YAZARKAFA ÖZEL SAYI: 2

Page 1



Kültür, Sanat, Mütemadiyen Edebiyat...

YAZARKAFA Edebiyat-Sanat Dergisi ISSN: 2149-4967 ÖZEL SAYI

Yayın Yönetmeni: Samet Balta Editör: Armağan Altay Grafik Tasarım: Grotesk İletişim: dergi.yazarkafa@gmail.com


“Rüyaları ya da kabusları asla resmetmedim. Resmettiklerim benim kendi gerçeklerimdi.”


Frida Kahlo (Ressam, Feminist, Komünist ve Aşık)


FRİDA KAHLO: BİR FAHİŞE OLARAK DOĞDUM Sultan Komut

Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla.

İnanılmaz bir yaşam hikayesi var Frida Kahlo’nun. Yaşam hikayesi yerine yaşam mücadelesi demeli belki. Hayatı mücadele ile geçen güçlü bir kadın çünkü Frida. “Bir fahişe olarak doğdum” diyebilecek kadar cesur, “bir ressam olarak doğdum” diyebilecek kadar da kendine güvenen bir kadın öncelikle. Baştan alalım. Meksikalı olan Frida doğum tarihini üç yıl gecikmeli olarak Meksika devrimine rastgelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etti. Belki biraz da genç görünmek istedi, olabilir, olsun. Devrimin asi çocuğu tanımlamasına uymaz belki yaşam öyküsü ama devrimin güçlü kadınıydı Frida. Frida Kahlo’nun feminizmi üzerine detaylı ayrı bir yazı yazmak mümkün. Kısaca değineceğim ben. Hep bir oğlum olsun istemiştim diyen babasını mutlu etmek için erkek kılığına girebilen bir feminist düşünün. Öyle bir feministti Frida. Biraz tartışmalı bir konu Frida’nın feministliği. Bazı ‘katı’ feministler Kahlo’nun bir feminist olamayacağını da savunuyor. Oysa sadece tabloları feminizminin birer kanıtı. Resimden anladığım sadece boyaları birbirine karıştırıp sonuçta hep siyahı elde ettiğim, yaptığım değil de ‘bozduğum’ tablolar. Kendi evimden başka hiçbir duvarda yer edinmeyen karanlık şeyler. Bırakın bir ressamı, amatör olarak resim yapan birine bile eleştiri getiremem belki. Ama feminizmden az çok anlarım. Kendi gerçekliğini tuvale yansıttığını söyleyen Frida, kadınlık, doğum, kürtaj, cinsiyet rolleri ve daha nice sorunu cesaretle ve kendine has üslubuyla resmetmişti. Bu açıdan baktığımızda Frida’nın yaptığı Cixous’un önerdiği dişil yazından çok da farklı değildi. Nasıl bir yazar kelimeleri bir araya getirerek sorunsalını kağıt üzerine dökerse, Frida da boyayı, fırçayı, tuvali ve renkleri araç edinmişti kendine. Resmettiği her bir Frida bir şekilde acı çekmekte olan bir kadındı. 6

