YAZARKAFA ÖZEL SAYI: 3

Page 1



Kültür, Sanat, Mütemadiyen Edebiyat...

YAZARKAFA Edebiyat-Sanat Dergisi ISSN: 2149-4967 ÖZEL SAYI

Yayın Yönetmeni: Samet Balta Editör: Armağan Altay Grafik Tasarım: Grotesk İletişim: dergi.yazarkafa@gmail.com


“Her şey bitince, seni sevdiğimi unutma!”


Albert Camus (Yazar ve Filozof)


ALBERT CAMUS Grotesk

Fransız yazar ve filozof olarak tanınan Albert Camus; varoluşçuluk -egsiztansiyalizm- ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır.

Yoksul bir ailenin çocuğu olan Camus; 1913’te Cezayir’de doğdu. Camus ailesinden bağımsız bir hayat sürebilmek için evden ayrıldı ve 1923’te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi’ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930’da verem hastalığına yakalandı. Futbolla yakından ilgilenen Camus bu hastalığı sebebiyle üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Çeşitli işlerde kendisine yer bulmaya çalışan Albert Camus felsefe eğitimini 1936 yılında tamamlamayı başardı.

Albert Camus hakkında en bilinen şeylerden biri de başarılı bir futbol oyuncusu olduğudur. Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapan Camus maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Tiyatro ve futbol arasında seçim yapması istendiğinde “Tereddütsüz futbol” cevabını vermiştir. Verem hastalığı sebebiyle futbolu bırakmak zorunda kalan Camus; ‘ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum’ açıklamasıyla futbola ne kadar değer verdiğini belirtir. 1934 yılında Simone Hie’yle evlendi; Simone’nın morfin bağımlısı oluşu ve sadakatsizliği sebebiyle evlilikleri son buldu. 1935 yılında ‘İşçinin Tiyatrosu’nu kurdu fakat 4 sene sonra bu tiyatro kapandı. Aynı yıl verem hastası olduğu için Fransa ordusuna kabul edilmedi. 1940’ta piyanist ve matematikçi olan Francine Faure ile evlendi ve 1945’te Catherine ve Jean isimlerinde ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı ve bu ekiple Bordeaux’a gidip ilk kitapları olan ‘Yabancı’ ve ‘Sisifos Söylencesi’ ni tamamladı. Camus, Bordeaux’u 1942 yılında terk edip önce Cezayir’in Oran şehrine gitti ardından Paris’e geri döndü. Albert Camus, 4 Ocak 1960 günü, Sens yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Villeblevin’de geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Camus ironik bir şekilde daha önce yaptığı bir açıklamada en absürd ölüm şeklinin araba kazası olduğunu söylemişti. Camus Lourmarin Mezarlığı’na gömüldü. 6

YAZARKAFA


Edebi Hayatı Camus İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı örgütlenmiş Fransız Direnişi’ne katıldı. Bu direnişin bir parçası olarak yayımladığı ‘Combat’ isimli derginin 1934 yılında da editörü oldu. Fakat 1947 yılında dergi ticari bir gazeteye dönüşmeye başlayınca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşti. Savaştan sonra Sartre ve Beauvoir gibi kişilerin toplandığı Boulevard Saint-Germain’deki Cafe de Flore’u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda aynı zamanda Amerika’nın çeşitli yerlerinde Fransız Varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol anlayışa yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması komünist partilerden uzaklaşması yanında Sartre’dan da uzaklaşmasına sebep oldu. Bu zamana kadar ‘Yabancı’ ve ‘Sisifos Söylencesi’ni yayımlayan Camus; 1949’da vereminin tekrarlamasıyla inzivaya çekildi ve sosyal içerikli denemelerini topladığı ‘Başkaldıran İnsan’ı yayımlandı. Bu kitap Fransa’daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı, özellikle Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre’la yolları tamamen ayrıldı. Camus bu tatsız yorumlardan sonra kitap yazımından tiyatro oyunları çevirmeye yöneldi. 1950’lerde kendisini insan haklarına adayan Albert Camus; ayaklanmalarda insandışı bir şiddet kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi, idam cezasına karşı da savaşını sürdürdü. 1955-56 yıllarında Fransız “L’Express” dergisinde yazdı. 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Nobel Ödülü’nü kazandıktan sonra ününün daha da yayılmasıyla 20. Yüzyılda dünya edebiyatının baş köşesinde kendine bir yer buldu. Camus’nün bu ödülü kazanmasının sebebinin bir önceki yıl yayımladığı ‘Düşüş’ için değil, idam cezasına karşı yazdığı ‘Reflexions Sur la Guillotine’ makalesi için olduğu düşünülmektedir

