmamız ailelerimizin çok hoşuna gitmese bile biz çok eğlenmiştik. Herkes birbirine kar topu atıyor, bazıları ise birbirlerini kara doğru itiyordu. 1-2 saat sonra da dağdan indik ve bungalovlarda 1 saatlik bir ara verdik. Bungalovlarımızda arkadaşlarımızla doğruluk mu, cesaret mi oynarken herkes sırlarını söylemek zorunda kalmıştı ama o kadar oturmuşken kalkmak biraz zor olmuştu çünkü daha önce dediğim gibi zaman göz açıp kapayıncaya kadar hızla geçiyordu. (Zaten yarın sabah tekrardan İstanbul’a dönecektik.) Birazdan neredeyse akşama kadar sürecek bir orman gezintisine çıkacaktık. Ne de olsa kulübümüzün gerçek adı “Doğada Yaşam ve Kampçılık Kulübü” idi. Yürüyüşler müthiş eğlenceli diye size yalan söylemeyeyim ama kampta olduğumuza göre bu yürüyüşe çıkmak zorundaydık. Yürüdük, yürüdük, yürüdük ve bir yılan gördük, daha sonra tekrardan yürüdük... En sonunda yürüyüş bitince öğretmenimiz geceyi serbest geçirebileceğimizi fakat çok gürültü yapmamamız gerektiğini söyledi, tabi ki de arkadaşlarım ve ben çok sevindik.

11


01.30’a kadar odamızda kalıp konuştuktan sonra yan bungalovda kalan arkadaşlarımız ve 6. sınıftan bir kızın olduğu bungalova gittik. Onlar da uyumamıştı. Sonra arkadaşlarımızın bungalovunda 6. sınıfta olan ve bir sürü ve bir sürü korku filmi izlemiş o arkadaşımızdan bize bir korku hikayesi anlatmasını istedik. “Tabi ki!” diyerekten korku hikayesini anlatmaya başladı. “Bu filmde bir kadın yeni bir eve taşınmış fakat çok küçük bir bebeği de varmış. İlk birkaç gün çok sakin ve normal geçmiş ama kadın bazı sesler duymaya başlamış. Bu akıllı kadınımız ise tabi ki de çok sevdiği bir arkadaşını çağırmış ve onunla sohbete dalmışlar. Bir süre sonrasında da kadının arkadaşı tuvalete gitmek için kadının yanından ayrılmış fakat kadın bir daha gelmemiş. Sonra bu kadın arkadaşına bakmayı akıl etmiş ama kadın tuvaletin kapısını tıklattıktan sonra kapı ardına kadar açılmış fakat burada kadın arkadaşını bulamamış. Evi uzun bir süre aramış ve en sonunda da kadın arkadaşını odasındaki dolabında ölü bulmuş.” “Şimdi çok klişe bir parça geliyorrrrrr!” Kadın hiçbir şey olmamış gibi evden kaçmamış. Yok artık yani! Sonra kadın bir gün

bebeğiyle bir falcıya gitmiş ve falcı evinin lanetli olduğunu söylemiş. Kadın falcıdan çıktıktan sonra nedense bu yeni evde mutluca yaşamaya devam etmiş... Heh ayrıca bu bir Türk filmi, gerçekten çok şaşırdım çünkü genelde Amerikalılar daha yetenekliler korku filmi yapmaya.” dedi. Bu hikayeyi dinledikten sonra odamıza döndük. Uyumak yerine korku filminin verdiği etkiyle yataklarımıza oturduk. Herkes suspus ama sanki bir anda bungalovun camını biri tıklattı... Tam üç kere. “Tak, Tak, Tak!” Ya uykumuz gerçekten gelmişti veya sesler doğruydu. Sonra saçma bir şekilde odamızdaki gardırobun yakınına giderek bir arkadaşım onu açtı. Sonra “Bir şey yok, merak etmeyin o bir film.” dedi. Tekrardan camı sanki biri tıklattı. Bu korkuyla uyuyamadık. Sadece birimizin yatağında oturduk durduk. Sonunda sabah olunca akşam ne kadar da korktuğumuzu hatırlayıp güldüm çünkü arkadaşım haklıydı, korku filmleri gerçek değildi. Sonra da arkadaşlarımla kahvaltıya gittik. Herkes için tuhaf olan bu kampta evime çamurlu botlar ve biraz uykulu gözlerle gittim.

12


KARA-T FANZİN: Okurlarımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

FATİH DEBBAĞ: Mersin’de doğdum büyüdüm. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi geçirdiğim güzel şehrimden ayrılışım ise sınıf öğretmeni olarak İstanbul’a atanmamla başladı. İstanbul’a geldiğimde genç ve fazlasıyla acemi bir öğretmendim. Hayata dair birçok şeyi burada öğrendim. Yeni dostluklar kurdum. Güzel insanlar tanıdım. Burada evlendim. Diyebilirim ki beni olgunlaştıran yerdir İstanbul. Dokuz yıldır da Terakki ailesinin içinde kendimi geliştirmeye ve yetiştirmeye devam ediyorum.

13


yazıyordum. İçimde yazmakla ilgili hep bir istek vardı. O yıllarda bunu açıklayamıyordum. Yıllar sonra Sait Faik’in öyküleriyle tanıştığımda onun yazma tutkusuyla ilgili de bir şeyler öğrendim. Sait Faik bir yerde “Yazmasam deli olacaktım,” diyordu. Benimki de böyle bir şeydi. Evet, yazmasam ben de deli olacaktım sanki. Bu konuda uzun uğraşlarım oldu. Yazdıklarımı yayımlatmak istediğimde ise beğenilmemişti. Çeşitli tavsiyeler dinledim, çok okumam gerektiği söylendi, ben de öyle yaptım. Yazdıklarımı bir kitap olarak bastırmanın da kolay olmadığını zamanla öğrenmiştim. İşte o anda olgunlaşmaya da başladım. Sanırım beni yazmaya iten şey de hayata dair anlatmak istediklerimdi. Bunun başkaları için bir önemi var mı bilmiyorum. Ben sadece söylemek ve anlatmak istiyorum. Benim derdim sadece bu.

TUNÇ KURT: Söyleşiye başlamadan önce sizi tebrik ediyoruz. İlk kitabınız “Selin Beni Terk Etti” Tudem Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü ve 2020 içerisinde yayınlandı. Sizce bir insan neden yazar? Sizi yazmaya iten şey tam olarak neydi?

GÜLSEMİN KUCBA: Fatih Bey, bu kitabın hikâyesini yani esin kaynağınızı öğrenebilir miyiz? Hikâyenin ortaya çıkışını ve okurla buluşmadan evvel ne gibi aşamalardan (zorluklardan) geçtiğini anlatabilir misiniz?

FATİH DEBBAĞ: Ben kendimi bildim bileli yazıyorum aslında. Çocukluğumda eve gelen misafirlere yazdıklarımı okurdum. Onlar izlediğim filmlerin bir bakıma değiştirilmiş özetleriydi. Sonra başımdan geçen şeyleri yazmaya başladım. Hayatın gülünç taraflarını kurgulayıp kısa hikâyeler olarak yazıyordum. Arkadaşlarımın ilgisini çektiğini, hoşlarına gittiğini görmek beni keyiflendiriyordu. Birilerini güldürmek ve bazen de hayatın dramatik taraflarını göstermek için de

FATİH DEBBAĞ: Kitabın ilk cümlesiydi aklıma düşen. “Selin beni terk etti.” Bir sabah uyandım ve bu cümlenin kafamın içinde dolandığını duydum. Tabii bu öylesine düşlerime giren bir şey değildi. Yazma tutkumdan bahsetmiştim. Kafamın içinde hep bir şeyler vardı ama o ilk cümleyi arıyordum. Sonra bu cümlenin peşinden gittim. Yazmak için hikâyenin nasıl bir şey olacağını anlamam gerekiyordu. Kahramanları kim olacaktı.