YAZARKAFA


Patriyarkal bir toplumda yaşayan, sadakatsiz bir eşe sahip, ciddi sağlık problemleri yaşamış, anne olmak istemiş ve olamamış bir kadının resmettikleri birçok kadının anlatamadıklarıydı. Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla. Kahlo için şöyle demişti bir eleştirmen: “Bu olağandışı insanın yaşamını ve eserlerini birbirinden ayırmak imkansızdır. Resimleri onun biyografisi”. Kendi yüzünden ve bedeninden yola çıkıyordu Frida ve böylelikle “kişisel olan politiktir” cümlesinin kanıtı oluyordu. Bu nedenledir ki Frida’nın her bir tablosu biraz Simone de Beauvoir’un İkinci Cins’i, biraz bell hooks’un “feminizm herkes içindir”i, biraz Woolf ’un “Kendine Ait Bir Oda”sı, biraz Butler’ın “Cinsiyet Sorunu”dur. Listeyi dilediğiniz kadar uzatıp, resimlerle dilediğiniz kadar eşleştirebilirsiniz. Sanat tam da bu değil mi zaten. Frida’nın kendi tabiriyle hayatında “iki büyük kaza” vardır. Bu kazaların ilki onu yatağa mahkum etmiştir. Kazadan sonra çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğinde hayali oğlu “Leonardo” için bir doğum belgesi hazırlar Frida. Belgeye göre Leonardo Eylül 1925’te doğar. Hayal gücünü acı ile birleştirmeye başlamıştır bile. Bir kızı değil de oğlu olduğunu hayal ediyor olması, kendisinin de bir şekilde erkeğin üstün olduğu fikrini içselleştirmiş olduğunu fısıldayabilir size. Ben bu fısıltıyı oğlan kardeşinin olmamasıyla geçiştirdim. Hayali oğlu Leonardo’nun Eylül ayında doğmuş olması ise Eylül’ün hüznünü bir kez daha açıklayan bir veri olabilir kendimce.Yatağa bağımlı olduğu günlerde babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayat vermişti Frida’ya. Aynadan kendi aksine bakıp, gördüğü farklı yüzleri resmetmişti. YAZARKAFA

7



Ne bir akım kaygısı vardı, ne de toplumda ressam olarak yer edinme. Yaşam öyküsünü yazan bir yazar gibi kendi portrelerini yapıyordu. Yatağa bağımlı bir bedenle olabildiğine özgür bir ruhun ortaya çıkardığı tezattır belki de onu bugün bildiğimiz kadın yapan. Yaşaması bile bir mucizeyken, yürümeyi başarabilecek kadar inatçıydı ve asıl savaşı aslında bundan sonra başlamıştı. Aşık oldu. Hikaye buradan sonra bazılarına ters düşmektedir. Çünkü bazılarının feminizmi ile uyuşmaz Frida’nın aşkı. Kendisini aldatan bir kocaya, her şeye rağmen, tapmaktır Frida’ya göre aşk. Yok edicisine boyun eğen bir kadın. Öyle midir gerçekten? Başa dönelim yine. İki büyük kazadan bahseder Frida, birincisini biliyoruz zaten. İkincisi ise Diego’dur. Aşık olduğu adam. Komünist, Ressam Diego Rivera. Kendisinden yirmi bir yaş büyüktü Diego. İki kez evlenmişti, çocukları vardı. Çapkınlığı ve sadakatsizliği ile tanınırdı. Birçok kişi gibi Frida’nın annesi de evliliğe karşı çıkıyor, aralarındaki ilişkiyi bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetiyordu. Ona göre Diego “çok yaşlı, çok şişman ve daha da kötüsü bir komünist ve ateist” idi. Doğrusu Diego koca bir çınar gibiydi ve Frida küçüğü idi onun. Olması istenmeyendi aşk, sınır çizilendi ancak adına yaraşır şekilde kendi yatağını bulup, var etti kendini. Birbirlerine aşıklardı fakat hep olur ya “ama” vardı ilişkilerinde. ‘Çalkantılı’ basit bir kelime belki ama evet ‘çalkantılı bir aşk’ idi onlarınki. Herkesin başarısız olacaklarına inandığı bir evlilik yaptılar, belki de herkesin başarısız olmasını istediği bir evlilik. Birlikte büyük acılar yaşadılar; sağlık sorunları, düşük, mesleki başarısızlık, sadakatsizlik. Bazen karşılıklı. Diego’nun Frida’nın kızkardeşiyle birlikte olmasının ilişkilerinde büyük yara açtığı söylenir. Frida’nın da farklı kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda. Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını bitiremez, yeniden evlenirler. Onlarınki sadece aşk değildi; yoldaşlık, dostluk, annelik, babalık, çocukluk, meslektaşlıktır da. Birbirlerini “ülkenin en iyi ressamı” olarak nitelediler. Destek oldular birbirlerine. Başkalarının tenlerinde bulsalar bile dönem dönem kendilerini, hep birbirlerinde buldular huzuru ve huzursuzluğu, kısacası hayatın ta kendisini. Sağlık sorunları yaşarken de, kocasıyla olan fırtınalı ilişkisinde de, mutlu günlerinde olduğu gibi resim yapmaya devam etti Frida. Amerika’da ve Fransa’da sergilere dahil oldu. Ülkesindeki ilk kişisel sergisinde yataktan çıkmaması öğütlenmişti, çareyi yatağı sergi salonuna taşıtmakta buldu. Öyle de güçlü, öyle de inatçı idi. Ölümden sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine gülebilen bir kadındı. 13 Temmuz 1954’te gözlerini yumdu Frida. Gömülmedi, çok yatmıştı zaten. Yakıldı. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de sergileniyor. Saplantılı denebilecek kadar aşık bir kadındı Frida. Eğer boyun eğdiyse de aşk üzerine boyun eğdi. Aynı hikayeye bakıp Frida’yı yenik ve güçsüz bulabilirsiniz ya da güçlü bir kahraman. Aynen onun aynı yüze bakıp, farklı kadınlar yaratması gibi. Gücü de, sırrı da belki buradadır.