YAZARKAFA

7


“YABANCI” VE VAROLUŞÇULUK ÜZERİNE Sedef Subölen

Hayatın basit, insanların karmaşık olduğunu iddia eder. Annesini severken ve ölümüne aslında üzülürken, ağlamıyor diye yargılanır.

Albert Camus, yirminci yüzyılın Fransız, varoluşçu yazarlarındandır. Onlarca kitabında yer yer deneme, yer yer de roman türünde eserler vermiştir. Onun eserlerinde daima nihilizm rüzgarı eser. Amacı hayatın anlamsızlığından yakınmak değil, hayatı birçok insanın anlamlandırdığından farklı gördüğünü anlatmaktır. 1942’de yayımlanan “Yabancı” adlı romanında, çoğumuzun ağır tepkiler vereceği “ebeveyn ölümü” durumuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşır. Roman kahramanı Bay Meursault, annesi bakım evindeyken, onun öldüğü haberini alır. Kadın yatağında ölü bulunmuştur ve ne zaman öldüğünü kesin olarak bilmediği annesinin cesedini son kez görmek için, işinden iki gün izin alarak uzun yoldan gelir. Fakat geldiğinde cesedi görmek istememesi ve soğukkanlılığı yüzünden “tuhaf ” olarak karşılanır çevresinde. Elbette ki umurunda değildir. Annesinin tabutu başında beklerken, sütlü kahve içer, sigara içip içmeme konusunda tereddüt eder. Bu rahatlık çevresinde kaypaklık olarak nitelendirilir ve herkes bundan rahatsızlık duyar. Öyle ki sorularıyla onu sıkıştırmaya başlarlar. Gözünde bir damla da olsa gözyaşı, yüzünde bir acı görmek için beklerler fakat o, son derece rahattır. Elbette ki annesini sevmiyor değildir ama bu duruma ağır bir tepki vermesi gerekliliğini bir türlü kabul edemez. Bir şekilde, her şeyi olduğu gibi annesinin ölümünü de meşrulaştırmıştır. Bu olay sebebiyle kendisinden her şey beklenebilecek gaddar bir adam olarak görülmeye başlar. Kendisini kimsenin anlamayacağını bildiği için anlatma çabasına girmez. Annesinin yasının simgesi olarak siyah yas elbisesi giyerken de düşünceleri oldukça sakindir. İşine geri döndüğünde, patronunun tek derdinin, hafta sonu tatiliyle birleşmiş olan dört günlük izni olduğunu fark eder. O sıralarda arkadaşı Marie ile bir ilişkisi olur, bir gün Marie’nin evlenme isteğine, her zamanki soğukkanlılıkla “evet” cevabını verir. Bu kadını sevmiyordur. Başka bir kadını da. Yalnızca evlenmek ile evlenmemek arasında hiçbir fark olmadığına inanır. Başta Marie olmak üzere çevresindeki herkes, onun bu tutkusuz, soğuk, kayıtsız halini değiştirmesi için bekler. Ama ölümde olduğu gibi, bir kadınla olan beraberliği de sakin duruşunu bozmaz. Öyle ki, hapse atılmak bile ona kılını kıpırdatmaz. 8

