Yazarkafa / Sayı:22, "Beat Kuşağı"

Page 1

Üç Aylık Edebiyat - Sanat Dergisi

Yıl: 4

Sayı: 22

ISSN: 2149-4967

YAZARKAFA Temmuz-Ağustos-Eylül 2018

22

SEDA SUNA UÇAKAN - UFUK S. YÜKSEL - GİZEM AKTAN - GÖKHAN TOKER - OZAN BAYGIN EKİN METİN SÖZÜPEK - SLYVAN CLOWNSON - GÖKAY B. KÜPELİ - ANIL CİHAN - CAN KORUR ANIL ÖZTÜRK - ARMAĞAN ALTAY - ARZU ŞEN - UMUT TOLGA BULUT - DORUK KİREZCİ EMRE TAŞ - EMİNE ÇELİK - BAKİ DEMİRTAŞ - İKBAL YORULMAZ - MELTEM DAĞCI - SAMET BALTA


İÇİNDEKİLER

Sunu

Samet Balta

3

Ufuk S. Yüksel

4

Çev. Seda S. Uçakan

7

Ozan Baygın

8

Timhoty Leary

9

Slyvan Clownson

10

Rock’n Roll’un Vücut Bulmuş Şair ruhu / Dosya

Gökhan Toker

12

Rumi’nin Saykodelyası II

Ozan Baygın

14

Çev. Seda S. Uçakan

16

Gizem Aktan

17

Anıl Cihan

18

Ekin M. Özüpek

19

Kaos’un Kutsal Kitabı / Kitap

Samet Balta

20

Aşk Semtleri / Şiir

Anıl Öztürk

22

Armağan Altay

23

Umut Tolga Bulut

24

Aynı Değil / Şiir

Emre Taş

25

Lab. Exp. / Şiir

Gökay B. Küpeli

26

Gökdelen / Şiir

Can Korur

27

Meltem Dağcı

28

İkbal Yorulmaz - Emine Çelik

31

Umut Tolga Bulut

32

Baki Demirtaş

33

Arzu Şen

36

Yeni Başlayanlar için Beat Kuşağı / Dosya Kerouac’ın Korkulu Yolculuğu I / Dosya Tutulma Üzerine / Dosya DNA’nın Tarih Öncesi Kökenleri / Şiir Çetin Ceviz / Anlatı

William Burroughs’un Nefret Mektubu / Dosya Chimney Sweeper / Şiir Uzaylılar da Aşık Olur / Şiir Kulağımda Küsür Yılın Kiri / Şiir

Gün / Şiir Kahvehane Hikayeleri / Öykü

Röportaj / Ümit Ünal Susma Hakkı-Kurtar Bu Şehri / Şiir Avaz / Şiir Sinemasal Edebiyat / Sinema İzlenilmesi Gereken Bir Belgesel / Yakın Plan

2 YAZARKAFA


YAZARKAFA Üç Aylık Edebiyat-Sanat Dergisi Yıl: 4 Sayı: 22 ISSN 2149-4967 Genel Yayın Yönetmeni: Samet Balta Editör: Armağan Altay Grafik Tasarım: Grotesk Kapak Tasarım: Hayri Güntek

SUNU İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman, günün yüzlerce cebi vardır. *Nietzsche

Ağustos 2014’te Yazarkafa ile çıktığımız edebiyat yolculuğu, dergimizin bu sayısı ile birlikte 4. yılını doldurmuş bulunuyor. Yayın hayatımıza başladığımız günden bu yana, iyi edebiyat ile edebiyat ve kültür dünyamıza katkıda bulunmaya çalıştık. Sayfalarımızda birçok önemli yazar, şair, filozof, aydın, yönetmen, oyuncu ve en önemlisi genç yazar ve şair adaylarına yer verdik. Hem onlar hem de bizim için bir okul oldu Yazarkafa.”Bugün, dünün öğrencisidir” demiş P. Cyrus; biz de geçen dört yılımızdan çok şey öğrendik ve hala öğreniyoruz. Yayın hayatımız boyunca bizlere kalemleri ile emek vermiş/veren kalemşörlere ve siz değerli okurlarımıza çok teşekkür ediyoruz.

Dergi Merkezi: Mithat Paşa Mh. Osmaniye Cd. Kodaman İş Merkezi no: 20 Z08 EDİRNE İLETİŞİM: Tel: 0544 261 5131 E-mail: dergi.yazarkafa@gmail.com yazarkafa@outlook.com Baskı: Bizim Dijital Matbaa ANKARA Yayıncı: Epizot Yayınları Adına: Samet Balta Her Hakkı Saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonlar elektronik ortamlar da dahil olmak üzere izin olmaksızın kullanılamaz. Dergi Fiyatı: 10 TL Kurumsal Aboneliklerde Yıllık Abonelik Bedeli: 50 TL

4. yıl özel sayımızın içeriğine gelirsek; Dergimizin bu sayısında, sizleri “Beat Kuşağı” dosyası ile selamlıyoruz. Ozan Baygın’ın koordinatörlüğünde hazırlanan Beat Kuşağı dosyamızın ilk yazısı Ufuk S. Yüksel’den: “Yeni Başlayanlar İçin Beat Kuşağı.” Devamında ise Seda Suna Uçakan’ın çevirisi ile “Kerouac’ın Korkulu Yolculuğu (I) ‘nu okuyacağız. Dergimizin 20. sayısında Ozan Baygın’ın kaleminden okuduğumuz “Rumi’nin Saykodelyası” nın devamı ise bu sayımızda yer alıyor. Gökhan Toker, Jim Morrison’dan bahsetti: “Rock’n Roll’un Vücut Bulmuş Şair Ruhu: Jim Morrison” Slyvan Clownson da “Çetin Ceviz” ile dosyamıza katkıda bulunan diğer isim. Dosya konumuzun şiirlerini ise Gizem Aktan, Anıl Cihan, Gökay B. Küpeli, Ekin Metin Sözüpek, Anıl Öztürk ve Can Korur kaleme aldı. Meltem Dağcı, “Bana Göre Kıyamet” kitabının yazarı, Ümit Ünal ile güzel bir sohbet gerçekleştirdi. Bu sohbeti dergimizin röportaj sayfalarında okuyacağız. Değerli hocamız, Baki Demirtaş yine çok özel bir yazı ile karşımıza çıkıyor: “Interstellar/Yıldızlararası Filminde Görülen Kitaplar ve Filme Etkileri” Armağan Altay, Umut Tolga Bulut, Arzu Şen, Emre Taş, İkbal Yorulmaz ve Emine Çelik ise dergimizin bu sayısına yazı ve şiirleriyle katkıda bulunan isimler. Keyifli okumalar.

Samet BALTA YAZARKAFA 3


YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN BEAT KUŞAĞI

Ufuk S. Yüksel

Beat Kuşağı’nın felsefi açıdan özünü varoluşçulukta bulmaktayız. Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimler düşünsel alanda bu fikirleri ilk işleyenler oldular. 20. yüzyılın dinmek bilmeyen bunalımları ve iki dünya savaşı, adı koyulamayan bir şeyin ortaya çıkmasına neden olmuştu. “Yabancılaşma”, “özgürleşme” ve “bulantı” gibi sözcüklerle tanımlanabilecek bu şey, Beat Kuşağı’nda sonsuz “yaşam coşkusu” olarak vücut bulacaktı.

BEAT KUŞAĞI NEDİR? “Beat Kuşağı” genel olarak Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs merkezinde olmak üzere edebiyatla ilgilenen ve Amerika’nın dört bir yanında geniş arkadaş grupları oluşturarak sınır deneyime çok farklı araçlarla yaklaşan topluluğu tanımlamak için kullanılır. Bu süreçte özellikle bir grup oluşturma amacının olmadığı ve burada oluşan karmaşık ilişkilerin yolda, kendiliğinden oluştuğu görülür. 1940’larda, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası demiryollarına kendini vuran hobolar gibi amaçsızca otostopla Amerika’yı dolaşmaya başladılar. Gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanıştılar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York City merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco‘da toplandılar. 50’li yıllarda bu grubun edebi

4 YAZARKAFA

çalışmalarının ve yaşam tarzının gençlik üzerinde etkisi çok büyük olmuş ve 50’lerdeki bu kıvılcımdan görkemli 60’lar doğmuştur. Dolayısıyla bize “Beat Kuşağı”nı bir grup edebiyatla ilgilenen arkadaş olarak almak yerine 50’li yıllardan 60’ların sonuna dek uzanarak Woodstock’la zirve yapan ve her alanda sınır deneyime doğru ilerleyen, kültürel anlamda insanlık tarihinin “Altın Çağı” olan dönemi yaratan kuşağı almak daha doğru görünmektedir. 60’lı yıllarda yükselen underground kültürün arka planına baktığımızda hep Beat Kuşağı’nın izlerini görmekteyiz. Jim Morrison, Bob Dylan, John Lennon gibi isimlerin yaşam tarzlarında doğrudan bu anlayışı görmek mümkündür. Beatler, Buda’yı ve meditasyonu Amerika’ya tanıttılar. Onlar, gençliği özgürleştirdiler ve insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine davet ettiler. 60’ların ikinci yarısında on binlerce gencin akın akın Hindistan’a doğru yola çıkması,

Batı’nın mekanik yaşam formlarından topluca kaçış anlamına geliyordu ve başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimiydi. Bu dönemde Jim Morrison “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz” diyerek, arayışın ne denli büyük olduğunu göstermekte ve daha fazla beklenemeyeceğini ifade etmektedir. CİNSEL DEVRİM ve “ORGONE” Viyana’da olduğu dönemde W.Reich’ın araştırmalarını inceleme fırsatı bulan W.Burroughs onun psikoloji ve enerjiyle ilgili keşiflerini Beat Kuşağı’na tanıtan isim oldu. W. Reich bütün evrenin şekillendiricisi olan yaşam enerjisinin(Orgone) kaynağını bulmuştu ve yaptığı çalışmalar bu alan üzerine yoğunlaşılırsa kanserin tedavi edilebileceğini ve sistem tarafından sakatlanan bireylerin iyileştirilebileceğini gösteriyordu. Wilhelm Reich’ın tanımladığı cinsel devrim, bu alanda Beat Kuşağı’nın yol göstericisi oldu. Çünkü cinsellik öyle dominant bir alandı ki,


cinsel açıdan yetersizlikler-sapmalar-yoksunluklar bireyi nevrotik bir evreye götürerek özünü parçalıyor ve toplumsal açıdan ciddi problemlere neden oluyordu. Beat Kuşağı’nın buradaki en önemli çıkışı geleneksel aile kavramını yıkarak oldu. Onlar aşık oldular, defalarca delicesine aşık oldular ama bunu seremonilere boğarak, kurallara dayalı sıkıcı bir ilişkinin parçası yapmaktan kaçındılar. EDEBİYAT Beat Kuşağı’nın sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılanıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır. Beat Kuşağı yazarlarının ve şairlerinin ilk eserleri, alışılmadık üsluplarından ve içeriklerinden ötürü sansürlendiler. 1950’li yıllarda bu nedenle onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi. 1960’lara girilirken Beat Hareketi, Amerika’da yeraltı gençliğinin en büyük ilham kaynağı olmuş ve müzikten sinemaya, şiirden romana her alanda etkisini göstermeye başlamıştı. 60’ların öne çıkan müzisyenleri Beat Kuşağı’ndan ciddi anlamda etkilendiler. The Doors, Bob Dylan, the Rolling Stones, the Beatles, Pink Floyd gibi gruplar yaptıkları deneysel çalışmalarla Beat Kuşağı’nın gelenek yıkıcı-muhalif karakterinin müzikteki temsilcileri oldular. Mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri merkezine

Çizim: Hayri GÜNTEK

koyan Hippiler doğrudan Beat Kuşağı’nın derin etkisi altındaydılar. Amerika ve Avrupa’daki 68 hareketleri de eylem pratiğinde Beat Kuşağı’nın tavrına yakın bir duruş sergilemektedir. 60’lı yılların iyimserliği, coşkusu ve deneyselliği yerini 80’lerde sanat da dahil olmak üzere her şeyin mekanikleştirilmeye çalışıldığı, gerici bir döneme bıraktı. Bu değişim, Beat Kuşağı’nın pratikte sonu olacaktı. 60’LI YILLAR 60’ların Londra’sı, underground kültürün başkentiydi, burada oluşturulan kültürün New York’taki Beat çılgınlığıyla birleşmesi dünyayı değiştirdi. Bu kuşaktaki arayışın merkezinde ilk insandan bu yana nesilden nesile aktarılan trajediler, öyküler, acılar, travmalar vardır. Yol insanlığın “kolektif bilinçaltı“dır.