14


düşünürüm. Yani onun beslenmesi, avlanması, avcılardan kaçması, orman hayatı gibi pek çok şey girer işin içine. Bu yüzden romana bakışım hayatın kendisi gibidir. Birçok olay ve olgu vardır. Katmanlıdır. Beni zorlayan ise bu katmanlar arasında dolaşmak oldu. İlk aşkı, ayrılığı, aile ilişkilerini ve kentin değişimini anlatırken kurguyu da bozmamam gerektiğini biliyordum. Bunu kotardığımda iyi bir şey yaptığımı da anlamıştım. Pek tabii okurluğuna güvendiğim birkaç arkadaşıma da yazdıklarımı okuttum. Yazdım oldu demeden önce bunu çok önemsiyorum. Farklı bakış açıları her zaman çok değerlidir. Anlatmak istediğiniz cümle üzerinde okurun ne düşüneceğini bu ön okumalarda daha iyi görebilirsiniz. Yazar adaylarına naçizane böyle bir tavsiyem olabilir. Onları tanımalıydım. Uzun yürüyüşler yaptım ve zihnimde hep onları konuşturdum. Bir süre sonra hikâyeyi yazmaya karar verdiğimde önce notlar almaya başladım. Karakterleri tanımladım, aile hayatlarını belirledim. Atmosferi oluşturdum. Bu benim kurgu aşamam oldu. Ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini hiç bilmiyordum tabii. Yazı masasına oturduğumda ise sadece yazdım. Zorlandığım, ara verdiğim zamanlar da oldu. Romanın kahramanı Deniz’in dolaştığı yerlere giderek bu zorluğu aşmaya çalıştım. Buralar benim bildiğim yerlerdi ama bu sefer kahramanın gözüyle o vapura bindim. Kamondo Merdivenlerinden tekrar geçtim. İstiklal Caddesinde yürüdüm. Tüm bunlar benim işimi kolaylaştırmıştı. Ancak benim yazın anlayışımda tek bir hat yoktur. Ben bir tavşanın hikâyesini de anlatsam böyle

SEDA CEYHAN POLAT: Kitapta bir çocuk gözüyle tüm yaşanılanların anlatılması kitabı yazarken sizi zorladı mı? Zorladıysa bu zorluklar nelerdir? FATİH DEBBAĞ: Bence çocuklar için bir hikâye yazmak bir yetişkin romanı yazmak kadar zor ve zorlayıcıdır. Belki de daha zordur. Nasıl olsa çocuk yazını diye geçilebilecek bir mesele değildir bu. Diliniz, üslubunuz, sözcük seçiminiz daha bir önemlidir. Yazdıklarınız üzerinde tekrar tekrar düşünürsünüz. Çünkü gözetmeniz gereken başka şeyler de devreye girer. Tabii gayeniz yetişkin türünde olduğu gibi iyi bir edebiyatsa eğer böyle düşünüyorsunuz. Ancak yeri gelmişken söylemek de istiyorum. Çocuklar için yazılan kitaplarda buna pek dikkat edilmiyor. Hepsinde değil ama bazıları maalesef böyle.

15


Çocuk bu, anlamaz gözüyle bakılıyor. Nitelikli bir eserle tanıştırılmayan çocuktan iyi bir okur olmasını bekliyoruz. Haliyle istenilen düzeyde olmuyor. Bu da bizim kısır döngümüz. Yine de son yıllarda nitelikli edebiyata ulaşma konusunda bir uğraş ve arayış var. Bunlar da güzel gelişmeler. Genel anlamda romanım üzerine yazılmış üç ciddi eleştiri yazısı da çıktı. Dilin sadeliği, akıcı anlatım tarzı, çocuk gözüyle anlatıdaki naiflik bu üç farklı yazıda da hep takdir edildi. Açıkçası bunlar beni çok mutlu etti. Yapmak istediğimin anlaşılmış olması ayrıca yazma serüvenim için de ufuk açıcı oldu. Bunları kolayca yaptığımı söyleyemem. Evet çok zorlandım. Sözcük seçimi için saatlerce karıştırdığım sözlükleri saymıyorum. Bir çocuk nasıl anlatır, nasıl düşünür, nasıl bakar beni zorlayan konulardı. Bu yüzden masaya oturdum ve öylece yazmadım. Uzun gözlemlerim oldu. Sınıf öğretmeni olmanın avantajlarını da kullandım. Çocuklar ne söylüyor, nasıl düşünüyor diye daha dikkatli gözlemler yapıp kulak kabarttım. Denk geldikçe çocuklarla yapılan röportajları dinledim. Olaylar karşısındaki düşüncelerini anlamaya çalıştım. Ve kızımla oynadığımız oyunları da mutlaka belirtmeliyim; o anlarda yeni şeyler öğrendiğimi fark ettim. Bu konuda bana yeni kapılar araladığını söyleyebilirim. Tüm bunlar benim bu zorlukları aşmamda etkili oldu.

laşık üç yıl geçti. Bu arada boş durmadım, yazmaya devam ettim. Bu sürede bitirdiğim iki roman dosyası oldu. Şu an onların akıbetlerini bekliyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

KARA-T FANZİN: Sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. Sizin Kara-T Fanzin okurlarına iletmek istediğiniz başka bir şey var mı? FATİH DEBBAĞ: Sayfalarınızda bana yer verdiğiniz için ben de çok teşekkür ederim. Bu güzel soruları cevaplamak benim için de çok keyifliydi. Herkese sevgilerimi gönderiyorum.

KARA-T FANZİN: Yeni bir kitap çalışmanız var mı? FATİH DEBBAĞ: “Selin Beni Terk Etti” kitabını yazıp yarışma için teslim ettiğim günden bu yana yak-

16


KISIR NASIL YAPILIR/YAPILMAZ? Öncelikle malzemelerimizi bilmiyorum ama bir şeyler uydururuz herhalde. Evet düşündüm kısırın malzemeleri ne olabilir diye ve buldum, inşallah doğrudur. Tabii ki olmazsa olmazımız pirinç, ayyy! Bir dakika pirinç değil, bulgur olacak. (Ama ince bulgur) Domates salçası, zeytinyağı, limon suyu, pul biber, taze soğan, nane, taze nane ve isteğe bağlı olarak nar ekşisi. Evet, malzemelerimiz bunlar, eğer hazırsak başlayabiliriz. Yarım su bardağı, yok ya da 1,5 su bardağı ince bulguru geniş bir kaseye alın. Üzerine 1 çay bardağı ya da 1 su bardağı sıcak su ekleyin. İnce bir örtü ile üzerini kapatıp bekleyin. Sonra çırpıcıyla karıştırın. Üzerine 3 yemek kaşığı domates salçası ve 2 çay bardağı zeytinyağını ekleyin. 3 tatlı kaşığı tuz, 15 tatlı kaşığı pul biber, 5 limonun suyu ve 2 çay bardağı nar ekşisini de ekleyin. İnşallah doğru gidiyoruzdur. Hepsini kafadan salladım ama olsun doğru çıkar bence. Son olarak doğradığınız 8 dal taze soğanı, 3 demet taze nane ve maydanozu da ekleyip karıştırdıktan sonra kısır servise hazır. Evet, afiyet olsun! Eğer yapmaya başlamadıysanız sakın yapmayın çünkü daha demin tattım ve 1 saat boyunca 15 tatlı kaşığı attığım pul biber ağzımı yakıp kavurdu ve çok ekşi tuzlu, fazla salçalı. Umarım faydalı olmuştur diyeceğim ama pek de faydalı olduğunu sanmıyorum, neyse herkese afiyet olsun, sakın beni polise şikayet etmeyin, görüşürüz! 17