YAZARKAFA


Bay Meursault, aslında dışarıdan göründüğü kadar tutkusuz değildir. Yalnızca, çoğunlukla diğer insanları heyecanlandıran şeyler onu heyecanlandırmıyordur o kadar. Sütlü kahve, yemek ve cinsellik onun tutku duyduğu şeyler arasındadır. İşinde başarılı sayılır. Dışarıdan bakınca hiçbir anormallik yoktur hayatında. Fakat adına inançsızlık dediği bu kayıtsız olma hali, yine de başına dert açar. Annesinin ölümüne olan tepkisizliği, adeta ahlak sorunu olarak değerlendirilmekte ve her türlü suçu büyük bir kayıtsızlıkla işleyebilecek biri olarak görülmektedir. Aslında inançsız olduğunu savunurken, belki de kendisi de yanılıyordur. İnandığı şeyler bizimkiler gibi değil diye, bir kişiyi bu şekilde atfetmenin de çok doğru olmayacağı bir gerçektir. Her ne kadar, Tanrı’nın varlığını inkar ediyor da olsa, dolaylı olarak, “insan doğasının yaratılışına” inanır. Doğum ve ölüm gibi olayların olağanlığını, aldatılmayı normal olarak nitelendirir. Tüm bunlar ona göre varoluşsaldır. Olaylara toplum ve dinin değer yargılarından sıyrılarak yaklaşır. Onun için, insanoğlu söz konusu olduğunda, her şey meşrudur. Böyle düşünmesine karşın, bunu pek sık kendisi için kullanmaz. Genel olarak, normal bir kişinin yaşantısına sahiptir ve uç noktalarda davranışlar sergilemez. Onun varoluşsallığı zihnindedir. Yaşamına kahvaltı ederek başlar, sütlü kahve içer, mangal yapar, sevişir, uyur, gezer,içer. Birçoğumuzun yaşam şeklinden pek bir farkı yoktur yaşantısının. Yaşamı kesinlikle anlamsız ya da gereksiz buluyor değildir. Sadece seçilen yolların genellikle aynı kapıya çıkacağını düşünür ve olayları akışında yaşamayı tercih eder. Tutkusuzluğu aslında, kendisini kontrol mekanizmasından yoksun bırakmasından kaynaklanır. Tanrı’yı reddederken bile, doğada milyarlarca insanın katrilyonlarca planını boşa çıkaracak üstün bir gücün olduğuna inanır, ama buna inanç demez. Her ne kadar bunu reddetse de, davranışlarının altında yatan sebep budur. Her şeyin olağan olduğu, insanüstü bir güç tarafından kontrol edildiği, bu yüzden akışına bırakmak, üzerine gitmemek gerektiği düşüncesi. Bu teslimiyet, belki de onu hepimizden farklı ve güçlü bir şekilde “inançlı” kılar. Evlilik, birçoğumuz için hayatın en önemli kararlarından biriyken, onun için kiminle olduğu bile önemli olmayacak ölçüde sıradandır. Çünkü, eşini çok iyi tanıdığını zannederken, yanıldığını anlayan insanın hayal kırıklığından haberdardır. Bir insan ona göre neyse odur. Evlilik, aşk, tutku gibi olgular insanın varoluşunu değiştirmeyecektir. Bu yüzden, evliliğin ne şekilde ve kiminle yapıldığının hiçbir önemi yoktur ona göre. Hayatın basit, insanların karmaşık olduğunu iddia eder. Annesini severken ve ölümüne aslında üzülürken, ağlamıyor diye yargılanır. Bu, basit bir olayın karmaşık hale getirilmesidir. Aldatılmaya verdiği tepkide de bu düşüncesi değişmez. Birçok aldatılan insanın, her ne tepki verirse versin, aldatılmış ve aldatılmaya devam edecek olmasının değişmeyeceğinin bilincindedir ve bu düşünceye teslim olduğu için hiçbir kıskançlık, sahiplenme ya da aşağılanma hissetmez. Bunun, hayatının rutin gidişatını etkilemesine bile izin vermez. Yemek yediği sofranın düzenini önemseyen insanların aksine, yediği yemekle doymayı önemser. Sonuç odaklı ve pragmatist baktığı düşünülebilir. Aslında bu, başlı başına bir pasif direniştir. Asla aptal değil, bilakis zekidir. Hiçbir durum ve hiçbir insanın, yaşam ve düşünme tarzını etkilemesine izin vermeyecek kadar da güçlüdür. Yargılanırken, aşağılanırken, hapisteyken bu tavrı değişecek olsa, normalde asla tepki vermediği durumlarda birdenbire tutkulu davransa, zaten özünde yatan varoluşun bu olmadığı ortaya çıkacaktır. Ama o asla sükunetini bozmaz. Gerçek pasif direniş ve varoluşçuluk da tam anlamıyla budur.

