Kara-T Fanzin 2. Sayı

Page 1

2.

!

YI SA

1


Geç oldu fakat güç olmadı. Hayal ettiğimiz gibi matbu olarak basılmadı. Fotokopiden sıcacık çıkmadı. Pek çok şey gibi pandemi gündemi içerisinde unutuldu gitti. Bizi en çok üzen ise alışkanlıklarımızdan uzaklaşmak oldu. Kulüp saatinde nasıl bir içerik hazırlasak diye kara kara düşünmek, meğer ne güzelmiş. Üzülmenin faydası yoktu, önemli olan yazmaktı. Mademki herkes evinde, fotokopide çoğaltmak ve dağıtmak imkansız, o halde neden farklı bir mecrada şansımızı denemiyoruz ki? Aslolan metindir, deyip kolları sıvadık. Bu kez bize yazılarıyla arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz de destek oldu. Yine dopdolu bir sayı ile karşınızdayız. Sihirli Kalemler Kulübü gururla sunar! İşte karşınızda 2. SAYI!

2


İngilizce

VE

Sözcüklerinin kısaltılması ile oluşmuştur. İçerik olarak özgün ve özgürdür Maddi kazanç amacı yoktur İzin almadan çoğaltılabilir Özgürce dağıtılabilir ...VE EN ÖNEMLİSİ:

3


ÖYKÜ Ali ve annesi televizyonda “Son Dakika Haberle-

nin bu virüsü ciddiye almamasına şaşıyor ve kızı-

ri”ni izliyorlardı. Çin’in Wuhan kentinde ölümcül

yordu. Sonra bir gün, simsiyah uzun mu uzun bir

bir virüs ortaya çıkmıştı. Ali çok meraklanmıştı, an-

araba Alilerin evinin önünde durdu. Ali ve annesi

nesi ise endişeliydi. Ali, başarılı bir virolog olduğu

arabadan inen simsiyah giyinmiş adama bakıyor-

için bunun gibi bir sürü virüs biliyordu ama böylesi-

lardı. Adam, kapıyı çalınca Ali aşağıya indi ve kapıyı

ne hiç denk gelmemişti. İnternette bu virüsü araş-

açmadan “Merhaba, birini mi arıyorsunuz?” dedi.

tırmaya başladı ama tahmin ettiği gibi oldu. İnter-

Adam, bozuk Türkçesiyle “Evet, Ali Yıldız diye bir

nette bu virüs ile ilgili bilgi yoktu. Bunun üzerine

viroloğu arıyordum.” dedi. Ali, kapıyı açtı ve kendi-

Ali, 2 ay beklemeye karar verdi. Bu süreçte virüs

ni tanıttı. Adam da öyle yaptı, adı Sam’di. Ali,

Çin’deki, hatta başka ülkelerdeki virologlar tarafın-

Sam’e buraya gelme nedenini sordu, üstelik böyle

dan araştırılacaktı. Kim bilir, belki virüs Türkiye’ye

bir zamanda. Sam: “Belki tanıyorsunuzdur, beni

bile gelebilirdi. Tam olarak 2 ay boyunca Ali ve an-

buraya Bay Nick White gönderdi. Sizinle evinde bu

nesi haberleri yakından takip etti. Haberlerde çok

virüs hakkında bir görüşme yapmak istiyor.” dedi.

fazla virüs haberi çıkmıyordu, genellikle trafik kaza-

Ali kulaklarına inanamıyordu! Dünyaca ünlü virolog

ları, soygunlar ve benzeri, normal haberler çıkıyor-

Nick White, kendisiyle görüşme mi yapmak istiyor-

du. Yine, Ali’nin tahmin ettiği gibi oldu ve virüsün

du? Ali’nin heyecanlanacak zamanı yoktu, bu ciddi

keşfedilmesinin birinci ayında virüsün semptomları

bir durumdu ve “Tamam, eşyalarımı yarım saatte

ortaya çıktı. Bunlar grip gibi; öksürük, hapşırma

toplayıp yola çıkabiliriz.” dedi. Ali, kendi rahatlığına

veya boğaz ağrısı idi. Sonradan da virüsün akciğer-

çok şaşırmıştı ama annesine haber verip hemen

lere büyük hasar verdiği anlaşıldı.

eşyalarını toplamaya başladı. Yarım saate yakın bir

3. ayda virüs neredeyse bütün ülkelere yayılmıştı.

sürede her şey hazırdı. Annesi “Kendine iyi bak,

Türkiye de dâhildi. Artık ülkeden ülkeye uçuşlar

varınca beni ara.” dedi. Ali bir iç çekip arabaya bin-

yasaklanmıştı. Ali çöp atmaya her çıktığında dışarı-

di. Uzun bir yolculuk onu bekliyordu.

da birini görse onu uyarıyordu. Neredeyse kimse-

4


Türkiye’den California’ya yolculuk beklediği gibi

ken Ali nefes almakta zorlanıyordu ve hemen ame-

uzun olmadı. Bay Nick’in özel jetiyle müthiş bir yol-

liyathaneye götürüldü. Tam dört saat sonra haber

culuktan sonra helikopterle evine vardılar. Heli-

geldi. Aşıyı bulan kişi, virüs yüzünden hayatını kay-

kopter park alanında Bay White, Ali’yi bekliyordu.

betmişti. Haber dünyaya çok hızlı yayıldı. Annesi,

Ali heyecanlanmadan duramıyordu ama profesyo-

bu haberi duyunca çok üzüldü. Herkes çok üzgün-

nel davranıp sadece White’ın elini sıktı. Bay White,

dü, daha 3 ay önce tanınmayan bir virolog, bugün

çok cana yakın bir insandı, Türkçesi çok akıcı ve

dünyaca tanınıp anılıyordu. Ali’nin anısına, aşının

anlaşılabilirdi. İlk önce Ali’nin halini ve hatırını sor-

adını A-2802 koydular. İsminin ilk harfi, doğduğu

du. Sonra hemen bu virüsten konuşmaya başladı-

gün ve ay.

