YAZARKAFA ÖZEL SAYI: 4

Page 1



Kültür, Sanat, Mütemadiyen Edebiyat...

YAZARKAFA Edebiyat-Sanat Dergisi ISSN: 2149-4967 ÖZEL SAYI

Yayın Yönetmeni: Samet Balta Editör: Armağan Altay Grafik Tasarım: Grotesk İletişim: dergi.yazarkafa@gmail.com


Jack Kerouac (Yazar)


“Bir şeyler yiter, başka şeyler bulunur.”


JACK KEROUAC Grotesk

Beat Kuşağı edebiyat hareketine öncülük etmiş, Yolda romanı ile bu kuşağı ve tüm Amerika’yı keşfedişini anlatan, hep kendini arayan ve kayboluşunu kabul eden yazar, Jack Kerouac’ın hayat hikâyesidir.

Jack, 12 Mart 1922’de, Lowell, Massachusetts’te, Quebec’in yerlilerinden Fransız kökenli Kanadalı olan Gabrielle-Ange Levesque ve Leo-Alcide Kerouac çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Jack Jean Louis Kerouac” adını verdi. Anadili, evlerinde konuşulan Quebec Fransızcasıydı ve ileride yazarlığında kullanacağı İngilizceyi öğrenmek için daha zamanı vardı. Öncesinde küçücük bedenine büyük gelecek yaralardan geçmeliydi… Abisi Gerard, henüz 9 yaşındayken romatizmal bir hastalık sebebiyle öldüğünde, Jack de 4 yaşındaydı. Belki çok küçüktü; ama pek çok şeyin ayırdındaydı. Ölümün soğuk yüzüyle çok erken tanışmanın olgunluğu binmişti omuzlarına. Henüz bu kadarını anlayamıyordu belki; ama bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Diğerlerinin eskisi Jack için ziyadesiyle yeniydi aslında. O sadece ailesinin değişiminden nasibini alacaktı. Annesi Gabrielle, bir Katolik idi ve oldukça da dindardı. Kocasının içki, tütün ve kumara olan düşkünlüğünün üzerine eklenen acı kaybıyla Gabrielle giderek daha da inancına yöneldi. Jack de annesine… Ona öylesine düşkündü ki! Hatta ileride bir gün annesinden bahsederken şunu gururla söyleyecekti: Aşık olduğum ilk kadın… Abisinin acısı ise, ona çok sonra “Visions of Gerard”ı yazdıracaktı…

Kerouac ailesi, Lowell’e sonradan yerleşmişti. Her ne kadar onlar evde Quebec Fransızcası konuşsa da, Jack, 6 yaşında okula başladığında artık İngilizceyi öğreniyordu. Okul hayatının en büyük kazanımlarından biri ikinci bir dil öğrenmek olmuştu kuşkusuz. Zira Jack, bir gün dünyaca tanınan bir yazar olduğunda iki dilli ve kültürlü biri olarak anılacaktı… İlkokul yıllarında oldukça bocalamış, kimlik arayışı için erkenden yola düşmüş bir çocuktu Jack. Babasının at yarışı, futbol, alkol vs olan düşkünlüğü ve bunun yanında annesinden aldığı Katolik eğitim arasında bir yerlerdeydi. Ya bu karmaşaya adapte olacak ya da kökenlerinden kurtulmanın bir yolunu bulacaktı. Tüm bu yaşadıkları onu ikinci seçenek üzerinde yoğunlaştırmıştı ve ilk adımı üniversite ile attı. 6