Londra’daki müziksel uyanışın Amerika üzerinden yayılarak dünyayı değiştirmesi, Beatlerin San Francisco, Denver, NYC’deki etkilerine benzer. Onlar siyasi partiler, kuramlar ve ideolojiler silinirken, yaşam coşkusunun ölmez bir ateş olarak kuşaklar boyunca yanacağını fark etmişlerdi. 60’lı yıllar, Beat Kuşağı’nın yazınsal ve düşünsel açıdan dolaylı yoldan büyük etkisi üzerinden okunabilir. Dönemin en büyük müzik grubunun adının the Beatles olması da bu anlamda tesadüf değildir. Çünkü 60’lar yaşamın yeni ritminin(beat(ing.):vuruştempo) keşfiydi. Cinsellikte, edebiyatta ve müzikte… Beat Kuşağı’nın bilimsel özü olan Wilhelm Reich ve felsefi özü olan Zen Budizmi the Beatles başta olmak üzere dönemin müzik grupları üzerinde büyük et-

YAZARKAFA 5


kiye sahipti. Yaşam tarzı olarak the Beatles üyeleri bir açıdan Hippilere de yakındılar. “Hippilerin ve Beatniklerin kralı” olarak nitelenen isim ise Jack Kerouac’tır. 60’lı yılların ikinci yarısıyla birlikte, on binlerce Amerikalı ve Avrupalı genç Doğu’ya doğru yola çıktılar(Roger Waters da 17 yaşında bu yolculuğa çıkmıştır.). Nihai hedef mistisizmin merkezi olan Hindistan’dı. Bu çok uzun ve derin gizemlerle örülü rotada gerçekleştirilen yolculuk, Beatlerin 40’larda ve 50’lerde yaptıkları yolculukların bir anlamda kitlesel olarak yeni bir rota üzerinden yenilenmesiydi. Ortaya çıkan manzara sıra dışıydı. Arayışın peşinde mistisizme, Zen’e ve aydınlanmaya doğru akın akın giden yüz binlerce genç… Bu parkurun büyük kısmı otostop yolculuklarıyla ve ortak olarak ayarlanan minibüslerle ve arabalarla tamamlanacaktı. BEAT KUŞAĞI ve YOL Beat Kuşağı yazarları ve şairleri, alışıldık edebiyatçıların ötesinde bir kişiliğe sahiptiler. Onlar

6 YAZARKAFA

için edebiyat hareket halindeyken, yolda üretilen bir şeydi. İçlerinde bazıları(mesela Neal Cassady) ise bir şeyler yazmak yerine hayatlarını romanlara yaklaştırmayı tercih ettiler. Bir Beat gibi yaşayan Jim Morrison da 27’sine dek yapılabilecek her türlü çılgınlığı yaparak ölümü kucaklamayı seçmişti. Peki “Yol” neden Beat Kuşağı için böylesine kutsal bir anlam kazanmıştır? Bunun birkaç nedeni var. Yol, sonu gelmeyen arayışın simgesidir ve Beat Kuşağı’nın felsefi özü olan Zen, dinamik meditasyon yöntemleriyle bu anlamı bulma üzerine kuruludur. Oysa anlam bir hedef olamaz. Anlam arayışın kendisindedir. Bu coşku onları Kuzey Afrika’ya, Viyana’ya, İstanbul’a, Uzakdoğu’ya, Paris’e ve dünyanın en uç köşelerine dek götürdü. FİLM ÖNERİLERİ Doğrudan Beat Kuşağı’nı anlatan On the Road, Naked Lunch, Howl, Big Sur gibi filmlerin yanında o döneme dair çok sayıda kült film bulunmaktadır. Fear and Loathing in Las Vegas, Easy

Rider, Ask the Dust, Midnight Cowboy, American Graffiti, Das Wilde Leben, After Hours, The Dreamers Beat Deneyimi’ni merkezine koyan filmler arasındadır. KİTAP ÖNERİLERİ Beat Kuşağı’nın felsefi, bilimsel ve edebi açıdan etkilerini anlamlandırabilmek için Kerouac, Burroughs ve Ginsberg’ün eserleri ile birlikte Wilhelm Reich’tan “Dinle Küçük Adam”, Nietzche’den “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, Kafka’dan “Mavi Oktav Defterleri” ve kısa öyküler-notlar, Jack London’dan “Demiryolu Serserileri”, John Fante’den “Toza Sor”, Sartre’ın “Bulantı”sı ve Celine’den “Gecenin Sonuna Yolculuk” incelenebilir. Ülkemiz edebiyatından Kinyas ve Kayra, Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar ve Yeni Hayat’ta da bu etkileri görmek mümkündür.


KEROUAC’IN KORKULU YOLCULUĞU I Beat kuşağı içinde en kötü şekilde anılan Beat’in kralı Jac Kerouac East Village, 170 East Second sokağında hayatında ilk kez sihirli mantar denerken 1961 yılının Ocak ayında John F. Kennedy Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı olarak ilan edildi. Bu deneyim, Allen Ginsberg ve Timothy Leary ‘nin başının altından çıkmıştı. Bu aşamada Jack Kerouac, Beat ve akabinde düzen karşıtı kültürel hareketlere karşın iyice huysuzlandı ve hippilere karşı duyumsadığı onları aşağılama ve bir küçümsemeden fazlası olmadı. Leary önceki yıl Ginsberg’in ilgisini Psilobin’e çevirmişti ve şimdi Harvard Profesörü, bu maddenin yaratıclık üzerindeki etkisinin kayıtlarını tutuyordu ve bu ilaçtan bir çift tabi ki Jack Kerouac’ın doğal yazıları üzerinde nasıl bir etki bırakacağını deneyimlemek için ona ulaşmıştı. Ancak bu buluşma pek de iyi gitmez ve en çok Leary’nin ilk “Korkulu yolculuğu” olması ve Kerouac’ın çağdaş düzen karşıtı kültürel hareketlerden gittikçe daha da uzaklaşmasının diğer bir örneği olarak bilinir. Bu sahne muhtemelen yolculukların en alasını yaşamak için kurulmadı. Kerouac, Leary Ginsberg’in dairesine vardığında her zaman olduğu gibi sarhoştu. Lucian Carr ile şehrin farklı yerlerinde içmişti ve çoktan şarhoş olmuştu. Ginsberg’e göre, o ikisine birden “ Bu komunist ibne-

yi ve ilaç dolu çantayı yanında gezdirerek ne haltlar yiyorsun Dr.Leary ? Senin ilaçlar, Tanrının tek oğlu olan sevgili İsa Mesih’in çarmıhta hayatını feda ettiği ölümlü ve ehemmiyetsiz günahları yok edebilir mi? “ diyerek onlarla alay ediyordu. Ginsberg basitçe yanıtladı: “Neden öğrenmiyoruz? “ Kerouac Leary’e “ Ben beatniklerin kralıyım! Ben François Villain’im, açık otoyolun hovarda haydut şairiyim. Ben tenör daktilomdan sana doğaçlamanın kralını çalarken beni dinle.”diye bağırarak sarhoş bir aptal gibi davranmaya devam etti. Psilobin ilaçlarını almasının ardından Kerouac, yumuşadı ve Leary ile daha iyi geçinmeye başladılar. Yerde kar olduğunu farkettikten sonra, oval bir çavdar ekmeğini kapıp, sokağa futbol oynamaya çıktılar. Dan Wakefield Kerouac’ın psilobin yolculuğunun bir diğer tanığıydı. Ginsberg ile herkesin de malumu olduğu üzere tutkusu marihuanayla ilgili bir röportaj yapmak için onu ziyaret etti ve Kerouac’la Leary’i de orada buldu. Leary, Wakefield’i “Bilimsel bir deney” yaptığı konusunda bilgilendirdi ve gazeteciden kalıp, tarih yazışlarına tanık olmasını rica etti. Leary, Kerouac’ın apaçık sarhoşluğuna rağmen edebiyatta bir tarih yazıldığına, onun halüsinajen ile karışmış “vurucu şiir gücü”nün bir tür gerçek epik şiirle sonuçlanacağına gerçekten de inanmış

görünüyordu. Leary Wakefield’a genelde konuklara pek de iyi davranmayan Kerouc’la konuşmasını istedi çünkü ilacın onu bir “kuzuya” çevireceğinden emindi. Ancak Kerouac, Wakefield’e, kendisinin şarhoş şiir okumalarından biriyle ilgili alaycı bir makale yazdığını hatırlattı ve onu “pencereden atmakla tehdit etti”. Wakefield, tehdidin ardından evi terketmek istedi ama Leary onu kalmaya ikna etti. Kerouac’a bir kalem verdiler ve yazmasını söylediler. Herkes yeni bir edebiyat zaferi beklentisi içinde izledi ancak Kerouac sırtını döndü ve reddetti. En sonunda daha fazla ilaçtan mahrum edileceği tehdidi ile bir şey üretme konusunda ikna edildi. Sonuç, sayfaya gelişigüzel çizilmiş düzinelerce çizgiydi. Tek bir keilme dahi yazılmamıştı ama Leary buna güldü geçti ve yaratıcılığın sonradan gelebileceğini iddia etti. Yolculuğun bir noktasında, Ginsberg ve Leary mantarların zihin üzerindeki önemini açıklamaya bir kere daha yeltendikten sonra, Kerouac pencereden dışarı baktı ve muhteşem bir şekilde : “ Su üzerinde yürümek bir günde inşa edilmedi” dedi...