Balın en eski örneklerinden bazıları eski Mısır mezarlarında bulundu. Bulunan bal hala yenilebilir durumdaydı. Bu, bilim insanlarının akıllarına balın neden bozulmadığı sorusunu getirdi. Bunun nedeni farklı araştırmalar sonrası bulundu. Bulunan sonuç, balın çok az su içermesidir. Mikroskobik canlıların gelişebilmesi için belli düzeyde su gerekmektedir. Buna bir maddenin su etkinliği ismi verilir. %17 su içeren balın su etkinliği 0,6’dır. Oysa bu değerin bakterilerin yaşaması için 0,91, mantarların yaşaması için 0,7 olması gerekmektedir. Öyleyse nasıl oluyor da şeker çözeltilerinden biri bozulurken, diğeri bozulmadan kalıyor? Nedeni arılar! Bal yapmak için arıların topladığı ilk malzeme olan nektar, doğal olarak büyük miktarda su içerir; tahminen %60-80 arası. Fakat arılar, bal yapma işlemi süresince kanatlarını çırparak nektarı kuruturlar. Ayrıca arıların midesinin kimyasal bileşimi de, balın dayanıklılığında büyük pay sahibidir.

18


Kediler olmasaydı bu dünyanın bir anlamı olmazdı. Ve iddia ediyorum, benden daha fazla kedi seven biri daha olduğunu düşünmüyorum. Kedilerin o ponçik yanaklarını ve göbüşlerini sevmeye BAYILIRIM! Ben kedileri sıkıştırmaya da bayılırım. Genellikle her kedi beni görünce kaçar, onlar zaten içgüdüsel olarak benim onları sıkıştıracağımı bilirler. Benim kedim asla ama asla oyun oynamaz. Annem bir gün ona bir oyuncak aldı ama koklamak dışında elini bile sürmedi. Kısacası verdiğimiz 120 lira çöp oldu. Kedim gerçekten bazı şeylerin değerini bilmiyor ve bu beni gerçekten rahatsız ediyor. Kedimin sadece bir gün yaramazlık yaptığını hatırlıyorum, o daha minicik bir bebekken gece vakti koşturup bizi asla uyutmamıştı. O zaman daha 4 aylıktı. Şu an ise patisini kaldırmaya bile hali yok. Her neyse hoşça kalın(kedili kalın).

19


Hayao Miyazaki, 5 Ocak 1941’de Tokyo’da doğmuştur. 50 yılı aşkın süredir hem çocuklar hem de yetişkinler için çok güzel animeler ve animasyonlar yapmaktadır. Arkadaşı Isao Takahata ile birlikte Studio Ghibli adlı bir animasyon stüdyosu kurmuştur. Kendisi film yönetmeni ve yapımcıdır. Animasyonun en büyük ustalarından biri olarak kabul edilmiştir ve yaptığı animeler dünya çapında çok büyük ilgi görmüştür. 1988’de çıkan “Komşum Totoro” adlı eserinden sonra bütün Japonya’da ilgi görmeye başlamıştır. Zaten şu an bile en ünlü Japon karakteri denebilir. Kendisinin çeşit çeşit filmleri vardır ve hepsinin ana duygusu sevgi ve doğaya saygıdır. 20


ği Boh’un ilham kaynağı Japon mitlerinde yer alan Kintaro. Ashigara Dağı’nda cadı olan annesi tarafından büyütüldüğüne inanılan Kintaro, Japonya mitlerindeki en ünlü kahramanlardan biri. Öyle ki bugün bile Japonya’daki Çocuk Bayramı’nda Kintaro bebekleri kullanılıyor ve insanlar ona dua etmenin kendi oğullarını da onun gibi güçlü yapacağına inanıyor. Biraz da bu filmdeki No-Face karakterinden bahsedelim kendisi aslında filmin baş karakteri bu yüzden bahsetmesek olmaz. Kendisi korkutucu bir ruh olarak geçiyor filmde ve ilk önce Chihiro’ ya yardım etmek istermişçesine ona altınlar veriyor fakat küçük kız bunu kabul etmeyince No-Face sinirlenip önüne gelen her şeyi yemeye başlıyor. Bence No-Face aslında iyi biri fakat herkese altın verince hamamda çalışanlar onun sevgisini kazanıp altın almaya çalışınca o birazcık şımardığı için özünde olmayan birine dönüştü ve herkesi yemeye başladı. Sonuç olarak daha önce fazla ilgi görmemiş ruhları azıcık da olsa şımartmayın ki sizi de yemesinler.

RUHLARIN KAÇIŞI (SPIRITED AWAY 2001) Bence yaptıkları en güzel film “Ruhların Kaçışı” fakat bu eğlenceli filmin arkasında başka anlamlar da saklı! Bu filmde Japonya’ da hakim olan bazı dinsel öğretilerin, fantastik evrene olan etkilerinin neler olduğunun cevabının verilmesi amaçlanmıştır. Örneğin Chihiro’nun annesiyle babası gördükleri her şeyi izinsiz bir şekilde yiyince bir lanetle domuza dönüştüler. Aynı zamanda bu filmde çoğu kişinin gözünden kaçan eğlenceli ve değişik detaylar var örneğin Japon kültüründe, çok yaşlanan veya sakatlanan bir akrabanın, çoğu zaman da yaşlı kadınların bir dağa veya uzak bir yere götürülerek ölüme terk edildiği Ubasute adlı bir gelenek bulunuyor. Ailenin daha genç ve daha sağlıklı üyelerine yeterince yiyecek kalması için başvurulan bu insanlık dışı gelenek, Japonya’da bulunan Ubasute-yama dağına adını veriyor. Yaşlı kadınların ölüme terk edildiği bu dağlarda Yama-uba olarak anılan cadıların yaşadığına inanılıyor. Bu inanışa göre yaşlandıkları veya suç işledikleri için ölüme terk edilen kadınlar, zamanla şeytani cadılara dönüşüyor ve bildiğiniz üzere filmdeki yaşlı Yubaba karakteri adını burdan alıyor. Aynı zamanda oraya gelen insanlara adını unutturma yeteneği de onun aslında bir cadı olduğunu kanıtlıyor. İkinci detay ise Yubaba’nın devasa bebe-

21


üzerinde, yeni kazılmış bir mezar bulunur. Yoshie Nakata’ nın cesedi mezardan çıkarılır. Olaydan sonra bir dizi tutuklamalar ve gözaltılar gerçekleşir. Ishikawa Kazuo adında bir adam müebbet hapse çarptırılır. Kazuo’nun davasında, tanık olarak yer alan Tomie Nakata (Abla), ifadesini verdikten hemen sonra 1971 yılında intihar eder. İntihar etmeden önce, Tomie, rakun ya da kediye benzer dev hayaletler gördüğünü söylemiştir ki bu da Totoro’nun tanımına uymaktadır. İnternetteki iddialar, Komşum Totoro’ nun Sayama olayından esinlenerek yaratıldığını ortaya atmakta, hatta Totoroların Ölüm Tanrıları (Shinigami) olduğunu söylemektedirler. Sayama Olayı, mayıs ayında Sayama şehrinde gerçekleşmiştir. Komşum Totoro’ da ailenin yerleştiği şehrin adı söylenmese de, Japonlar oranın Sayama’ya yakın bir yer olduğundan eminler. Hem Hastane’nin benzerliği, hem benzer bir evin Sayama Tepeleri’nde bulunması hem de evdeki bazı kutuların üzerinde “Sayama Çayı” yazması dolayısıyla. Karakterlerimizin isimleri ise Satsuki ve Mei. Satsuki Japonca Mayıs, anlamına geliyor. Ve Mei de May yani Mayıs. Totoro, her görüldüğünde, karakterler ya bir çıkmazın içinde ya da yalnız başlarına oluyorlar. Bunu Deus Ex durumuyla da açıklayabiliriz ( Deus Ex durumu bir kurgu veya dramada beklenmedik, yapay veya imkânsız bir karakter, alet veya olayın senaryo akışı içinde beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkması, örneğin anlatıcının bir anda uyanıp her şeyin rüya olduğunu anlaması veya aniden ortaya çıkan bir meleğin sorunları çözmesi için kullanılan Latince kalıp.); ancak teorilere göre, Totoro bir Ölüm Tanrısı ve ancak insanlar Ölüm’ün Kapıları’na yaklaştığında görülebiliyor. Bu nedenle, yaşlı kadının torunu Kanta, Totoro’yu göremiyor. Önce Mei, daha sonra Satsuki görüyor, çünkü anneleri ölmek üzere ve belki de kendileri de ölmek üzereler.