lar. Bay White’ın araştırma laboratuvarında virüs

SON

incelemesi yaptılar ve fikirlerini paylaştılar. Ali, Bay White’ı, Bay White ise Ali’yi çok dikkatli bir şekilde dinliyordu. Ali, Bay White’ın evinde misafir odasında tam olarak 3 ay kaldı. Bu süreçte her gün çalıştılar, farklı aşı denemeleri yaptılar. Her aşının iyi yönleri ve kötü yönleri vardı . Bazı aşılar virüsün etkisini dindirirken, bazıları ise hiçbir şey yapmıyordu. Ali, biraz da olsa olumlu sonuç veren aşıların diğer aşılardan farkına bakarken yeni bir aşı oluşturduğunu anladı ve Bay White’a son kez bu aşıyı da denemelerini önerdi. Aşının 2 saat içinde virüsü yok ettiği ortaya çıkınca Bay White ve Ali çok heyecanlandı. 3 ay sonra başarabilmişlerdi! Hemen aşı üretimine başlandı. Neredeyse her ülkede yetecek kadar varken Amerika’da çok fazla kişide olduğu için aşı anca yetebilmişti. Tam o gün de Ali’de yüksek ateş çıktı ve öksürmeye başladı. Bay White, hemen Ali’yi hastaneye götürdü ve virüs testi yaptırıldı. Ali’nin şansına, test, pozitif çıkmıştı. Ali çok stresliydi ama aşı aranırken hastanede olmadığı fark edildi. Herkes yüz binlerce insanın canını kurtaran Ali’ye Amerika'nın tüm eyaletlerindeki hastanelerde aşı aranmaya başlandı. Bir türlü bulunamamış-

5


Merhaba,

seydi. Konuşan dev kediler, cüce vampirler, Sizlere okuduklarım arasından en sevdiğim Morrigan’ın hayatında görmediği kadar dostluk... Nevermoor sihirli bir yerdir ama burabirkaç kitaptan bahsetmek istiyorum. da kalması için Wunderous Cemiyeti’ne kabul edilmesi şarttır. Bu da ejderhaya binmek ya da köpeklerle konuşmak gibi olağanüstü yeteneklere sahip yüzlerce çocuk arasından sıyrılıp dört zorlu imtihanı geçmesi demektir. Tek bir sorun vardır: Morrigan özel yeteneği olmadığından neredeyse emin!

Bunlardan biri de Nevermoor. Bu kitap dünya çapında yirmiden fazla ödül almış bir kitap. Bu kitapta Morrigan Crow adında birinden bahsedilmektedir. Etrafındaki kişiler onu lanetli olarak düşünmektedir çünkü bir çocuğun doğabileceği en şansız günde doğmuştur, Zifiri Gece’de. Berbat giden havalardan kalp krizlerine, çevresinde yaşanan tüm talihsiz olayların sebebi olarak görülmektedir. Daha da beteri o gece doğmuş diğer çocuklar gibi on birinci doğum günüde ölecek ya da ölecekti. Gece yarısına saniyeler kala, Jüpiter North adındaki tuhaf bir adam ortaya çıkıp onu saklı şehir Nevermoor’a götürme-

Size anlatmak istediğim diğer kitabın adı Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe. Bu kitabın yazarı Paola Peretti, kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak, küçük bir kızın görme yetisini kaybetmesini kaleme almış. Bu roman her yaş için uygun bir kitap diyebilirim. Bu kitapta yazar, Mafalda adındaki bir kızdan bahsediyor.

6


Mafalda, dokuz yaşındaki bir kız çocuğu ve bildiği bir şey var: Gelecek altı ay içinde, tamamen görme yetisini kaybedecek. Mafalda bunu öğrendikten sonra daha önce okuduğu bir kitaptan ilham alarak hayatını değiştirmek ister. Son altı ayını doya doya yaşayabilmek istemektedir. Ailesi ve arkadaşlarının yardımı ile Mafalda, kendisi için önemi olan şeyleri keşfetmeye çalışır. Görme yetisini kaybetse de yapabileceği şeylerin listesini çıkarır.

kendiliğinden yapmaktadır. Okulun en zeki çocuğudur ama bunu hiç kimse bilemez çünkü herkes onu koyu kahverengi gözlü, meraklı bir kız olarak görmektedirler. Kafası biraz sallanan, bazen salyası akan, bacakları hiç kullanmadığı için incecik olan, vücudu tamamen başına buyruk hareket eden, bazen bacakları olur olmaz tekmeler savurabilen, adının bir önemi olmayan minik bir kızdır onlar için. Bunlar içinde onun minik gamzelerini bile fark etmezler. Melody konuşamaz, yürüyemez ve yazamaz.

İlham veren bir cesaret ve kararlılık hikâyesi.

Ama bir gün bir mucize olur! Melody kafasının içindeki sesi keşfeder. İngiltere’nin saygın edebiyat ödüllerinden Corotta Scott King ödüllü yazar Sharon M. Draper’dan hüzün ve umut dolu soluksuz

Size anlatacağım son kitabın adı İçimdeki Müzik. Sürükleyici ve samimi bir hikâye. On bir yaşındaki Melody’nin fotoğrafik hafızası vardır. Beyni bir kamera gibi gördüğü her şeyi kaydetmektedir. Bunu ister istemez

7


Yu Hua, 1960 yılında, Çin’in doğusunda yer alan Hangzhou’da doğdu. Diş hekimliği öğrenimi gördü. Beş yıl boyunca diş hekimliği yaptıktan sonra mesleğini tümüyle bırakıp kendisini edebiyat çalışmalarına adadı. 1993’te yayımlanan romanı Yaşamak Çinli yönetmen Zhang Yimou tarafından sinemaya aktarıldı. Ülkesinde yasaklanan film, Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’e [Grand Prix] layık görüldü. Yazarın Türkçeye çevrilen kitapları: Yaşamak, Kanını Satan Adam, Yedinci Gün.