YAZARKAFA

9


Armağan Altay

Annem Komadayken Okuduğum Roman Çıkarırken ayakkaplarımı – bağcıklarını çözmeden - tam o esnada özlerim seni Tam o esnada çaktın mı? ikinci dönüşünde anahtarın Soğuk tırabzana tutunmayı reddettiğimde Ki düşme korkusuyla dolar ceplerim ki bu karlı bir üst geçittir Dolmuşta cam kenarında – istersen yemin ederim – daha yakınken dünyaya Kulaklıklarımın düğümü kolaylanırken hızlanır Haybeye harcanmış hafta sonunun bittiği gece Yorgun bir bebek gibi usulca yatırırken Çay kaşığını çay tabağına Hasretim sana Seni uzaktan sevmek, aşkların en kablosuzu Öyle deme İnfazı ertelenmiş bir idamlık da incinir: sağ ol kullanmıyorum Lavaboya gidiyorum ben kıtlayan dizlerimle hep lavabolara Oysa ne anketler bilirim şevkle doldurduğum Sarhoş bir gönülde ortalama kaç kadeh kırılabilir Şu işler bitsin tren yolculuğu yapalım bir ara Düşünmek yolda olmaktır ihtiyacımız var Evliya Çelebi diyorum Kefildir bana Artık bu bağdaştırmaya alışsan iyi edersin Ölümü öp rastlarsan bermuda şort giymiş bir şaire Soran olursa izlekleri bağlam değişimine uğradı dersin Fenayım Taksitlerim bitmeden arızalandım İsrailoğulları yeşil vadiye çökmesin diye Abarttım, böyle şiir olmaz, bu olsa olsa uçan daire Söz uçar leylekler gibi yazı da uçsun Varsın aktarılmasın gelecek nesillere Bari çengel bulmacasını ömrümün Doldur kimseye sormadan, çayın bitince gidersin Kana kana

10

YAZARKAFA


Erdal Erdem

Kırmızı Başlıklı Kurt Bu Masalda Neden Ölü bana inanmalısın; seni delirtmek için özel olarak uğraşmayacağım son doğum günümde hediye ettiğin silahı artık geri ver! ve inan doğum kontrol haplarıyla intihar da etmeyeceğim. söz; çaldığım çocukları annelerine geri yerleştirecek, kaçırdığım vergilerle içip ağaçların dibine işemeyeceğim. bana inanmalısın; artık yere idrarımla seni seviyorum yazmayacağım kuşların söktüğüm kanatlarıyla beslediğim kedileri kendi aralarında göz nakli yaparak gerçeği farklı renkte görmelerini sağlamayacağım ve inan komşularımın balkonlarından içeri dinamit atıp en sevdiğim et yağmurunu yatak odamızdan izlemeyeceğim – hayır bunu yapmayacağım. bana inanmalısın; artık akıl hastanesinde çalışan doktorları, delirmeye ikna etmeyeceğim ve annen menopoza girer girmez üzerine bir bardak sıcak regli dökmemek konusunda geri adım atmayacağım. -evet tıpkı konuştuğumuz gibi medeni bir insan olacak ve seninle sevişen erkeklere masaj yapacağım ! bana inanmalısın; artık intihar etmek isteyen arkadaşlarıma bileklerini kesmeleri için senin elmas kolyeni kiralamayacağım ve şunu bilmeni isterim ki seni bir daha asla öldürmeyeceğim. şimdi tüm bunlara karşılık lütfen git ve tamamlanmama izin ver.