KOMŞUM TOTORO (MY NEIGHBOR TOTORO 1988)

Bir hastanede tedavi gören annelerine daha yakın olmak için bir köye taşınan iki kız kardeş Mei ve Satsuki’nin Totoro’yla ve çeşitli orman ruhlarıyla ilişkisini ele alan fantastik bir hikayeyi ele alan My Neighbor Totoro Hayao Miyazaki’nin en popüler filmi olduğu için kesinlikle izlemenizi öneriyorum. Fakat bu eğlenceli ve kalpleri ısıtan filmin çok da eğlenceli olmayan bir teorisi olduğunu biliyor muydunuz? Ben bu teoriyi okuyunca biraz ürpermiştim ama değişik olduğu için yazmaya değer bence. Bu teorinin “Sayama Olayı” ile ilgisi olduğu için ilk önce onu anlatmalıyım. 1 Mayıs 1963’de Japonya’nın Sayama bölgesinde, 16 yaşındaki Yoshie Nakata, okuldan eve dönerken ortadan kaybolur. Aynı gece, evine bir fidye mektubu gelir. Mektupta, evlerine yakın bir marketin önüne ertesi gün geceyarısı 200 bin Yen getirilmesi istenmektedir. Böylece, aile ve polis işbirliği yaparlar. Yoshie’nin ablası Tomie, sahte paralarla markete gider. Marketin yakınlarında bulunan bir telefon kulübesindeki telefon çalar, Tomie yanıtlar. Fidyeci aramaktadır. Yaklaşık 10 dakika boyunca konuşurlar. Fidyeci, şüphelenmiş olacak ki, takası kabul etmeyeceğini söyleyip kaçar. Polis, tüm aramalara rağmen sonuca ulaşamaz. Ertesi gün, yaklaşık 120 kişinin katıldığı bir arama çalışması sonucu, 4 Mayıs 1963’te bir çiftlik yolu

22


İddialara göre, köy halkının Mei kaybolduğunda gölde buldukları terlik, Mei’ ye ait. Terlikleri karşılaştırdığımızda aralarında pek bir fark olmadığını görebiliriz. Yine de devamında Mei’nin ayağında hala terliği var. Bu durumda, Mei bu noktada ölmüş oluyor. Satsuki ya yalan söylüyor ya da yanılıyor. Kardeşini bulmak için; Totoro’nun yardımını istemeye gidiyor. Burada da İs Perileri’ni görüyoruz. Kız, Ölüm’ün dünyasına adım atmış oluyor. Satsuki Totoro’dan yardım istediğinde Totoro, KediOtobüsü çağırır. Kedi Otobüs’ü onlar dışında kimse göremez. Çünkü diğerleri ölüme bu kadar yakın değillerdir. Zaten bu sahneden sonra, Satsuki’yi de bir daha diğer insanlarla iletişim halinde görmüyoruz, tıpkı Mei’yi de görmediğimiz gibi. Otobüse binmelerinden sonra, otobüsün üstündeki değişen yazılarda da “Mezarlık Yolu” yazmakta imiş. Bu noktadan sonra, kızların gölgeleri olmadığını fark etmiş teorisyenler. Bu da çok bariz bir şekilde ölümü simgeler.

Hikâyenin devamında, otobüs, kızları annelerinin hastanesine götürür. Anne, kızların ağaçların oradan kendilerine gülümsediğini hissettiğini söyler. Bu da ölüme yakın olanların Totoro’yu ve onun dünyasını görmesine bir kanıt olarak sunulabilir. Filmin jeneriğinde geçen mutlu anılarsa, ya ölümden sonraki mutluluğu ya da daha önceki anıları simgeliyor. İddialar bunlarla son bulmasa da en temel ve güçlü dayanakları olanlar bunlar. Bazı daha uçuk teorilerde, tüm yaşananların ailesini kaybetmenin acısını yaşayan bir babanın hayalleri olduğu da söyleniyor. Buna destek olarak da babanın evde yazı yazarken, bir şemsiye gibi büyüyen ağaca bakıp tepki vermemesi sunuluyor. Evet, teori buydu ve bence oldukça mantıklı umarım bu filmi daha önce izlemeyenlerin bu yazıyı okuyunca izleme istekleri artmıştır. Şimdilik bu kadar korku yeter Totoro ile ilgili daha güzel bir detay var, onu da anlatmak istiyorum. Komşum Totoro’nun Mei and the Kittenbus adlı bir devam filmi var. Ancak bu film 14 dakikalık bir kısa film ve Ghibli Museum da sergileniyor. Bu film Catbus’ın çocuğu Kittenbus’ı ve Mei’nin maceralarını konu ediyor. Eğer internette bulabilirseniz izleyin derim.

23


KARA-T FANZİN: Okurlarımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız? NİSAN GÜLLÜ: Ben Nisan Güllü, 11 yaşındayım. Şişli Terakki'de 5-H sınıfı öğrencisiyim. Kitap okumak ve görsel sanatlar ilgi alanlarım. Bale yapıyorum ve piyano çalıyorum. KARA-T FANZİN: Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Bize yazım aşaması hakkında bilgi verebilir misiniz? NİSAN GÜLLÜ: Bu kitabı yazma fikri şöyle çıktı: Yaz tatilindeyken bir gün arkadaşım Ayşe bize geldi. Onunla bir tiyatro gösterisi yaptık. Herkes çok beğendi ve babam bu tiyatroyu geliştirip bir kitap haline getirebileceğimi söyledi. Benim de aklıma yaşadığım çevredeki kişileri anlatarak bir kitap yazmak geldi. Aslında başlangıçta bu kişilerin hayali karakterler olmasını düşündüm ama sonradan aralarına gerçek karakterler eklemeye, mahalledekileri ve tanıdığım insanları katmaya karar verdim. Yazım aşamasında istediğim zaman yazıyordum ve yazdıklarımı aileme okuyordum. Bu kitaba Kuzguncuk'ta haziran ayında başladım, ağustosta Datça'da bitirdim. Tamamını bitirdikten sonra dört kez okudum, bazı yerleri düzelttim. Yeni yılda ailem kitabı basarak kitapta geçen tüm gerçek kahramanlara ve yakınlarıma yeni yıl hediyesi olarak vermemi sağladı.

KİTAPTAN TADIMLIK BİR BÖLÜM OKUMAK İÇİN BİR SONRAKİ SAYFAYA GEÇİNİZ.