YAZARKAFA


Jack, Amerikan futbolunda pek yetenekliydi. Bu yeteneği ona New York Columbia Üniversitesi’nin kapılarını açtı. Bu sayede ciddi bir burs kazanmıştı. Ancak oldukça renkli başlayan bu yolculuk, aynı renkte ilerleyemedi. Jack, ağır bir sakatlık geçirmişti. Üzerine antrenörü ile arasında baş gösteren sürtüşmeler yerini renksizliğe bıraktı ve spor kariyeri bitti. Bunun üzerine bursu da yenilenmedi. Üniversiteyi bırakmak zorunda kalmıştı. lk adım üniversiteye başlamak gibi görünse de belki de değildi. Çünkü her şey aslında okulu bıraktıktan sonra başladı. 20 Eylül 1939’da New York’a attığı adımdan sonra o utangaç halleri ile silik bir tip olan Jack’in hayatında pek çok şey değişecekti. Okulu bıraktıktan sonra, önce bir süre New York’ta Upper West Side’de yaşayan kız arkadaşı Edie Parker’in yanında kaldı. Caz ezgileri kulaklarına çalınıyordu. Avrupa’dan savaş haberleri de gelir olmuştu. Daha sonra roman yazmaya başladığında bahsedeceği Beat kuşağı, işte tam da bu dönemde başlıyordu. Bu kuşağın çekirdek kadrosunu oluşturan Allen Ginsberg, William S. Burroughs ve Neal Cassady ile bu bölgede tanıştı. Sadece ruhunda değil, kasaba ile şehir yaşamı arasındaki farktan doğan gerginliği bedeninde dahi hissedebiliyordu. 1942’de, Deniz Ticaret Filosu’na, bir yıl sonra da Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. Bu serüven aslında bulaşıkçılıkla başlamıştı. Ancak burada uzun kalmadı. Şizoid bir kişiliğe sahip olduğu gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılmıştı. Çünkü Jack, eğitim, emir gibi durumların baskısını kaldıramıyordu. Kalabalık bir grupta bu kamp işi ve dahası pek ona göre değildi. Savaş nasıl dünyanın dengesini sarsıyorsa, aslında Jack’in de ruh hali dağılmıştı işte… İşte bu dağılmış ruh haliydi aslında onu Beat Kuşağı’nı oluşturacak dostlarıyla bir araya getiren. Savaşla birlikte ara vermek zorunda kaldıkları, yaşayamadıkları gençliklerini yaşıyorlardı. Her şeyden bahsediyorlardı; özgürlükten, savaştan ve 1940’ların sonuna doğru da “Amerikan Rüyası”nın şiddetle eleştirilesi her yönünden… Köklerinden kopuşu oldukça hareketli olmuştu doğrusu. 1944’te ise, başını belaya soktu. Arkadaşı Lucien Carr bir cinayet işlemişti ve William S. Burroughs ile birlikte Jack’in de adı karışmıştı. Tutuklandılar ve serbest kalmaları için kefalet ödemeleri gerekiyordu. Elbette paraları yoktu. Bu noktada da Edie yardımına yetişti. Edie’nin büyükbabasından kalan mirası alabilmesi için cezaevindeyken onunla evlendi. Böylece hapisten de kurtulmuştu… YAZARKAFA

7


Beat Kuşağı edebiyat hareketi Beat Kuşağı’nın temelleri atılmıştı böylece. Jack, melankolik ruhunun getirisiyle sürekli hem içinde hem de yolda bir şeylerin peşindeydi. Beat Kuşağı’nın oluşumu, dahil olan herkesin otostopla ülkeyi gezmesi, sürekli caz müzik dinlemesi ve en önemlisi bir başkasının hayatına karışmaması ile başlamıştı. Kendi içlerinde özgürlüğü savunan bir düşünce sistemini geliştirme gayretine girmişlerdi. Her türlü baskıya karşı duruyorlardı. Tabii hiçbirinin devam ettiği bir işi yoktu. Onlar da zen aracılığıyla ruhsal aydınlanmanın peşine düştüler. En çok hayatın anlamı üzerine düşünüyor ve konuşuyorlardı. Haliyle felsefeyle de ilgilendiler. Şiirler, romanlar yazdılar. Jack, özellikle kalemi konusunda da kendi kurallarını belirliyordu. Her zaman sıkı dostluklar kurmanın peşindeydi, yolda olmayı seviyordu. Jack ve Beat Kuşağı, varoluşun kabalığını anlatmanın gayretindeydi ve gelenekleri, değerleri reddederek kültürel ve cinsel devrimin Amerika’daki öncüleri olmuşlardı. Jack, hayat çizgisinde hep bu eksendeydi. Onunla 1957’de tanışan ve hayatına tanıklık eden Joyce Johnson, Jack Kerouac’ı anlattığı “Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı” adını verdiği biyografisinde, onun en karakteristik özelliği olarak gün yüzüne çıkan gezginliğini birkaç bölümde anlatıyordu. İlki elbette Jack’in geçmişinden kaçma girişimleriydi. İkincisi yazarlıktaki arayışları, üçüncüsü de Amerika’daki bitmeyen seyahatleriydi. Neredeyse romanlarının tamamında karşımıza çıkan Jack Kerouac da böyle bir adam değil miydi zaten? Belki bu gezginlik kısmı onu çok yıpratmazdı da, o yalnızlığının yanına bir de uykusuzluğu, alkolü ve uyuşturucuyu ekledi. Bu da haliyle onun karşısına bir yerde çıkacaktı… Ebedi kayboluşunu kabulleniyordu Yine de o, aslında bunca yapay zevkin içinde gerçek bir şeylerin peşindeydi. Bunu da – Johnson bu bilgiye de yer vermişti – Elbert Lenrow’a yazdığı bir mektupta şöyle ifade ediyordu: “Bir adam, kendisini ikinci el sentetik bir aileyle çevrelemek yerine, kendi ailesini kurmalı…” O, dilini, yönünü bulamamış bir adamdı. En azından her zaman biyografik anlatımdan kaçınmayarak yazdığı romanlarında kendisini böyle tanımlıyor, hissettiriyordu. Jack, ebedi kaybolmuşluğunu kabul ediyor ve bunun üstesinden geliyordu. Jack Kerouac hakkında bilinen en sağlıklı kaynak, Johnson’un kitabı da bunu söylüyordu. Jack, aslında belki de doğumundan ölümüne kadar samimi bir şekilde kendini arayışını aktarırken “Beatlerin Kralı” ilan edilmişti. Çocukluğunda aldığı katı eğitimden, kaybettiklerinden, kendini ait hissettiği bir yaşam alanı bulamayışından, tüm sıkıntılı hallerinden öylece bahsediyordu. Bir uçtan diğer uca otostopla gezdiği, her karışını gördüğü; ama yine de ait olamadığı Amerika, Jack’in hayatının özetiydi belki… Yolda Jack Kerouac, “The Town and the City” adını verdiği ilk kitabını 1950’de, “John Kerouac” imzasıyla yayımladı. Aslında eleştirileri oldukça olumluydu, ancak yine de fazla satmamıştı. Ancak 1951’de yazdığı “Yolda” öyle ses getirdi ki, onu ünlü etmeye yetti. 1951’de yazmıştı, evet; ama Viking Press tarafından 1957’de basıldı. Öylesine olağan ve doğal bir anlatımı vardı ki… Jack’in redaksiyondan geçmemiş yazım tarzı ve ona yansıyan enerjisi tanınmış yazarların çok ilgisini çekmişti. İlk tepkileri şaşkınlıktı. Jack, çok doğal bir şekilde Amerika’yı baştan sona gezerken başına gelenleri ve arkadaş çevresini anlatıyordu. Yani evet, bu roman büyük ölçüde otobiyografikti. Kaynaklarda yer alan bir bilgiye göre, Jack, bu romanı sadece 3 haftada yazmıştı. Üstelik günlerce daktilosunun başından hiç kalkmadığı, hatta kağıt değiştirme faslı hızını kesmesin diye daktiloya rulo kağıt taktığı da söyleniyordu…