YAZARKAFA

9


Armağan Altay

Salgın Kuru kuru öğüren falcıları görünce bildim Haklı kurşunlar tenden çıkarılmaktadır Bunadı diye karyesinden kovulan seyisin Yakaladım kısraklara kem bakışını Çocuk işçilere edilen küfrü de duydum Mezuniyet yeminlerinde. Ne imrenilesi bir zengin, ne acınası bir fakir Metresim hayat, her akşam yemekte Karından boşan diye söylenmektedir Fırıncılar usanmış, her yalanın her gün İlk söyleyeni olmaktan İki kere iflas edince babam, iki kadeh parlatıp İnanmış padişahın dirildiğine Son bakire de yazık kara çaputlar bağlamış Tekfirle beslenir o nafile sevdalara. Beri yanda şarkılar çıkmış ava “Susuz bir çiçekte hayat mı bulursun Kahrolursun” Yevmiyesini alır almaz aşığına Kaçmış da berber kalfası Yol boyu derdiği güllerin Kokusu sinmiş saçlarıma Gençlik, ne cilveli bir tekil Ve güller Ne eskimez çoğuldur öyle Ölüm bile demiş eskiler hem ne cüret Kavuşturası değilken bizi ölüm bile.

10

YAZARKAFA


Anıl Öztürk

Dolunay Dolayısıyla Annesini özleyen herkese... Acılar içinde bana hayat verdi Kendisi az önce gülümsedi Beni doğurdu kendisi güldü Sevgi gerçeğinin tezahürüydü Annem Beni arardı durmadan Bir yanı İslam’dı bir yanı telaş içinde Bir yanı dünyanın ağırlığında ezilmiş Bir yanı çok bilmiş Tecellinin bir bölümünde görünmüştü Bana aldığın her şey için teşekkürler anne Sarhoş geldim bugün de eve Üzülme.. Üzülme anne Acının sarhoşluğu bu kızma nolur dinle Allah babamızın yanında Varmış güzel bir sofra Sana da zahmet olmaz hem Ben de ecelimi bekliyorum Çileye kutsal diyorlar Dile gelmez bazı şeyler Sen hep beni düşündükçe İçim burkulur anne Sen ağlama sakın çünkü Burası yeterince cehennem Cehennem burası yeterince