(Kaynak: beatdom.com) Çeviri: Seda Suna UÇAKAN

YAZARKAFA 7


‘TUTULMA’ ÜZERİNE (Ara Vavien Tutanağı) Sanrıyla gerçeklik arasında, yakınken gerçeğe daha, yer yarıldı ve iki uzuv çıktı meydana, saçları süzülen ejderha sofrasında oda. (20:48) –ışık kırıldı ve iki perde indi geceyeSisli bir düş yolculuğunda, mağaramı aydınlatan güneş uykuya dalıyor sessiz ve usulca. Bukalemun branda renk değiştiriyor, renk değiştiriyor gözlerimin beyaz korneası. (21:03) Met ve aleminyumdan parlayan imgelerin beyaz ışıkları, imgelerin parıldayan gümüş balığı gibi günyüzüne çıkması, beyaz leblebi gibi yere çakılan dolular (21:48) duvarda asılı duran sert bakışlı adamın gazabında harcanan birkaç duman, kutsal kaktüsler ve kutsal bitki töreni ve kutsal mantarlar ve “kudretli halüsinasyonlar”. (22:33) Hiçlik makamında, Peru’da, 1950’lerin sonunda kutsal bir sivrisinek; fısıltıların yükselen desibeli ve üzerliğin ondördüncü gününde… William Blake kutsal bir anıdır artık! William Blake kutsal bir ışık artık! histerik düş ve düşüşlerimin de etkisiyle ortaya çıkan hafif yorgunluk belirtisi, uykusuzluk öncesi çekilen o sert duman, -duman kapanı, dudaklarım serotonin çatlaması, göz görülerim -dopamin yükselişinde göğe… (23:02) Saat -sıfır üç yirmi dokuz sessizliğimi dinle! NİSAN 2018, DÜNYA Ozan BAYGIN

8 YAZARKAFA


DNA’NIN TARİH ÖNCESİ KÖKENLERİ

Onun yükselişi parlak değil, Batışının karanlık olmadığı gibi Bitmeyen, durmayan Sonsuz sürerleriyle köklere hesapsızca dal budak sarıyor Yaşayan her şeyin kıvrım kıvrım dolanışlarını durmadan yayıyor Kendisine dönen suretsiz varlık kadar gizemli zihinlerin ötesine geri sarıyor biz yalnızca varlığın yokluktan, yaşamın sarmal boşluktan ibaret olduğunu söylüyoruz. - Saykodelik dualardan Timothy Leary

Çeviri: Seda Suna UÇAKAN

YAZARKAFA 9


ÇETİN CEVİZ

Sylvan CLOWNSON

Yine sert bir kroşe. Bahar acımasız dövüşüyor. Düştüm düşeceğim. Ne kazanmamı bekleyen, bütün parasını bana basmıış bir taraftara ne de maç bittikten sonra boynuma sarılacak bir Edriyın’a sahibim. Fakat lüzumsuz bir inatla direniyorum. Her şey çok anlamsız. Kazanmaya yahut ayakta durmaya çalışmak. Yeni ataklar çıkarmak için rakibin açığını kollamak. Rakibim çetin ceviz. Her yıl aynı ring, aynı teknik. Hep aynı nakavt. Benimkisi anca laf… Bir anlık açıklık bulsam, o aradan bitirici darbeyi vurabileceğim anı beklerken her dövüşü kaybettim. Ben bunları düşünedurayım karaciğerime yediğim darbenin ardından öne eğiliyorum. Ve aparkat! Işık zihne girdikten sonra her şey çok nettir. Az önce boyun eklemlerimin arasındaki boşluklardan çıkan çıt sesinin sonsuz bir saniyenin başlangıcı olduğunu biliyorum. Her şeyin yanan bir film şeridi gibi eriyip karanlığa gömülmesine ramak kala zihnimde hissettiğim bir rahatlamayla buna vakıf oldum. Birazdan bilincim kapanacak. Kollarım cansız, iki yanımda açılarak savrulacak. Yüksek bütçeli bir filmde yönetmenden dayak yemiş bir figüran gibi dönerek havalı bir şekilde düşeceğim. Şu an direniyorum ama benimkisi boş bir deneme. Pasif bir direniş. Bir şeylere dikkat çekmek için çengele taktığı etiyle hatırlanan kadın… Amaçsızca bir noktada duran adam, çevresinde onun amaçsızlığını desteklemek için duran insanlar... Forest Gump’ın öylesine çıktığı yürüyüşte peşine takılan kalabalık… Sosyal mesaj kaygısıyla, çöpünü çöpe, tuvaletini tuvalete yapması için eğitilmiş, bir insan gibi davranmaya zorlanmış köpek… Yaptığın şeyler hiçbir şeyi değiştirmeyecek ama onunla hatırlanacaksın. Nakavt olmak üzere olan hiçbir boksör böyle düşünmez. Ama durum böyledir. Işık zihne girdikten sonra utanç, sevinç, yenilgi yahut zafer yoktur. Kalan hayatında sağlam bir nakavtla hatırlanmayı umursamazsın. Gözünde ışıklar çakıyor. Flaşlar patlıyor. Bitirici darbeyi çenende hissediyorsun. Bir anlığına sembol oluyorsun ama bir süre sonra kimse siklemiyor. Zamanında büyük bir adamsın, heykelin dikiliyor ama bi yandan da tepene kuşlar sıçıyor. Ben alışkınım. Umursanmamaya değil, kroşelere ve acısını unutmaya alışkınım. Bunu da unutacağımdan emin; kuğulardan dayak yemiş bir balerin edasıyla zemine doğru süzülürken kimleri unuttuğumu, kimlerden dayak yediğimi düşünüyorum. Hakem sayıyor;

10 YAZARKAFA


1! Sadece bir kez karşılaştığım insanları düşünüyorum. Hepsini unuttum. 2! Eski aşklarımı ve onları unutmak için nasıl çaba harcadığımı. 3! Hey! N’oluyor be! Bunlarla zaman kaybetmemeliyim. Düşüyorum ulan! Hemen toparlanmalı ve döşümü dövmek için sıktığım sol yumruğumu baharın çenesinin altına gömmeliyim. 4! Aslında 8 gibi kalksam yetişirim. İki saniye sağlam bir aparkat için yeterli bir süredir. Bir yumrukla nakavt olan her boksör bunu iyi bilir. 5! Ama benim üç saniyem daha var. 6! İki saniye daha bu bilinçsizliğin tadını çıkartacağım. Yerin tadı dudağımdaki kanın metalik tadına karışık. Geçen her bahar bu tadı daha da sevmeye başladım. 7! Şu an bir bahar günü öleceğimi anlamış bulunmaktayım. Bir gün bu tadı öyle seveceğim ki, toparlanmak için 10 saniye yetmeyecek. Ama o gün bugün değil. 8! ZBAM! Şu karşıdaki, gözbebekleri geriye dönmüş, dili ağzının yanından sarkmış geriye doğru düşen adam hakem. Evet, yine tutturamadım. Ona öyle şiddetli vurdum ki uzunca bir süre toplumdan men edileceğim. Yine yanlış hedef. Kahretsin! Hakem düştüğü yerden sayıyor. “Senin ananı, avradını, soyunu, sopunu…” Mavi köşede her renkten şortuyla bahar, lastiklerden güç alarak geriniyor ve üzerime doğru koşuyor. İşimi bitirmeye kararlı. Ben zaten son atışımı hakem üzerinde kullandım. Baharın kalın önkoluna yüzümü dönerken kendi kendime söyleniyorum, “ama bu kurallara ayk…” Bir Amerikan müzikalinin final sahnesinde çalan bir müzik eşliğinde yükselen ışık bütün görüşümü kaplıyor. Işık zihne ulaştıktan sonra utanç, sevinç, yenilgi yahut zafer yoktur. İşin garibi, bu rakibini kahraman yapmaz. Çünkü genellikle kendi salaklığındır. Işık zihne girdikten sonra başına gelen her şeye kendi hatalarının sebep olduğunu bilirsin. Şimdilik yerde kalıp dudağım ve yüzümün yarısıyla zeminin tadını almaya çalışacağım. Bahar sert dövüşüyor ama en azından ringi karıştırmayı başardım. /18144 - istanbul (seyrelme.)

YAZARKAFA 11


ROCK’N ROLL UN VÜCUT BULMUŞ ŞAİR RUHU: JİM MORRİSON

The End, Break On Through (To The Other Side), Light My Fire, Love Me Two Times, Moonlight Drive, People Are Strange ve daha bir çoğu, evet aklınıza bu efsane şarkıları anımsadığınızda Rock’N Roll’un deli dâhisi, efsane isim Jim Morrison ve yine kendisi kadar efsane olan grubu The Doors gelir ve bu şarkıları dinlerken Morrison ruhunuzu ele geçirir ve sizi alır bulunduğunuz bu sıkıcı çağdan alır ve 60’lı yılların o ateşli dönemine götürür. Aldous Huxley’in ‘The Doors Of Perception’ (Algının Kapıları) kitabından etkilenerek ismini koyduğu grubuyla oldukça özgür ve bir o kadar asi müzik yapan Morisson’un hayatını ilk şekillendiren olayda aslında bir yol hikayesidir. Ailesiyle birlikte New Mexico yolunda giderlerken kaza yapmış ve ters dönmüş bir kamyon gören Morrison, o kazada ölen ve etrafa saçılan ölüleri görür ve dört yaşındayken bu durumdan oldukça etkilenir. O günden sonra orada ölen kızılderililerin ruhuna geçtiğini yıllar boyunca anlatır etrafındakilere... Sahnedeki asi ve kendine güvenli tavrıyla herkesi derinden etkileyen Morrison , her daim duruşu olan şiirden çok etkilenen ve hayranlarına çok değer veren bir isimdi, hatta sahnede

12 YAZARKAFA

Çizim: Hayri GÜNTEK

ilk tutuklanan rock ikonu ünvanıda kendisine aittir. Ona sadece bir solist demek haksızlık olur, o gerçekten Rock’N Roll’u dibine kadar yaşadı ve sevenlerine yaşattı. Şiirler yazdı, aşık oldu ve bunu en dibine kadar yaşadı, seks’i en uç noktalarda yaşadı ve psikedelik ilaçların en sınırsız noktalarına ulaştı, her türlü toplumsal normlara karşı çıktı ve özgürce ne hissediyorsa onları yaşadı Morrison. Dün ve bugün Beat Kuşağı’nın en önemli isimleri arasında anılan Morrison ayrıca Rock’N Roll’un Kızılderili ruhunu, Punk’tan Heavy Metal’e hatta Grunge akımına kadar buram buram işledi. Sahne Showları konusundaki asi duruşu bugünün sert metal akımlarını dahil etkiledi. . . Sahne ekipmanlarını darmadağın ettiği bir konserinde hızını alamadığı, seyircilere penisini gösterip mastürbasyon yaptığıda

Gökhan TOKER

bilinir. Şiddet, seks, alkol, psikedelik ilaç ve yolculuklar, intihar gibi temaları işleyen Morrison her daim baskı altında aynasızlarla da mücadele etmiştir ve bu anlamda da tabuları ilk yıkanlardan olmuştur. Rockstarlığın en zirvesidir Morrisson... Jim Morrison ruhu asilik ve başkaldırıdır. Karanlığa meydan okuyan bir ateşböceğidir o . Gerek sahnesindeki şovlardan gerekse şarkılarını yaşayarak söylemesinin etkisinden ve daha birçok sebepten sonra Morrison’ın sahneye çıkması 21 eyalette yasaklanmıştır. “Ben deri ceketli Rimbaud’yum. Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. Özgür hareket, davranış… Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. Sonuç yok, sebep yok. Yönlendirilmemiş, özgür eylem. Eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünür ve huzursuz olurlar, ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.” Evet kendisini çok iyi ifaede etmektedir ve oldukça da samimi ve çok daha fazlasıdır Morrison... Sözleri ve eşsiz müziği çok farklı bir güzelliktir, “Break on Through (to the Other Side),”,


“L.A. Woman,” “The End,” “The Crystal Ship”, “Light My Fire” genelde tüm dünyada klasik olmuş ve en sevilen şarkıları arasındadır. Psychedelic Rock tarzının yaratıcılarından olan bu efsane, ayrıca şair olarakta beat kuşağında çok özel bir yere sahiptir. Bu şiirler “Tanrılar, Yeni Yaratıklar” ve An American Prayer / Bir Amerikan Yakarışı kitaplarında toplanmıştır. The Doors ile efsane albümlere imza atan Morrison 6 yılda her yıl bir baş yapıta imza atmayı başarmıştır, bunlar : The Doors (1967), Strange Days (1967), Waiting For The Sun (1968), The Soft Parade (1969), Morrison Hotel (1970), LA Woman (1971)’dir. Bunca dolu dolu belki kısa ama oldukça etkili yaşamı ise maalesef 3 Temmuz 1971 de otel odasında küvette sona erer. Tıpkı en az onun kadar önemli olan diğer rock efsaneleri Jimi Hendrix ve Janis Joplin gibi 27 yaşında göçüp gitmiştir dünyadan. Ölüm sebebi olarak kalp krizi teşhisi konulur. (Uyuşturucudan öldüğüne dair iddialar da vardır. Fakat vücudunda bu bulguya rastlanılmaz.) Evet bu dünyadan bir Jim Morrison geçti ve gerek eşsiz müziği, gerekse tavizsiz şekilde yaşadığı Rock’N Roll ruhu sonsuza dek aramızda olmaya ve Kızılderililerden bizlere enjekte ettiği enerjisiyle gücümüz , isyanımız olmaya devam edecek. Kendisi Pariste Pere Lachaise mezarlığında uyumaktadır ama özgür ruhu kim bilir hangi alemlerde ve kaçıncı yolculuğundadır...