Hanggai, 2004 yılında Pekin’de kuruldu. Çin’de düzenlenen Yetenek Sizsiniz yarışmasında birinci olunca tanınmaya başladılar. Grup üyeleri Çinlilerden ve Moğollardan oluştuğu için hem Moğolca hem de Mandarin Çincesini kullanmaktadırlar. Yaptıkları müzik, indie, folk, rock karışımı özgün bir tarzdır. Pek çok ülkede konser veren grubun hatrı sayılır bir dinleyici kitlesi bulunmaktadır. The Rising The Sun, The Vast Grassland en bilinen şarkılarıdır.

8


TÜRKÇE ÖĞRETMENİ Montagiene “Denemeler” adlı eserinde yer alan denemelerden birinde şöyle der: “Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz, asık suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. (…) (çünkü) Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.” Hem insanlara yaşama boyu söyleyecekleri hem de soracağı ya da sorduracağı soruları nedeniyle felsefe çok kıymetli bir disiplin. Bu kıymeti nedeniyle Antik Yunan’dan bugüne 2500 yıldır medeniyetimizi olgunlaştırıyor.

eskiyen ve bozulan parçaları değiştirirler. Artık birçok parça yeni parçalarla değiştirilmiştir. Sonunda gün gelir ve Theseus’un gemisinin bütün parçaları değişir. Artık denize indirildiği ilk gündeki parçalardan hiçbiri bu geminin bir parçası değildir, bütün parçalar değiştirilmiştir. 2.Theseus’un Gemisi halen aynı gemi midir? Yoksa başka bir gemi mi olmuştur? Limanda Theseus’un gemisini yıllardır tamir eden, onun eskimiş parçalarını yenileriyle değiştiren usta, bu eski parçaları atölyesinin bir kenarında biriktirir. Bir gün bu parçaları orijinal tasarıma sadık kalarak bir araya getirir ve bir gemi oluşturur.

Felsefeyi tanımlayarak bu yazıyı sürdürmeyi çok isterdim fakat bu pek mümkün değil çünkü felsefe herkesin üzerinde anlaştığı bir tanıma sahip değil. Kelime anlamı “Bilgelik sevgisi” fakat bu da felsefeyi tanımlamak için yeterli değil. Felsefenin ne olduğu konusunda birçok filozofun farklı tanımları olsa da nasıl yapıldığı konusunda neredeyse hepsi hemfikirdir. Felsefe sorular sorar ve bunu çoğu zaman cevaplar aradığı için değil daha iyi sorular aradığı için yapar. Bu nedenle ben sizinle bu yazıda “Çocuklar için Felsefe”(P4C) oturumlarında tartışmayı başlatmak için kullandığımız içeriklerden biri olan çok eski bir hikâyeyi ve o hikâyeyle ilgili üç soruyu paylaşacağım. Haydi, başlayalım.

3.Eski parçalardan aynı gemiyi inşa edin. Bu durumda iki gemi yan yana durmaktadır. Bu durumda Theseus’un gemisi hangisi? Neden?/ Bir şeyi, o şey yapan şey nedir? İşte böyle şimdi sıra sizde. Cevapları bulmak için acele etmeyin, sorunun tadını çıkarın. Cevabı bulduğunuzu sandığınızda sizi yeni bir soru bekliyor olacak. Yazıyı Montagiene’den bir alıntıyla açmıştım. Kapanış da Bertrand Russell’la yapmak istiyorum.

Theseus’un Gemisi

“Felsefeyle, ortaya koyduğu sorulara kesin cevaplar bulmak için uğraşılmaz çünkü kural gereği hiçbir cevabın kesin doğru olup olmadığını bilinemez. Felsefeyle, soruların kendisi için uğraşılır çünkü bu sorular, olanaklı olana dair ufkumuzu genişletir, entellektüel hayal gücümüzü zenginleştirir, zihni serbest düşünmeye kapalı hale getiren dogmatik inançları zayıflatır ama hepsinden önemlisi, felsefenin seyrine daldığı evrenin büyüklüğü sayesinde, zihin de büyüyerek evrenle bir olma yeteneği kazanır ki bu da onun en büyük kazancıdır.”

Antik Yunan’da yaşamış Theseus adında savaşçılığı ile ün salmış bir denizci ve onun çok ünlü gemisi, Theseus’un Gemisi vardır. Bu gemiyi diğer gemilerden ayıran ve günümüzde halen konuşmamızı sağlayan onun hikâyesidir. Thesus’un Gemisi, Ege’de bir savaş gemisidir. Kaptanı da efsanevi komutan Theseus’tur. Bu geminin bir gövdesi, direği ve yelkenleri vardır. Zamanla, Theseus’un Gemisi denizlerde süzülürken bu gövdeden ahşap bir parça eskir ve yeni bir ahşap ile değiştirilir. 1.Bir parçası değiştiğinde, Theseus’un Gemisi halen aynı gemi midir? Yoksa başka bir gemi mi olmuştur? Neden? / Bir şeyin parçaları değiştiğinde o şeyin kimliği değişir mi?

Theseus’un Gemisi hikâyesinden hareketle hazırlanmış P4C videosunu izlemek için karekodu tarayınız.