YAZARKAFA

11


YAŞAMAK Haluk Ecevit

Cenaze evlerini ve hasta ziyaretlerini sevemedim oldum olası. Belki, çocukluğumdan beri bunları sürekli tek başıma yapmam gerektiği ile ilgili bir durum bu. Belki biraz da geçmişin hatırlandıkça hüzünlendiren, bir o kadar da bedel ve tecrübe yüklü anılarında gizli bunun sebebi. Ortaokulun sonlarıydı. Köyün ortasında sayılabilecek iki katlı bir evin üst katına, otuz sekiz merdiveni çıkarak ulaştım. Kapıyı karısı açtı. “Dayımı görmeye geldim” dedim. İç odanın kapısı açıldı. Yengem, hemen parkemi aldı üzerimden ve içeriye geçtim. O, odanın penceresini karşısına almış, uzun oturur vaziyette sırtını çekyatın kolçağına dayamıştı. Eskiden olsa hemen yerinden fırlar büyük bir heyecanla karşılardı beni. Şimdi ise sadece başını hafifçe benden taraf çevirerek donuk bakışlarıyla selamladı. Kapının hemen girişindeki çekyata oturuvermiştim. Oysa, hep ona yakın oturur ve gözlerini görerek konuşmayı tercih ederdim genelde. Ona uzak kalmamın sebebi belki bu soğuk merhabası belki de hastalığıydı. Söze her zamanki gibi ilk olarak o girdi ve yine her zamanki cümlesi ile başladı: “Naaptı ba Aluk?” Bu soru karşısında hep “Neyi, be dayı?” diyesim gelir, sonradan hatırımı sorduğunu anlayarak toparlanır ve “İyim dayı, derslele boğuşup duruyom.” derdim. Yılların geleneğini bozmayarak ben yine o bilindik yanılgıya düştükten sonra aynı şekilde cevapladım sorusunu. Sonuna da ekledim: “Sen nasısın dayı?” “İyi desem yalan olur ba Aluk, ben kendimi biliyom. Vakıt-saat doldu...” 12

YAZARKAFA


Neredeyse beş dakikaya yakın bir susuştan sonra bizim sessizliğimizi onun ciğerlerinden gelen hırıltı ve dışarda deli divane esen Kasım rüzgârının odanın alüminyum pencerelerini zorlamasıyla oluşan gıcırtı bozdu. Kelimeler arasında esler vererek duraksamalı olarak sürdürdü konuşmasını. “Bunca seneden ne annadın dersen, iç bişey... Daha dün maşatlıkta koyun güden o küçük kızanım sanki... Bana ne öğüdün vaa deesen, kulak asma ööle erşeye, yaşa!” Son isteğini söyleyen idamlık bir mahkumun çaresizliği vardı sesinde. Anlamıştım. Bu bir veda konuşmasıydı. Yanında, çekyata paralel duran masanın üzerinde gelişigüzel atılmış hap kutuları ve enjektörler vardı. Bunların hastalığına hiçbir faydası yoktu. Uygulanan ilaçlar sadece onun acısını biraz olsun hafifletmek içindi. Gördüğü tedaviler sonucunda saçları dökülmüştü. Üç ayda yirmi beş kilo vermiş ve tek başına yürüyemeyecek kadar bitkin düşmüştü. Varlıklı bir hayat sürmüştü bu zamanlara kadar. İyi kötü çiftçilik yapmış, aynı zamanda fabrikada çalışmıştı. Emekli olalı üç sene oluyordu. Yaşamının bundan sonraki yirmi yılında hiç çalışmasa bile hayatını sürdürecek varlığa sahipti. Kendince tüm işleri yoluna koymuş sırayı yaşamaya getirmişti. Hayatı öyle anlamlandırıyordu. Bunu çok önceleri yapmış olduğumuz sohbetlerden hatırlıyordum. İnsanoğlu önce hayatını garantiye almalıydı. “Yaşamak” sonraki işti. Önce eli ayağı tutarken servetine servet katmalı, ilerde bir hastalık, o da olmadı yaşlılık hallerine karşı her şey hazır olmalıydı. Eee, tabi bir de tüm bunları yaparken toplumun değer yargılarına riayet önemliydi. Onunla olan sohbetlerimizde çoğu cümlesinin sonu “El âlem ne der adama!” ya da “Bi daha âlem içine nasıl çıkarız!” diye biterdi. Bu yüzden her şeyine dikkat etmiş, her türlü aşırı davranıştan kaçınmıştı bu zamanki yaşına kadar. Ama gel gör ki işler hesapladığı gibi gitmemişti. Hesap ettiği “yaşamak zamanı”nın başlamasını beklerken, şimdi evinin en az ışık olan odasında oturmuş, dışarıda bir türlü gelemeyen kışı ve belki de çok yakında kapısını çalacak olan “ölüm”ü bekliyordu. Gözleri aynı noktaya takılalı on dakika kadar olmuştu. Bu süre içinde yine hiç konuşmamıştı. Sonra birden usulca o yorgun sesi ile başladı: “Eeeyy ba Aluk, günnedir bırda yatarke, pencereden öteleeni sirettim. Bütün esapları tek tek temize çektim. Er şey tamam da, sanki bi gece, bi yaz düününde, adam gibi bi kafayı çekeydim şööle, konu komşu nedee demeden, avazım çıktığı kadan bi nara ataydım ‘Yıkıııııııl!’ deyi, soora da yannız serfoşlara çalan davul-zurnadan bi çiftetelli sööleyip, gönnümce şööle bir kerecik oynayabileydim, içim bu kadar dolu olmazdı şindi sanki!” İşte sanırım herkeslerden sakınarak yıllardır gizlediği ve ertelediği “yaşamak ağrısı” onu gelip ölüm döşeğinde bulmuştu. O odadan çıkıp, aşağı katta ayakkabılarımı giyerken şairin şu dizeleri yankılanıyordu kafamda: “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.” On yedi gün sonra gömdük dayımı. O günden sonra ben nerde bir davul- zurna görsem bir çiftetelli istedim ve gönlümce oynadım. Hiç ertelemedim hayatı. Büyük bir ciddiyetle yaşadım her zaman, bir sincap gibi!