Jim Morrison’ın Sözleri Çatıları, duvarları yık, bütün odaları aynı anda gör! Şiddet her zaman kötü değildir. Kötü olan şiddete duyulan tutkudur. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey göremeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar. Kaybolmuş cenneti arayan bir adam, diğer dünyayı hiç düşlememiş birine aptal gözükebilir. İnsan kendinden korkar, kendi gerçeğinden; en çok da duygularından. Sürekli aşkın nasıl da harika bir şey olduğundan bahseder durur. Saçmalık. Aşk acıtır. Duygular rahatsız edicidir. İnsanlara acının tehlikeli ve kötü bir şey olduğu öğretilir. Peki, hissetmekten bu kadar korkarken aşk nasıl mevzu bahis olabilir? Acı, insanları uyandıran şey olmalıdır. Ama insanlar acılarını saklamaya çalışır. Bu yanlış. Acı saklanacak bir şey değil, yanında taşınacak bir şey olmalı. Çünkü acıyı tadarken kendi gücünü hissedersin. Herşey acını nasıl yaşadığında gizli. Asıl önemli olan bu. Acı bir duygu. Duyguların senin bir parçan. Senin kendi gerçeğin. Eğer duygularından utanır ve onları saklamaya çalışırsan toplumun senin kendi gerçeğini mahvetmesine izin vermiş olursun. Acını hissedebilme ve yaşayabilme hakkın için savaşmalısın! İçindeki şeytanı yak. Kendinizi en derin korkunuza maruz bırakın, o andan sonra, korkunun hiçbir gücü kalmaz ve özgürlüğün korkusu küçülüp kaybolur. İşte o zaman özgürsünüzdür. “Bir uçak kazasında ölmek güzel bir gidiş olurdu. Uykumda,

yaşlanınca ya da aşırı doz uyuşturucudan ölmek istemiyorum. Ölümü hissetmek, koklamak, tatmak, duymak istiyorum. Ölüm bize yalnızca bir kez gelecek, bu fırsatı kaçırmak istemem.” “Ben bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum. Herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız. Sonra? Boooooom ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar” Ölmeden evvel yazdığı sözler Kapıda biri var bir mütecaviz içeriye dalıyor kapıyı kırıp ne acı, ne de ölüm Biziz sadece, tekrar tekrar. İçeri geliyoruz tamam, arayın bakalım etrafı hiçbir şey bulamayacaksınız Tüm perspektifleri bir anda görmek her şey donduğunda ve sanki kendine doğru Morrisson’un Mezat Taşında ‘’ “Kata ton daimona eaytoy” Anlamı şudur ‘’ “içindeki kendi şeytanına dair” ya da “içindeki şeytana doğru” Evet Morrison Öldüğü günden beri ölümüne inanılmayan ve bıraktığı ruhla ölümsüzlüğün iksirini bizlerle paylaşan ve The End ‘i her dinlediğimizde 12 dakika boyunca sarsılmamızı sağlayan çok büyük bir isim, gerçekten kendisininde dediği gibi bir daha onun gibisini hiç görmedik ve onu asla unutmadık, asla da unutmayacağız…

YAZARKAFA 13


RÛMÎ’NİN SAYKODELYASI II

Mistik arınmanın en saf hallerini göz önünde bulundurmamın beni doğru çıkarımlara götüreceğinden emindim. Bu yüzden sufizmi incelemek bana ışık oldu. Doğu felsefesinin temeli, İslam mistisizmini anlamak ve “Celaleddin-i Rûmî”yi rehber edinmek beni incelemeye daha da çok yaklaştırdı. Rûmi’nin şiir, öykü ve öğretilerinin tamamını göz önünde bulundurarak bu yazımın temellerini iki sayı öncesinde zaten atmıştım. (Rûmî’nin Saykodelyası) Yeniden doğuş sanatı, kendini tanıma, ( Herokleitos’un “Kendimi aradım.” Diels, Fr.101 sözünden yola çıkarak bilgelerin etkileşim kaynaklarının aynı yoldan geçtiğine de şahit olabilirsiniz.), ideolojiyi, bilimi, sanatı ve insan gelişimini tek potada incelemektir Sufizm. (Sosyal şartlanma.)

14 YAZARKAFA

(Pascal “İnsan sonsuz şekilde, insanı aşıyor.” derken Rimbaud ise “Ben, bir başkadır.” demektedir. Batı felsefelerinde Platon’dan Heidegger’e kadar düşünce beden-ruh ikililiği, suje-obje gibi... sürekli tartışma alanında yer değiştirmiştir. Eckhart, Upanişadlar ve psikanalistler de hep böyle bir anlayışı yansıtmışlardır. Gelelim Rûmî’ye “A güzelim yoldaşım, sen alalade tek bir adam değilsin ki. Sen bir alemsin, sen bir denizsin derin. Sen, yüzlerce sen’in boğulduğu okyanustan bin defa daha büyüksün.” (Mesnevî, III 1302)) Sufilere göre zihin zamandabilinç sonsuzlukta varolmuştur. İlahi aşk, neşvan hali, trans anı, savaş karşıtlığı, sevgi, deneyimler ve deneyim şiirleri Rumi’nin

Ozan BAYGIN

mesnevilerindeki en belirgin özelliklerdendir. Sufizm Rûmî ile boyut atlamıştır. Esas olarak bütün söylemlerinde düalitenin çarpıklığını ve yanlışlığını da ortaya koymuştur. Varlık bilinci (vahded-i vücud), her şey olmak ya da hiçbir şey olmak da düşünsel olarak mesnevilerde bunun ıspatıdır. Sufizmde canlı-cansız her şeyi sevmek gerekir ve bunu bir takım öyküler, masallar, semboller ve alogorilerle yapar. Zihinsel bölünmüşlüğü gizliden gizliye sorgulayarak zihni sevgiyle eğitir. Varoluşun nedenselliği -sürekli olgunlaşıp aydınlanmak- bu öngörünün tereddütsüz temellerindendir. Elbette ki bu felsefe dinler ve inançlar ötesi bir felsefedir. Mevlevilikte bu çerçevede evrilmiştir. (Hamdım, piştim, yandım. Rûmî)


Rûmî; yer yer zihninin derinliklerinde oynadığı oyunlarla “ruh asması”; batı mistik vizyonerler, düşünürler, gurular ve şairlerle karşılaştırırken de bana önemli bir kaynak olmuştur. William Blake, Timothy Leary ve Allen Ginsberg şiirlerinde parıldayan gümüş balığı gibi gün yüzüne çıkan imgeler, psikedelik izler, kutsal görüler ve savaş karşıtlığı bu kutsal silsilenin devamı gibidir. Kargı (ney) kamışı, üzerlik tohumu ve sema’yı bu çerçevede inceleyerek dmt deneyimlerini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Psikedelik izlere bizzat göz atabilirsiniz. -Cilt-2, beyit 127: “ateşe üzerlik tohumu serper gibi kurtların başına ateş serp; çünkü o kurtlar, yusuf ’un düşmanlarıdır.” -Mesnevi’den hikayeler 2: şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz. Bir bak

hele buraya bir zerre bile sığar mı?” Heyhat! Yasak meyveler yenildi ve böylece aklın sıcak yaşamı sıkıştı. Bir buğday tozu, Adam’ın güneşini gölgede bıraktı, Ejderhanın kuyruğu ayın parlaklığını donuklaştıracağı gibi. – Rûmî: Masnavi Ben Ma’navi Fransız araştırmacı - çevirmen Eva de Vitray Meyerovitch (Havva Meryem) islam felsefesi üzerine yaptığı çalışmalardan etkilenerek yaşamını bu yolda şekillendirmiştir. “Benim Rûmî’ye olan aşkım, onun mesnevilerini tercüme etmekle şekil buldu” diyerek Rumi’nin bütün eserlerini Fransızca’ya çevirmiş ve “mutlak aranışı” bu şekilde yarım yüzyıl öncesi-Fransızca’ya armağan etmiştir. “Arzulanan evrenselliği buldum.” -Eva de Vitray Meyerovitch (Havva Meryem) Eva de Vitray Meyerovitch’e göre Rûmî “ Bir atomun kesildiğinde, içinde bir çekirdek ve çevresinde de dönen gezegenler olduğunu öğ-

retiyordu. Bu atomların içinde bulunan enerjiden de kesinlikle haberdardı ve dünyayı kül edebilecek bir çarpmaya sebebiyet vermemek için çok dikkatli olmasını gerektiğini ilan ediyordu. Bununla Rûmî nükleer enerjiyi haberdar ediyordu.” “Kapı ve duvar, anlaşılması güç şeyler söylemektedirler Ateş, su, toprak bir takım hikayeler anlatmaktadırlar” (Rubaiyat yayınlanmamış çeviri) Rumi müzik ve semayla kozmik dansı icra etmiştir. Divan şairi Divane Mehmed Çelebi “Mesnevi seansları üzerine” yazdığı şiirinde ise kozmik dansı açıklamıştır. “Dervişler Rumi yolunda yıldızlar gibidir. Bu ışığın yanında güneş, ancak bir atomdur. Bu adam dünyadan daha aydınlıktır.” (Mehmed Çelebi, Divan, M. Mole, Sources Orientales Paris, 1963 s. 248)