Kaptan ve mürettebat yollarına devam ederler. Rüzgârlı bir günde geminin yelkeni yırtılır. Başka bir gün fırtınada geminin direği kırılır. Fakat kaptan ve mürettebat limana her döndüklerinde kırılan,

9


DENEME

Ah, ne güzel kartpostallar bunlar, modern şehir hayatında asla görülemeyecek manzaralarıyla imrendiriyor insanı. İnsanlar posta kutularında kartpostalları bekliyor, alınca ise ağızları kulaklarına vararak hemen açıp okumak için satırlara gömülüyorlar. Nedir bu kartpostalları özel kılan, üzerlerindeki pul mu? Bence en güzel özellikleri içlerinde saklı. Bu güzelliğin adı ise ''emek''. Kartpostallar bence telefon ekranlarında beliren kutlama mesajlarından çok daha içten. İnsanlar kartpostalları hazırlamak için uğraşıp, emek sarf ediyor. Karşıdaki kişiye gelmesi için de bir o kadar da heyecanlanıyor. Mesela ben de açıkçası telefon ekranlarındaki mesajları pek içten ve emek sarf edilmiş bulmuyorum. Sadece bunlarla bitmiyor özellikleri, hayır, sadece harcanan emek de değil. Kartpostalların benim için bir başka önemli özelliği ise kapaklarındaki manzara resmi. Kartpostalların bu modern şehir hayatında belki de hiç görülemeyecek manzaralara sahip olması da benim için önemli bir özellik. Ayrıca gönderilebilecek manzara resmi de sınırsız! İlla ki boğaz manzarası göndermek de gerekmiyor. İçimden neresi gelirse oranın fotoğrafını gönderiyorum. Böylece karşıdaki insan da mutlu oluyor, ben de. Kartpostallar içlerindeki emek ve kapaklarındaki eşsiz manzara ile güzeldir. İnsanda güzel duygular yaratırlar. Her daim, insanları mutlu kılarlar.

10


Rammstein, Alman bir Neue Deutsche Harte grubudur. Rammstein’ın birçok şarkısı Almanca olsa da İspanyolca, Rusça ve İngilizcede şarkıları bulunmaktadır. Rammstein grubu, Berlin’de 1994’de grubun gitaristi Richard Kruspe ve piyanisti Christoph Schneider tarafından kurulmuştur. Rammstein grubu dünya üzerinde 15 milyondan fazla albüm satmıştır. Rammstein grubunun üyeleri 26 yıldır değişmemiştir. Grubun solisti Till Lindemann 1. gitaristi Richard Kruspe, 2. gitaristi Paul Landers, basçısı Oliver ya da Ollie Riedel, piyanisti Christoph Scheneider ve bateristi Christopher Schneider’dır. Grubun solisti olan Till Lindemann’ın 2014 yılında kurduğu Lindemann adlı grubun da solistidir. Rammstein bu aralar pek çok kişi tarafından bilinmese de Spotify’da Dünya sıralamasında 103. sıradadır. Rammstein ismini, 1988 yılında Almanya’nın Ramstein adlı bir kasabasındaki Amerikan Hava Üssünde İtalyanlar tarafından uçaklarla yapılan bir akrobasi şovunda ortaya çıkan bir kazadan almaktadır, kazadaki çarpışan 3 uçaktan biri seyircilerin üstüne düşmüştür. Rammstein’ın bugüne kadar 8 adet stüdyo albümü bulunmaktadır. Bunların ilki Herzleid ve en son albümünün ise herhangi bir adı yoktur ve içinde 11 adet şarkı bulunmaktadır. Rammstein ayrıca değişik sahne şovları ile ünlüdür Rammstein grubu konserlerinde ateş ve benzeri şeyleri çok severler, bu yüzden grubun solisti olan Till Lindemann’ın vücudunun belirli kısımlarında 3. seviye yanıklar vardır. Rammstein’ın konserleri yanında müzik klipleri ve giyim tarzları da oldukça değişiktir.

11


YAZAR İlay Bilgili: Senin hayata bakış açını değiştiren, en çok etkilendiğin edebi karakter kim ve o karakter hayatında, hayata bakış açında ne değiştirdi? Cem Koçak: Benim hayata bakış açımı değiştiren en sevdiğim edebi karakter Martı Jonathan Livingston. Bu kitabı yıllar önce okumuştum sonrasında iki sefer daha okudum.Bu kitap bizim kendi sınırlarımızı aşmaya çalışmamız gerektiğini ve bunu başarabileceğinizi gösteren bir kitaptır. Martı Jonathan kendini diğerlerinden farklı görür. Ben farklılıkların toplumumuzu nasıl etkilediğini düşünüyordum ve bu kitabın bana bu konuda farklı bir bakış açısı kazandırdığını düşünüyorum. Kendi hayatımızdaki seçimlerimiz ne kadar farklı olursa olsun hayatlarımızın benzer olduğunu düşünmüştüm ama bu kitabı tekrar okuyunca aslında kimsenin birbirine benzer bir hayatı yaşamadığını anladım. Dünyada farklı topluluklar var ve bu toplulukların farklı şekilde yaşadığını anladım. İnsanlar ne kadar farklı, kendi istekleri, kendi sınırlarını zorlayacak şekilde hareket ederse toplumun kültürü ve çeşitliliği de o kadar farklı olur. Bu çeşitlilik ne kadar fazla ise o toplum ve ülke o kadar başarılıdır. Farklılıklarımız bizi biz yapar fakat amaçlarımız doğrultusunda kendi sınırlarımızı ne kadar zorlayabilirsek o kadar başarılı oluruz.