YAZARKAFA

13


BİR BİLİNÇALTI PORTRESİ: KLEIN VE WAGNER Samet Balta

“Dışarıya bakan rüya görür ve hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır ve kendini keşfeder.”

Klein ve Wagner, Herman Hesse’nin, Kamuran Şipal çevirisi ile Türkçeye kazandırılan son kitabı. Alman Edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Hesse, Klein ve Wagner’da; Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’ın “Persona” teorisi ışığında bir bilinçaltı portresi çiziyor. Kitap, yapısı bakımından Joyce’un Ulysses’ini; dili bakımından ise Kafka’nın Dönüşüm’ünü hatırlatıyor. Saygın bir banka memuru, sadık bir koca ve aile babası olan Friedrich Klein, çalıştığı bankada evrakta sahtecilik yaparak bir miktar parayı zimmetine geçirir; sahte pasaport, bir tabanca ve çanta dolusu para ile güneye, gösterişsiz bir saygınlığa ve kabuslarla dolu bir yolculuğa çıkar. Özgürlüğüne kavuşmak için çıktığı bu yolculukta kafasını kurcalayan, anlam veremediği bir sürü düşünce vardır. Uykusuz, bir o kadar da yorgun olan Klein, kısa süreli uykularından gerilim dolu kabuslarla uyanır. Bir yandan da küçük küçük parçacıkları devşirip bir araya getirerek bir porselen kutudaki kırık yeri onarır gibi, bu son günlerde olup bitenlere ilişkin anıları güçlükle bir araya getirmeye çalışır. Klein sürekli, cinnet geçirdiği bir sırada ailesini katleden ilkokul öğretmeni Wagner’i düşünür. Kendisini Wagner ile bağdaştırır, bu düşünceyi bilinçaltından atamaz. Kuşku ve korku içindedir, suçluluk duygusu peşini bırakmaz. Öyle ki, artık onun için anlam taşıyan tek kelimenin ‘ölüm’ olduğunu düşünür. Yaşadığı acılardan dolayı duyduğu “ölüm arzusu”, kendi içinde bir iç çatışmaya dönüşür. Uzun ve zorlu bir yolculuğun ardından İtalya’da bir kente gelen Klein, yolculuk sırasında sürekli ismini duyduğu otellerden birine yerleşir. Bir süre sonra Teresina adında genç, güzel ve çekici bir dansçı kadınla karşılaşır. Bu karşılaşmanın ardından Klein’ın bilinçaltındaki kavramlar şekil değiştirmeye başlar. Klein tüm bunların sonucunda içsel bir yolculuğa çıkar ve bilinçaltında yatan ölüm arzusunu, intihar ederek gerçekleştirir. 14