YAZARKAFA

11


Güray Özçelik

Koleralı Göğsünde bir atın ellerine bağlıyor künyesini hokkasız bulutlar ilenirken duyuyorum kıvılcımı sesinin arpasını bir perişanlık masalı ne tereddüt ve koza ey! susam ağaçlarında yüzümüzü kesiyor senin şu çemberin koleralı göğsünde dünya işte bu kadar bir yer merdivenleri geçtikten sonra kaplanları görüyoruz dikenli ellerini senin dünyanın avlusunda ortancalar gözünde bir seyran dilimiz kopuyor sakaların haritasından çıkınca yeniden seviyoruz işte gondolları çömlek sesleri gelirken gitmek bir yaşam biçimidir hem köyce kadının adı dağlara veriliyor burası bir kekik yuvasıdır bir abanoz gecenin közünde buluyorum akranımı gül biçemi ve kapımızdan balıklar geçiyor bilerek kaçtığımız saat kulelerinden dağların izinde ekmek kokusu gözlerime sardığım morglardan kurtar kendini eylül’ün ortasında kalıyorum ellerim daha çöl iklimler

12

YAZARKAFA


Taha İhsan Çetin

Bir Başkasını İntihar Eden Ölüm Ölümün ardını öngöremem sigaram adında kan tüterken Zaman, doğmak için henüz erken çocuk kız çocuklarının kaderi annesidir çünkü bütün bir sonu beraber bölüşürler Boynumdaki ip ölümcül bir kolyeden ibaret, büyü ben; toprağa emanet öldürdüğüne aldırma sen, korkma da sakın. Büyü! Sen her ölüme inat her kere daha yaşa e mi? elbet başını sokacak sebepler dairesi bulunur sana bulutları koynunda gökyüzü, alabildiğine gri bir avuç kadar da mavi ayırmış Tanrı bak-sana Sen yaşa çocuk her şeye rağmen çünkü ölmek için de henüz çok erken kocaman bir yaşamak seni beklerken

YAZARKAFA

13


CENAZE HÜlya Cengiz

Cenazeler; düğünler gibi önceden belirlenmiş gün ve saatlerde olmuyordu ki! insanın bu törene katılmak için değil hazırlanmak, yüzündeki işten kalma makyajı bile silmeye vakti olmayabiliyordu; işte şimdi olduğu gibi.

Araba tekrar bozuk yoldan geçti. Her seferinde kadın tedirginlikle şoför koltuğundaki kocasına bakıyordu. Henüz şehirden bile çıkmadan bu kadar sarsıcıysa yolculuk, kim bilir ne kadar uzun sürecekti. Yol mu uzuyordu yoksa kadının sorguladığı şeyler mi çok derindi? Kozan; bir şehir tabelasından çok, orada yaşayanların üzerine yapışmış etiketti aslında. Kalan kilometreyi gösteren tabelanın yanından geçerken kadının düşündüğü tam olarak buydu. Aynı saniyede milyonlarca düşünce nasıl oluşuveriyordu beyin denen mucizevi organda? Halbuki incelemeye kalkışsan sadece damar ve kandan ibaretti. ‘’Tıp ile alakası olmayan birinin söyleyeceği türden bir cümle’’ diye geçirdi içinden. ‘’Ah yine yapıyorum, neokorteksim durmadan çalışıyor’’ diye düşündü kadın ve gülümsedi. Neokorteks ; beyinde düşüncenin merkezi, duyular aracılığıyla algıladıklarımızı bir araya getirip anlam ürettiğimiz merkez. İşte tam bunları düşünürken sarsıldı tekrar araba. Kocası sessizdi ve uyumak istiyordu; gece vardiyasından sabahın 9 unda gelmiş ve uyuyamadan yola çıkmak zorunda kalmıştı. Kadın biliyordu, kocası uyumak istiyordu. Cenazeler; düğünler gibi önceden belirlenmiş gün ve saatlerde olmuyordu ki ! insanın bu törene katılmak için değil hazırlanmak, yüzündeki işten kalma makyajı bile silmeye vakti olmayabiliyordu; işte şimdi olduğu gibi. Günlerdir bekliyorlardı ama bugün olmasına ihtimal vermemişti kadın. Anneannesi her geçen gün iyiye gidiyordu, fonksiyonları normale dönmeye başlamıştı. Yine de yoğun bakımdaydı ve beş gün dayanabilmişti. azrail daha fazla bekleyememiş; belki bir çocuk, belki en sevdiği evladı suretinde gelmişti anneannesine. Ölüm düşüncesi ne kadar ürkütücü olursa olsun iyilikle anmak istiyordu. Ölümün karşısında gülümseyerek durmak istiyordu. Adam karısının derin düşüncelere dalmış olduğunu fark ettiyse de müdahale etmekten kaçındı. Hamilelik, normalde çok duygusal olan karısını daha da hassas hale getirmişti. Adam bunun mümkün olamayacağını düşünse de. Karısı evden çıkarken siyah elbise giymekte ısrar 14