24


Bizim sokak dünyanın en garip sokaklarından biri olabilir. Aslında çok normal bir sokak. Oldukça geniş ve uzun. Manzarası da şahane diyebiliriz. Sokak normal ama komşuları garip. Komşuların gariplikleri say say bitmez. Dünya mutfağı gibi. Bu arada ben Nehir. Kuzguncuk’ta Kalbi Hür Neşesi Hür Sokak’ta oturuyorum. Bizim sokakta müstakil evler de var apartmanlar da. Ben, Hayat Apartmanı’nın 3. katında oturuyorum. Apartmanımız 6 katlı. Bizim sokakta oturan herkes birbirini tanır. Birazdan onları siz de tanıyacaksınız. Son günlerde bizim sokakta bazı garip olaylar olmaya başladı. Ben de bu olayları yakından incelemek için bir dedektiflik bürosu kurdum. Yakın zamanda bitirdiğim bir kitaptan dolayı bu olaylara bir dedektif gibi yaklaşmak hoşuma gitmişti. Gözlemlediğim ve defterime not aldığım olaylardan bazılarını size de anlatmak istiyorum.

MUCİT SEDAT BEY Bizim Mucit Sedat Bey’i tanımayanlar için hemen anlatayım. Sedat Bey kendini bilim insanı sanıyor. Herkese “Albert Einstein benim babamın en yakın arkadaşıydı” der. Ama tabii ki kimse ona inanmaz. Evini laboratuvarı sanıyor. Kendisi müstakil bir evde oturmak zorunda çünkü yaptığı icatlar çok gürültü çıkarıyor. Eğer apartmanda otursaydı bütün apartman bir olur, onu evden atarlardı. Her neyse, geçen hafta tornavida almak için ona uğradım. Kendisi sokağın sonunda oturur. Çok tatlı bir köpeği vardır. Adı Mucit’tir. Beni çok sever. Ne zaman evine gelsem kokumu alır havlamaya başlar. Sedat Bey çok unutkan bir insan olduğundan Mucit’in kabına 2 saatte bir yemek koyar. Eve geldim ama kapı aralıktı. Hiç havlama sesi yoktu. İçeri girdim ve kapıyı kapattım. Herhalde Mucit’i gezdirmeye çıkmıştır diye düşünerek beklemeye başladım. Aradan bayağı zaman geçmişti ve Sedat Bey hala dönmemişti. Normalde Sedat Bey uzun yürüyüşleri sevmez çünkü kendisi de köpeği gibi tombuldur. Aklımdan tornavidayı alıp gitmek geldi ama aklım Sedat Bey’de kalmıştı. Eğer bir süre daha dönmezse belki de gidip yardım çağırabilirdim.

25


Evde beklerken laboratuvar olarak kullanılan odaya geçtim. Normalde bu oda çok büyük ve düzenlidir. Ama bu sefer öyle değildi. Oda çok karışıktı. Her şey yerlere saçılmıştı. Açıkçası oda dehşet dağınık durumdaydı. İşte o an aklımdan kötü şeyler geçmeye başladı. Ya hırsızlar girip Mucit’i ve Sedat Bey’i kaçırdıysa? Ya öldürüp cesedini sakladıysa? Çığlık atacaktım ki kendime geldim. “Nehir sen cesur bir kızsın” dedim kendi kendime. Derken laboratuvarın kapısı açıldı içeri biri girdi. Bayılacak gibi oldum. Bacaklarımdan başlayarak hiçbir yerimi hissetmemeye başlamıştım. Bir anda eğilip avazım çıktığı kadar bağırdım. “Dur Nehirciğim ne yapıyorsun?” Bu sesi tanımıştım. “Sedat Bey!” diye bağırıp boynuna sarıldım. Mucit de bize katıldı. “Sedat Bey ben buraya geldim kapı aralıktı ve sizi bulamadım, büyük odanız yani laboratuvarınız darmadağınıktı ve… Bütün olanları bir solukta anlattım. O da bana güldü. Hatta gülme krizine girdi. Açıkçası biraz kızmıştım. Ben burada o kadar korku dolu anlar geçirdikten sonra gülmesi biraz tuhaf ve üzücüydü. “Ama ben…” ne diyeceğimi bilememiştim ki sözü o aldı. “Sakin ol bütün sorularını cevaplayacağım. Hezarfen Ahmet Çelebi’yi uçuran icadın gelişmişi üstünde uzun zamandır çalışıyordum ve dün akşam bitirdim. Bu sabah onu raftan alırken ayağım bir şeye takıldı ve düştüm.” “Geçmiş olsun, iyi misiniz?” diye araya girdim. “Sorduğun için sağ ol çok iyiyim. Her neyse kalkmaya çalışırken bütün oda darmaduman oldu. Akşamüstü Galata Kulesi çok dolu olur diye ortalığı toparlamadan hemen çıktım. Kapıyı kilitlemeyi de unutmuşum.” diye açıkladı her şeyi. “Aaa yani siz Galata Kulesi’nde olduğunuz için ev boştu. Her şeyi anladım. Peki nasıldı, uçabildiniz mi?” diye de sormayı unutmadım. “Yani tam atlayacakken bir kadın gelip “Merak etme, iyileşeceksin, her şey yoluna girecek, sakın atlama!” dedi. Gerçekten garip bir diyalogdu. “Neyse sen neden gelmiştin?” diye sordu. “Şey babam tornavidasını bulamıyor, sizden tornavidanızı isteyecektim.” dedim ben de. “Aaa tabii ki vereyim.” “Aslında ben zaten almıştım.” diyecekken odaya girdi ve tabii ki eşyalara takılarak düştü. Hemen yanına gidip iyi misin diye sordum, çok iyiydi. Tornavidayı aldığımı söyledim ve iyi günler diledim. “İnsan bir yardım eder.” diye düşündüğünüzü biliyorum. Tabii ki yardım isteyip istemediğini sordum, ben yardımsever bir kızım. Ama Sedat Bey yardım istemedi. Ben de Mucit’i sevdim ve ona yemek verdim. Sonra da evden çıkıp bizim apartmana doğru koştum.

DEVAMI KİTABIN İÇİNDE...

26


Üçüncü sayı için ne yazsam diye kara kara düşünüyordum. İşin içinden çıkamadığım zamanlarda müzik dinlerim. Madem yazamıyordum, kendimi müziğe bırakmak en iyisi olacaktı. Şarkıdan şarkıya geçiyordum, yolum bir şekilde Asım Can Gündüz’e çıktı. Yeni nesil bu ismi bilmiyor olabilir, bu normal bir durum. Kaldı ki benim neslimden de bilmeyen çok insan vardır çünkü Asım Can Gündüz, hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi görmedi. Bu da beni oldukça üzen bir durum.

27


büsten inmeye karar verdim. Koltuğumdan kalkıp otobüs koridoruna adım attığım anda hemen önümdeki koltukta oturan kişinin Asım Can Gündüz olduğunu fark ettim. Göz göze geldik. Merhaba Asım abi, dedim. Bu selam hiç düşünmeden ağzımdan çıkmış bulundu. Uykulu gözlerle bana baktı, anlamaya çalıştı. Kimsin der gibi bir hali vardı. Anlamsızlığı uzatmamak adına konuşmaya devam ettim. “Bir Sevgi Eseri albümünüzü eskiden o kadar çok dinlerdim ki…” dedim. Devamında ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Gülümsedi. Teşekkür ederim arkadaşım, diye yanıtladı. Onu lafa tutmak istemedim. İyi yolculuklar, deyip otobüsten aşağı indim. Su alıp geri döndüğümde o çoktan uykuya dalmıştı. Sonrasında ben de Muğla’da indim, o ise sanıyorum Marmaris’e doğru devam etti yolculuğuna.