YAZARKAFA


SARSICI BİR PSİKOLOJİK ANLATI Klein ve Wagner’i analiz edebilmemiz için C.G. Jung’ın “Persona”, ya da Türkçe karşılığıyla “Maske” teorisine ihtiyacımız var. Persona’yı kısaca; “Sosyalleşme, kültürleşme ve deneyim sayesinde bilinçli olarak oluşturulmuş kişilik” şeklinde tanımlayabiliriz. Latincede hem “Kişilik”, hem de de “Romalı oyuncular tarafından giyilen maske” anlamı taşıyan Persona, tiyatrodan da bilindiği üzere, kişinin kendi doğasını gizlemektir. Jung’ın bu teorisine göre; Dışarıya bakan rüya görür ve hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır ve kendini keşfeder. Hemann Hesse de bu kitabında, dönemi için henüz yeni olan psikoloji bilgileriyle desteklediği bilimsel bir teknik kullanmayı denemiştir. Okurun gözünde başta basit bir polisiye öyküsü canlandıran Klein ve Wagner, bir süre sonra bu algıyı tamamen yıkmayı başarıyor. Hatta, James Joyce’un Ulysses eserini andıran bir çağdaş psikodrama dönüşüyor. Klein karakterinin söz konusu psikolojik durumu ve yazarın bunu dile getiriş biçimi ise Kafka’nın Dönüşüm kitabındaki Gregor Samsa’yı hatırlatıyor. Dolaylı anlatımdan kaçmayan Hermann Hesse, uzun uzadıya karakter ve yer tasvirlerine başvuruyor. Yazar, bu anlatısında da (Bozkırkurdu romanında olduğu gibi) dil akışını ve ritmini karakterlerin hislerine göre ayarlıyor. Kitap, Klein karakterinin iç çatışmasını ve bilinçaltına yerleşen bir cinayeti konu alıyor. Kitabın yazarı Hermen Hesse’nin bir dönem yaşadığı bunalımı (ailevi sorunlar) göz önüne alırsak, Klein karakterinin altında yazarın kendi yaşamına ilişkin göndermelerin olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Kitapta, “Tiyatro-Oyun-Maske” üçgeninde, rüyalar ile gerçekleri karıştıran Klein’ın, varlık ile yokluk arasındaki algı karmaşası sık sık karşımıza çıkıyor. Kitabın merkezinde yer alan Friedrich Klein, karısını ve çocuklarını öldürmüştür. Wagner karakteri ise anti-kahraman bir figürdür. Klein, gerçekleştirdiği bu canice olaydan YAZARKAFA

15


Wagner ismini kullanarak kaçıp kurtulmak ister. Bilinçaltını alt üst eden, uykularını kaçıran bu cinayeti aklından çıkaramamasının sebebi ise çocuklarıdır. Onları bir daha göremeyecek olması Klein’ı depresif bir hale sokar. Geçmişin yükünden ve gelecek kaygısından kendini kurtaramayan Klein, tüm bunların onu esir almasına engel olamaz ve yaşamına son verir. Friedrich Klein bir yandan ahlaki değerlere önem veren biri olarak karşımıza çıkarken, bir yandan da kendi içinde kaybolup giden, evrensel yaşam kurallarına saygı duymayan, hedeflerden yoksun biri olarak karşımıza çıkıyor. Bunun nedeni de bilinçaltında iki farklı karakteri barındırıyor olması. Öğretmen Wagner figürü, Hesse’nin yaşadığı dönemde Alman medyasında geniş yankı uyandırmış cinnet olaylarına bir göndermedir. Besteci Richard Wagner’ı da göz önüne alırsak, kitapta yer alan zıt karakterlerin son derce ustaca kullanıldığını görebiliriz. Wagner bir katildi; cani bir şekilde ailesini öldüren, ahlaki değerlerden uzak biriydi. Ama öte yandan Wagner bir sanatçıydı; besteciydi, dahiydi, baştan çıkarıcıydı, yaşama sevincine ve duygusal hazlara sahip biriydi. Bir bölümde Goethe ve Schopenhauer’in alıntılarına yer veren Hesse, genel olarak varoluş, zaman, yaşam ve ölüm gibi kavramların üzerinde duruyor. Özellikle son bölümde, Klein intiharın eşiğine geldiğinde, kitapta felsefi bir hava esiyor. Yazar, son bölümde hayatın anlamı, zamanın önemi, toplum ve birey yönünden ahlak kavramı, korku ve ölüm gibi konuları sorguluyor. Klein ve Wagner, Kafka’nın; “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı” sözünün hakkını veren ender kitaplardan biridir.