8

YAZARKAFA


Zen Kaçıkları Bir diğer romanı Zen Kaçıkları (Dharma Burns) da yine Beat Kuşağını anlatıyordu. Hatta bu romandaki kişilerin gerçek hayattaki kişileri de kaynaklarda yerini buldu. Jack, romanda kendisine Ray Smith demişti. Japhy Ryder, “Gary Snyder”i, Alvah Goldbook da, “Allen Gingsberg”i karşılıyordu… Jack Kerouac’ın ölümü ve sonrası Elbette bu hızlı yaşamı onu hayattan erken aldı. Öyle çok alkol kullanıyordu ki, siroza bağlı bir iç kanama geçirdiğinde 47 yaşındaydı. 21 Ekim 1969’da, St. Anthony’s Hastanesi’nd, Florida’da, hayata veda etti… Jack, bu sırada üçüncü karısı Stella ve annesi Gabrielle ile birlikte yaşıyordu. Mirasının büyük bir kısmı da annesine kaldı. Gabrielle 1973’te öldüğünde ise, vasiyeti gereği eserlerinin hakları Stella’ya geçti. Uzun yıllar da bu durum böyle devam etti. Ancak diğer aile üyeleri 2009’da Florida Mahkemesi’nde dava açtıklarında bu vasiyetin sahte olduğunu anladılar… Ama doğru, ama yanlış Jack hayatı kendi kurallarıyla yaşamayı tercih eden başıbozuklardan biriydi. Kendini aramak için çıktığı yolda belli ki pek çok Jack ile tanıştı. Kuşkusuz kendisini de en iyi yazarak ifade etti. Ömrünü ait olabildiği, hissedebildiği bir tek kara parçası arayarak geçiren, pek çok yanlışla birlikte doğru yolu arayan bir Jack Kerouac geçti bu dünyadan…

YAZARKAFA

9


Armağan Altay

Pürüz Güneye inen bir yoldayız Can dostum Cemil Bir beyaz Volvo’nun şoför koltuğunda Yanında kadını Bir sigara yakıp konduruyor dudaklarına Pusetteki oğlanı Besleme provasında Uzun bir temmuzun henüz başında Güneye inen bir yoldayız nihayet Akşam rüzgarı Babasının yüzüyle oynayan Bir yumurcak sanki Sızıp aralık camlardan Dokunuyor yüzümüze Ve zamanları tartan bir şarkı Duyuyoruz geriden Yıllarca hayal ettiğimiz gibi tıpkı

10

YAZARKAFA


Sağ yanımız günebakan tarlası Kucağımdaki saçlar gibi Ufka değin sapsarı serilmiş Derken Birine takılıyor gözüm Boynu bükük Gün görmemiş O an sanki bir kıymık Batıyor aklıma, bir kramp Giriyor, girince Okşayışım duruyor, durunca Bir dalgınlıktan diğerine geçer gibi Sevgilim uyanıyor Gece Otelde Birçok sigaradan sonra Odalara çekilince O boynu bükük sarı çingene Çıkmadıkça aklımdan Daha derine iniyor sırtımdaki tırnaklar Zevki uzadıkça uzuyor Sevgilimin