YAZARKAFA 15


WILLIAM S. BURROUGHS’UN TRUMAN CAPOTE’YE NEFRET MEKTUBU

23 Temmuz 1970 Benim sevgili Bay Truman Capote’m. Bu, alıştığın üzere bir hayran (fan) mektubu değil. –Tabi sen hayran lafından Panama’daki tavan vantilatörlerini anlıyorsan o başka. Gel biz buna‘’okuyucudan’’ --büyük büyük mevzular, büyük harflerle belirtilmese de olur --gelen bir mektup, bu bölüme sunulan her ‘yazı’ gibi sıradan notlardan oluşan bir seçki diyelim. Ben senin edebi gelişimini, temsil ettiğim bölüm adına en az senin Kansas’ta yürüttüğün son araştırmalar kadar yorucu bir dizi soruşturma yürüterek, başlangıcından beri takip ediyorum. Mirriam’dan başlayarak senin tüm karakterlerini inceledim – ki çantasında epey bir süredir sakladığı şekerler onun ne kadar konuşkan olduğunun yeterli ispatıydı- Zira ben harekete geçmeden önce tüm gerçekleri elimin altında bulundurmayı tercih ederim. Söylemeye hiç gerek yok ki Bay Kenneth Tynan ve senin aranda son zamanlardaki nezaket alışverişini okudum. Onun çok fazla müşfik bir adam olduğunu duyumsadım. Senin, sana konuşma fırsatı verilerek önlerinde, polisin şu an suçlunun bir ifadede bulunmasından önce danışma komitesine gitme hakkını inkar ederek, itirafları yabana atma politikasının lehine konuşma yaptığın senato komitesindeki o son halin de ayrıca dikkatimi çekti. Aslına bakarsan sen acımasızlık ve baskıdan beslenen ifadeler temin ederek standart polis prosedürünü onaylar bir şekilde konuşuyordun, oysa zeki bir polis gücü zoraki itiraflardan çok kanıtlara dayanır. Ne zaman idam konusu gündeme gelse, yayıncıya harflerdeki ahenk denen saçma savunmayı tekrarlayarak kendini daha da ucuzlaştırdın. ‘’Niye bunca özdeşlik bu katillerle ve neden hiç merhamet yok onların kurbanlarına?‘’ Kendimi senin tüm basılmış eserlerini okumaya görevli kıldım. Önceki dönem eserlerin birkaç açıdan umut vaat ediciydi. –Özellikle kısa hikayeleri kastediyorum. Psişik alanda yetenekle donanmıştın. Bir süre sen bu yeteneğinin hakkını verirsin gibi geldi. Oysa bunun yerine sen, sana satmak için verilmemiş olan bu yeteneği satmayı seçiyorsun. New Yorker’ın alelade bir çalışanının dahi yazabileceği, okunacak halde olmayan sıkıcı kitaplar yazıyorsun. (Kazanılmış Amerikan refahının çıkarlarına adanmış gizli, gerici, süreli bir yayın.) Sen yeteneklerini, Amerika’yı basit bir işleyişle suçu kasten besleyen, daha da arttırılmış polis kuvveti isteyen ve kendi yarattığı bu durumla baş edebilmek için idamı hep güncel tutan ve böylece onu polis devletine dönüştüren çıkarların emrine verdin. Bu dalın sana bahşettiği yeteneğe ihanet ettin ve onu sattın. O yetenek şimdi resmen tescilli. Kirli paranın sefasını sür. Hepi topu sahip olabileceğin o işte. Bir daha asla Cold Blood (Soğukkanlılıkla)’ın üstüne çıkabilmiş tek bir cümle yazmayacaksın. Bir yazar olarak sen bittin. Bu konu burada kapanmıştır. Beni mi kandırıyorsun sen? Biliyor musun ben kimim? Tanırsın sen beni Truman. Beni uzun zamandır tanıyorsun. Bu benim son gelişim. William. S. Burroughs (Çeviri: Seda Suna UÇAKAN)

16 YAZARKAFA


Gizem AKTAN

CHIMNEY SWEEPER William Blake’e... Bedenden ayrı varolma yetisi için hep birlikte küçüldü eşduyu Kırmızı ayaklarını yerine koydum. Dev güzelliği eriyor, sinir uçları gizleniyor. Görmeyi gören yatağımda kuruyorum zamanın zayıf vizyonunda, bütün o barış dolu düşüncelerimizle. Blake in sözcükleri asırların kayaları altında titriyor Cennetsel ruhu dev ağaçların ve dev süretlerin göğü kapladığı o yere çoktan gitmiş Barış dolu kardeşlerimin ve benim yaşarken ulaşmak için göğsümüzü tükettiğimiz gibi o artık bir yazgıdan ayrı tamamen ölü, bütün kutsanmalara açık toprakla su arasında insandım ben Solgun krallığın kendisine ait orduları Çınlayan demirden dili Masumiyet ve korku içindeki cennet kadar saf o kurtuluş ona dokunduğun anda yok olur bütün yollar sonsuz ve hepsi tanrının orta yolu

YAZARKAFA 17


Anıl CİHAN

UZAYLILAR DA AŞIK OLUR bkz. insan seni kimsenin olmadığı bir sokağa bakarak öptüğümde ellerinden alınan topraklar misliyle geri verilsin isterim kızılderililere evet bu fazlasıyla olasılık – biraz da lirik: evet seni nerenden öptüğümü önemsemiyor sezon finalleri ya da nükleer tehtidler hem trafiğe takılmamak için kaldırıma bir tercih meselesi haline getiren motorlu kuryelere benziyoruz ikimiz de uzayın bükülebilir bir şey olduğunu iddia ediyor gülünce dudakların - söylesene atmosfere giren bir göktaşı önce kahrından mı yoksa sürtünmeden dolayı mı yanar göz açıp kapayıncaya kadar yolumuza dikilen bu binalar bizi mutluluğun hangi katmanına ışınlar ayrıca ışınlamak ne kadar hızlı bir kelime kapıda ödeme seçeneğiyle sipariş verdiğim bir ağaç vardı sorgusuz kesip getirmişler: amerika’yı ve çiçekleri sevmediğimi borsaya bildirmedim henüz evet bu fazlasıyla teori – biraz da kişi başına düşen 21.Y.y miktarı ile ilgili öldürülen ilk kızılderilinin mezarına bir buket işgal planı bırakacağım fakat bu kalabalığı kim koydu böyle elimizin altına: karşından karşıya geçerken sıkıştırılmış korna seslerini: klitoris cenazelerini ve sertleşen şeyleri ama suyun kaldırma kuvvetinin de bir sabrı var arşimet: doğru orantı -sıvıya batırılan cisim: hatırla o son kadehteki ben seni unutmak için sevmedim telaşını aya ilk ne zaman ayak bastıysak uzayın iç işlerine işte o zaman karıştık sevgilim

18 YAZARKAFA


Ekin Metin SÖZÜPEK

(KULAĞIMDA) KÜSÜR YILIN KİRİ canlandırma: cinssiz ve türsüz, uzamda : bir ayağını basan çağa sıkıca, ötekini atan uz’a alevden kurulan bu dipsiz - tipsiz uzayda: isyan çığına çığıran ve çağıran içe naif ilhamını Üçgözlü, çilli, canavarın. Ve şimdi A ve şimdi Z’ye kadar; taze ve ezoterik beze. Ecele kader. Ürerse hayvansı ve mikroskobik ve meczup, anaerkil bir kutup. Ki eridikçe cesaretin yanında saf tutup ince ve sıradışı kulp bulup / olur; parçapinçik. Sessever nice kemiksiz (havadan doğma) göçebenin, yüceliğe gülen emeli. Muzipçe sarstığı temeli, zip ülkenin. Hicap duymaz otoriteyle kavgada başka ve yüzü aşka sıska, cılız, sızmış hür ama! en pürüzsüz uykusuna. başla! cam aydınlığına: iç güdüleri iç peltek dipte tokatlayan ve midene yakın asit yakıyor topal hizipte töhmetlenen geç sızıları seç bir kimlik alarak önüne yaslandığın yazındilinle paralel haslaşması ve yazabilen her biri bil sorudur, insanoğlunun caymakbilmez diriliğinden yalın yılan dili. kulağında 30 kısır yılın kiri ve irkil:

YAZARKAFA 19


“KENDİNİN FARKINA VARAMAYAN GÜCÜN SONU KAOSTUR!”

Samet BALTA

Albert Caraco, “Kaos’un Kutsal Kitabı’nda; sert, karanlık, yoğun ve provakatif bir üslupla; felsefe, politika, din, ahlak, sanat, tarih ve daha birçok konuya değiniyor ve ekliyor: “Ben bir ütopya vaaz etmiyorum, bir hakikati hayal meyal seçiyorum.”

Albert Caraco “Ben bir münzevi, meçhul biri, kendi kuşağının kahini, yakılmak yerine sessizliğe canlı canlı kapanmış ben, yarın insanların koro halinde şarkı söyleyecekleri bu silinmez sözleri ben söylüyorum!” Böyle ifade ediyor kendini Albert Caraco... Peki, ismine aşina olmadığımız bu düşünür ve yazar, gerçekte kim? Seferad bir ailenin oğlu olarak, 1919’da İstanbul’da doğan Caraco, o dönemdeki Nazi tehdidi karşısında Güney Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Gerek yaşadığı dönemdeki ağır yaşam koşulları gerekse yazarın psikolojik durumu, onu sürekli intihar düşüncesine itmiştir. Her ne kadar intihar etmek istese de ailesini üzmemek adına bu düşünceyi sürekli ertelemiştir. Çok kültürlü ve çok dilli biridir Caraco; Fransızca, Almanca ve

20 YAZARKAFA

İspanyolcaya oldukça hakimdir. Sınıflandırılamaz bir düşünürdür; Schopenauer, Nietzsche, Cioran gibi. Umutsuzdur; intihar kesin ve tek sondur onun için. Yazıya adanmış münzevi hayatında düzenli ve sistematik olarak yazar; onu hayata bağlayan tek şey edebiyattır. Caraco, önce annesini kaybeder.

1971’de de babası vefat eder. Babasının ölümünden yalnızca birkaç saat sonra ise intihar ederek yaşamına son verir. Dehşet Verici, Karanlık Bir Gelecek: “Kaos’un Kutsal Kitabı” Kaos’un Kutsal Kitabı, Işık Ergüden’in Türkçeye kazandırdığı önemli bir eserdir. Çevirmenin de önsözde belirttiği gibi, felsefeden ziyade bir ahlak ve tarih kitabıdır. Caraco; sert, yoğun, provakatif ve nesnel bir dille; varlık, ölüm, tanrı, din, felsefe ve sanat gibi konuların üzerinde duruyor. Bunu yaparken de kehanetlerini aktarmaktan geri kalmıyor. Tek kesinliğimizin ölüm olduğunu ifade ediyor Caraco. Ebediyetin hayat olmadığını, ebedi yaşamın anlamsız olacağını dile getiriyor. İnsanları; “uyurgezerler, aklı başında olanlar ve


ruhaniler” olarak üçe ayırıyor. Uyurgezerleri ve ruhanileri ‘yitik kitle’ ilan ederken, aklı başında, duyarlı insanların bile artık yitik kitleyi kurtaramayacağını söylüyor. İnsanın metafizik bir hayvan olduğunu vurgulayan Caraco, dinsel ve ahlaki fikirlerin kaynağının insan olduğunu hatırlatıyor. Nietzschevari bir söylemle de tanrıyı reddediyor: “Gök boştur ve sizler özgür insanlar olarak yaşamak ve ölmek için öksüz kalmalısınız.” Dinlerimizin bir veba olduğunu, onları destekleyen iktidarların zehirleyici fesat çetelerinden başka bir şey olmadığını söylüyor. Caraco, sanatın yıllar önce yok olup, işlevini kaybettiğini ise şöyle ifade ediyor: “Sanatlar yok olalı kaç kuşak geçti, en ünlü sanatçılarımız gelecekte küçümsenecek hokkabazlara benziyorlar.