16

YAZARKAFA


Eşref Ozan

Sihirli Aynaların Kırılmaz Güçleri Yoktur -çok yakın! Hiç yaşanmamış ve hiç yaşanmayacak uzam uzan gökten inipte yere bir ipte asılı dururken o muhteşem düştoprak hala sen kokarken bize. Bana bir mezar çizmelisin -düş devin bir patlama halinde -ulurken seni yavaşça umulan, onulan ve sertleşen an kaybolan ne varsa -ellerimden. Bana bir ceza kesmelisin -düş! o hırçın telaş boyun bükerken bize o ıssız yoldan geçip giderken -çiçeklerin lanetlediği gün’ün artık o -basit bir hiçsin karışırken esrik ve filizlenen -dün’ün : kün! her şeye rağmen...

YAZARKAFA

17


JOKER FİLM ELEŞTİRİSİ Müge İbrikçi Baran

Komedi filmleriyle özellikle The Hangover (Felekten bir Gece) serisiyle tanınan Todd Phillips, biraz eski moda ama yine de şaşırtıcı bir suç/dram filmi ortaya çıkarmış. Demode olmasının sebebi “neden ve nasıl kötü insan oldum” soru kalıbının binlerce kez sorulduğu ortalamanın üstü yapımlara sıkça şahit olmamızdan ileri geliyor. Joker filmi de zaten esinlendiği benzer kült yapımları bolca referans almış. Joker’in, Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976) filmine benzetilen You Were Never Really Here (2017) filminden daha çok o evrene ait olduğunu söylemek mümkün. Taxi Driver’da Travis Bickle (Robert De Niro) karakterinin yıkanmasını istediği kirlenmiş sokaklar sanki Gotham şehrinde karşımıza çıkıyor. Yığılmış çöplerin bulunduğu ve farelerin cirit attığı kasvetli şehirde en çok ihtiyaç duyulan, bir kahramandır. Batman yani Bruce Wayne ise kahraman olmak için çok küçüktür. Onun yerine yozlaşmış dünyayı temizleyecek, düzene sokacak tek bir aday vardır: Batman’in babası olan Belediye Başkan Adayı Thomas Wayne. Zengin bir iş adamı olan Wayne ise halk ile iç içe değildir, lüks villasında yaşamaya devam ederek üstünde smokiniyle kaosa seyirci kalmaktadır. Doğup büyüdüğü Gotham’ın ceremesini fazlasıyla çeken Joker ise (daha doğrusu Arthur Fleck), izleyicinin özdeşleşmesi gerektiği tek karakterdir. Ezilenlerin sesi olabilmesi için kabuğunu kırması gerekmektedir. Arthur Fleck’in tek istediği komedyen olmak ve insanların onu sevmesidir fakat yaptığı kötülük hem medyada hem de Gotham’da büyük ses getirir. Kendi halinde bir yaşam sürerken kimsenin umursamadığı, tam bir kaybeden olan Arthur Fleck, iyi insan olmanın hiçbir faydasını görmemiştir. Anti kahraman olmak ise onu farklı bir noktaya taşıyacak, fark edilmesini sağlayacaktır. Kaosa katkıda bulunarak sesini duyurmak, deforme olmuş zihniyle bulduğu tek çıkar yoldur. Yaptığı bireysel eylem, kazara da olsa toplumu harekete geçirir. Filmin ilk yarısında bildiğimiz acımasız ve neşeli Joker’in aksine ezilen ve mutsuz Arthur Fleck ile karşı karşıya kalıyoruz. Kasvetli bir sinematografi ve ağdalı dramatik bir üslup ile seri katil doğuş hikayelerine benzer zor bir hayat süren, aklı bozuk bir karakterin hikayesine şahit oluruz. Annesinin yaşattığı travmaya, babasız büyümek gibi etkenleri dahil ederek toplum tarafından dışlanmasını da üstüne eklediğimizde karanlık bir havaya bürünüyor. Rahatsızlığından dolayı istemsizce ağlamaklı bir şekilde gülen Joker’in kimine göre trajik ama ona göre komik hikayesi, hayatını özetliyor gibidir. Toplumla uyumsuz bir karaktere ve fikirlere 18