YAZARKAFA

11


Erdal Erdem

Uçurum Kitabı annem öyle seviyordu ki – babamın plasentası hala çeyizinde. sen bana bez bir bebek doğur çünkü soyunduğunda yırtık bir fotoğrafsın artık. annem babamı her ihbar ettiğinde polise ölü kuşlar giriyormuş rüyasına tay mı polis mi kuş mu erkekler dünyaya kadınlar aracılığıyla yayılan bir kanserken hala kusursuz bir kuşku. beyaz sayfalara hatasızca boşaltılan mayınlar gibi havaya uçuruyor her okunduğunda mektuplar gövdeden kalbi ayıran talan. sen bana bez bir bebek doğur bembeyaz, çünkü soyunduğumda yalnızca dışı boşaltılmış bir okyanusumdur gölgesi dibe çekilecek bıraksa kendini zaman öyle sıkıldı ki bu tenha duvardan uzaya bir pencere göçtü şimdi ansızın yasal uyuşturucu olarak literatüre geçti durup dururken radyoda çalan şarkı . tuhaf kir mi pas mı yoksa yaşlanmış ten mi ayna da duran akademik olmasa da tartışmalar sürüyor hala aşk mı yoksa libidomu yaşayacak sonsuza kadar cevabı hiç bilinmiyorsa belli ki ölüler hala bir şeyler saklıyordur yaşayanlardan sen iyisi mi bana bez bir bebek doğur bile bile babam öyle çok seviyordu ki –az değildi belli annemin kalbi artık atmıyor gövdesinde

12

YAZARKAFA


Güray Özçelik

Afak yalnızlığından iki kere utanır bulutlar yüzünün şavkıdığı avluda elmanın çöpünden anlarsın sonra yaşadığını ellerinin tığ renginden çiftimiz yorgun çiftimiz bir yangından kaçar ve kördüğümünü çözeriz uyandığımızda gökyüzü kazasının hem bir babanın yetim ellerine kaçmışlardır onlar biz yine yüzümüzden kaçarız ışıklı sokaklarda kaç yerde üşüdüm de bir taşın sırtına oturdum en azından şimdi ürkelim birbirimizden gözlerim hep afak sessizlikten gelmeden kış içre

YAZARKAFA

13


BECKENBAUER AHMET Arzu Erdinç

Gayri ihtiyari babama döndüm. “Kalk oğlum arkadaşlarını bekletme!” dedi gülümseyerek. Minibüse bindiğimde Erkin Koray’dan Aşk Oyunu çalıyordu. Kramponlarımı elime aldım. Kapı kolunu yavaşça indirdim. O an orda olmadığıma kendim bile inanarak salondan bir gölge gibi geçtim. Beni duyan olmadı, diye düşünüyordum. Ayakkabılarımı yatağın altına koydum. Karşı odadan gelen sesleri duyunca elbiselerimle yatağa girdim, gözlerimi sıkıca yumdum. -Ulan saat kaç? Hani erken gelip yağ kuyruğuna girecektin? Ortalıktan hiç mi haberin yok? Geberdim meraktan! Babam uyuduğuma inanmamıştı fakat bu saatte benimle uğraşmak da istemiyordu belli ki. Ayağımı yorgandan dışarı çıkardım, yatağın diğer ucuna çaprazlamasına uzattım. Homurdanmaya benzer bir iki ses çıkardım. Bu defa onu uyuduğuma ikna etmiş olmalıyım ki ayaklarının ucunda odadan çıktı. Şu babalar tuhaf oluyor biraz, uyanık olsam bir araba dayak yeme ihtimalim varken şimdi bana kıyamıyor. Odamın camından gelen ışığın şiddeti azalınca ayağa kalktım. Önce boy aynasının sağındaki Beckenbauer posterine sonra kendime baktım. Var ya biraz yaşlansam yemin ederim benziyorum he, diye geçirdim içimden. Bana da Tuzla’da kayser diyecekler. Hem hiç kırmızı kart yemişliğim de yok. Sol taraftaki takvimin yaprağını kopardım:26 Ekim 1978 Perşembe. Demek büyük güne sadece bir gün kalmış. Saate baktım, vakit epey geç. Üstümü çıkardığım gibi bir gün sonra çıkacağım maçın hayaliyle uyudum. Rüyamda gelen hiçbir topu durduramıyordum, verdiğim her pası ise sahada açılan küçük delikler yutuyordu. Panikle uyandım. Başım zonkluyordu. Kahvaltıda babam sakin gibi görünüyordu. -Oğlum futbol karnını mı doyuracak Okumadın, bari düzgün işine git gel. Askerliğini yap, başını bağlayalım biran önce. -Tamam baba. -He, tamam tamam! -Baba! -Ne var yine? -Yarın maça gelcen di mi? -Fesupanallah! Oğlum sen sağır mısın yoksa saf mısın? Hala ne diyorsun! -Baba gelsen. -Oğlum top mu yicez oturup? Kalk git gözüm görmesin seni! 14