Cem Koçak: Öykülerinizde kendinizden soyutlanmış karakterleri mi, yoksa sizi yansıtan karakterleri mi anlatmayı tercih ediyorsunuz? Yani eserlerinizin sizi yansıtması hoşunuza gider mi? İlay Bilgili: Öykülerimdeki karakterlere dönüp şöyle bir baktığımda hemen hemen yarısının direkt kendimden ya da birebir tanıdığım insanlardan yansıdığını söyleyebilirim. Dolayısıyla diğer yarısı tamamen kurgu karakterler… Peki kurgu olan karakterlerin, yani benim zihnimde sıfırdan yarattığım bu insanların benden ya da dünyayı kanıksayışımdan soyut olduğunu söylemem mümkün olur mu? Kesinlikle hayır. Örneğin, Artis’in Aliye’si benim en küçük teyzemden esinlenerek yazdığım bir karakterdir fakat Seninki Gibi’deki kadın karakteri ben uydurdum. Ona da derinlemesine baktığımda tanıdığım birçok kadından ve hatta kendimden izler görüyorum onda da… Yani karakterlerimi nasıl yaratırsam yaratayım illa ki benimle ve benim dünyayı algılayışımla bir bağlantıları oluyor, olmaması imkânsız zaten. Başka bir ölçekte şunu söyleyebilirim ki karakterlerimi yaratırken birinci önceliğim gerçek olmaları yani hiç var olmamış bile olsalar, kurgu bile olsalar; gerçekliği yansıtmayan, hayatla bağı kopmuş karakterler yazmak benim ruhuma uymuyor. Bu yüzden de insanları incelemeyi ve onları okumayı çok severim. Sinemadan ve edebiyattan da bu anlamda çok beslenirim. Bu şahane soru için de çok ama çok teşekkür ederim.

12


Nurhan Suerdem: Beğendiğin bir yazarın diğer kitaplarını da okur musun?

YAZAR

Emir Kağan Uğuz: Dürüst olmak gerekirse ben hiçbir zaman beğendiğim bir kitabın yazarının diğer yazılarını da “Bu da güzeldir şimdi.” anlayışıyla okumadım. Eğer bir kitabı beğendiysem bu, benim beğendiğim kitabın yazarının bütün kitapları bana hitap edecek veya benim hoşuma gidecek diye bir şey söz konusu değil. Ben bu konuyu, bir çekirdek markasına benzetirim. Süpermarketten aldığımız bir paket çekirdeği televizyonun karşısında yediğimizi varsayalım. Birinci yediğimiz paket tam ağızımıza layık çıkıyor. Bu da bizi, o markanın (yazarın) bütün çekirdeklerinin iyi olacağı kanaatine vardırıyor. Derken sonradan tereddüt bile etmeden aldığımız 2. ve 3. paketler acı çıkıyor. Yani aynı yazarın yazdığı diğer yazıları beğenmiyoruz. Her yazar, her kitabının ya da yazısının; konusunu ya da içeriğini aynı tutmaz. Bu tür bir yazarın farklı konulu ve üsluplu yazısını beğenebilirim ama bu aynı yazarın tamamen farklı bir kesime yazılmış olan kitabına da hayran kalacağım anlamına gelmez. Herkesin kitap zevki farklıdır. Zaten dünyada o yüzden milyonlarca yazar var. Her yazar farklı farklı kişilere, farklı türlerde yazar. Biz bu milyonlarca yazardan bir yazarın bir kitabını beğenebilir, bir başka kitabını da “Öf, bu acı çıktı ya!” diyerek bir çekirdek misali geri tükürebiliriz. Emir Kağan Uğuz: Yazar olmaya nasıl ve neden karar verdiniz? Nurhan Suerdem: Yazar olmaya demeyeyim de yazmaya karar vermem ancak emekli olduktan sonra oldu. Çocukluk ve gençlik yıllarımda elime kalem alıp ne bir şiir ne de bir öykü yazdım. Günlük bile tutmadım. Ama okumayı severdim. O zamanlar üstelik şimdiki gibi çok yayınevi ve kitapçı yoktu. Ya okul kütüphanesinden ya da şehir kütüphanesinden alırdık kitapları. Üniversiteden mezun olduktan sonra çalışmaya başladım, otuz dört yılı aşan bir iş hayatım oldu. İş yaşamının yoğunluğu içinde zaman farkına varamadan akıp geçti. 2011 yılında emekli olduğumda alışık olmadığım bir durumla karşılaştım, ne yapacağımı bilemediğim kendime ait zamanım olmuştu. Kendimi bilgisayarın başında yazarken buldum. Bunun nedenini bir türlü açıklayamıyorum. Demek ki içimde birikenlerin çıkma zamanı gelmişti. Virginia Woolf bir kadının yazması için “kendine ait bir odası olmalı” derken, yalnızca fiziki olarak kapısı kapalı bir odadan değil aynı zamanda bu odada yazılarını yazabileceği zamanın gerekliliğini de kastediyordu. Yazdıklarım bir olay, durum, anı, haberle ilgili olarak daha çok mutsuz öfkeli olduğum anlardaki hislerimin aktarımıydı. Onları sosyal medyada ve arkadaşlarımla paylaşıyordum. Okuyanlar beğeniyor, derdini iyi ortaya koyabiliyor, duygularını okura geçiriyorsun diyorlar, bir gazetede haftalık yazı yazsan, roman, öykü yazmayı denesen diye beni teşvik ediyorlardı. Ama ben roman, öykü, diğer bir değişle kurmaca metin yazmayı bilmiyordum. Okuduğum çeviri kitapların yazarlarının biyografilerinde yaratıcı yazarlık dersi aldıklarını veya bu dersi verdiklerini görmüştüm. Türkiye’de yapan yazar duymamıştım. Aklıma Google ‘da aramak da gelmemişti. İnsan hayatında tesadüflerin yeri önemli. Bir gün, ilk kez okumaya başlayacağım bir yazar olan Murat Gülsoy’un kitabında Yaratıcı Yazarlık Atölyesi verdiğini görünce kalbim çarpmaya başladı. Hemen ilk başlayacak kursa adımı yazdırdım. Atölyede öncelikle doğru okumayı, edebi metnin nasıl yazılacağına ilişkin yolları öğrendim. İlk öykümü orada yazdım, sonra da devam etti. 2013 yılından bu yana öykü yazıyorum. Yazmaya devam ederken başka atölyelere de katıldım. Farklı bakış açılarını deneyimledim. İyi öyküler okudum. Atölyelerde öğrendiklerim sadece yol göstericiydi, önemli olan çalışmak, kendi yolunu, kendi yazı dilini bulmaktı. Yazdıkça yazmayı da öğreniyordu insan. Yazdığım ama beğenmediğim çöpe attığım çok öyküm oldu. Zamanla bilgisayarda değişik klasörlerde biriken öyküler oradan çıkmak için beni zorlar oldular. İçlerinden seçtiklerimle dosya hazırladım, yayınevine gönderdim. Uzun bir sürecin sonunda kitabım basıldı, kapağında o kitabın yazarı olarak ismim yer aldı.