Asım Can Gündüz, 1998’de “Bir Sevgi Eseri” adlı albümünü yayınladı. Bu albümdeki şarkılar meşhur yabancı blues şarkıların Türkçe sözle ve tabii ki Asım Can Gündüz’ün yorumuyla yeniden düzenlenmiş hallerinden oluşuyordu. Albümde yok yoktu diyebilirim. Örneğin Eric Clapton’ın Wonderful Tonight şarkısı karşımıza “Şahanesin Sevgilim” olarak, Garry Moore’un Still Got The Blues şarkısı “Gönlümdeki Acın Silinmedi” olarak karşımıza çıkıyordu, elbette bunlar gibi 8 şarkı daha vardı albümde. Zaten orijinal hallerini sevdiğim bu şarkıları Asım Can Gündüz yorumuyla dinlemek harika bir tecrübeydi benim için. O albümü o kadar çok dinledim ki… Eminim o albüm 98’de de ilgi görmemiştir. Ülkemizde maalesef iyi şeyler değer görmüyor. Bunu kabullendim zaten ama yine de gönül ister ki rağbet gören şeylerin kalitesi artsın, işini iyi yapan sanatçılar tanınsın. Asım Can Gündüz ile şöyle bir anım var: Bir gün otobüsle İstanbul’dan Muğla’ya gidiyordum. 13 saatlik yol insana bitmeyecekmiş gelir ama eğer Muğla’ya gidiyorsanız yaklaştığınızı hatırlatan en önemli durak Aydın’dır. Aydın otogarından otobüs mola verdi. Ben de uykulu bir şekilde yerimden doğruldum ve içecek bir şeyler almak için oto-

28


Şimdi düşünüyorum da o gün, yani otobüste onunla karşılaştığımızda, daha fazla konuşsaydım ona neler sorardım ya da neler derdim? Bilmiyorum ama keşke daha fazla konuşsaydım onunla, ona ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu uzun uzun anlatsaydım. İnsanlar kıymet bilmiyor olabilir ama ben onlardan biri değilim, deseydim. Hatta şarkılardan bazılarını mırıldansaydım. Her şeyi geçtim bari otobüsten inerken bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorsaydım. Ya da bir su da ona alsaydım. Abi sana da aldım deyip uzatsaydım. Hayat maalesef böyle. Keşkelerimiz o kadar çok ki... Yine de keşkelere takılıp kalmamak gerekiyor. Belki de şu an yapabileceğimiz en iyi şey Asım Can Gündüz’den harika bir şarkı dinlemek ve onun ismini unutmamak olacaktır.

Asım Can Gündüz, sadece iyi bir müzisyen değildi, hatta belki iyi bir müzisyen olması fiziksel olarak mümkün bile değil ama o inanılmaz bir hırsla müzik yapmaya devam etti. Sebebi de şu: Küçük bir çocukken parmaklarının arasında ördeklere benzeyen bir perde varmış ve arkadaşları onunla alay ettiği için parmağındaki o perdeyi kesmiş. Bu yaptığının maalesef korkunç bir sonucu olmuş. Okula başlayana kadar tam 14 ameliyat geçirmiş ve doktor ona ortadaki iki parmağını kullanamayacağını söylemiş. Gitar çalmayı çok isteyen bir çocuk için bu durum gerçekten de üzücü bir durum. Parmaklarının ikisini kullanamadan nasıl gitar çalınabilir ki? Ama Asım Can Gündüz hiç vazgeçmemiş ve gitar çalmaya devam etmiş. Günümüzde hala Türkiye’nin en iyi blues gitaristlerinden biri olarak kabul ediliyor. Az önce de bahsetmiştim gibi sadece Türkiye’de değil dünyada da aynı şekilde tanınıyordu. Ona boşuna Awesome John dememişlerdi.

29


Belki, gün olur Bir başka mahallenin sokaklarında Oyun arkadaşıma rastlarım. En büyük kavgamız bilyelerin sayısından, Barış anlaşmamız leblebi tozu dondurmanın külahından… Belki, gün olur Uçurtmalarımızı uçururuz Hayal bulutlarının üzerinden. Dizimizin kanayan yarasına salya sümük ağlarken Halimize kahkahalarımız şaşırır. Belki, bir gün olur.

30


Sapsarı Konak Çiçekler kaplıydı Sapsarı konağın etrafında Salonun köşesinde bilge kuş Koltuğun kenarında oturan Sulugöz Teresa Yukarı çıktılar Chris ve Francis İkisi de yaşlanmıştı artık Bir kez daha haritalarını açtılar Verilen ipuçlarını araştırdılar Sabaha kadar Sonunda vardılar bir sonuca Bastılar haritaya Parladı birden her yer Ülke göründü En ince detayına kadar Teknelerden tutun trenlere Hepsi vardı bu haritada

Artık gitme zamanı gelmişti Sapsarı konaktan Veda ettiler kuşa Son bir kez dolandılar çiçeklerin arasında Sonra bindiler sarı otobüse Gittiler bu sapsarı konaktan

31


Delilikler yapmayı bırak Bir gün doğacak Üzüleceksin yaptıklarına Delilikler yapmayı bırak Ağaçlar solacak Onlarla ağlayacaksın sonra Delilikler yapmayı bırak, Büyüyünce anlayacaksın dediklerimi Bir gün doğacak görmeyeceksin bile Deli olma lütfen Eğer dinlemezsen beni Tutkunu kaybedip unutacaksın yaptıklarını

32


Sınıfta geç kalan biri Anlattı Seu Manuel Valadares’e olanları. Mangaratiba treni çarpmış ona ve arabasına, Yani en yakın arkadaşıma

Tren paramparça etmiş arabayı,

Belki en yakın arkadaşımı da. Soğuk terler akıttım ve gözlerim buğulandı Dayanamazdım böyle bir acıya.

Müdirenin bile odasına uğramadan koştum sokağa. Rio-Sau Paulo yolunu, her şeyi unutarak

Oraya varmaktan başka bir şey düşünemiyordum Yüreğim acıdan can çekişiyordu.

Geldiğimde sadece paramparça bir araba kalmıştı. Yaklaşmaya çalıştım ama boşuna... Ama görmeliydim ölüp ölmediğini, Ya da cennete mi gittiğini

33


Annen öğretmeninse, Sorun yaşamazsın kimseyle. Farklı olacağını sanıyorsun, Bunun için niye tedbir alıyorsun? Annen öğretmeninse, Farklı görmez seni kimse. Mutlu olmalısın, Annen öğretmeninse.

34


İnanır mısınız bilmem, Ama o da cimriydi eskiden, Sadece kendi çıkarlarını düşünürdü aslında, Fakat eski halinden bir iz yok şu anda, İnsan değişebilir, En önemlisi ise, kendine çekidüzen verebilir.

35


Doğa Bütün güzelliğinle Ev verdin canlılara Renk, renk, tür, tür Sen çok başkasın

Hedef Ay

Hedefine ulaş

Gece çökmüş dünyaya

Hiç vazgeçme

İnsanlar uyuyor

Asla pes etme

Ama ay nöbette

Noktana ulaş

Ben bakıyorum

Hedefine ulaşmak için

Ama bu gece yoksun

Çok çalış

Anne

Güneş

Okşadın güzel ellerinle beni bana

Herkes kalkmış

Sevdin beni

İnsanlar uyumak istiyor

Asla üzmedin

Bakıyorum cama

Güzel kokulu meleğim

Ve sihirli bir şey görüyorum o da ne? Güneş!