YAZARKAFA


sahip olan Arthur Fleck’in diğer insanlarla mutlu mesut yaşayabilmesi için diğerlerinin de ona benzemesi gerekmektedir. Kaosa sırtını dayayarak kendisi gibi ezilmiş insanların desteğini alması, yalnızlıktan kurtulabilmesi için tek çaredir. Yozlaşmış topluma eleştiri getiren kara filmlerde olduğu gibi delirme ve dolayısıyla onu bu hale getirenlere bir başkaldırı söz konusu. Joker’in empati kurulması zor bir suçlu olmasına rağmen izleyicinin onunla özdeşlemeye çalışması ve hayata tutunma çabasını desteklemesi de kara filme özgü detaylar arasında yer alıyor. Aslında Joker’in karakter olarak özdeşleşmeye çalıştığı ise filmin izleyicisi değildir, Gotham halkının bizzat kendisidir. İnsanların kötü giden düzenin farkına varabilmesi için daha kötüsüne ihtiyaçları vardır. Vietnam sonrası karmaşık duygular içine giren Amerikalıların rehavet döneminden silkinerek uyanabilmesi için birisinin işaret fişeğini ateşlemesi gerekmektedir. Gotham’ın başına geçmeye çalışan zengin iş adamı Thomas Wayne, eş değer olmasa bile empatiden yoksun ve kibirli tavırlarıyla Trump gibi zenginlerin yönetime el atacağının habercisi gibidir. Joker filminin haddinden fazla dramatik ilk yarısına nazaran yavaş yavaş dönüşmeye başladığı ikinci yarıyı açıkçası daha çok beğendim. İkiyüzlü medya ve suça batmış karanlık Gotham temsilleri yeni kara film tadını hissettiriyor. Ayrıca Joker’e hayat veren Joaquin Phoenix’e değinmeden olmaz; Heath Ledger’ın hafızalara kazınan Joker performansı ve ardından gelen trajik ölümü ile kimselere yakıştırılamayan karakterin gerçekten hakkını vermiş. Film başladığındaki Phoenix ile sonlandığındaki Phoenix arasında dağlar kadar fark var. Heath Ledger Joker’i, Joaquin Phoenix ise daha çok Arthur Fleck’i yani dönüşmeden önceki halini canlandırıyor. Gerçek Joker’i görme süremiz biraz kısıtlı olduğundan tam olarak Heath Ledger ile karşılaştırmak aslında pek de doğru olmaz. Eğer devam filmi çekilirse oyuncunun Arthur Fleck haricinde Joker’i bütün film boyunca nasıl canlandıracağını ve karşısında Batman gibi güçlü bir kahraman varken nasıl davranacağını daha çok merak ettim. Çizgi roman uyarlamasına dramatik bir bakış sunan Joker, türü çocuklara mahsus olmaktan çıkaran Deadpool (2016) ve Logan (2017) filmlerinin izinden gidip çıtayı 18+’ya kadar taşıyor. 24.6 milyon dolar hasılat ile açılış rekoru kırarken ardından gelen çizgi roman uyarlamalarına farklı kapılar açacak gibi görünüyor.

YAZARKAFA

19



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.