Ne bir şey inşa etmeyi biliyoruz ne heykel yapmayı ne de resmi; müziğimiz bir iğrençlik, bu nedenle eski anıtları yıkmak yerine restore ediyoruz ve bütün üslupların koruyucusu kesiliyoruz – güçsüzlüğümüzün ikinci itirafı.” Ağırlıklı olarak tarih üzerinde duran Caraco, geçmişte yaptığımız hataların dünyayı kaosa sürüklediğine ve artık kurtuluşumuzun olmadığına inanıyor. Dünyanın Büyük Keşifler öncesinde olduğu gibi yine kapandığını, teknolojimizin ve fikirlerimizin bizi aştığını ve dünyanın kısır bir döngüye girdiğini söylüyor. Ürememize, üretmemize ve tüketmemize itiraz ediyor. Peki, tüm bunları göz önüne alarak, Caraco’yu bir anarşist ilan edebilir miyiz? Sanmıyorum. Zira; “Anarşistlere yakın olduğum söylenemez, düzen adamları da anarşistler de beni aynı

ölçüde dehşete düşürüyor…” söylemi, bizim bu düşüncemizi baştan çürütüyor. Albert Caraco’nun Türkçedeki en iyi eseri, Kaosu’un Kitabı; dehşet verici, karanlık ve zor bir metin. Franz Kafka’nın; “Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?” sözününe karşılık yazılmış bir kitap gibi; vurucu, sarsıcı ve yeterli. 20. yüzyılın son kahin-peygamberi Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı’nda tüm insanlığı kehanetleriyle lanetliyor. Kehanetlerinin, içinde yaşadığımız dönem ile benzerlikler taşıması dehşet verici olsa da, bu sesin karşılık bulup bulmadığını görmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

YAZARKAFA 21


Anıl ÖZTÜRK

AŞK SEMTLERİ Aşk semtlerinde öğrenirsin yokluk nedir Yokluktan öğrenirken gri demir Paslanır ve onu boyarsın maviye Sadece bir kez ağladın diye Hallere hemhalci olmuşsundur kim bilir Serbest yürüyüş seçersin kendine Yokuştan sallanarak bir hafiye Yönelirsin bir bistroya değil Çıktığın anda bir boşlukta yakalanıp Yanına arkadaş dost ve çakma sevgiler gelir Başlarsın tezahüratlara Yani sen öğrendikçe o çirkinleşir Kafan yerlerde sürününce daha güzeldir Onun tozlarını da sen süpürürken Belki yeni hazineler keşfedilir Eğer bir arkeologsan ? Medeniyetler yükseliyorken boynuzlarında Bir öküzün ve o öküz aynı zamanda Senden korkma duyusuna sahiptir Bir saray restore edilirken anlarsın Yaklaşıyor hesaplaşmalar şöyle biiir Kalbini ezdiği için onun kalbi taş kesti Taş kesen o kalbi misk-i amber gördü buğz etti Sonra bir o yana bir bu yana koştu seni bulmak istedi O zalim taklitçi yine tüm olanlara Fondöten sürebilir

22 YAZARKAFA


Armağan ALTAY

GÜN Yaz kokusu gelmiş sokaklara Acı veriyor Kahvede tatlı tatlı sataşıyor adamlar Acı Çarçur etmeye üç beş kuruş fazladan Çarşıda bando sesleri Tavukçunun düzgün kızı Kahrediyor Baban nasıl oldu diye sordum Çay bahçesinde kendime Çünkü aradılar açmadım Çünkü aradım açmadılar

YAZARKAFA 23


KAHVEHANE HİKAYELERİ (II)

Umut Tolga BULUT

Şeker Aga -Selamun aleyküm. -Aleyküm selam agam. Nerelerdesin yahu? -Napalım dünya be, te bastona dayandım yürüyesim pek yok. -Olcak be abi, olcak, olcak. Üzmeyecen kendini, otur çayını kakala. -Allah. Şükür. Olcak tabi be abi. Derisi meczubane kararık, dişleri yıllardır su görmemiş adam kahvehanenin kapıya yakın masasına oturuyor. Yaşını ilginç bir şekilde göstermiyor. Elinde bastonu emanet duruyor. Yürüyüşündeki aksaklığa bakılınca yaşı ortaya çıkıyor. Cebini yokluyor. Bozuk para sesleri, buruşmuş şeker kağıtları ve sarma tütünden düşen tozlar. Çorapları pantolonunun üstüne kadar çekilmiş. Ayakkabılarını terlik gibi kullandığı için topuk kısımları çökmüş. Çoğu mahalle insanı böyledir. Üşengeçlikten basıp çıkarlar ve tırsıklayarak dolaşırlar. Takkesinden ayrık ayrık süzülen beyaz saçları, köy imalatı süpürge görüntüsünde. Burnu av merasiminde heyecanla süzülen kartalınki gibi yere yakın. Binlerce kirli parmağın hiç ettiği on liralık masanın ucunda belli belirsiz. Masa örtüleri yeni yıkanmış, derileri ağaran yaşlıların kokusuyla karışıyor. Örtülerin tel tel masa köşelerinden düşen ipleri havada asılı kalan susam kırıntılarıyla dolu. Kah-

24 YAZARKAFA

veci esnafa çay götürürken boşalan bardaklar masa üzerinde kısa müddet kalıveriyor. Dönüşte kapı hafif aralanıyor, ince bir esinti dört kat giyinmiş doksanlık ihtiyarlara kırçan getiriyor. Boş bardakların dudak izleri kahvecinin avuç içlerine değiyor. Buz gibi su kahvecinin ellerini kaskatı yapmış. Üçerli yara bandı kesikleri ancak kapatabiliyor. Dışarı çıkınca üşümek, sıcak bir yerden çıkıp üşümek. Kafa dik, gözler fıldır fıldır. Şeker denince aklıma ilk gelen adam sandalyeye kalçasının yarısıyla oturuyor. Sağ eli bastonun üstünde, belini hafif kıvırmış, öne doğru uzanıyor. -Evlat getir. Getir içimiz yandı, hararet yaptık getir. Kahveci çayı masaya bırakıyor. Buruşuk on lirayı avcuna sıkıştırıyor ve kasaya koyuyor. Elbette bir çay on lira değil. Fakat öyle bir anlaşma ki bu, adamın masaya koyduğu para ne kadar çaya yetiyorsa kahveci o kadar çay getiriyor. Bir, iki, üç, dört, beş… Arka arkaya on tane çay geliveriyor. Sigaranın dahi nefese yetişemeyeceği hızda. Her çaya üç şeker atıyor. Müthiş bir hızla karıştırıveriyor şekerleri. Sonra: -Fffpp ohh. Allah, elhamdülillah. Bir oturuşta otuz şeker tüketen adamın dişleri nasıl olsun. Hayatıma garip bir farklılık kattı-

ğını düşünüyorum bu adamın. Dişleri gülmedikçe görünmez nasıl olsa. Kapının önünde dikiliyorum. Müsaade deyip sigaraya çıkıyor. Gözümün ucuyla izliyorum. Cızbız çakmağı bunlar deyip gösteriyor çakmağını. Herkes gibi o da her sıradan konuşmanın arasına hayat dersi sokmada usta. Ancak hiç beklemediğim bir şey gerçekleşiyor. Diyor ki bana: -Memnun musun burada? Bakıyorum hep jet gibisin, koşuveriyorsun her yere be çocuğum. Başka bir iş düşünmedin mi? Cevaben insanın nerede bulunursa bulunsun aynı samimiyetle işini yapması gerektiğini vurguluyorum. Her işin gerekliliği, gerektirdikleri, incelikleri var diyorum. Sıcak gülümsemesiyle daha bir seviyor beni. -Yaa evladım peygamberler de çobanlık yapmış, hakir gören göz kararır, deyiveriyor. Herkesin alaya aldığı çay tiryakisi avel adam bana neler söylüyor. Hem de gözlerindeki ışığı değiştirerek. Farklı bir renkle söylüyor bunu. Karşısında bir muhatap olduğunu bilerek. Böyle bir şeyin olduğundan emin olarak. Şüphesiz ve kesin. Nereye gitmiş bunca şeker?


Emre TAŞ

AYNI DEĞİL Kirpiklerimin dışına taştı gözlerim daldım uzaklara, gizlendi sözlerim iç çekerek, yürekten dedim kendime Aynı değil ! çektiğim soğuk havanın temizliği yetişen ince fidanın titizliği esen rüzgarda ıslığın tizliği Aynı değil ! Şu çocukların oynadığı oyunlar Gece uyurken saydığımız koyunlar Bir fikir uğruna asılan boyunlar Aynı değil !

YAZARKAFA 25


Gökay B. KÜPELİ

Lab Exp.

…yapay mutluluk… ona yapılan zaman bağlaşık

Yapay gerçeklik, yapay mutluluk, yapay sevgi biraz concerta, uyarıcılar ve sesler saykodelik hayatlar, saykodelik soykırım zorunda bırakılmış sevgi, karşıt ikili düşünceler robot çiftliği, yaşasın simülasyon ve big brother.

26 YAZARKAFA


Can KORUR

GÖKDELEN gözlerini kanatmayı dene ya da kapatmayı veya bütün yaralarını tek tek sarmayı kaçıncı düşüş bu adeta sessizce sürtünüş dümenini kaybetmiş gemi gibi denizin dibine çöküş hiç olmadı zirvesini arzuladığım bir dağ ben hep kendi kuyumu kazdım zirvenizden tükürdüm dünyaya istedim hep bırakayım kendimi arzuladığınız o gökdelenlerden aşağıya aşağıya aşağı tesadüfen geldim şu dünyaya bir kaza kurşunu bir kısa devre ah o kurşun beni bulsa ya trafik kazası diyip geçin ne bir taş ne bir dua beni o gökdelenlerin altına gömün her gün ama her gün tepeleyin bir yer olsam ya şuracıkta biri olmak çok zor dünyada

YAZARKAFA 27


RÖPORTAJ

“Kıyamet böyle kopacak, Gümbürtüyle değil, iniltiyle.”

Everest Yayıncılık etiketiyle yayımlanan son romanı Bana Göre Kıyamet’e dair; yönetmen, senarist, Ümit Ünal ile söyleştik. Röportaj: Meltem DAĞCI Ümit Ünal,1965 doğumlu. 1986’dan beri senaryo yazarı, 1996’dan beri de yönetmen olarak çalışıyor. Teyzem, Hayallerim Aşkım ve Sen gibi sekiz senaryosu çeşitli yönetmenler tarafından filme çekildi. 9, Ara, Nar, Sofra Sırları gibi sekiz filmi de hem yazdı hem yönetti. Everest Yayıncılık etiketiyle yayımlanan son romanı Bana Göre Kıyamet’e dair yönetmen, senarist, Ümit Ünal ile söyleştik. Çok uzun zaman sonra gelen romanınızdı Bana Göre Kıyamet. Yazdığınız romanlara sinema alanındaki üretkenliğinizin ve senaryo yazarlığınızın etkisi olmuştur muhakkak. Bu süreç içerisinde Bana Göre Kıyamet kitabınız kendini nasıl doğurdu? Aslında hikaye aklıma ilk önce bir film hikayesi olarak düşmüştü. Ülkemizin yaşadığı kargaşayı fantastik bir gözle, sinemanın çokça denediği bir türü tersine çevirerek anlatmayı hayal ettim. Ama 2014’te yazdığım senaryo hem ticari sinema için

28 YAZARKAFA

fazla “aykırı” hem de hayli yüksek bütçeli oldu, istediğim gibi hemen filme çekemeyeceğimi anladım. Ama bu hikayeyi mutlaka anlatmak, insanlarla paylaşmak istiyordum o yüzden roman olarak yeniden ele almaya çalıştım. Fakat araya başka işler girdi, roman uzun süre çekmecede bitmemiş halde bekledi. Everest’ten editör Eyüp Tosun ve Mehmet Said Aydın romanı bitirirsem basmayı teklif ettiler. O hevesle bir yıldan kısa sürede bitirdim. Kitabın başlarında Bahar karakterinin imza attığı bir bildiri yaşamını etkiliyor. Kitabın bu kısımlarını okurken aklıma barış için imza atan akademisyenler/sinemacılar geldi. Hatta bu listeyi uzatmak da mümkündür. Güncel, toplumsal ve sosyal bir olaya duyarsız kalamamak bu konuya değinmenizde etkili oldu mu? Elbette, kitapta birçok başka güncel konu da işleniyor. Göçmen sorunu ve onlara karşı ülkede yükselen ırkçılık gibi. Bunlar hayatımızı kâbusa çeviren gerçekler kayıtsız kalmaya imkân yok.


Ama aynı zamanda karakterleri belirleyen ayrıntılar. Romanın başkahramanı, TV yıldızı Bahar olağanüstü derinlikli olmasa da belli bir politik bilinç sahibi biri, bu onun romandaki olaylara verdiği tepkileri açıklamamıza yardım eden bir özellik. Apolitik, duyarsız bir oyuncu olsaydı, çok başka adımlar atardı hayatta ve bu hikâye olamazdı.