13


Türkçe Öğretmeni Herkesin isminin bir hikayesi vardır. Örneğin benim ismim, sadece ağabeyimin ismine uyumlu olsun diye seçilmiş: Tuna ve Tunç. Kiminin hikayesi ise daha ilgi çekici olabiliyor. Bazıları da merak uyandırıyor. Tıpkı benim kedimin ismi gibi: PARDECK Pardeck mi? O ne demek? Bu soruları o kadar çok duydum ki… Hikayesini anlatmaya değer bulduğum için keyifle anlatıyorum. Bundan 2 sene önce, bir arkadaşımın instagram hesabındaki bir fotoğrafını görmüştüm. Fotoğrafta kucağında 5 yavru kedi vardı. İkisi tekir, birisi sarı, birisi karışık renkli ve biri de Pardeck, yani beyaz-karamel renkliydi. Ben hepsini çok beğensem de gözümü Pardeck’ten alamıyordum(o zaman bir ismi yoktu elbette) Hemen arkadaşımı arayıp sahiplenmek istediğimi söyledim. Bana kedinin sahiplendirildiğini söyledi. Bu haber keyfimi kaçırmıştı. 1 ay sonra tatile gittim. Tatilimin sonlarına doğru arkadaşım beni aradı ve sahiplenen kişinin vazgeçtiğini söyledi. Bu haberi duyunca çok sevindim ve hemen İstanbul’a döndüm. Pardeck’i alıp eve geldim. O sırada yüksek lisans tezimi yazmaya çalışıyordum. “Kitap okumak empatiyi geliştirir mi?” sorusunun cevabı araştırıyordum. Bu sorunun yanıtı üzerine en çok kafa yoran kişinin John Terry Pardeck adında bir bilim insanı olduğunu öğrendim. Prof. Pardeck’in pek çok makalesini okudum. Tezimin pek çok yerinde ismini andım. Özetle Pardeck, birdenbire hayatımın merkezine girivermişti. Sonra kedime baktım ve dedim ki: Bugünleri hatırlamak adına senin adın PARDECK olsun. 14


İnsanlar, olaylar, mevsimler farklılıklarıyla güzel Kötülük olmadan ona iyi diyebilir miydin? Savaş olmadan barış olur muydu? Siyah olmadan beyaz olur muydu? O senden farklı olmasaydı senin güzelliğin belli olur muydu? Herkes birbirini tamamlar Bu yüzden senden farklı olana da değer ver Ne de olsa sonunda biz farklı dünyalardaki, Benzerlikleriz

15


16


HATIRA

3 yaşındaydım. Dışarıda babama hep “Can Bey” diye hitap ettikleri için ben de babama hep “Can Bey” derdim. Okuldan genellikle beni annem alırdı, bu yüzden okuldaki öğretmenler annemi tanıyorlardı. Ancak bir gün annemin işi çıktığı için annemin yerine beni almaya babam gelmişti. Babam okula geldiğinde ben merdivenlerden inip heyecanla “Can Bey” diye bağırmıştım. Ancak okul müdürü ve öğretmenler, ne olduğunu anlamamışlardı çünkü kim babasına “Can Bey” derdi ki? Haliyle babama “Siz Paye'nin babası değil misiniz?” diye sorduklarında ben onlara “Evet, o benim canım Can Bey'im!” demiştim ve babam da “Ben onun babasıyım.” demişti. Bu nedenle annemi arayıp okula Can Bey diye birinin geldiğini, ancak benim babam olup olmadığından emin olamadıklarını söylemişlerdi. Annem ise durumu anlatmıştı: “Dışarıda babasına Can Bey dedikleri için Paye de babasına Can Bey diyor.” demişti ve bu sayede beni babama verdiler. Bu olaydan sonra babam

17


ÖYKÜ

Bu öykü 2020 Mustafa V. Koç Öykü Yazma Yarışması’nda

“İkincilik” ödülüne layık görülmüştür. Alina o sabah çok beğenerek aldığı çiçek desenli, ipek elbisesini giymiş; kendine kahvaltı hazırlıyordu. Isıttığı tost makinesine ekmekleri koydu ve yumurtaları çıkarmak için buzdolabına yöneldi. Elini tam yumurtalara uzatmıştı ki telefonu çaldı. Arayan Kuzey’di. Kuzey, Alina’nın üniversiteden arkadaşıydı. O, başka bir ülkede yaşıyordu.

gün seyahat izni veriyordu. Onlardan biri de Alina’nın ülkesiydi. Bu hakkı Alina’nın ülkesine gitmek için kullanmak çok akıllıcaydı. Telefonda hızlıca seyahati planladılar ve Kuzey gerekli hazırlıkları yapmaya başladı. Aslında Kuzey seyahat nedeniyle biraz tedirgindi. Alina’nın ülkesindeki insanlar onun ülkesindekilerden çok farklıydı. Kendi ülkesinde en ufak bir değişikliğe bile herkes bağırıp, çağırıyor; o kişi hakkında dedikodu başlatıyor, hatta ayrımcılık yapıyordu. Tek renk ve model giysileri nedeniyle orada da böyle karşılanabileceğini düşündüğü her seferde tüyleri diken diken oluyordu. Belki de bu planı iptal etmeliyim, diye düşündü. Kimsenin onun hakkında dedikodu yapması hoşuna gitmezdi. Hayır, dedi kendi kendine. ‘’Gitmiyorum, gitsem de farklılıklarım nedeniyle keyfini çıkaramayacağım.’’ Bir tarafı gitmek istiyor, diğer tarafı da onu kendi ülkesinde kalmaya zorluyordu. Belki biraz düşünmeye ihtiyacım vardır, dedi ve kafasını az da olsa dağıtabilmek için televizyonu açmaya karar verdi. Kumandayı aldı ve 34. kanalı açtı. Bu kanalda genellikle belgeseller veya belli ülkelerden görüntüler yayınlanırdı. Kuzey’in şansına o sırada televizyonda Alina’nın ülkesinden görüntüler vardı. Masmavi, şırıl şırıl akan, yaz güneşinin altına parıl parlayan dere ve kıyısında zıp zıp zıplayan tavşanlar onu çok etkilemişti. Böyle bir ülkeyi gezip görmek onu çok mutlu ederdi. Cesaretini topladı ve karşılaşabileceği her durumu göze alarak Alina’nın yanına gitmeye karar verdi.