YAZARKAFA


Ekmeğimin üstüne Sana yağ sürüp üzerine biraz şeker döktüğüm gibi evden çıktım. Sinirlenmiştim. Erken çıktığım için bir sonraki durağa kadar yürüdüm.7.25 Otobüsüne bindim. O gün akşam olmak bilmedi. Tüm gün kendimi sahada hayal ettim. Kulaklarımda kendi adım yankılanıyordu: Ahmet, Kayser Ahmet, Tuzla’da bir libero…Nihayet akşam olup çıkış vakti gelince iş yerindeki arkadaşlara yarınki maçı hatırlatıp antrenmana koştum. Hoca o gün erken bıraktı bizi. Yolda hocanın söylediklerini kendi kendime tekrar ettim: “Sen süpürücü gücümüzsün aslanım! En hızlı sen olmalısın! Bu maçta sana çok ihtiyacım var. Hem duvar gibi sağlam olacaksın hem atak!” Kendi kendime tekrar ettim durdum: “ Hem duvar gibi sağlam olacaksın hem atak!” Mahalleye girdiğimde çocuklar bağıra çağıra çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Yolun başında sekiz on kadar çocuk üçgen misket oynarken yandaki boş arazide kalabalık bir grup dokuz taş oynuyor, biraz ileride de kızlar ip atlıyordu. Tüm bu kalabalıktan ayrı, ilerideki ağacın altında bir çocuk lastik ayakkabılarını çıkarmış sırtını ağaca dayamış elindeki lak lakla oynuyordu. Aklıma bakkala uğrayıp kardeşimi sevindirmek için bir şeyler almak geldi. O sırada gözüm bakkalın hemen yanındaki kasap dükkanına takıldı. Kasap kapısındaki boncuklu perdeyi ayırıp içeri giren müşteri tüm sineklerin içeri dolmasına sebep oldu bir anda. Oraya da uğrasam mı, diye düşündüm. Yanımda yeterli para olmadığını hatırlayınca vazgeçtim. Bakkaldan beş tane Tipi Tip sakız ,şekerli leblebi tozu, beş çay bardağı çekirdek alıp çıktım. Eve geldiğimde bizimkiler yemeklerini yemiş, televizyon izliyorlardı. İzledikleri, telefonla konuşma kurallarını anlatan bir programdı. Telefonu elinde tutan bıyıklı adam aradığı kişiye önce kendini tanıtmadığı için karşı taraftan azar işitiyordu. Arada bir, bir kadın sesi “Telefonda aradığınız numarayı dikkatli çevirin!” diyordu. Sessizce bir köşeye oturdum. Babam iki bisküvi arasına koyduğu lokumdan bir ısırık aldığı sırada beni gördü. Sonra çayından bir yudum aldı. -Hele şükür evin yolunu buldun! -Bakkala kasaba filan uğradım da baba! Aldıklarımı kardeşime uzattım. Sevinçle leblebi tozunu açtı, avucuna doldurup ağzına götürmesiyle öksürmesi bir oldu. -Baba yarınki maça gelcen mi? YAZARKAFA