Bahar güvensizliğiyle, tatminsizliğiyle, hırslarıyla, söylediği bir sözle yine benim hissettiğim bir çok şeyi dile getiriyor. İlk senaryomdan beri baş kahramanı kadın olan hikayeler, senaryolar yazdım. Ama onları kendimden ayrı, Venüs’ten gelen bir cins olarak düşünmemeye çalıştım. Kendi dertlerimi onların ağzından anlattım.

İki kadın arasındaki aşk. Bursa’nın Serpe’si. İnsanlığın kendi kendini tüketişi, tüketim toplumunun sonuna varacağı bir dip noktayı kadın karakter üzerinden ele alıyorsunuz. Kadın gözüyle yazmanızın nedeni nedir acaba?

Hem kitap kapağındaki hem de iç sayfalardaki çizimleriniz dikkatimizi çekiyor. Çizimlerinizi kitapla bütünleştirme fikrine nasıl karar verdiniz?

Kadın gözüyle yazmıyorum aslında. Kadın erkek ayırmadan herkesin derdini “içeriden” anlatmaya çalışıyorum. Herkesin derdi derken, aslında kendi dertlerimi anlatmak istiyorum. Kitaptaki orta yaşlı Eczacı Nejat da biraz benim, sevmediğim taraflarımı, böyle de bir adam olabilirdim dediğim durumları dile getiriyor sanki. Hayli ırkçı ve maço görüşleriyle, kasabalı Metin de benim biraz, gerçek hayatta yüzde yüz tersim olsa da bazen kendimi Metin gibi düşünürken bulabiliyorum.

Uzun zamandır desenler çiziyorum. Bu yıl iki farklı kitap resimledim. Biri Mehmet Yaşin’in şiir kitabı Abuk, diğeri Hasan Ali Toptaş’ın Gecenin Gecesi. Kendi kitabım için de en azından bir kapak resmi çizme fikrim hep vardı. Kitabı yazdığım süreçte kendi kendime bazı desenler de çizdim. Bunlar olaylara bire bir denk düşen, açıklayıcı “illustrasyonlar” değildi ama Everest’ten arkadaşlarla, bu desenlerin kitabın atmosferini destekleyeceğini, okurun hayal gücünü uyaracağını düşündük.

YAZARKAFA 29


le değil, iniltiyle. (Mealen böyle çevirdim.) Kıyamet birden bire olmayacak, zaten yavaş yavaş kopuyor bence. Havayı, toprağı, suyu kirletiyoruz. Dünyayı hem kendimiz hem de diğer türler için yaşanmaz hale getiriyoruz. Bugüne kadar dünyada yaşayıp ölmüş herkesten daha fazla bir insan nüfusu var şu an ve giderek de artıyoruz. Birbirimizi tarihte görülmemiş büyüklükte kitleler halinde yok ediyoruz. Daha da çok yok etmek için savaşlara hazırlanıyoruz. Dünyanın paylaşımında topyekün savaşsız içinden çıkılamayacak korkunç bir krize gelindi. Ben bunları insanlığın kıyameti için birer “alamet” olarak görüyorum. Dünya gezegeni biz olmadan da milyarlarca yıl var olur ama insanlık kendisine ciddi bir çeki düzen vermezse, dünyadaki 150-200 bin yıllık macerasının son birkaç yüzyılını yaşıyor olabilir.

Kitabın henüz yarısına gelmeden uzun metrajlı bir film/ belgesel izliyormuşum tadı aldım. Karakterlerinizi birer belgesel anlatıcısı gibi yazmış olmanız bilinçli bir tercih miydi? Romana konu olan olaylar olup bittikten sonra “hayatta kalan” karakterlerin sanki bir belgesel ya da haber programı için başlarına geleni anlatıyormuş gibi görünmesini istedim. Daha önce söylediğim gibi hikâyeyi zaten bir film olarak tasarlamıştım başta. Kendi senaryomu romana dönüştürürken o dramatik, sinemasal hava ister istemez romana sindi. Farklı karakterlerin anlatımları için, farklı edebi üsluplar geliştirmek için çok uğraştım, Bahar ve Maya’nın sevişmelerini anlatabilmek için dilsel buluşlar yaratmam gerekti. Senaryoda çok az işlenen karakterler eklemem ve onları işlemem gerekti. Gerçekten size göre “ kıyamet “ nedir? Kopuyor mu? T. S. Eliot’un mükemmel iki dizesi vardır: “This is the way the world ends/ Not with a bang but a whimper.” - Kıyamet böyle kopacak/ Gümbürtüy-

30 YAZARKAFA

Sinema filmi çekim süreçleri yoğun ve tempo gerektiren bir süreçtir. Yönetmenliğinizin yanında okumaya ve yazmaya ayırdığınız vakitleri nasıl dengeliyorsunuz? Rutinleriniz var mıdır bu anlamda? Son yedi yıldır sinema filmi çekmedim. Senaryolar yazdım, onları hayata geçirmeye uğraştım, birkaç ay süren bir dizi macerası geçirdim vb ama uzun metraj olmadı. Zaten olduğu zaman da en yoğun olan çekim kısmı birkaç hafta sürüyor. Hazırlık ve çekim sonrası işler uzun zamana yayılan, düşük yoğunluklu süreçler. Okumaya, yazmaya çizmeye fazlasıyla vakit var. Bir de son iki yıldır Büyükada’da yarı münzevi bir hayat sürüyorum. Okuyup yazmaktan, çizmekten, düzenli yürümekten başka işim yok. Son olarak, şu an okuduğunuz kitapları öğrenebilir miyiz? Şu günlerde çantamda benimle gezen iki kitap Perec’in Mekan Feşmekan kitabı ve Adonis’in şiirleri.


SUSMA HAKKI Söyleyeceklerinin bittiği ve anlaşılmayı beklediğin o sonsuz boşlukta, koca bir karadelik;sessizliğim. Bitişimizi simgeleyen son yutkunmamda tarafımdan yitirilirsin. Bana “konuş!” deme! Kelimelerimdeki zehri sağmak değilse derdin.

İkbal YORULMAZ

KURTAR BU ŞEHRİ Çiçekler açtı senin şehrinde Çaresiz burası. Şimdi İstanbul’da kar var inan Bu Ağustos ayında Fırtına var sis var Sen görünmüyorsan göz gözü görmüyor Tipi var! Savruluyoruz arkandan Perperişan İstanbul Sen yoksan Çaresiz bu şehir Terk edilmek üzere Yüz tutmuş hatta çürümeye Kurtar ne olur Sana bağlı İstanbul Sana bağlı afetler, depremler Güneş açmaz sen yokken Kurur nehirler, denizler Biraz olsun affetsen, Biraz olsun gelsen, gelebilsen Kurtar bu şehri sensizlikten!

Emine ÇELİK YAZARKAFA 31


Umut Tolga BULUT

AVAZ Gecenin ağrıyan kulağını çekip kara sözler diyorum fısıltıyla umursandıkça zaman kadar hızlı güneş kadar sessiz ışığıyla ele avuca gelmez Yaralıyken inilmez bayırlara ovalara ölümlüyken girilmez taşların yorgun bakışlarında korku yaşamaktan yeğ bir inanç vardır yuvalanan ki bir yağmur damlasına göğün encamını bilen karıncalardır Bilmedim ıslak kağıtların rengini gecenin peşinde soluksuz kalmadım hiç çığlığın gölgesi göründü oysa rengarenk bir ebruyken sabah şehrin gürültüsünden şikayet etmedim Kağıtlar mazgallara tutunmuş yarı yırtık sabahtan ona kalan ne ise kırık renklerle tutunmuş gecenin ağrıyan kulağı ne kadar saklasam da o elimle o belirgin kalbimle özendiğim şairin avcunu öpüyorum rüyalarımda bir güneşgöz tınısı kanatlarında ve alnında meleklerden tanrıövgülerinin heybetli yazısı kalan paçalarında tüm kiri girmediğim ovaların uzaktan korkuyla sevdiğim kızların avazı kulaklarında

32 YAZARKAFA


SİNEMASAL EDEBİYAT

Baki DEMİRTAŞ

INTERSTELLAR/ YILDIZLARARASI FİLMİNDE GÖRÜLEN KİTAPLAR VE FİLME ETKİLERİ

Christopher Nolan’ın yönetmenliğini kardeşi Jonathan’nın da senaristliğini yaptığı Interstellar/Yıldızlararası hiç şüphesiz 2014’ün en iyi filmlerinden bir tanesiydi. Interstellar/Yıldızlararası insanoğlunun dünyadaki tüm kaynakları, hatta dünyanın kendisini bile tüketip artık yaşanamaz bir hale getirdiği ve bu nedenle yaşanacak yeni gezegenlerin aranmaya başlandığı (belki yakın) bir gelecekte geçiyor. Satürn yakınında birdenbire beliren bir solucan deliği ise insanların bu konudaki umudu oluyor. Çünkü solucan deliğinin diğer ucu, içinde yaşanabilir şartları taşıması muhtemel olan üç gezegenin de bulunduğu başka bir galaksiye açılmaktadır. NASA’nın elinde kalan ‘gerçekten uçmuş’ son pilot olan Cooper’ın da aralarında bulunduğu ufak bir ekip, solucan deliğinden geçerek üzerinde yaşam olması muhtemel gezegenleri kesinleştirmek üzere gönderilirler. Tabii burada araya filmin bir diğer konusu olan zaman kayması, izafiyet teorisi giriyor ve dünya zamanına göre birkaç

yılda bitmesi gereken görevin süresi biraz uzuyor. Filmle ilgili daha detaylı ve bu yazıyla da alakalı olan “Borges’ten Nolan’a ya da Babil Kitaplığı’ndan Beşinci Boyuta” yazımı FikriSinema’nın bu linkinden http://fikrisinema.com/ borgesten-nolana-ya-da-babilkitapligindan-besinci-boyuta/ okuyabilirsiniz. Buradaki konumuz ise Cooper’ın kızı Murphy’nin odasındaki bir duvarı tamamen kaplayan kitaplık ve bu kitaplıktaki kitaplar.