YAZARKAFA


ettiğinde de adam karşı koymadı. Biliyordu ki ne söylerse söylesin karısı dinlemeyecek, siyah elbiseyi giyecekti. Oysa kıyafetlerin rengini ölüler göremez demek istiyordu adam. Anneannen şu an senin hangi renk elbiseyle cenazesine katıldığınla ilgilenmeyecektir. Tek beklentisi hocanın hakkınızı helal ettiniz mi sorusuna vereceğin helal olsun cevabı olacaktır demek istediyse de hiç sesini çıkarmadı. Şehirden çıkış tabelasının üzerine bir karga konmuştu. Ah dedi adam ‘’kötü şans, kötü haber’’ sonra da bundan kötü haber olabilir mi, cenazeye gidiyoruz diye geçirdi içinden. Bir anda arabayı durdurmak, karısına sarılmak istedi. Ölüm denen gerçekle yüzleşmeye giderken, bir sevdiklerini toprağa koyarken hayatta sevgiden ve birbirlerinden kıymetli hiçbir şey olmadığını söylemek. Arabayı durdurdu bir anda. Şaşkın ve soran gözlerle kendine bakan karısına döndü. Ne kadar güzel görünüyordu. Masum, yıllar içinde örselenmiş duygularına rağmen hala çok masum. Sanki ufacık rüzgarda üşüyecek gibi, kırılacak gibi incecik. Sarıldı adam karısına. Ve kadın ağzını açmadan ağlamaya başladı. ‘’ karga yüzünden mi ‘’ diyebildi biraz sonra. ‘’ kargayı gördün değil mi? Kötü şans getireceğini düşünüyorsun ve gittiğimiz yerin cenaze olmasından daha kötü ne olablir ki diyorsun ? Böyle şeylere inanmadığını sanıyordum. Yine de sana sarılmak iyi hissettiriyor. Hayatta ne olursa olsun başımıza ne gelirse gelsin bana sarılacağını bilmek istiyorum. Düğünler ve güzel olaylarda yani mutlu anlarımızdanb çok zor zamanlarımızda. Üzüldüğüm anlarda daha çok istiyorum sana sarılmayı. Bebeğim de öyle ister eminim.’’ Konuşmadan sarıldılar dakikalar boyu. Kadın siyah elbisenin içinde daha bir güzel görünüyordu. Karanlıkta ortaya çıkan ışık gibi. En karamsar anlarda ruha dolan umut gibi. Hadi dedi kadın, zaten geç kalıyoruz daha da uzun sürmesin. Bir an önce gidelim.’’ Adam tekrar çalıştırdı arabayı ve yola koyuldular. Güneşe doğru yol alırken ikisi de kendi dünyasına çekildi tekrar. Renkli çiçeklerle bezenmiş tarlalar değişirken dışarıda, insanın cenazeye giderken bile devam eden bir hayatın olduğunu görmesi güzeldi. YAZARKAFA