36


Barış Sardın bütün dünyayı Kendini nasıl sardın dünyaya İnsanlar ve canlılar Sayende mutlular

Bizi sardığın için Mutluluğu sağladığın için Sen barışsın

Gökyüzü Gökkuşağı renklerle Selam verdin Güzelliğinle etkiledin beni

Öğretmen Hep bizi mutlu ettiniz Karne günleri sizle kalktık Sizle uyuduk Bizlere ve bütün herkese Yeni şeyler öğrettiniz

Hayat Hayvanlar

Hayal doludur onun içi Bir çiçek boyar hayatımızı

Vardır onlarında dili

Bazıları için yaşam

Onları sev onları koru

Bazıları için isim

Masum suratlar alır bizi götürür

Hayat hayatın içindedir

Sesleri koro grubu kadar güçlüdür

37


Cast Away (Yeni hayat) 2000 yılında çekilmiş, başrolünde Tom Hanks’in oynadığı modern bir Robinson Crusoe hikayesi. Tom Hanks'in canlandırdığı Chuck, bir FedEx çalışanıdır, kargo uçağı ile birlikte Rusya'ya giderken Güney Pasifik civarında uçağın düşmesiyle ıssız bir adada hapsolur. Filmde Tom Hanks’in tek başına hayatta kalma ve adadan kurtulma mücadelesi, akıcı ve sürükleyici bir şekilde anlatılıyor. Filmde uzun bir süre tek oyuncu olmasına rağmen Tom Hanks’in muhteşem performansı sayesinde hiç sıkılmıyorsunuz. Tom Hanks bu filmde sergilediği oyunculuk ile 73. Akademi Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilmiştir. Ben bu filmi iki kez ilgiyle ve hayranlıkla izledim. Şu ana kadar izlemediyseniz izlenmesi gereken film listenize 1. sıraya eklemenizi tavsiye ederim. Bu film pazar günü öğleden sonra ailenizle birlikte izlenebilecek en iyi filmlerden biri. Patlamış mısırınızı ve battaniyenizi almayı unutmayın. 38


Resim çizmeyi çok ama çok seviyorum ve iyi çizdiğimi de düşünüyorum(arkadaşlarım ve annemin arkadaşları öyle söylüyor) ama bazen çizimlerim pek iyi olmuyor. Şimdi de o iyi olmayan, korkunç bir şeye dönüşen çizimimden bahsedeceğim. Olay şöyle başladı: Genelde etrafımdaki nesneleri çizmeyi severim ama bu sefer bir değişiklik yapıp internette arama yaparak rastgele bir resme bakıp çizmeye başladım. (çok garip ve değişik bir resim olduğundan resmi betimlemem biraz zor) Bayağı zorlandım, yani yaklaşık 2-3 saat çizdim ve boyamaya başladığımda yorgunluktan renkleri farklı görmeye ve çizgileri taşırmaya başlamıştım(mola vermeyi nedense aklımdan bile geçirmedim, neden bilmiyorum.) Ben de öyle olunca resmi yarım bıraktım. (o resmi aşağıdan görebilirsiniz) O günden bugüne 1.5 yıl geçti ama o resme bir daha devam etmedim ve size önerim şu: Resim çizmeyi çok sevseniz de ara vererek parça parça çizin.

39


Öncelikle yazıma neden bu ismi verdiğimi açıklıyayım. Sanılanın aksine

bir kitap ve bir film tanıtmayacağım. Filmi olan üç tane kitabı tanıtacağım. Bu kitapların bir başka özelliği ise benim hiçbirinin filmini izlememiş olmam. E o zaman neden illa filmi olan kitaplardan seçtin Yağmur diyebilirsiniz. Bunu yapmamdaki sebep, kitabını okumayı istemeyenlerin filmi izlemek gibi bir seçenekleri olmasını istememdir. Olabildiğince bilinmeyen kitaplardan seçmeye çalıştım. Umarım önerilerimi keyifle okur veya izlersiniz. KİTAP VE FİLM ARASIDAKİ FARKLAR

Önerilere başlamadan önce sizlere kitap ve filmin neden farklı olduğunu anlatmak istedim. Öncelikle kitap edebiyata ve film ise sinemaya aittir.

Bunları

ayrı

kulvarlarda

koşan

atlar

olarak

düşünebiliriz.

İkisi apayrı şeyler. Öncelikle kitabın bir sınırı yok, ister 500 sayfa, ister 1000 sayfa olsun. Bu yazara kalmış. Ancak film öyle değil. Bir yerde oynatılması için çok uzun olmamalı. En fazla 3 saat olabilir belki de. Dolayısıyla filmden kitap kadar ayrıntı içermesini bekleyemeyiz. Bir başka sorun ise düşünce aktarımı. Filmlerde karakterlerin söyledikleri dışında neler düşündüklerini anlamamız çok zor. Kitapta

ise bu çok kolay. Bu nedenle pek çok insana göre kitaplar filmlerinden daha iyidir. Bu yüzden asla bir filmi bunun kitabı daha güzeldi diyerek yargılamayın ve ikisinin farklı şeyler olduğunu, sinemanın edebiyata göre bazı dezavantajlarının olduğunu unutmayın. Kitabın ve filmin farklılıklarına da değindiğimize göre artık kemerlerimizi bağlayıp uçuşa geçebiliriz.

40


Kitabın Konusu: Bir at ve sahibinin yaşadığı ayrılık ve zorluklar Yazarı: Michael Morpurgo Yayınevi: Tudem Yayınları Sayfa Sayısı: 158 İlk Yayınlanma Tarihi: 1982 Türkçeye Çevrilme: 2010 Filme Aktarılma: 2011 Film Uzunluğu: 2 saat 26 dakika

Evet, ilk kitabımız Savaş Atı. Aslında oldukça eski bir kitap. Kitabımız 1. Dünya Savaşı’nı anlatıyor ve Britanya’da geçiyor denebilir. Bir gün babası bir buzağı yerine bir at alınca Albert çok mutlu olur ve ona Joey ismini koyar. İkisi birlikte büyür ve birbirlerine sıkı sıkı bağlanırlar. Ancak savaş her şeyi değiştirir. Para ihtiyacı yüzünden orduya satılan Joey, çiftlik atından birdenbire sipahi atına dönmüştür. Yaşı yetince Albert de atını bulmak için gönüllü olarak orduya katılır. İkisinin de başından bir sürü olay geçer. Ancak yolları bir gün yine kesişir. Daha fazla ayrıntı vermeyeceğim, yoksa okumanın/ izlemenin anlamı kalmaz. Şimdi biraz benim düşüncelerimden bahsedeceğim. Bu kitap bence bir başyapıt. Neden mi? Çünkü savaşın iğrençliğini ve neler yaptığını gözler önüne seriyor. Sanırım bu benim savaş romanları sevmemden de kaynaklı. Ancak yine de bu onun etkileyici, hüzünlü ama bir o kadar da umutlu ve sevgi dolu olduğunu değiştirmez değil mi? Boş yere Oscar’a aday gösterilmedi filmi sonuçta. Steven Spielberg gibi bir yönetmene sahip olup da ödül almaması şaşırtıcı olurdu zaten. Bu nedenlerden dolayı, bir dostluk, bir savaş hikayesi okumak/izlemek istiyorsanız bu kitap/film tam sizin için!