15


-Oğlum senden vallahi bıktım! Yok, adam olduğunu göremeyeceğim ben senin! O sırada kapı çaldı. Gelen komşu çocuklarından biriydi. Anneme misafirlik için müsait olup olmadığımızı sordu. Televizyon izlemeye geleceklerdi belli ki. Annem, müsait olduğumuzu söyleyip odaya döndüğünde televizyon yayını kesildi. Ekranda necefli maşrapa fotoğrafının yanında “Lütfen bekleyiniz.” yazıyordu. Babamın öfkesi benden televizyona kaydı. -Hay Allah! Kesilecek zamanı buldu. Bir daha aynı soruyu sormaya cesaret edemedim. Sessizce odama geçtim. İçimde geçen sene Bayrampaşaspor’a 4-2 yenildiğimizde hissettiğim duyguların benzeri vardı. Yenildik ama ezilmedik! O akşam yemek yemedim. Ertesi gün de akşama kadar hiçbir şey yemedim ve kimseyle tek kelime konuşmadım. Tekrar normal dünya boyutuna döndüğümde Hasan abinin kahvesinde kutlama yapıyorduk. Maçı hatırlamak için beynimi zorladığımda aklıma sadece babamın adımın yankılandığı tribünde bana gururla bakışı geldi. Maçı almıştık, hem de 6-2 ile. O sırada Hüseyin dayım belindeki kuşağa her zamanki alışkanlığıyla baş parmağını soktu. -Hasan,çayları,kolaları tazele oğlum ! -Hemen abi! Dayım babama dönüp küçük bir kahkaha patlattı ve ekledi: -Bir de dükkanı kime bırakacam, diyordun Osman. Seni zorla getirmesem, kaçıracaktın bu aslan parçasının ortalığı nasıl darmaduman ettiğini. Hem babam hem ben dayıma minnetle baktık .Babam sandalyesinden kalktı .Maça gelme konusunu geçiştirip, neşeli kalabalığa döndü. -Valla elimizden geleni yaptık Hüseyinciğim. Bir futbolcu kolay yetişmiyor. Hele bizim oğlan gibisi…Benim oğlum Cemil gibi milyon liraya Fenerbahçe’ye transfer olacak. Aha buraya yazıyorum! Osman dediydi, dersiniz. Babamla göz göze geldik ve hemen gözlerimizi birbirimizden kaçırdık. Babam mutluydu, ben de öyle .Eşref abi krem rengi pahalı paltosunun yakalarını düzeltip elini omzuma koydu, babama döndü. -Tabi abi ,ne diyosun sen! Bizim koç o atakları kesip zamanında kontratağa geçmeseydi ,bitmiştik. Bu sefer, mahallenin en fanatik taraftarı Murat abi yanıma geldi. Ensemden tutup beni salladı. -O ne top çalmalar, ne paslar…6-2 be 6-2 hepsi bu cinin sayesinde! Babam da Murat abiyi onayladı: ”Uyanıktır benim oğlum!” İyice utanmıştım. Hepimiz birden kahvenin önüne gelen çiçekli vosvos minibüsün kornasıyla irkildik. İçinde bizim takım vardı. Kaptan seslendi: -Ahmet, hadi oğlum ıslatıcaz! Gayri ihtiyari babama döndüm. “Kalk oğlum arkadaşlarını bekletme!” dedi gülümseyerek. Minibüse bindiğimde Erkin Koray’dan Aşk Oyunu çalıyordu. Pencereden kafamı çıkarıp baktığımda hissettiklerimi ömrüm boyunca unutamayacağımı biliyordum. Hasan abinin beyaz kısımları iyice kirlendiğinden açık maviye dönmüş Tuzlaspor bayrağı, bayrağın altında tüm kahvenin bize neşeyle el sallayışı, sağda beyaz bereli kahveci çırağının beni gözden kaçırmamak için gösterdiği çaba, kalabalığın tam ortasında beni Tuzlaspor’a yazdıran Murat abimin zıplayışı, masada her günden başka bir sebeple içilmiş çay ve kola bardakları, solda dayımın her zamanki kendinden emin duruşu ve en sağda mahallelinin coşkusunu gururla izleyen babam. Minibüsümüz korna sesleri ve tezahüratlarla sahile doğru hareket etti. Bugün 28 Ekim 1978 Cumartesi. Arkadaşlarım sağa sola sallanarak ve seslerini kalınlaştırarak çalan şarkıya eşlik ederken ben gözlerimi kapadım. Bir taraftan içimden bu tarihi tekrarlarken bir taraftan da az önceki görüntünün hafızamdaki yerini sağlamlaştırmasını bekledim. 16

YAZARKAFA


Tutku Meriç

Sen Ve Onlar Vücutların içine sıkıştırılmış ruhlar, Stabil hayatın kuralları içinde yok olurken, Üstüne sadece tebessümden bir maske geçirirler. Sen mutlu! olursun, onlar adaletli. Hevesle kurduğun hayaller, Sen gerçekleştirebileceğine inanırken, Yargıların içinde savrulup, yok olurlar Sen sağır olursun, onlar sahici. Sesini duyurabilmek için bağıra çağıra söylediğin şarkılar, Sen kendini anlatmaya çalışırken, Gürültülerin içinde duyulmazlar. Sen yeteneksiz olursun, onlar orkestra.

YAZARKAFA

17


18

YAZARKAFA


“BEAT” AŞKI Ömer Türkeş

San Fransico gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk...