15


Kadın gülümsedi hafiften, başını arabanın camına dayamıştı. Adam soran gözlerle hızlıca baktı, hemen başını yola çevirdi tekrar. ‘’Üniversitede sınav dönemi Ayşegül’le bol kafeinli kolalar içerdik. Uykumuz kaçsın da ders çalışabilelim diye. Sonra ders çalışmayı unutup, bu kolayı nasıl daha kafeinli hale getirebiliriz diye kafa yorardık. Bir akşam çarpıntım oldu ve ambulans çağırmak zorunda kaldık. Öleceğim sanmıştım ölmek istemiyorum diye geçirmiştim içimden. Sadece altı senede ölüme olan bakış açımın bu kadar değişmiş olması çok tuhaf değil mi?’’ Soran gözlerle kocasına baktı. Adam karısının sesindeki titreşimden gözlerinin dolmuş olduğunu anladı. Ne kadar derin bakışları vardı ve gözleri… En derin yeşillerini saklıyordu ormanların. Ve ağaçların arasından süzülen güneş ışığı gibi sarı benekler vardı gözlerinde. Girdiği her ortamdaki kadınları kıskandıracak kadar sarı saçları ve muhteşem bir havası vardı. Adam karısına saygı duyuyordu. Kadın bu saygıyı hiçbir şey yapmasa da hak ediyordu, girdiği her ortamda da görüyordu zaten. Kadının eli karnına gitti istemsiz. Daha bir ay önce öğrendiği minik mucizesine dokundu. Orada bir kalp attığını bilmek inanılmaz bir şeydi. Alışamamıştı henüz. Aslında böyle bir dünyaya çocuk getirme fikri her ikisini de ürkütse de kimse bir şey söylemiyordu yanlış anlaşılmamak için. En çok bebeğine belli etmekten korkuyordu bu düşünceleri. Annesi tarafından istenmediğini düşünebilir, hissedebilirdi. Henüz minicikken bile kalbi atmaya başladığı an annesiyle o muhteşem bağ oluşmuştu bile. Yol çok uzun sürmüştü. Daha dün annesiyle yaptıkları konuşmayı hatırladı kadın ‘’ annem bir kez bile sarılmadı bana. Tam elli iki yaşındayım. Bir kez kızım deyip sarılmadı.’’ Demişti annesi her kelimeden sonra binlerce cümle akıtarak. Ben anneme benzemek istemedim, sizi sevmek istedim, pek farkım olmadı yine de’’ demişti sonra. Şimdi kadın aynı şeyi düşünüyordu. Ben annem gibi olmamalıyım, evladımı sevmeli, ona sarılmalıyım. Başka türlü olacaksa nasıl anne olacağım ki? Nesillerdir anne kız ilişkileri sağlıksız ilerliyor ailemizde.’’ Dışarıda akıp giden manzaraya baktı kadın. Ne kadar değişmişti yollar, hatta toprak bile. Hava değişir mi? yıllardır görmediğinden hava bile değişmişti sanki. Memleketine yabancı olarak gidiyordu. Anneannesini toprağa verip iki gün sonra kendi koşturmacasına dönecekti. Hayat yine devam edecek, zamanla acılar hafifleyecek, ölenler unutulacak, kalanlar yaşayacaktı. Annesini düşünmeden edemiyordu. Kim bilir ne haldeydi ? Kozan giriş tabelası göründüğünde gerildi kadın. Ellerine ve tırnaklarına baktı. Ojelerimi bile silmemişim diye düşündü. Kocasına baktı tekrar. Nasıl da sakin görünüyordu. Nasıl da fedakardı. Hayran olmamak ne mümkün diye geçti kadının içinden. Uykusuzluktan ölecek ama belli bile etmiyor. Hamile olduğunu öğrenmese şimdi cenazeye yalnız gidecek olduğunu düşündü. Boşanmış olacaklardı. Adamın haberi bile yoktu bundan. Hayat ne kadar tuhaf ve seçimlerimiz diye düşündü kadın. Gelecek; belirsizliklerle dolu bir yoldu. Her yol ayrımında doğru seçimi gösteren tabelalar bulmayı ummak dışında yapılacak bir şey yoktu. Sonra olanlar çok hızlı oldu aslında. Araba birden havaya kalktı ve takla atmaya başladı. Kadın ne olduğunu bile anlamadan önünde açılan hava yastığını gördü ve eli karnına gitti, bebeğini korumaktan başka düşündüğü hiçbir şey yoktu. Yolun karşısına kadar takla attı ve çok sert bir çarpmayla ters durabildi araba. Kadının son gördüğü kocasının kanayan başı oldu. Gözleri kapanırken gülmek istiyordu, kahkaha atmak hatta. Anneannesinin cenazesine diye çıktıkları yoldu bu. Yanlış giden bir şeyler olmuştu.