Kuzey’in yaşadığı ülke çok garipti. Bu ülkede herkes birbirine benziyordu. Herkesin saçı kısaydı. İnsanlar siyah pantolon, beyaz tişört ve lacivert spor ayakkabıdan başka hiçbir şey giymiyorlardı çünkü o ülkede farklı olmak utanılacak bir şeydi. Evler ise yan yana dizilmiş minik kutular gibiydi. Onlar da insanlar gibi birbirinden farksızdı: Gri ile kirli beyaz arasında gidip gelen dış cepheleri, kırmızı kiremit çatıları, bakımsızlıktan sararan dişler gibi sararmış pencereleriyle her biri aynı köhne fabrikadan çıkmış gibiydi. Alina telefonu açıp Kuzey’in sesini duyunca onunla uzun zamandır görüşmediğini fark etti. Bir anda aklı Kuzey’le en son görüştükleri zamana gitti. Üniversitenin son yılında, yani geçen yıl, Kapai’de bir doğa yürüyüşüne katılmışlardı. Sonbaharın yavaş yavaş kendini hissettirdiği ormanda, nemli patikalarda yürümek ikisine de çok iyi gelmişti. Alina Kuzey’in seslenişiyle kendine geldiğinde Kuzey telefonu kapatmak üzereydi. Kuzey hâl hatır sormak için aramıştı. Görüşmedikleri süre boyunca neler yaptıklarını detaylıca konuşturlar. Özlem giderdikten sonra Alina, Kuzey’e yakın zamanda bir planı olup olmadığını sordu. Kuzey’in arkadaşlarıyla hep aynı buluşma alanına gitmekten ve şehirdeki iki kıyafet dükkanının birinden aynı kıyafetlerin yenisini almaktan başka bir planı yoktu. Alina uzun zamandır görüşemediklerini ve daha fazla aralarının açılmasını istemediğini söyleyip onu kendi ülkesine davet etti. Kuzey bunu duyunca gerçekten çok mutlu oldu. Son dönemde Kuzey’in ülkesi sadece birkaç ülkeye, yılda sadece iki

Depodan çıkardığı tozlu valizini bir güzel temizledi. Dolabından yurtdışı seyahatlerde giyilmesi zorunlu giysileri aldı, iki çift lacivert ayakkabısını ayrı ayrı poşetlere koyarak valizin ön cebine yerleştirdi. Diş fırçasını, macununu ve devlet tarafından sayılı verilen diğer kişisel temizlik malzemelerini valizin iç kısmındaki küçük fermuarlı cebe yerleştirdi. Uçak biletlerini satın aldı ve artık gitmeye hazırdı.

18


Uçağı saat 20.00’de kalktı ve iki saat sonra Alina’nın evine arabayla 20 dakika uzaklıktaki havalimanına iniş yaptı. Valizini alıp terminalden çıktığında Alina’nın onu beklediğini gördü, içini bambaşka bir mutluluk sardı. Zıplayarak birbirlerine el salladılar fakat Kuzey hala oradaki insanlardan farklı olduğu için derin bir utanç duyuyordu. Alina’nın arabasına binerek eve gittiler. Yolculuk nedeniyle yorgun düşen Kuzey, Alina’nın onun için hazırladığı odaya geçti ve hemen uykuya daldı.

artık gitme vakti gelmişti. Hazırladığı valizi hızlıca alıp evden çıktı. Arabaya bindiler ve havalimanına doğru yola koyuldular. Kuzey yol boyunca camdan izlediği doğa karşısında büyülenip, düşüncelere daldı. Bu kısa zaman içinde ne kadar çok renkli ve farklı iki gün geçirdiğini düşündü. Alina havaalanına vardıktan sonra arabasını uygun bir yere park etti. Kuzey’in valizini alıp hızlı adımlarla terminal binasına doğru yürümeye başladılar. Bu sırada ikisinin üzerine de vedalaşmanın hüznü çökmüştü. Terminal kapısında vedalaşmak için durdular. İkisi de birbirine üzgün üzgün baktıktan sonra vedalaştılar. Bu sırada Alina boynundaki yeşil ve mavinin en canlı tonlarıyla bezeli şalı çıkardı ve Kuzey’in boynuna doladı. Kuzey bu hediyeyi mutlulukla kabul etti. Son bir kez daha birbirlerine sarıldılar, sonra Kuzey uçağına binmek üzere terminale girdi ve bir süre sonra gözden kayboldu.

Kuzey gözlerini açtığında evi güzel kokular sarmıştı. Alina’nın çok güzel bir kahvaltı hazırladığını tahmin etti. Keyifli bir kahvaltıdan sonra şehri gezmeye çıktılar. Kuzey gördüğü her detaya şaşkınlıkla bakıyordu. İnsanlar rengârenk giyinmiş, evler farklı renklerde, şekillerde ve büyüklükte herkesin zevkine göre yapılmış, her renkten insan hiçbir farklılığa aldırış etmeden anın tadını çıkararak sevgi ve yardımlaşma içinde hoşgörüyle yaşıyordu. Trafikte herkes birbirine yol veriyor, gülümsüyor; neşe içinde koşturan çocuklara büyükten küçüğe herkes şefkatle bakıyor, ses çıkarmalarına kızmıyordu. Yaşlıların gençlerle aynı ortamda dans ederek eğlenmesi ne hoştu. Aynı ibadethane içinde farklı dinlerden insanlar dua ediyor, zengin fakir aynı parkta piknik yapıyordu.