Jack Kerouac, “Yolda” romanı ile Beat Kuşağı’nın hayat felsefesini dünyanın pek çok yerinde bir “kült” haline getirmişti. Hatta “Beat Kuşağı”terimini ilk kez kullanan da Kerouac’tır. “Beat” sözcüğü meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebiliyor. Ancak Jack Kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “Beatific” yani kutsal veya kutsanmış. Kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenir. Aslında hiç de mistik göndermesi olmayan söz konusu kutsanmışlık vurgusu Kerouac’ın Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen “Yeraltı Sakinleri”nde de farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor; “Julien Alexander yeraltında yaşayanların meleği; yer altı sakinleri ise şair dostum Adam Moorad’ın icat ettiği bir ad. Bir keresinde şöyle demişti Adam: “Janti değil afililer, klişeye kaçmaksızın kafalı ve zehir gibi entelektüeller; üstelik Pound hakkında her şeyi biliyor ama ne özentiye kaçıyor ne de bu konuda kafa ütülüyorlar; çok sessizler, İsavariler.” “Yeraltı Sakinleri”, Beatlere, bu afilli İsavarilere dair bir roman. Kimler yok ki aralarında: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch, Diane Di Prima... Kısacası 1940’lı, 50’li yılların önemli yazar ve sanatçıları. Jack Kerouac’ın romanında bu topluluktan pek çok kişi -elbette farklı kimliklere- zaman zaman sahne alıyorlar. Ama oyunun kahramanı Jack Kerouac’ın kendisi. 1953 yılının sonbaharında üç günde yazdığı “Yeraltı Sakinleri” romanında yaşadığı gerçek bir aşkı anlatmış. Kerouac’ı Leo Percepied, sevgilisi Alene Lee’yi Mardou Fox adı altında izleyeceğiniz bu hüzünlü aşk hikayesini, terk edildikten sonra üç günde yazdığı söylenir. Ama hem Kerouac ve romanları hakkında rivayet bolluğu olduğunu bildiğimiz hem de yazım süresini bir edebi kriter olarak görmediğimiz için üzerinde durmak gereksiz. Sadece şunu söylemek gerekir, “Yeraltı Sakinleri” Kerouac’ın bir solukta yazılmış duygusu veren spontan yazı tekniğini çok iyi yansıtıyor. YAZARKAFA

19


Daralan Ruhlar Kendisini özgüvensiz, patavatsız bir egomanyak olarak tanımladığı bir dönemde, uyuşturucu ve alkolden dibe vurmuş bir haldedir Leo Percepied. Ansızın karşısına çıkan Mardou adında siyahi bir kadına tutuluverir. Aslında kadının üzüm karası küçücük bedeninden yayılan şehvettir Leo’yu tutuşturan; “Böylece ben de eve gittim ve birkaç gün boyunca cinsel fantezilerimde o vardı; onun koyu renkli ayakları, tokyoları, koyu renk gözleri, küçük yumuşak kahverengi yüzü, Rita Savagevari yanaklarıyla dudakları, gizemli az buçuk yakınlığı ve her nasılsa şimdi o yumuşacık yılanımsı çekiciliği... Hepsi de ne kadar yakışıyor koyu renk giysiler giyen küçük, kahverengi bir kadına... yoksul beat yeraltı sakini giysileri giyen kadına...” Ve aşk başlar, tam da beatlere özgü bir aşk. İkisi de çok hızlı ve coşkuludur. Sanki ellerinden kaçıp gidecekmiş gibi yaşam, her anı ayrı bir hazla doldurmak isterler. Hele kırılgan ve travmaların bıraktığı ruhsal yaralarla dolu hiçbir inancı kalmamış Mardou, Leo’nun aşkına bırakıvermiştir kendisini. San Fransico gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk... “Güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan ÖZGÜR insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvetten başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş şımarık tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü... istedikleri... bütün... şekerleri... alamamışlardır.” Ancak içindeki yazarlık ruhunu da yeni yeni keşfetmeye başlayan Leo, kısa zamanda eski alışkanlıklarına -partilere, alkole, uyuşturucuya, farklı bedenlere- geri dönecek ve Mardou’yu tamiri mümkünsüz biçimde kıracaktır... Tutkunun, cinseliğin, tensel hazların, kıskançlıkların ve aşkın bir daha geri gelmemek üzere elden kaçırılışının, 1950’lerden kalma bu aşk hikayesinin belki de tek sıradışı yanı kadın ve erkek arasındaki ırksal farklılık. Ama Kerouac, bu aşkı, aşkı yaşarken düşündüğü ve hisset-