16

YAZARKAFA


Anıl Öztürk

Hezekiel Düşler Hey gidi günler hey gidi filozof Çoğunlukla gülünç olabilir Otobüste kafanı tavana çarpmak Hey gidi günler hey gidi dinazor Neslin belki tukenebilir Çünkü kola şişelerine kum doldurmak Hey gidi günler hey gidi cumburlop Cehalet sana metazori yapabilir Çünkü yarıma ceyrekle cevap vermek Hey gidi günler hey gidi hulahop Küçük bir kız çevirir Ve gözlerine bakamadan leyla sevmek Hey gidi günler hey gidi hey ! Svastika çilesi ve çerağların kuzusu Hey gidi günler hey gidi günler hey Mevlana cami ve bu konuda levami Hey gidi günler hey gidi hey Vur ötekine bir de peynir Aşk ve şaraba dair

YAZARKAFA

17



12 MAYMUN FİLM İNCELEMESİ Ali Kılınç

Yönetmenliğini Terry Gillia’ın yaptığı, başrollerinde Brad Pitt, Bruce Willes ve Madeleine Stowe’un yer aldığı 1995 yapımı bilim kurgu filmi. Film 1995 yılında bir grup bilim insanı tarafından geliştirilmiş bir virüsün insanlığın çok büyük bir kısmını yok etmesinin ardından geriye kalmış az miktardaki insanın zamanda yolculukla olayı ve virüsün yayılımını engelleme çabalarını anlatmakta. Film özellikle çekildiği dönem ve o dönemin teknolojisi düşünüldüğünde iyi kurgulanmış ayrıca filmin son sahnesini en başında ve film içerisinde yer yer görsek de bana göre filmin sonu biraz açıkta bırakılmış özellikle sondaki kadının “Ben sigortacıyım” ifadesi insanda büyük merak uyandırıyor. Filmimiz, insanlığı yok etme çabasına girmiş bir grup psikopatın (Bu yönüyle Kingsman’a ilham kaynağı olmuş olabilir) bunu kısmen başarmasını ve yaşayan az sayıdaki insanı da yer altına itmesini konu almakta. Filmde bir ses kaydı söz konusu ve bilim insanları yer altında hapishane tarzında bir yerde kalan insanları yer üstüne incelemeye ve orda başarılı olanları da ses kaydının yapıldığı zamana göndermeye çalışmaktadırlar. İlk birkaç denemede başarılı olamasalar da sonunda başarılı olurlar ve kahramanımız James’i(Bruce Willis) 1996 yılına göndermeyi başarırlar. Kahramanımız geçmişe ve yeryüzüne uyum sağlamakta oldukça zorlanıyor. Pek çok zamanda yolculuk temalı filmde gördüğümüz, yolculuğu gerçekleştiren insanın yaşadığı psikolojik travmaları kahramanımız da yaşıyor. Zamansal ve boyutsal değişikler kahramanın algısındaki gerçekliği değiştiriyor ve dönem dönem kendisini deli olduğuna ve yaşadıklarının bir hayal ürünü olduğuna inandırıyor. Film boyunca filmin herhangi bir anında yaşanmış olay ilerleyen zamanlarda başka bir olayla bütünlük sağlıyor ayrıca film boyunca olaylar genelde tahmin ettiğimizin aksi yönünde gerçekleşiyor. Filmin sonuna geldiğimizde ise yaşanmış birçok olayın aslında neden yaşandığını kavrıyoruz ve kafamızda tam bir bütünlük oluşmuş oluyor. Filmin sonunda yaşanılan olayların zamanda yolculuk yapan kişi ya da nesnelerle tam bir bütünlük sağlaması ve olayların tam bir döngüye girmesi (ki bence burada Predestination’a ilham kaynağı olmuş olabilir) insanda büyük bir merak uyandırmakta bu yönüyle filmin bende oluşturduğu en büyük soru işareti eğer zamanda yolculuk olmasaydı olaylar böyle gelişmeyecekti ve olaylar böyle gelişmeseydi zamanda yolculuğa ihtiyaç duyulmayacaktı düşüncesi oldu. Film genel hatlarıyla ve çekildiği dönemin şartlarıyla düşünüldüğünde bence tam bir baş yapıt niteliği taşımakta özellikle zamanda yolculuk temalı film severler için mutlaka izlenilmesi gereken bir film olduğunu düşünmekteyim. YAZARKAFA

19



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.