Uçaktan indiğinde herkes ona ters ters bakıyor, birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldıyorlardı. Kuzey insanların neden böyle davrandığını bir türlü anlam veremiyordu. Yine de üstünü başını kontrol etmeden duramadı. Eliyle üzerini şöyle bir taradı ve boynunda Alina’nın verdiği bir şalın durduğunu fark etti. Aceleci bir tavırla şalı çıkarmaya çalıştığı sırada, havalimanında çalışan bir güvenlik görevlisi Kuzey’in yanına geldi ve kulağına ‘’Hayır, çıkarma. Kalsın. Ben senin geldiğin yerde doğdum ve buraya çalışmak için geldim. Mecburen buradakiler gibi giyinmem gerekiyor, yoksa benle dalga geçiyorlar. Şalı çıkarma ve bir fark yarat. Böyle giyinmekten çok sıkıldım, lütfen’’ diye fısıldadı. Kuzey’in içi o an cesaretle doldu ve boynundaki şalıyla dimdik yürümeye devam etti. Çoğu insan bunu hiç hoşgörüyle karşılamadı ama birkaç gün sonra Kuzey yan komşusunun boynunda kırmızı, ipek bir şal ile gördü, gülümsedi.

Hayatın her alanından insanın hoşgörü içinde bu kadar iç içe olması Kuzey’in alışkın olduğu bir durum değildi. Korktuğu da başına gelmemişti. Kimse onu dışlamıyor, dedikodusunu yapmıyor, yan gözle bile bakmıyorlardı. Bu çok hoşuna gitmişti. Alina ile şirin bir kafede kahve içtiler ve minik, çiçeklerle donatılmış sokakları gezdikten sonra eve döndüler. Akşama kadar sohbet ettiler, üniversiteden sonra neler yapıp yapmadıklarını birbirlerine anlattılar. İki arkadaş uzun uzun sohbet ettikten sonra günün yorgunluğunu atmak için yataklarına gittiler. Ertesi sabah havada bir bulut bile yoktu. Çok güzel ve iç açıcı bir gün, dedi Kuzey içinden. Hep beraber sokağın karşısındaki yemyeşil ağaçlarla donatılmış parka bakan balkonda kahvaltı ettiler. Alina Kuzey’i alışveriş yapması için parkın yanındaki pazara götürdü. Orayı gezerken Kuzey birçok kıyafet almak istedi ama hiçbirini kullanmayacağını fark edince hep vazgeçti. Arkadaşının bu durumunu gören Alisa çok üzüldü ama elinden bir şey gelmiyordu. Orada zamanın nasıl geçtiğini almamıştı. Kuzey’in

19


Hiç kimsenin kafesine Koyamayacağı bir kuş Kaçmasını öylesine Uçmasını böylesine Unutmuş Bir insan sesine Gelip konmuş Özdemir Asaf Merhaba Değerli Kara-T Fanzin Okurları, Fanzinimizin ilk sayısı çıktıktan sonra olaylar nasıl gelişti, değil mi? Heyecan, endişe, korku, merak, kaygı kısacası pek çok olumsuz duygunun “tavan yaptığı”, sevdiklerimizi her an göremediğimiz, onlara sarılamadığımız, #evdekal’dığımız şu günlerde sizleri çok özledik. Sizleri özleyince de sizlerle farklı alanlarda buluşmanın peşine düştük. 2.sayımız biraz da bu özlemin sonucu olarak ortaya çıktı. Bizi bir araya getiren bu özlemde neler var neler: Kiminiz bir yazara soru sordu, kiminiz bir yazarın sorusuna cevap verdi, kiminiz son zamanlarda okuduğu bir kitabı tanıttı, kiminiz deneme türüne el attı, kiminiz bir öyküye yelken açtı, kiminiz müzik notalarıyla dans etti. Bir yandan Türkçe öğretmenlerimiz de durmadı: Tunç Kurt, “Sihirli Kalemler” kulübünün eseri “Kara-T” fanzinin çıkmasında önayak oldu, Sezer Demir felsefi sorularla “aklımızı karıştırdı”. Tüm bu çalışmaların sonucunu şimdi karşısında gören sizler de umarım fanzinimizi beğendiniz. Belki de “Benim de bir fikrim var!”, “Ben de bir şeyler yazmak istiyorum!” diyorsunuz içinizden. Fanzinimizin kapıları sadece “Sihirli Kalemler” kulübümüzün öğrencilerine değil herkese açık. Her konuyla ilgili duygu ve düşüncelerinizi bizlerle paylaşabilirsiniz. Bir bilgisayar oyunu tanıtımı, arkadaşınızla yaptığınız neşeli bir röportaj, antrenmanlardaki bir anı vb. her tür yazıya kapısı açık olan Kara-T fanzin özellikle şu günlerde çarpan kalbinizin sesi, fırtına gibi esen düşüncelerinizin yelkeni olmaya hazır. 19 Haziran’dan sonra “Uzaktan Eğitim” süreci bitip tatile girsek dahi yazılarınızı aşağıdaki e-posta adreslerine göndermeye devam edebilirsiniz. Unutmayın ki bu fanzin sizin fanzininiz! Özdemir Asaf’ın da şiirinde geçen “bir insan sesine gelip konan kuş” olup kanatlanalım hep birlikte! Görüşmek, buluşmak dileğiyle… İyi tatiller hepinize!

Yazılarınızı gönderebileceğiniz e-posta adreslerimiz: tunckurt@terakki.org.tr basakpacaci@terakki.org.tr

20


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.