41


Kitabın Konusu: Felci yüzünden sadece sol ayağını kullanabilen birinin otobiyografisi Yazarı: Christy Brown Yayınevi: Nemesis Sayfa Sayısı: 189 İlk Yayınlanma Tarihi: 1954 Filme Aktarılma: 1989

Film Uzunluğu: 1 saat 59 dakika Sırada Sol Ayağım bizlerle. Bu kitap oldukça eski. Zaten yazarımız da 1932 doğumlu. Bu kitapta yazar bize kendi hayatından kesitler sunuyor. Christy doğuştan beyin felçlidir. Doktorlar çok yaşayamayacağını söylese de Christy hayata tutunur. Annesi onda bir farklılık olduğunu anlamıştır ama kimse onu dinlemez. Bir gün ailece Christy’nin sol ayağını kullanarak bir şeyler çizebildiğini fark ederler. Sonra annesi ona okuma yazma öğretir. Bu onun hayatını değiştirir. Christy hep bir melankoli halindedir, mutlu olduğu zamanlar kısıtlıdır. Büyüdükçe kendisinin farklı olduğunu anlar ve daha çok depresyona girer. Christy biraz daha büyüyünce annesi ona evlerinin arka bahçesine duvar ustası olan eşiyle bir kulübe yapar ve kahramanımız yazılarını orada yazmaya başlar. Şimdi biraz da düşüncelerimden bahsetmek istiyorum. Açık olmak gerekirse, kitabın kapağını ilk okuduğumda sol ayağını kullanamayan birinin hikayesi olduğunu düşünmüştüm ancak durum ondan da vahimmiş. Sadece sol ayağının kullanıyormuş. Christy’nin buna rağmen bırakmaması ve sadece nefes alıp yemek yemek dışında gerçekten yaşaması çok etkileyici bir şey. Tabii onun başarısının arkasında her depresyona girdiğinde onunla ilgili başka bir şey fark eden annesi vardır. Olağandışı bir kitap çünkü engelli birinin yaşadıklarını kendisinden dinliyoruz. Hem hayranlık uyandırıcı, hem melankolik; hem etkileyici hem de kişisel gelişim kitabı gibi. Oldukça enteresan bir yapıt. Filminde ise Christy Brown’u Daniel Day Lewis canlandırmış. Son olarak, kitabın ‘’Her Gün Hüzün’’ diye ikinci bir kitabı var ancak ben okumadım.

42


Kitabın Konusu: Bir çöplükte yaşayan üç çocuğun bir çanta bulmaları ve ardından yaşananlar Yazarı: Andy Mulligan Yayınevi: Tudem Yayınları Sayfa Sayısı: 220 İlk Yayınlanma Tarihi: 2010 Türkçeye Çevrilme: 2014 Filme Aktarılma: 2014 Film Uzunluğu: 1 saat 54 dakika

Son olarak Çöplük karşınızda. Yazdıklarımdan en yeni kitap ama bu hiçbir şey değiştirmiyor kitap hala şahane. Kitabımız adından da anlaşılabileceği gibi bir çöplükte geçmekte. Raphael adlı kahramanımız içinde bir harita, bir anahtar, bir fotoğraf ve 1100 peso olan bir çanta bulur. Raphael parayı en yakın arkadaşı Gardo’yla paylaşarak çantayı çok karıştırmaz. Ancak yaşadıkları yere geri dönünce etrafta polisleri görürler. Polisler çanta için gelmişlerdir ve bulana 10.000 peso verileceği söylenir. Çocuklar çantanın önemli olduğunu anlarlar ve vermek istemezler. Çantayı saklamaları gerekir. Polislerin bulamayacağı tek

yer olan arkadaşları, lakabı Sıçan olan Jun Jun’un yanına saklarlar ve içindekileri daha dikkatli incelerler. Ve sonra başlar macera! Çocuklar bir bilmece çözermişçesine çantanın gizemini çözmeye çalışırlar. Daha fazla bilgi yok, gizem öyküsü olduğu için tadı kaçar. Şimdi kendi duygularıma geçiyorum. Bu kitap mükemmel. İçinde hem gizem var hem macera var. Sadece bunlar değil. Gerçek hayattan da bir şeyler barındırıyor. Para ve güce sahip yozlaşmış dünyaya açılan bir savaş olarak görüyor kendi kitabını yazarımız. Bence çok haklı. Edebi olarak da bakacak olursak dili son derece yalın, anlaşılır ama yine de anlatmak istediği her şeyi anlatan cinsten.

43


Ben eskiden Youtuber olmayı çok hayal ediyordum çünkü o yaşta annem Youtube gibi sosyal medyalara izin vermiyordu. (hala pek izin verdiği söylenemez ama Youtube’a izin veriyor) Sonra bir gün, ben her zamanki gibi akşam yemeği yerken ona “Youtube’a ne zaman izin vereceksin?” diye sordum ve şaşırdığım bir cevap aldım: “Yarın sabah vermeyi düşünüyorum.” dedi. (ki normalde “Bunun için çok küçüksün.” derdi) O yüzden o gece video fikirleri bulmaya çalışırken uyuyakalmıştım. Neyse o günden bugüne yaklaşık 2 ay geçti. Bu yazı ne zaman yayınlanır bilmiyorum ama herhalde 2021’lerin ortalarında ben de neredeyse 6-7 aydır Youtube’ta olmuş olacağım. Peki̇ , nasıl bir duygu; çoğu gece video fikri bulmaya çalışıyorsunuz, (en azından ben öyle yapıyorum) O videoyu çekerken de editlerken de çok eğleniyorsunuz, bazen o videonun izlenmesi coşuyor, bazen de 1 haftada sadece 30 izleniyor. Gerçi ben buna pek aldırmıyorum çünkü bunu düşünecek kadar kanalım büyümedi (daha 75 aboneyim siz de bakabilirsiniz) ama büyüdüğü ve 1000 abonelere geldiği zaman artık hep geceleri bunu düşünmeye başlayacağım diye düşünüyorum. Siz de yapıyor musunuz

bilmiyorum ama bence yapmalısınız, bazen çizdiğim resimlerin,

yaptığım legoların, karda yaptığım kardan kadınların hatta izlediğim filmlerin hoşuma giden kısımlarını saklamak üzere videoya veya fotoğrafını çekiyorum. O da aslında video konusu olarak bana yardımcı oluyor. Herkese tavsiye ederim.

44


Merhaba Değerli Kara-T Fanzin Okurları, Fanzinimizin 2. sayısı çıktığında pandeminin ilk günlerini aşmış yaza merhaba demiştik. Sürecin uzayacağını biliyorduk belki ama yine de bu kadar uzun olacağını pek düşünmemiştik. Bu zorlu sürece kısa zamanda alıştık ve uyum sağladık. Artık uzaktan eğitim yapmamızı sağlayan bilgisayarlar, tabletler, web 2.0 araçları bizim için olmazsa olmazlarımız haline geldi. Uzaktan da olsa eğitimimizi aksatmadan bu süreci yönetmeyi başardık. Biz de Sihirli Kalemler Kulübü olarak çalışmalarımıza uzaktan devam ettik. Her hafta çarşamba günü Zoom üzerinden toplanıp 3. sayı hakkında konuştuk. Yazmak istediğimiz yazıları birbirimizle paylaştık. Yazı fikirlerimizi değerlendirdik; yeri geldi önerilerde bulunduk, yeri geldi birbirimizi eleştirdik. En güzel yazı fikirlerine ulaşana dek uğraştık. Yazdığımız yazıları kulüpte okuduk ve fanzine koyacağımız ürünlerimizi birlikte seçtik. Uzağı yakın eden teknoloji ve yazmaya olan ilgimiz sayesinde bugünlere geldik ve nihayetinde Kara-T Fanzin’in 3. sayısını tamamladık.

Kara-T Fanzin, en başından beri konu ve tür olarak özgür bir oluşumdur. Bu yüzden Sihirli Kalemler Kulübü’nde “Ne yazmalıyım?” sorusunu birbirimize sormuyoruz. Kulüp üyeleri her zaman “Ben şöyle bir şey yazmak istiyorum” cümlesiyle yazmaya başlar. Kara-T Fanzin’i kıymetli yapan da tam olarak bu tavırdır. Bu sayıda da kapılarımızı kulüp dışında olan arkadaşlarımıza açtık. Bu sayıda birbirinden güzel şiirlerle yer verdik. 3. sayıda tecrübelerimizi paylaştığımız yazılar, öyküler, denemeler, kitap ve film kritikleri ve daha pek çok yazı okurunu bekliyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Bıraktığımız yerden devam ediyoruz. 4. sayıya başladık bile. Aynı heyecanla...

45


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.