tiklerini öylesine didikliyor ve öylesine aktarıyor ki, ortaya hem bir kuşağın hem de erkek zihniyetinin karakteristiğini, özel hayat sınırlarına sıkıştırılmış pek çok şeyi olanca çıplaklığıyla sergiliyor. Tam bu noktada, Kerouac’ın “spontan düzyazı” tekniğine yeniden döneceğiz. Bu tekniği ilk kez “Yeraltı Sakinleri”nde kullanmış, “Yolda”nın -özellikle çok sonra yayımlanacak kesintisiz versiyonunda- mükemmelleştirmişti. “Bellekten, bilgelikten, düş gücünden, zihinden, felsefeden değil, yaşamın içinden doğan” spontan düzyazı tekniğiyle Kerouac, karakterlerin düşüncelerini, heyecanlarını, kafa karışıklıklarını, bitkinliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını olduğu gibi yansıtmak istiyordu. Bu arayışın usluptaki karşılığı; metnin kesintisizliği, noktalama işaretlerinin tercihli biçimde ihmali, çağrışımlara dayalı zamansal sıçramalar, iç monologlar; kısacası dilin düşünceyi dolaysızca yansıtabilmesi için dilbilgisi kurallarının ihlali olacaktı. Kuşağın önde gelen isimlerinden Allen Ginsberg’e göre; “Kerouac’ın ve Beat Kuşağı’nın yapıtları ABD’de sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir.” Gerçekten de düş kırıklığına uğramış bir kuşak olarak doğan Beatler; savaş tehdidine, siyasetin çoraklığına ve toplumun geri kalanının düşmanca tavrına tepki gösterdiler. Maddi değerlerin dışında kalmaya çalıştılar. “Amerikan Rüyası”nın kendileri için de gerçekleşmesi, vaat edilmiş özgürlüklerin sunulmasını beklemek yerine bu kuru, sıkıcı, düşsellikten uzak yaşama tavır alan, eyleme geçen ve cenneti arayan genç insanlardı onlar. Kerouac’ın yapıtları işte bu insanların, artık çok gerilerde kalmış ama bugün daha güzel bir dünya için hala bir umudu barındıran hayatlarının -altını çizerek söylüyorum- edebi manifestosudur.

YAZARKAFA

21



SONSUZLUK VE BİR GÜN Emrah Demir

- “Yarın ne kadar sürer” diye sormuştum Anna, hatırladın mı? - Sonsuzluk ve bir gün kadar. İnsan yaşamı, insanlık var olduğundan beri anlaşılmaya çalışılmış, üzerine çizilmiş, yazılmış, düşünülmüş bir konu olmuştur hep ve her ölüm, her doğum başta olmak üzere, her olay bizleri konunun içine daha fazla çekmiştir. Yaşam boyunca hangi yolu tercih edersek edelim nasıl yaşarsak yaşayalım sürekli o yol ayrımındaki diğer yolu merak etmişiz, yahut keşkelerle doldurmuşuzdur yaşamımızı. Aile fertlerimiz, evcil hayvanlarımız öldüğünde, bir kaza geçirdiğimizde, sınavlardan geçemediğimizde hep o yapmadığımız küçük detaylar aklımızda kalır. Üzülürüz, pişmanlık duyarız ve bu, yaşamı sorgulamaya dek gider böyle. Theo Angelopoulos’un – Sonsuzluk Ve Bir Gün filminde de bu en hassas insancıl duygu anlatılmaya çalışılır izleyiciye. Film, kısaca ölümcül bir hastalığa yakalanan Yunan şairin son gününü anlatır. Konu, basit bir konudur; belki benzerlerine çokça rastladığımız bir konu ancak bu filmi bugün en yaratıcı, en dahi yönetmenlerin filmlerinden ayıracak çok önemli özelliği vardır. Konu, müzik ve sinema tekniklerinin bütünselliği ve bunu gerçek insana özgü bir teknikle anlatabilmesi. Son gününü yaşayan, yaşamla, geçmişle, gelecekle ilgili daima soruları olan bir adam: nasıl bir çekim tekniği (hareket,açı,kadraj) ve nasıl bir müzik ile izleyiciye aktarılabilir? Theo Angelopoulos’un buna cevabı, film içerisinde 4 dakikalık tek kamera çekimlerine kadar varabilen ve geçmiş-bugün-gelecek anlatımında sahne geçişlerinde bile zaman kaybetmeye tahammülü olmayan görseller ile olmuştur. Örneğin; Karakter kendi zamanında bir hikaye anlatarak nehir kenarında yürüyordur, kamera bizim de kaybedenler, keşke diyenler olmamamızı ister gibi nehre paralel çok yavaşilerler. -Bu film boyunca da izlenilen bir tutumdur. Her detay için uzun uzadıya düşünmek için vaktiniz vardır ekran karşısında.- Karakteri geçer. Nehri gösterir. Nehir bir, fondur. Ardından kamera bizi hikayede bahsettiği tarihi karaktere ulaştırır. Bu film, günümüz teknoloji dünyasında, aslında ne kadar hızlı yaşadığımızı, böyle yaşarken neleri kaçırdığımızı -özellikle kamera teknikleriyle olmak üzere- bizlere, daha doğrusu izlemeye tahammül edebilenlere çok iyi anlatan bir eserdir. Tahammül etmek diyorum çünkü birçoğumuza -bugün içinde bulunduğumuz koşullardan ötürü- aslında normal olan; gerek insani bakış açıları,gerek insani hızı olan bu film çok sıkıcı veya ağır gelebilir; çünkü bu film gerçek insanlara hitap etmektedir. İyi Seyirler… “Yaşamı tanımak için o kadar çok vakit harcadı ki, kendisi yaşayamadı.” Theo Angelopoulos YAZARKAFA

23



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.