İzleyenler bilirler, bu odanın ve kitaplığın senaryoda büyük bir önemi var; uzay yolculuğuna çıkan Cooper’ın filmin sonunda kızıyla beşinci boyuttan iletişim kurduğu oda ve iletişimi de kitaplığın arkasından, kitapları düşürerek yapıyordu. Film boyunca kamera bazan bu kitaplığın raflarında dolaşıyor, bir an bir kitabın sırtı görünüp kayboluyor, bazan net bir şekilde bazan de bulanık bir şekilde görüyoruz kitap sırtlarını veya raftan düşünce yerde kapağını görüyoruz kitapların. Aslında raflara daha yakından (yakın burada filmi durdurarak, kare kare izlemek anlamına geliyor) baktığımızda kitaplıktaki kitapların rastgele seçilmediğini, tam tersine büyük bir özenle seçildiklerini ve filmin senaryosunda da etkileri olduğunu açıkça görebiliyoruz. Öncelikle, okuyabildiğim ve internetten bulabildiğim kadarıyla Murphy’nin odasındaki kitaplıktaki kitapların listesi, bunlardan Türkçe çevirisi olanların da Türkçe isimlerini yanlarına yazdım:

YAZARKAFA 33


The Darkroom of Damocles (De donkere kamer van Damokles), Willem Frederik Hermans Britannica Junior Encyclopaedia The Stand/ Mahşer, Stephen King The Boy in the Striped Pyjamas/ Çizgili Pijamalı Çocuk, John Boyne The Night Listener/ Gecenin Sesi (film), Armistead Maupin Moby Dick/ Beyaz Balina, Herman Melville Treehouses of the World, Pete Nelson The Big Nowhere, James Ellroy Charlotte’s Web, Elwyn Brooks White A Sherlock Holmes book, Sir Arthur Conan Doyle Lindberg, A. Scott Berg The Art of Fielding, Chad Harbach Wonderstruck, Brian Selznick Drums of Autumn/ Güz Davulları, Diana Gabaldon

Selected Poems, T. S. Eliot One Hundred Years Of Solitude/ Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez The Glass Castle/Camdan Kale, Jeannette Walls The Story Of Edgar Sawtelle/ Edgar Sawtelle’nin Hikayesi, David Wrablewski A Life Inspired: Tales of Peace Corps Service, Peace Corps Time Machine/ Zaman Makinası, H.G. Wells Seeing/ Görmek, Jose Saramago Eastern Land Birds, Audubon Bird Guide An Inspector Calls and the Other Plays Time and Conways, J. B. Priestley Three Cups of Tea/ Üç Fincan Çay, Greg Mortenson- David Oliver Relin White Oleander/ Beyaz Zakkum, Janet Fitch American Literature

Winter’s Tale/ Kış Masalı, Mark Helprin

Gravity’s Rainbow, Thomas Pynchon

Time’s Arrow, Martin Amis

West With The Night, Beryl Markham The Willoughbys, Lois Lowry

Maugham: A Biography, Ted Morgan Out of the Blue, Isabel Wolff Downwinders: An Atomic Tale, Curtis Oberhansly and Dianne Nelson

34 YAZARKAFA

Elbette bu kitapların hepsini okumuş değilim ancak Türkçe çevirisi olanların neredeyse hepsini okudum, diğerleri içinse internette ufak bir araştırma yaptım. Bu kitapların filmi anlamamıza nasıl bir yardımı olacağını veya filmin altyapısını nasıl oluşturduklarını belirgin bir örnekle açıklayayım. Yukarıda sağdaki fotoğraf Cooper’ın çiftlik evi, soldaki ise kitaplıkta yer alan kitaplardan olan The Story of Edgar Sawtelle’nin kapağı. Baktığınızda kapaktaki ev (samanlık) ile Cooper’ın evinin aynı olduğunu, hatta ikisinin de geniş bir arazinin kenarında olduğunu açıkça görebiliyoruz ki her ikisi de birer çiftlik evi. Ayrıca The Story of Edgar Sawtelle’nin tekin olmayan, hayaletli ve “hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayan” bir hikayesi var. Bu aşıdan film ve kitap çok benzeşmektedir. Ayrıca rafta gördüğümüz kitaplardan biri olan Ted Morgan’ın Maugham: A Biography ünlü Amerikalı yazar Somerset Maugham’ın hayatını anlatmaktadır ki, kendisi Amerikan kırsalında geçen, çiftçileri anlatan hikayelerin yazarıdır. Diğer taraftan raftaki bir diğer kitap Marquez’in One Hundred Years Of Solitude yani Yüzyıllık Yalnızlık kitabı. Kitapta Marquez bir ailenin yüzyıllık tarihini anlatır bize. Filmde ise Cooper dünyadan ve kızından ayrıldığında 34 yaşındadır, kızını tekrar gördüğünde kendisi için iki yıl geçmesine rağmen dünya zamanına göre 120 yaşındadır. Yani filmde anlatılan aynı zamanda bir ailenin neredeyse 100


yıllık hikayesidir de. Aynı şekilde Winter’s Tale/Kış Masalı’nda de yaklaşık 120 yıllık, zamana meydan okuyan fantastik bir hikaye anlatılır. Stefan King’in The Stand/ Mahşer’i de konusu itibariyle raftaki yerini almıştır. İnsanlığın çoğunu yok eden mutasyona uğramış bir mikrobun dünyayı ne hale getirdiğini anlatan romana karşılık, filmde de insanlığın tarlalarındaki besin kaynaklarını yiyerek hızla tüketen ve zamanla değişim de geçiren süne zararlısı bulunmaktadır ve insanlar da Mahşer’deki gibi bir kurtuluş yolu aramaktadırlar. Bir başka kitap Lindberg adını taşımaktadır ki, bu da Charles Lindberg’in bir biyografisidir. Charles Lindberg ise Atlas Okyanusu’nu kesintisiz uçarak geçen ilk pilottur. Yani dünya havacılığında önemli bir yeri vardır. Cooper ve ekibi ise bir solucan deliğinden geçerek başka bir evrene ulaşan ve oradaki yaşanabilir gezegeni saptayan ilk ekiptir (tabii onlardan önce bu gezegenlere bilgi toplaması için üç ayrı kişi de yollanmıştır ama gezegenlere ulaşsalar da topladıkları bilgileri ulaştıramamışlardır.). Dolayısıyla onlar da uzay/zaman seyahati konusun-

da ilk ekip olmuşlardır. Rafta Eastern Land Birds ve kuşlarla ilgili adı tam okunamayan başka kitaplar olmasının sebebi de budur. Çünkü insanlık uçmayı kuşlardan öğrenmiştir, onların kanatlarını ve kanatlarının aerodinamiğini inceleyerek öğrenmiştir. H. G. Wells’in Time Machine/ Zaman Makinası ve Diana Gabaldon’un Drums of Autumn/ Güz Davulları ise zamanda yolculukla ilgili kitaplardır. Zaman Makinası’nı sanırım bilmeyen yoktur, düzinelerce de filme konu olmuştur bu kitap. Gabaldon’un kitabı Drums of Autumn/ Güz Davulları ise Yabancı serisinin bir kitabıdır ve bu seride zamanda 200 yıl geriye giden Claire Randall’ın hikayesi anlatılır. Filme bakıldığında Cooper ve ekibinin çıktığı yolculuk aynı zamanda, bir zamanda yolculuktur da. Tabii Nolan dünya meselelerini de unutmayıp rafa 2-3 de bunun için kitap yerleştirmiş. The Boy in the Striped Pyjamas/ Çizgili Pijamalı Çocuk ile Yahudi Katliamına gönderme yaparken; A Life Inspired: Tales of Peace Corps Service Amerikan Barış Gönüllüleri’ne gönderme yapıyor. Hani 60’larda Anadolu’ya

da gelerek, “Barış” adı altında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki bugünkü durumun alt yapısını hazırlayan Barış Gönüllüleri. Three Cups of Tea/Üç Fincan Çay ise benzer bir yardımı daha insani ve kişisel çabalarla gerçekleştiren dağcı Greg Mortenson’ın, Afganistan’daki fakir çocuklara okul kurmasını anlatıyor. Listedeki diğer kitaplar da detaylı incelenirse filmle bağlantıları açıkça ortaya çıkacaktır. Her ne kadar rafta görülmese de adını sıkça duyduğumuz bir diğer kitap da Gargantua’dır. Rebelais’in bu eseri Cooper’ın içine düştüğü dev kara deliğe adını vermiştir: Gargantua. Bilindiği gibi kara delik çekim alanı her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir. Rebelais’in kahramanı Gargantua da tonlarca domuz, at vs. yemesine rağmen doymayan bir dev olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı bir kara delik gibi. Bir filmi seyrederken eğer kadraja bir kitap giriyorsa bilinki o kitap filmin altlığıdır ve filmin anlaşılmasında büyük etkisi vardır... Şimdi Interstellar’ı bu kitaplardan sonra tekrar seyredin!

YAZARKAFA 35


İZLENİLMESİ GEREKEN BİR BELGESEL: HOME

Arzu ŞEN

“Lütfen beni iyi dinle. Sen de benim gibi bir Homo Sapiens’sin. Akıllı insansın. Kainatın mucizesi yaşam yaklaşık 4 milyar yıl önce ortaya çıktı; biz insanlarsa yalnızca 200 bin yıl önce. Yine de yaşam için temel olan dengeyi alt üst ettik. Bu sıradışı hikayeyi iyi dinle, bu senin hikayen ve sonunu yazmak senin elinde”. Fransız yapımı belgesel, 5 Haziran 2009 yılında, yani Dünya Çevre Günü’nünde tam 90 ülkede aynı anda gösterime girerek bir rekora imza attı. Sadece sinemalarda değil, aynı anda Paris, Londra, Berlin, New York gibi dünyanın tüm popüler şehirlerinin büyük meydanlarında büyük ekranlarında yüzbinlerce insan aynı anda seyretti. Hayatını çevreciliğe adayan yönetmen Yann Bertrand-Russell, belgeselin film hakları olmadığını üstüne basa basa defalarca dile getirmiştir. Amaç para kazanmak değil, insanları bilinçlendirmek! Belgeselden öne çıkan bir kaç alıntı ekleyelim… İnsanlık geçtiğimiz birkaç kısa on yılda, gezegenin yaklaşık dört milyon yıl süren evrimle kurulan dengesini altüst etti. Ödenecek bedel ağır, ama artık karamsar olmak için çok geç: İnsanlığın bu gidişatı tersine çevirmesi, Dünya’nın zenginliklerini yağmaladığının farkına varması ve tüketim kalıplarını değiştirmesi için hemen hemen 10 yılı var. Dünya’nın bıraktığı 4 milyar yıllık mirastan yararlanıyorsun. Yalnızca 200.000 yaşındasın ama Dünya’nın çehresini değiştirdin

36 YAZARKAFA

bile. Tüm savunmasızlığına rağmen, senden önceki diğer hiçbir canlının yapmadığını yaptın ve doğal ortamın her bir köşesini ele geçirdin. Dünya üzerindeki yaşamı hiçbir zaman anlayamadık. Kontrol edemediğimiz doğal bir felaket yarattık. Kökenlerimiz, su, hava ve yaşam formlarıyla yakından bağlantılı. Ancak bu günlerde bizler bu bağlantıları kopardık. Dünya’yı kafamızdaki resme göre şekillendirdik. Değişmek için zamanımız çok az. Eğer yaptıklarımızın hesabını vermekten kaçarsak, bu yüzyıl, 9 milyar insanın sorumluluğunu nasıl taşıyacak? Dünya nüfusunun %20’si kaynakların %80’ini tüketiyor. Askeri giderlere yapılan harcamalar gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlardan 12 kat daha fazla. Her gün 5.000 insan kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar insansa temiz içme suyuna ulaşamıyor. 1 milyara yakın insan aç kalacak. Dünya üzerinde yapılan tahıl ticaretinin %50’sinden çoğu hayvanları beslemek ya da biyoyakıt için kullanılıyor. Tarıma elverişli toprakların %40’ı uzun vadeli hasar gördü.

Her yıl 13 milyon hektar orman yok oluyor. Her dört memelinden biri, her sekiz kuştan biri, her üç amfibiden biri yok olma tehlikesi altında. Canlı türleri normalden 1.000 kat daha hızlı ölüyor. Balık avlanma alanlarının dörtte üçü tükendi, bitti ya da yok olma tehlikesi altında. Son 15 yılın ortalama sıcaklığı,günümüze kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık oldu. Kıta buzulu 40 yıl öncesine göre %40 inceldi. 2050 yılında en az 200 milyon kişi iklimsel nedenlerden ötürü mülteci olabilir. Yaşanan tüm bu tecrübeler bizlere farkındalığa tanıklık edecek birer örnek. Tüm bunlar daha ılımlı, daha akılcı ve daha paylaşımcı, insanoğlunun yeni macerasının işaretleri. Birlik olma zamanı. Önemli olan kaybedilenler değil, geriye kalanlar. Hala ormanlarının yarısına sahibiz, binlerce nehre, göle, buzullara ve binlerce canlı türüne de. Çözüm yollarını biliyoruz. Değişmek için gereken güce sahibiz. Öyleyse neyi bekliyoruz.. Belgesel birçok dilde mevcuttur. Buradan Türkçe izleyebilirsiniz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.